25 Ocak 2017 Çarşamba

ABD'nin Gizli Tarihi

Coğrafi Keşifler

Tahrif edilmiş Tevrat'ı ezbere bilecek kadar dindar bir Yahudi olan ve en büyük düşü Kudüs'teki Süleyman tapınağını inşa etmek olan Kolomb, hayatının en büyük kararını verip yola çıkarken macera peşinde mi koşuyordu? Klasik anlatımlarda sıkça rastlanan para ve şöhret hırsı, bu denli sofu bir Yahudi'nin böyle bir yolculuğa niçin çıktığını açıklamak için yeterli sayılabilir mi?

Kuşkusuz hayır! Kolomb'un "kutsal" (!) ve "Siyonist" amaçları, çeşitli Yahudi kaynaklarında vurgulanıyor. David M. Eichhom, şöyle diyor:

"Kolomb, gerçekte Yeni Dünya için ayrılıyordu. Aslında bu yeni dünyanın varlığını önceki Vikingli kâşiflerin araştırmalarından biliyordu. Asıl gizli amacı, güçlü Yahudi dostları için bir yer bulmaktı."

Amerikan "The New Republic" dergisinin yazdığına göre, Yahudi tarihçi Simon Wiesenthal da Kolomb'un İspanyadan sürülen Yahudilere yeni bir yurt açmak için yola çıktığına inanır. Buna göre Kolomb'un amaçlarının başında Osmanlı (yani İslam) karşıtı bir cephe oluşturma ve Kudüs'teki Kutsal Süleyman Tapınağı'nı inşa etmek için "finansman" bulma özlemi geliyordu.

Tüm bunlar, Kolomb'un yolculuğunda önemli bir metafizik boyut olduğunu göstermektedir. Örneğin "Encylopaedia Judaice" (Yahudi Ansiklopedisi), Kolomb'dan söz ederken onun yola çıkarken ilginç bir Yahudi ritüelini uyguladığını bildiriyor: Kolomb, bütün hazırlıklar tamam olmasına rağmen, görünür hiçbir neden olmamasına rağmen tam 1 gün beklemiştir. Judaica, Kolomb'un yola çıkmaktan uzak durduğu günün Yahudi takvimine göre Av ayının 9'u olduğuna dikkat çekiyor. Süleyman Tapınağı'nın yıkıldığı gün olan bu tarihi bugün Yahudiler, oruç tutarak tapınağın yıkılışının yasını tutarlar.[1]

Masonluğun Amerika'ya Girişi

Bugünkü ABD'nin temelleri, Kuzey Amerika'daki ilk kolonilerin öncüsü olan Püritenler tarafından atıldı. Püritenler, sahip oldukları "Yahudi Hayranlığı"nı böylece Amerikan kültürünün merkezine yerleştirdiler. Kuşkusuz bu durum, eskiden beridir bir "dünya hâkimiyeti"nin yollarını gözleyen Yahudi önde gelenleri için büyük bir avantajdı.

ABD, "sosyolojik" olarak, kendileriyle ittifak halindeki bir medeniyet olarak gelişiyordu. Ancak bu "sosyolojik" durumla yetinmediler ve Amerika'yı kontrol altında tutmalarına yardım edecek bazı mekanizmaları da Eski Dünya'dan Yeni Dünya'ya taşıdılar. Bunların başında, Avrupa'da Katolik Kilisesi'ne karşı Yahudilikle tarihsel bir ittifak kurmuş olan mason örgütü geliyordu. Masonluk, Yeni Dünya'ya tamamen Yahudilerin eliyle taşındı. "Yahudi Ansiklopedisi" Judaica, "Freemasonary" (Masonluk) başlığı altında bu konuyla ilgili önemli bilgiler veriyor:

Koloni Amerikası'nda Masonluğun kurucuları arasında çok sayıda Yahudi ismi göze çarpıyor. Gerçekte, Masonluğu Amerika'ya ilk kez getirenler de Yahudiler olmuştu. İlk kez 1658'de New Port, Rhode Island'da oluşan Mason locası durumundaki örgütün kuruluşu, o bölgede yaşayan bir Yahudi'nin, Mordecai Campanall'ın sayesinde olmuştu. 1734'de Georgia Savannah'ta kurulan locanın kurucuları arasında da dört tane Yahudi bulunuyordu. Bir başka Yahudi Moses Michael Hays, İskoç ritini Amerika'ya sokan kişi oldu, 1768'de de tüm Kuzey Amerika Masonluğunun genel gözetleyicisi (inspector general) seçildi. 1769'da Hays New York'ta "King David Lodge" (Kral Davud Locası)'yi kurdu. Bu locayı 1780'de New Port'a da taşıdı.

1788-1792 yılları arasında Massachusetts Büyük Locası'nın Büyük Üstadlığı'nı yürüttü. Rhode Island Büyük Locası'nı kuranların başında bir diğer Yahudi Moses Seixas geliyordu. 1802-1809 yılları boyunca bu locanın "üstad-ı muhterem"i oldu. Moses Hays ile aynı dönemde faaliyet gösteren bir diğer Yahudi Solomon Bush, Pennsylvania Masonluğunun genel gözetleyicisi oldu. 1781'de Pennsylvania'da kurulan ve Amerikan Masonluğu'nun tarihinde önemli yeri olan "Sublime Lodge of Perfection"adlı locanın içinde de Yahudiler son derece etkin konumdaydılar.

Eski dönem Amerika Masonluğunun önemli isimleri arasındaki diğer Yahudiler şöyle: Charleston'daki King Solomon's Lodge'un kurucularından Isaac da Costa, 1781'de Virginia bölgesinde genel gözetleyici seçilen Abraham Forst ve aynı görevi önce Maryland sonra da Charleston'da yürüten Joseph Mayers. 1793'te Charleston, South Carolina'daki büyük sinagogun açılış töreni, Mason localarındaki ritüellere uygun olarak yapılmıştı. Yahudi isimleri daha sonraki dönemlerde de Amerikan localarında dikkat çekti... B'nai B'rith tarafından da benimsenmiş olan gizlilik, ketumiyet gibi özellikler ve pek çok ritüelin masonik çalışmalardan etkilendiğine kuşku yoktur. B'nai B'rith Yahudi toplumunun içinde masonluğun bir benzeri olma amacı taşımıştır.

Yahudilerin eliyle Masonluğun Amerika'ya girmesi, oldukça anlamlı bir gelişmeydi: Yahudi önde gelenleri, Avrupa'da masonlukla kurmuş oldukları ittifakı aynen Yeni Dünya'ya da taşıyorlardı. Ancak bir farkla; bu ittifak, Avrupa'da en başta Katolik Kilisesi olmak üzere bir takım ortak düşmanlara karşı uzun bir savaşa girişmişti. Oysa Amerika'da böyle bir düşman yoktu. (Tek muhtemel düşman olan Kızılderililer de daha önce gibi Tevrat'ın gösterdiği yöntemlerle soykırıma uğratılıyordu). Bu nedenle İttifak, Amerika'da, Avrupa'nın aksine "düzen yıkma" işiyle uğraşmadı. Aksine, buradaki düzen doğrudan Yahudiler ve onların tarihsel müttefiki olan Masonluk tarafından kuruldu.[1]

ABD, Dünyanın İlk Masonik ve Kabalistik Cumhuriyeti

Yahudi önde gelenlerinin Amerika'da Masonluğu yayma yönünde giriştikleri hummalı faaliyetin ardından, ABD, "dünyanın ilk Masonik Cumhuriyeti" olarak tarih sahnesine çıktı. Amerikalı tarihçi Robert Hieronimus, "America's Secret Destiny" (Amerika'nın Gizli Kaderi) adlı kitabında, bu ülkenin kuruluşunun ardındaki masonik etkenle ilgili bazı ilginç bilgiler veriyor:

Günümüz tarihçileri, 17. ve 18. yüzyılları akıl ve Aydınlanma çağı olarak kabul ederler ve bu dönemdeki tüm zihinsel faaliyetlerin 'evrenin bilimsel yasalarını ispata' harcandığını söylerler. Oysa ki, ABD'nin kurucuları, bunların yanında, mistisizm, okültizm ve illüminizm üzerine yoğunlaşmışlardı. Astroloji, simya ve Kabala ile derinden ilgilenmişlerdi.

ABD'nin kurucularının Yahudi mistisizminin kaynağı olan Kabala ile ilgilenmeleri oldukça ilginçtir. Ancak ABD kurucuları Kabalacı birer Yahudi olmadıklarına göre, anlaşılan odur ki, Kabala'dan ilham almak için ille de Kabalacı bir Yahudi olmak gerekmemektedir. Kabala'ya ve Kabalacılara bağlı olan Yahudilerin dışında bazı örgütler de vardı. Bu örgütlerin başında ise masonluk geliyordu... Bu durumda ABD'nin kurucularının nasıl olup da Kabala ile ilgilendiği sorusunun cevabı aydınlanıyor. Çünkü Amerika'yı kuranların hemen hepsi Masondular. Hem de oldukça "üstad" masonlar... Bunun yanı sıra çoğu aynı zamanda Masonluğun Yeniçağ'daki ikinci bir versiyonu olan Gül-Haç örgütüne üyeydi. Aralarında bir diğer Masonik örgüt olan İlluminati'ye bağlı olanlar bile vardı.Robert Hieronimus yazdığına göre, esoterik tarihçiler ABD'nin kurucuları arasında 50'ye yakın Mason sayıyorlar... ABD'nin 4 kurucusu-Washington, Jefferson, Franklin ve Adams-Gül-Haç tarikatının üyesiydi. Bu kurucuların üçü-Jefferson, Franklin ve Adams-aynı zamanda İlluminati tarikatına da üyeydiler. George Washington ve bağımsızlık savaşının Fransız destekçisi olan General Lafayette, yalnızca yakın arkadaşlar değil, aynı zamanda aynı locanın üyesiydiler. Bağımsızlık savaşına komuta ederken, Washington, düzenli olarak askeri localarda yapılan toplantılara da katılıyordu. Washington Bağımsız Büyük Loca'nın (Independent Grand Lodge) Büyük Üstadlığı'na seçildi. Bu loca, 1805 yılında onun anısına Alexandria Washington Locası adını aldı.

Esoterik tarihçiler, Bağımsızlık Bildirgesi'ni imzalayan 56 kişiden 50'sinin mason olduğunu da bildiriyorlar. Bunun yanı sıra, Amerikan ordusundaki subayların büyük çoğunluğunun Mason olduğu ve askeri localarda toplandığı biliniyor. Kendisi de bir Mason olan General Lafayette, Washington'un "Mason olmayan subaylarına hiçbir zaman içinden gelerek emir vermediğini, zaten neredeyse tüm yakın askeri çevresinin onun mistik bir bağ ile bağlanmış biraderleri olduğunu" yazmıştır.

ABD'nin bir diğer kurucusu Benjamin Franklin de Washington'dan pek farklı değildir. Masonik tarihçiler, Benjamin Franklin'i döneminin en büyük Amerikalı Masonu olarak kabul ederler. Franklin kendi gizli derneğini de kurmuştu: "Leather Apron Club"  (Deri Önlük Kulübü). Organizasyonun adı bile olaydaki Masonik etkiyi gösteriyor, çünkü o sıralar Masonik önlükler deriden yapılıyordu.Franklin, siyasi bir ittifak oluşturmak amacıyla 1776'da Fransa'ya geldikten hemen sonra, Fransız mason localarıyla bağlantı kurdu. 1778 yılında Voltaire'in "Nine Sisters" (Dokuz Kız kardeşler) adlı locadaki tekris töreninde Franklin de bulunuyordu. Ertesi yıl bu locanın üstatlığına seçildi. Bunun yanında iki Fransız locasıyla daha ilişki kurdu: Saint Jean de Jerusalem (Kudüslü Aziz Jean) ve Loge des Bons Amis (İyi Dostlar Locası). Fransızlarla kurduğu ilişkiyi, Amerikan-Fransız ittifakının kurulmasında kullandı. İki taraf arasındaki diplomasi ve gizli görüşmeler, Masonik protokole uygun olarak yürütülüyordu.ABD'nin kuruluşuna imza atan bir diğer isim de Thomas Jefferson'dı. Onun bağlantıları da incelediğimiz diğer biraderlerini aratmayacak niteliktedir. 1960 yılında yayınlanan "Masonic Bible", Jefferson'ın 'aktif bir mason olduğuna kuşku olmadığını' bildirir... Bunun yanında 'Gül-Haç uzmanı' Dr. Spencer Lewis, Jefferson'ın Gül-Haç olduğuna dair önemli deliller sunar. Dr. Lewis, Jefferson'ın yazdığı bir kağıtta 'garip bazı işaretler' bulduğunu, bu işaretlerin de eski gizli ve kutsal Gül-Haç metinlerinde yer alan bir şifre türü olduğunu açıklamıştır.


Masonlukla bu denli özdeşleşmiş olan ABD kurucularının Yahudilerle olan ilişkileri de ilgi çekicidir. Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda Washington'un yanında çok sayıda Yahudi yer almıştır. Yahudiler kendileri için bir tür "Vaat edilmiş Toprak" olarak gördükleri ABD'nin bağımsızlığına özellikle finansal yönden büyük destek verirler. İki ünlü Yahudi banker, Hayim Solomon ve Robert Morris, Washington'un ordularını finanse eder. Ayrıca Hayim Solomon "büyük bir mason"dur. Savaş sonrası da karşılıklı muhabbet sürer. Washington, 1781'de Newport'u ziyaret ettiğinde Yahudiler tarafından "Kral Davud Locası"nda yapılan Masonik törenle karşılanır.

Evet, ABD dünyanın ilk Masonik ve de Kabalistik cumhuriyeti olarak doğmuştur.Püriten mirası üzerinde, Masonlar ve Yahudiler eliyle kurulmasının en doğal sonucudur bu. Bu ikili ittifak, bu büyük başarısını dosta-düşmana duyurmaktan da çekinmemiştir. Ancak bu duyurma, Kabala'nın ve Masonluğun geleneksel yöntemi, yani sembolizm yoluyla yapılmıştır. ABD Büyük Mührü'ne bakmak, bu mesajı algılamak için yeterlidir.[1]

İngiliz-Amerikan Irkçılığı ve Yahudi Öğretisi

Avrupa, modern çağın başlangıcına dek ırkçılık kavramıyla tanışık değildi. Ortaçağ'da Katolik Kilisesinin kurduğu toplum modeli ırkçılıktan tümüyle uzaktı. İnsanlar kendilerini şu ya da bu ırkın üyesi değil, Hıristiyan dininin bağlıları olarak kabul ediyorlardı. Hıristiyan olmayan toplumları da ırk yönünden aşağı görmek gibi düşünceleri yoktu. Hatta, 590-604 yılları arasında Papa Gregory (Gregory The Great) Yahudilere her türlü baskı yapılmasını yasaklamıştı ve bu kural yüzyıllarca devam ettirildi. 11. yüzyılda Yahudilere karşı sert bir tutum başlamıştır ama bu bir ırkçılıktan çok, Yahudilerin "İsa'nın katilleri" olarak görülmesinden, yani dini nedenlerdendir.Bu arada dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, Katolik Kilisesi'nin, Kolomb ve adamlarının öne sürdüğü "Amerikan yerlilerinin bir tür hayvan olduğu" şeklindeki düşünceye karşı çıkmış olmasıdır. Amerika'yı Yahudilik adına keşfe çıkan Kabalacı Kolomb, Yahudi öğretisindeki ırkçılık düşüncesini Amerikan yerlilerine uygulamaktan çekinmezken, Katolik kilisesi buna tepki göstermiş ve bu insanlara da dinin anlatılması gerektiğini bildirmişti. Bunun en ünlü örneği, Chiapas piskoposu Bartolome de Las Casas'ın, Kolomb ile birlikte Yeni Dünya'ya ayak basan kolonicilerin "yerliler bir tür hayvandır" iddiasına karşılık, yerlilerin "gerçek birer insan" olduğunu savunmuş olmasıdır. Bu nedenle Las Casas "yerlilerin havarisi" olarak anılmaya başlamıştı. Las Casas'ın yerlileri savunan düşünceleri, daha sonra bir başka rahip Domingo de Soto tarafından da savunulacak ve Soto, "imanı kılıçla kabul ettirmek, onu iğrenç hale getirmektir." diyecekti.

Aynı şekilde, Dominiken rahip Fray Antonio Montesinos da 1511 yılında San-Domingo kilisesinde sömürgeci conquistadorların uygulamalarını lanetlemiş ve "masum bir halka uyguladığınız vahşet nedeniyle hepiniz ölümcül bir günah içindesiniz." diyerek onları suçlamıştı. Daha sonra, 1537'de, Papa III. Paul de, yayınladığı "Sublimis Deus" adlı fermanında sömürgeci vahşetini lanetlemiş, Kızılderililerin "gerçek insanlar" (veros homines) olduklarını, onları köle düzeyine indirgemek küstahlığını gösterenlere rağmen, iman sahibi olma yeteneğine haiz insanlar olduklarını ilan etmişti.

Ancak Katolik kilisesinin kurduğu Avrupa düzeni önce Protestanlık, sonra da Aydınlanma ile yıkıldı. Kurulan yeni düzen, beraberinde ideolojileri doğurdu. Bu ideolojilerin en önemlilerinden biriyse ırkçılık saplantısıydı. Irkçılık, ilk olarak Protestan ideolojisiyle birlikte yeşerecek zemin buldu. Luther'in öğretisinin ırkçılığın gelişimine önemli bir zemin hazırladığı kabul edilir. Yeni Dünya'da ırkçılığın en önemli temsilcileri ise başta Püritenler olmak üzere Protestan İngiliz kolonicileridir. Burada doğan ırkçılık, Anglo-Sakson (İngiliz ve Amerikan) ırkçılığını oluşturmuştur. İngilizce konuşan ırkların diğerlerinden üstün olduğunu savunan bu öğreti, birazdan inceleyeceğimiz gibi emperyalizme de güç vermiştir.Amerikalı sosyolog Thomas F. Gossett, Race: "The History of an Idea in America" (Irk: Amerika'daki Bir Düşüncenin Tarihi) adlı kitabında, Anglo-Sakson ırkçılığındaki Protestan ve özellikle de Püriten etkisinin önemine dikkat çekiyor. Gossett'e göre, ırkçı düşüncenin gelişiminde önemli rol oynayan isimlerin başında Amerikalı Protestan din adamı Josiah Strong gelmektedir. Strong, Sosyal Darwinizm'le Protestan öğretisini birleştirerek, Anglo-Sakson ırkının üstün bir ırk olduğunu ve "Kızılderililer'i Tanrı'nın izniyle yok etme hakkına" sahip olduklarını öne sürmüştür. Thomas Gossett, bu üstün ırk safsatasının kaynağının şöyle analiz eder:

Beyaz olmayan ırkların, Tanrı'nın isteğine uygun olarak yok edilmesi düşüncesi, kuşkusuz Josiah Strong'un kendi başına geliştirdiği bir düşünce değildir. 'Tanrı, kendi halkına yer açmak için, diğerlerinin yok edilmesini istedi' cümlesi, Püriten din adamlarınca söylenmiştir. Bir başka Püriten, "Tanrı, aralarında hastalık yayarak Massachusetts'deki Kızılderililer'in sayılarını 30 binden 300'e indirmemizi istedi." demişti. Benjamin Franklin, daha sonra aynı düşünceyi savunacak ve otobiyografisine şöyle yazacaktı: 'Yerlilere içirdiğimiz rom içkisi Tanrı'nın bu pislikleri (Kızılderililer'i) yeryüzünden kaldırmak için yaptığı planın bir parçasıydı'. İngiliz kolonicileri, biyoloji kuralları (Sosyal Darwinizm) ile ispatlanmaya çalışılmadan çok daha önce de kendilerinin seçilmiş halk olduğuna inanıyorlardı. Püritenler, Tanrı'yla aralarındaki ilişkinin, İsrailoğulları ile Tanrı arasındaki ilişki gibi olduğunu düşünüyorlardı. Amerikan bağımsızlığının ardından, 'Amerikalı İsrailoğulları' başlıklı bir dini konuşma yapan Ezra Stiles aynı düşünceyi vurgulamıştı. İki yıl sonra Thomas Jefferson, Amerikan Büyük Mührü'ne İsrailoğulları'nın kurtuluşu ile ilgili bir tasvir yerleştirmeyi teklif etti. 1787'de Timoty Dwight, Amerikalılardan "seçilmiş ırk" olarak söz etmeye başladı.


Açıkça görüldüğü gibi, Anglo-Sakson ırkçılığı, tahrif edilmiş Tevrat'taki Yahudi öğretisinde yer alan "seçilmiş ırk" safsatasının, Amerikalı ve İngilizlere uyarlanması ile kendine dayanak buluyordu. Diğer bir deyişle İngilizce konuşan halkların ırkçılık akımı, açık bir "Yahudileşme"ydi. (Gossett'in üstte sözünü ettiği Kızılderili katliamındaki Yahudi etkisini daha ayrıntılı olarak incelemiştik.)1805 yılında Thomas Jefferson'ın "Tanrı, İsrailoğulları'na tarih boyunca nasıl rehberlik ettiyse, Amerika'nın kurucularına da öyle rehberlik etmiştir" demişti. ("İsrailoğulları"na bu denli düşkün olan Jefferson, incelediğimiz gibi bir Gül-Haç ve masondu). Gossett, bu üstün ırk inancının 19. yüzyılın ırkçı havasıyla daha da güçlendiğini anlatıyor ve "1840'larla birlikte, seçilmiş ırk düşüncesi, 'Anglo-Sakson ırkı'nın üstün özelliklerinin belirlenmeye başlamasıyla daha da güçlendi" diyor. Öyle ki 1846'da, Senatör Thomas Hart Benkon, bu "üstün ırk"ın Pasifik sahillerine kadar tüm Amerika'yı ele geçireceğini, daha sonra da Asya'yı kolonileştirmeye başlayacağını müjdelemişti. Gossett'in anlattığına göre, 19. yüzyıl boyunca Amerikalı ve İngiliz Protestan din adamları, sosyal Darwinizm'le, Eski Ahit'in (tahrif edilmiş Tevrat) ırkçı öğretilerini birbiriyle kaynaştırıp, Anglo-Sakson üstünlüğünü kanıtlamaya çalıştılar.[1]

"Bizler de Yahudi'yiz; Yeryüzü Bizim Olmalı!"

Amerikalı sosyolog Thomas Gossett, ırkçılığın kökenlerini incelediği kitabında, Anglo-Sakson ırkçılarının kendilerini Yahudilerle özdeşleştirmelerini anlatırken, bir de bu düşünceye bağlı olarak geliştirilen ilginç bir teoriyi anlatıyor. İngiliz din adamı John Wilson tarafından geliştirilen teori, Anglo-Saksonlar'ın-yani Amerikalı ve İngilizlerin-kendilerini Yahudilerle özdeşleştirme çabalarına, somut ve organik bir temel oluşturma denemesinden ibaretti. "Anglo-İsrail" hareketini başlatan bu teoriyle, Anglo-Saksonlar, aslında kendilerinin de "Yahudi" olduğunu ispatlamaya (!) uğraşıyorlardı:

Anglo-İsrail hareketi, 1837'de İngiltere'de başladı. John Wilson adlı 'nonconformist' (bağımsız Protestan) bir rahip, Eski Ahit'te anlatılan ve Jacob'un (Hz. Yakup), oğlu Joseph'e (Hz. Yusuf) ebediyen zaferle dolu bir kader vaat ettiği hikayeyi değişik bir biçimde yorumladı: Wilson, Joseph'in zaferle müjdelenmiş soyunun İngilizler olduğunu öne sürdü. Ona göre, İngilizler, açıkça Joseph'in soyundan geliyorlardı. Şöyle ki; İsrailoğulları'nın on kabilesi, Asurlular tarafından MÖ 8. yüzyılda İsrail'den sürülmüşlerdi. Daha sonra bu kabileler kaybolmuş ve sonları tarihin derinliklerine gömülmüştü. Ama, Wilson'a göre, İsrail'in 'On Kayıp Kabile'si artık bulunmuştu: Bu 'kayıp' Yahudiler, İngiltere'nin Anglo-Saksonları'ydı... Gerçi İngilizlerin fiziksel özelliklerinin Yahudilere uymadığı şeklinde bir itiraz gelebilirdi ama Wilson ve öğrencileri buna karşı da ustaca bir açıklama getiriyorlardı: Yahudiler orijinal olarak aslında aynı İngilizler gibi sarışın insanlar olmalıydılar. Çünkü Kutsal Kitap, David'in (Hz. Davud) 'kızıl saçlı' olduğunu söylüyordu! Kısacası, Anglo-Saksonlar da gerçek birer Yahudi'ydiler; yani Tanrı'nın seçilmiş ırkındandılar...

İngiliz ırkçılarının ortaya attığı bu teori hızla benimsendi. Kısa süre sonra İngiltere'de "Anglo-Israel Association" (Anglo-İsrail Birliği) kuruldu. Daha sonra British-Israel Association (Britanya-İsrail Birliği) adını alan örgüt, ülke içinde pek çok sempatizan topladı. Örgüt, 1890'dan 1915'e kadar yayınlanan Our Race, Its Origin and Its Destiny (Irkımız, Kökeni ve Geleceği) adlı bir haftalık gazete çıkardı. Gazetede, İngilizce konuşan halkların da "Yahudi" olduğuyla ilgili "delil"ler sunuluyor, Eski Ahit'ten seçilmiş ırk düşüncesini destekleyen pasajlar aktarılıyordu. Gazetenin yazarları, tahrif edilmiş Tevrat ayetlerine dayanarak, İngiltere ve Amerika'nın geleceğiyle ilgili tahminler de yapıyorlardı. Anglo-İsrail hareketi, 1870'lerde Amerika'ya da sıçradı. 1884 yılında, İngiliz Anglo-İsrail hareketinin misyonerlerinden olan Edward Hine adlı bir rahip Amerika'ya yollandı ve büyük bir propaganda kampanyası açtı. Böylece, "bizler de Yahudi'yiz" sloganı Amerikan ırkçılarının da ağzında gezmeye başladı. (Anglo-İsrail hareketi bugün de hem İngiltere'de hem de Amerika'da bazı dini gruplar tarafından sürdürülmektedir.)

Kuşkusuz ne İngilizler ne de Amerikalılar, "seçilmiş ırk" değillerdi. Anglo-İsrail hareketinin ve benzeri "Yahudileşme" akımlarının asıl etkisi de zaten içinde bulundukları toplumları "seçilmiş ırk" olduklarına inandırmak olmadı. Önemli olan bu "Yahudileşme" hareketlerinin, İngiliz ve Amerikalıların toplumsal bilinci üzerindeki etkisidir. Çünkü bu toplumlarda, söz konusu "Yahudileşme" hareketlerinin sonucunda, Yahudilere karşı duyulan olağandışı sempati ve "Yahudilerin Filistin'e dönme hakkı"na olan inanç daha da güçlendi.İngiltere ve Amerika'daki bu toplumsal etki, bu iki ülkenin Yahudilerin Vaat Edilmiş Topraklar'a dönme çabası olan Siyonizm'i neden büyük bir istekle desteklediklerini de açıklar. Yahudileri "seçilmiş halk"olarak görme alışkanlığına sahip bu iki ülkeden pek çok kişi, 20. yüzyılda Siyonizm'e büyük destek vererek "Hıristiyan Siyonistler" sıfatını kazanmıştır.[1]

CFR'nin Kuruluşu ve Başkan Wilson'un Akıl Babaları

20. yüzyılın başına gelindiğinde, Amerika'daki pek çok entelektüel, yayılmacı politikayı benimsemişti. Ancak Amerikalıların bir bölümü, Püriten-Yahudi geleneğinden kaynaklanan yayılmacı politikaya karşı çıkıyor ve Amerika'nın da-dünyanın hemen hemen bütün diğer ülkeleri gibi-asıl olarak kendi sorunlarıyla uğraşması gerektiğini, başka toplumların içişlerine karışmak gibi bir "misyon" ya da hak sahibi olmadığını söylüyorlardı. Bu görüşü savunanlar "isolationist" (izolasyoncu), Amerikan yayılmacılığını savunanlar ise "internationalist" (uluslararasıcı) olarak tanımlandı. "İzolasyoncu"larla, "uluslararasıcı"lar arasında on yıllarca süren tartışma, 1917 yılında ikinci grubun zaferiyle sonuçlandı. Bu tarih, Amerikan emperyalizminin resmen doğduğu tarih olarak da kabul edilebilir. O yıl, Başkan Woodrow Wilson, her ne kadar seçim öncesinde Amerika'yı savaşa sokmayacağını vaat etmiş olsa da, Amerika'nın 1. Dünya Savaşı'na girmesi gerektiği ile ilgili olarak Kongre'ye çok önemli bir mesaj yolladı. Ve o tarihten sonra da Amerikan yayılmacılığı ülke dış politikasının asıl amacı haline geldi.

Bugün Amerika'da izolasyoncu görüşü savunmaya devam edenlerin çoğu, Wilson'u, Amerika'yı normal bir devlet olmaktan çıkarıp, "dünyanın başına bela" haline getiren adam olarak görürler. Ancak gerçekte bu kritik politika değişikliğini yapan irade, Başkan Wilson'dan çok, onu manipüle eden bir grup elittir.

Bu "elitlerin" adresini aramaya kalktığımızda ise, kaçınılmaz bir biçimde, ABD emperyalizminin "nüvesi" olan CFR, yani "Council on Foreign Relations" (Dış İlişkiler Konseyi) ile karşılaşırız. CFR'nin öyküsü, I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından toplanan Paris Barış Konferansı'na uzanır. Konferansa' katılan delegeler, 30 Mayıs 1919'da Paris'te Hotel Majestic'te uluslararası bir grup kurmak amacıyla toplandılar; böylece uluslararası ilişkilerde hükümetlerine tavsiyede bulunacaklardı. Bu toplantıda oluşturulan organizasyona Institute of International Affairs (Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) adı verildi. 5 Haziran 1919'daki bir toplantıda ise bunun tek bir organizasyon değil, birbiriyle yardımlaşan ayrı kuruluşlar olarak düzenlenmesine karar verildi. Sonuçta merkezi New York'ta olan ve Amerikan dış politikasıyla ilgilenecek olan "Council on Foreign Relations"(CFR) kuruldu. Londra'da da "Royal Institute of International Affairs" (RIIA) oluşturuldu. Bu, aynı zamanda Chatham House olarak da biliniyordu ve görevi İngiliz hükümetinin dış politikasını belirlemekti. Yan kuruluşu olan "The Institute of Pacific Relations" (Pasifik İlişkiler Enstitüsü) sadece Uzakdoğu ilişkilerini düzenlemek için kurulmuştu. Enstitünün benzerleri Paris ve Hamburg'da da oluşturuldu. Hamburg kolu "Institut für Auswartige Politik", Paris kolu da "Centre d'Etudes de Politiques Etrangeres" olarak biliniyordu. Kısacası, bir anda, Batı'nın büyük güçlerinin dış politikalarını yönlendirecek yeni kurumlar oluşturulmuştu.

Dikkat edilmesi gereken, dünyanın lider ülkelerinin dış politikalarını yönlendirmek amacını güden bu kuruluşların kimler tarafından kurulduğu ve finanse edildiğiydi. Finansörler ikiye ayrılabilirdi. "Avrupa yakası"ndakilerin en büyük temsilcisi, ünlü Yahudi finans hanedanı Rothschildlar'dı. Amerika'da ise birden fazla finansör vardı.[1]

Albay House ve Başkan Wilson

Wilson politikalarından söz eden ve "perde arkasını" arayan kaynakların hemen hepsi, Wilson'un özel danışmanı Albay Edward Mendell House üzerinde çokça dururlar. Çünkü rütbesinden çok daha büyük bir güce sahip olan House, CFR'nin önde gelen kurucularından birisidir ve Wilson üzerinde de büyük bir etkiye sahiptir. Amerikalı siyasi tarihçi Dan Sommot'a göre, "House, Wilson'un çoğu iç ve özellikle de dış politikalarını üretmiş, kabine üyelerinin seçiminde büyük rol oynamış ve Wilson'un Dışişleri Bakanlığını büyük bir ustalıkla yönetmiştir." Mouse'nin Başkan üzerindeki olağanüstü etkisi, Britannica'nın İngilizce baskısında da şöyle vurgulanıyor.House, kabinede herhangi bir görev almayı reddetmesine rağmen, Wilson'un 'sessiz partneri' konumuna geldi. Kabine ve Kongre üyeleri üzerindeki kişisel etkisi, Wilson'un politikalarını denetlemesini sağladı. Özellikle dış politika konularında çok etkiliydi ve yakın ilişkiler kurduğu Avrupalı liderle birlikte Amerikan dış politikasını koordine etme şansı buldu.

Böyle bir tablo karşısında, doğal olarak, "Mouse'nin gücü nereden geliyordu?" diye sormak gerekiyor. Bu noktada, House'nin çok yakın ilişki içinde olduğu bazı New York bankerlerini adlarını öğreniyoruz. Dan Smoot, AlbayHouse'un; Paul ve Felix Warburg, Otto H. Kahn, Henry Morgenthau, Jacob ve Mortimer Schiff, Herbert Lehman gibi büyük finansörlerle yakın ilişki içinde olduğunu, hatta bir anlamda onların Washington'daki temsilciliklerini yaptığını yazar.Mouse'nin büyük gücü arkasındaki bu sermaye desteğine dayanıyordu. Amerikalı yazar George Sylvester, 1932 yılında yazdığı ve House-Wilson ilişkini konu alan The Strangest Friendship in History; Woodrow Wilson and Col. House (Tarihteki En İlginç Dostluk: Wilson ve House) adlı kitabında şöyle yazıyordu:

"Schiff, Warburg, Kahn, Rockefeller gibi dev finansörler, House'a çok güveniyorlardı. House, bu finansörler ile Beyaz Saray arasındaki aracıydı."

İşte bu noktada çok ilginç bir şeyle karşılaşıyoruz. Çünkü, bu büyük bankerlerin çok önemli bir ortak özelliği vardı: İstisnasız hepsi yahudiydi! Encyclopaedia Judaica, söz konusu bankerlerle ilgili önemli bazı bilgiler veriyor:

Paul Warburg; Hamburg doğumlu bir Alman Yahudisi, sonradan ABD'ye göç ediyor, büyük bankerlerin arasına giriyor. Yahudi bankerlerin geleneksel tavrına uygun olarak, bir başka Yahudi banker ailenin kızıyla, Kuhn, Loeb şirketinin sahibi Solomon Loeb'in kızı Nina Loeb ile evleniyor. Serveti gittikçe büyüyor. "Bilinçli" bir Yahudi; sayısız Yahudi örgütüne finansal destek sağlıyor. Paul Warburg, ayrıca bir de "bir dünya hükümeti ister istemez kurulacak; tek sorun bu sonuca güzellikle mi yoksa zorla mı ulaşılacağıdır" şeklindeki ünlü sözüyle de tanınıyor.

Felix Warburg ise en az kardeşi Paul kadar "bilinçli". O da "ırk-içi" evlilik yaparak, Jacob Schiff'in kızı Frieda ile evleniyor. Pek çok Yahudi örgütüne destek veriyor. Filistin'e yapılan Yahudi göçünü ve Siyonist hareketi destekliyor. Filistin'deki Yahudi göçmenlere ve Kudüs İbrani Üniversitesine büyük destek veriyor. Siyonist lider ve ilk İsrail devlet başkanı Chaim Weizmann ile işbirliği içinde.

Jacob Schiff, belki de sözkonusu Yahudi bankerler içinde en önemlisi. Almanya kökenli ünlü bir haham ailesinin soyundan geliyor. Babası Moses, Rothschildlar'ın ortağı. Diğerleri gibi o da "ırk-içi" evlilik yapıyor ve Solomon Loeb'in diğer kızıyla evleniyor. Antisemit politikaları nedeniyle düşman olduğu Çar'ın devrilmesi için elinden geleni yapıyor; 1904-1905 Rusya-Japonya savaşında Japonlara 200 milyon dolar veriyor. Rus Yahudilerini silah ve para yönünden desteklerken, Kerensky hükümetine yardım ediyor. (Ayrıca Schiff'in Bolşeviklere de büyük yardım yaptığı da biliniyor.)

"Yahudi olan hiçbir şey kalbime yabancı değildir" sözüyle tanınıyor. Tüm dünyadaki Yahudi organizasyonlarına para yardımı yapıyor. Talmud ve Tevrat eğitimini finanse ediyor. Amerikan başkanlarına Yahudiler lehinde hareket etmeleri için lobi yapıyor. Özellikle de 1917 yılından sonra, Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması çabasının güçlü destekçileri arasına giriyor. Mortimer Schiff ise onun kardeşi ve her zaman ağabeyinin yolunu izliyor.Herbert H. Lehman; Amerikalı Yahudi banker, politikacı ve devlet adamı. Lehman Brothers şirketi ile kısa sürede büyük servet elde ediyor. Sayısız Yahudi organizasyonunu finansal yönden destekliyor. Daha sonraki dönemde "Roosevelt'in sağ kolu" oluyor. İsrail'in kuruluşuna destek veriyor; Filistin'e Yahudi göçünü destekliyor. Dış politikada "internationalist"(yayılmacı) görüşü savunuyor ve İsrail Devleti'ne yapılan Amerikan desteğinin başlıca organizatörlerinden oluyor.

Otto Kahn ise Almanya kökenli Yahudi Kahn ailesinin Amerika'daki temsilcisi, büyük bir banker. O da "içerden" evleniyor; Yahudi Kuhn, Loeb şirketinin ortaklarından Abraham Wolff'un kızıyla nikahlanıyor. 30 yaşındayken ABD'nin en önde gelen bir-iki bankeri arasına giriyor. Pek çok Yahudi organizasyonunu finanse ediyor.

Henry Morgenthau: Morgenthaular, Alman kökenli bir Yahudi ailesi. Henry Morgenthau, Yahudi ailenin Amerika'daki diplomat ve finansör üyesi. 1912-1916 yılları arasında Osmanlı'da Amerikan Büyükelçiliği yapıyor. (Morgenthau, bu yıllardan sonra, sözde Ermeni Soykırımı'nı konu edinen ve Osmanlı'yı soykırım uygulamakla suçlayan bir kitap da yazıyor.)

Morgenthau da bilinçli bir Yahudi; Wilson tarafından Polonya Yahudilerinin durumunu incelemekle görevli komisyonun başına atanıyor. Uluslararası Siyonist örgüt B'nai B'rith'in yönetim kurulunda çalışıyor.Kısacası, Başkan Wilson üzerinde büyük etkiye sahip olan Albay House, sözkonusu Yahudi bankerlerin, ya da "Yahudi önde gelenleri"nin adamıydı. Dolayısıyla House'nin Wilson'a yaptığı telkinlerin, gerçekte bu Yahudi liderlerin amaçları doğrultusunda olduğunu anlamak pek zor değildir. Bir başka deyişle, Wilson'un gerçek akıl hocaları, devrin önde gelen Yahudileridir.Dan Smoot, Mouse'nin Wilson'a yaptığı telkinlerden söz ederken, onu "Amerika'nın tüm dünya üzerinde 'demokrasi'yi korumak gibi kutsal misyonu olduğuna" ikna ettiğini yazıyor. Mouse'nin telkinleri, Amerika'nın resmi olarak 121 yıldır süren "izolasyoncu" geleneğinin kesin bir sona erişi ve Amerikan yayılmacılığının resmen onaylanmasıyla sonuçlanmıştı. Wilson'un Almanya'ya karşı savaşa girmesindeki en büyük etken ise, yine Albay Mouse'dir; Yahudi önde gelenlerinin Washington'daki adamı...

House'nin ilginç bir başka icraatı ise, Başkan Wilson'a bir yandan da Siyonizm lehinde lobi yapmasıydı. Yahudi yazar Joshua B. Stein, o yıllarda İngiltere'de Siyonizm'in en önemli savunucularından olan Josiah Wedgwood'un, Başkan Wilson'la görüşerek, ona uzun uzun Siyonizm'in önemi ve bu işi için gereken Amerikan desteği konusunda telkinde bulunduğunu bildiriyor. Wedgwood'u Başkan'la tanıştıran ve görüşmeleri ayarlayan kişi ise kahramanımız Edward House!... Mouse'nin bir başka ilginç ilişkisi ise Siyonizm'e resmi İngiliz desteği anlamına gelen Balfour Deklarasyonu'nu yazan kişiyle, yani bir Hıristiyan Siyonist olan Lord Balfour'la çok yakın bir dostluk kurmuş olmasıydı.[1]

JFK Suikasti (1963)

Başkan John F. Kennedy suikasti, gelmiş-geçmiş en ünlü ve en kuşku uyandıran komplo olarak tartışılmaya devam etmektedir. JFK cinâyetinde kesin bir sonuca ulaşmak, muhtemelen hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Ancak suikasti kuşatan karanlık düğümler ve sonraki örtbas etmeler, yakın tarihteki gizli bir elin etkisini açıkça göstermektedir.

22 Kasım 1963 tarihinde Başkan Kennedy, bir otomobil konvoyuyla Dallas'ta gezmektedir. Öğleden sonra 12:30'da arabası Dealey Meydanı'nda köşeyi dönerken yavaşladığında, bir yaylım ateşi başlamış ve başkan, başka yaralıların yanı sıra, başından öldürücü bir yara almıştır. Derhal en yakın hastaneye götürülmüş; fakat çok geçmeden ölmüştür. Ardından, cesedi otopsi yapılmak üzere Birleşik Devletler Deniz Kuvvetleri Bethesda Hastanesi'ne götürülmüştür.

O günün ilerleyen saatlerinde Dealey Meydanı'ndaki bir bina olan Teksas Okul Kitapları Deposu'nda çalışan Lee Harwey Oswald'ın Dallaslı bir polis memuruna ateş açtığı açık bir şekilde görülmüş ve sonunda aralarında "Başkanı öldürecektin, öyle mi?" sözlerini bağıran memurun da bulunduğu bir grup polis tarafından Teksas Sineması'nda yakalanmıştır. Oswald, Deniz Kuvvetleri'nde çalışmış, ardından Sovyetler Birliği'ne iltica etmiş, fakat Birleşik Devletler'e geri dönmüştür. Ünlü "Ben yalnızca kullanıldım."cümlesini söylediği iki gün boyunca sorgulandıktan sonra, oswald, en yakın hapishaneye nakledilirken, bir gece kulübü sahibi ve mafya gangsteri olan Jack Ruby tarafından vurularak öldürülmüştür.

Kennedy'nin yerine başkan olan başkan yardımcısı Lyndon Johnson, suikasti araştırmak üzere Warren Komisyonu'nu görevlendirmiştir. 10 aylık bir araştırmadan sonra Komisyon, Oswald'ın Teksas Okul Kitapları Deposu'nun 6. katındaki "keskin nişancı yuvası"ndan Kennedy'ye 3 el ateş ederek vurduğu kanısını içeren raporunu sunmuştur. Rapora göre Oswald, 3. kişilerle işbirliği yapmamış, tek başına hareket etmiştir.

"Yalnız Silahşör" kuramı, resmi açıklamaların çoğu yönü hakkında kuşku uyandıran bir yığın anlamlı kanıtla çürütülmüştür. Birçok komplo kuramcısı, en muhtemel senaryonun CIA, Castro karşıtları ve mafyadan oluşan bir grubun JFK'ye suikast yapmak için bir araya geldiğini ve ardından da hükümetle hukuk icra daireleri içindeki bağlantılarını kullanarak olayı örtbas ettiklerini tartışmaktadır. Bununla birlikte son yıllarda baş suçlunun olayı etkin bir şekilde sahneleyip sonra da paçayı sıyıran Lyndon Johnson olduğu hakkında görüş birliğine varılmaya başlanmıştır.[2]

Kaynaklar

[1] Aytekin Gezici, "Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler", Tutku Yayınevi, Ankara 2013.
[2] Joel Levy, "Gizli Tarih", İthaki Yayınları, İstanbul 2007, s. 75-76, 79.

22 Ocak 2017 Pazar

En Büyük Kişisel Gelişim Kitabı 
KURAN'I KERİM!
Bakın Kuran-ı Kerim’de bizi yaradan Rabbimiz bize nasıl öğütler veriyor.
Bizi bizden daha iyi bilen Rabbimiz, yüce kitabında gören gözler için apaçık bir kişisel gelişim dersi veriyor.
Haşr 10: Muhatabına güvenmek istiyorsan, önce sen güvenilir ol.
Saff 2: Yalandan uzak dur.
Maun 4-5: Eleştirinin keskin bir bıçak olduğunu unutma. Söyleyeceklerini iyi tart.
İsra 37: Kibirli olma, alçak gönüllü davran.
Müddesir 1-5: Kendini fazla abartma.
Yunus 12: Vazgeçilmez olmadığını kabul et.
Rum 21: Tek başına mutlu olunamayacağını bil. Çevrenin mutluluğu için gayret göster.
Tekasür 1-2: Kibrine yenilip hep daha fazlasını isteyerek hayatını zehir etme.
En”am 50: Ön yargılarla hayatı kendine zehir etme.
En”am 60: Bildiklerinle açıklayamadığın şeyler, hayatının kâbusu olmasın.
Felak 1-5: Korkuların tutsağı olarak yaşamaktan vazgeç.
Fecr 27-28: En sevdiğin şeyleri, başkalarıyla paylaşmanın keyfine var.
Tekvir 25-27: Her şeyin üstesinden gelemeyeceğini asla unutma.
Hucurat 10: Büyüklük kompleksine kapılıp, insanları ezerek arkadaşlarını kendinden uzaklaştırma.
Bakara 156: Çaresizlik tuzağına düşme. Her zaman bir umut ışığı olduğunu aklından çıkarma.
Beled 5-6: Her şeye hakim olmak için uğraşıp hayatı yaşanmaz hale çevirme.
Muhammed 7: İyiliği karşılık beklemeden yap.
Vakıa 83-87: Ölümden korkmak yerine, ölüm gerçeğiyle yüzleş.
Bakara 263: Yaptığın iyilikleri unut. Anlatarak onları kıymetsizleştirme.
Furkan 63: Sana yapılan kötülüğün karşılığını vermek yerine öfkenin dinmesini bekle
.
İnşirah 1-3: Seni huzursuz edecek işlerden uzak dur. İhtirasını törpüle.
Mücadele 7: Hiçbir sırrın sonsuza kadar gizli kalamayacağını unutma.
Rahman 7-9: Çıkarcı olma. Adil davran.
Tevbe 40: En zor zamanda bile kesinlikle ümitsizliğe kapılma.
Fatır 19-22: Senden iyi durumda olanlara bakıp üzüleceğine, senden zor durumda olanları görüp rahatla.
Hakka 33-35: Hayatının vazgeçilmezleri olsun. Onları küçük çıkarlar içi n asla feda etme.
Kalem 1-2: Yazdıklarının ve yaptıklarının peşini bırakmayacağını unutma. Gücünü insanların yararına kullan.
Münafıkun 4: Bencil olma, tebrik etmeyi bil.
Yusuf 32-33: Modern hayatın çarpıklaştırdığı kadın-erkek ilişkilerinin, hayatını esir almasına izin verme.
Ankebut 41: İyi bir dostun, paha biçilmez olduğunu aklından çıkarma.
Al-i İmran 92: İyilik yapma arzunu, şarta bağlama. Vermek almaktan daha büyük bir ihtiyaçtır, asla unutma.
Hacc 46: Kendini, hep daha iyiye ulaşmak zorunda olduğuna koşullama.
İbrahim 42: Merhametli olmaktan asla vazgeçme.
İsra 23: Anne ve babana ”off” bile deme.
Nisa 149: Kendini sürekli övmekten uzak dur.
Enfal 56: Sözünüzde durmamanın utanç verici olduğunu aklından çıkarma.
Âl-i İmrân 139: Yaşadığın zorluklar karşısında kendini bırakma ve üzülme; hedefe ulaşmak inancını ve azmini korumayı, duygularına hakim olmayı gerektirir.
Furkan 43: Heveslerini kendine ilah edinme.
Necm 3: İnanma duygunu diri tut.
Nisa 58: Karar verirken, vicdanının sesini duymazlıktan gelme.

Ö M Ü R D E D İ Ğ İ N
Hayata ha şimdi, ha sonra başlayım derken, bir bakıyorsun
TÜKENİVERMİŞ ömür...
Avucumuzda son kullanma tarihi çoktan geçmiş bir yığın
TECRÜBE kalıyor.
Atsan atılmıyor,
satsan satılmıyor!..
"Gençlik bir kuştur;
tutmak istersin ama tutamazsın.
Yaşlılık bir paçavra; satmak istersin ama satamazsın!"
B i r
i k i n d i
g ö l g e s i
Ö M Ü R
d e d i ğ i n...
Gece olur duramazsın,
güneş vurur kalkamazsın.
Sade bir ikindilik, kısa bir dinlencelik…
Dünyaya ait ne varsa harcanıp gidiyor.
Yiyip içmeler, gezip tozmalar,
gülüp eğlenmeler...
Evin, arabanın taksitleri,
filanca yerde yaptığımız tatiller,
almalar vermeler,
saçıp savurmalar,
bizim zannettiğimiz saklayıp durduğumuz altınlar,
azıcık bile vermeye kıyamadığımız paralar…
Hepsi bir bir kaçıyor bizden,
ya da istemesek de biz onlardan ayrılmak zorunda kalıyoruz…
B i r
S E C D E
y e r l e r i
k a l ı y o r
g e r i y e

Alnımızda mıh gibi çakılı kalıyor.
Bozulmuyor, kokmuyor, yitmiyor…
Bir o bize kalıyor…
O k ş a n m ı ş b i r
 YETİM b a ş ı
ö p ü l m ü ş
 ANNE e l i,
a l ı n m ı ş
b i r BABA d u a s ı,
Reyyan kapısından geçmek için vize mâhiyetinde, saklanmış ORUÇ’lar…
Gizliden; şöyle birileri görmesin diye kimseye çaktırmadan bir fakirin eline tutuşturulmuş SADAKA'lar kalıyor…
Mâsivadan sıyrılıp, vakit saat dinlemeden açılmış eller,
tek O’ndan istemeler,
tek O’na gönderilmiş dilekçeler kalıyor…
Yürekten söylenmiş bir
ELHAMDÜLİLLAH,
âcizce,
kulca edilmiş nasuh bir
TEVBE,
isyanları yıkayan
GÖZYAŞLARI
kalıyor…
Mümince gülüşler, şeker tadında sözler….
Kimsenin etini yemeden,
kırıp dökmeden,
gözünde yaş bırakmadan geçirilmiş günler kalıyor...
Biraz dur, bekle biraz!…
Arada bir arkana dön ve geriye neler bıraktığına bak...
Harcanmış yıllarını seyret usulca,
Bak nasıl bitiyor ömür dediğin…
Bir KAPIYA bir kere gidersin,
ikincisinde utanırsın...
Ama bir
K A P I
var ki her gün gidersin,
gitmelere
D O Y A M A Z S I N
Çünkü bilirsin seni KAPISINDAN
kovmayacak
bir tek;
"O" V A R D I R
Her gün,
her gün içini dökersin,
bir O SIKILMAZ senden,
bir O AFFEDER seni,
bir O yüzüne vurmaz AYIPLARINI !..

Bir adam;
Hz.Halid bin Velid'e (ra.)
"Falanca adam senin hakkında konuştu"
dedi.
Hz Halid
"Kendi sayfasıdır istediği ile doldurur"
dedi.
.......
Bir adam;
Vehb bin münebbih'e (ra)
"Falanca adam senin hakkında konuştu"
dedi.
Hz Vehb;
"Şeytan senden başka elçi bulamadı mı?"
dedi.
.....
Bir adam
Ali bin Hüseyin'e
"Falanca adam senin hakkında konuştu"
dedi.
Ali bin Hüseyin
"Eğer benim hakkımda söyledikleri doğru ise Allah beni affetsin.
Eğer doğru değilse Allah onu affetsin"
dedi.
........
Bir adam;
İmam şafiiye (ra)
"Falanca adam senin hakkında konuştu"
dedi.
İmam Şafi (ra)
"Eğer doğru diyorsan sen dedikoducusun.
Eğer yalan söylüyorsan sen fasıksın"
dedi.
......
Bir adam;
Bir alime
"Falanca adam senin hakkında konuştu"
dedi.
Alim
"O bana ok attı ama isabet ettiremedi.
Sen ise oku getirip kalbime sapladın"
dedi.
.....
Bir adam;
Bir Alime
"Falanca adam senin hakkında konuştu"
dedi.
Alim
"Üç cinayet işledin;
Kardeşim ile aramı bozdun.
Boş kalbimi meşgul ettin.
Kendini de, benim gözümden düşürdün dedi."
.....
"Rabbim bizi Dedikodudan, gıybet ve su-i zandan muhafaza etsin inşaallah
Amin amin amin"


Ters Kutuplar - Türkiye rejim değil ! Sistem değişikliğine gidiyor !

20 Ocak 2017 Cuma

ERDEMLİ GENÇLİK SEMİNERİ
(Teşekkürler Sultanbeyli Belediyesi- Teşekkürler Nilüfer Hatun Kız Anadolu Lisesi)
16.01.2017 tarihinde Nilüfer Hatun Kız Anadolu Lisesi’nde gerçekleştirilen “Erdemli Gençlik” semineri ile yazar Fehmi DEMİRBAĞ’ı misafir ettik. İlgi çekici etkinlikleri ve farklı sunumuyla öğrencilerimiz tarafından büyük bir ilgiyle takip edilen Fehmi DEMİRBAĞ bu semineriyle tüm öğrencilerimizin gönlünde taht elde etmiştir. Seminer içeriği öğrencilerin eğiticiliği açısından çok faydalıydı.
Yazar Fehmi DEMİRBAĞ okumanın ve yazmanın önemi üzerinde durarak “Okuma alışkanlığınız olsun gençler ” diyerek okumanın ve yazmanın ne kadar önemli olduğunu öğrencilerimize tavsiye etti. Günümüzde okuma alışkanlığının çok zayıf olduğu göz önüne alındığında aslında öğrencilerin okuma alışkanlığını kazanmasının ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Ancak şuan içinde bulunduğumuz teknoloji çağı öğrencilerin okumasının önüne geçerek onların zamanlarını daha çok sosyal medyada geçirmesine sebep oluyor. Yazarımız Fehmi DEMİRBAĞ bu noktada öğrencilere “İnsanların en değerli varlığının zaman olduğunu belirtti. Bizim en büyük sorunlarımızdan biri de vaktimizi iyi değerlendirmeyip çok okumamaktır” dedi. Örneklerini İslam dininin birinci kaynağı olan Kur’an-ı Kerimden veren yazarımız ilk inen ayetlerde “Oku” emrinden ve “Kalemden” bahsedildiğini hatırlattı. Ancak bu emirlerin doğru anlaşılmadığını ve bu yüzden de insanların Kur’an mesajlarını sadece mezarlıkta ölüler için okuduklarını ve bunlar üzerinde düşünmediklerini söyleyen yazarımız 15 Temmuz’da ülkemizde meydana gelen Darbe girişiminin aslında düşünme yeteneğini kullanamayan bazı kesimlerin kukla gibi kullanılması sonucu yaşandığını ve halkımızın bu oyuna gelmeyerek bu girişimi engellediğini söyledi. Bu noktada okuyarak düşünme yeteneğimizi kaybetmememiz gerektiğine de vurgu yaptı. Bunun için okullarda Edebiyat ve Düşünce kulüplerinin muhakkak kurulması gerektiğini ve haftalık olarak öğrencilerin toplanıp düşüncelerini ortaya koyarak fikirler üretmesinin önemini ortaya koymuştur. Ayrıca Müslümanlar olarak dini değerlerimizi kaybetmememiz gerektiğine de vurgu yapan yazarımız, dini değerimizi kaybetmemiz için batı özentiliğinin gençler arasında yaygınlaşması için her yolun denendiğine ve bu oyuna gelmememiz gerektiğine vurgu yaptı.
Seminer boyunca öğrencilere bu önemli bilgileri tiyatral bir anlatımla sunun Fehmi DEMİRBAĞ tüm öğrencilerin istifade edebileceği yazarlardan biridir. Bilginin önemi kadar karşı tarafa aktarımının da öneminin farkında olan yazar bir buçuk saat boyunca öğrencilerin sıkılmadan semineri dinlemesini sağlayarak bu alanda ne kadar başarılı olduğunu göstermiştir. Ayrıca öğrencilere seminer boyunca dağıttığı hediyeler ve kitapları da ilgiyle karşılanmıştır.
Bu seminerin gerçekleşmesini sağlayan Sultanbeyli Belediyesine ve Sultanbeyli Kültür Müdürlüğüne teşekkür ediyoruz. Ayrıca Değerli yazarımız Fehmi DEMİRBAĞ’a da bu faydalı semineri için tekrardan teşekkürlerimizi sunuyoruz.
E.S.
Müdür Yardımcısı









17 Ocak 2017 Salı

BENİM ANAYASAM NASIL OLMALI?
 Kötülüğe Göz Yummak Felaketimiz Olur!
"İsrâiloğullarından birtakım kimseler günahlar işlemeye başlayınca âlimleri onları bu işlerden önce menettiler. Onlar vazgeçmeyince bu defa da âlimler onlarla oturup kalktılar ve yiyip içtiler. Bunun üzerine Allah Tealâ onların kalplerini birbirine kattı ve Davud'un ve Meryemoğlu İsa'nın diliyle onları lanetledi." (Kur'an,5/78)
Bir yere yaslanmış bulunan Allah Resulü oturduğu yerde doğrularak şöyle dedi:
“Hayır! Canımı kudretinin elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, kötüleri kötülükten tam olarak çekip doğruya yöneltmezseniz, siz de onların akıbetinden selamette kalamazsınız.”
İsrâiloğulları âlimlerinin, kötülük işleyen kimseleri önce o fenalıktan menedip, daha sonra onlarla yiyip içmesi, düşüp kalkması, içli dışlı olması onların da kalplerinin kararmasına sebep olmuştur. Buna göre bir kimse kötülük işleyip, diğeri de onu bundan vazgeçirmeye çalışsa, daha sonra kötülüğü bırakmayan o kişiyle ilişkiyi kesmeyip hiçbir şey yapmamış gibi işi oluruna bıraksa, her ikisi de Allah'ın gazabını hak eder. Bu durumda yapılması gereken, işin peşini bırakmamak, elden hiçbir şey gelmiyorsa bile pasif direniş göstermek, kalben buğzetmektir. Hadîste anılan âyette belirtildiği gibi, böyle davranan İsrâiloğulları gerek Hz. Dâvûd ve gerekse Hz. İsa'nın diliyle Allah'ın gazabına uğramaları için bedduaya hedef olmuşlardır.
Resûl-i Ekrem bu buyruğu yaslanmış durumda iken söylemiş ve Müslümanlara ait olan talimatı vereceği zaman ise, doğrulmakla işin önemini belirtmek istemiştir. Talimatın verdiği mesaj şudur: Müslümanlar haksızlık edenlere "dur!" demeli, onların hakkı kabul etmelerine çalışmalı, mazlumların haklarını iade etmeye gayret göstermelidirler. Bu, onların görevidir. Bu yükümlülüklerini yerine getirmezlerse sorumluluktan kurtulamaz ve İsrâiloğullarıyla aynı akıbete uğramak kaçınılmaz olur.
Umumi Azap Nasıl Gelir?
Hz. Ebû Bekir, bir hitabesinde şöyle der:
"Ey insanlar siz, 'Ey imân edenler! Siz kendinize düşene bakın. Siz doğru yolda olduktan sonra, sapıtan kimseler size zarar veremez." (Kur'ân, 5/105) âyetini okuyorsunuz ve fakat yanlış anlıyorsunuz. Hiç şüphesiz biz Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu duyduk:
"İnsanlar zalimi görüp de kendisine engel olmazlarsa Allah'ın hepsine umumî bir azap göndermesi pek yakındır.”
Bazı kimseler, âyetin zahirine bakarak zannetmişler ki, mü'minler sadece kendi nefislerinden sorumludur. Kendileri doğru yolda olduktan sonra, dalâlete giden kimselerin bu hali onları ilgilendir- mez ve onlara zarar vermez. Hz. Ebû Bekir ise, ayetin yanlış yorumlanmaması gerektiğini belirterek asıl manasını açıklayıcı hadîsi rivayet etmiştir.
İmam Nevevî de âyeti şöyle açıklar:
"Ey insanlar! Siz yükümlü olduğunuz görevleri tam yaptığınız zaman, dışınızdakilerin kusurları size zarar vermez. Bu görevlerden birisi de iyi şeyleri emretmek ve fena şeylerden alıkoymaktır. Mükellef, bu görevini yaptığına rağmen muhatabı kendisini dinlemezse, mükellef olan zat Allah tarafından kınanmaz. Çünkü görevini yapmış durumdadır."
"Yeryüzünde bir günah işlendiğinde, onu görüp de çirkin karşılayan, onu görmemiş kimse gibidir. Onu görmediği halde ondan memnunluk duyan da, ona şahit olan gibidir."
Mü'min elindeki bu Peygamberi ölçüye bakarak niyetine, kalbi arzu ve temayüllerine dikkat etmelidir. Çünkü sadece kötülüğü yapan sorumlu olmaz. Aynı zamanda onu görüp veya duyup da sevinen, ondan memnunluk duyan kimse de sorumludur. Çünkü kötülük yapan kişi, böylelerinden cesaret almakta, kötülüğüne uygun zemin bulmaktadır.
Diğer taraftan kötülüğe şahit olan, yanında kötülük işlenen kimse de bunu yadırgadığı, çirkin karşıladığı ve vazgeçirmek için hiçbir şey yapamasa bile en azından kalbiyle buğzettiği sürece onun günahından korunmuş olur. Manen sorumluluktan kurtulur.
"En faziletli cihâd, zâlim bir hükümdar yanında gerçeği söylemektir.”
İslâm'da cihâd sadece savaş değil, çok daha kapsamlıdır. İyiliği teşvik, kötülükten sakındırmak da cihadın bir çeşididir. Her cihâd türünün şart ve neticelerine göre önem ve mükâfatı farklıdır. İşte zâlim bir hükümdarın yüzüne karşı hak ve gerçeği haykırmak da cihâd, hem de en faziletli cihâddır.
Evet, dilediği kimseyi sorgusuz sualsiz öldürebilen zâlim hükümdarın yüzüne karşı, kendisini hakka, adalete davet etmek, zulüm ve haksızlık gibi fena işlerine son vermesi için uyarıda veya iyi şeyleri yapması için teklifte bulunmak can güvenliğini büyük ihtimalle tehlikeye düşürür. Böyle bir ortamda doğru bir konuşma, elbette, bazen zafer kazanıp gazi olma ihtimali de bulunan, düşmanla savaşmaktan daha tehlikelidir ve her babayiğidin kârı değildir.
Bu konuda şu Peygamber mesajıda çok anlamlıdır:
"Canımı kudretinin elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, ya iyiliği emredecek ve kötülükten alıkoyacaksınız veya Allah kendi katından pek yakında size umumî bir azap gönderecektir. Ondan sonra yalvarıp yakarırsınız ama duanızı da kabul etmez.”
"Kolaylaştırın zorlaştırmayın. Müjdeleyin -bir rivayette de 'ısındırın'- nefret ettirmeyin.”
Kaynaklarda belirtildiğine göre, Hz. Peygamber cihâd ve İslâm'ı tebliğ için birini bir yere gönderdiğinde ona bu tavsiyede bulunurdu. Bu, Hz. Peygamber'in çok özlü sözlerindendir. Dünya ve âhiret saadetini içine almaktadır. Hz. Peygamber bu hadîsinde dünyaya ait işlerde insanlara kolaylık gösterilmesini, âhiretle ilgili konularda da hayırlı vaadler, sevindirici müjdeler verilmesini emretmiş, böylece alemlere rahmet olarak gönderildiğini ispat etmiştir.
Hadîste "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın" cümlesi, insanın yapması zorunlu işlerde taviz verin anlamında değildir. Ancak, bu zorunlu işler karşıdaki insana teklif edilirken kullanılacak bir üslûp vardır. Hadîste bu üslûbun yumuşak, tedricîliği esas alan ve gerektiğinde ruhsatı gösteren bir üslûp olmasını emretmektedir.
Hadîsin ikinci kısmı olan "Müjdeleyin -ısındırın-nefret ettirmeyin" cümlesini ise hadîs sarihleri şöyle açıklıyorlar:
Değişik İlâhî tehdit ve korkutucu emir ve yasakları birden söyleyip şiddet göstermeyin ki, yeni Müslüman olanlar, bulûğ çağına yaklaşan çocuklar ve günahlarından yeni tövbe etmiş bulunan günahkârlar İslâm'a yatışsınlar. Bunları lütuf ve yumuşaklıkla yavaş yavaş ibâdetlere alıştırın. Nitekim İslâm'ın ilk yıllarında bu tedricîlik gözetilirdi.
Haksızlıklara Tepkisizlik ve Hz. Peygamber'in Talimatları
"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" atasözü çoğumuzun hayat prensibi haline gelmiş. Hatta dokunan yılandan bile hakkımızı almayı düşünmez, onu daha da palazlandırır, ejderha haline getiririz. Bundan dolayıdır ki, dünyada bir ağırlığımız bulunmamaktadır. Bir şekilde yaşamak (!) bizim için kafi geliyor. Bunun sürünerek olması bile kimimizin onurunu rencide etmiyor. Acaba dinimiz bizden bunu mu istiyor? Peygamberimiz bu halimizi onaylıyor mu? Burada kaydedeceğimiz Hz. Peygamber'in sözlerine bir bütün olarak bakıldı- dığında, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde O'nun konuya ilişkin eğilimini ortaya koymaktadır. Nasıl olmamızı istediği konusunda açık bir fikir vermektedir. Mesajları gayet nettir. Yoruma ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır. Müslümanın, her çeşidiyle haksızlık ve kötülüğe karşı tutumunun nasıl olması gerektiğini belirlemektedir. Bizden istenen bu tepkinin, usulüne en uygun, en kalıcı, en etkin ve en iyi sonuç alıcı nitelikte olması gerekmektedir. Zaman ve zemine göre bunu feraset ve basiretiyle belirleyecek olan, yine müslümanın kendisidir.
Zorba zalimlere karşı kâmil müslümanın tutumu:
"En üstün cihad zalim hükümdara karşı hakkı söylemektir!” "Zalim bir hükümdarın huzurunda kalkıp, ona iyiliği emreden ve kötülükten meneden, bu yüzden de öldürülen kimse, şehitlerin efendisidir.” "İnsanlar zalimi görüp de, (güçleri yettiği halde) zulmüne engel olmazlarsa, Allah pek yakında Kendi tarafından hepsini kapsayacak umumi bir azap gönderir.” "Ümmetimin, zalime 'Ey zalim, yanlış yapıyorsun!' Demekten korktuğunu gördüğünde, artık ondan ümit kesilmiştir.”
Kâmil Müslüman olmak için, kötülükle mücadele şart
Küçüklerimize şefkat etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen, iyiliği emretmeyen, kötülükten sakındırmayan bizden değildir.”
Hz. Peygamber, sahabilerinden bağlılık sözü alırken, her nerede olursa olsun haktan başkasını söylememelerini ve Allah yolunda hiçbir kimsenin kınamasından çekinmemelerini de şart koşardı.Ebû Zer anlatıyor: “Dostum Hz. Muhammed, bana birkaç hayırlı tavsiyede bulundu: Allah yolunda hiç kimsenin kınamasından çekinmememi, acı da olsa sadece hakkı söylememi bana tavsiye etti.”
Kötülüklerle herhangi bir şekilde mücadele etmemek, imandan yoksun olmanın işaretidir. "Sizden kim bir kötülük görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzet- sin. Bu kadarı imanın en zayıf derecesidir.”
"Benden önce Allah'ın gönderdiği her peygamberin mutlaka ümmetinden havarileri (yardımcıları) ve arkadaşları olmuştur. Bunlar onun yolundan giderler, emirlerini de yerine getirirlerdi. Sonra, bu peygamberlerin ardından öylesi kötülükler zuhur etti ki, bazıları onun yapmadıklarını söyleyip kendilerinden istenenin tersini yaptılar. Kim bu güruhla eliyle mücadele ederse, mü'mindir. Kim onlarla diliyle mücadele ederse o da mü'mindir. Kim de onlarla kalbiyle (yaptıklarını onaylamayıp, nefret duyarak) mücadele ederse, o da mü'mindir. Bunun ötesinde, artık zerre miktar iman yoktur.”
Zayıfların hakkını güçlülerden almayan bir toplumu Allah affetmez:
"Resulullah'ın yanına Habeşistan muhacirleri dönünce, onlara: 'Habeşistan'da gördüğünüz farklı şeylerden bana anlatmaz mısınız?' buyurdu. Onlardan bir grub genç: 'Elbette! Ey Allah'ın Resulü!' dediler ve şunu anlattılar: (Bir gün) biz otururken, onların yaşlı rahibelerinden biri, başının üstünde bir su testisi olduğu halde yanımızdan geçti, onlardan bir gence rastladı. Genç elinin birini rahibenin omuzları arasına koyup onu itti. Kadın dizlerinin üzerine düştü ve testisi kırıldı. Kadın yerden kalkınca, gence döndü ve: 'Ey zalim! Allah Kürsüyü kurup, evvelin ve âhirini toplayıp hesaba çektiği, el ve ayakların dile gelip yaptıklarını anlattıkları o Kıyamet gününde sen bana yaptığın zulmün ne demek olduğunu öğreneceksin! Yarın Allah'ın huzurunda benim halimle, kendi halinin ne olduğunu göreceksin!' dedi. Resulullah: 'Rahibe doğru söylemiş, rahibe doğru söylemiş. Allah, zayıfların hakkını güçlülerden almayan bir milleti nasıl kötülüklerden arındırır? buyurdu.”
Kötülüğe ses çıkarmayan, iyiliği destekle- meyen, yarın Allah'ın huzurunda kendini hor ve hakir duruma düşürür.
Resulullah (bir gün): 'Hiçbiriniz kendisini tahkir etmesin' buyurdu. 'Ey Allah'ın Resulü! Bizden biri kendisini nasıl tahkir eder?' diye sordular. 'Bir kimse öyle bir şey görür ki, onunla ilgili bir şey söylemesi Allah'ın onun üzerindeki hakkıdır. Fakat o, bu hususta konuşmaz. Yüce Allah da Kıyamet günü, ona: 'Şu şu konuda niye üzerine düşen sözü söylemedin?' diye hesaba çeker. Adam: “Konuşma- mı halk korkusu engelledi” der. Yüce Allah da: 'Sen önce Benden korkmalıydın' der.”
İyilikle kötülüğün yer değiştirmesi Ümmet için felaketlerin en büyüğüdür.
Hz. Ali anlatıyor: "Resûlullah (bir gün): “Gençleriniz günah bataklığına düştüğü, kadınlarınız azdığı zaman haliniz nice olur?” diye sormuştu. 'Ey Allah 'ın Resulü, böyle bir hal mi gelecek?' dediler. 'Evet, hatta daha beteri!' buyurdu ve devam etti: 'İyiliği tavsiye etmediğiniz, kötülükten sakındırmadığınız vakit haliniz nice olur?' diye sordu. 'Bu da mı olacak?' dediler. 'Evet, hatta daha beteri!' buyurdu ve devam etti: 'Kötülüğü teşvik edip iyiliği yasakladığınız zaman haliniz nice olur?’
Yanındakiler: 'Ey Allah'ın Resulü! Bu gerçekten olacak mı?' dediler. 'Evet, hatta daha beteri!' buyurdu ve devam etti: 'İyiliği kötülük, kötülüğü de iyilik saydığınız zaman haliniz nice olur?' (Yanındaki ler çok daha büyük bir hayretle) 'Ey Allah'ın Resulü! Bu gerçekten olacak mı?' diye sordular. "Evet, olacak!" buyurdu.”
İyiliği teşvik, kötülüğü menetmek sadaka dır.
(Ashabtan bazıları): 'Ey Allah'ın Resulü!
Zenginler tüm sevapları alıp götürdüler. Onlar da bizim gibi namaz kılarlar, bizim gibi oruç tutarlar, üstelik fazla mallarından sadaka verirler!' dediler. Hz. Peygamber: Allah size de tasadduk edeceğiniz şeyler vermiştir: Her bir teşbih ("Sübhanellah" demek) sadakadır, her bir tekbir ("Allahü Ekber" demek) sadakadır, her bir tahmid (Elhamdü lillah) sadakadır, her bir tehlil (Lâilâhe illellah) sadakadır, iyiliği tavsiye sadakadır, kötülükten sakındırmak sadakadır…’ Başka bir rivayette: 'Kardeşine karşı tebessümün sadakadır; iyiliği tavsiye etmen sadakadır; kötülükten sakındırman sadakadır; yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır; gözü sakat kimsenin gözü olman sadakadır; yoldan taş, diken, kemik (gibi şeyleri) kaldırıp atman sadakadır; kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman sadakadır.”
Kötülükten sakındırmak, bir kardeşlik görevidir.
Ebû Hureyre der ki: "Biz (Hz. Peygamber'den) şunu da işitirdik: 'Kıyamet günü, tanımadığı birisi kişinin yakasına yapışır ve der ki: 'Sen beni hata ve kötü işler yaparken görüyordun, fakat ondan beni sakındırmıyordun!’
“İnsanların en hayırlısı, Allah'a karşı gelmekten en çok sakınan, akrabalarıyla ilişkileri en iyi olan ve en çok iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırandır.”
İyiliği tavsiye edip kötülükten sakındıran kimse, söylediklerine öncelikle kendisi uymalıdır.
Hz. Peygamber, Mirac'ta, dudakları ateşten makaslarla kesilen, kesildikçe eski haline dönen bazı kimseler görmüş; bunların, yerine getirme- diklerini başkalarına tavsiye edenler olduğunu öğrenmiş. Yine, cennetlik bazı kimselerin, cehen nemde bazı kimseleri gördüklerini, "Neden cehen- nemdesiniz? Oysa biz sizden öğrendiklerimiz sayesinde cennete girdik" diye sorduklarında, "Biz söy- lerdik, ama kendimiz yapmazdık" cevabını aldıkla- rını bildiriyor. Yine, başkalarının gözündeki çöpü görüp kendi gözündeki merteği unutanları yadırgıyor. Böylelerini, kendisi yanıp tükenirken başkalarına ışık veren fitile benzetiyor.

SİVİL/BİREY ANAYASASI
DÜNYA VE AHİRET MUTLULUĞU İÇİNDİR!
● Az ye.
● Az uyu.
● Az konuş.
● Cömert ol.
● Nefsine muhâlefet et.
● Tevâzu'lu, alçak gönüllü ol.
● Güler yüzlü ol.
● Dedikoduya karışma.
● Tefekkürü unutma.
● Mümkün olduğu kadar kimseden bir şey isteme.
● Kat'iyyen kimseyle münâkaşa etme.
● Kimsenin aybını görme ve araştırma.
● Halka fazla meyletme.
● Kim bir şey isterse vermeğe çalış.
● Tembellik etme.
● Zamanını boşa geçirme.
● Gaflet yerlerine hiç uğrama.
● Peygamber sav'in sünnetine tam sarıl.
● Kardeşlerine itirâz etme, peki demeyi öğren.
● Ruhsatlarla değil, azîmetle amel et.
● Muhakkak her gün Kur’ân-ı Kerîm’den bir bölüm oku.
● Dersini her gün muntazam yap.
● Tam edepli ol.
● Sabır dinin yarısıdır; unutma.
● Mekrûhlardan mutlaka kaç.
● Şek ve şüpheden uzak ol, sıdk ehli ol.
● Öleceğini bilsen yalan söyleme.
● İzinsiz başkasının evine veya odasına girme.
● Aceleci olma.
● Asabî olma.
● Sûizannı bırak.
● Hırsı bırak.
● Her şeyin sonunu tevekkül ile bekle, Kadere her zaman teslîm ve râzı ol.
● Müslümana karşı aman buğzetme.
● Benlik taşıma.
*Eller yahşî, ben yaman;*
*eller buğday ben saman* de ve öyle de ol.
● Nefsini dâimâ zemmet/kötüle.
● Duâ ederken kardeşlerini unutma.
● Uyuyan kardeşinin uykusunu hayırlı bil.
● Şeytâna fırsat verme; uyanık ol.
● Nefsine fırsat verme; kontrol et.
● Dilini zikrullahda dâim eyle.
● Evinden dışarı çıkınca *nazar ber kadem*eyle/ayak uçlarına bakarak yürü.
● Sadakayı unutma.
● Erken yat erken kalk.
● Akâid ve fıkıh öğren.
● Hadisleri öğren ve onlarla amel et/en az kırk tane.
● İlminle âmil ol/bildiklerini uygula.
● Devamlı istiğfâr ehli ol.
● Kimden bir nasîhat duysan, kendi ayıplarını düşün.
● İbâdetleri beğenmezlik etme.
● Haktan uzaklaştıracak kötü arkadaşın bulunmasın; varsa terk et!
● Âsî kimselerin yüzüne bakma ki, basîret gözün kapanır.
● Sabah akşam murâkabeyi/iç kontrolü elden bırakma.
● Kibir ve ucubu/amellerini beğenmeyi terk et.
● Namazın vaktinden evvel abdest al, ezan okunmadan câmide bulunmağa çalış.
● Allah’ı ve ölümü aklından çıkarma.
● Yaptığın iyilikleri ve sana yapılan kötülükleri unut!

FEHMİ DEMİRBAĞ


16 Ocak 2017 Pazartesi

AMERİKA…
Yıl 1786 idi.
İlk defa, ABD bandıralı bir gemi Osmanlı limanlarından birine yanaştı.
Adı “Grand Türk” idi…
İçine taşıdığı yolcular ise, Anadolu’ya ekilmek üzere gönderilen ilk nifak tohumları olan misyonerlerdi.
İlk önce İzmir ve çevresine yuvalandılar.
Türk devletinin geniş hoşgörüsünden (aslında gafletinden) yararlandılar!
Anadolu’da birçok misyoner okulu açtılar. Okullarına öğrenci olarak da daha çok Bulgarları, Ermenileri, Rumları, İngilizleri, Yahudileri ve Kürtleri aldılar!
Yeni kiliseler kurdular etrafında cemaatler oluşturdular, Matbaalar kurdular ve maalesef bu milletin aleyhinde binlerce kitap, dergi vb. basmak suretiyle kararlı bir şekilde faaliyetlerine devam ettiler!
1863 yılına gelindiğinde bu matbaalarda Ermenice, Rumca, Bulgarca, İbranice, Kürtçe ve Türkçe olmak üzere basılan kitap sayısı 160.000’i aşmaktaydı. 1900 yılına gelindiğinde ise sadece Anadolu’da (İstanbul dâhil) 400’ü aşkın okulda 17.500 civarında öğrenci okutmaktaydılar.
Daha doğrusu, nifak tohumlarını bu öğrencileri zehirlemek suretiyle ekmekteydiler!
Bir karşılaştırma yapabilmek açısından aynı dönemdeki Türk okullarının sayılarını da vermek gerekmektedir. 1913-1914 yıllarında sadece Anadolu değil, bütün İmparatorluk dâhilindeki Sultaniye ve İdadilerin sayısı 63 ve buralarda okutulan öğrenci sayısı ise sadece 6.800 civarında idi.
Osmanlı devleti, 1869’dan itibaren her türlü yabancı okulu yakından izlemeye başlayınca, gözdağı vermek için Osmanlı karasularına ABD savaş gemilerinin gönderilmesini dahi gündeme getirdiler!
Çünkü dönemin ABD Başkanı Theodore Roosevelt’e göre dünyada herkesten önce ezilmesi gereken bir Türk gücü vardı.
Zaten misyonerlere verilmiş olan talimatta da öz olarak başka bir şey denilmiyordu. Misyonerleri Anadolu’ya gönderen güç, onlara verdiği talimatta: “Bir fetih savaşına girmiş askerler olduğunuzu unutmayın. Ve her ne kadar mücadele manevi alanda, kafanın kafayla, kalbin kalple mücadelesi ise de ve sizin silahınız Tanrı’nın inayeti ile güçlendirilmiş manevi bir silahsa da Napolyon’un askeri girişimleri kadar araştırma, bilgi ve düşünmeye ihtiyaç gösterir. Bu mukaddes ve vaat edilmiş topraklar silahsız bir Haçlı Seferi’yle geri alınacaktır” denilmekte idi.
Yani, “Grand Türk”’ün yolcuları aslında; “Büyük Türk”ü “Küçük Türk” yapabilmek için gelmişlerdi…
Bulgaristan'ı kuranlar, başta Robert Koleji olmak üzere bu okullarda yetiştirildiler.
Sonunda bağımsız Bulgaristan kuruldu!
Sonra, sonra ne mi oldu?
Neler olmadı ki?
Bir yandan misyonerler aracılığı ile Anadolu’da nifak tohumları ekilmeye, Anadolu’da yaşayan halklar birbirinden soğutularak düşman edilmeye çalışılırken, bir yandan da Anadolu’da can vermek üzere olan Hıristiyanlığa can suyu verilerek Anadolu yeniden Hıristiyanlaştırılmaya çalışılıyordu!
Yeter mi? Tabi ki yetmez…
1948’den başlayarak, etkileri 1970’li yıllara kadar devam eden Marşal Yardımı kapsamında; o dönemde Anadolu’da her evde koyun, keçi veya sığır (süt hayvanı) bulunduğu halde, içine ne katıldığı bilinmeyen süt tozları bütün Türk çocuklarına (okullarda) dağıtılıp içirilerek geri zekâlı bir nesil oluşturulmaya çalışıldı!
Buna rağmen Menderes döneminde Kore'ye gittik ve onlar için savaştık. Kan döktük can verdik.
Hatta şarkılar bile besteledik. Yaşı 60’ın üzerinde olanlar bu şarkıyı çok iyi hatırlarlar:
“Amerika Amerika,
Türkler dünya durdukça,
Beraberdir seninle,
Hürriyet savaşında.
Bu bir dostluk şarkısıdır,
Kardeşliğin yankısıdır.
Kore'de olduk kan kardeşi,
Sönmez bu yangının ateşi…”
Ama kazın ayağı hiç de öyle değildi.
1960 yılına geldiğimizde ise yeni bir tezgâh daha sahneye konulmuştu.
O yıl ABD büyükelçiliğinde bir albay başkanlığında 18 kişiden oluşan bir Kürt İşleri Bürosu kuruldu ve bu büro aracılığı ile, özellikle doğu illerimizde ABD adına görev yapacak çok iyi Kürtçe konuşabilen ve bölge hakkında çok geniş bilgilerle donatılan yeni ajanlar yetiştirilmeye, hiç vakit kaybetmeden Anadolu’ya yollanmaya başlandı!
Bu ajanlara, şeytanın silah arkadaşı olan Fransa Paris’te Kürtçe öğretildi.
Ajanların çok büyük bir bölümü çok zeki, çok genç ve çok güzel kızlardan oluşuyordu. Bu güzel kızları, o yolu yolağı olmayan Kürt köylerinde gören Kürt ve Türk gençlerinin ise içleri gidiyordu. Ne kadar da güzellerdi…
O zamanlar, Türkiye’de devam eden bir savaş olmamasına rağmen, bölgede görevlendirilen bu ajanlara “Amerikan Barış Gönüllüleri” deniliyordu…
1969 yılı itibariyle 69 ilimizde toplam 232 barış gönüllüsü bulunmaktaydı.
Bu sözünü ettiğimiz “Barış Gönüllüleri (Peace Corps) projesi”, ABD tarafından 1961 yılında dönemin ABD Başkanı olan Jonn F.Kenedy tarafından, parlamento kararı ile başlatılan bir projeydi.
Proje kapsamında ülkemize gelen gönüllü (pardon ajan) sayısı resmi rakamlara göre 1201 idi, ancak gerçek sayının ne kadar olduğu hiçbir zaman tespit edilemedi!
Sonrası?
Doğu’daki PKK hareketinin başlangıcı bir 10 yıl sonraya rast gelir!
Yani bu barış gönüllülerinin icraatları bu topraklara saçılan kin tohumlarına mükemmel birer gübre olmuştu!
Bizler ise Amerikan barış gönüllülerinin saçtığı zehri unuttuk. Bu zehre karşı panzehir üretmeyi ve kullanmayı maalesef yeterince akıl edemedik.
Ne mi yaptık?
Sadece zehirlenmiş kardeşlerimize düşman olduk!
Bu Amerikan ajanlarının yıllar önce insanlarımız arasına yavaş yavaş ektikleri nifak tohumlarının zehirli meyvelerini son 20/30 yıldır sık sık yemek zorunda kaldık.
Bu zehirli meyveleri hala yemeye devam etmiyor muyuz?
Biz her şeye rağmen saf saf Amerika’yı dost ve müttefik olarak görmeye devam ederken, 1974 yılında gerçekleştirdiğimiz Kıbrıs Türk Barış Harekatı'na karşı çıkan, bu harekatı durdurmak için Akdeniz'e deniz filosu gönderen ve Harekattan sonra da uzun yıllar ülkemize silah, mühimmat ve askeri malzeme ambargosu uygulayan da bu dost Amerika idi!
Yine aynı yıllarda, ABD'nin Nihat Erim Hükümetine baskı yaparak Türkiye'de afyon ekimini yasaklattığını ve Ecevit'in iktidara gelmesiyle ABD'ye meydan okuyarak afyon ekiminin 1973 yılında yeniden başlatıldığını, Amerikan ambargosunun sebeplerinden birinin de bu afyon (haşhaş) ekimi krizi olduğunu unutmayalım.
Zaman ilerledi, 1992 yılına geldiğimizde başka bir Amerikan ihaneti ile karşı karşıya gelmiştik. 10 Aralık 1992'de ABD’ye ait Çekiç Güç helikopteri Cudi Dağı’ndaki PKK’lara silah, mühimmat ve malzeme attılar!
Yani ABD’nin PKK, PYD gibi Türk düşmanlarına yardım yapması hiç de yeni değildir.
Bu olayın Türk Jandarma ve İstihbarat Timleri tarafından fotoğraflanıp tespit edilmesi üzerine, Eşref Bitlis Paşa tarafından konu Genelkurmay Başkanlığı’na intikal ettirdi.
Bunun üzerine, 17 Aralık 1992’de Çekiç Güce bağlı ABD helikopterleri, Irak’ın Selahaddin Kenti’ne gitmekte olan Eşref Bitlis’in helikopterine ateş açtılar! Ama Paşa şimdilik kaydıyla kurtulmuştu.
Ve takvimler 01 Ekim 1992’yi gösterirken, ABD tarafından bir muhribimiz resmen (yanlışlıkla) vuruldu! Adı Muavenet idi.
Adını Çanakkale Savaşı’nda İngilizlerin Goliath Zırhlısı’nı batıran ünlü “Muavenet-i Milliye Muhribi”nden alan “Muavenet” adlı muhribimiz; dost ve stratejik ortak olarak bildiğimiz Amerika tarafından; Ege Denizi’nde gerçekleştirilen NATO Kararlılık Gösterisi-92 Tatbikatı sırasında, USS Saratoga (CV-60) uçak gemisinden üst üste ateşlenen füzeler tarafından, kaptan köşkü ve savaş harekât merkezinden vuruldu!
Bu elim olayda, yaşamlarının henüz baharında olan beş denizcimiz kalleşçe şehit edildi, 22 denizcimiz de yaralandı!
“Muavenet Muhribi 1 Ekim’de vuruldu, 4 Ekim’de ise Irak’ta Kürt Federe Devleti’nin ilan edildi!
Oysa Türkiye Irak’ta kurulacak bir Kürt devletini asla istemiyor ve hatta bunu savaş nedeni sayıyordu.
Diğer bir gelişme ise; Muavenet vurulduğunda Eşref Bitlis Paşa tarafından; Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı büyük bir harekât başlatılmıştı, ancak ABD bu harekâtın yapılmasını istemiyordu.
Artık bu Eşref Paşa Amerika için çok olmaya başlamıştı…
Nitekim üzeninden çok zaman geçmeyecek ve Eşref Bitlis Paşa; 1993 yılında uçağı düşürülerek (ABD parmağı olduğu düşünülen şaibeli bir uçak kazasında) şehit edilecekti!
1991 Yılındaki 1. Körfez Savaşı’nın ardından, 1996 yılında Saddam Hüseyin bölgedeki gücünü arttırınca, Kuzey Irak’ta barınamayacakları anlaşılan tam 7.500 CIA peşmergesi Kürt, ABD tarafından 1996 yazında bölgeden kaçırılmak zorunda kalındı.
Aynı yıl ABD tarafından Washington’da bir Kürt Enstitüsü kuruldu, başına da Mike Amitay adlı bir Yahudi getirildi…
İşte Irak’taki bugünkü sözde Kürt Devleti Projesi’nin taslak planları, daha önce Güneydoğu Anadolu’da defalarda inceleme gezisi süsü verilen istihbarat faaliyetlerinde yöneticilik görevi yapmış olan bu Yahudi ABD ajanı tarafından hazırlandı.
ABD’nin Kuzey Irak’tan kaçırdığı bu Kürtler ile Avrupa, Türkiye, Suriye ve İran gibi ülkelerden seçilen yetenekli Kürtler; bu Enstitü tarafından, ileride düşünülen işgal sonrası yapılacak operasyonlar için özel olarak yetiştirildiler!
Neler mi öğretildi?
Bir bölgenin demografik yapısı nasıl değiştirilir, nüfus ve tapu kayıtları nasıl sabote edilir, oylar nasıl değiştirilir ve Kerkük gibi kentlere göçmenler nasıl kaydırılır gibi “ince işler” öğretildi.
Aynı Enstitüde başka bir grup ise kurulacak Kürt Devletinin ihtiyaç duyacağı bürokrasiyi oluşturmak üzere yetiştirildi.
2002 yılına gelindiğinde ise 24 Temmuz – 15 Ağustos tarihleri arasında Kaliforniya’daki Nevada Çölü’nde, ABD tarihinin en büyük tatbikatı düzenlendi. Tatbikatın adı “Millennium Challenge-2002”, yani Türkçesi “Bin Yılın Meydan Okuması-2002” idi. Binlerce askerin katıldığı bu tatbikatta; ABD askerlerine, Türkiye'yi işgal eğitimi yaptırılıyordu.
Tatbikatın senaryosu ve başlangıç tarihi ise çok manidardı. Yani ABD, hedef tahtasına Türkiye’yi koyduğu tatbikatın başlangıç tarihi olarak, Lozan Anlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz’u seçiyor ve Türkiye’ye karşı bin yılın meydan okumasını yapıyordu!
Takvimler 20 Mart 2003’ü gösterirken “Özgürleştirme Operasyonu” adı altında ve naklen verilen dehşet dolu görüntülerle beklenen işgal hareketi başlatıldı!
ABD özel kuvvetleri ve ABD’de yetiştirilen Kürt gruplar 09 Nisan’da Kerkük’e, 10 Nisan’da da Musul’a girdiler ve buraları işgal ettiler.
Türk şehirlerine giren CIA Kürtleri 1. Körfez Savaşında olduğu gibi yine Tapu ve Nüfus Dairelerini yağmadılar!
Türk şehirlerindeki Tapu ve Nüfus kayıtlarının yok edilmesinin asıl sebebi ise, bölgedeki Türk kimliğini yok etmekti. Neden mi? Çünkü mevcut belgeler buraların Türklere ait olduğunu gösteriyordu. Öyleyse önce bunlar yok edilmeliydi.
Asıl amaç bölgede bir Kürt Devleti kurmaktı ve bu nedenle bölge Türksüz ve Arapsız hale getirilmeliydi! Öyle de yapıldı!
2’nci Körfez Savaşı ile Irak’ta gücünü ve etkinliğini arttıran ABD artık Irak’ta hiçbir Türk’ü istemiyordu.
Tarihler 04 Temmuz 2003’ü gösterirken ABD askerleri, Kuzey Irak’ta görev yapan Türk Özel Kuvvetlerine baskın yaptılar 11 askerimizi derdest ederek tutukladılar ve başlarına da ÇUVAL geçirdiler.
Bu çuval bütün Türk milletinin başına geçirilmiş bir çuval idi.
ABD tarafından bu baskında hırsızlık da yapılmıştır.
Türk Timi’nin karargâhı darmadağın edildi, odalardaki her şey kırıldı, döküldü, parçalandı. Türk bayrakları ve Atatürk tabloları yerlere atıldı. Karargâhtaki askeri uydu sistemi tahrip edildi, 30 tüfek, bilgisayar, harita, uydu fotoğrafları, çelik kasada bulunan 106.000 dolar para, telsizler, bir adet jeep, iki kamyonet ve bir otomobil çalındı.
Çok daha önemlisi, bu baskında çok önemli bir MİLLİ KRİPTO CİHAZI’mıza da el konuldu.
Daha sonraki yıllarda da Amerika’nın Türkiye aleyhindeki faaliyetleri ve Türk düşmanlarına yardımları hiç hız kesmeden devam etti.
2016 yılında ABD güdümündeki Irak’taki kukla hükümete gaz verilerek Musul’daki, Başika’daki askeri varlığımız tehdit edildi, tehlikeye sokuldu ve Irak’tan çıkmaya zorlandı.
Aslında geçmişe yönelik anlatılacak çok şey var ama isterseniz kısa keselim ve gelelim bu güne…
Ney yazık ki, Türk milletine zararlı Amerikan faaliyetleri azalmadığı gibi artarak devam etti ve halen de artarak devam etmektedir.
Artık gün; dün değil, bugün…
Gelen haberlere göre;
ABD tarafından, Suriye'nin Afrin bölgesinde bölücü örgüt PKK adına bir ‘TERÖR AKADEMİSİ' kuruldu!
Şu anda birçok ülkeden gelen kürtçü teröristler bu kampta Türk milletine karşı eğitilmektedir!
Türk istihbarat birimleri tarafından Başbakan Binali Yıldırım'a sunulan rapora göre; sadece 2016 yılında PKK'ya verilen silahlarla ‘modern bir ordu' kurulması mümkündür!
Son günlerde PKK/PYD'nin, önemli miktarda cephaneyi Münbiç-El Bab-Afrin hattına naklettiği bilgisi de gelen bilgiler arasındadır!
PKK'ya verilen silahlar arasında uçaksavarlar, roketatarlar, Dockalar, Kaleşnikof, Zagros, Dragunov ve G- 3 otomatik piyade tüfekleri de yer almaktadır!
Bu şu demektir: ABD tarafından PKK/PYD/YPG, şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde Türkiye’ye karşı güçlendirilmekte, eğitilmekte, donatılmakta ve silahlandırılmaktadır.
Burada verdiğimiz fotoğraf da zaten her şeyi açıkça ortaya koymaya yetmektedir. Afrin'de yeni çekilen bu fotoğraf, Türkçe Konuşan Ülkeler Uluslararası Gazeteciler Derneği (TKÜUGD) Suriye Medya Ofisi tarafından yayınlanmıştır.
Ne diyelim?
Böyle dost, böyle ortak... Düşman başına…
Aslında en güzelini, yıllar önce Aşık Mahzuni Şerif söylemiştir:
“Devleti devlete çatar,
İt gibi pusuda yatar,
Kan döktürür silah satar,
Su diye yutturur buzu,
Gafil düştük kuzu kuzu!
Bunca milletlere yazık,
Sömürülmüş bağrı ezik,
Seni sevenin fikri bozuk,
Ulkemizi parcalamaya calisan dIs guclere karsi, Türk milleti ve bu topraklarda yaşayan herkes din, dil, ırk, cinsiyet, milliyet, etnik köken farkı gozetmeksizin el ele, omuz omuza tek vücut olmalı, birlik, beraberlik icinde birbirimize kardesce, dostca, sevgi ve saygıyla davranarak bu cennet vatanımızı korumalıyız.
Sevgiyle, akılla, bilinçle ve mutlulukla ....(Ercan Akpınar)

VE...

Alman asıllı ABD’li gazeteciden ürkütücü iddia;
“KIYAMET TOHUM DEPOSU” OLARAK BİLİNEN, NORVEÇ’İN KUZEYİNDEKİ BİR ADAYA KURULAN “SVALBARD KÜRESEL TOHUM DEPOSU” HANGİ KIYAMETİ BEKLİYOR?
“Svalbard dünyayı ele geçirme planının bir parçasıdır”
Alman asıllı Amerikalı araştırmacı-gazeteci F. William Engdahl, tarım sektörünü elinde tutan GDO devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini iddia ediyor. Svalbard hariç dünyadaki diğer tohum depolarını bekleyen kıyamet nedir? Esas amaç ari üstün ırk yaratmak mı yoksa istenmeyen ırkları yiyeceklerle kısırlaştırmak mı?
2008 yılının Mart ayında, Norveç’in kuzeyindeki Spitsbergen adasında “SvalbardKüresel Tohum Deposu” adı verilen bir ambar kuruldu. Donmuş bir dağın 130 metre altına inşa edilen ambarda şu anda dünyanın dört bir yanından yaklaşık 3 milyon farklı tohum özel ambalajlarda saklanıyor. Kuzey Kutbu’na 1100 kilometre uzaklıkta olan buzdağı ambarında bazı dayanıklı tohumlar 1000 yıl kadar bozulmadan kalabilecek. Her türlü nükleer saldırıya, patlamaya ve depreme dayanıklı olan bu tohum deposuna ‘kıyamet tohum deposu’ da deniyor. Dünya üzerindeki tüm tohum çeşitlerini bir araya getirmeyi hedefleyen ambarın amacı, gelecekte dünyanın başına gelebilecek nükleer savaş, meteor düşmesi veya iklim değişimi gibi bir felaket durumunda, tohum çeşitliliğinin korunmasını sağlamak.
Buraya kadar her şey gayet iyi niyetli görünüyor. Ancak Alman asıllı Amerikalı araştırmacı-gazeteci F. William Engdahl’ın bu proje ile ilgili dehşet verici şüpheleri var. Engdahl, tarım sektörünü ellerinde tutan GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini düşünüyor. Spitsbergen’in buzlaşmış kayalıklarının altında ‘dünyayı ekonomik ve genetik olarak ele geçirme’ planlarının yattığını iddia eden Engdahl, teorisini ambar projesi finansörlerinin kimlikleri ve geçmişleri hakkında ayrıntılı hatırlatmalar yaparak ispatlıyor. İlk baskısı 2007’de yapılan, Nisan 2009’da Türkçeye çevrilen “Ölüm Tohumları/ Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar’ adlı kitabın da yazarı olan Engdahl ile ‘kıyamet muhafızları’ dediği finansörlerin kimlikleri, neler yaptıkları ve Svalbard Küresel Tohum Deposu üzerindeki hedefleri hakkında konuştuk.
Kıyamet muhafızları
Svalbard Küresel Tohum Deposunun finansörleri kimler?
-Öncelikle, bu ambarın Global Crop Diversity Trust (GCDT- Küresel Hasat Çeşitliliği Örgütü) aracılığıyla işletildiğini söylemeliyim. Nisan 2009 rakamlarına göre 123 milyon dolarlık bir finansmanları var. Roma’da kurulan bu örgütün başında Kanadalı Margaret Catley-Carlson bulunuyor. 1998’e dek NewYork merkezli Nüfus Konseyi’nin de (Population Council) başkanıydı. Bu konsey John D. Rockefeller’ın nüfus populasyonunu düşürmek amacıyla 1952’de kurduğu, aile planlaması adı altında gelişmekte olan ülkelerde kısırlaştırma çalışmaları yürüten bir konsey. Diğer GCDT üyeleri arasında Hollywood DreamWorks Animation’a başkanlık eden Lewis Coleman da var. Coleman ABD’nin en büyük Pentagon anlaşmalı askeri endüstri şirketi olan Northrup Grumman Corporation’ın da kurul başkanıydı. Örgütün finansörleri ise; geçen yıl şirketin aktif yönetiminden çekilerek kurduğu Bill-Melinda Gates Vakfı aracılığıyla kendini Asya ve Afrika’daki çiftçilere yardıma adayacağını beyan eden Microsoft’un kurucusu Bill Gates! Dünyanın en büyük patentli GDO tohum ve tarım kimyasalları devi ABD’li DuPont/Pioneer Hi-Bred! Yine bir ABD’li GDO devi Monsanto! İsviçre menşeli GDO tohum ve tarım kimyasalları şirketi Syngenta! 1970’lerde 100 milyon dolarlık bir kaynakla ‘Yeşil Devrim’ diye bilinen tohumda gen devrimini başlatan ve tarımsal değişim ile ideal genetik saflığı sağlama çalışmalarını yürütmek üzere dünyanın en büyük vakıflarından birini kuran petrol devi Rockefeller! ABD, İngiltere, Norveç, Almanya, İsviçre ve Kanada’dan da devlet fonları aktarılıyor. Yani özetle, GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) tohumları az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yayarak tarlalardan orijinal tohumların kökünü kazıyan şirketler, şimdi dünya üzerindeki tüm orijinal tohumları olası bir kıyamet günü için kutuplarda buzdan bir adaya saklıyor. Dünyanın pek çok ülkesinde ‘zaten var olan’ tohum depolarına ne gibi bir felaket gelecektir ki, Svalbard’a muhtaç kalınacaktır?
Ebu Garib tohumları nerede?
Nükleer savaş, iklim değişimi veya meteor düşmesinin dışında bir felaketten mi söz ediyorsunuz?
-Evet, planlı bir felaketten söz ediyorum. Bunu anlamak için yalnızca 2003 Amerikan bombardımanından sonraki Irak’a bakmak yeterli. Irak medeniyetlerin beşiği ve binlerce yıl önce buğday tarımının doğduğu yerdir. Ebu Garib’de yüzlerce yılda geliştirilen buğday tohumu çeşitlerinin yer aldığı bir tohum bankası bulunuyordu. Amerikan bombardımanından sonra tohum mahzeni tarihe karıştı. Artık kimse o tohumların nerede olduğunu bilmiyor. Düşünün, dünyadaki tüm tohum çeşitleri NATO destekli Svalbard’da bir araya getirilip kontrol altına alındığında, dünyadaki diğer paha biçilmez tohum bankalarını savaşlar ve terörist eylemler ile yok etmek çok kolay olacak! Sonrasında da Monsanto ve DuPont gibi devler kendi GDO tohumlarını tüm dünya çiftçilerine tekelden sunabilecekler. Yani tüm tohum çeşitlerini ele geçirdikten sonra dünyanın diğer tohum bankalarını, tekel oluşturabilmek amacıyla yok edebilirler.
Ari ırk yaratma ‘Projesi’
Peki tekel olma arzusunun temelinde yatan tek sebep ekonomik mi?
-Hayır, bunu açıklamak için önce kıyamet muhafızlarının kimliklerinden ve geçmişte neler yaptıklarından biraz söz edelim. Rockefeller 1971’de Uluslararası Tarım Araştırmalarında Küresel Danışmanlık Gurubu olan CGIAR’ı kurdu. CGIAR, üçüncü dünya ülkelerinin bilim adamlarının ve agronomistlerinin (tarım uzmanı) ‘modern tarım ürünü’ kavramlarında uzmanlaşmaları ve ABD’de öğrendiklerini ülkelerine götürmeleri ile yakından ilgilendi. GDO’lu ‘Gen Devrimi’nin yaygınlaşması için paha biçilmez bir etki şebekesi oluşturdular. CGIAR, daha etkin olabilmek için BM Gıda ve Tarım Örgütünü (FAO), BM İlerleme Programı’nı ve Dünya Bankası’nı da işin içine dahil etti. Böylelikle Rockefeller Vakfı 1970’lerden itibaren küresel tarım politikalarını şekillendirebilecek konuma geldi. Ve başardı. CGIAR aslında Rockefeller ailesinin on yıllar süren bir planının parçasıydı. Bu plan ‘Proje’ olarak adlandırılan, üstün ırk yaratma planıydı.
“Rockefeller Hitler’in de finansörüydü”
Üstün ırk yaratma projesi tam olarak nasıl bir şey?
-Rockefeller Vakfı’nın ve zengin finans kurumlarının 1920’lerden beri genetik olarak üstün ırk yaratmayı meşrulaştırmak için kullandıkları öjenik bilimi daha sonradan genetik mühendisliği olarak değiştirilmiştir. Hitler ve Naziler buna ari üstün ırk diyorlardı. Hitler’in öjenik çalışmaları da bugün Svalbard’a milyonlarca dolar akıtan Rockefeller Vakfı tarafından finanse edilmişti. Rockefeller Vakfı Third Reich’s Kaiser Wilhelm Institutes’nün ari ırk öjenik çalışmalarını finanse ediyordu. 2. Dünya Savaşı’nda Amerika resmi olarak savaşa Hitler Almanyasının karşısında olarak girerken, Rockefeller Standard Oil Group, illegal olarak Alman Luftwaffe ve Wehrmacht birliklerine petrol nakline devam etti. Bununla ilgili Amerika senato araştırması da yapıldı.
Rockefeller Vakfı insanı ‘gen dizilimlerine’ indirgemeye çalışan sözde moleküler biyoloji bilimini yaratmıştı ve sonunda insan özelliklerini dilenilen şekilde değiştirmeyi amaçlıyorlardı. Hitler’in öjenikçi bilim adamları 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sessiz sedasız ABD’ye götürülmüş ve çeşitli yaşam formlarının genetik olarak tasarlanması konusunda ilk adımları atmışlardır.
Gıdalar ile negatif öjenik
Amaç tarım yani gıdalar üzerinden üstün ırk yaratmak mı?
-Aslında daha da kötüsü. Rockefeller, Carnegie, Harriman ve diğer zengin elit aileler tarafından fonlanan öjenik (üstün ırk yaratma) lobisinin 1920’den beri biricik amacı ‘negatif öjenik’tir. ‘Negatif Öjenik’ istenmeyen soyların sistemli bir şekilde yok edilmesidir. Aile Planlaması Enternasyonal’in kurucusu, koyu öjenikçi ve Rockefeller ailesinin yakın dostu Margaret Sanger 1939’da Harlem’de ‘Negro (Zenci) Projesi’ adı altında bir proje başlattı. Bu projenin ne olduğunu bir arkadaşına yazdığı mektupta açıkça dile getiriyordu: “Negro (Zenci) nüfusu ortadan kaldırmak istiyoruz”
20 yıllık kısırlaştırma projesi
Negatif öjenik bir kısırlaştırma projesi mi?
-Örnekler üzerinden gidelim. Küçük bir Kaliforniya biyoteknoloji şirketi olan Epicyte, yendiği takdirde erkeği kısırlaştıran bir mısırı genetik mühendisliği marifetiyle geliştirdiklerin açıkladı. Epicyte, Svalbard’ın iki sponsoru olan DuPont ve Syngenta ile teknolojilerini yaymak için ortaklık kurmuştu. Çok ilginçtir ki Epicyte, genetiği değiştirilmiş sperm öldürücülü mısırı ABD Tarım Bakanlığından (USDA) aldığı araştırma fonuyla geliştirmişti.
Bir başka örnek; 1990’larda BM Dünya Sağlık Örgütü Nikaragua, Meksika ve Filipinler’de 15 ila 45 yaşları arasındaki milyonlarca kadının tetanoza karşı aşılanması için bir kampanya başlattı. Erkekler de tetanoz olabilirdi ama aşı erkeklere yapılmadı. Bu şüphe uyandırıcı durumdan ötürü Katolik bir kilise organizasyonu olan Comite Pro Vida de Mexico (Meksika Yaşam Komitesi) aşıları test ettirdi. Test sonuçları gösterdi ki Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) yalnızca çocuk doğuracak yaştaki kadınlara dağıttığı aşıların Chorionic Gonadotrophin (hCG) içerdiği ortaya çıktı. Doğal bir hormon olan hCG, tetanoz toksoid taşıyıcılarıyla ile birleştiğinde kadınların hamile kalmasını engelleyen antikorları üretiyordu. Daha sonradan ortaya çıktı ki Rockefeller Vakfı, Rockefeller Nüfus Konseyi, Dünya Bankası ve ABD Ulusal Sağlık Enstitüleri, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) için tetanoz taşıyıcılı bir kısırlaştırma aşısı üretmek için 1972’de 20 yıllık bir proje başlatmışlardı. Ayrıca Svalbard Kıyamet Tohum deposunu ev sahibi Norveç hükümeti kısırlaştırıcı aşının üretilmesi için 41 milyon dolar bağış yapmıştı!
Hibrid tohumlarla tekel tuzağı
Rockefeller’in gelişmekte olan ülkelerde yürütmüş olduğu ve hala devam eden Yeşil Devrim çalışmalarına da bu açıdan bakınca korkunç görünüyor…
– Rockefeller Vakfı 1946’da Nelson Rockfeller ile Pioneer Tohum Şirketi kurucusu Henry Wallace’ın Meksika’ya yaptıkları bir geziden sonra sadece adı yeşil olan Yeşil Devrimi başlattı. Neydi Yeşil Devrim? 60’larda Rockefeller’in çalıştığı Meksika, Hindistan gibi ülkelerde daha çok ürün veren ıslah edilmiş tohum çeşitleriyle açlık sorununu büyük ölçüde çözmeyi vaat ediyordu. Yıllar sonra, Yeşil Devrim’in aslında Rockefeller ailesinin ileride tekelleştirebilecekleri bir tarım işi geliştirme planı olduğu ortaya çıktı; tıpkı yarım yüzyıl önce petrol endüstrisi işinde yaptıkları gibi.
Nasıl tekelleştiler?
-Yeşil Devrim gelişmekte olan piyasalarda yeni hibrid tohumların üretilmesine dayanıyordu. Hibrid tohumlar üreyemedikleri için çiftçilerin her sene tohum alması gerekiyordu. Hibrid tohum patentlerinin DuPont/Pioneer Hi-Bred’in ve Monsanto’nun başını çektiği bir avuç dev tohum şirketinin elinde toplanması daha sonra GDO’lu tohum darbesi için yolu açtı. Hibrid tohumlar ve bu tohumların ihtiyaç duyduğu kimyasal gübreler, çiftçileri tarım ve petro kimya şirketlerine bağımlı hale getiriyordu. Bu gübreler Rockefeller kontrolündeki büyük petrol şirketlerinin ürünüydü. Ot ve böcek ilaçları da petrol ve kimya devleri için ek pazarlar oluşturuyordu. Yeşil devrim aslında bir ‘kimyasal darbeydi’. Gelişmekte olan ülkelerin yüksek miktardaki gübre ve ilaç girdisini finanse etmeleri mümkün değildi. Bu nedenle Dünya Bankası’ndan kredi notu alarak ve ABD hükümetinin garantisi altındaki Chase Bank ve diğer New York bankaları aracılığıyla özel borçlar aldılar.
Sonuç?
-Bankalara ve tefecilere borçlanan çiftçiler genellikle topraklarını kaybettiler. İş aramak için şehirlere göç ettiler; fabrikaların ucuz işçi açığı da kapanmış oldu.
Peki ya bugün?
-Bugün de Gates ve Rockefeller Afrika’da Yeşil Devrim adı altında bir projeye daha milyonlar yatırıyor. Amaç yine GDO tohumların ve kimyasalların yaygınlaştırılması. Bunun için pek çok teşvik ve kampanyalara başvuruyorlar.
Patentli biyolojik silah
Büyük bir tekelleşme tehdidiyle karşı karşıyayız…
-Amaçları tüm tohumları patentlemek ki kendilerinden izinsiz kullanılamasın. Sonra küçük çiftçileri adım adım lisans parası ödemeye mahkum edecekler, ödemeyenlere de patent ihlalinden ceza verilecek. Plan işlerse tüm dünya birkaç tohum devinin kölesi olacak. Washington’dan gelen emirler doğrultusunda Washington’un siyasetlerine karşı olan üçüncü dünya ülkelerine tohum vermeme olasılığı için de kapıyı aralayacaktır bu. Ayrıca pirinç, mısır, buğday ve soya gibi dünyanın temel gıda üretimi için patentli tohumların üretimi korkunç bir biyolojik silah olarak da kullanılabilir. Genetik müdahalelerle öldürücü gıdalara çevrilebilirler.
F. William Engdahl kimdir?
1944 yılında ABD’nin Minneapolis eyaletinde doğan Engdahl, Princeton Üniversitesi’nde hukuk, Stockholm Üniversitesi’nde de ekonomi okudu. İlk kitabı dünya petrol politikaları hakkında yazdığı ‘Savaş Yüzyılı’ oldu. Serbest gazeteci olarak makaleler yazan Engdahl, Almanya’da yaşıyor