30 Nisan 2013 Salı

ÇOCUKLARIMIZI MARKALARLA MANKURTLAŞTIRIYORUZ!



Herotürk, mankurtlaşmaya karşı


Mankurt; Cengiz Aytmatov'un 1980 yılında yazdığı Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserinde Kırgız destanlarından yararlanarak güncelleştirdiği bir kişiliktir. Mankurt bazı işlemler sonucu öz benliğini yitirerek kendisini kimliksizleştiren düşmanının kuklası haline gelmiş bir zavallı insan tipidir. Mankut, "kut"unu (kutsalını) yitirmiş, bedbaht kişi anlamındadır. "Mankafa" olarakta argoda olsa aslında dilimizde yerini çoktan bulmuş bir kavramdır.
"Önce tutsağın başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarılır. Yeni kesilmiş deve derisinin en kalın yeri olan boynundaki deri, tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sarılır. Zamanla kuruyan deri kafayı öyle bir sıkarmış ki insan acıdan kafayı yer, düşünemez. Bu dayanılmaz acıya bir yandan da kazınan saçların dışarı değilde içeriye doğru büyüyerek batması eklenince esir çılgına döner. Esir başını acıdan yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılır. Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölür.
Kalanlar ise belleklerini yitirir. Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlar. Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan mankurt olur. Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmez. İnsan olduğunun bile farkında değildir.
Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış.
Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmek olurmuş."
Aytmatov'un "Gün Uzar Yüzyıl Olur" adlı eseri pek çok Batı diline ve Türk lehçelerine çevrilip yaygınlaşırken "mankurt" kavramı da kabul görerek literatüre girmiş ve "mankurt" ve "mankurtlaştırma" temaları yaygınlaşmıştır. Fransa'da V. Lackhine tarafından "yılın kitabı"
olarak gösterilen Aytmatov'un "Gün Uzar Yüzyıl Olur" eserinden yapılan iktibasla " Mankurtizm " "sosyal kimlik değiştirme ve öz köküne yabancılaşma" temalarını karşılayan bir terim olarak sosyal psikoloji literatüründe yerini almıştır.
Bizde "Avarlar", Avrupa'da ise "Juan-Juan" olarak bilinen ve Kırgızistan Türkleri'nin baş düşmanı olan acımasız bir topluluk vardır. Bu topluluktaki insanlar, çevrelerindeki büyük küçük topluluklara, fırsat buldukları zaman saldırırlar, onların yerleşim yerlerini yakıp yıkarlar, insanları öldürdükten sonra çevrede ne varsa yağmalarlar ve bazı kişileri de tutsak ederlermiş. Tutsak ettikleri kişileri kendi bölgelerine götürüp incelerlermiş. Güçlü ve dayanıklı olanları , "mankurtlaştırmak" için ayırırlarmış. Geri kalan güçsüzleri ise başka yerlere satmaya çalışırlarmış. Satılanlar bir bakıma şanslı sayılırlarmış; çünkü onlar belki bir gün götürüldükleri yerlerden kaçıp yurtlarına dönebileceklerdir. Fakat geride kalanlar, mankurtlaştırılarak sonsuza dek köle olarak yaşayacaklardır.
Mankurtlaştırılacak kişiler belirlendikten sonra bu kişinin önce diri diri kafa derisini yüzer, daha sonra da tek kıl kalmayacak biçimde bütün saçlarını yolarlarmış. Kişinin kafasını tamamen temizledikten sonra bir deve kesilir ve bu devenin boyun tarafından  alınacak bir deriyi, sıcak sıcak genç tutsağın kafasına geçirirlermiş. Zaten kafa derisi yüzülürken kafası kan içinde kalan tutsağın başına geçirilen deve derisi, hemen tutarmış kafatasını. Tıpkı bugün yüzücülerin saçları ıslanmasın diye taktıkları kauçuk başlıklara benzermiş bu.
Kafatası deve derisiyle tamamen kaplandıktan sonra, hem daha çabuk kurusun hem de tutsağın çığlıkları duyulmasın diye tutsak bir çöle götürülürmüş. Kafasını yere sürüp deriyi çıkartmaması için de, tutsağın boyun kısmına kütüğe benzer bir şey geçirir, ellerini ayaklarını bağlar ve onu yere eğilemeyecek biçimde bir ağaçla sabitlerlermiş.
Normalde tutsağın yakınları onu kurtarmak için bazen yola koyulurmuş; fakat kaçırılan yakının "mankurt" olacağını / olduğunu duyunca artık onu aramazlarmış. Çünkü mankurtlaştırılan birinin artık anne babasına bile bir hayrının olmayacağını biliyorlarmış. Fakat yine de tutsakların kaçırılma olasılığına karşı, onların yanına bir iki tane gözcü dikilirmiş. Neyse, tutsak günlerce kızgın güneşin altında beklediği için, deri kafasında kurumaya başlar, kurudukça büzülür, büzüldükçe de kafatasını aynen mengene ile sıkar gibi gerermiş. Bunun yanı sıra kökünden kazınan saçlar yeniden çıkmaya başlayınca, kafada kuruyan deriye çarpıp geri döner ve böylece kıllar üste doğru çıkamayınca alta doğru iner, beyne saplanmaya başlarmış. Hem kafatasının gerilmesi hem de kılların beyne batması tutsağa anlatılması çok güç bir acı yaşatırmış. Eğer tutsak çok güçlü ve dayanıklı değilse acıya dayanamayarak ölürmüş. Hatta mankurtlaştırılmak için çöle bırakılan beş tutsaktan en az biri ölmezse, bunları kaçıranlar kendilerini şanslı görüyorlarmış.
Tutsak, eğer yaşamayı başarabilirse hem çektiği acılar hem de kılların beyne batması nedeniyle bilincini (hafızasını / şuurunu) kaybedermiş.
Juan-juan'lar onu çölden alıp getirir, boynundaki kalıbı çıkarır ve ona yemek verirlermiş. Annesini, babasını, boyunu, doğduğu yeri, adını... unutan tutsak, artık kendisini karnını doyurmaya çalışan bir varlık olarak görmeye başlarmış. Tutsağın sahibi olarak gördüğü kişi, ona sıkça yemek verip onu kendine bağlarmış. Artık bir "mankurt" olan bu kişi, sahibinin sözünden çıkamayacak sadık bir "köpek"ten veya emirleri eksiksiz yerine getirecek bir "robot"tan farksızdır. Sahibi ne kadar zorlu, sıkıntı verici işler yapması için ona emir verse de, o onları yapmaktan çekinmezmiş.
O dönemde mankurtlar, normal kölelerden daha değerliymiş. Bir mankurt, güçlü ve dayanıklı on tutsakla eş değermiş. Hatta bir olay sonucunda bir mankurt öldürülürse bunun için ödenecek bedel, hür bir kişinin ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş. Çünkü "Sarı-Özek"in kavurucu çöllerindeki sıcaklara, o çölde deve gütmek için günlerce sıcağa dayanabilmeye ancak bir mankurt dayanabilirmiş. Açlıktan ölmemesi için yiyeceğini ve suyunu; donmaması için de üzerine yırtık pırtık birkaç parça giysi verince, başta kavurucu çöllerde deve gütmek olmak üzere bütün işleri çekinmeden yaparlarmış. İşte bunun için o dönemde bu vahşice eziyetler, sıkça görülürmüş.
Mankurtlaştırma ile ilgili "Nayman Ana" adında bir kadının çocuğunu mankurt olmaktan kurtarması için yaptığı mücadelenin anlatıldığı bir söylence (efsane) de vardır. Bu söylenceye göre; Nayman Ana'nın oğlu Juan-Juan'lar tarafından kaçırılmıştır. Nayman Ana, yetişkin oğlunu mankurt olmaktan kurtarabilmek için -diğer birçok annenin aksine- çocuğunun peşine düşmüştür. Araya taraya oğlunu Juan-Juan'ların develerini gütmekle görevlendirdikleri bir yerde bulmuş ve gizlice oğlunun yanına kadar sokularak onun karşısına çıkmıştır. Fakat oğlunu bulduğunda, o çoktan "mankurt" olmuştur. Annesi oğluna her ne kadar kendi adını, babasının adını falan söylemişse de, artık her şey için geçtir. Çünkü oğlu, artık eskiye dair her şeyi unutmuş bir mankurttur.
Annesi bunu bildiği hâlde bıkmadan, usanmadan oğluna her fırsatta "Senin atan (baban) Dönenbay'dır. Sen Dönenbay'ın oğlusun." demiştir.
Bir gün oğlunun efendisi sayılan Juan-Juanlar, bu durumdan kuşkulanmış ve köleye karşısına çıkacak her kim olursa olsun, onu oklayıp öldürmesini emretmişlerdir. Annesi yine oğlunun yanına gelip "Senin atan Dönenbay..." demek isteyince, köle hiç duraksamadan okunu çekip annesinin göğsüne saplamıştır. Söylenenlere göre zavallı Nayman Ana'nın ruhu, bir kuş olup havalanmış ve oğlunun başının üstünde dönmeye başlamıştır. Havada dönerken bile oğluna "Senin atan Dönenbay, senin atan Dönenbay, senin atan..." diye seslenip durmuştur. Hatta bu olaydan ötürü, o kuşun adına "dönenbay kuşu" demişlerdir.
Sovyetler döneminde "komünist" düşüncenin dogmalar hâlinde Türkler'in beynine sokma çalışmalarını vurgulamak istemiştir Aytmatov adı geçen eserinde. Gerçekten bugün de bolca örneğine rastladığımız "mankurtlar", ulus bilincinden uzaklaştırılmış birer "köle" durumuna sokulmuş durumdadırlar. Bilmedikleri bir amaç uğrunda, sırf "karınlarını doyurmak" için mankurtlaştırılmış binlerce insan, tanımadıkları varlıkların "köleliğini" yapıyorlar. İşte mankurtluğun en acı tarafı da burada ki, bu bilinçsiz insanlar ne durumda olduklarını bile bilmiyorlar.
Kuşkusuz Aytmatov Ata, romanında yer verdiği bu söylence ile, sadece geçmiş dönemdeki olaylara değil; günümüzdeki olaylara da ışık tutmak istemiştir. Bugün Juan-Juanlar (Avarlar) gibi başka toplumlardan iş görür insanları kaçırıp mankurtlaştıran devletler yok mu dersiniz?

Benimle evlenir misin?
AHVALİMİZ:   Duydum ki eşcinsel evliliği (!) ile ilgili bir yasa tasarısı meclise getirilmek üzere imiş. Eee yaparsan bir homoyu sanat güneşi, aradan geçen zaman sosyalleşme adına kaçınılmaz sonuç olarak bu noktaya gelir de durur. Meseleyi bir de insan hakları kavramına sokarsan olacak sonuç legalleşen sapıklığın tescili olur. Peki birde bakanlığı olan aile denilen olgunun yani bu müessesenin içinde bulunduğu ahval nasıldır; hiç düşünen sorgulayan var mıdır? Düğünlerle, derneklerle kurulan, kutsal diye nitelendirilen bu yapının günümüz dünyasındaki durumu ne haldedir? Boşanmalar, aile cinnetleri gibi gündemlerle çaresizlik alametleri yaşıyan; evlat, yani gelecek yetiştiren bu kurumumuz homoların bile ait olmaya çalıştıkları normal diye nitelendirilen insanımızın evlilik ve aile yapısına bir göz atalım istedim. Herşey “ benimle evlenir misin?” diyerek başlar!Yasal olarak evlilik müessesesini kurmaya hak kazanmış bir kadın ve bir erkeğin karşılıklı bu rızalarını kanun ve toplum önünde beyan etmeleri ile aile kurumu tesis olunur. Bir kadın ile bir erkeğin nikah sözleşmeleri ile aile kurumuna adım atmaları usulen böyle iken asıl sorun evlenen bu çiftlerin ana-baba olmaya hazır olup olmadıkları  olumlu cevap arzeden önemli bir konudur.  Aile,insanlık tarihi boyunca var olan ve değişmeler karşısında sürekliliğini her zaman koruyan bir kurumdur.Bu güne kadar kurulmuş olan bütün medeniyetlerde,bütün hukuk sistemlerinde ve dinlerde toplumsal hayatı,birlik ve bütünlüğü sağlamaya yönelik düzenlemelerin esas objesi aile olmuştur.Hızla değişen dünyamızda insanın yaşayabilmesi ,bir bakıma en yakın çevresiyle olan ilişiklerine ve çevrenin kişilerin davranışları üzerindeki etkisini anlamasına bağlıdır.İnsanın en yakın çevresi evi ve ailesidir. Kişi veya aile olarak tüm insanlar,devamlı olarak değişen ,bir dünyada yaşamak ve bu dünyaya uyum sağlamak zorundadır.bir yandan sanayi ve teknolojideki değişikler aile yaşantısını da etkilemekte, kitle iletişim araçlarının da yardımıyla bu etkileşim artık çok hızlı olmaktadır.Nüfus durumunda,sosyal ve ekonomik yapıdaki değişmeler,doğrudan ve dolaylı olarak aileye yansımakta ve bunun sonucunda aile yaşamı devamlı olarak değişmektedir.Bu nedenle aile konusu işlenirken,ailenin durumu belirlenirken,ailenin içinde bulunduğu toplumdaki gelişme ve değişmeleri birlikte incelemek gerekmektedir.Ailenin bugünkü durumunu bilmek değişimleri izlemek için şart olmaktadır.Ancak bu sayede ;ailedeki değişimi analiz etmek, ailenin değişimine neden olan veya neden olacak faktörleri incelemek,aile refahını artırıcı yönde alınacak önlemlerin gerçekçi olmasına imkan sağlamak mümkün olacaktır. Aile ,insanoğlunun en derin eğitim etkilerini aldığı ,pek çok şeyler öğrendiği ve hayata hazırlandığı bir okuldur.Diğer yandan aile ,dünyaya masum ve boş bir kağıt özellikte gelen çocuğa hem ferdi hem de sosyal ve kültürel yönden kimlik kazandıran bir yerdir.Çocuğun şahsiyeti bir nevi aile eğitimi vasıtasıyla oluşmaktadır.Verdikleri eğitimle çocuklarının şahsiyetini çizen aileler ,dolayısıyla mensubu bulundukları milletinde şahsiyet ve kaderini çizmektedir.Bu sebepledir ki aile eğitiminin değeri ve sorumluluğu büyük önem arz etmektedir.En küçük toplum birimi olarak da tanımlanan aile insan yaşantısı içinde doğudan önce başlayan ve doğundan sonraki ilk gelişim yıllarından yaşamın sonuna değin etkinliğini sürdüren bir kurumdur.Ailenin çocuk üzerindeki etkilerinin kalıcı olduğu düşünüldüğünde aile kavramının önemi dağa da belirginleşmektedir.Çocuk ,bir topluluk içinde nasıl yaşanıldığını ailesinden görerek öğrenmektedir.Çocuk yetiştirmede amaç sağlıklı bir kişilik oluşturmaktır.Bütün toplumlarda aile kişiliğin ortaya çıkmasında ve gelişmesinde etkili olan ilk sosyal etkendir.İnsanın ihtiyaçlarına karşılık vermeyen bir aile yapısı,o insanın,dolayısıyla o toplumun temel yapı ve özelliğini de kısa veya uzun vadede derinden etkiler. ÖZÜRLÜ İNSAN, ÖZÜRLÜ TOPLUMAilenin dayandığı temel değer onun yansıyış şartları arasında insanın yaşam uzuvları olan beyin, kalp ile diğer organlar ve onların duyumları arasında ortaya çıkan uyumsuzluğu hatırlatabilir.Ki bu durumda olan insana özürlü diyoruz. Gerçi bu durumda olan insanlarda da normal insanlarda gördüğümüz organlar ,beden yapısı ve ihtiyaçlar küçük farklar dışında aynıdır. Fakat arada sırada bir ilişki kesikliği veya giderememe vb.. gibi durumlar söz konusudur. Tıpkı benzer şekilde ailenin dayadığı değer ile bu değerin yansıması gereken ortam ve şartlar arasında mütekabiliyet bir uyum ve uygunluk, bir ilişki eksikliği veya kesikliği söz konusu ise o taktirde ortada bir dizi önemli sorun var demektir. Bu sorunlar tıpkı bireyde olduğu gibi toplumun ifadelenmesinde de özürlülük içerir. Toplumun müsesseseleri arasındaki uyuşmazlık; sağlıklı olmayan, özürlü bir toplumunda alametlerini taşır.Türk toplumunun hayatiyetini koruması ve sürdürmesi belirtilmek istenen bu aile yapısına bağlıdır. Ancak bu aile yapısının dayandığı ve hayatiyetini sürdürmekte etkili olan değer ile onun yansıyacağı ortam ve şartlar arasındaki mesafe her geçen süre giderek açılmakta, en azından bulanıklaşmakta çeşitli lekelerin yansıdığı bir ortama dönüşmektedir. Bu durumu zaman içinde ve şartlara uygun olarak değerin yorumlanması olgusuyla karıştırmamak mecburiyeti vardır. İnsan yapısı gerekli değişikliğe veya ilerlemeye teşne bir varlıktır. Elbette aile kurumu toplumsal örgütlenme ve yapılanmada bunun dışında düşünülemez. Fakat insan aynı zamanda hafızası ve hatırası tarihi ve geçmişi olan bir varlıktır da. Bu yönüyle insan koruyucu, gözetici, sadık kısacası bazı değerlere sıkı sıkıya bağlı kalmak durumundadır ki insanın değişmeyen , kalıcı olana ilişkisi de buradadır. Başka bir söyleyişle insan ve toplum açısından zaman ve şartlar gereği belirli değişikliklerin olması gereklidir. Bu değişim isteği insanın fıtratında kaynağını bulan bir olgudur. Çünkü değişim insanın insan olarak iyiye güzele ve doğruya yönelmesiyle vazgeçilmeyecek bir süreç olarak kabul edilmelidir. Kaldı ki insan iyiye güzele ve doğruya yöneldiği anda kendi özünü,asıl insan olma olgusunu yavaş yavaş gerçekleştirmeye başlar. İnsan değişmeyen fıtratını değişen ortam ve şartlar bakımından tanımak,bu tanıyışına bağlı olarak da belli bir değişim içinde,yani sürecinde olmak durumundadır.Ahlaki idealin gerçekleştirilme kaynağı burada söz konusu edilmektedir.  İnsan,değişmeyen değerlerini değişen şartlar ve ortama göre yeniden tanımlamakta,belirlemekte,anlamakta ve anlaşılır kılmaktadır. TEKLİFİMİZ; Evlilik aktini toplumumuzda kahir ekseriye belediyeler icra eder.Belediye nikah memurlukları nezdinde komiyonlar kurulmalıdır. İnsanların karı-koca olmaları ilk etapta özellikle cinsel dürtüleri açısından kolaylıklar içerir. Ancak cehaletin kol gezdiği ğlkemizde ana-baba olmaya talip insanlarından en azından “nasihat” kabilindende olsa toplumsal olarak ikaz edilmeleri gerekir.EVLİLİK SERTİFİKASI: Bürokrasiyi alabildiğine seven; saç kesme fiilinde bulunan bir berberden bile sertifika istemeyi ihmal etmeyen devlet yapımız…insan yetiştirmeye talip insanlarda yeterlilik vasfı aramayı es geçmiştir. Diyoruz ki; belediyelerdeki nikah memurlukları bünyesinde…evlenecek çiftler belirli bir süre için bir kursa tabi tutulmalıdırlar.İlişkilerin sıhhati açısından, psikolog ve eğitimciHukuk açısından, avukat ve emniyet görevlisiİnançlar açısından bir din görevlisi,İlla ki bir sağlık görevlisi… Koruyucu hukuk ve tıp açısındanda daha sonra ortaya çıkabilecek dramların önünü almaya yönelik olacak bu kurulun kararı bağlayıcı olmayıp tavsiyeler içeriğinde olmalıdır. Ayrıca Kurul çalışmalarına kaynak oluşturma amaçlı nikah yapacak çiftlerden kişi başına 25 er adet fidan ücreti alınmalıdır. Bu fidanlar ile şehirler bazında aile ormanları oluşturulmalıdır. İkinci evlilik yapacaklarda bu ağaç miktarı artırılmalıdır. Araçların bile belirli zamanlarda muayenelerini kanuna bağlayan devletimiz bu konuyu da bir şekilde prosedürlendirir herhal! Eşler ayrıca ilk beş yıl için hersene birer günlük tavsiye tekrarı hükmündeki etkinliğe gelmeleri sağlanmalıdır. Boşanmayı caydırıcı mahiyette çiftlere cezalar getirilmelidir. Bu ceza ise yine ağaçdikimine kaynak teşkil edecek düzeyde olmalıdır. 

Ayrıva her beş yıllık evlilik sürelerinde evlilik teşvikleri verilmelidir. Belediye vergi indirimleri, banka kredi iskontoları gibi… 10-20-30-40-50 yıllık süreleri tamamlayan  evliliklere devletimiz bir kısım cazip ödüllendirmelerde bulunmalıdır. Aynen yaşlılarıyla birlikte yaşayan ailelere yapılabilecek bir kısım jestler gibi


Başbakanın arzuladığı dindar genç; 

HEROTÜRK



Yaş ortalaması 50'li yaşlarda bulunanlar arasında sanırım amerikan çizgi romanlarından dilimize uyarlanan çizgi kahramanlarının maceralarını okumayanımız yoktur. Özellikle 70' li yıllarda hepimizin birer model çizgi kahramanı vardı. İletişim araçlarının henüz ülkemize gelmediği o yıllarda, birçoğumuz okumayı dahi o sözde kahramanların maceralarıyla öğrenmişti. Texas, Tommiks, Zagor, Swing vs gibi çizgi roman kahramanlarıyla yatıp, yine onlarla kalkıyorduk. Her geçen onlu yıllar dönemin çocuk ve gençlerini etkileyen kahramanlarla kendini yineledi durdu. Haryy Potter'li günlere uzandık geldik. Böylece çocukluk günlerimizde bir taraftan eğlenirken, diğer taraftan da o ülkelerin kültürü, bakışı açısı ve düşünce şekli bilinçaltımıza işleniyordu. Zaman içerisinde kültür dayatılmış etmenin şekli ve yapısı değişti. O zaman çizgi romanlarla empoze edilen yabancı kültür, bugün iletişimin gelişimine bağlı olarak başka başka araçlar aracılığıyla empoze edilmeye çalışılmaktadır. Kültür emperyalizmi aynı zamanda kültür endüstrisine kilitlenerek bu uğurda ülkenin ciddi orandaki dövizini de alıp götürmektedir.

Ancak bugün dahi, özellikle çocuklar için çizgi roman ve filmlerin etkisi gözardı edilemez. Bugün dahi 3 yaşına gelen çocukların ilk izledikleri çizgi filmler ile beyinlerde oluşturulan rol model tiplemeleri daha ileriki yaşlarda ise diğer ürünler ile pekiştirilmektedir. Günümüzde de çocukların yeni nesil çizgi kahramanları vardır. Bu kahramanların sadece adları ve işlevleri değişmiştir. O zaman da, bugün de sözde çizgi kahramanlar ile kültürümüze sızma ve dejenere etme çabaları sürmektedir. Batı kökenli çalışmalara salt karşı çıkmak adına itiraz etmiyor; tek yanlı kültürel beslenmenin çocuklar üzerindeki olumsuz etkisinden bahsediyoruz. Biz de bu arenada yer alarak kendi çocuklarımıza, onların üzerinden de tüm dünya çocuklarına bizimde söylenecek sözlerimiz var demek istiyoruz.

  Bu gerçekten yola çıkarak çocuklarımız için; HeroTürk Çizgi Romanı, HeroTürk Romanı, ve HeroTürk Tiyatro Oyunu'nun hazırlıkları tamamlanmış bir yandan da çizgi film çalışmalarını sürdürmekteyiz. Söz konusu eserlerle ilgili tanıtım ve kamuoyunun bilgilendirilmesi de devam etmektedir. Bu noktada "Duyan duymayana söylesin" tercih ettiğimiz yöntemdir.

 Burada kısaca HeroTürk Projesi'nde izlenen amaç, yöntem ve karakterlerden de kısaca söz etmek istiyorum. Bu projedeki amacımız, Ülkemizin birlik ve beraberliğe, dünyanın barış ve adalete ihtiyaç duyduğu günümüzde; yüreğinde ecdadının hissiyatını, aklında evrensel değerleri, batının ilim refleksiyle bir tutup, onları bir haznede harmanlandıran, kısaca milli-manevi değerlere sahip, yeni nesil bir kahramanın çocuklarımızca rol-model olarak benimsenmesini sağlamaktır.
MİSYONUMUZ
Avrasya isimli coğrafi bölge başta olmak üzere; yeryüzünde yaşayan her insana, meşru olan her fikre, her inanca, her ideale aynı yakınlıkla duran, kendini toplumların parçaları ile değil, dayanağını başta bu ülkenin geleneksel bağlarından alıp sonra da evrensel değerlerin bütünlüğü ile ifade eden, pozitif aklın, sağlam inancın, uzak ideallerin rehberliğinde barış ve adalet politikaları izleyecek olan uluslar arası uzlaşmacı bir kimlik haraketi oluşturmaktır.
Bölge devletleri ve halkları ile  milletimizin arasındaki tarihe dayalı bağlantıları modern bir algı ile yeniden sağlam bağlarla tesis edip bu uğurda gelecek nesillere örnek teşkil edecek değişim takviminin sayfalarını hazırlamaktır. Hedef meşgalemiz; adı geçen coğrafyada yaşayan her bir bireye toplumumuzun ülkülerinin ve inancının temel dinamiklerini zinde bir ruh, sarsılmaz bir inanç, sonsuz fedakarlık ile aktarmaktır.

VİZYONUMUZ
Başta bütün insanlığı ilgilendiren sosyal refleksler eğitim, çevre ve sağlık konularında olmak üzere özellikle ana faaliyet konusu olan çocuklar ve gençliğin bilgilendirilip eğitim ve öğrenimlerini bu doğrultuda gerçekleştirerek insani irtibat hususu ile toplumlar arası diyalog vasıtaları oluşturulacaktır.
Ortak paydalar temin etmek üzere oluşturulacak her bir organizasyonda hareket şiarının temel prensibi; bölge insanlarından oluşturulmuş olan istişare kurullarıyla belirlenmiş olan hedefler etkisi tüm insanlığı kapsayacak şekilde eyleme dönüştürülüp genel manada faydacı gayeler elde edilecektir.

HeroTürk Projesi'nde yer alan eserlerdeki her macerada bizim kültür ve inanç kodlarımıza uygun yeni bir temanın takipçiliğini yapacağız.
Eğitim, çevre ve sağlık gibi insanlığın ortak teması olan konuları, güncel hikayelerle süsleyip, sosyal sorumluluk projelerine dönüştürmek için ergonomik ve rantabl aksiyonlar, formüller üreteceğiz. Örneğin; "Türkiye'nin 7 bölgesine 7 çocuk hastanesi" projesi kampanyasını da bu çerçevede hayata geçireceğiz. "Türk" temasından maksadımız, ırkçı bir yaklaşım değildir. Bizim Türklüğümüz Mimar Sinan'ın Türklüğü'dür.
Etnik köken esas değildir. Başkahramanımız Ertuğrul'un annesinin Bitlis kökenli bir Kürt, babasının da Tokatlı Çerkes ailelere mensubiyeti, bu tavrımızın çıkış noktasıdır. Türklük, bu coğrafyanın
1000 yıllık şemsiyesinin adıdır. Türklük, insan isimli canlı türünün insancıl markasıdır. Bizim Türklük anlayışımız: barış, adalet, ilim ve irfandır. Eserde; Niko, Chen, Widmark, İbosanjo, Esta gibi değişik ırk ve milletlerden oluşan yan karakterlerimizle de, hikâyelerimizde "Yüzyılın İyilik Takımı"nı kurmayı ilke edindik.

 Bize ait değerlerin tarihi köklerine de vurgu yapacak şekilde, çocukların hoşuna gidecek fantastik maceralar içerisinde, hikâyenin akışına uygun, kilit noktalara serpiştirerek bilinçlerinde yer edinmesini sağlamak istiyoruz. Olaylar dün, bugün ve yarın üçlemesinde ele alınacaktır. Günümüzdeki güncel bir olaydan yola çıkılarak, tarihin dip konularına atıflarda bulunmak ve gelecekle ilgili vizyon oluşturacak, kendi zamanına göre ileriyi öngörebilen, ilerici- modern çizgiler taşıyan bakış açıları sergilemek istiyoruz.

 Bu amaç, bakış açısı ve yöntemlerle hazırlanan eserler geleceğin Türk çocukları için hazırlanmış ve beğenilerine sunulmaya hazır hale getirilmiştir.www.heroturk.tv adresimizden proje detaylarını inceleyebilirsiniz.

 Çocuklarımıza kendi kültür değerlerimizi anlayabilecekleri bir dil ve üslupla anlatarak, gelecek kuşaklara milli kültürümüzü taşımayı amaçlayan HeroTürk Projesi'ne desteklerinizi bekliyor, saygılar sunuyorum.

Cizvit papazları kadar olmamak




Hay Allah!
 Kalem bizi nereye götürecek?

Bir atasözümüz der ki: "Bir adam yedisinde neyse, yetmişinde de odur."  Yine Cizvit papazları der ki: "Çocuğunuzu yedi yaşına kadar bize teslim edin; sonrasında sizin olsun." . Şu ana kadarki yazı dizimizde toplumu, insanlığı ve tarihi geniş bir perspektifte elealacağımızın mesajlarını verdik! Aslında meselenin özü, bireydir.

Tekil olarak insan; hatta bir ölçüde tüm 20. Yüzyıl ideolojilerinin açmazı da burada düğümlenmektedir. Herkes toplumu tarif etmeye kalkışmıştır. Toplumun nüvesi olan birey, göz ardı edilmiştir. Çağdaş insanlığın konsensüsü, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi dahi (niyeti öyle olmasına rağmen) yine toplumcu bir yaklaşım ortaya koymaktadır.

Kavganın kökeninde aslında yaradılış, insanın kökeni, inancı veya felsefesi yatmaktadır. Tanrısalcı yaklaşım insanı bir kul olarak ele almakta, ödevler ve sorumluluklar yüklemekte; karşılığında ise dünya ve ahiret kavramlarıyla mutluluk ya da mutsuzluğa (cennet ve
cehenneme) düçar kılmaktadır. Oysa Darwin'e dayalı düşüncenin ürünü olan manifestosu insanı sorumsuz kılmaktadır. Tabii bu arada hakim olan 20. Yüzyıl kültürünün kökenine temel teşkil eden Avrupa tarihini tüm açılımlarıyla görmek durumundayız. Örnek, bir Otuz Yıl Savaşları yalnızca Almanya'nın 24 milyon olan nüfusunu 4 milyona indirmiş; (O dönemde Osmanlının başındaki Avcı Mehmet samurpeşinde Edirne'nin derelerinde koşuşturmaktadır. Osmanlı'da içler acısı sonuna doğru pupa-yelken yol almaktadır.) Kral, derebeyi, din adamları üçgeninde bir kaos ortamı yaşanmıştır. O kaosun bugüne taşınan intikamı bir özlem uyandırmış, bu ise toplumsalcılığı ön plana çıkarmıştır.

Empati denilen insanın bireyden toplum olmaya geçiş aşamasındaki köprü, bir inanca dayalı olmak zorundadır. Bu ise kendini karşısındakinin yerine koymak demektir. Kendinden sonraki aşama toplumsalcılığı doğuracaktır. İnsan toplumsalcılık aşamasına geçerken doğa, toplum, zaman ve ego dörtlüsüyle bir kıskaç altındadır. Toplumun kuralları ve yaşanan zaman içinde bulunulan ortam tek başına dış etkiyi oluştururken yaradılışa dair bir kavram olan ego, bambaşka bir görünüm ortaya koymaktadır. Yani laboratuara sokulamayacak kavramlar insanın ruhaniyeti, maneviyatı, moral değerleri insanın gerçek şeklini ortaya koymaktadır.

İşte 20. Yüzyıl düşünürleri bu soyut kavramları pozitivist amaçlarla es geçmişler; dolayısıyla 20. Yüzyıl kaosunu oluşturmuşlardır. Sonuçta insanın mutluluğuna dair olan topyekün arayış cinnete dayalı bir toplum yapılanmasını ortaya çıkarmıştır.

Türkiye'nin yakın plan ve yakın tarih görüntüsündeki skalası şöyle belirlenebilir. Medeniyet yitirmiş bir toplumun şaşkınlığı, çareler arayan bir aydın açmazı, tamamen kimliksizliğin verdiği bir bedbinlik, güncel yaşamı etkisi altına almış genç Türkiye adeta felçli bir vücut haline dönüşmüştür. Bütün organlar mevcut; ancak birbirleriyle ilişiksiz.

Herkes iyi niyetli, çözüm önerileri ortaya koymakta; ancak körlerin fil tanımı gibi gerçekten uzak. Türkiye, sorunların çözümü noktasında adeta bir toplum mühendisliği mantığıyla nasıl bir birey yetiştirmek istediğinin kararını vermek durumundadır. Somut bir örnek olarak, Tekel'i vasıtasıyla sigara üreten, üretilmiş olan sigaraya da Sağlık Bakanlığı aracılığıyla "Sağlığa Zararlıdır" ibaresi bir çelişki mantığındadır. Bunu toplumun hemen tüm katmanlarına yaygınlaştırabiliriz. Çocuğu yetiştirirken önce aile içi hukuk olan anne babanın çapı, kültürü, vasfı belirgin rol oynamakta; hemen peşinden gelenek ve görenekler devreye girmekte, sonrasında toplumun denilen denizin girdaplarına çocuk terk edilmektedir.

Bilimsel hiçbir veri burada aktif rol oynamamaktadır. Bir din olgusu var ki tanımı bir türlü yapılamamıştır. Bir Diyanet mantığındaki resmi din anlayışı, hurafelerden örülü başka bir din anlayışı, Türkiye'deki tarikatlerin ve cemaatlerin algılamasıyla kendini gösteren bir başka din anlayışı, ilahi mesajlara dayalı gerçek din anlayışı arasında hakikatleri arayan genç bir beyini düşünün.

 Şöyle ya da böyle dinin normlarına ayak uyduran, ya da onu kabullenen genç beyin bu kez dış olguda laiklik kavramıyla karşılaşmaktadır.
Hoşgörüye dayalı bir laiklik, hemen peşinden despotluğa varan laikçi bir tutum insanımızı sendeletmektedir. Yine ayrıca bu toplumun Alevi, Sünni gibi tarihsel kökenlere dayalı arayışları yine devreye girmekte, insanımız bir kez daha bocalamaktadır. Adeta herkes "sahibinin sesi"
konumuna düşmektedir. Bu arada oryantalistleri, Tapınak şövalyeleri'ni, Armageddoncuları, Masonları ve bilumum komplocuları "dahili ve harici bedhahları" devreye koyduğumuzda yine kafalar karışmaktadır.

Devreye girmesi gereken bilim maalesef üniversitelerin çatı altlarında kendine yer bile bulamamaktadır. Herkes bir şeylerin bezirganı konumundadır. Ayrıca ülkenin yaşadığı ekonomik ve sosyal dengesizlikler insanımızı ya kaderciliğe ya da isyana itmektedir.

New York Times muhabiri John F. Burns'a göre Kürtler yüz yıllık hayallerini gerçekleştirerek bağımsız devletlerini çoktan kurdular.
Saddam ve Amerika kavramı arasında bocalayan Ortadoğu, bize "Misak-ı Milli"yi çoktan unutturmuş; adeta Türkler olarak Batı'ya çekilmeyi bir çözüm olarak göstermiştir. Başka bir gerçek daha yakın planda kapımızı çalmak üzere. Eğer son yüz yıl savaşlarının temelinde petrolün yattığı gerçeğini kabullenecek olursak bugün Orta Asya'nın Ortadoğu'ya alternatif yeni bir enerji merkezi olmasını bilmeliyiz.

Rusya, Orta Asya'da atağa geçmek için yeterli imkan ve stratejiye sahip değil. Amerika'nın stratejisi ise çok açık. Bölgeye yeni boru hatları döşeyerek Rusya'yı devre dışı bırakıp Uzakdoğu'ya açılmak. Bu ise oraların insan dolgusu olan islami kimlikler üzerinde yine birtakım hesapların yapılmasını zorunlu kılacaktır. Bir Türkmenistan doğalgazı belki de Afganistan'ın yasal işgalini gerektirecek On Bir Eylül'ü doğuran en önemli unsurdu.

Her gün yaklaşık otuz bin kişinin susuzluktan öldüğü dünyamızda yepyeni hesaplar bir şekilde yavaş yavaş gündemimize girecektir.
Petrol ve su bundan sonraki ilk yirmi yıla damgasını vuracak stratejik kavramlardır. Dünyada cadı kazanı kaynamaya devam ederken Türkiye'nin hala "tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan" mantığındaki arayışları bu millete çok şey kaybettirmektedir.

Yakın gelecek dört ayrı kıskaçta Türkiye'yi ciddi tehlikelere sürüklemektedir.

Bunlardan birincisi ekolojik çevre kirlenmesi ve erozyon, ikincisi tarımda yetersizlik, üçüncüsü enerji açmazı ve son olarak su kaynaklarının yok olmasıdır.

Bugünleri Türk insanının kişisel becerileriyle atlatan politikacılarımız, acaba yarınlara karşı nasıl bir hesap içindedirler?
Adeta bir ver kurtul mantığıyla kendimizi AB kapılarına atmamız bir teslimiyetçiliği gerektirmeyecek mi? Kopenhag'ın, Maastricht'in kriterleri olur da Türk'ün kriterleri olmaz mı?

Evlatlarımızı yetiştirirken nasıl bir terbiyeyle yoğuracaıımızı bir taratan ele alıp diğer taraftan ise insan hayatının sınırlı, insanlığın ise çok daha uzun sürelere ihtiyaç duyduğunu bilmeliyiz.

Şu anda atalarımız diye nitelendirdiğimiz bir dönem yaşayan insanların bize bıraktıkları doğruların ve yanlışların birikimlerini yaşıyoruz.
Bu şu demektir ki torunlarımız konumundaki yarının insanları bizlerin doğrularını ve yanlışlarını miras alacaklardır.

O halde tarihsel misyonu olan Türk'ün kriterlerine rücu etmemiz gerekmektedir. Varlığımız ve geleceğimiz buna bağlıdır. Bizi bu zamana kadar oyalayan ve uğruna kavga ettiğimiz tüm lüzumsuz kavramları iğdiş edip kendimize yol açabilecek yeni ufuklar belirlememiz gerekiyor.
Artık vicdanı olan, insafı olan, aklı olan herkesin ortak menfaatler hususunda Türkiye için bir araya gelmesi gerekiyor.

Bir kısım aklı evveller bilmiyorlar mı ki kendi şahsi menfaatleri için sattıkları bu ülkenin değerleri yok olduğunda onlar o menfaatleriyle hangi topraklarda, hangi bayrak altında yaşayacaklar? Efendileri bir süre sonra kendi emellerini gerçekleştirdiklerinde onları el üstünde mi tutacak? O halde çok ciddi bir muhasebenin yapılma zamanı gelmiştir. Ya bağımsız bir Türkiye ya da tarihin derinlikleri. Ayrıca unutmayalım mezarlıklar vazgeçilmezlerle doludur.

Bu yazı Suriye için yazılmıştır... Buzağı aranmasın!


Ülkelerin iç düzenlerinde toplumla devlet arasına giren örgütlenmelerden beklenen, devlet egemenliğine paralel bir egemenlik kurulmasıdır.
  Ülkelerin iç düzenlerinde toplumla devlet arasına giren örgütlenmelerden beklenen, devlet egemenliğine paralel bir egemenlik kurulmasıdır. Paralel egemenlik demek, o ülkede yeni bir güç odagı olustururak, yeni ve etkili bir ortak yaratmak, erki anayasal sorumluluk tasımayanlara devretmek anlamını tasır. Vatandaslarda bu ikilemde büyük bir tenakuz yaşar. Kaos düzeninin filiz bulacağı ortam artık hazırdır.Yeni egemenlik, nüfuz alanı ile devletin egemenlik alanına galebe çalmaya başlar. Özgürlük gibi kutsal betimlemelerin arkasına sığınan emperyal güçler ulusalcılık gibi kavramlarında naif sıfat kazanmalarına yol açar.Milli bir kompleks toplumun tüm bireylerini etkisi altına alır.
 Paralel yönetimin oluşturulma süreci, ülkeden ülkeye uygulamada küçük değişiklikler göstersede, ana program değişmiyor.İçine sızılan devlet bürokrasisinin de yardımıyla, yaygın bir "medyatik" ve "enteklektüel"
yedek güç operasyonuyla, Amerikalılar'ın "manufacturing public perception" dedikleri "kamuoyunun algılama silsilesini üretme"sürecinde, aşamalar birbir geçilerek ülke insanları, aslında kendilerine benimsetilmiş olan düşünce ya da eylemleri, bizzat kendilerine aitmişçesine algılayıp- uygulamaya geçiyorlar.
 Beyin temizleme, beyne yeni algılama düzeneği yerleştirme, örgütleme, kimlik oluşturma ve eyleme geçirme süreci birbirini takip eden adımlarla gerçekleştiriliyor:
 Kamuoyu oluşturuculara (bizdeki adlandırmayla) aydınlara, yazarlara, bilim adamlarına- yönelik içerde ve dışarda masrafları karşılayarak, konferanslar, toplantılar düzenlemek. Katılımcılarla doğrudan ilişki içinde, ilgili ülke hakkında bilgi almak ve "düşünce" ve "örgülenme"özgürlüğü başlığı altında yeniden yapılanma düşüncesini kabul ettirmek.
 Alt örgütler yoksa, hemen Helsinki Nihai Senedi kapsamında Helsinki Yurttaşlar ve Ortak Zemin Merkezleri örgütlemek ve koşullar olgunlaştıkça, uzatan yönlendirilebilecek bir ilişkiler ağı altında insan hakları dernekleri ve benzeri örgütlenmelerin kurulması,
 Yeni propaganda aygıtlarının (radyo, gazete, dergi, televizyon, video
yayını) devreye sokulması. Bilimsel magazinsel içerikli, insan hakları ilkeleri üstüne sürdürülen yayınların yoğunlaştırılması. İnsan hakları ihlallerinin yaratılmasıyla sürecin hızlandırılması.
 Casuslar yerine yayın muhabirleriyle yerinden bilgi elde etmek için yaygın bir yayıncı eğitim programının gerçekleştirilmesi,
 Bilimsel ve toplumsal konferansların çoğaltılması. Yerel vakıf ve "think tank" derneklerinin kurulması,( Genel manada yapılan bu değerlendirmelerden tamamen milli hassasiyet içinde kurulan, faaliyet gösteren yapılar asla kastımız dahilinde değildir. Ancak temkinli olmak adına ülkemizin geleceği için hassas olmamız gerektiğinin altına vurguda bulunmak istiyorum.)
 İşadamları derneklerinin, sendikaların kurulması, varolanların içine bilim danışmanlarıyla sızılması. Siyasi partilere eğitim programlarıyla, particilik dersleriyle yaklaşarak kadroların yönlendirilmesi gençliğin "düşünce özgürlüğü" ve "siyasi katılımcılık"propagandasıyla örgütlenmesi,
 Gizli ve yarı gizli istihbarat çalışmalarının azaltılması, buna karşılık medya muhabir ağıyla açık ve yaygın istihbarat toplanması, olanaklıysa Amerikan televizyonlarının yerli şubalerinden yayına geçilmesi, eksik-yanlış bilgilendirmeyle kitlelerin yönlendirilmesi, yerel medya ile eğitim-konferans-gezi düzenleyerek kalıcı bağlar oluşturulması,
 -Etniklik kışkırtıcılık: Etnik ayrılıkları güçlendirmek üzere kültür anımsatma programlarına başlanarak yerel toplantılardan uluslar arası toplantılara adam taşınması,  ulusal-bölgesel tarihin bütünleştirici özelliklerinin anımsanılarak, yerel tarih, yerel kültür araştırması adı altında en eskiye özlem yaratılması,
 - Yanlış ve eksik bilgilendirme: Kitlelerin akıl denetimlerini ele geçirmek üzere yoğun propaganda ve yanlış bilgilendirmeyle tarihsel devlet kurumlarının ve etnik sürtüşmeleri önleyen geleneksel kurumların yıpratılması, toplumsal kimliği karıştırmak için tarihsel ve toplumsal gelişim gerçeklerini bozarak yeni kimlikli topluluklar oluşturulması. "Dinlerarası diyalog" "hoşgörü" gibi programlarla egemen devletin seküler yaklaşımı ile mevcut dindarlar arasında polemikler oluşturulması, çatışmalar yaratılması...
 - Yolsuzluk kampanyaları: Yerinden yönetim talepleri ile merkezi yönetim arasında ayrışmalar tesis edip, yolsuzluk olayları ile de topluma aşağılık duygusu yerleştirilip çaresizlik boyutunu yükseltmek.
 - İktisadi ortamı denetleme: Para piyasalarının uluslar arası spekülatör ve tefecilere borç ekonomisinin gereği olarak açılması,
 - Merkezi yönetime güvensizlik yaratımı: Kritik dönemlerde iktisadi bunalıma düşürülen sanayici ve üreticilerin konferans ve sempozyumlarla güvensizliklerinin artırımı,
 - İşadamlarının örgütlenmesi:Serbest Pazar veya serbest ekonomi söylemlerinin işadamları örgütlenmeleriyle kamuoyuna maledilmesi,
 - Ulusal sanayinin yıkımı: Ulusal iktisadın çökertilmesi için, ulusal sanayileşmenin ve enerji kaynaklarının yıkıma uğratılması...Çevreci akımların üzerinden ulusal madenciliğin, doğal yakıt üretim kaynaklarının ulusal egemenlik sınırlarının dışına çıkartılması,
 -Orduları ulusal kimliğinden koparma: Ordunun profesyonelleştirilmesi, ordunun günlük siyasi konuların içine çekilmesi, orduyu halkın hassas olduğu konularda taraf kılmak,
 -İnanmış örgüt liderlerinin yetiştirilmesi:Yeni ultra liberal önderlerle yeni partilerin kurulması; parti programlarının kışkırtmaya yönelik içerikte olması,
 - Ulusal bunalımlar yaratılarak,güven ortamının zedelenmesi:Sık sık iktisadi krizlerle bunalım aralarının azaltılması. Devletin gücünün gözüktüğü kaynakların yabancı sermayeye geçirilmesi.Yabancı sermayenin devletin imtiyazlı noktalarına yerleşmesi,
 -Ulusal üretim birimlerinin ele geçirilmesi: Ağır sanayi, enerji, iletişim kurumlarının özelleştirme programlarıyla terki, büyük projelerin ihlali...
 - Silahlı gücün zayıflatılması: Ulusal silah sanayini engelleyip, iktisadi bunalım bahane edilerek ordunun yenilenme alımlarının yapılmayışı, ulusal sınırların gevşetilmesi,
 - Devlet yönetiminin kargaşayla ele geçirilmesi: Seçim darbesiyle egemen devletin ele geçirilmesi. Merkezi direniş durumunda kitle gösterileri düzenlenmesi. Etnik ya da mezhepsel kışkırtma ve çatışmaların körüklenmesi.
 - Belediye hizmetlerinin yabancı şirketlere devri: Toplumsal hizmetlerin karlılık adına devri; su-elektrik gibi kentsel işletmelerin devri içinde düşünsel altyapının oluşturulması,
 - Kültürel kaynaşmanın yıkımı:"Çok kültürlülük" propagandasıyla ortak kültürün batının değerlerine açık edilmesi. Batının dinsel kurumlarının ulusal egemenlikten pay talep etmesi.
 Federatif yapı için yasal düzenlemelerin alt yapısı hazırlanacak, bunun içinde şiddet olayları tertip edilerek gerekli ortam tesis olunacak; "dirty work" un bütün kuralları itina ile uygulanacaktır.
 Ülke içinde benzeri faaliyetler yürütülürken insan hakları gibi kavramlar dışarıdan empoze edilip uluslar arası kamuoyunun edinim şartlarından da istifade olunacaktır. Etnik ve dinsel ayrışımların sermayesi ise parasal ve siyasal olarak müttefiklerden temin edilecektir. Küllenmiş tarihsel acılar, çatışmalar temcit pilavı misali halkın gündeminde taze tutulurken, halkın milli benliği yabancı kültür ve düzenine özenme eğilimleri kışkırtılır.
 İşin kaos boyutuna yakın komşu ülkeler çekilirken ülke yalnızlaştırılır. Yıllardır birlik ve beraberlik içinde yaşayan toplumlar önce ayrışır sonra da çatışır.
SONUÇ: Batı kartellerinin eline geçmiş, enerji kaynakları, hertürden iç korunması kaldırılarak açık pazarlaştırılmış ve güvenliği Batı'nın ordularına terkedilmiş koloni halk! Ekonomisi yabancıların eline geçmiş, zayıflamış merkezi egemenliğiyle dış politikada karar yetkinliği bitmiş, dış dayatım kurallarına mahkum bir devlet, tarihsel ve kültürel egemenliğini yitirmiş, Batı'nın alt dereceli bir hizmetkarına dönüşmüş bir halk yığını...

BİRİ BİZİ ÖLDÜRDÜ!


CİNAYETİ GÖREN VAR MI?




Sayıları belli değildi.Milyonlarcaydılar.İçlerinden biri hedefe ulaştığında 9 ay 10 günlük ayrı bir macera başlayacaktı. Başaramayanlar ölecekti. Milyonlarca ölü hücre... 

***
Gecenin bir yarısı... 18 yaşlarındaki delikanlı, sokak lambasının aydınlığında karıştırdığı çöplerin arasından çıkardığı yarı boş şarap şişesini düşünmeksizin bir solukta kafasına dikti. Kesik kesik nefes alıp vermeye devam ederken de yaptığı işi bitirmeye çalışıyordu. İşi,  ekmeği adına şehrin sakinlerinin hiçte sakin olmayan bir şekilde ürettikleri çöpten nasibini aramaktı.Dakikalar birbir tüketirken ömrünün şol demlerini o yılların deneyimi ile ihtisasını yaptığı çöplere nasıl davranacağını gayet iyi biliyordu.
'İşte şunlar yenilebilir!'
'Şunlar giyilebilir!'
'Satılabilir!'
...

Ne sigarayı tanımıştı, ne alkolü, ne uyuşturucuyu, kendiliğinden...Birileri tanıştırıncaya kadar. Alkolde karar kılmasının da çokta geçer bir açıklaması da yoktu aslında. Bir bahane, yalnızca...Gerekiyordu, bir gerek!
Yani aslında alkol dahi tercihi hiç olmamıştı yakın zamana kadar. Ta ki yakın  zamanlarda O'nu görene kadar.
O, onun bir kadına duyulan arzunun, aşk denilen hastalığın ilk vakası olacaktı.
Hoş... Bir çöpçünün aşk hikayesi de ne ki?
Hayatımızı çöplüğe çeviren diziler boyu palavra aşkların karşısında.
...
Yine bir gece yaşadığı büyük kentin büyük semtlerinden birinde büyükçe bir çöp konteynırını karıştırırken ilk kez görmüştü O'nu.

Sanırım O' da kendisi gibi kimsesizin biriydi.
Bir köşeye kıvrılmış, elindeki şişeyi telaşsız bir tavırla ruhuyla bütünleştiriyordu.
Bir genç adam ve bir genç kadın hiç konuşmaksızın gecenin hüznünde ittifak kurarak sabahı birlikte kucakladılar.
Bu sahne birkaç kez tekrarlandı o kadar.
Genç kadın delikanlının hayatına sessizce geldiği gibi sessizce de gitti.
Geride ise çığlık çığlığa bir hasret bırakarak...
.
Bütün bu anlatılanların ise kayda değer bir yönü elbette yok.Sıradan can sıkıcı bir hikayenin başlangıcı olabilir, hepsi bu.
Ta ki.
O delikanlı ben isem başka.
O genç kız sen isen...
.
O sokak burada önemli olan.Bir ekmek kavgasına sahne olan o sokak.

'Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında.Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında.Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.'

Filistin Sokaklarında da bitmeyen bir kavga var, şimdilerde Suriye sokaklarına taşan.

Aşk! Denilen kutsal insani duygular tepesine bomba inen ıraklı gençler için ne anlam taşır? İsimsiz milyonların vücudu parça parça olurken kırılmış bir kalbin terennümünü bush'tan sonraki Obama hangi evangelik bir lirisizme ram eyler?
Güniz Sokakta semirtmiş zihniyetin izdüşümününün kavgasını bütün bir ulus yıllardır üstlenmedik mi?Şanlı dirilişimiz Ergenekon şimdilerde bir yokoluş tiradı mı ne?

Kasımpaşa sokaklarından Çankaya'ya doğru yol alan hikayenin bizlerin hayatındaki etkisine olacak, bilemem. "Zaman"la anlar mıyız her şeyi? Okyanus ötelerinden gelen esinti kırık testimizden neler sızdırır ki?

Soner'in Efendi'si Endülüs'ün Gırnatası'ndan, Selanik sokaklarına uzanmamış mıydı? Kim nereye ne kadar dönmüştü? Kimin döndüğü yerde Roma, kimin döndüğü yerde Kabe vardı; onu da bilemem!? Ben hiç niyet okumadım ki!

'hayatı ben istemedim
vereni de görmedim ki
iade edemedim elimde kaldı...
ama yavaş yavaş bitiyor süresi
doluyor kumum

ağlamalı,gülmeli,
sevinmeli,üzülmeli
ama yaşamalı hepsini tek tek
zaman azdır
gözünü aç kapa
50 sin
14 tün hani??
ne kadar çabuk geçti di mi??
anlamadan kaldın!

çalış,zorunu yap
ama elbet karşılığını nasılsa ödeyecekler
tembellik ilerde de sokakta yatıp kalkmakla eşit
bu bir şiir değil,masal değil...
hayat hayat!
Bazılarına memat!
.
Ben ölüyorum, gençliğim ölüyor, şiirlerini okuduğum şairler ölüyor, zaman ölüyor, mekan ölüyor.
İçime insanlar dökülüyor, yalnızlaşıyorum; sessizliğim artıyor.
Meydan okuyan yiğit yanlarım daha bir sünepe ve daha çok  öfkeliyim.
Gizli randevulara gidemiyor, olmayan kadınları sevemiyor, ama yanlış hayatları da ısrarla yaşıyorum.
Kocaman gemilerle inadına yalnız yolculuklar yapıyorum.

Yağmurlu vakitlerde herkesin rüyalarına giren külhan sesli küçük bir çocuğun yine de canı yandığında eteklerine sığındığı eflatun gözlü anneler arıyor gözlerim.
Mezarlık kenarından geçerken ıslık çalardım, gayba dair korkular içinde; kendi sessizliğim boğardı beni.
Sonraları...Gazetelerden tiksindim;yalan yanlış ve yanlı haberlerinden,
Halbuki ne severdim çocukken gazete kağıdından yayılan münzevimürekkep kokusunu.
Hainlerin kahraman,kahramanların hain olduğu ülkemin coğrafyası çatık kaşlarımın ifadesindedir.
Sevilmeyen, kederli çocuklardan biri de bendim mahallede.
İçime gömdüğüm sessizliğimi bir gün gelirde haykırırım diye de yine inadına içimde büyütmekteyim.
Asırlardır gökyüzünde bulutlar ise huzursuz.
Bir taştan doğup bir taşa hapsolunan bir heykel gibi sessizce izliyorum olup bitenleri; taşlaşmış yüreğimle...
.
'Taksim sokaklarında arkadaşlarla haftasonu buluşması.
Sokaklar dolusu koşuşturmaca.
Sokak fahişelerinin insafına sığınan anlık nefisler.
Israrla bombalanan 'taksim' edilmiş ümmetin sokakları!' 

Bir gezintiye mi çıkmalı, ne?
...

Milyonlarcası biranda aynı hedefe boca edildiğinde ancak bir tanesi mutlu sona erecekti.

.
Mutlu sona erenin ise milyarlarca rakibi olacaktı 9 ay on gün sonra.
.

Sokaklar Caddelerin kılcal damarları.Bütün sokaklar aynı yere mi çıkar bilemem:
'Haykırsam kollarımı makas gibi açarak; durun kalabalıklar bu yol çıkmaz sokak!'
Elbette hiç sevmedim Hitler'i. Avrupa sokaklarını Yahudi kanıyla bezemesini.Sevmem mi gerekiyor şimdi Ortadoğu sokaklarını Müslüman Arab'ın kanıyla bezeyen Yahudiyi?!
...

Çöpleri karıştıran yukarıda anlattığım çocuğun küçük hikayesi ruhumdaki büyük çöplerinde karışmasına sebep olmakta, hepsi bu.

Kirletilmiş ruhumla da olsa O gizemli sevgiliye ben de hasret duymaktayım.

Gecemi, yalnızlığımı ve hüznümü paylaşan o sevgiliyi ah bilseniz ne kadar özlemekteyim, bir bilseniz!
O sevgili ki anlıkta olsa beni özgür kılmakta!
Evet, hepimizin bir sevdiği ve sevgilisi mutlaka vardır değil mi?.
Bizi özgürlüğe çağıran.Heva ve heveslerimizi dinginleştiren!
Sahi biz kimi seviyoruz?
Sevgilimizin adı ne?

Hala bi ad koyamadık mı yoksa O' na?

...

Spikerin sesi, aynı bir önceki okuduğu magazin haberindekinin aynı kıvamındaydı "Bugün Suriye"de meydana gelen şiddetli patlamada ölenlerin sayısının yüzeli..."
"NEDEN, BAŞKALARININ ÖLÜMÜ İÇİMİZİ ACITMIYO Kİ?"

Yoksa hayat ölümle başladığı için mi? Ya da yaşayan ölülere dönüştüğümüz için mi?
...

"Ay! Kahretsin! Telefonumun şarzı bitmiş!....




Kürt sorunu, kürtaj ve Kürt böreği


"Küçük beyinler kişileri, ortalama beyinler olayları, büyük beyinler ise nedenleri sorgular" diyerek başlamak istiyorum yazıma. 
Yazının başlığı ile içeriği arasında bağlantı kurmak böylelikle kolaylaşacaktır. Allah bizleri belirlenmiş gündemlerin hışmından korusun!

 "Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde... Çocuklar varmış gül gibi, çocuklar varmış güzel, çocuklar varmış dünya tatlısı. Öylesine bir enerjiye sahipmiş ki çocuklar, yerlerinde duramazlarmış.

Her şeyi karıştırmak isterlermiş, büyük bir merakla. Ama; anneleri varmış, elleriyle tesis ettiği düzenin bozulmasından hoşlanmayan.
Anneleri varmış, çocuklarının bir anda yetişkin olmalarını bekleyen.
Babalar; ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü sayarmış kendini yalnızca.
Önceleri evdeki düzeni karıştırırken, anne tarafından meraklarına yasak konan çocuklar; sonraları hem annelerini hem babalarını rahatsız eder olmuşlar. Kafalarını karıştırır, işlerini karıştırır olmuşlar. Ne görseler sorar olmuşlar o sıralar, ne düşünseler sorar olmuşlar. Tam da zamanında gelirmiş akıllarına bir şey sormak. Tam, anne komşuyla pek mühim bir şey konuşurken yada baba tam kestirecekken koltukta, sorular başlarmış birden. Ya "git şurdan" derlermiş çocuğa anne - baba yada hiç alakası olmayan bir yanıt verirlermiş. Dönerlermiş uğraşlarına böylelikle yeniden. Bundan öte, en gerekli zamana gelmeden daha, merakın ne kadar gereksiz(!) ne kadar kötü(!) bir şey olduğunu keşfedermiş çocuklar. Her merak uyandığında içlerinde kendilerinde suçluluk hissederlermiş... Eş - dost varmış o zamanlar da. Konuk geldiklerinde eve, çocuğun en ufak hareketinde annesine babasına yüklenirler, "çok şımartmışsınız siz bunu" derlermiş. Utanırmış haliyle zavallı anne - babalar,  rezil olurlarmış. Eş dost gidince evden, konuşurlarmış çocukla anlayacağı dilden! Adeta çocuktaki yüksek enerji, anne babada yüksek sinire dönüşürmüş haklı olarak (!) Anne baba çocuklarının en iyi olmalarını beklermiş. Zira, hata yapmazmış en iyi olanlar... Oturursa kalkmasını isterlermiş, kalksa oturmasını. Çünkü çocukmuş onlar ve onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş yaşamda. Çocuklar defalarca anlatmak istemişler kendilerini; ne dinleyen olmuş onları, ne anlayan. Çoğu kez "seni yaramaz" deyip gülüvermişler çocuğa. Ve çocuklar; bu kez de kendilerini anlatsalar bile birilerinin onları dinlemeyeceklerini, dinleseler de anlamayacaklarını öğrenmişler. Arada bir doğru bildiklerini söylemeye çalışmış çocuklar; "sus" denilmiş. Kendilerine "sen çocuksun, senin aklın ermez." Komşunun çocuğu gelip, oyuncağını onunla paylaşmayınca da; "bak sen büyüksün, hadi ver oyuncağını kardeşine..." Böylelikle de büyüklük ve küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini öğrenmişler. Yaşayarak öğrenmişler(!)

Eeeee daha ne istiyorlarmış ki çocuklar; aç değillermiş, açık değillermiş. Ve bunca şeyi öğreniyorlarmış anne babalarından.
Büyüdükçe, öğrendikleriyle yaşar olmuşlar.

Anne babaların merak ettiklerinin dışında bir şeyleri MERAK ETMEMEYİ kendilerini İFADE EDECEĞİM diye boşa zaman harcamamayı, büyüklükle küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini(!) yaşar olmuşlar.

Her şeye hakim olmayı istemekle, bir hakim bulabilmenin çabası içerisinde MUTSUZ olmayı öğrenmiş çocuklar, çocukluklarında...

İnsan kişiliğinin % 35'ini anne ve babasının kromozomlarından alır. % 25' ise henüz anne karnındayken yaşadıkları belirler. % 30'unu ise okul çağına kadar ki yaşadıkları olaylar belirler. Geriye kalan % 10'luk bölüm ise sonrası hayatına bırakılmıştır.

Türkiye tüm kurum ve kuruluşlarıyla problem yumağı olmuş bir ülke konumunda. Herkesin, çözüm önerilerine dair nice görüşleri söz konusu.
Ancak bütün bu görüşlerin ortak özelliği "insan" merkezli olmayışı.
Özellikle en temel yaklaşım "ekonomik insana" dair tezler üzerine kurulu.

Bu ülkenin iki temel kaynağı söz konusu: birisi insan, diğeri toprak.
Her ikisinin ortak özellikleri uzunca yıllardır nadasa bırakılmaları.


Biz bu yazımızda "insan merkezli" bir yaklaşımla ülkenin problemlerine bir bakış açısı getirmeye çalıştık. "insan"a tanımlama getiremez isek de tüm iyi niyetine rağmen hayata dair yorumlarımızın haybeye olduğunu da vurgulamak zorundayız.

O halde insan başarı denklemine, mutluluğa giden yol tarifini veremez isek yeni bir akıntıya karşı kürek çekme sınavından başka bir şey yapmamış olur, laf kalabalıklarından birini de biz üretmiş oluruz.

İnsanımızı ıslah edici bir programa adım atamak zorundayız. Bunun için bireyi hedef alarak, toplumun en küçük nüvesi olan "Aile" kavramını yeniden imar etmekle işe başlamak durumundayız. İlk önce ailenin en hassas dengesi "anne"lik mesleğini ehilleştirmeliyiz.

Hep dile getirilen "Türkiye'nin sorunu eğitim sorunudur" betimlemesinin mihenk noktasına "kadın ve anne" kavramlarını oturtmalıyız. Bireyin oluşa geldiği ilk kurum olan "Aile"nin imarı, sağlıklı bir toplum olmasının da ilk koşuludur.

Aşağıda sıralayacağımız biline gelen hususlar temel prensiplerimizdir.

Eğer bir çocuk ELEŞTİRİLMİŞSE, kınamayı ve AYIPLAMAYI öğrenir.

Eğer bir çocuk KİN ORTAMINDA büyümüşse, KAVGA etmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk ALAY edilip AŞAĞILANMIŞSA, SIKILIP UTANMAYI öğrenir.

Eğer bir çocuk UTANÇ duygusuyla eğitilmişe,kendini SUÇLAMAYI ögrenir.

Eğer bir çocuk övülmüş ve beğenilmişse,TAKTİR etmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyümüşse, ADİL olmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk güven ortamı içinde yetiştirilmişse, İNANÇLI olmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk kabul ve onay görmüşse,KENDİNİ SEVMEYİ öğrenir.

Eğer bir çocuk aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse,bu dünyada Mutlu olmayı öğrenir.

Duygusal ve ruhsal yapısı sağlıklı olarak inşa olmuş birey akıl,inanç ve sezileriyle kendini geleceğe hazırlayan bir toplumun asil unsurudur.

Türk insanı olarak hayatı yalnızca batı  penceresinden yorumlama hastalığını üzerimizden atmamız gerekiyor. İnsanlık aleminin mensupları olarak yalızca tek yönlü yorumlarla değil de bir bütün olarak "gezegen insanı" olarak hayata, "emaneti üstelenmişler" noktasında yaklaşmalıyız.

Rönesans'a  kadar "medeniyet" kaşesini bizim düşünce iklimimiz üstlenmiştir. Sonrasında diğer yitik medeniyetler arasına bizlerde dahil olduk. Ancak bir gerçeklik ifadesi olarak belirtelim ki bizim "medeniyet" anlayışımız "nur"un tamamlanması statüsünde olduğundan henüz söylenesi sözümüz vardır. İçinde bulunduğumuz ahval keyfimizi kaçırmasın. 18. yy. sonra "medeniyet" ile tanışan batı bunun keyfini bir müddet daha yaşasın.

Rönasans devrinde, Copernic Dünya'nın Güneşin uydularından biri olduğunu anlatırken Ptoleme'ninde dünyasını karartmış oldu.
Yeryüzünün, evrenin merkezi olduğu inanışı yeni tartışmaları getirdi.
Galilee ile Coprnic'in iddiaları pekiştiren kilise ilk ciddi paniğini yaşamaya başlıyordu. Aristo'nun Saint Thomas D'aquin, Dante'nin dünyaları da jararıyordu.

Marco Polo Asya'nın kudretini Batı'ya aşılarken, Colomb, Gama yeni maceraların, havarilerin, fatihlerin sayısı artırıyordu. "ilim" tarihte ilk kez Hıristiyan "batı"nın damarlarında dolaşmaya başlamıştı.

Gütenberg matbaasıyla ilmin "iletşimini" sağlıyor, Machiavel, Copernic, Luther aydınlanma çağının havarileri olarak "tanrı" melek yada kutsiyet ifade den kavramları "batı"lı insanın gündeminden çıkartıyordu. Kilisenin otoritesinin bitişi "Avrupalı milletleri" tarih sahnesine alıyordu. Tanrı makamına " modernite ve teknoloji" oturtulurken İsa ve Meryem ancak foklorik bir ritüel olarak kentin ara sokaklarında yada bir yerlerin sıkılmışlıklarında bir sığınak dokusu olarak anlam ifade ediyordu. Endüstriyel ekonomi insanı şekillendirirken "İsa inancı" dahi "üretim ve tüketim" sarmalında kendine yer bulabiliyordu.

İnsan, felsefe ve bilim arasındaki tartışmalar bireyin huzursuzluğunun yeni sebebidir. İnsanlığın tesellisi yada avuntusu teknoloji ile eşyaya verilen yeni şekillendirmelerdir. Sanat - şiir, fazilet ve güzelliğin önüne geçti. İrade faziletin unsurlarından sayılarak yalnızca "dünya nimetine" yöneldi.

Makineleşmeyle birlikte insanı yeni bir "yeryüzü hakimiyeti"mücadelesi bir kez daha şekilleniyordu. İdeolojiler son yüzyılın yeni dinleriydi artık. Pascal ve Descartes'le birlikte, bir fikrin açıklığı onun doğruluğu için yeterli sayılıyordu.

İdeolojiler, zekanın fantezileri akla uygunluk çerçevesinde hayat tarzı için esas teşkil ediyordu.

Oysa bir medeniyetin sürekliliği, felsefi prensipler üzerine değil iman ve çevresinin ilmi kavramları üzerine kurulması gereğine bağlıdır.

Volteire ve ansiklopediciler akımı Adam Smith'in görüşleriyle yeniden tanımlanırken bir kısım insanların zenginliği insanlık aleminin hürriyet ve mutluluğun ön koşulu haline getiriliyordu.

Küreselleşme dininin temelleri iyiden iyiye pekişiyor bu dinin peygamberleri olarak ta "iş adamları" statükolarını perçinliyorlardı.

Lavoisier modern kimyanın başlangıcını yaparak yeni bir "ferisiler" dönemi "modern illüzyon" ile betimliyordu. Bağımsızlık, refah, hürriyet, bilimsellik yeni dinin amentüsünü içeriyordu.

Aristokrasi, burjuva ile askeri ve kilise feodolitesi ise yerini kapitalist feodileteyle yer değiştirdi. Ekonomik liberalizm ahlaki manipülosyonlara yol açıyor "uygar insan" terimi yeni dinin "müminlerinden" sayılıyordu.

İyi ile kötüyü ayıran denge ideolojilerin, kaprislerin ve enaniyetin ihtirasları karşısında yitirildi. Bireysel dünyalarında iç disiplinleri kalktı. Vicdanın yerini kanunlar, polisler ve silahlı kuvvetler aldı. Doğruluk, şeref sorumluluk, saflık, kahramanlık, arkadaşlık gibi kavramlar ancak övgü içerip, gerçek hayatta anlam bulamayan terimlere dönüştü.

Toplumsal çarelerin yetersiz arayışları bireyi kendi kabuğuna yöneltirken "ben merkezli" kişilikler gelecek nesiller içinde sağlıklı emareler taşımamaktadır.

Modern devlet anlayışı ise yalnızca mülkün, banka, endüstri ve ticaretin koruyuculuğuna kilitlenince "vatandaş" ise yalnızca "tüketici" kimliği ile "istatistik" verileri açısından anlam ifade etmeye başladı.

Yasama - yürütme - Yargı ile Askeri - Siyasi ve Ekonomik oluşumların tezatları bireyi hep "çarkın dişlisi" konumuna itekledi. "Global Kaosçu Düzen" bu yüzyılın genel adı oldu. "Demokratik Hürriyet", hakları kutsanmışların genel insan kitlelerine empoze ettikleri kocaman bir yalandan ibarettir. Sosyal uçurumlar kurulu düzenlerin yaşama şartıdır.

Fransız ihtilali, hem aristokratlara hem de proterlere karşı idi. Sonucunda ise burjuva bu kavganın gerçek hakimi olarak "galip" hanesine adını yazdırdı.

Türkiye öncelikli olarak "psikolojik yaşı 10'u" geçmeyen insanların "oy"larıyla geleceğini yönlendirme hastalığından kurtulmalıdır.
Yöneticilerini ilmen - ahlaken rüştünü toplum nazarında belirlemiş yerel adaylarını bir takım üst kıstaslarla belirleyip meclisinin dokusunu öyle belirlemelidir. "kaosçu düzenin" kurmayları olan kendi burjuvasının etkisinden kurtarmak istiyorsa önce "seçme ve seçilmenin" gerekleri üzerinde kafa yormalıdır.

Gerçekte "insan hakları" denilen bir kavram yoktur. "insan ihtiyaçları" esas teşkil eder, insan haklarına. Önce bu ihtiyaçların akıl - inanç - bilim adamlarınca ortak platformda ele alınması gerekir.

Türkiye olarak nasıl siyasi bir meclis oluşturuyorsak acilen "ilim meclislerini" de tesis etmek durumundayız. Çözüm siyasi değil, insani olmak durumundadır. Siyasilere düşen görev ise "insani" ile topluma "örnek" olmuşluklarında yer bulmaktadır.

Hayat yolunda Türkiye olarak artık pusulasız gitmemiz söz konusu değildir. İçinde bulunduğumuz buhranlı günlerde panik yapmadan "tarihin muhasebesini" yeniden ve objektif olarak yapmamız gerekmektedir. Ve her şeyden öteye Türkiye yeniden tüm kurumlarıyla bir barış ortamı kurmalı öncelikli olarak da "Allah" ile barışmalıdır.
Ya da nasıl bir "Allah"a inandığını tespitinde bulunmalıdır. Kozmik kanunların, kimyanın, fiziğin, hücrenin sahibi "yüce yaratan" ile onun yarattıklarından bir tanesi olan "insan"ı tekrar bir araya getiren "sulhun" ilk adımlarını atmakta biz Türk toplumuna önemli adımlar düşmektedir. Tarihi misyonumuz bize bu sorumluluğu haklı gerekçelerle yüklemektedir.

Ordu, üniversite, idare, adliye çevrelerindeki, tehlikeli rakiplere karşı girişilen tavırlar bire bir anlatıma indergendiğinde mantıklı karşılanacak sosyal hadiseler değildir. Ancak "mayası bozulmuş" insan çekirdeği etmem yapılarda tehlikenin boyutlarını da göz önüne koymaktadır. Maalesef ki bir ideale bağlananlar, çıkarını gözetmeden çalışanlar,  iki yüzlü yada deli olarak algılanmaktalar. İnsanların kalbinde iyilik yapmak, dürüst kazanarak çalışmak değil de maddi menfaat sağlama kaygısı yerleştirilmektedir. "Kar tutkusu" paranın iktidar sağladığı bir sürece sürüklenmiştir. İstenenler sıradanlaşmış, para ise araç statüsünden sıyrılarak amaç konumuna yüklenmiştir. Suç ve ceza oranındaki adaletsizlikler sosyal  dokuyu zedelemiş, aile kurumu parçalanma aşamasına getirilmiştir.

Türkiye'deki ceza evlerinin kontenjanı 163 bin kişidir. Günlük suç işleme oranımız ise 5000. Mahkumiyetle neticelen davalar sayesinde cezaevlerimiz tıkabasa dolmuştur. Oysa parçalanan dokusu sayesinde sokaklarda salınan kimsesiz çocuklarımızın sayısı 200 bin civarındadır. Birer potansiyel suçlu konumundaki bu insanlarımız yarının ciddi tehlikelerinden birini oluşturmaktadır. Halbuki bu 200 bin çocuğu "geleneksel devşirme" ile silahlı kuvvetlerimizin alt yapısına indirgesek hem profesyonel orduya geçişi sağlayabiliriz, hem de şimdiden geleceğe yönelik bir tedbir zincirinin de ilk halkasını oluştururuz.

Bireysel yaşantımız amaçsız ve disiplinsiz olunca eğlence batağına akmaktadır. Bu ise bizleri tembellik, uyuşturucu ve alkol, fuhuş ortamına keyifli fakat bencil bir hayata yönlendirmektedir. Yaratılış kanunlarına ters olan bu yapılanma bizleri topyekün bir yok oluşa da sürüklemekte, insanlık bu girdabı savaşlarla çözmeye çalışırken dünya "uygar görünümlü, barbar insanların" dünyası olmaktadır.

Modern diye lanse edilen toplum ilk önce "kadının asli fonksiyonunun" ne olduğunu ortaya koymalıdır. Kadın tüketim toplumunun metası olmaktan kurtarılmalıdır. Kadının insan olarak zihni ve organik gelişiminin "annelik duygusuna" yönlendirilmesi gerekir.

Burada kalitetif bir anlayışla "eş" ve "anne" kavramlarının altının doldurulması gerekir. Hedef sağlıklı nesiller olacağına göre, sağlıklı gelecek için konsessüsünüz olmalı. Burada sorgulamadan edemiyorum, başörtüsü yasağının arkasında yatan düşünceyi.

Otomobil sahibi olmayı, hayvan yetiştirmeyi ciddiye alan modern toplum gelecek nesillerin taşıyıcısı olan genç kızlara karşı aynı özeni ne zama gösterecektir.

Acaba okullarımızda "potansiyel anne ve babaların" eğitilme süresine ne zaman ihtiyaç duyacağız? İdeal eş, ideal anne, ideal baba sürecini ne zaman başlatacağız.?

Bir eğitim ihtilali ile okulları kuru kuruya diploma ve sertifika üreten üzüntü fabrikaları olmaktan çıkartıp, ahlaki, entelektüel, estetik, mesleki ve ölüm sonrasına dair duygulara cevap veren vicdani müesseseler haline getirmek zorunda değil miyiz?

İşte benzeri tarzdaki bir sorgulama mekanizmasının işletilme zamanını yaşamaktayız. Sorularımız ne kadar içten olursa cevaplarımız da o kadar berrak olacaktır. Her beyin Türkiye ve insanlık geleceği için üzerine düşeni yapmak durumundadır.


Bilinçli birey bilinçli toplum demektir.

Ben bir birey olarak kuyuya taş atmaktayım. Düşünce havuzunda bir damla olmaktır, niyazımız.



FEHMİ DEMİRBAĞ