30 Nisan 2013 Salı


Kürt sorunu, kürtaj ve Kürt böreği


"Küçük beyinler kişileri, ortalama beyinler olayları, büyük beyinler ise nedenleri sorgular" diyerek başlamak istiyorum yazıma. 
Yazının başlığı ile içeriği arasında bağlantı kurmak böylelikle kolaylaşacaktır. Allah bizleri belirlenmiş gündemlerin hışmından korusun!

 "Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde... Çocuklar varmış gül gibi, çocuklar varmış güzel, çocuklar varmış dünya tatlısı. Öylesine bir enerjiye sahipmiş ki çocuklar, yerlerinde duramazlarmış.

Her şeyi karıştırmak isterlermiş, büyük bir merakla. Ama; anneleri varmış, elleriyle tesis ettiği düzenin bozulmasından hoşlanmayan.
Anneleri varmış, çocuklarının bir anda yetişkin olmalarını bekleyen.
Babalar; ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü sayarmış kendini yalnızca.
Önceleri evdeki düzeni karıştırırken, anne tarafından meraklarına yasak konan çocuklar; sonraları hem annelerini hem babalarını rahatsız eder olmuşlar. Kafalarını karıştırır, işlerini karıştırır olmuşlar. Ne görseler sorar olmuşlar o sıralar, ne düşünseler sorar olmuşlar. Tam da zamanında gelirmiş akıllarına bir şey sormak. Tam, anne komşuyla pek mühim bir şey konuşurken yada baba tam kestirecekken koltukta, sorular başlarmış birden. Ya "git şurdan" derlermiş çocuğa anne - baba yada hiç alakası olmayan bir yanıt verirlermiş. Dönerlermiş uğraşlarına böylelikle yeniden. Bundan öte, en gerekli zamana gelmeden daha, merakın ne kadar gereksiz(!) ne kadar kötü(!) bir şey olduğunu keşfedermiş çocuklar. Her merak uyandığında içlerinde kendilerinde suçluluk hissederlermiş... Eş - dost varmış o zamanlar da. Konuk geldiklerinde eve, çocuğun en ufak hareketinde annesine babasına yüklenirler, "çok şımartmışsınız siz bunu" derlermiş. Utanırmış haliyle zavallı anne - babalar,  rezil olurlarmış. Eş dost gidince evden, konuşurlarmış çocukla anlayacağı dilden! Adeta çocuktaki yüksek enerji, anne babada yüksek sinire dönüşürmüş haklı olarak (!) Anne baba çocuklarının en iyi olmalarını beklermiş. Zira, hata yapmazmış en iyi olanlar... Oturursa kalkmasını isterlermiş, kalksa oturmasını. Çünkü çocukmuş onlar ve onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş yaşamda. Çocuklar defalarca anlatmak istemişler kendilerini; ne dinleyen olmuş onları, ne anlayan. Çoğu kez "seni yaramaz" deyip gülüvermişler çocuğa. Ve çocuklar; bu kez de kendilerini anlatsalar bile birilerinin onları dinlemeyeceklerini, dinleseler de anlamayacaklarını öğrenmişler. Arada bir doğru bildiklerini söylemeye çalışmış çocuklar; "sus" denilmiş. Kendilerine "sen çocuksun, senin aklın ermez." Komşunun çocuğu gelip, oyuncağını onunla paylaşmayınca da; "bak sen büyüksün, hadi ver oyuncağını kardeşine..." Böylelikle de büyüklük ve küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini öğrenmişler. Yaşayarak öğrenmişler(!)

Eeeee daha ne istiyorlarmış ki çocuklar; aç değillermiş, açık değillermiş. Ve bunca şeyi öğreniyorlarmış anne babalarından.
Büyüdükçe, öğrendikleriyle yaşar olmuşlar.

Anne babaların merak ettiklerinin dışında bir şeyleri MERAK ETMEMEYİ kendilerini İFADE EDECEĞİM diye boşa zaman harcamamayı, büyüklükle küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini(!) yaşar olmuşlar.

Her şeye hakim olmayı istemekle, bir hakim bulabilmenin çabası içerisinde MUTSUZ olmayı öğrenmiş çocuklar, çocukluklarında...

İnsan kişiliğinin % 35'ini anne ve babasının kromozomlarından alır. % 25' ise henüz anne karnındayken yaşadıkları belirler. % 30'unu ise okul çağına kadar ki yaşadıkları olaylar belirler. Geriye kalan % 10'luk bölüm ise sonrası hayatına bırakılmıştır.

Türkiye tüm kurum ve kuruluşlarıyla problem yumağı olmuş bir ülke konumunda. Herkesin, çözüm önerilerine dair nice görüşleri söz konusu.
Ancak bütün bu görüşlerin ortak özelliği "insan" merkezli olmayışı.
Özellikle en temel yaklaşım "ekonomik insana" dair tezler üzerine kurulu.

Bu ülkenin iki temel kaynağı söz konusu: birisi insan, diğeri toprak.
Her ikisinin ortak özellikleri uzunca yıllardır nadasa bırakılmaları.


Biz bu yazımızda "insan merkezli" bir yaklaşımla ülkenin problemlerine bir bakış açısı getirmeye çalıştık. "insan"a tanımlama getiremez isek de tüm iyi niyetine rağmen hayata dair yorumlarımızın haybeye olduğunu da vurgulamak zorundayız.

O halde insan başarı denklemine, mutluluğa giden yol tarifini veremez isek yeni bir akıntıya karşı kürek çekme sınavından başka bir şey yapmamış olur, laf kalabalıklarından birini de biz üretmiş oluruz.

İnsanımızı ıslah edici bir programa adım atamak zorundayız. Bunun için bireyi hedef alarak, toplumun en küçük nüvesi olan "Aile" kavramını yeniden imar etmekle işe başlamak durumundayız. İlk önce ailenin en hassas dengesi "anne"lik mesleğini ehilleştirmeliyiz.

Hep dile getirilen "Türkiye'nin sorunu eğitim sorunudur" betimlemesinin mihenk noktasına "kadın ve anne" kavramlarını oturtmalıyız. Bireyin oluşa geldiği ilk kurum olan "Aile"nin imarı, sağlıklı bir toplum olmasının da ilk koşuludur.

Aşağıda sıralayacağımız biline gelen hususlar temel prensiplerimizdir.

Eğer bir çocuk ELEŞTİRİLMİŞSE, kınamayı ve AYIPLAMAYI öğrenir.

Eğer bir çocuk KİN ORTAMINDA büyümüşse, KAVGA etmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk ALAY edilip AŞAĞILANMIŞSA, SIKILIP UTANMAYI öğrenir.

Eğer bir çocuk UTANÇ duygusuyla eğitilmişe,kendini SUÇLAMAYI ögrenir.

Eğer bir çocuk övülmüş ve beğenilmişse,TAKTİR etmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyümüşse, ADİL olmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk güven ortamı içinde yetiştirilmişse, İNANÇLI olmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk kabul ve onay görmüşse,KENDİNİ SEVMEYİ öğrenir.

Eğer bir çocuk aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse,bu dünyada Mutlu olmayı öğrenir.

Duygusal ve ruhsal yapısı sağlıklı olarak inşa olmuş birey akıl,inanç ve sezileriyle kendini geleceğe hazırlayan bir toplumun asil unsurudur.

Türk insanı olarak hayatı yalnızca batı  penceresinden yorumlama hastalığını üzerimizden atmamız gerekiyor. İnsanlık aleminin mensupları olarak yalızca tek yönlü yorumlarla değil de bir bütün olarak "gezegen insanı" olarak hayata, "emaneti üstelenmişler" noktasında yaklaşmalıyız.

Rönesans'a  kadar "medeniyet" kaşesini bizim düşünce iklimimiz üstlenmiştir. Sonrasında diğer yitik medeniyetler arasına bizlerde dahil olduk. Ancak bir gerçeklik ifadesi olarak belirtelim ki bizim "medeniyet" anlayışımız "nur"un tamamlanması statüsünde olduğundan henüz söylenesi sözümüz vardır. İçinde bulunduğumuz ahval keyfimizi kaçırmasın. 18. yy. sonra "medeniyet" ile tanışan batı bunun keyfini bir müddet daha yaşasın.

Rönasans devrinde, Copernic Dünya'nın Güneşin uydularından biri olduğunu anlatırken Ptoleme'ninde dünyasını karartmış oldu.
Yeryüzünün, evrenin merkezi olduğu inanışı yeni tartışmaları getirdi.
Galilee ile Coprnic'in iddiaları pekiştiren kilise ilk ciddi paniğini yaşamaya başlıyordu. Aristo'nun Saint Thomas D'aquin, Dante'nin dünyaları da jararıyordu.

Marco Polo Asya'nın kudretini Batı'ya aşılarken, Colomb, Gama yeni maceraların, havarilerin, fatihlerin sayısı artırıyordu. "ilim" tarihte ilk kez Hıristiyan "batı"nın damarlarında dolaşmaya başlamıştı.

Gütenberg matbaasıyla ilmin "iletşimini" sağlıyor, Machiavel, Copernic, Luther aydınlanma çağının havarileri olarak "tanrı" melek yada kutsiyet ifade den kavramları "batı"lı insanın gündeminden çıkartıyordu. Kilisenin otoritesinin bitişi "Avrupalı milletleri" tarih sahnesine alıyordu. Tanrı makamına " modernite ve teknoloji" oturtulurken İsa ve Meryem ancak foklorik bir ritüel olarak kentin ara sokaklarında yada bir yerlerin sıkılmışlıklarında bir sığınak dokusu olarak anlam ifade ediyordu. Endüstriyel ekonomi insanı şekillendirirken "İsa inancı" dahi "üretim ve tüketim" sarmalında kendine yer bulabiliyordu.

İnsan, felsefe ve bilim arasındaki tartışmalar bireyin huzursuzluğunun yeni sebebidir. İnsanlığın tesellisi yada avuntusu teknoloji ile eşyaya verilen yeni şekillendirmelerdir. Sanat - şiir, fazilet ve güzelliğin önüne geçti. İrade faziletin unsurlarından sayılarak yalnızca "dünya nimetine" yöneldi.

Makineleşmeyle birlikte insanı yeni bir "yeryüzü hakimiyeti"mücadelesi bir kez daha şekilleniyordu. İdeolojiler son yüzyılın yeni dinleriydi artık. Pascal ve Descartes'le birlikte, bir fikrin açıklığı onun doğruluğu için yeterli sayılıyordu.

İdeolojiler, zekanın fantezileri akla uygunluk çerçevesinde hayat tarzı için esas teşkil ediyordu.

Oysa bir medeniyetin sürekliliği, felsefi prensipler üzerine değil iman ve çevresinin ilmi kavramları üzerine kurulması gereğine bağlıdır.

Volteire ve ansiklopediciler akımı Adam Smith'in görüşleriyle yeniden tanımlanırken bir kısım insanların zenginliği insanlık aleminin hürriyet ve mutluluğun ön koşulu haline getiriliyordu.

Küreselleşme dininin temelleri iyiden iyiye pekişiyor bu dinin peygamberleri olarak ta "iş adamları" statükolarını perçinliyorlardı.

Lavoisier modern kimyanın başlangıcını yaparak yeni bir "ferisiler" dönemi "modern illüzyon" ile betimliyordu. Bağımsızlık, refah, hürriyet, bilimsellik yeni dinin amentüsünü içeriyordu.

Aristokrasi, burjuva ile askeri ve kilise feodolitesi ise yerini kapitalist feodileteyle yer değiştirdi. Ekonomik liberalizm ahlaki manipülosyonlara yol açıyor "uygar insan" terimi yeni dinin "müminlerinden" sayılıyordu.

İyi ile kötüyü ayıran denge ideolojilerin, kaprislerin ve enaniyetin ihtirasları karşısında yitirildi. Bireysel dünyalarında iç disiplinleri kalktı. Vicdanın yerini kanunlar, polisler ve silahlı kuvvetler aldı. Doğruluk, şeref sorumluluk, saflık, kahramanlık, arkadaşlık gibi kavramlar ancak övgü içerip, gerçek hayatta anlam bulamayan terimlere dönüştü.

Toplumsal çarelerin yetersiz arayışları bireyi kendi kabuğuna yöneltirken "ben merkezli" kişilikler gelecek nesiller içinde sağlıklı emareler taşımamaktadır.

Modern devlet anlayışı ise yalnızca mülkün, banka, endüstri ve ticaretin koruyuculuğuna kilitlenince "vatandaş" ise yalnızca "tüketici" kimliği ile "istatistik" verileri açısından anlam ifade etmeye başladı.

Yasama - yürütme - Yargı ile Askeri - Siyasi ve Ekonomik oluşumların tezatları bireyi hep "çarkın dişlisi" konumuna itekledi. "Global Kaosçu Düzen" bu yüzyılın genel adı oldu. "Demokratik Hürriyet", hakları kutsanmışların genel insan kitlelerine empoze ettikleri kocaman bir yalandan ibarettir. Sosyal uçurumlar kurulu düzenlerin yaşama şartıdır.

Fransız ihtilali, hem aristokratlara hem de proterlere karşı idi. Sonucunda ise burjuva bu kavganın gerçek hakimi olarak "galip" hanesine adını yazdırdı.

Türkiye öncelikli olarak "psikolojik yaşı 10'u" geçmeyen insanların "oy"larıyla geleceğini yönlendirme hastalığından kurtulmalıdır.
Yöneticilerini ilmen - ahlaken rüştünü toplum nazarında belirlemiş yerel adaylarını bir takım üst kıstaslarla belirleyip meclisinin dokusunu öyle belirlemelidir. "kaosçu düzenin" kurmayları olan kendi burjuvasının etkisinden kurtarmak istiyorsa önce "seçme ve seçilmenin" gerekleri üzerinde kafa yormalıdır.

Gerçekte "insan hakları" denilen bir kavram yoktur. "insan ihtiyaçları" esas teşkil eder, insan haklarına. Önce bu ihtiyaçların akıl - inanç - bilim adamlarınca ortak platformda ele alınması gerekir.

Türkiye olarak nasıl siyasi bir meclis oluşturuyorsak acilen "ilim meclislerini" de tesis etmek durumundayız. Çözüm siyasi değil, insani olmak durumundadır. Siyasilere düşen görev ise "insani" ile topluma "örnek" olmuşluklarında yer bulmaktadır.

Hayat yolunda Türkiye olarak artık pusulasız gitmemiz söz konusu değildir. İçinde bulunduğumuz buhranlı günlerde panik yapmadan "tarihin muhasebesini" yeniden ve objektif olarak yapmamız gerekmektedir. Ve her şeyden öteye Türkiye yeniden tüm kurumlarıyla bir barış ortamı kurmalı öncelikli olarak da "Allah" ile barışmalıdır.
Ya da nasıl bir "Allah"a inandığını tespitinde bulunmalıdır. Kozmik kanunların, kimyanın, fiziğin, hücrenin sahibi "yüce yaratan" ile onun yarattıklarından bir tanesi olan "insan"ı tekrar bir araya getiren "sulhun" ilk adımlarını atmakta biz Türk toplumuna önemli adımlar düşmektedir. Tarihi misyonumuz bize bu sorumluluğu haklı gerekçelerle yüklemektedir.

Ordu, üniversite, idare, adliye çevrelerindeki, tehlikeli rakiplere karşı girişilen tavırlar bire bir anlatıma indergendiğinde mantıklı karşılanacak sosyal hadiseler değildir. Ancak "mayası bozulmuş" insan çekirdeği etmem yapılarda tehlikenin boyutlarını da göz önüne koymaktadır. Maalesef ki bir ideale bağlananlar, çıkarını gözetmeden çalışanlar,  iki yüzlü yada deli olarak algılanmaktalar. İnsanların kalbinde iyilik yapmak, dürüst kazanarak çalışmak değil de maddi menfaat sağlama kaygısı yerleştirilmektedir. "Kar tutkusu" paranın iktidar sağladığı bir sürece sürüklenmiştir. İstenenler sıradanlaşmış, para ise araç statüsünden sıyrılarak amaç konumuna yüklenmiştir. Suç ve ceza oranındaki adaletsizlikler sosyal  dokuyu zedelemiş, aile kurumu parçalanma aşamasına getirilmiştir.

Türkiye'deki ceza evlerinin kontenjanı 163 bin kişidir. Günlük suç işleme oranımız ise 5000. Mahkumiyetle neticelen davalar sayesinde cezaevlerimiz tıkabasa dolmuştur. Oysa parçalanan dokusu sayesinde sokaklarda salınan kimsesiz çocuklarımızın sayısı 200 bin civarındadır. Birer potansiyel suçlu konumundaki bu insanlarımız yarının ciddi tehlikelerinden birini oluşturmaktadır. Halbuki bu 200 bin çocuğu "geleneksel devşirme" ile silahlı kuvvetlerimizin alt yapısına indirgesek hem profesyonel orduya geçişi sağlayabiliriz, hem de şimdiden geleceğe yönelik bir tedbir zincirinin de ilk halkasını oluştururuz.

Bireysel yaşantımız amaçsız ve disiplinsiz olunca eğlence batağına akmaktadır. Bu ise bizleri tembellik, uyuşturucu ve alkol, fuhuş ortamına keyifli fakat bencil bir hayata yönlendirmektedir. Yaratılış kanunlarına ters olan bu yapılanma bizleri topyekün bir yok oluşa da sürüklemekte, insanlık bu girdabı savaşlarla çözmeye çalışırken dünya "uygar görünümlü, barbar insanların" dünyası olmaktadır.

Modern diye lanse edilen toplum ilk önce "kadının asli fonksiyonunun" ne olduğunu ortaya koymalıdır. Kadın tüketim toplumunun metası olmaktan kurtarılmalıdır. Kadının insan olarak zihni ve organik gelişiminin "annelik duygusuna" yönlendirilmesi gerekir.

Burada kalitetif bir anlayışla "eş" ve "anne" kavramlarının altının doldurulması gerekir. Hedef sağlıklı nesiller olacağına göre, sağlıklı gelecek için konsessüsünüz olmalı. Burada sorgulamadan edemiyorum, başörtüsü yasağının arkasında yatan düşünceyi.

Otomobil sahibi olmayı, hayvan yetiştirmeyi ciddiye alan modern toplum gelecek nesillerin taşıyıcısı olan genç kızlara karşı aynı özeni ne zama gösterecektir.

Acaba okullarımızda "potansiyel anne ve babaların" eğitilme süresine ne zaman ihtiyaç duyacağız? İdeal eş, ideal anne, ideal baba sürecini ne zaman başlatacağız.?

Bir eğitim ihtilali ile okulları kuru kuruya diploma ve sertifika üreten üzüntü fabrikaları olmaktan çıkartıp, ahlaki, entelektüel, estetik, mesleki ve ölüm sonrasına dair duygulara cevap veren vicdani müesseseler haline getirmek zorunda değil miyiz?

İşte benzeri tarzdaki bir sorgulama mekanizmasının işletilme zamanını yaşamaktayız. Sorularımız ne kadar içten olursa cevaplarımız da o kadar berrak olacaktır. Her beyin Türkiye ve insanlık geleceği için üzerine düşeni yapmak durumundadır.


Bilinçli birey bilinçli toplum demektir.

Ben bir birey olarak kuyuya taş atmaktayım. Düşünce havuzunda bir damla olmaktır, niyazımız.



FEHMİ DEMİRBAĞ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder