GARGAT AĞACININ KÖKLERİNE BAKMAK LAZIM
Ey, kardeşlerim!
didişmekten fırsat bulursanız,
dinleyin!
Luciferin fısıltılarına,
verdiğiniz kulaklarınızı,
bir kez olsun bana verin!
Siz nasihat sevmezsiniz,
lafa söze gelmezsiniz,
yalnızca hikaye söyleyeceğim!
seversiniz,
masal dinlemeyi,
masalım ki farklı lakin,
uyutmak için değil,
uyandırmak için...
Bundan çok uzun yıllar önce,
insanlığın ilk cinayetinin işlendiği,
o yıllarda başlar hikayemiz...
her cümleye haşa demeyeceğim ama,
haşalıktık sözlerimiz.
Adem babamız ve havva anamızın çocukları,
biz goyimler doğmuşuz.
ilk haşamız;
luciferle havva anamızın çocukları da,
herşeyin uğruna yaratıldığı,
yahovanın ...
ve iki nehir kuşatır,
siyon yıldızını,
biri nil, diğeri fırat,
hesapta bizim gayseri bilem var!
onlar çekyat üretedursun!
beyoğlundaki,
seçkin goyimlerin mabedi,
nur-u ziya sokağının,
bizim nurcularla ilgisi yok lakin!
o da ne demeyin,
biraz araştırın, inceleyin!
Herşeyden, herkesten,
hakkını almak isteyen bu çocuklar,
şimdilerde filistinde beslenmekteler.
one minute,oh my god!
Eşkenaz, seferad, sebatay!
Vay yavrum vay!
biz gül ağacından,
italyan tasarımlı,
avrupa kazıklarıyla donatırken,
tokili evlerimizi...
onlar gargat ağacı dikmekteler...
biz apartmanlarda,
korkak çocuklar yetiştirirken,
onlar ilk 500' e sahiplendiler!
Black Rock ile oynarlarken zirveye,
Biz hüzünlendik Gazze'ye!
Bankalar, borsalar, sendikalar;
onların!
bize meydanlar!
filmler onların,
seyreden biz!
işte böyle hikayemiz!
ülkemiz nüfusu, şehirlerde...
üç çocuk hayalimiz!
nesilleri telef makinasının mucidi onlar,
düğmeye basan biz!
görünmez medeniyet onların,
tek devlet, tek millet!
biz de menü geniş,
nerde ümmet?
onlarla diyalog,
kendimize blog!
sıkıldınız mı,
anlattıklarımdan!
anti ya da değil,
semitist mi oldum yoksa?
kurbağalar mı ürktü?
sözün özü,
biz onların gargat ağacını,
700 yıl önce,
bir çınarla kuruttuk!
o yer, söğüttü!
anlayana öğüttü...
sözlerim aşmasın maksadını,
kötülemek değildir kötüyü,
bakma sen ona buna,
yahudaya,
kul ol sen kendi yaradanına!
ibret al yeter yani...
bak 6 milyon yahudi,
kök salmışsa, davasın,
davan laklak olamasın...
otur bu yahudiler var ya,
edebiyatına,
ebediyyen sıkıntı başına!
Ey hak yolun yolcusu,
hakikatı ara ki başarasın,
cehennem aynı çukur,
beğenmediğinle yanarsın!
Şapka çıkar luciferin çocuklarına,
sen ademin oğlu bak, yaptıklarına...
bilmediğin şeymiş gibi,
neden şaşarsın?
yahudi yahudi de,
sor bakalım kendine;
sen kimin nesi,
kimin fesi?
Kulak ver diyeceklerime_
Sicarii, Hz. İsa döneminde Yahudi suikastçilerden oluşan gizli bir cemiyetti. Diğer suikastçi grupları gibi Sicarii de dini fanatizm ve delilik ölçüsünde siyasi tarafgirlik karışımıyla üyelerinin körü körüne sadakatini sağlıyordu.
"Hançer" sözcüğünün Latincesi, "sicarus"tur ve Sicarii, basitçe "hançerli adam" anlamına gelir. Bu terim, aynı zamanda Roma arenasında bir gladyatör tipinin de adıdır. Çünkü gladyatörler, taşıdıkları silaha göre adlandırılıyorlardı.
Julius Caesar, Yahudilerin dostu ve hayranıydı. Roma imparatorluğu döneminde onlara devlet kurma ve huzur içinde yaşama izni vermişti. Bu devlet, Haşmoneyan Hanedan'ının kukla Yahudi kral ve kraliçeleri tarafından idare ediliyordu. Ama Roma'nın fethettiği başka bölgelere göre ayrıcalıkları çok daha fazlaydı. Ancak Yahudiler ve onların fatihleri (Romalılar, uzun bir listenin sonundaydı. Diğer fatihler arasında Babilliler, Asurlular, Selevkos Yunan İmparatorluğu da vardı) arasındaki ilişki, sonraki yüzyılda giderek sorunlu bir hal aldı.
Bu yeni anlaşmazlığın iki nedeni vardı: Bağnazlar ve Sicarii Örgütü!:
✓ Zealotlar, Judea merkezli aşırı sağcı bir siyasi partiydi. İngilizcede "bağnaz" anlamına gelen "zealot" sözcüğü, ideolojinin kör ettiği insanlar için kullanılır.
✓ Sicarii, Zealotlardan oluşan gizli bir cemiyetti ve bu cemiyetin üyeleri, Roma işgâline karşı isyan başlatmakla yetinmeyen Yahudilerdi.
Sicarii tarikatı, kanlı bir isyan başlatmaya niyetliydi ve "Helenleşmiş", yani Romalı derebeylerinin etkisi altına girmiş ya da onlara olumlu bakan herkesi öldürerek bunu bir ölçüde başardılar. Sonunda M.S. 68'de aradıkları kıyamet senaryosunu tetiklemeyi başardılar. Şiddetten bıkıp usanan Roma lejyonları, bu zorlu eyaleti işgal etti. Ulusu kıyıma uğratan ve Yahudileri dünyanın dört bir yanına dağıtan üç uzun savaştan ilkiydi bu.
İnançlı Yahudiler, Sicarii'nin Tapınak Dağı'nda, Kudüs'teki en kutsal ibadet yeri Süleyman Tapınağı'nda bile kan dökmekten çekinilmemesinden dehşete düşmüşlerdi. Ancak dini festivaller arasında mekanı dolduran kalabalığın içine karışıp hedeflerini öldürdükten sonra yine kalabalığın arasında kaybolmak, Sicariilerin salt tapınağa hürmet ettikleri için vazgeçemeyecekleri kadar büyük bir fırsattı. Dökülen kan bir Romalıya ya da Roma vatandaşına ait olduğu sürece, Sicariiler için hiçbir sorun yoktu.
İsyanın son dramatik sahnesini dağ şehri Masada'da tasarlayan bir grup Sicarii, teslim olmak yerine topluca intihar etmeyi seçmişti. Onlara boşuna Zealotlar dememişlerdi. Romalılar, birini yakalayıp işkence ettiği zaman, tarihçi Josephus'un anlattıklarına göre adamın cesareti ya da belki de delilik ölçüsündeki setliği, herkesi şaşırtmıştı. Hatta Sicarii çocukları bile işkence gördüklerinde Sezar'ı lider kabul etmeyi reddediyorlardı.
Hz. İsa'ya ihanet eden havarisi Yahuda İskaryot da büyük olasılıkla bir Sicarii idi. "İskaryot" sözcüğü, "Sicariilerden biri" anlamına gelen sicarus sözcüğünün Latinleştirilmiş versiyonuydu.
Judea dümdüz edildikten sonra, Sicariiler, Mısır'a kalabalık bir Yahudi nüfusunun yaşadığı İskenderiye'ye kaçtılar ve onları da isyana teşvik etmeye çalıştılar. İskenderiye Yahudileri, bu teklife bulabildikleri bütün Sicariileri öldürerek karşılık verdi. Geriye kalanlar, birer birer yetkililer tarafından yakalandı ve kısa süre sonra Sicariiler, tarih sahnesinden silindiler.
Mi acaba?
Bu işin günümüze uzantısı ne peki?
Tarihin dehlizlerinde dolaşmaya var mısın? Kesif bir küf kokusu yakacak genizlerini. Soluksuz takıl peşime. Dünden bugünlere bir yolculuk için oku yazılanları.
***
Satanist ve katil Siyonizmin kaynağı püritenliktir. İşte bu kavramı bilmeden bugünleri anlayamayız. Abdullah İbn_i Sebe, Yasef Nassi, Sebatay Sevi'yi tanımadan bugünleri yorumlayamayız.
Yolculuk başlıyor.
Püritenler, kendilerini Eski Ahit'e öylesine kaptırmışlardı ki, Amerika'ya New England (Yeni Ingiltere) yerine New Israel (Yeni Israil) adını vereceklerdi.
Puritanizm Amerika'nın kuruluşunda böylesine önemli rol oynayıp, "Amerikan ruhunu sekillendirirken", bu ülkeye "yahudici / yahudi sempatizani" (judaizer) misyonunu da yükledi elbet. Püritenlik, daha sonra gelişen tüm Amerikan protestanlığını da etkisi altına almıştır.
Püritenler, Yeni Dünya'ya Muharref Tevrat'in içerdiği vahşet boyutunu da getirmislerdir. Tevrat, Yahudilerin, Filistin'i sözde haksız olarak gasp etmis Kenan halkına karşı girişecekleri savaşta uygulamalari gereken bazı vahset emirleri içerir. Bu vahset emirleri, geçmis yıllarda ve günümüzde-yakın gelecekte Israil ordusu tarafından Filistinliler'e karsı uygulanmıstır-uygulanacaktır. Kendilerine rehber olarak Tevrat'ı kabul etmiş olan Püritenler de, Amerika topraklarında uyguladıkları vahşetler için Tevrat emirlerini referans kabul etmişlerdir.
Noam Chomsky, Year 501: The Conquest Continues (Yil 501: İşgal Sürüyor) adlı kitabında Amerikan yerlilerinin Kristof Kolomb'la başlayan baskı ve "etnik temizlik" dolu tarihine el atıyor. Ve Püritenlerin, Amerika'yı "VaadedilmişToprak" olarak gördüklerini, üzerindeki Kızılderilileri de "Kenan Halkı" saydıklarını bildirdikten sonra, Püriten vahşetini söyle anlatıyor:
"New England'daki ilk büyük soykırım hareketlerinden biri, 1637'de Pequot Kızılderilileri'nin yok edilmesiydi. Sömürgeci Püritenlerin, uyguladıkları bu vahşeti göklere çıkaran resmi açıklamaları ise şöyleydi: 'Yeryüzü cennetinde Tanrı'nın istemediği bu Pequot yerlileri temizlendi. Öyle ki, sükürler olsun, artık Pequot ismi taşıyan kimse kalmadı.'
Bugün, 'Tanrı'nın izni altında' yurduna bağlılık yemini eden her AmeriKANya çocuğu, aslında, bu katliamı uygulayan Püritenlerin taşıdığı retoriği ve Eski Ahit'ten (BozulmuşTevrat) kaynaklanan düsünceyi ödünç almaktadır.
Püritenlerin Eski Ahit'ten aldıkları düşünce ise şudur: 'Bilinçli bir biçimde, Tanrı'nın seçilmis halkına ait olan Vaadedilmis Topraklar'daki Kenan halkını yok etmek'.
Katliamı uygulayan Püritenler, yaptıkları işi tümüyle dini liderlerinin kontrolünde gerçekleştiriyorlar, 'kutsal misyon'larını yerine getiriyorlardı. Öyle ki, kızılderili erkek, kadın ve çocuklar tümüyle Eski Ahit emirlerine göre katlediliyorlardı. Kendi kullandıkları Tevrat deyimlerine göre, Püritenler, kızılderili çadırlarını 'kızgın ateşli fırınlara' döndürüyorlar, içindeki kurbanları Tevrat deyimiyle 'olabilecek en kötü ölümle' öldürüyorlardı. Bir baska Tevrat ayetinin deyimiyle ölenler 'ateşin içinde kızarıyor, ancak oluk oluk akan kanları ateşi söndürüyor'du. Katliamı uygulayanlar ise 'Rab (Yehova)'nin övgüsüne layık' oluyorlardi.
Bundan bir kaç yıl sonra ise New York bölgesindeki yerlilerin 'temizlenmesi' operasyonu düzenlendi. Örneğin, Subat 1643'de Güney Manhattan'da Hollanda'lı askerler tarafından Algonquin Kızılderilileri'ne karşı gerçekleştirilen ve David de Vries tarafından aktarılan katliam şöyleydi:
'Askerler pek çok Kızılderili'yi uykularında öldürdüler. Annelerinin göğüslerinden çekilip alınan bebekler anne-babalarının gözleri önünde kılıçla parçalanıyor ve bebeklerin parçaları ateıe atılıyordu. Kundaktaki bebekler beşikleri içinde parçalanıyor, kafalari eziliyor, en taş yürekli adamın bile vicdanını sızlatacak bir vahşilikle öldürülüyorlardı. Bazı bebekler nehire atıldı, onları kurtarmak için anne ve babaları da suya atladı. Ama askerler ne çocukların ne de anne-babaların sudan çıkmalarina izin vermediler, hepsi boğuldu."
Modern dünyanın uygulamaktan bir türlü vazgeçmediği vahşetin ardında, bir de bu tür bir "judaizer" geleneği yatmaktadır.... Püritenlerin uyguladıkları vahsetin İbrani öğretisine dayandığına, Arnold Toynbee de dikkat çeker. Amerikalı sosyolog Thomas F. Gossett'in Race: The History of an Idea in America (Irk: Amerika'daki Bir Düşüncenin Tarihi) adlı kitabında yazdığına göre, Toynbee, "Amerika'daki İngiliz kolonicilerinin Eski Ahit üzerinde yoğunlaşmalarının, onlara, dinsizleri yok etmekle görevli seçilmis bir halk oldukları inancını verdiğini" savunuyor. Gossett, bunun ardından, "Tevrat'taki Israilliler Kenan halkını nasıl yok ettilerse, Massachusettes kolonisindeki İsrailliler (yani Püritenler) de Kızılderilileri öyle yok ettiler" diyor.
Püritenlerin, "Amerikan ruhu"na enjekte ettikleri bu "judaizer" etki, Amerika'nın yahudilik konusundaki yaklaşımını bugüne dek yönlendirmiştir. Amerikan protestanlığıi, Püriten düşüncesinin bir devamı olarak, yahudilerin hep "seçilmis ırk" oldugu düşüncesini benimsemistir. Amerikan-Ibrani iliskilerinin tarihsel gelişimini incelediğinizde Amerikan protestanlığınin taşıdığıbu ilginç misyon, dikkatlerden kaçmaz.
Protestanlık-yahudilik paralelliğini göstermesi açisindan oldukça ilginç bir isimle karşılaşırız.
"1841'de New York'da bir metodist protestan olarak doğan William Eugene Blackstone, gençlik yıllarında Kutsal Kitap üzerinde uzmanlastı... 1878'de Blackstone büyük eseri 'Jesus Is Coming'i (Isa Geliyor) yayınladı ve kısa sürede ün kazandi. Evanjelik cemaatleri onu alkışladılar. Kitabı bir milyonun üstünde sattı ve Ibranice'yi de kapsayan 48 dile çevrildi.
Blackstone, arkadaslari Dwight L. Moody ve Cyrus I. Scofield ile birlikte, Kutsal Kitab'in yahudilerin 'Tanrı'nın seçilmis halkı' olduğu seklindeki hükmünün hala geçerli olduğunu savundu.... Aralarında John D. Rockefeller, Cyrus McCormik, J. Pierpont Morgan gibi isimlerin ve Parlemento sözcüsünün, senatörlerin, hakimlerin, avukatların, gazetecilerin bulundugu 413 seçkin Amerikalı Blackstone'un bu fikrine destek verdi. Yahudilerin seçilmis halk olduğunu destekleyenler, Amerikan elitinin kapsamli bir listesi durumundaydi...
Blackstone, daha sonra Rusya'dan göçen yahudilerin sözkonusu olduğu dönemde, su öneriyi getirdi: 'Niçin Filistin'i Yahudilere vermiyoruz?'...
Peki Filistin 'bizim' miydi ki onu Yahudilere verecektik? Buna karşılık Blackstone, 1878 Berlin Anlasması ile birer Türk eyaleti olan Bulgaristan ve Sırbistan'in Bulgarlara ve Sırplara verildiğini hatırlatıyor ve şöyle diyordu: 'Bulgaristan'in Bulgarlar'a, Sırbistan'in da Sırplara ait oldugu kadar, Filistin de yahudilere ait değil mi?'... Yahudi devleti, aynı Bulgaristan ve Sırbistan gibi, Türk Hükümeti'nden anlaşma sonucu alınacak Filistin toprakları üzerine kurulabilirdi...
Böylece Amerikali bir protestan olan Blackstone, Avrupalı bir yahudi olan Theodor Herzl'den yıllar önce siyasi siyonizmi ortaya atmıştı....
Blackstone, ölümünden iki yıl önce, 1933'de Chicago'daki protestan cemaatine yazdığı mektupta, asırlar önce Püritenlerin eliyle Amerika'ya yüklenmis olan misyonunun hala geçerli olduğunu vurguluyor ve, 'İsrail'in uyanışıyla şimdi her zamankinden daha çok ilgileniyorum' diye yazıyordu, 'Dualarımız ve gayretlerimiz sayesinde beklenen Mesih'lerine kavuşabilirler'."
Püritenlikten kaynaklanmış olan Amerikan protestanlığının yahudilikle olan paralelliğini ve yahudilerle ilgili olarak taşıdığı misyonu baska kaynaklar da vurguluyor. The Lobby: Jewish Political Power and American Foreign Policy (Lobi: Politikadaki Musevi Gücü ve Amerikan Dış Politikası) kitabının yazarı Edward Tivnan, konuyu söyle dile getiriyor:
"Amerikan Siyonist hareketinin önderi Brandeis, yeni kurduğu Amerika Siyonist Organizasyonu'nu geliştirmeye çalışırken, siyonist hareket birdenbire Beyaz Saray'da bir dosta sahip oldu. Bu dost Baskan Wilson'dı. Wilson, Brandeis'i yalnızca 1916'da Anayasa Mahkemesi'ne atamakla kalmayacak, aynı zamanda bu genç arkadaşının seslendirdigi siyonizm teorisine de destek çıkacaktı.
Wilson'in bu tavrı, pragmatik bir siyasi karar olmaktan çok daha öteydi. Bir Prespiteryen papazın oğlu ve Kutsal Kitab'ın sürekli bir okuyucusu olarak Wilson, yahudilerin kaderi ile duygusal olarak ilgiliydi. Amerikan protestanlığında Siyon idealine karşı büyük bir sempati geleneği vardır. Grose, Wilson'ın 'Ben, bir protestan papazın oğlu olarak, Kutsal Topraklar'in oranın gerçek sahiplerine verilmesine destek olmakla yükümlüyüm' dediğini de belirtir."
Amerika'daki Protestan cemaatlerinin önemli bir bölümü, bugün de aynı etkiyi taşımaktadır. ABD'deki köktenci protestan cemaatleri, Israil'i "Tanrı'nın yerine gelmiş bir vaadi" olarak değerlendirirler. Israil'e yapılan Amerikan yardımı hakkındaki en ufak bir eleştiri, bu cemaatlerden büyük tepki alır. Israil Devleti, Tevrat'ta adı geçen yahudilerle özdeşleştirilirken, Gazze ve Batı Seria'da yasayan Filistinliler, Kenan Halkı olarak değerlendirilmektedir. Öyle ki, bu cemaatler, Amerika'nın gücünü koruyabilmesini de Israil'e yaptığı desteğe baglamaktadırlar. Sayıları elli milyonu aşan Evanjelik protestanların liderlerinden Jerry Falwell, "Diğer milletler Israil milletine nasıl davranıyorsa, Tanrı da onlara öyle davranır" diyebilmektedir . Aralarında çok yakın bir dostluk bulunan Evanjeliklerin ve yahudilerin önemli bir bölümünün, "ortak düşmanlari" ise, Noam Chomsky'nin hatırlattığı gibi, müslümanlardır.
Sonuçta, Protestanlığın büyük ölçüde Eski Ahit'e ve İbrani dünya görüşüne dönüş hareketi olduğunu ve bu dönüşün hem sosyo-ekonomik boyutta (kapitalizmin dogması, faizin mesrulaşması) hem de sosyo-politik boyutta (yahudilere karşı olağandışı bir sempati ve hayranlık doğması gibi) sonuçları olduğunu söyleyebiliriz.
Batı kültürünün, ahireti temel hedef olarak belirlemiş olan Katolik düşüncesinden kopup, Kuran'ın "Her biri, bin yıl yaşatılsın ister" (Bakara, 96) hükmüne uygun bir dünyeviliğe dönmesi de, kuskusuz önemli ölçüde bu "İbranileşme" sürecinden kaynaklanmaktadır.
***
Bitirmeden şu Püritenlik konusuna da kısaca değinmek istiyorum. Püritenliğin kökleri İngiliz reformunun başlangıcına dayanır.
Katolikliğin dayatmaları insanları bunaltmıştı. Püritenlik 1500’lerin ortalarında İngiltere’de başlayan bir dini reform hareketiydi. İlk hedefi Katolik Kilisesi’nden ayrıldıktan sonra İngiltere Kilisesi içinde kalan Katolik etkileri ortadan kaldırmaktı. Bunu yapabilmek için kilisenin yapısını ve törenlerini değiştirmeye çalıştılar. Güçlü ahlaki inançlarıyla uyum sağlaması için İngiltere’de daha geniş yaşam tarzı değişiklikleri istediler. Bazı Püritenler Amerika’ya göç ettiler ve bu inançlara uyan kiliseler etrafında inşa edilmiş koloniler kurdular. Püritenlik, İngiltere’nin dini yasaları ve Amerika’daki kolonilerin kuruluşu ve gelişmesi üzerinde geniş bir etkiye sahipti.
Yalnızca İncil değil 'eski ahit' adı verilen Tevrat'ta artık hristiyanların inanç dinamiklerini besler hale gelmişti.
Avrupa tarihinde 16.yy Reform yüzyılı olarak adlandırılır. Reform konsepti Avrupa'nın büyük bir kısmının Katolik Kilisesi'nden ayrılması anlamına gelir. Aynı zamanda bu Avrupa'nın, Papanın hakimiyetinden kurtulmasına ve Protestanlığın kurulmasına yol açan dinsel bir harekettir. Birçok kaynakta, Anglikan kilisesi'nin bu yüzyıldaki reform hareketlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olduğu açıklanmaktadır. Fakat İngiltere'de, reform bundan çok önceleri ortaya çıkmıştır. Hatta İngiltere’deki reform fikirleri, Avrupa'daki reform hareketlerinin öncüsü olmuştur. İngiltere'de John Wycliffe Reformun ilk temsilcisi olmuştur. Ondan sonra 16. yüzyılda Kraliçe Elizabeth'in ciddi gayretlerinin bir neticesi olarak Anglikan Kilisesi Katolik Kilisesi'nden tamamiyle ayrılmıştır. Bu yüzyıldan sonra Anglikan Kilisesi, benzerine az rastlanır ulusal bir kilise konumuna gelmiştir. Ortak Dua Kitabı hazırlanarak Tanrı tarafından seçilmiş bir millet ve kilise oluşturma gayreti içerisine girilmiştir. Birçok ülkede olduğu gibi İngiltere'de de reform kolay olmamıştır. Anglikan Kilisesi tarihinde bir çok zorlu dönem geçirilmiştir. Anglikan Kilisesi oluşumdan sonra misyoner kuruluşlar ve sömürgecilik faaliyetleri sonucunda dünyaya yayılmıştır.
Bu arada 8. Henry'den bahsetmemek olmaz.
***
Henry için “Rönesans Adamı” ifadesini kullanmak yanlış olmayacaktır. Eğlenceye düşkün bir yapıya sahip olup sarayda her gün balolar festivaller düzenlerdi. Özellikle 20’li ve 30’lu yaşlarında oldukça enerjik bir yapısı vardı. Lakin ilerleyen yaşlarında huysuz, çekilmez bir adama dönmüştü.
1536 senesinde altı karılı Henry'nin karılarından biri olan Anne Boleyn’in hamile olması şerefine sarayda bir festival düzenlenmiştir. Henry festivalde katıldığı mızrak dövüşünde attan düşerek bir bacağını yaralamış ve yaralı bacağı ona hayatının sonuna dek acı vermiştir. Başka bir neden de erkek evlada sahip olamadığı için hayattan istediği beklentiyi alamamıştı. Erkek evlat, bir kral için oldukça önem taşımaktadır. Henry ona sahip olamadığı için insanları sevmemeye, şüpheci ve oldukça zalim bir krala dönüşmüştü. Ayrıca genç yaşlarında oldukça enerjik olmasından da bahsettiğimiz üzere, yaşlanınca bunları yapamadığı için krizin eşiğindeydi özellikle yaralı olan bacağı yüzünden oldukça sevdiği at binmek, ava çıkmak dans etmek gibi aktiviteleri yapamamaya başlamıştı. Yalnızca tüm bu sebepler değil, özel hayatında da yolunda gitmeyen şeyler olduğu için Henry oldukça zor bir durumdaydı. Henry, erkek çocuk sahibi olmayı oldukça önemli buluyordu çünkü yakın geçmişte daha önce bir kadının ülkeyi yönettiğine şahit olmadığı için oldukça tereddütlü yaklaşıyordu. Ancak Katolik inancına göre boşanmak mümkün olmadığı ve ilk eşi Catherine’in oldukça önemli bir aileye mensup olması hasebiyle, boşanmanın gerçekleşmesi hiç de kolay olmamıştır. Henry, 1534 senesinde Katolik Roma Kilisesi ile yollarını ayırarak 1534 senesinde Angilikan Kilisesi’ni kurarak kendini de bu kilisenin başı olarak tayin etmiştir. Elbette bu kiliseyi kurmasının tek amacının karısından boşanmak olduğunu söylemek doğru bir ifade olmasa da kendi otoritesini Papa'yla paylaşmak istememesi de önemliydi.
İngiliz Anglikan Kilisesi ilk olarak 1534 yılında Katoliklikten ayrılsa da Kraliçe Mary 1553’te tahta geçtiğinde Katolikliğe geri döndü. Mary yönetimi altında, birçok Püriten sürgün cezasıyla karşı karşıya kaldı. 1558’de Kraliçe Elizabeth tahta geçti ve Katolik Kilisesi yeniden reddedildi; ancak Püritenler için bu durum yeterince iyi değildi.
1608’de bazı Püritenler İngiltere’den Hollanda’ya göç etmişti. 1620’de ise Mayflower bölgesinde Plymouth Kolonisi’ni kuracakları Amerika’daki Massachusetts’e göç ettiler. 1628 yılında başka bir Püriten grubu Massachusetts Körfezi Kolonisi’ni kurdu. Nihayetinde, Amerika’nın New England bölgesinde yayıldılar ve kendi kendini yöneten yeni kiliseler kurdular. Kiliseye tam anlamıyla üye olabilmek için Tanrı ile aralarındaki kişisel ilişkileri ifade etmek zorundaydılar; zira, kolonilere, yalnızca ‘tanrısal’ bir yaşam tarzı sergileyenlerin katılmasına izin veriliyordu.
İngiltere’de kalan Püritenler ise artan hoşnutsuzlukları nedeniyle isyan etti ve sonuç olarak, belirli dini uygulamaları içeren yasalara uymayı reddettikleri için yargılandılar. Bu etken, 1642’de kısmen dini özgürlükler konusunda bir mücadelenin sürdüğü ‘Parlamenterler’ ve ‘Kraliyetçiler’ arasındaki İngiliz İç Savaşı’nın da patlak vermesine yol açacaktı. Oliver Cromwell liderliğinde bu savaştan galip çıksalar da Püritenlerin etkileri gitgide azalacak ve İngiliz Kilisesi’nin etkisi altında güçlerini yitireceklerdi.
1600’lerin sonlarında ABD’nin Salem gibi bölgelerinde yaşanan ‘cadı avları’, Püritenlerin dini ve ahlaki inançları tarafından yönlendirildi. Ancak 17. yüzyıl içerisinde Püritenlerin ABD’deki kültürel gücü de yavaş yavaş azaldı. İlk nesil göçmenler öldükçe, çocukları ve torunları kiliseyle daha az bağlantılı hale geldi. 1689 yılına gelindiğinde, New Englandlıların çoğunluğu kendilerini Püriten yerine Protestan olarak görüyordu; bununlar birlikte, birçoğu Katolikliğe keskin bir şekilde karşıydı.
Amerika’daki dini hareket, sonunda birçok gruba (Quakerlar, Baptistler, Methodistler vb) ayrıldıkça, Püritenizm bir dinden çok bir yaşam felsefesine dönüştü. Özgüven, ahlaki sağlamlık, azim, siyasete mesafeli durma ve sade yaşama odaklanma gibi ögeleri temel alan bir yaşam biçimi haline geldi. Bu inançlar yavaş yavaş, ‘New England zihniyeti’ olarak adlandırılan, kısmen laik bir yaşam tarzına da zemin hazırladı.
DÜNÜ ANLAYAMADAN BUGÜNLERİ YORUMLAYAMAZ, GELECEĞE DE HAZIRLANAMAYIZ.
DÜN BUGÜNLERİN AYNASIDIR.
YARINLARIN YOL HARİTASIDIR.
FEHMİ DEMİRBAĞ KASIM 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder