27 Eylül 2013 Cuma

KİTAPLARIM...

YAZMIŞ OLDUĞUM KİTAPLARIMIN KAPAKLARI!
























VE HEROTÜRK' LER







Doğuya ilk açılan batılı seyyah olan Marco Polo ile Büyük Türk Hakanı Kubilay’ın topraklarında gezintiye çıkarız. 1001 gece masallarının kahramanı Alaaddin ve cin hikayesi ile yolumuz Venediğe ulaşır. 

Türkiye’nin Roma büyükelçisinin küçük oğlu Ertuğrul’un “Herotürk” oluşuna ve ayrıca Esta, Widmark, Niko, Chen ve İbosanjo isimlerindeki değişik ırk ve milletlerden oluşan karma çocuk grubunun “Yüzyılın İyilik Takımı”nadönüşmelerine şahitlik ederiz. 

Kötülerin kötüsü Mr. Nosam ile de kimyasal atıkların, dünyanın başına nasıl iş açtığına şahit oluruz. Yurt dışında eğitim gören Eylem isimli öğrenci sayesinde de, İstanbul’un İngilizlerin işgali altındayken Fenerbahçe futbolkulübümüzün General Hurrington kupasını 2-1 lik bir skorla müzesine nasıl götürdüğünün hikayesini öğreniriz. Kitabın içeriği, kahramanlarımızın yaşadıkları bu polisiye kıvamındaki hikayelerle ve tarihsel tadlarla okuyucuya sunulurken aynı zamanda sosyal sorumluluk mesajını da kapsamaktadır.

Bu maceramızda ünlü Türk seyyahı Evliya Çelebi’nin anlatımıyla Hazerfen Ahmet Çelebi’nin Galata Kulesinden yapmış olduğu kanatlarıyla uçan ilk insan oluşunu görürüz. Nuri Demirağ isimli bir girişimci mühendisin ise Türkiye’deki ilk uçak yapma teşebbüsleri maceramızın diğer ana konusunu teşkil eder. Ayrıca Amerika’nın Aya yolculuk palavrasının arka planına da yer verilmiştir. Ayrıca günümüz Türkiyesi’nde moleküler transferi gerçekleştiren bir Türk bilim adamının peşindeki Mr. Nosam ve adamlarının entrikaları Herotürk ve ekibini heyecanlı bir koşuşturmaya sürükler.

Bu kitabımızın ana konusunu İslam sonrası, Anadolu’daki Türk destanlarına kaynaklık teşkil eden Battal Gazi destanının yepyeni bir yorum ve uyarlanmayla yeniden yazılması oluşturmaktadır. 

Battal Gazi’nin babası Hüseyin Gazi’yi katleden zamanının kötüsü Mihriyayil ile olan mücadelesi paralel zaman atlamasıyla günümüze uzanır. 

Maceralar çağdaş bir yorumla yeniden kaleme alınırken günümüzün kötüsü Mr. Nosam’la Mihriyayil’in kişilik örtüşmesi kitabımızın dayanak unsurunu oluşturur. 

Battal Gazi ve arkadaşlarının kayıp çocukların peşine düştüğü hikayeleri bir anda Herotürk ve arkadaşlarının klon çocuklarla olan hikayeleriyle örtüşür. Ayn’ül Katr denilen fantastik coğrafyada bir araya gelir kahramanlarımız. Bir kitabın içine girebilecek onlarca olay okuyucuyu soluksuz bırakmaya yetecektir. İddia ediyoruz; yalnızca bir kitap okumayacak, adeta bir film izleyeceksiniz.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve Türkiye Başbakanı da romanda karakter olarak yer alırken, “Türkiye’nin 7 coğrafi bölgesine 7 çocukhastanesi” kampanyası projesi de kitap aracılığı ile kamuoyuna mal edilmek istenmektedir. Kitabın ikinci bölümünde ise günümüzdeki tarihi eser kaçakçılığı irdelenirken İstanbul’un fethine de bir yolculuk yaparız. Hem de Ayasofya’da çan çalan bir zangoç’un gözünden.

Epik tarzda hazırlanan Herotürk maceralarının yer aldığı kitap serisinin ilki bizi, ilk olarak olay örgüsü ile Mevlana ile Yunus’un buluşmasına götürür. 

Onların keyifli sohbetlerinden sonra Veysel Karani’nin yeleğinin hikmetine gideriz. Oradan da alemlerin efendisi Hz. Muhammed’in hayatına kısaca bakarız. Sonra da doğuya ilk açılan batılı seyyah olan Marco Polo ile Büyük Türk Hakanı Kubilay’ın topraklarında gezintiye çıkarız. 

1001 gece masallarının kahramanı Alaaddin ve cin hikayesi ile yolumuz Venediğe ulaşır. Türkiye’nin Roma büyükelçisinin küçük oğlu Ertuğrul’un “Herotürk” oluşuna ve ayrıca Esta, Widmark, Niko, Chen ve İbosanjo isimlerindeki değişik ırk ve milletlerden oluşan karma çocuk grubunun “Yüzyılın İyilik Takımı”na dönüşmelerine şahitlik ederiz. 

Kötülerin kötüsü Mr. Nosam ile de kimyasal atıkların, dünyanın başına nasıl iş açtığına şahit oluruz. Yurt dışında eğitim gören Eylem isimli öğrenci sayesinde de, İstanbul’un İngilizlerin işgali altındayken Fenerbahçe futbolkulübümüzün General Hurrington kupasını 2-1 lik bir skorla müzesine nasıl götürdüğünün hikayesini öğreniriz. Kitabın içeriği, kahramanlarımızın yaşadıkları bu polisiye kıvamındaki hikayelerle ve tarihsel tadlarla okuyucuya sunulurken aynı zamanda sosyal sorumluluk mesajını da kapsamaktadır. 


Kimi masallar hem zamanlar arasında, hem de dünyalar arasında köprü kurarlar. İşte bu kitabın anlattığı böyle bir masal.
Bu sayede, bir yandan sizi orta zamanların korsanlarıyla tanıştıracak, öte yandan da modern zamanların organ tüccarları ile karşılaştıracak. Neredeyse bin yıl önceki zamanlardan gelen Battal Gazi'nin, çok dinli ama tek dilli dünyası ile günümüzün yiğit çocuğu Ertuğrul'un, çok kültürlü ama tek doğrulu dünyası bu masalın ana özelliğidir.
Bu maceramızda Herotürk, Battal Gazi ve arkadaşları ile el ele verip yeryüzünü kötülerden kurtarmayı başarıyorlar.
Yani kötüler yine kazanamıyor. Günü geldiğinde iyilik yapmak sadece iyi adamların işi olmayabilir; ama kötüleri yenmek sadece kahramanların işidir!
0 gün ise, bu gündür. Bugün artık. Herotürk'ün günüdür.


Bugünkü İspanya’da hüküm süren Müslümanlar’ın hakimiyetlerini yitirmeleriyle orada huzur içinde yaşayan Seferad Yahudilerinin Katolik baskısı ile başlayan acıklı hikayesi Osmanlı’nın onlara kucak açması ile son bulur. Ancak Nazi Almanyası dönemi ile acıları tekrardan kanar. İsraildevletinin kuruluşuna şahit oluruz bu kitabımızın ana konusu ile. 

Nazi faşizminden Struma gemisi ile kaçan Yahudilerin yaşadıkları ve berbat sonları içimizi burkar bir insan olarak. Zaman içindeki yolculuğumuz bu kez bizi Mavi Marmara gemisinin yolcuları arasına katar. 

Gazze’nin, Filistinli’nin acısıdır bu kez kucağımızdaki ateşin adı. Herotürk ve ekibi Gazze’ye yardım götürürken arkadaşları küçük Furkan’ın Yahudi mermileri altında can verişine tanıklık ederler. Bu kitabı okurken mendiliniz yanınızdan eksik olmasın.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının hazin hikayesidir, kitabımızın ana konusu. Biri Ermeni bir kız çocuğu ile diğeri sakat bir Türk çocuğunun arkadaşlıklarının izinde kasıp kavrulan Anadolu’nun düşman çizmeleri altındaki günlerini yaşarız satır aralarında.

Çanakkale’deki dram yüreğimizi burkar. Kahramanlarımızdan İbosanjo’nun memleketi Nijeryadaki ayrılıkçı terör ile gönderme yaparız günümüz Türkiye’sine. Mr. Nosam’ın silah satmak uğruna terörü nasıl tahrik ettiğini görürüz.

Mustafa Kemal şahsında millette beliren umuda atıfta bulunuruz yaşanılan maceralarla. Moskova’dır, ayrıca örtüşük başka bir hikayemizin yaşam alanı bulduğu yer. Fuego kıskacı iklim değişikliklerine yol açacak bir buluştur ve asla Mr. Nosam’ın eline geçmemelidir. 


NE DEDİLER?




Ak Parti İstanbul Milletvekili İdris Güllüce


"Tamamen yerli ve milli olan HeroTürk uzunca zamandır çocukların dünyası için beklenen bir kahramandı. Ayrıca sosyal sorumluluk projesi ile de dikkat çeken HeroTürk bundan sonra yapacağı her türlü faaliyette bizi yanında bulacaktır.


Prof. Dr. Mustafa llıcalı

"HeroTürk kitabı ve projesi beni ziyadesiyle mutlu etmiştir. Ayrıca projenin bir ayağında
yeğenimin isminin de geçmesi heyecanımı misliyle artırmıştır."

Cüneyt ARKIN
"Türk genci, eğer ecdadıyla var olan, bütün dünyanın etkilendiği o muazzam medeniyete sahip olduğunu bilse, eşsiz kültürünü tamsa, muazzam tarihinin gücünü kanında taşıdığının bilincinde olsa Amerikalı, Avrupalı olma özentisini yaşamaz..."



Hüseyin Avni Mutlu / İstanbul Valisi

Masalların unutulmaya yüz tuttuğu günümüzde masallardançıkan bir yerli kahramanımızın doğduğunu söyleyen yazara, "Bu çocuklarımız için iyi bir rol-model" dedim.

Her zaman iyilik yapan, gücünü içindeki iyilikten alan "HeroTürk" ü tüm çocukların ve gençlerin seveceğini ümit ediyorum.


Gazeteci Fikri Akyüz

"Kendi geçmişimize döndüğümüzde de görürüz ki hatıralarımızı parselleyenyabancı menşeli kahramanların maceralarının aynı zamanda çocuk eğitimi için nasıl önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bunun için HeroTürk'ün, geç kalmış bir çalışma olarak Türkiye için çok önem arz ettiğini belirtmem gerekir."

Tekin Küçükali / Türk Kızılayı Eski Genel Başka

Bu projeye önderlik eden, emek ve ruh veren tüm ekibi en içten duygularla kutlarken, başta eğitim camiamız olmak üzere herkesi sonuçta ülkemizin büyük bir ihtiyacı olan Çocuk Hastanesi kazandırmayı hedefleyen bu çalışmaya omuz vermeye çağırıyorum.

Bu vesileyle de; "HeroTürk'ün ülkemize ve insanlığa şimdiden hayırlar getirmesini diliyorum.

SİZE SANAL BİR KİTABIMI HEDİYE EDİYORUM...


İLAÇ VE GIDA SEKTÖRÜNÜN TERÖRİSTLERİ İŞBAŞINDA!
“Câhilin bulduğu elması kömür zannetmesi, fırsatçı mücevherciyi sevindirecektir.”
(Torlakon öğretisi)


Mevlana'dan  bir söylem...(Mesnevi-c.4,1596-1601)

Ey yağlı, ballı yemekleri gören, yiyen, onların fazlasını git de helada seyret! Pisliğe 
 “ Nerede senin o güzelliğin... nerede senin tabaklarda o hoş görünüşün, yerken 
senden duyulan o zevk, o lezzet,” de! O sana der ki: “O taneydi... ben de onun 
tuzağıydım... sen avlanınca o tane gizlendi!” (Mesnevi-c.4, 1596-1601)

BAĞIRSAKLARINIZI BAĞIRTMAYIN!

"BARSAK BAKTERİLERİNİN ÇEŞİTLİLİĞİ İLE OBEZİTE ARASINDAKİ İLİŞKİ
TOPLUM SAĞLIĞI AÇISINDAN ÖNEM ARZ ETMEKTEDİR"

Adını belkide ilk kez duyduğunuz Firmicutes ve Bacteroidetes
bakterileri insanlık için son derece önemli iki kardeş
mikroorganizmadır.
Deney fareleri üzerinde yapılan çalışmalarda, batı diyeti ile
beslenen obez farelerin barsak mikrobiyatasında Firmicutes'in arttığı
ve Bacteroidetes'in azaldığı saptanmıştır. Bacteroidetes'in sahip
olduğu lipid ve karbonhidrat metabolizması ile ilişkili enzim genleri
Firmicutes'e göre daha azdır. Bununla beraber Bacteroidetes ailesi
içerisinde Bacteroidetes thetaiotaomicron türünün konak gıda emilimi
ve işlenmesini iyileştirdiği görülmüştür. İnsan çalışmalarında da
obezlerde değişken Firmicutes/Bacteroidetes oranı saptanmıştır.
Çalışmaların bazıları Firmicutes/Bacteroidetes oranının artığını
(25-27), bazıları ise vücut kitle indeksi ile
Firmicutes/Bacteroidetes oranı arasında ilişki olmadığını veya ters
ilişki olduğunu göstermiştir (28-31). Çalışmalarda obezlerde artmış
Actinobacteria, azalmış Bacteroidetes saptarken Firmicutes miktarında
ise anlamlı bir fark olmadığını bildirmiştir. Obez hastalarda zayıf
kontrollere göre istatistiksel olarak anlamlı sayıda fazla
Lactobacillus türünün (Firmicutes ailesinden) olduğunu bildiren
çalışmalar da yayınlanmıştır. Diğer bir çalışmada artmış
Lactobacillus reuteri ile azalmış Lactobacillus casei /paracasei ve
Lactobacillus plantarum sayılarının obezite ile ilişkili olduğu
savunulmuştur. Ayrıca obezlerde kilo kaybettirici diyet altında
butirat üreten Firmicutes sayısının azaldığı da gösterilmiştir.
Bir diğer obezite ile ilişkili bakteri Actinobacteria ailesine mensup
Bifidobacterium'dur. Bir çok araştırmada azalmış Bifidobacterium
sayısı ile obezite arasında ilişki bulunmuştur. Anne sütü alan
yenidoğanların barsak mikrobiyatasında formül mama ile beslenen
yenidoğanlara göre daha fazla sayıda Bifidobacterium olduğu
gösterilmiştir.
İnsanlar üzerinde yapılmış birçok araştırmada obezite ile bakteriyel
tür arasındaki ilişki araştırılmıştır. Çocuklar ve gebelerde kilo
fazlası ile Staphylococcus aureus arasında ilişki olduğu
gösterilmiştir. Normal kilolu ile aşırı kilolu gebeler
karşılaştırıldığında, Bacteroidetes'in sayıca azaldığı,
Staphylococcus, Enterobacteriaceae ve Escherichia coli 'nin arttığı
gösterilmiştir. Obez çocuklarda Faecalibacterium prausnitzii türünün
(Firmicutes ailesinden) sayısının obez olmayanlara göre arttığı
bildirilmiştir. Ayrıca obez adolesanların kilo vermesinden sonra
Bacteroidete prevotella türünün arttığı da gösterilmiştir. Yapılan
çalışmalar, obez farelerde zayıflara göre çekal mikrobiyomda artmış
Archaeons (arkebakterisi) gen etiketleri olduğunu göstermiştir.
Archaeons bakteriyel fermantasyon etkinliğini artıran metanojenik
organizmalardır. İnsan barsağının en önemli metanojenik Archaeons'u
Methanobrevibacter smithii 'dir. Bazı fare deneylerinde
Methanobrevibacter smithii ve/veya Bacteroidetes thetaiotaomicron ile
kolonize olmuş farelerde farkı organizmalar ile kolonize olanlara
göre polisakkarit fermantasyon etkinliğinde artış gösterilmiştir.
Yapılan diğer bir çalışmada 3 obez insan ve 3 kontrol grubunu
karşılaştırdıktan sonra Methanobacteriales'in sadece obezlerde olduğu
ortaya konmuştur. Daha sonraki insan çalışmalarında obezlerde ve
aşırı kilolularda Methanobrevibacter'in düşük sayıda olduğu
gösterilmiştir
Tüm bu çalışmalar göstermektedir ki insanın geleceğine karar veren
kendi fizyolojik yapısı değil bu yapıya dışarıdan katılmış olan
akıllı misafirlerdir.



KİTABIMIZI OKUMAYA BAŞLAMAZDAN ÖNCE HEMEN EN YAKININIZDAKİ BİR İNSANA GÖZ GEZDİRİN.

Kimse yok ise etrafınızda bir aynada kendinize bakın. Aynada mı yok? O halde elinizi  karın bölgenizde gezdirin, karnınızı ovuşturun.
Nasılda güzel bir varlık değil mi, insan? O kaşlar, o gözler…
O endam! Mükemmellik abidesi!
İşte insan aynı zamanda bağırsaklarında yaklaşık 5 kilo kadar dışkıyla her daim dolaşan varlık.
Dışkı üreten…Bir sürü kimyasal sıvıyı içinde barındıran…
Yani mikrop yuvası!
Mayalanmış ve lifli besin maddeleri ile yaşamını sürdürmesi gereken varlık…
Hastalanan bir de…
Şimdi eliniz karın bölgenizde dolaşırken içinizdekini göz önüne getirin ve büyük mucizeye
hazırlanın.

KONUMUZA GELELİM!

“Yedikleriniz, ilacınızdır!” diyen kimdi?
“Tıp fakültesinden aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı hak ve yetkileri kötüye  kullanmayacağıma, hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma, insan hayatına mutlak surette saygı göstereceğime ve bilgilerimi insanlık aleyhinde kullanmayacağıma, mesleğim  dolayısıyla öğrendiğim sırları saklayacağıma, hocalarıma ve meslektaşlarıma saygı  göstereceğime din, milliyet, cinsiyet, ırk ve parti farklarının görevimle vicdanım arasına  girmesine izin vermeyeceğime, mesleğimi dürüstlük ve onurla yapacağıma, namusum ve  şerefim üzerine yemin ederim."  şeklinde yeni mezun olan tıbbiyelilerin ettikleri yeminin adını taşıyan HİPOKRAT’a mı?

Günümüzde bu şekilde edilen yeminin aslı ise şu şekilde:
"Hekim Apollon Aesculapions, Hygia Panacea ve bütün Tanrı ve Tanrıçalar adına. And içerim, onları tanık ve şahit tutarım ki, bu andımı ve verdiğim sözü gücüm kuvvetim yettiği kadar yerine getireceğim. Bu sanatta hocamı, babam gibi tanıyacağım, rızkımı onunla paylaşacağım. Paraya ihtiyacı olursa kesemi onunla bölüşeceğim. Öğrenmek istedikleri takdirde onun çocuklarına bu sanatı bir ücret veya senet almaksızın öğreteceğim. Reçetelerin örneklerini, ağızdan bilgileri şifahi bilgileri ve başka dersleri evlatlarıma, hocamın çocuklarına ve hekim andı içenlere öğreteceğim. Bunlardan başka bir kimseye öğretmeyeceğim. Gücüm yettiği kadar tedavimi hiçbir vakit kötülük için değil yardım için kullanacağım.
Benden zehir isteyene onu vermeyeceğim gibi, böyle bir hareket tarzını bile tavsiye etmeyeceğim. Bunun gibi bir gebe kadına çocuk düşürmesi için ilaç vermeyeceğim. Fakat hayatımı, sanatımı tertemiz bir şekilde kullanacağım. Bıçağımı mesanesinde taş olan muzdariplerde bile kullanmayacağım.
Bunun için yerimi ehline terkedeceğim. Hangi eve girersem gireyim, hastaya yardım için gireceğim. Kasıtlı olan bütün kötülüklerden kaçınacağım. İster hür ister köle olsun erkek ve kadınların vücudunu kötüye kullanmaktan mazarattan sakınacağım. Gerek sanatımın icrası sırasında, gerek sanatımın dışında insanlarla münasebette iken etrafımda olup bitenleri, görüp işittiklerimi bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım."

Ya bizim İbn’i Sina’ya ne demeli?
Tam adı,  Ebu Ali el Hüseyin İbn’i Abdullah İbn’i Sina el Belh’i'dir.Batı’da  Avicenna olarak bilinir.İbn’i Sina, Buhara yakınlarındaki Afsan’da 980 yılında doğdu. Zeki ve kuvvetli bir hafızaya sahipti. Küçük yaşlarda Kur’an öğrendi.Dönemin alim ve bilginleri ile sık sık görüştü ,onlardan dersler alarak Mantık, felsefe, tıp ilimlerinde kısa sürede söz sahibi oldu.20 yaşlarında Harezm’e giderek Şahın sarayına yerleşti ve orada döneminin ünlü alimleri ile beraber hocalık yaptı, dersler verdi.ilmi toplantı ve deney gruplarında yer aldı.Sarayda tabiplik yaparak, saray mensuplarının tedavilerini sağladı.Bu hizmetlerinden dolayı Vezirlik makamı verildi. Bir müddet sonra bazı yazılarından dolayı, görevden alınarak hapse atıldı.Hayatının son yıllarını seyahatlarla geçirdi. 1037 yılında Hemedan’da (İran) öldü.

İbn’i Sina; Edebiyat, Felsefe, Mantık, matematik, Fizik, Kimya,Astronomi, Arkeoloji ilimlerinde devrinin en önemli çalışmalarını yapan alimdir ama esas ve en büyük uzmanlık alanı tıptır.
Tıpta, onun dönemine kadar hiç bilinmeyen:
- Kanın gıdayı taşıyan bir sıvı olduğunu,
- Şeker hastalığında idrardaki şekerin varlığını,
- Kızıl hastalığını,
- Birçok hastalığa gözle görünmeyen mikropların sebep olduğunu, ilk defa mikrobun varlığını, (Akşemsettin'e de isnat edilir Mikrobun keşfi...)
- Suyun filtre ile mikroplardan temizlenmesi gerektiğini,
- O zamana kadar bilinmeyen kemiklerin ve sert dokuların da iltihaplanabileceğini,
- Şarbon hastalığını,
- Genetik yolla hastalıkların geçebileceğini,
- Karaciğer hastalıkları ve Sarılık(Hepatit)’ı keşfetti.
-Ameliyatlarda ilk defa uyuşturucu ilaçlar kullandı.
Hasılı İbn’i Sina’nın eserleri, yüzyıllarca Avrupa dillerine çevrilerek, ünüversitelerde zorunlu ders olarak okutuldu.

ibni Sina (980-1037) da tıpkı Farabî gibi, tabiatın açıklanmasında madde ve form teorisini 
kabul eder ve bütün varlıkların tanrıdan çıkmış bir kademeleşme olduklarını ileri sürer. 

Başlangıçta sadece tanrı vardır; zorunluluk taşıyan ve hakikî varlık olan tanrıdan, «katkısız bir  ruh» çıkar. «Katkısız ruh», ilk nedendir; öteki varlıkların ilk nedenidir. Bu nedenden, evrenin  bütün ruh ve bedeni türer. İbni Sina buna «faal akıl» (etkin akıl) diyor; bu akıldan da gökler  ve onların akılları doğar. Bugün bize garip gelen ve daha sonraki felsefe tarihi açısından  önemini kaybeden bu «akıllar teorisi», evrenin kademeler halinde düşünülmesinden ve  her kademenin (yeryüzü, gökler, yıldızlar, v.b.) aynı zamanda akıllı bir varlık gibi tasavvur  edilmesinden doğmuştur. Bütün bu kademeleşmenin doruğunda da tanrı bulunmaktadır.
Evrenin tanrıdan çıkışını açıklarken Farabî ve İbni Sina'nın, bir «akıllar teorisi»ne  başvurmaları, bu tasavvurdan ötürüdür.

 İbni Sina, psikolojisinde de, insan ruhunun bilgiye ve hakikate yönelişinde, çeşitli «akıl» mertebelerinden geçtiğini ileri sürer. Böylece varlık hakkındaki metafizik görüşleri ile insan ruhu hakkındaki psikolojik görüşleri arasında bir bitişme ve birleşme vardır. İnsan ruhu, bilgi açısından gerçekleştirdiği gelişmenin son mertebesinde, varlıkların özünü teşkil eden en genel kavramları yani mahiyetleri görüp kavrayacak hale gelir. Bu kavrayışı sağlayan şey, ruhun bu son mertebede, «faal akıl»la ilinti haline geçmiş olması, onunla ilişki kurmasıdır. Nitekim, tasavvufu inceleyen ibni Sina, mutasavvıfların akıl dışına çıkarak sadece yaşama ve duyma ile mutlak âleme ulaşma çabasını  doğru bulmaz. Yukarda açıkladığımız 'akıllar-arası' ilişki, ibni Sina'nın tasavvuf görüşlerinin temelini teşkil eder. İbni Sina'da, mutasavvıflarda görüldüğü gibi, mutlakla birleşmek, onun içinde erimek söz konusu değildir; sadece «faal akıl»la ilinti haline geçmek ve dışgörünüşlerin arkasındaki hakikî ve mutlak varlığı görmek; çokluk âlemini birlik olarak kavramak söz konusudur.

Filozofun ahlâkı da, metafiziğine dayanır ve tasavvufa yaklaşır. İbni Sina, «mutluluk ve doğru olan bir yaşama nedir?» sorusuna, «mutluluk, insan ruhunun kendisini arındırması ve temizlemesidir: faal akıl'a yönelmesidir» diyerek cevap verir. Böylece, iyilik bilinip tanınmış olacak ve gerçekleştirilmesi yoluna girilecektir. İyiliğin bu gerçekleştirilmesinde ve mutluluğa varışta, ruhun arıtılmasına çalışılırken, tasavvuftakine benzer bir eylem ve yaşama yöntemi uygulanacaktır.


Yiyecekler en güçlü  ilaçlar olabilir.

Gıda kaynaklarını kontrol eden, insanlığı kontrol eder.” Henry Kissinger

Şimdi okuyacaklarınız sizi rahatsız edebilir.

- Diş hekimliğinde diş dolgusu için ve çocuk aşılarının bazılarında kullanılan ağır bir metal olan civa, son derece nörotoksik bir maddedir, diş minesi üzerinde ve aşılarla vücuda enjekte edildiğinde sinirlerle temas haline geçerek beynin miyelin kılıfını zedeler, ciddi demanslara yol açar.

Peki bu ne demek? Bu, tefekkürde zorlanma, odak ve konsantrasyon sorunu, genel olarak zihin faaliyetlerinde yavaşlık ve zayıflık demektir. Sağlık Bakanlığı bir bildiri ile tıbbi cihazlarda civa kullanımını durdurdu fakat civa, diş dolgusu olarak ve aşılarda hala kullanılıyor ve beyinlerimizde demans oluşturmaya devam ediyor.

- Diş macunlarının birçoğunda ve içme suyunda (özellikle Abd’de; suyun hijyenini sağlıyor yalanı ile kullanılıyor) bulunan florid, hipofiz bezini dolayısıyla hipotalamus bölgesini körelterek bilinç kanalında ağır hasarlara yol açar. Dahası, Rene Descartes’ın ‘akıl ve vücudun kontrol merkezi’ dediği, psikanalizde adının ‘3.göz’ olarak geçtiği, insanda psişik etkinlikleri yöneten pineal bezinde kireçlenmeye sebep olarak, beynin idrak sistemini iflasa sürükler. Massachusers Tıp Merkezi’nden Dr. Bush bakın florid için ne demiş: “Florid arsenikten 15 kat daha kuvvetlidir. Fakat onun gibi ani ve etkili zarar vermez daha yavaş ve sinsidir.” Florid, II. Dünya Savaşı’nda Naziler tarafından Yahudileri uyuşturmak için de kullanılmıştır.

Sonuç itibariyle, ‘farkındalık’, çağımızda artık bir lüks ve meziyet haline geldiyse, floridin bunda önemli bir rolünün olduğu yadsınamaz.

- Bir diğer zehir Triklosan. Bu madde, neredeyse bütün kozmetik, temizlik malzemelerinde bulunuyor. Triklosan’ın saldırı alanı ise beyin değil, kalp. Triklosan kalp fonksiyonlarına azami ölçüde zarar verir ve kalp kası için depresan etkisi görür, kalp kasılmasını etkiler.

Bu da şu oluyor ki, triklosan kalbin yayınladığı aurayı zayıflatır, ‘hissizlik’ ve tabiri caizse ‘kalp katılaşması’na sebep olur.

Neden daha az seviyor daha çok kin güdüyoruz? Birbirimizi anlamakta zorlanıyor ve empati denilen insanoğlunun doğuştan getirdiği özelliği yitirip, kişisel gelişim setleriyle satın almak zorunda kalıyoruz? Bana kalırsa bu zehirle temas ettiğimiz sürece…

- Piyasadaki tencerelerin pek çoğu nikel kaplamadır. Tencere ısıya maruz kaldığında, nikel, azar azar yemeğinize bulaşır, tıpkı civa gibi organizmayla teması gerçekleştiğinde onda ağır hasarlara sebep olur. Nikel, adeta bir enzim bloke maddesidir, enzimlerin ucundaki metal grubunu oradan söküp atar ve kendi grubunu bağlar. Nikelli enzimler ise defolu enzimlerdir ve sağlıklı çalışamazlar.

Uzun vadede kronik hastalıklara davetiye çıkarırlar.

- İlaç ve fırın folyoları genelde alüminyumdur. İlaçların koruyucu kılıfı olan demiroksitle temas ettiklerinde, fırın ısısına maruz kaldıklarında, bu son derece toksik olan metal, zehrini ilaca ve yemeğinize verecektir. Organizmada yıllarca tutunabilir olan bu metal, beyinde demanslara sebep olmakla kalmayıp, sinir sisteminde tahribata sebep olarak insanı ‘dengesiz’ bir hale sokar.

Sivil ve askeri uçaklarca troposfer katmanına sıkılan toz da baryum oksidasyonu ile birlikte alüminyumdur. Chemtrail olarak da bilinen bu spreyleme işlemi ise 1999 senesinden beri yapılmaktadır.

Modern çağın insanının depresif, mutsuz, uyuşuk olma nedenlerinden biri de bana kalırsa budur.
 Gelelim yapay tatlandırıcılara; aspartam, mono sodyum glutamat (çin tuzu), mısır şurubu… Aspartam neredeyse bütün tatlı yiyeceklerde kullanılıyor. Aspartamdaki yalancı şeker molekülleri, beynin şekerle çalışan, toksik maddelerden kendini koruduğu kan bariyerini, beyin tarafından şeker olarak algılandıkları için kolaylıkla aşarlar. Enerjiye çevrilemedikleri gibi, içi boş, işlevsiz molekül olduklarından dolayı beyinde nörotoksik birikme yaparlar.

Bu da her türlü beyin fonksiyonunda sakatlık ve arızaya sebep olur, erken bunama, hafıza sorunları gibi.

Mono sodyum glutamat da tıpkı aspartam gibi içi boş işlevsiz mikro partiküller halinde organizmada, hücrenin içlerine kadar sızıp, hücre sistemini gafil avlayarak hücre sisteminde tutarsız reaksiyonlara sebep olur. İnsülin seviyesini yapay olarak yükseltir, pankreas da her defasında yükselmiş olarak algıladığı bu seviyeyi düşürmeye çalışır, böylece insülin seviyesi düştükçe düşer, organizma da gereksiz yere açlık hisseder.

Biri çağın en büyük sağlık sorunu obezite mi dedi?

- Mutfaklarımızda ‘tuzluk’larda yerini almış sinsi zehir rafine tuz. Evet, yanlış okumadınız; rafine tuz bir nikel, bir cıva, bir triklosan kadar zehir ihtiva eder. Bileşimi sodyum alüminyum silikattır.

Doğal tuzların (kaya tuzu, Himalaya tuzu, deniz tuzu) aksine vücudun sodyum dengesini bozarak, ‘tuz açlığı’na sebep olur. Bu da organizmanın kimyasını alt üst eder, enerjisini düşürür.

İşin acı tarafı bu zehir alenen satılmakta ve market raflarında yerini almaktadır.

Etrafımızı çevreleyen zehirler saymakla bitmez. Gdo’yu artık neredeyse herkes tanıyor fakat tanımak pek bir şey ifade etmiyor çünkü insanlara doğrudan ulaşan gıdalarda, söylenişe göre denetimler yapılırken gdo’lu ürünlerin, hayvan yemi olarak kullanılması legal durumda.
İş sadece buraya kadar saydığım zehirlerle, gdo’yla da kalmıyor; gıdaların seri üretim sürecinde de öyle çirkin işler görülüyor ki… Kümes hayvanlarının yetiştirilme yöntemi ayrı bir facia. Yavru halinde hızla büyümeleri için antibiyotik enjekte edilen hayvanlar, karanlık ortamlarda d vitamininden mahrum bırakılarak patates gibi durdukları yerde et bağlıyorlar. Molekül yapıları sakat, kusurlu, hormonlu etler… Küçük ve büyükbaş hayvanların yetiştirilme yöntemleri de benzer iğrençliktedir.

Şimdi artık bu noktada kendimize soralım, bu zehirler, gıdamızda, insan sağlığına hizmet adına var olagelmiş tıp ve farmakolojinin pek çok metod ve uygulamalarında, havamızda, suyumuzda ne geziyor? Kim, düşünce, idrak ve bilinçten yoksun, kalbi taşlaşmış, uyuşuk et yığınları haline gelmemizi istiyor? Uzviyetimizi ve ruhumuzu her türlü hastalık tasallutuna uğratmaya çalışanlar, varlığımıza ve varlığı gelecek nesillere aktarmamıza kastı olanlar kimler?

Hem kim oldukları sorusuna hem de bu biyolojik silahı kumanda edenlerin amaçlarının ne olduğu sorusuna F.William Engdahl cevap versin:
“Rockefeller, Carnegie, Harriman ve diğer zengin elit aileler tarafından fonlanan bir lobi vardır; öjeni lobisi. Bu lobinin 1920'den beri biricik amacı “negatif öjenik”tir. “Negatif ojenik” istenmeyen soyların sistemli bir şekilde yok edilmesidir. “

Rockefeller ve diğer büyük Abd’li şirketler bilindiği üzere tarihte Naziler’e finansörlük yapmıştı. Günümüzde ise Gates, GDO devi Monsanto gibi şirketlerle birlikte GCDT- Küresel Hasat Çeşitliliği Örgütü’nün finansörlüğünü yapmaktadır. Örgütün amacı, dünyadaki tohum ve gıda kaynaklarını denetim altına almak. 

Rockefeller ayrıca ‘Yeşil Devrim’ kampanyası altında özellikle Afrika ve üçüncü dünya ülkelerine hibrid (kısır) tohum pazarlayarak ve bu tohumlara muhtaç ederek, kitlesel kıyım projesine devam etmektedir.


Sonuç olarak, gizli elit örgüt üyelerinin, gıda ve tohum şirketlerinin başını tuttuğu, insanlığın sağlığı ve yaşamına kasıtlı ‘gıda terörü’ estirdiği açık. Aynı üyelerin ilaç, kozmetik, temizlik vb. şirketlerinin başına geçmediğini düşünmek ise büyük saflık olur. Farmakolojiyi ve modern tıbbı manipüle ettiklerini söylememe gerek bile yok.

Peki nasıl korunabiliriz? Münferit çabalarla zararı asgariye indirmek mümkün.
~Diş macunları yerine misvak kullanılabilir.
~Temizlik ve kozmetik malzemelerinin neredeyse hepsinde bulunan triklosandan uzak durmanın yolu, olabildiğince, fabrikasyon ürünlerden kaçınmaktır. Ev yapımı sabunlar tercih edilmelidir.
~Rafine tuz yerine kaya tuzu, himalaya tuzu ya da deniz tuzu kullanılmalı zira bu tuzlar sağlığa son derece faydalıdır (dozunda kullanmak şartıyla). Sodyum dengesini ayarladıkları gibi beynin miyelin kılıfını korurlar, hücreleri toksik maddelerden arındırırlar.
~Chemtrail’in yaydığı alüminyum ve baryum tozu zamanla vücutta ağır metal birikmesi yapar, ağır metalleri vücuttan atan madde çinko’dur.
~Aspartam ve mono sodyum glutamat’ın zararlarından ise abur cuburlardan uzak durarak kurtulunabilir.
~Nikel, çelik ve alüminyum kaplama tencereler yerine sırlı ya da ısıya dayanıklı cam tencereler kullanılabilir.
~Tohum meselesine gelirsek münferit bir çabanın yetersiz kalacağını belirtmek isterim. Bugün Türkiye tohumlarını İsrael’den almaktadır. Aldığı bu tohumlar da hibrid tohumlardır. Alınan bu tohumlar kimyasal gübreleme istediğinden, çiftçi İsrael'li tarım ve petrokimya şirketlerine muhtaç hale gelmiştir. Sadece Türkiye’nin değil İsrael ve Abd’li tohum şirketlerinin musallatına tutulmuş diğer devletlerin bu illetten kurtulup, kendi tohumlarını yetiştirmeleri, özgür tarım politikaları geliştirmeleri gerekmektedir.
~Yine kümes, küçük ve büyükbaş hayvan yetiştiriciliğinde kapitalist seri üretim usulü terk edilmeli kanaatimce.

Maalesef devlet olarak alternatif üretmekten aciz kalındıkça, kişisel uyarı ve öneriler de münferit bazda hasbi olarak işe yarayabilir. Bu, çareyi üretmekten uzak olmanın verdiği çaresizlik hissiyatı aslında. Dilerim, içinde türlü komployu, zehri, fitneyi, kiri barındıran bu sistem bir önce iflas eder.

Kur’an’ı, dört günde hatim eden, hafızası, aklı, uzviyeti diri ve sağlam dedemin, balık hafızalı, uyuşuk ve hastalıklara dirençsiz torunuyum, böyle giderse çocuklarım ne halde olacak, düşünmek dahi istemiyorum.


AFİYET OLSUN

ABD Ulusal Kanser Enstitüsü ve New York Bilimler Akademisi gibi saygın  büyük  gruplarda  beslenmenin  çok çeşitli hastalıkları  önleme  tedavi  etme  ve  iyileştirmede hayati   rol oynadığını  kabul etmiştir. New England Tıp dergisi  ve Amerikan  Tıp Birliği Dergisi  gibi  seçkin profesyonel  yayınların  son makalelerinde; vitaminlerin,minerallerin ve  yiyeceklerde  bulunan  diğer maddelerin kanser,şeker hastalığı,yüksek tansiyon,kalp hastalığı ve osteopoz gibi  ciddi  hastalıklara  karşı  koruyucu  etkisi  olduğu  rapor  edilmiştir.
Yiyeceklerdeki  bazı  kimyasal maddelerin  yaşlanma sürecini  geciktirdiğini de rapor etmişlerdir. Aslında  pek çok  uzman  tipik diyetlerimizde  yapacağımız değişikliklerin  ortalama  yaşam süresini 10 yıldan  daha fazla  uzatacağına  inanmaktadır.Dahası ,son çalışmalar  tesadüfen geliştiği  düşünülen  düşük  ve doğum  defektleri  gibi  problemlerin  sıklıkla besin  eksikliklerinden  kaynaklandığını  göstermiştir.

Ancak  daha 10 yıl  kadar önce  bile çok az”saygın” doktor”yiyecek” ve “ilaç” kelimelerini   aynı cümlede  kullanıyordu. Bazı  yiyecekleri  yiyerek  kan basıncının  düşürülebileceğini   hastalara  kalp hastalığının  tedavi edilebileceğini  ve kanserin  önlenebileceğini  hastalara  söylemek düşünülmezdi. Aslında  II.Dünya  Savaşı’ndan  sonra  antibiyotiklerin  ve diğer “mucize ilaç’  kelimelerini  aynı cümlede  kullanıyordu. Bazı  yiyecekleri  yiyerek  kan basıncının  düşürülebileceğini  kalp hastalığının  tedavi edilebileceğini ve kanserin  önlenebileceğini  hastalara söylemek düşünülemezdi.

Aslında II.Dünya Savaşı’ndan sonra  antibiyotiklerin  ve diğer “mucize ilaç”ların  kullanımı ile ABD’de  uygulanan  tıp çok değişti. 

20.yüzyılın  ortalarına  kadar kabul edilmiş  ilaçların  resmi listesi  olan  Amerikan  kodeksinde doğal ilaçlar  kimyasal ilaçlarla  yan yana listelenirdi. Doktorlar  öncelikle  “ tüm vücudu” tedavi  eden “aile hekimi” idi: şimdiki  gibi sadece  vücudun  tek bir  organı  yada  sistemi üzerine  odaklanmış uzmanlar değillerdi. O zamanlarda  pek çok doktor beslenme  ve hatta  stres gibi  faktörlerin  hastanın sağlığını  derinden etkilediğini  fark etmişlerdi. Ancak  1950’lerde  diyet ve  hayat tarzının  sağlıkla ilişkili  olabileceğine  dair  inanç tamamen  bilim dışı  kabul edilmeye  başlamıştır. Gerçek  ilaçlar doktorların  reçete  ettiği  ve eczacıların  hazırladığı  haplar  ve ilaç  tertipleri  idi. Herkes  doğada  
insanın  labaratuvarda  hazırladıklarıyla  veya ameliyathanede gerçekleştirdikleriyle rekabet   edebilecek  hiçbir şeyin  olmadığına  inanmaya başlamıştı.

1950’lerde yiyecek  bir iyileştirme  aracı  olarak  değerini  kaybetti  ve sadece  vücut  yakıtı olarak dikkate alındı. Hızlı bir”dolum”yeri olarak  tasarlanan  fast-food   imparatorlukları  sattığı  çok işlenmiş yüksek –yağlı  yüksek-sodyumlu  yiyecekleriyle  tüm dünyaya  yayıldı. Hamburgerler , kızartmalar  ve  kola insanlığın temel diyeti haline geldi.

Vitaminler sadece  iskorbüt ve  beriberi gibi   çok ağır  eksiklik  hastalıklarından  korunmak  için gerekli sanılıyordu. Hastalar doktorlarına  beslenme  veya   vitaminlerle  ilgili  sorular sorduklarında 
bu soruları sıklıkla ,”Dengeli beslendiğinizde endişe  etmenizi  gerektirecek  bir şey yoktur” cevabı ile  geçiştiriliyordu .”Dengeli beslenme”nin  ne  olduğuna  ilişkin  doyurucu  bir açıklama   beklemekse boşunaydı.

Bu yaklaşıma    katılmayanlar şarlatan  diye  etiketleniyordu. Doktor topluluğu  “diyet-hastalık” bağlantısına  direndi; enerjilerini  ve paralarını  daha büyük  ve daha iyi  teknolojilere akıttılar. Her yıl  sağlık sistemine  akıtılan  yüz milyonlarca  dolara rağmen  insanlar  daha sağlıklı olmuyorlardı.

1970’lerde bir avuç  zeki  araştırmacı  tüm  servetlerimize  rağmen  kanser ve  kalp hastalığının özellikle  az “ gelişmiş” ülkelerle kıyaslandığında  Amerika’da neden  daha  yüksek  oranda olduğunu sorgulamaya  başladı. Beslenme  ve hayat  tarzı gibi “ bilimsel olmayan” faktörler içinde ipuçları aramaya başladılar. Bir  şablon daha şekillenmeye  başlıyordu: 

Çalışmalar meyve ,sebze  ve tahıldan  zengin  diyetle  beslenen  yoksul  ülkelerde  yaşayan insanlarda kansere  ve kalp  hastalığına karşı olduğunu  gösteriyordu.”Et ve patates’in standart  yemek  olduğu eğer varsa  diğer  sebzelerin  garnitür  olarak  kullanıldığı varlıklı  ülkelerde  yaşayan  insanlar  ise bu hastalıklara  karşı daha  hassas gibi  görünüyorlardı.Tıp müessesinin  pek çok  üyesi  ve bulguları  ya tesadüfi  olarak  bertaraf etmekte  yada grupların  “genetik” olarak  yatkınlığına  bazılarının  ise bağışık  olduğuna  dair deliller olarak  görmekte  acele ettiler.Neyse  ki daha  düşünceli  olan bilim adamları    bu bulguları  incelediler.Bir  aşikar fark   gözlerine  çarptı: Amerikan  diyetinin aksine pek çok “koruyucu” lif  bakımından  zengin  yağ bakımından  fakir idi. Oldukça doğru bir şekilde şu karara vardılar:Yüksek  yağlı  düşük  lifli  diyet  bir şekilde  kalp hastalığı ve bazı  kanser  türlerinin  
gelişme  olasılığını  arttırmaktadır

Bu  öncü  kişilere  göre  eğer  bitkisel  açıdan zengin  bir  diyetle  beslenenlerin  kanser veya  kalp hastalığı  oranları    düşüyorsa  yiyeceklerdeki  her bir madde  de  vitaminler,mineraller ve diğer kimyasallar özel korumalar  sağlayabilirdi. Dünyanın  her tarafındaki  laboratuvarlarda  bilim insanları   meyve  ve sebzelerdeki  belirli  kimyasal maddeleri  izole etmeye  başladılar.Bu “koruyucu” yiyeceklerin  çoğunun   beta-karoten  E ve C  gibi vitaminlerden, selenyum ve potasyum gibi minarellerden yana zengin olduğunu buldular.

Aynı zamanda, bu kilit vitamin ve minarelleri az tüketen kişilerde bazı hastalıkların gelişme riskinin çok yüksek olduğunu fark ettiler. Daha derin incelemeler sonucunda araştırmacılar,  bitkisel yiyeceklerde fitokimyasallar ismini verdikleri bir dizi başka bileşik buldular. Bu fitokimyasalların çoğunu, hastalıkları önlemede rol oynayıp oynamadıklarını belirlemek için,hayvanların ya da izole edilmiş hücrelerin üzerinde test ettiler. Şaşırtıcı bulgularından bazıları şunlardı: Coumarinler, maydanoz, meyankökü ve turunçgiller gibi bitkilerde bulunan doğal “kan inceltici” lerdir , kan pıhtısı oluşumunu önleyebilirler. İndoller turpgilllerde (lahana, brokoli, Brüksel lahanası) bulunurlar; tümörün büyümesini tetikleyen ostrojenlerin etkinliğini bloke ederek göğüs kanserine karşı koruma sağlayabilirler. Elajik asit ; kiraz, üzüm ve çilek gibi meyvelerde bulunur ; kansorejen tümörlere yol açabilecek kansorejen maddeleri etkisizleştirebilir. Fitatlar, tahıllarda bulunurlar ; tümörleri geliştiren steroidal bileşikleri etkisizleştirebilirler. Pektinler, elma ve greyfurtda bulunan çözünebilir bir lif çeşididir; kolestorolü düşürmeğe yardımcı olabilir ve diyabete karşı koruma sağlayabilir. Genistein, 
soyadan yapılmış yiyecekler tüketen insanların idrarlarında bulunan bir bileşiktir; tümörlere kan sağlayan yeni kapilerlerin (kılcal damar) oluşmasını engeller. Bu araştırmacıların çalışmaları, doktor topluluğunun en kuşkulu üyelerinin bile, modern erkek ve kadınları etkileyen hastalıkların çoğunun yiyeceklerden sağlanabilecek bazı mikrobesin eksikliklerinden –vitamin, mineral ve biyolojik olarak aktif değer maddelerin eksikliği- kaynaklanabileceğini onaylamasını sağladı. Herhangi bir yiyecek değil; doğru yiyecek. Ne yazık ki, diyetlerimizde çok yer almayan yiyecekler.

ABD Kanser Enstitüsü’ne göre, Amerikalıların %25’inden azı, kendilerini kansere, kalp hastalığı ve diğer yaygın hastalıklara karşı tamamen koruyacak yiyecekler yiyorlar. İşte sonuçlar: Amerikalıların üçte biri hayatlarının bir döneminde kansere yakalanırlar; 21. yüzyılda bu rakamın ikide bire yükselmesi beklenmektedir. Her iki Amerikalıdan birinde kalp hastalığı gelişir. Göğüs kanseri, kadınların dokuzda birini etkileyecek şekilde yaygındır, sonu gelecek gibi görünmemektedir. 50 yaşın üstündeki erkeklerin 11’de biri prostat kanserine yakalanır. 45 yaşın üstündeki 15 ila 20 milyon Amerikalı sıklıkla kırıklara ve hatta ölüme yol açan osteoporoz çeker. 14 milyon Amerikalı, kalp krizi risklerini ciddi bir şekilde artıran diyabet hastalığından muzdaribdir. İstatistiklerin korkunçluğuna rağmen umut ışıkları da var. Hele Amerika başındaki büyük belanın farkına bir varsın, elbette bütün insanlık içinde umutlanma söz konusu olacaktır.

Ulusal Kanser Cemiyeti’ne ( National Cancer Society) göre, tüm kanser vakalarının %35’i fakir bir diyetle ilişkilidir. Eğer yeme alışkanlıklarımızı değiştirirsek, kansere yakalanma  riskimizi üçte birden daha fazla oranda düşürebiliriz. Aslında; çoğu uzmana göre bu konservatif tahmindir; gerçek rakam %50’ye dek çıkabilir. Diyetin, kadın ve erkeklerde bir numaralı ölüm sebebi olan kalp hastalığıyla bağlantısı daha güçlü olabilir. Diyabetden osteoporoza ve yüksek tansiyona dek diğer hastalıklarda uygun beslenme ile önlenebilir ya da kontrol altına alınabilir.

ÖLÜM TOHUMLARI


Gazeteci F. William Engdahl, 'Ölüm Tohumları' eserinde GDO adı verilen "şeytan

planının" tüm ayrıntılarını açıklıyor. Amerika üzerinden insanlığı kontrol altına almak, bazı milletleri kısırlaştırarak yok etmek gibi çok kirli planları olan şirketlerin içyüzünü deşifre edilen

eserin 'giriş' bölümünü istifadenize sunuyoruz. 'Ölüm Tohumları' herkesin üzerinde çokça düşünerek okuması gereken bir şaheser.

"Biz dünya nüfusunun %6.3'ünü oluşturuyoruz ama zenginliğinin yarısına sahibiz. Bu farklılık özellikle bizler ve Asyalılar kadar büyük. Böyle bir durumda kıskanılma ve gücenilme gibi bir durumda olamayız. Gelecek dönemdeki asil görevimiz, ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için de tüm duygusallık ve hayallerden uzak durup dünyanın her yerindeki ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız. Kendimizi çıkarlarımızdan fedakaarlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz konusunda kandırmamıza hiç gerek yok." (Seorge Kennan, 1948)

Bu kitap küçük bir sosyo-politik elit zümre tarafından 2.Dünya Savaşı sonrasında Washington'da ele alınmış bir proje ile ilgilidir. Bu, Kennan'in "farklılık durumunu sürdürebilmek" tümcesinin nasıl hayata geçirildiğinin anlatılmamış hikâyesidir. Aynı zamanda bir avuç insanın savaş sonrası tüm kaynaklara ve güce sahip oluşunun da hikâyesidir.
Bu, güç devrimi tarihinin de ötesindedir. Hattâ bilim dâhi bu azınlığın hizmetine sokulmuştur. 1948'de Kennan'in da kendi notlarında tavsiye ettiği gibi, herhangi bir fedakârlık veya dünyanın iyiliği düşünülmeden acımasız politikalar uygulandı.

Seleflerinin aksine İngiliz imparatorluğu içindeki hâkim guruplar, yeni beliren 'Amerikan eliti, kendilerini savaştan sonra, "Amerikan Yüzyılı"nın şafağında ilan ettiler ve hitap yeteneklerini, dünyanın iyiliği için düşüncesini kendi amaçlarına uygun şekilde kullandılar. Onların Amerikan Yüzyılı daha yumuşak ve kibar bir imparatorluk olarak sömürgecilikten kurtuluş, demokrasi, ekonomik gelişme ve özgürlük kisvesi altında diğer ulusların kaderlerine hükmedebilen, Büyük İskender'den sonraki en büyük "küresel imparatorluk"tu.

Bu kitap "Bir Savaş Yüzyılı: Anglo-Amerikan Petrol Politikaları ve Yeni Dünya Düzeni" adlı kitabın bir devamı niteliğindedir. Petrolden sonra ikinci bir "kırmızı hattı" takip eder. İnsanın yaşamını sürdürebilmesinde en temel ihtiyacı olan günlük ekmeğinin karşılanmasını konu alır. 70'ler boyunca bu Amerikan elitin menfaatine hizmet eden kişi, hayatı boyunca 'güç dengesi' politikalarının bir uygulayıcısı olan Henry Kissinger'di. Ve dünya hâkimiyeti konusundaki şu fikrini açıklamıştır; "Petrolü kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin."

"Küresel yiyeceği kontrol etme plânı" 1930'ların başlarına, savaşın patlak vermesinden önceye dayanır. Bu organizasyon belli başlı bazı ailelerin servetlerini korumak amacıyla seçilmiş özel kuruluşların yardımlarıyla maddi olarak destek görmüştür. Bu aileler güç ve zenginliklerini doğu sahili boyunca Boston, Washington, New York ve Philedelphia'ya yerleştirmişti. Bu sebeple egemen medya kuruluşları sıkça onlara atıfta bulunmuş, zaman zaman alay konusu etmişlerse de genellikle övmüşlerdir.

Savaşla birlikte Amerikan gücünün ağırlık merkezi doğu sahilinden Seattle, Houston, Las Vegas, Atlanta ve Miami gibi bölgelere dağıldı. Sonradan da Asya, Japonya ve Latin Amerika'ya.
2.Dünya savaşından bir süre önce bir aile diğerlerine göre daha fazla öne çıkmıştır. Bu ailenin serveti, uğruna kan dökülen ve savaşılan 'kara altın' petrole dayanıyordu. Bu aileyle ilgili olağandışı olan ise ailenin sadece petrole değil, diğer başka alanlarda da yatırım yapmaya karar vermesi olmuştur. Psikoloji, tıp, gençlerin eğitimi, tarım, biyoloji ve biyolojinin tarımsal uygulamalarına yatırım yapmışlardır. Çoğu kişinin fark etmediği devasa bir büyüme ve gelişme göstermişler, servetlerini de o ölçüde büyütmüşlerdir.

Bu kitapta ele alınan ana konu olan beslenme alışkanlıkları ve  'genetiği değiştirilmiş organizmalar' ya da GDO'nun tarihi, dönemin güçlü ailelerinden olan Rockefeller ailesinin (ve 4 kardeşin - David, Nelson, John ve Laurance) tarihiyle paralellik göstermektedir -ki savaşın Amerikan zaferiyle bitmesinden sonraki 30 yıl süresince güç evrimine bu insanlar yön vermiştir. Gücün tamamı ellerindedir ancak işin maliyeti tüm dünyayı etkilemiştir.

Bundan 30 yıl önce, erk/güç Rockefeller ailesinin etrafında toplanmıştı. Bugün ise 4 kardeşin 3'ü çeşitli nedenlerle vefat etmiştir. Tüm amaçları, daha sonraları Pentagon'un 'tam spektrum egemenlik' adı vereceği, gerektiğinde askeri gücün de devreye sokulabileceği küresel hâkimiyetti. Projeleri o günlerdeki küçük bir güç gurubundan bugün hayal bile edemeyecekleri, tüm gezegenin geleceği hakkında inisiyatif sahibi oldukları bir noktaya evrildi.

Kalıtım mühendisliği ile bitki ve diğer canlı organizmaların patentlenmesi tarihinin anlaşılabilmesi için 2.Dünya savaşını takip eden yıllardaki Amerikan gücünün dünyada nasıl yayıldığına bakmak gerekir.

George Kennan, Henry Luce, Averell Harriman ve hepsinden önce Rockefeller kardeşlerin tarım sektöründe başlattığı 'yeşil devrim' sayesinde Petro-kimyasal gübre, petrol ve enerji ürünlerine bağımlılık arttı. Onların o günlerde yaptıkları bugünün genetiğini değiştirme tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Yüzyılın başında gerçekleşen 4 çok uluslu dev şirket birleşerek dünya üzerindeki çoğu insanın temel besinlerinin (pirinç, soya fasulyesi, buğday, mısır ve hatta bazı sebze ve meyveler ile pamuk) kontrolünü ellerine geçirdiler. Hastalığa dayanıklı kümes ürünleri, genetiği değiştirilmiş, güya kuş gribine dayanıklı ürünler ve geni değiştirilmiş domuz ve sığır üretimi için çaba sarf etmişlerdir.
Dört özel şirketin üçünün Pentagonla kimyasal savaş araştırmaları konusunda sıkı bağları vardı. Dördüncü şirket aslen İsviçre kökenli olmasına rağmen İngiliz kontrolü altındaydı. Petrolde olduğu gibi GDO tarım projesi de bir Anglo-Amerikan küresel plânıdır.

Mayıs 2003'te Bağdat'taki acımasız Amerikan bombardımanının dumanı dağıldığında ABD başkanı GDO projesini stratejik bir konu haline getirdi ve ABD'nin savaş sonrası öncelikli dış politika gündemini oluşturdu. Dünyanın ikinci en büyük tarım üreticisi konumunda bulunan AB, bu küresel plânın önünde zorlu bir engel teşkil etmekteydi.

Her ne kadar Almanya, Yunanistan, Fransa ve Avusturya gibi AB ülkeleri diğer dünya uluslarına benzer şekilde GDO ekimine sağlık ve bilimsel nedenlerle karşı çıksalar da, 2006 yılı başlarında Dünya Ticaret Örgütü (WTO), AB'ni toplu GDO üretimi için kapılarını açmaya zorladı.
ABD ve İngiliz ordularının Irak'ı işgaliyle birlikte Washington, bu ülkeye genetiği değiştirilmiş tohumları ABD Tarım Bakanlığının bir cömertliği olarak göndermeye karar verdi. İlk büyük çaplı deney 90'ların başında çok uzun zamandır Rockefeller ailesinin bozduğu ve yolsuzlukla başı dertte olan Arjantin'de zaten yapılmıştı.

 GDO'nun yaygınlaşması ve çoğalması uğruna politik tehdit, hükümet baskısı, yalan, rüşvet yöntemleri kullanılmış ve hatta cinayetler bile işlenmiştir. Okurken bir suç romanı hissine kapılmanız sürpriz olmayacak. Tarımsal verimlilik ve dünyanın yiyecek sorunlarını çözme adı altında işlenen bu suçlar, bu küçük zümrenin amaçları doğrultusunda önemsizdir. Yapılan bunca şeyin hedefinde sadece para ve kâr yoktur. Nihayetinde bu güçlü aileler kimlerin merkez bankalarının başlarında duracağına karar verirler. Para onların yaratmaları ya da yok etmeleri için emirlerindedir.
Amaçları daha önceki despot ve diktatörlerin hayal ettikleri gibi mutlak dünya hâkimiyetidir. Kontrol edilmezlerse 10-20 yıl içerisinde bu hedeflerine ulaşmaları işten bile değil. Bu sebeple bu gerçeğin duyurulması ve herkes tarafından bilinmesi büyük önem arz etmektedir.


BAĞIRSAK MI, BAĞIRMASAK MI?

Son yıllarda rafine gıdaların tüketiminde artış olması ve buna paralel turşu, kefir, boza, çeşitli salamuralar gibi geleneksel fermantasyon gıdalarının az tüketildiğini görmezden gelemeyiz.

"Süt ve yoğurt gibi fazla tüketilenlerin ise ekşimesin ya da kesmesin diye pastörize edilmesi ya da antibiyotik katılması, vücudumuzun mükemmel probiyotik (faydalı bağırsak mikropları) dengesini bozmuştur." 

Bağırsak sisteminde, 'dost bakteriler' olarak adlandırılan, tutunma özelliği olan probiyotik bakterilerin bulunmaktadır. Bir kaşık kefirde 70-100 milyon arası probiyotik bakteri bulunmaktadır. Yeterli miktarda yenilen, insan ya da hayvan sağlığını olumlu yönde etkileyen mikro organizmalara 'probiyotik' denilmektedir.

Erişkin bir insan bağırsağında 100 trilyon (1,5 kg) faydalı bakteri ve mantar bulunmaktadır.Sayıları 400'ün üzerinde olan bu bakteriler ve mantarlar normal bağırsak florasını oluştururlar. Bu bakteriler ve mantarlar 300 metrekare büyüklüğünde bir yüzey oluşturan bağırsağın sümüksü zarını, koruyucu bir tabaka şeklinde döşer. Faydalı bağırsak mikropları (probiyotikler) çeşitli yararları yanında dış ortamdan gelen zehirli maddelerin kana geçmesini engelleyen koruyucu bir bağırsak tabakası oluştururlar.

Bağırsaktaki sağlıklı mikrop dengesinin, zararlı mikroplar lehine değişmesi, yani bağırsaktaki mükemmel dengenin bozulması çok sayıda ivegen ve müzmin hastalığa yol açar. 

Son yıllarda rafine gıdaların tüketimindeki artış olması ve buna paralel olarak, turşu, kefir, boza, çeşitli salamuralar gibi geleneksel fermantasyon gıdalarının az tüketilmesi, süt ve yoğurt gibi fazla tüketilenlerin ise ekşimesin ya da kesmesin diye pastörize edilmesi ya da antibiyotik katılması vücudumuzun mükemmel probiyotik dengesini bozmuştur.

Fransızlar Şarap ve peynir ile bu dengeyi korumaya çalışırlar. Almanlar bira…Biz Türkler ise yoğurt ile...

Yani bağırsaklarımızı iyi beslemeliyiz. Son dönemlerde artan kolon kanserinin sebebi bağırsaklarımızı kendi gıdaları ile beslemeyişimizden kaynaklanmaktadır.

Probiyotiklerin görevleri arasında; 'bağışıklık sistemini güçlendirmek, yiyeceklerin hazmını kolaylaştırmak, bağırsak duvarını zararlı maddelerden korumak ve bağırsak geçirgenliğini azaltmak, vitaminlerin (K vit, biyotin, B12, niasin) sentezini yapmak, besin allerjilerini ve ekzemayı önlemek, zararlı maddelerin (toksinler) kan dolaşımına geçmesini engellemek, kanseri önlemek, depresyonu hafifletmek, ishali önlemek, otizm bulgularını hafifletmek, kabızlığı tedavi etmektir.

ALDATAN BATI TIBBI


Batı tıbbı, hile üzerine inşa edilmiştir” diyen kimyager Shane Ellison, doktorların, ilaç şirketlerinin etkisiyle, kolesterol üzerinde çok durduklarını ancak, yüksek kolesterolün kalp krizine yol açmadığını, ilaçların ise kolesterolü düşürmediğini belirtti

Amerikalı ilaç kimyageri Shane Ellison’un açıklamaları, tüm dünyayı hayrete düşürmeye devam ediyor. Uzun yıllar sektörün içinde bulunan Ellison, ülkemizde de olduğu gibi bir çok ülkede ilaç şirketlerinin doktorlarla kurduğu ilişkileri etik dışı ve tehlikeli bulduğunu söylüyor. 

Ellison, ilaç şirketlerinin uydurduğu en büyük yalanlardan biri olan kolesterol üzerinde çok duruyor. “Ne yüksek kolesterol kalp krizine yol açıyor ne de ilaçlar kolesterolü düşürüyor. Doktorlar da itibarlı tıp dergileri ve ilşkide oldukları ilaç şirketleri tarafından fena halde kandırılıyor. Bulgularımın sonuçlarına göre, Batı tıbbı, hile üzerine inşa edilmiştir” diyor. 


İşte yanlışlar

“Yüksek kolesterol, kalp hastalığı için risktir” Bu sağlık efsanesi ABD’de çökertildi. Kalp hastalığı 35 yaşın üzerindeki tüm Amerikalılar için ilk ölüm nedeni. Kalp krizlerinin ve inmelerin yarısı kolesterolü yükselmemiş kişilerde ortaya çıkıyor. “Kolesterol kötüdür” 105 milyondan fazla Amerikalı’nın kolesterol düzeyi 200 mg/dl ya da daha yüksek. Çoğu sağlıklı, ayrıca yüksek kolesterolü olan erkeklerin bağışıklık sistemi daha güçlü. “İlaçlar, yaşam kalitemizi yükseltir” yalanına rağmen FDA tarafından onaylanan ilaçlar her yıl yaklaşık 160 bin kişiyi öldürüyor.Yaklaşık iki milyon insan, ilaçların yol açtığı hastalıklara yakalanıyor. “Besin destekleri tehlikelidir” Bir çok besin bir çok hastalığa iyi geliyor. Ancak ilaç endüstirisinin etkisinde kalan doktorlar bu besinlere itibar etmiyor. İlaç veriyor.

YALANLAR

NORMAL KABUL EDİLEN DURUMLAR BİLE KAZANCA DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR

"Tıp artık şu dayatmayı kabullenmiş: İnsanlar bol bol hastalansın, sağlıklı yaşamalarına kafa yormayın, olabildiğince sağlıksız ama hayatta kalsınlar, biz de onları bol bol tedavi edelim, en 
pahalı yöntemlerle, çok para kazanalım. Sektör büyüsün"

Geçmişte “normal” kabul edilen durumların bile tanı ve kazanç haline dönüştürüldüğüne dikkat çekerek…başarı rakamları ile bile oynanarak halkın cebinin beden ve ruh sağlığının tehdit edilmektedir.

"Günümüzde halk, tıbbı her şeyden önce bir ticaret gibi görüyor. Tıbbın doğruları diye onlara medyadan sunulanlar güvensizliği iyice artırıyor. Korkunç büyüklükteki sözde “bilimsel” medikal sektörün yanı sıra onunla yarışan bir şarlatan tıp sektörü doğuyor, yine medyanın yardımıyla. Meslek saygınlığımız kalmadı gibi bir şey. Her sorumlu doktor kendi saygınlığını kurtarma derdinde." 

Tabip odalarında sağlık politikalarının ötesinde siyaset yapmak diye bir önceliğiniz varsa, sağlık konusundaki politik mücadelenizi zayıflatmak pahasına onda ayak dirersiniz.

Ne yazık ki politiklerimizin ezici bir çoğunluğu “politika yapmak”tan farklı bir şey anlıyor. 

Gerçek şöyle ki, “doğru bir tıp pratiği” için mücadele edenlerin büyük çoğunluğu aynı zamanda politik insanlar ve öncelikli olarak sağlık politikalarıyla ilgilenmeyi zül addedecek kadar keskin politik insanlar"

KOLESTROL YÜKSEKLİĞİ KALP KRİZİ YAPAR YALANI

Yıllardır “kolesterol yüksekliğinin kalp krizi yaptığı” iddiası ile insanları kandıranlar, uzun zamandır bizlerin söylediği, fakat nedense tıbbi mafya tarafından yok sayılan gerçeği ağızlarından kaçırdılar. Evet, geçenlerde ünlü tıp dergisi New England Journal of Medicine’de yayınlanan ilaç firmasının desteklediği bir araştırmada “Kalp krizi geçiren insanların yaklaşık yarısının kolesterolü yüksek değil, tam tersine tam tersine kolesterolleri son derece normal” olduğu kabul ediliyor.

Yani anlayacağınız kolesterolü yüksek olan da, olmayan da koroner kalp hastalığı geçiriyor! 

Yıllardır nasıl kandırıldığınızı anladınız mı? Ama utanmaz kolesterol lobisi bu gerçekten hareketle “kolesterol düşürücü ilaçları (statinleri) artık kullanmayın” diyeceklerine normal kolesterolü olanlar da bu ilaçları kullansın istiyorlar. Çünkü bu zararlı ilaçların faydalı bir yanı da var; iltihabı azaltıyorlar. Tıbbi mafya tamamen duygusal (!) nedenlerle pahalı ve birçok yan etkisi olan bu ilaçların yerine, ucuz ve yan etkisiz iltihap azaltıcıları (balıkyağı, D vitamini, baharatlar, otlar, vb.) hiç önermiyor. Evet, bunlar vicdansız. Daha fazla kazanmak için bilimi de tahrif etmekten çekinmeyerek her şeyi göze alabiliyorlar.

ÇOCUKLAR İÇİN UYUŞTURUCU MADDE GİBİ BESİNLER

Şu anda çocukların en fazla yediği; Hamburgercilerde verilen yemekler, kola, gazoz ve meyve suları, gofret ve çikolatalar, cipsler, meyveli yoğurt ve meyveli sütler... İngiltere okul kantinlerinde bu gibi yiyeceklerin satılmasını seneler önce yasakladı.

Bu gıdaların ortak yönü hızla emilen şekerlere sahip olmaları. Bir uyuşturucu madde gibi çocuklara veriliyor. Çocuklar da kısa bir süre içinde bu şekerleri ruhsal ve bedensel çeşitli hastalıklara çeviren makinelere dönüşüyorlar. Çocuklara yönelik gıda reklamları büyük ölçüde kısıtlanmalı. Okul kantinlerinde abur cubur gıdalar, kolalar ve diğer gazlı meşrubatın satışı yasaklanmalı.

Anneler çocuklarına beslenme çantaları hazırlamalı. Daha büyük çocuklar sefertası ile evden okula yemek getirmeli. Okul yemekhanelerinde kaliteli yağlarla yapılmış tencere yemeklerinin yapılmasını sağlamalıyız. Makarna, pilav, beyaz ekmek, börek, cips, kek gibi tahıldan zengin yiyecekleri iyice azaltmalıyız.

TIP ÖĞRENCİLERİNE TIBBIN KARANLIK YÜZÜ ANLATILMALI

Son yirmi beş yıldan beri tıp ve tüketim kültürü, kontrolden çıkmış bir hengâmenin içine sürükleniyor. Hayat kurtarması, hastaları iyileştirmesi beklenen “beyaz önlüklü” tıp, her ne pahasına olursa olsun daha çok satmak isteyen “siyah şapkalı” agresif bir endüstriye dönüştü. İşte öğrencilere modern tıbbın karanlık yüzü iyice anlatılmalıdır. Pisliği halının altına süpürmek olarak tanımladığımız semptomları tedavi etmek, rantiyeci tıbbın kârına kâr katıyor ama hastalara faydadan çok zarar veriyor. Öğrencilere verilen derslerde hastalık oluşum mekanizmaları iyice anlatılmalı ve hastalıkların gerçek nedenleri üzerinde durulmalı. 

Hastalıklardan korunmanın tedavi etmekten çok daha kolay ve ucuz olduğu anlatılmalı. Tabii hastalıklardan korundukça hekimlerin gelirlerinin azalacağı da aşikardır. Belki de işin özü burada. Birinci basamakta çalışan hekimlerin geçim sıkıntısında oldukları ayan beyan ortadadır. Bir tarafta milyonlarca liralık reçetelere imza atmak, öte tarafta geçim sıkıntısı.

BİTKİSELLİK ADI ALTINDA YAPILAN TIP SÖMÜRÜSÜ

Biz toplum olarak kelimeleri çok çabuk tüketiyoruz. Son zamanlarda en çok tüketilen kelime “BİTKİSEL”. Sanki ilaç bitkisel oldu mu bir yan tesiri olmaz. Diyelim ki bir çalışma yaptınız, kekik veya papatya kullandınız, bu çalışma sonucunda vücut için yararlı bir preparat ortaya çıktı. Ama hangi kekiği veya papatyayı kullandınız? O madde ne zaman, nasıl, hangi ortamda yetişti? Kaç gram kullandınız? Kullandığınız kişide ne gibi hastalıklar var? Böyle yüzlerce soru sorabiliriz. Ama insanlar televizyona çıkıyor, hiçbir eğitimi yok, hele ki tıp eğitimi hiç yok, bu şuna iyi geliyor, buna da iyi geliyor deyiş, satış ve pazarlama teknikleriyle bizi aldatıyorlar. 

Bakalım insanlar hangi durumlarda aldanıyorlar?

1) Kanser gibi çaresiz bir hastalığa yakalananlar,

2) Kronik şeker, böbrek problemi, romatizma gibi hastalıkları olanlar,

3) Gençleşmek isteyenler,

4) Cinsel bozukluklara maruz kalanlar,

5) Kendini daha iyi ve dinç hissetmek isteyenler,

6) Kilo problemi olanlar, bu satıcı ve pazarlamacıların ağına kolay düşüyorlar. Enteresan ki, okumuş-tahsilli dediğimiz insanlar da bunlara dahil. Hangi araştırmaya, hangi çalışmaya dayalı, kanıt var mı, yok mu?

Araştırmadan hemen ürünü alıyorlar. Peki o ana kadar kullandıkları ilaçlarla bu ürün etkileşirse ne olur, düşünüyorlar mı? Yok. Peki, bu ürünün içinde katkı maddeleri birikip (ağır metal gibi) uzun vadede ne gibi zararlar veriyor düşünüyorlar mı? Hayır.

DOKTOR ÖNCE TEDAVİ ŞEKLİNİN HASTAYA VERECEĞİ ZARARI DÜŞÜNMELİ!.

Özellikle bir noktaya dikkat çekmek isterim: Çocuk senede bir-iki kez boğaz enfeksiyonu geçirmiştir, anne-babası, tüm aile (anneanne, babaanne,dedeler) size gelmiştir.

Muayenede tabii ki bademciklerini büyük bulacaksınız. Bir-iki kez de aile uykusuz kalmıştır ve çocuk zor nefes alıp vermekte, ağzı açık uyumakta ve sürekli burnuyla oynamaktadır. Eğer hemen siz buna bademcik-genizeti operasyonu derseniz, hayatı boyunca o çocuğun başka kronik hastalıklarına sebep olursunuz. Önce bu çocukta alerjiye, kulağının işitip işitmediğine bakmalısınız, alerjisi varsa kesinlikle “bademcik operasyonu’’ yapmamaya çalışmalısınız. 

Çünkü yapacağınız alerji tedavisiyle o büyük gördüğünüz bademciklerin tamamen küçüldüğünü göreceksiniz, sadece bir geniz eti operasyonu ile çocuğu kurtaracaksınız. Daima bizim şunu düşünmemiz lazım; biz bu tedaviyle (ilaç veya cerrahi) bu kişiye ilk önce ne zarar veririz, kısa vade ve uzun vade, ayrıca ne kadar tedavi ederiz. Bunun için özellikle cerrahi tedavi öncesi çok ciddi bir sorgulama (anamnez) ve ileri tetkik gerekir. Basit bir hemogram (kan tetkiki) ile bu olmaz, burada aileyle, KBB’yle, baş-boyun cerrahisiyle, çocuk hastalıkları uzmanıyla birlikte karar verilmeli. Aile her türlü konuda bilgilendirilmeli. Çünkü sizin o anda vereceğiniz bademcik operasyonu sonrası bu çocuk ömür boyu farenjitten kurtulmayabilir...

İLAÇ PAZARLAMA LOBİLERİ VE FUARA DÖNÜŞEN TIP KONGRELERİ

.... ilacının’nın kemik erimesi, kırık riski ve kolesterol yükselten yan etkileri göz ardı edilmiyor mu? Bu kemik komplikasyonlarının önlenmesi için ..... firmasının .... adlı ilacının tedaviye eklenmesi, yükselen kolesterol seviyelerini düşürmek için de bu hastalara statinlerin verilmesi endüstrinin pazar genişletmesi yeteneğinin parlak bir örneği olsa gerek.

Ürün pazarlaması ve fuar etkinliğine dönüştürülen tıbbi kongreler de yeni ürünlerin kullanımının yaygınlaştırılması için devreye sokuluyor. Endüstrinin lobi örgütleri hükümetleri, sağlık bakanlıklarını, bürokrasiyi, medyayı, üniversiteleri, akademia mensuplarını, doktorları, hastaları, hasta yakınlarını ve tüm toplumu yönlendiriyor.

ÖNÜMÜZDEKİ ON YILDA HERKESE CERRAHİ MÜDAHELE YAPILACAK!

.... 2010 yılında yatan hasta sayısı 10.5 milyon. Bunun 2.7 milyonu özel hastanelere ait. Oysaki 2002 yılında yatan hasta sayısı 5.5 milyon, özel hastanelerde yatan hasta sayısı 550 bindi. 2010 yılında toplam ameliyat ve cerrahi girişim sayısı 8.6 milyon. Bunun 1.8 milyonu özel hastanelerde uygulanmış. Toplumun %11:5’u her yıl ameliyat ya da cerrahi girişim oluyor. Bu ameliyatların 5 milyonu büyük-orta ölçekli ameliyatlar, 3 milyonu küçük ölçekli ameliyatlar. Hiç artış olmasa bile önümüzdeki 10 yıllık periyotta herkese ameliyat ya da cerrahi girişim yapılacak. Oysa ki 2000 yılında toplam ameliyat sayısı 1.6 milyon, özel hastanelerdeki ameliyat sayısı 225 bindi. Bir kanser hastasının tedavi masrafları hasta başına devlete bir milyona malolmaktadır. İlaç sektörü artık teröristler gibi hareket etmektedir. 

SEZARYEN DOĞUM ORANLARI DEHŞET VERİCİ

Sezaryen doğumların tüm doğumlar içindeki payı %46. Devlet hastanelerinde sezaryenle doğum oranı %41, özel hastane ve üniversite hastanelerinde %65. Mükerrer sezaryen oranı ise %20.3 Oysaki sezaryenle doğumun vajinal doğumun güvenle tamamlanmasının mümkün olmadığı durumlarda veya vajinal doğumla birlikte bebek veya annede hastalık veya ölüm oranında belirgin artış riskinin bulunması halinde uygulanması gerekiyor. OECD üyesi 34 ülke arasında en yüksek Sezaryen oranı Türkiye’de. 2009 yılında her bin canlı doğumdan Finlandiya’da 157’si, Fransa’da 200’ü, İngiltere’de 273’ü, Almanya’da 303’ü, ABD’de 323’ü (2008 verisi) Sezaryenle doğum iken Türkiye’de 427’si Sezaryenle doğum.1 Dünya Sağlık Örgütü tarafından konulan hedef ise %5-15. Sezaryenle doğumun böyle yüksek oranlarda olması tıbbın ticarileştirilmesi-piyasalaştırılmasının göstergesi.

TIBBİ AÇIDAN CİDDİ BİR BAŞARISIZLIK SÖZ KONUSU

Tıp doğuşundan itibaren hastalıkları önlemeye, önleyemiyorsa tedavi etmeye, tedavi edemiyorsa rehabilite etmeye çalışmış, insanların fiziksel ve ruhsal yönden daha sağlıklı yaşayabilmesini amaçlamış, sağlıklı bir toplumun da ancak uygun yaşam koşullarına sahip sağlıklı bireylerden oluşabileceği yaklaşımını benimsemiştir. Bu amaç gözetildiğinde hasta sayısının ya da hastalıkların artması tıbbi açıdan ciddi bir başarısızlıktır. Oysa, sağlık sisteminde piyasa kurallarının giderek daha fazla hakim olduğu günümüzde, sistemin devamlılığı hastalık ve hasta sayısında artış ile mümkün kılınmış durumda. İnsan bedeni ve sağlık üzerinden daha fazla artı değer üretimi söz konusu olduğunda hasta sayısının azalması sistemin sonunu getirecek bir felaket olarak algılanmakta. Sağlık sistemi bu kaygılarla şekillendirildiği oranda giderek tıbbın temel felsefesinden uzaklaşıyor.

İYİ SAĞLIK HİZMETİ PAHALI TEKNOLOJİ DEĞİLDİR

 İyi sağlık hizmetinin sınırlı ekonomik gücü olan ülkelerce verilebileceği ispatlanmıştır. Örneğin Çin, Jamaika, Küba gibi düşük kişi başı geliri olan ülkelerde, toplam yaşam süresi, çocuk ve anne ölüm oranı gibi sağlık indeksleri gelişmiş ülkelerle mukayese edilecek boyuttadır. İleri teknoloji ithaline sıkı blokaj politikası uygulayan Küba’da, kişi başı milli gelir USA’nın yirmide biri olmasına karşın, iyi sağlık hizmeti ve uzun yaşam beklentisi başarılmıştır.

ARTIK HASTALIKTAN HAZ DUYANLAR VAR

Hastalıktan haz duyanlar var. Otuzlu yaşlarından beri en büyük zevkleri gece hastane acillerine gitmek olan karı-koca akrabalarımı son ziyaretimde düşkünlük derecesindeki mütevazı ev yaşamlarını tasarım harikası bir ilaç kutusunun süslediğini gördüm. Günün olası ilaç alım saatlerine göre bölümlendirilmiş kişisel kutularının ilgili gözlerine ilgili saatlerde alacakları ilaçları büyük bir özenle yerleştiriyorlardı.

SAĞLIĞA HARCADIKÇA SAĞLIKLI MI OLUYORUZ?

Sağlık harcamalarının artmasını çeşitli etkenlerle açıklamak mümkündür. Birincisi, kapitalizmin hava kalitesinden su kalitesine kadar insan sağlığını etkileyen çevreye verdiği zararla ilgilidir. Nüfusun kentlere yığılması ile birlikte bozulan hava kalitesi çeşitli solunum hastalıklarına davet çıkarmakta, özellikle yoksul kesimlerin kullandığı sudaki kirlilik çeşitli hastalıkları tetiklemekte, sağlıksız konut koşulları kente yığılmış topluluklarda hastalıkları artırmaktadır. Gıda üretiminde yaşanan sağlıksız süreçler, GDO’lu gıdaların piyasalara sürülmesi, başka hastalıkları davet etmektedir. Dönem dönem pompalanan grip salgını gibi haberler, aşı tüketimlerini ve yapay koruyucu tedavi harcamalarını artırmaktadır.

Özellikle sanayi üretiminin kaydırıldığı “çevre ülkelerde” gerekli önlemlerin alınmaması, denetimlerin yapılmaması ile yaşanan iş cinayetleri, meslek hastalıkları ile birlikte tedavi ve ilaç tüketimleri de artmaktadır. Fiziksel rahatsızlıkları tetikleyen bu çevre koşullarına ek olarak, kapitalizmin yarattığı yoğun ve yapısal işsizlik, kitlelerde kaygı, endişe ve korkuyu beslemekte, bu da yaygın biçimde ruhsal hastalıklara davet çıkarmaktadır. Bütün bunların yanında, sağlığa yatırım yapan şirketlerin, ilaç ve tedavi kurumlarının sağlık harcamalarını kışkırtıcı propagandaları, medyayı bu konuda manipüle etmeleri ile birlikte, toplumda “hastalık hastası” insan sayısı artmakta, bu da sağlık sektörüne talebi kabartmaktadır.

Neoliberalizmin, özel sermaye birikimine yeni bir kanal olarak sunduğu sağlık sektörü için, devlet bütçesinde toplanan vergileri ve sosyal sigorta fonlarında toplanan kaynakları, “sağlık harcamalarını bir sosyal hak olarak yaygınlaştırmak” gerekçesiyle ilaç endüstrisi ve özel hastanelerin kullanımına sunması da, sonuçta kışkırtılmış, yapay bir sağlık harcaması sonucunu doğurmuştur.

BİR TUZAK OLARAK CHECK-UP

Aslında bir sorun vardı: İnsanların çoğu kendilerini “yeterince” sağlıklı görüyorlardı. O zaman çözüm sade ve basitti: İnsanlar, “yeterince” sağlıklı olmadıkları konusunda ikna edileceklerdi: 

Her keseye, her sınıfa, her varolma kimliğine yönelik geliştirilen paket paket check-up’lar bir “ikna yöntemi” olarak bu dönemde hayatımıza girdiler. Kendilerinin “sağlıklı” olduğunu düşünenler kan, bok, idrar, balgam veya vajinal salgılarının incelemeleri sonucu aslında “normal” olmadıklarını gördüler. “Yeterince” test yaptıranlar, testlerin birisinde kendilerinin “yeterince” sağlıklı olmadığını gösteren “normal dışı” bir sonuca sahip olduklarını fark edip şok oldular.

KONGRE PANAYIRLARI VE YAYIN DAĞLARI

Bu tarz bilim anlayışı ilimin çok ama çok uzağındadır. Bir soruna “açıklama” getirmeye ya da bir “mantık” oluşturmaya asla çabalamaz. Amacının orta yerinde “hasta insan” yoktur, tümörünün çapı, kanındaki bilmem ne molekülünün miktarı gibi “ölçülebilir” (çünkü istatistik rakam ister) veriler vardır. Lakin iş burada da kalmaz, “düzen oluşturma tutkusu” (hakimiyet güdüsü de diyebiliriz), (elektrikler kesildiğinde ne yapacaklarını bilemeseler bile) dünyanın geri kalanına egemen olma eğilimindedir. Mesela hangi ilacın hangi hastalıkta ve ne kadar kullanılması gerektiğini FDA (Food and Drug Administration) gibi örgütleriyle (tıp otoritesi derler) kontrol altına alır. Bizim tıp otoritemiz bile (bir istisna dışında) FDA ve Avrupa’nın benzer kurumu EMEA’nın verdiği kararları aynen onaylar. Bütün eli kalem tutan (reçete ve etki gücü olan anlamında) doktor takımının beyinleri, götürüldükleri Amerikan ve Avrupa kongrelerinde bir güzel yıkanır, götürülemeyenler için yerel “update” (güncelleme) toplantıları düzenlenir. Oysa bu kongrelerin çoğu bilimsel toplantı alanları bile değildir. 

Bunlar bir cins fuar (‘fair’ ya da ‘marketplace’ ya da panayır özelliği taşırlar. Dünyanın her yerinden gelen 10.000 ila 30.000 doktor tek mekanda buluşur, tartışma yoktur, sadece anlatan konuşur. Bir futbol sahası büyüklüğündeki salonlarda düzenlenen “preliminary section”larla verilmek istenen mesajlar seçilerek sunulur. Onlara “p değeri” denen ve istatistiksel anlamlılık zeminine kurulan sonuçlar yedirilir, akşam ikram edilen şık yemekler ise sindirim takviyesine yarar.

İLLA Kİ BAĞIRSAKLAR DİYORUZ!


Kefir mi cola mı derseniz…

Vücut için gerekli fermente gıdaların başında gelen kefirin bilinen bir zararı yoktur. Colanın ise bilinen bir yararı… Kefir tanelerinin, ziraat fakültelerinden, aktarlardan temin edilebilir. "Bazı firmalar hazır kefir de satmaya başlamıştır. Kefirinizin ucuz ve istediğiniz kıvamda olması için mümkünse kendiniz yapın. Kefir taneleriniz büyük ise bunu kesmeyin, aksi halde kefiran, metalden zarar görebilir.

En iyisi hafifçe elinizle sıkmadan ayırmaktır. Kefir taneleri karnıbahar görünümünde fakat lastik kıvamındadır. Kefir tanelerinin dışında kefiran denilen bir yapışkan bir zar vardır. Yararlı bakteriler ve mantarlar kendi yaptıkları bu zarın içinde yaşarlar. Kuru kefir taneleri birkaç mayalamadan sonra yok olabilir. Ama ıslak maya, eğer iyi bakılırsa sağlıklı kalır. Kefir tanelerini sıkmayın, metal değdirmeyin, temiz tutun. Uzun süre kullanmayacaksanız soğuk bir yerde (tercihen buzdolabında) tutun. Daha uzun süre saklamak isteyenler derin dondurucuya koyabilirler." 

"Müzmin hastalığı olan kişilerin en az bir litre kadar kullanması tavsiye edilmektedir. Kefirde bulunan bakteri ve mayalar, tam olarak parçalanmamış besinlerin sindirimine etkin bir şekilde yardımcı olarak besin kaybını önlemektedir. Kefirin, yoğurda nazaran daha ince tanecikli yapıda olması nedeniyle gerek bebekler gerek yaşlılar gerekse sindirim bozuklukları olanlar için kullanımı kolaylaşmaktadır. Mide ve bağırsaklarda şişkinlik yapmamaktadır. 

Kefirdeki laktoz oranı fermente işleminden sonra süte nazaran çok azalmaktadır. Laktoza duyarlı kişiler rahatlıkla içebilirler. Ayrıca, kefirde bulunan CO2 sindirimi kolaylaştırıcı etki yapmaktadır. Görünüş olarak birbirlerine çok benzerler. Her ikisi de sütün fermantasyonu sonucu elde edilir. 

Yoğurt, prebiyotiktir yani probiyotiklerin üremesini artırır. Kefir probiyotiktir. Yani kendisi yararlı mikroorganizmadır."

HER AÇIDAN EMPERYALİST BİR İÇECEK; COLA! 

1. İlk 10 dakikada: Kanınıza hemen 10 çay kaşığı kadar şeker girer. Bu normal günlük dozun 100 katı kadardır. Bulantınızın olmamasının nedeni içinde bulunan ’fosforik asiddir’.

2. İlk 20 dakikada: Kan şekeriniz aşırı şekilde yükselir. Bunun sonucu pankreasınızda aşırı derecede insülin salgılanır ve kan şekerinin fazlası karaciğerde yağ olarak depolanmaya başlar.

3. 40 dakika içinde: Kafeinin tamamı dolaşıma girmiş olur. Kan basıncı yükselir, karaciğerden daha fazla şeker yapılarak kana geçer ve kan şekeri tekrar yükselir.

4. 45 dakika içinde: Beyinde dopamin yapımı artar, mutluluk hissi başlar (eroinin etkisine benzer bir etki meydana gelir.)

5. 60 dakika içinde: Ani açlık hissi oluşur.

6. Tekrar kolaya ve tatlılara saldırırsınız.

7. Bu kısır döngü devam ettiği süre karaciğer ve göbek yağlanması artar, vücudun tüm hücrelerinde LEPTİN ve İNSÜLİN DİRENCİ gelişir.

8. Şişmanlık hastalığını başlatmıştır ve bütün dejeneratif hastalıkların nedenidir.

Hala cola içmek ister misiniz? Yoksa taze sıkma portakal ve nar suyumu sıktırırsınız gittiğiniz restorantlarda? Ayran mı istersiniz garsondan? Maalesef sıkma portakal suyu yok!! diyen lokantaları protesto edin. 20 milyon liraya bir meyve sıkma makinası aldırın. Aksi halde bir daha gelmeyeceğinizi söyleyin..

Sağlığımıza dikkat edelim. Restaurantlarda Cola, Fanta, Zero varsa. Gazlı içecekler yani. Markalarının isimlerininde bir önemi yok! Sıkma taze portakal, mandalina, kivi suları da olsun, ayranda…

Kola içme alışkanlığı, en önemli kalsiyum kaynağı olan süt ve süt ürünleri tüketimini de azaltıyor ve ergenlik döneminde günde 800-1200 miligram olan kalsiyum ihtiyacının karşılanmasını önleyerek kemik sağlığını olumsuz yönde etkiliyor. Süt tüketimi ise günde 3 bardağı geçmesin...

Pamuk tarlalarında çalıştırdıkları zenci kadınları aynı zamanda cinsel obje olarak kullanan beyaz efendi Amerikalılar artan gayrımeşru doğumlara karşı bir kısırlık ilacı olarak kullandılar ilk kez; cola!

İlk defa 1886'da John Styth Pemberton tarafından, gündelik sağlık şikayetlerinin tedavisi için bir şurup olarak üretilen Coca Cola'nın formülünde 1905'e kadar kokain de bulunuyordu.

Şu anda dünyanın en köklü ve büyük şirketlerinden biri olan 'The Coca Cola Company' 1892 yılında kuruldu. Coca Cola'nın küresel tek rakibi, bu ürünü taklit edip 1902'de şirketleşen yine bir ABD şirketi PepsiCo oldu.

Coca Cola'yı evrensel bir içecek yapan en büyük etken, dünya çapındaki yaygın dağıtım ağının yanı sıra dünyanın bütün yerel noktalarında ortaya çıkan taklitleri de oldu.

29 mayıs 1886'da ilk Coca Cola reklamı 'The Atlanta Journal'da yayımlandı. İlanda kullanılan slogan yine, 'nefis ve serinletici' idi.

Reklamlarda hep, yaşamın eğlenceli yanları öne çıkarıldı. İlk nakliyat parlak kırmızı fıçılarda yapıldığı için, günümüzün en sevilen içeceğinin simgesi de kırmızı oldu.

Dr. Pemberton'ın ölümünden sonra Coca Cola'nın haklarını 2 bin 300 dolara satın alan Asa Candler, 1892'de 100 bin dolar sermaye ile kurulan şirketinin dünyanın 200 ülkesinde satılacak bir ürünü pazarlayacağını tahmin etmemişti.

Sadece bir ürün mü? Elbette hayır. Çağa damgasını vuracak bir külttü yaratılan. Coca Cola 1950'de Time dergisinde kapak oluyordu. Time, Coca Cola'yı 'dünya ve dostu' manşetiyle tanımlıyordu.

Ay'a ilk kez ayak bastığı iddia olunan Neil Amstrong, dönüşünde Times meydanında, "Coca Cola'nın evine, dünyaya hoşgeldiniz" pankartıyla karşılanıyordu.

Coca Cola, Olimpiyat Oyunları'ndan Sir Edmund Hillary'nin Güney Kutbu yolculuğuna kadar birçok organizasyonun sponsoru olarak karşımıza çıktı.

Kola ve sağlık

Bir litre kolalı içecek yaklaşık 400 kalori eşdeğeri şeker, 0.15 gram kafein, değişik miktarlarda renk veren maddeler, orijinal tadı sağlayan kola özü ve asıl önemlisi gazlı içecek olmasını sağlayan fosforik asit içeriyor.

Yakın zamanda yayımlanan tüm araştırmalar başta çocukluk çağı olmak üzere büyük yaş gruplarında şişmanlık ile kola tüketimi arasında önemli bir bağlantı olduğu üzerinde duruyor.

Kolalı içecekler, bir yantan kan şekerini hızla yükselten, dolayısıyla insülin hormonunu artırarak vücudun yağ depolamasına yol açan yüksek miktarda şeker içermesi nedeniyle, diğer taraftan da süt ve süt ürünleri gibi sağlıklı beslenmenin temeli olan içeceklerin yerine geçtiği için şişmanlık riski oluşturuyor.

Bunların dışında kola içme alışkanlığının fast-food beslenmeye eşlik ettiğini ve kola ile birlikte daha fazla yemek yendiğini biliyoruz.

Bu nedenle çocuklukta obezite ve buna bağlı şeker hastalığının önemli bir sorun haline geldiği ABD'deki çocuk sağlığı otoriteleri çocukların kolalı içeceklerden uzak tutulmasını öneriyor.

Kolalı içeceklerin asıl zararlı etkisi ise kemikler üzerinde. Üç yıl önce ABD Tabipler Birliği'nin Çocuk Sağlığı dergisinde kolanın lise öğrencilerinde kemik kırıkları sıklığını üç kat artırdığını gösteren bir araştırma yayımlandı.
Araştırmacılar, koladaki yüksek miktarda fosforun kan fosforunu yükselterek kemiklerden kalsiyum kemiren paratiroid hormonu düzeyini artırdığını ve bir süre sonra kalsiyumu azalan kemiklerin sağlamlıklarını yitirdiklerini öne sürdü.

Tıp literatüründe bu gözlemi destekleyen başka insan çalışmalarının yanı sıra benzer etkinin farelerde olduğunu gösteren araştırmalar da yayımlandı.

Kola içme alışkanlığı, en önemli kalsiyum kaynağı olan süt ve süt ürünleri tüketimini de azaltıyor ve ergenlik döneminde günde 800-1200 miligram olan kalsiyum ihtiyacının karşılanmasını önleyerek kemik sağlığını olumsuz yönde etkiliyor.

Bunların dışında kolanın böbreklerden kalsiyum atılımını ve diş çürüklerini belirgin bir şekilde artırdığı, mide mukoza hücre döngüsünü bozduğu, aşırı içilmesinin kas hastalığına (hipokalemik miyopati) neden olduğunu gösteren raporlar yayımlandı.

Şimdiye kadar kolanın insanlar için yararlı olduğunu gösteren bir araştırma yayımlanmadı. Hiç kuşkusuz kolalı içecekler sigara gibi insan sağlığını doğrudan ve tehlikeli bir şekilde etkilemiyor, ama bu masum oldukları anlamına da gelmiyor.

HERGÜN BİRKAÇ KASE YOĞURT

Selanik hikayenin geçtiği yıllarda dünyada New york’tan sonra ençok Yahudi nüfusunu barındıran kentti. Selanik’te o yıllarda Karasu diye bilinen bir aile vardı ve bu aile Selaniğin önde gelen ailelerden biriydi. Bu ailenin fertlerinden olan genç Izak Karasu yaşı gelincetıp öğrenimini tercih eder. Okulu bitirdikten sonrada kendisine bir muayenehane açar. Bir müddet sonrada evlenir. Bir oğlu olur. Adını Daniel’le koyar. Daha sonralarıda iki de kızı dünyaya gelir.

Balkan Savaşları’nda Selanik Osmanlı toprağı olmaktan çıkınca buradaki Yahudi topluluk huzur dolu günlerini kaybedince büyük bir panik yaşarlar. Çoğu Selaniği terk edip başka Avrupa kentlerinde yaşamak için yollara düşerler. Geride kalanlar ise yaklaşık 30 yıl kadar sonra, Hitler orduları Yunanistan’ı işgal edince toplama kamplarına gönderilir.

Yunanlılar’in Selanik’e girmelerinden kısa bir süre sonra Izak Karasu,eşi ve oğluyla birlikte İspanya’ya göç eder. Yani tam 420 yıl sonra, kovuldukları ata topraklarına geri dönerler.

Karasu ailesi Barselona’ya yerleşir. Adını Latin alfabesine uyarlayarak Izak olan adını Isaac yapar. Karasu olan soyadını da Carasso… Sonra bir muayenehane açar orada. Çok az hasta edinir.

Geliri yetmeyince ailesini geçindirmek için zeytinyağı ticaretine girişir. Yaşanılan süreç Birinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Avrupa’da müthiş bir yoksulluk dönemi başlamıştır. Bu yoksulluk döneminden İspanya da nasibini alır.

En çok ilaç sıkıntısı baş göstermektedir.

Tam da o günlerde Barselona’da çocuklar arasında salgın halinde bağırsak hastalıkları patlak verir. Gözleri yaşlı anne-babalar kucaklarında bir deri bir kemiğe dönmüş yavrularıyla diğer doktorlar gibi Isaac Karasu’nun da muayenehanesine dayanıp, “kurtar çocuğumuzu” diyeyalvarmaktadırlar.

Ne yazık ki diğer doktorlar gibi Carasso’nun elinden de pek bir sey gelmemektedir. Gözünün önünde ölüp giden çocukların acısıyla uykusunun kaçtığı gecelerin birinde, bir ses yankılanır belleğinde:

“Yoğurtçu geldi. Kaymaklı yoğurtlarım var.” İrkilir Carosso!

Selanik’te, gün aşırı evlerine bir tepsi kaymaklı yoğurt bırakan Türk satıcının sesidir bu. Ve “Eureka”çığlıklarıyla hamamdan dışarı koşan Arşimed gibi yataktan fırlar. Tabii ya” der, “tabii ya!” Bu hatırlama kendisini o günlere götürmekle kalmaz, aynı zamanda Selanik’te bağırsak hastalıklarının tedavisinde yoğurt kullanıldığını da anımsatır.

Hatırladığı kadarıyla günde üç öğün birer kase yoğurt yediriyorlardı hastaya ve hastada birkaç günde sağlığına kavuşuyordu. Yoğurdun nasıl yapıldığını biliyordu. Carasso hemen ertesi gün, evinin bodrumunu yoğurt imal etmek için hazırlamaya koyulur. Birkaç çiftlikten topladığı sütle de hemence yoğurt imalatına girişir.

Ancak bir sorun vardır ortada, çözülmesi gereken. Avrupa’da yoğurt bilinen bir şey değildi. Evet,1500’lerin ortalarına doğru Kanuni Sultan Süleyman bağırsak enfeksiyonuna yakalanan dostu Fransa Kralı I. François’ya bir yoğurtçu göndermisti. Ne var ki, kral iyileşince yoğurtçu sırlarıyla birlikte İstanbul’a geri dönmüştü.

Isaac Carasso, ürettigi şeyin Balkanlar’da ve Anadolu’da yaygın bir tüketim maddesi olduğunu insanlara nasıl anlatabilirdi? Çareyi; yoğurdunu ilaç olarak kabul ettirmekte bulur. Ve kısa süre sonrada Carasso’nun yoğurdu eczanelerde ilaç olarak satılmaya baslanır!

Hasta çocuklarda çok çabuk etkisini gösterir. Bu kezde ortaya yoğurdun eczane raflarında bekleme süresi sorun olarak ortaya çıkar.

Doktor meslektaşları ona bir tavsiyede bulunurlar: Paris’teki Pasteur Enstitüsü’nden fermante edilmis laktik getirtirse, yoğurdun ömrünü uzatabilirdi. O arkadaşlarının sözlerini dinler. Böylecede tüm dünyanın bildiği ve kullandığı pastörize yoğurt ortaya çıkar. “İlaç” tutunca, Isaac özel ambalajlar yapmayı akıl eder.

Kapakları porselenden olan cam kaselerde satılır, ilaç yoğurt. Artık ilaca patent almaya sıra gelir. Onun için de ilaca bir ad koyması gerekmektedir. Bunun içinde oğlu minik Daniel’in adını düşünür.

Yaşadıkları Barselona’nin yaygın dili Katalanca’da küçük Daniel’in ya da “Daniel’cik”in karşılığı çok hoştur doğrusu: “Danon!” Ancak bu özel ad olduğu ve marka namıyla tescil edilemeyeceği için sonuna bir “e” ekler. Hoşgeldin dünyanın bir süre sonra yakından bileceği“Danone”yoğurtları!

Yoğurtçuluk çok kısa sürede Doktor Isaac’in asil mesleği haline gelir. Aradan geçen zaman sonrasında oğlunu işin pazarlama, satış, muhasebe bölümünü bilimsel olarak ögrenmesi için Fransa’ya gönderir.

Ardından işin üretim aşamasınada hakim olabilmesi için, Paris’te Pasteur Enstitüsü’nde bakteriyoloji stajı yaptırır. Daniel öğreniminden sonra Fransa’da kalır. Çünkü babası, Isaac Carasso dünyadan göçer.

O da Paris’te bir dükkanda “Danone Yoğurtları Paris Şirketi”ni kurar. Sonrasında da Danone imparatorluğu tüm dünyanın önemli şirketleri arasında yer alır.

Bugün öyle bir imparatorluk ki o, 5 kıtada at koşturmaktadır. Kulvarındaki sıralamada dünya birincisidir. Bay Danone hala hayattadır. Barselona’da yaşamaktadır. 99 yaşındaki bu Selanik kökenli adam uzun yaşamasının sırrını soranlara hep aynı cevabı vermektedir.”

“Her gün birkaç kase yoğurt!”

VÜCUTTAKİ ÖĞÜTME MEKANİZMASI: 

SİNDİRİM SİSTEMİ

Vücudumuzdaki yaşamsal etkinliklerin sürmesi yani organlarımızın çalışması ve  hücrelerimizin yenilenmesi için gerekli olan temel maddeleri çeşitli yiyecek ve içeceklerden sağlarız. Ama yediğimiz her yiyeceğin, örneğin etin, ekmeğin, sebze ya da meyvenin bu temel maddelere ayrışması ve vücutta kullanılabilecek duruma gelmesi için çok köklü değişikliklerden geçmesi yani sindirilmesi gerekir.

Yeni doğmuş 2-3 kilogramlık bir çocuğun 20-25 sene sonra 1.80 cm boyunda, 75-80 kilo ağırlığında bir insan olmasını sağlayan, besinlerin sindirilmesidir. Aradaki bu muazzam kütle farkının kaynağı, çocuğun aldığı besinlerin içindeki maddelerin zaman içinde vücuduna katılmasıdır. Bu besinlerin bir kısmı yaşam için gerekli olan enerjiyi sağlar, bir kısmı ise vücuda eklenir ve insanın eti, kemiği haline gelir. İşe yaramayan kısımlar ise vücuttan atılır.

Sindirim sistemi yeryüzünün en üstün rafineri sistemini içerir. Bu rafinerinin içine alınan maddeler önce hammaddelerine ayrılır, daha sonra bu hammaddeler kullanılmak üzere vücudun gerekli bölgelerine gönderilir. Parçalanan maddeler birbirlerinden çok farklı olduğu gibi, ortaya çıkan yeni maddeler de birbirlerinden çok farklıdır.

Sindirim sisteminin işleyişini bir petrol rafinerisinin çalışmasına benzetmek mümkündür. Bir petrol rafinerisinde hammadde olarak rafineriye giren petrol, çeşitli işlemlerden geçerek aşamalı olarak parçalanır ve bu sırada birbirinden farklı ürünler elde edilir. Rafineride gerçekleşen kompleks işlemler sonucunda arabanıza enerji veren benzinin yanısıra üzerinde yürüdüğünüz asfaltın hammaddesi ve kullandığınız plastik ürünler de üretilir. Aynı şekilde sindirim sonucunda da çok çeşitli maddeler ortaya çıkar. Ancak sindirim sisteminde gerçekleşen olaylar, bir rafineride gerçekleşen olaylardan çok daha komplekstir ve çok daha üstün bir çalışma sistemi sayesinde meydana gelmektedir. Ayrıca bu işlemler son teknoloji ile donatılmış bir rafineride değil, sizin bedeninizin içinde gerçekleşir. Sabah kahvaltıda yediğiniz besinler siz günlük uğraşlara dalmışken, okulda ders dinlerken veya yolda yürürken, size hiç hissettirilmeden bu muazzam rafinerinin içinde binlerce değişik kimyasal işleme tabi tutulur.

Bir petrol rafinerisine hammadde olarak giren petrol, çeşitli işlemlerden geçer ve çok farklı ürünler elde edilir. Aynı şekilde vücuda giren besinler de sindirim işleminden sonra çok farklı maddelere dönüşürler. 

Bu kimyasal işlemlerin gerçekleşmesi için uzun bir kanala ihtiyaç vardır. Kanalın her noktasında da kanal içinde yer alan maddeleri değişime uğratacak özel rafine sistemlerinin bulunması gerekir. Söz konusu kanalın uzunluğu en az 8-10 metre olmalıdır. 

Ancak insan vücudu ortalama 1.70-1.80 m. uzunluğundadır. Bu durumda 10 metrelik bir kanal sisteminin, kendisinin yaklaşık beşte biri uzunluğundaki bir bedenin içine sığdırılması gerekmektedir. Bu da şüphesiz özel bir endüstriyel tasarım gerektirir. Nitekim insan vücudu bu tasarıma sahip olarak yaratılmıştır. Söz konusu kanal (ağız, yemek borusu, mide, incebağırsak ve kalınbağırsak) insan bedeninin içine özel bir plan doğrultusunda yerleştirilmiştir. Bu plan dahilinde 10 metrelik sindirim sistemi 1.70 m. uzunluğundaki bir bedenin içine özenle paketlenmiştir.

Yenilen her besin, vücudunuza girdikten sonra sindirim kanalı içinde yaklaşık 10 metrelik bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk sırasında besinler bir dizi mekanik ve kimyasal olaya tabi tutulurlar. Yiyecekler beş bölümlü 10 metre uzunluğundaki kanaldan sırayla geçerken, bir yandan öğütme, yoğurma ve çalkalama gibi mekanik hareketlerle, bir yandan da çeşitli salgı bezlerinin bu kanala boşalttıkları özsuların kimyasal etkisiyle sindirilirler. 

Sindirim ağızda başlayıp midede ve ince bağırsakta sürer. Besinlerdeki yararlı maddelerin kan damarlarıyla emilip dolaşıma karışması ise ince bağırsaklarda gerçekleşir. Kalınbağırsak ise sindirilmeyen yararsız maddelerdeki suyun emilip geri kalan posanın vücuttan dışarı atıldığı yerdir.

RAFİNERİ GİRİŞİ

Yemeği ağzınıza götürmenizle beraber sindirim sistemi harekete geçer. Ağza alınan yiyecek dişler tarafından parçalanır ve öğütülür. 

Dişler bu işlem için özel olarak tasarlanmışlardır. Bilinen en sert organik madde olan -diş minesi- ile kaplanmışlardır ve aynı zamanda da kimyasal maddelere karşı da çok dayanıklıdırlar. 

Her diş görevine uygun bir şekle sahiptir. Örneğin ön dişler keskindir, yiyeceği koparır. Köpek dişleri sivridir, besini yırtar, parçalar. Azı dişleri ise besini öğütebilecek şekilde tasarlanmıştır. 

Eğer ağzımızdaki dişlerin hepsi aynı cins olsaydı, örneğin 32 köpek dişi veya 32 kesici dişe sahip olsaydık yemek yememiz hemen hemen imkansız hale gelirdi. 

Dişlerdeki tasarımın bir başka örneği de dişlerin diziliminde görülür. Her diş olması gerektiği yerdedir. Kesiciler olmaları gerektiği gibi ön tarafta, azılar yine olmaları gerektiği yerde arka taraftadır. Bunların yerinin değiştirilmesi bile dişleri tamamen kullanışsız hale getirebilir.

Dişler sindirim işleminde önemli rol oynar. 

Birbirinden bağımsız olan üst ve alt dişler arasında da kusursuz bir uyum vardır. Her iki bölgedeki dişler, çene kemiği kapandığı zaman tam olarak birbirlerinin üzerine oturacak şekilde tasarlanmıştır. Örneğin tek bir azı dişiniz diğer dişlerden daha uzun olsa veya üzerinde fazladan bir çıkıntı bulunsa, ağzınızı kapayamazdınız. Bu durumda konuşma ve yemek yeme gibi çok basit ihtiyaçlarınızı dahi karşılayamaz duruma gelirdiniz.

Yeni doğmuş bebeklerin ağızlarında ise diş yoktur. İlk günlerinde tek besinleri anne sütü olduğu için buna ihtiyaçları da yoktur. Fakat zamanla katı besinlerle beslenme çağı geldikçe, bebeklerin ağızlarındaki yumuşak damağın içinde bazı değişiklikler olur. Burada bulunan bazı hücreler bir sinyal almış gibi aniden kalsiyum depolamaya başlar. Daha sonra bu milyonlarca hücre bir araya gelerek bir düzen içinde, ne yapmaları gerektiğini biliyorcasına üst üste ve yan yana dizilirler. Çok fazla kalsiyum depolayan hücreler bir süre sonra ölürler. İşte bu ölü hücreler dişlerin gövdesini oluşturacaktır. 

Milyonlarca hücre önce kalsiyum depolayıp ardından yan yana gelerek büyük bir blok oluşturur. Bu bloğun şeklini de yine bloğu inşa eden hücreler belirlerler. Bu noktada yine büyük bir yaratılış mucizesi görülmektedir. Örneğin alt damakta bulunan hücreler, kendilerinden uzakta bulunan üst damaktaki hücrelerin nasıl bir şekil inşa ettiklerini çok iyi bilirler. Her iki hücre grubu da ürettiği dev bloğu, kendisine karşı gelecek blokla birbirlerine en uygun şekilde üretirler. Böylece çene kemiği kapandığı zaman üst damakta bulunan bir azı dişi ile alt damakta bulunan bir azı dişi birbirlerine en uygun şekilde otururlar. Bu şekilde herhangi bir uyumsuzluk olması insan için rahatsızlık verici durumlar oluşturur. Ancak damağın içinde bulunan hücrelerin gösterdikleri akılalmaz şuur sayesinde 32 kalsiyum bloğu birbirlerine en uygun şekilde inşa edilir. 

Dişlerin dayanıklı yapısı, diziliş sıralaması, sahip oldukları şekiller ve görevlerinin uyumlu olması gibi detaylar dişlerdeki açık tasarımı göstermektedir. Hücrelerin şuurlu hareketlerinin ise tek nedeni vardır. Vücuttaki bütün hücrelere olduğu gibi dişleri oluşturan hücrelere de sahip oldukları özellikleri veren üstün güç sahibi Allah'tır.

MİDEDEKİ DETAYLI TASARIM

Midede her aşaması bir amaca yönelik olan çok detaylı bir tasarım vardır. Yiyecekler, midenin üst ucunda bulunan ve "mide ağzı" ya da "kardia" denen dar bir açıklıktan geçerek mideye girer. Mideyi yemek borusuna bağlayan bu açıklıktaki büzücü kaslar bir kapak gibi çalışarak midedeki yarı sindirilmiş besinlerin yemek borusuna geri dönmesini engeller. Daha sonra midenin kubbe biçimindeki üst bölümüne geçen besinler, burada mide özsuyu ya da mide sıvısıyla karıştıktan sonra midenin en geniş bölümüne doğru ilerler. "Gövde" denen bu geniş bölüm keskin bir büklüm yaparak midenin yatay bölümünü oluşturur. 

Üstteki dikey bölümden daha kısa olan bu bölgede mide yeniden daralır ve "mide kapısı" ya da "pilor" denen bir geçitle onikiparmak bağırsağına açılır. Midenin alt ucundaki bu kaslı geçit de bir kapak işlevi görerek yarı sindirilmiş besinlerin mideden çıkıp incebağırsaklara geçişini denetler. Besinlerin mide ağzından mide kapısına doğru ilerlemesini sağlayan, üç katman halinde yerleşmiş olan güçlü mide kaslarının ritmik dalgalanma hareketidir. Kas seyirmesini andıran bu dalgalanma hareketi aynı zamanda besinlerin çalkalanarak, sıkışıp ezilerek küçük parçalar halinde öğütülmesini ve sonunda "kimus" denen yarı sıvı bir karışıma dönüşmesini sağlar. Bu detaylı işlemlerin gerekliliği sindirim işleminin ileriki aşamalarında ortaya çıkacaktır. 

MİDEDEKİ TRAŞ BIÇAĞINI SİNDİRECEK GÜÇTEKİ ASİTLER NASIL ETKİSİZ HALE GELİR?

Yemek borusunda ilerleyen yiyecekler bir süre sonra mideye ulaşır. Midedeki sindirim işlemi ağızdan farklıdır. Burada çok kuvvetli asitler devreye girer. Besinler yemek borusundan mideye iner inmez, mide yüzeyindeki hücreler gastrik asit adında bir sıvı salgılamaya başlar. 

Bu sıvıyla aynı anda pepsin ve hidroklorik asit adında kimyasal öğütücü sıvılar da salgılanır. Bu asitler bir traş bıçağını bile sindirebilecek kadar güçlüdür. Protein benzeri sindirimi zor maddeler için bu asitlerin olması zorunludur. Ancak burada çok önemli bir detay vardır. 

Midenin kendisi de yapı olarak proteinden oluşmuştur. Peki o zaman nasıl olup da traş bıçağını bile sindirebilen bir asit, midenin kendisine zarar vermemektedir? 

Bu da insan vücudundaki benzersiz tasarım örneklerinden biridir. Midenin girintili çıkıntılı duvarlarının derinlikleri sayesinde mide kendi kendini sindirmez. Mide duvarlarındaki derin çukurlarda birbirinden farklı özelliklere sahip hücreler yer alır. Hassas bir denge içinde, midedeki birtakım hücreler asit salgılarken, bu hücrelerin yanıbaşında bulunan başka hücreler de yapışkan bir sıvı salgılar. "Mukus" isimli bu sıvı midenin yüzeyini örter ve mide duvarını asitlere karşı bir kalkan gibi korur ve enzimlerin mideye zarar vermesini engeller. 

Parçalayıcı enzimler kadar enfeksiyon yapan virüs ve diğer mikroorganizmaların da hücrelerin içine girmelerini engelleyen mukus, aynı zamanda yiyeceklerin kanal içindeki hareketlerini kolaylaştıran bir kayganlaştırıcıdır da. 

Bu işlemler nasıl gerçekleşmekte, midedeki bu koruyucu ortam nasıl oluşmaktadır? Midedeki hücreler kendi kendilerine bu maddelerin üretimini yapmaya karar vermiş ve bir şekilde koruyucu maddelerin formülünü bulmuş olamazlar.

PARÇALANMA DEVAM EDİYOR

Midede sulu bir pelte kıvamına getirilmiş besinler, sadece tek tarafa açılan bir kapaktan geçerek onikiparmak bağırsağına, burdan da incebağırsağa iletilirler. İnce bağırsak 3 cm çapında ve 7 metreden fazla uzunluğa sahip bir organdır. 7 metre uzunluğunda bir hortum, bükülerek, katlanarak paketlenmiş ve her insanın karnının içine yerleştirilmiştir. Ancak mucize, bu mükemmel paketleme olayı ile sınırlı değildir. 7 metrelik hortumun içinde çok hayati olaylar gerçekleşmektedir. 

Besinlerin önemli bir bölümü midede parçalanmış olsa da, bir kısım besin hala en küçük birimlerine ayrıştırılamamış bir şekilde midede durmaktadır. Mideyi terk eden ve hala sindirilmemiş olan bu besinler de bir süre sonra incebağırsağa ulaşırlar. Örneğin yağlar büyük moleküllü oldukları ve suda erimedikleri için sindirimleri zordur. Bu nedenle yağların sindirimi ağız ve midede olmaz, incebağırsakta gerçekleşir. 

Peristaltik dalgalanmalar (ritmik kas kasılmaları) midenin iç kısmındaki besinlerin karıştırılmasına ve mide ağzına doğru yönlendirilmesine yardımcı olur. 1) Peristaltik dalgalar mide ağzına (pilora) doğru hareket eder. 2) En güçlü peristalsis ve karıştırma işlemi mide ağzına yakın bir yerde gerçekleşir 3) Midenin pilor bitişi bir pompa gibi hareket eder. 

Besinlerin bir kısmının onikiparmak bağırsağına girmesine izin verir, kalan kısmını da kendi bünyesinde tutarak parça parça gönderir. 

İşte bu aşamada vücudun iki organı -pankreas ve karaciğer- devreye girerler. Bu iki organ incebağırsağın içine bir kanal yardımıyla iki özel sıvı gönderirler.

Karaciğer midenin yağları parçalayamadığının farkındadır. Aynı zamanda yağları parçalayacak özel sıvının kimyasal formülüne de sahiptir. Yağlı besinlerin incebağırsağa ulaştıkları anı da bilen karaciğer, en doğru zamanda, en doğru yere, hazırladığı ve biriktirdiği özel sıvıyı boşaltır. 

Safra sıvısı isimli bu salgı yalnızca yağları parçalamakla kalmaz. Parçalanan yağların incebağırsaktan emilmesine de yardım eder. Ayrıca bağırsakların vitaminleri emebilmelerini sağlayan özel kimyasal bileşimleri de içinde barındırır. Hatta aynı zamanda bağırsağın içindeki zararlı bakterileri öldüren bir antiseptiktir.

Safranın görevi, mideden incebağırsağa gelen besin bulamacındaki yağları bir ön işlemden geçirmektir. Bu ön işlem pankreas salgısının etkisini artıracaktır. İçinde çeşitli enzimler bulunan pankreas özsuyu yağların yanısıra nişasta ve proteinlerin sindirilmesine de yardımcı olur. İnce bağırsağın iç yüzeyini döşeyen mukozada da çok sayıda küçük salgıbezi vardır. Bu bezlerin salgıladığı bağırsak özsuyundaki çeşitli enzimler, o ana kadar yeterince parçalanmış olan besinlerin sindirilmesinde önemli rol oynar. Yemekten 3-5 saat sonra incebağırsaktaki besinlerin çoğu öğütülmüş olur. Böylece, karbonhidratlar basit şekerlere,proteinler aminoasitlere, yağlar da gliserol ile yağ asitlerine ayrışarak emilmeye hazır duruma gelir. İncebağırsakta bulunan emici hücreler emilmeye hazır besin moleküllerini yakalar ve emerler. Ardından bu besinleri kan dolaşımına verirler.

Yiyecekler incebağırsaktan ayrılmak üzereyken içlerinde su hariç hiçbir gıda kalmamıştır. Tüm gıdalar emilmiştir.  

ELEKTRİK AKIMI ÜRETEN HÜCRELER 

Vücutta besinlerin sindirim kanalı boyunca ilerlemesini sağlayan farklı mekanizmalar vardır. Bunlardan bir tanesi de bağırsaklardaki istem dışı düz kasların kasılmasıdır. Bu kasların ritmik kasılmaları sayesinde besinler tek yönlü bir sağlayan farklı mekanizmalar vardır. Bunlardan bir tanesi de bağırsaklardaki istem dışı düz kasların kasılmasıdır. Bu kasların ritmik kasılmaları sayesinde besinler tek yönlü bir hareketle ileriye doğru giderler. Ancak burada merak konusu olan besinlerin neden hep ileriye doğru hareket ettikleridir. Bu konuda çalışmalar yapan Kanada'daki McMaster Üniversitesi araştırmacılarından Jan Huizinga başkanlığındaki bir ekip, bu tek yönlü hareketi sağlayan hücreleri araştırdılar. Çalışmalarında sindirim kanalı boyunca yerleştirdikleri mikro elektrodları kullandılar. Bu mikro elektrodlar, "Interstisyel Cajal hücreleri" denilen hücrelerin sürekli ve düzenli bir elektrik akımı oluşturduğunu saptadı. İşte bağırsak çeperindeki halka biçimli kasların peşpeşe kasılmasını sağlayan, bu Cajal hücrelerinin oluşturduğu elektrik akımıdır. Ancak bu mekanizmanın kusursuz işlemesi için sadece elektrik akımının oluşturulması da yeterli değildir. Aynı zamanda akımın hatasız bir ritimle oluşturulması da gerekir. Cajal hücreleri bu nedenle bağırsaklarda bir ağ oluşturmuşlardır. Bu ağ onların aynı ritmle elektrik akımını boşaltmalarını sağlar. 

İşte bu kusursuz mekanizma sayesinde yediklerimiz midemizde kalır ve vücudumuz için faydalı hale dönüştürülür. Eğer Cajal hücrelerinin oluşturduğu ritmik elektriksel akımlar olmasaydı, bağırsaklardaki kaslar uyumlu bir şekilde kasılmazdı. Bu da yediğimiz besinlerin ileriye doğru hareket etmek yerine tekrar ağzımıza geri gelmelerine neden olabilirdi. Ancak biz hastalık durumu hariç böyle sıkıntı verici bir durumu hiçbir zaman yaşamayız. Hatta böyle bir ihtimal olabileceği aklımıza dahi gelmez. Bu örnekte de görüldüğü gibi Allah'ın vücudumuzda yarattığı sistem her yönden kusursuzdur. Bu nimet sayesinde rahatlıkla yaşantımızı sürdürebiliriz.

SİNDİRİMDE SON ADIM:BAĞIRSAKLAR

BAĞIRSAKLARI BEKLEYEN TEHLİKE 'ASİT'

Daha önce de incelediğimiz gibi midedeki sindirim, asitler tarafından gerçekleştirilir. Yani mideden bağırsaklara gelen besin bulamacının içinde oldukça güçlü asitler bulunur. Bu durum onikiparmak bağırsağı için ciddi bir tehlike oluşturur. Bağırsakların bu asit yüzünden tahrip olmaları gibi bir tehlike söz konusudur, çünkü onikiparmak bağırsağının mide gibi kendisini koruyabilecek özel bir tabakası yoktur.

O halde nasıl olup da onikiparmak bağırsağı asitlerden zarar görmemektedir? 

Bu sorunun cevabını bulmak için sindirim sırasında gerçekleşen olaylar incelendiğinde, bedenimizde gerçekleşen hayret verici olaylarla karşılaşırız.

Onikiparmak bağırsağının mide gibi kendisini asitlerden koruyucak bir katmanı yoktur. Ancak Allah'ın yarattığı özel sistem ile pankreas bu bağırsağın emrine verilmiştir. Pankreasın ürettiği bikarbonat molekülleri mide asitlerini etkisiz hale getirir ve bu bağırsağı korur. 

Bu kesitteki tabakaları oluşturan hücrelerin tümü şuurlu birer varlık gibi hareket ederek besinlerin sindirilmesinde rol alırlar. 

Onikiparmak bağırsağına mideden besinlerle birlikte gelen asitlerin oranı tehlikeli bir boyuta ulaştığında, bağırsağın duvarındaki hücrelerden "sekretin" isimli bir hormon salgılanmaya başlanır. Bu işlemler ile ilgili olarak üzerinde durulması gereken noktalar vardır. 

Öncelikle onikiparmak bağırsağını koruyan sekretin hormonu incebağırsağın çeperindeki hücrelerde "prosekretin" halinde bulunur. Bu hormon sindirilmiş besinlerin asidik etkisiyle başka salgıların zararlı etkisini ortadan kaldırır.

Sekretin hormonu kana karışarak pankreasa gelir ve enzim salgılaması için pankreası yardıma çağırır. Onikiparmak oldukça büyük bir yüzey alana sahiptir. Öyle ki, yetişkin bir insanın bağırsağının sahip olduğu toplam alan yaklaşık 300 m.2'ye ulaşır. Bu, yaklaşık iki küçük tenis kortunun toplam alanına denk gelen bir büyüklüktür. 

Besinlerin sindirimi bu geniş alanda gerçekleşir. Besinler parçalanarak önce bir bulamaç haline getirilir. Sonra bu bulamaç bağırsak iç yüzeyinin üzerine, hiçbir nokta eksik kalmayacak şekilde ve çok çok ince bir tabaka olarak serilir. İşte bu sayede hücreler yiyeceklerin içindeki bütün besini kolayca emebilirler.

TEPKİME ORGANI

İncebağırsağın çok özel bir fonksiyonu da bazı maddeleri vücudun ihtiyacı olduğu kadar emebilmesidir. Örneğin demirin fazlası vücuda zararlıdır. Belli bir oranın üzerinde bağırsaklara ulaşan demir, hiç emilmeden bağırsaklardan atılır. Bunun aksi bir durumda çok ağır ve yaşamayı imkansız kılan hastalıklar meydana gelir. 

Bundan başka daha önceki bölümlerde değinildiği gibi incebağırsağın çok özel bir bölümünde ise sadece B-12 vitaminini emmek üzere hazırlanmış hücrelerden oluşan bölgeler bulunur. 

Ameliyatla bağırsaklarının bu bölgesi alınan kişilerin tıbbi tedavi olmadığı takdirde kansızlıktan ölmeleri kaçınılmazdır. 

Bağırsaklardaki hücrelerin seçiciliği, üzerinde düşünülmesi gereken, Allah'ın büyüklüğünün kavranmasında vesile olacak bir konudur. Bağırsakların bulunduğu yer insan vücudundaki karanlık bir bölgedir. Bu organlarımızın beyinleri yoktur, maddeleri ayırt etmelerini sağlayacak zekaları ve bilgileri yoktur. Ancak buna rağmen insan için neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu ayırt edebilmekte ve buna göre gerekli olanları almakta, gereksiz olanları ise vücuttan atmaktadırlar. 

Bir insan için önüne konulan kimyasal maddelerin, madensel tuzların ya da toz metallerin ayrımını yapmak neredeyse imkansızdır. Bu konuda eğitim almamış bir kişi sadece bakarak demiri çinkodan ayırt edemez. Hangi maddenin faydalı hangisinin zararlı olduğunu, o an bedeninde hangisine ne kadar ihtiyaç olduğunu tespit etmesi de mümkün değildir.

İnsan bu maddeler arasındaki farkı anlayamaz ama o insanın bağırsak hücreleri bunu rahatlıkla anlar. 

Görüldüğü gibi hangi maddenin ne olduğunu ayırt edebilmek için akla ve bilince sahip olmak yeterli değildir. Konu hakkında detaylı bilgi sahibi olmak gereklidir. Peki öyleyse bağırsak hücreleri böyle bir bilgiye nasıl sahip olmuşlardır? İnsan vücudundaki trilyonlarca hücrede neyin eksik, neyin fazla olduğunu bu hücreler nasıl tespit etmekte ve aksayan yönü nasıl gidereceklerini nereden bilmektedirler?

Atomların biraraya gelmesiyle oluşan hücrelerin bir iradeye sahip oldukları düşünülemez. Bu bilginin hücrelere yerleştirilmiş olduğu çok açıktır. Böyle muazzam bir işlemin tesadüflerle ya da başka bir etkiyle gerçekleşmesinin de mümkün olmadığı ortadadır. Bu durum, hücrelere, sahip oldukları şuuru veren üstün bir gücün varlığını gösterir ki, bu gücün sahibi herşeyi yaratan ve bir düzen içinde biçim veren Allah'tır.

Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O'nun nasıl bir çocuğu olabilir? O'nun bir eşi (zevcesi) yoktur. O, herşeyi yaratmıştır. O, herşeyi bilendir. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka İlah yoktur. Herşeyin Yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir. (En'am Suresi, 101-102)

SİZİN İÇİN ÇALIŞAN BAKTERİLER

Bağırsaklardaki besinlerin çoğu kalınbağırsaklara gelene kadar emilmişlerdir. Ancak bazı özel besinlerin emilimi kalınbağırsakta gerçekleşir. Bunların arasında en ilginçlerden biri de K vitaminidir. 

K vitamini kanın pıhtılaşması mekanizmasında görev yapan, eksikliğinde, insanı ölüme götürecek sonuçlar ortaya çıkabilen son derece önemli bir vitamindir. Ancak K vitamini doğada insan bedeninin ihtiyaç duyduğu şekilde bulunmaz. İnsan vücudunun bu vitamini kendi kullanabileceği hale getirmesi, yani bir anlamda "rafine etmesi" gereklidir.

Ancak insan metabolizması böyle bir rafine işlemini de gerçekleştiremez. Peki nasıl olur da insanlar K vitamini eksikliğinden dolayı yaşamlarını yitirmezler? Bu vitamini insanın kullanacağı hale getiren, onun için rafine eden mekanizma nedir?

Bu sorunun cevabı akıllara durgunluk veren bir gerçeği ortaya koyar. Bağırsaklarda bulunan özel bakteriler, K vitaminini bir dizi işlemden geçirir, rafine eder ve insanın kullanabileceği hale getirirler. Bu bakteriler tarafından rafine edilen K vitamini kalınbağırsaktan emilerek kana karışır. 

İnsan vücudunda K vitamini rafine eden bakterilerin bulunması mutlaka üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir detaydır. Bakterilerin tam olmaları gereken yerde bulunmaları, rafine işlemini yapacak genetik şifreye sahip olmaları son derece önemli olaylardır. İnsanın hayatını devam ettirebilmek için varlığından bile haberdar olmadığı, hatta adını bile bilmediği küçücük bir bakteriye muhtaç olması ise bu olayın farklı bir yönüdür. 

Hiçbir tesadüf bir bakteriyi meydana getirip, üstelik bunu insanın bağırsaklarına yerleştirip, bu bakterinin genetik şifresini insana faydalı olacak işlemleri yapacak hale getiremez. 

Bunlar çok şaşırtıcı ve son derece önemli bilgilerdir. Şüphesiz bütün bu bilgiler, herşeyi planlayıp düzenleyen Allah'ın sonsuz kudretini gösteren örneklerdendir.

Allah herşeyi en ince detaylarına kadar planlamıştır. Yeryüzündeki tüm canlılar gibi insanlar da Allah'a muhtaçtırlar; O'nun dilemesiyle var olmuşlardır ve O'nun dilemesiyle yaşamlarını sürdürebilirler. Allah ise hiçbir şeye ihtiyaç duymayandır. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır:

De ki: "Sizin şirk koştuklarınızdan hakka ulaştırabilecek var mı?" De ki: "Hakka ulaştıracak Allah'tır. Öyleyse, hakka ulaştıran mı uyulmaya daha hak sahibidir, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?" 

(Yunus Suresi, 35)

KALIN BAĞIRSAK VE DIŞKI

Sindirim sisteminin anatomisinde kalın bağırsak, ince bağırsak ile anüs arasındaki kısımdır. Toplam uzunluğu 1,5 ile 2 metre arasında olup, sindirim sisteminin beşte birini oluşturur. 

Başlangıcında yer alan çekumda çapı en geniştir, sonra kolon boyunca gittikçe daralır, anal kanaldan hemen önce yer alan rektumda epeyce bir genişler. Küçükbaş ve büyükbaş hayvanlarda bumbar adı verilir.

Kalın bağırsağın ince bağırsaktan farkı, çapının büyüklüğü, nispeten sabit konumu, keseli görünümü ve dışında yer alan peritonla örtülü "yağ parçacıkları"dır (appendices epiploicae). 

Uzunlamasına kas lifleri bağırsağı devamlı bir tabaka olarak kaplamak yerine üç uzunlamasına bant şeklinde düzenlenmişlerdir. 

Kalın bağırsak, ince bağırsağı çevreleyerek etrafında bir kemer oluşturur. İleumun sağ tarafında çekumdan başlar, sağ lumbar ve karaciğerin altına kadar yukarı doğru çıkıp oradan sola kıvrılır, abdomenin karşı tarafına uzanır, tekrar kıvrılıp pelvise doğru aşağıya iner; orada gene kıvrılıp pelvisin arka duvarı boyunca uzanır ve anüste sona erer.

Kalın bağırsak çekum, kolon, rektum ve anal kanal olarak bölümlere ayrılır. Kalın bağırsak midenin altındadır.

Kalın bağırsakta veya kolonda, kimusta bulunan su emilir. Kalın bağırsakta tuzlar aktif taşıma ile emilir, su da osmoz yoluyla onları takip eder. Sindirilmemiş posa ve kalın bağırsakta yaşayan bakterilerden oluşan dışkı rektuma gider, anüsten atılana kadar orada depolanır. .

DIŞKI YA DA BOK

Ağız yoluyla alınan besinlerin sindirildikten sonra vücut tarafından kullanılmayacak kısımlarına halk tarafından verilen addır. Bu dışkıların doğadaki işlevleri çok önemlidir. 

Özellikle hayvan dışkıları bitki gıdası olarak kullanılmaktadır. Yani gübre.

Sindirim olaylarında gün boyunca yenilen besinler ağızdan başlayan zorlu bir yolculuk yapar. Sindirim sistemindeki bu yolculuk sırasında vücut gereken besinleri alır ve geriye artıklar kalır. Artıkların dışarı atılmasıyla yolculuk son bulur. Bu olaylar pek çok canlıda benzer biçimde gerçekleşir.


İNSANLARIN GÜNDELİK HAYATINDA BOK!
RÜYADA BOK
Dışkı mala delalet eder. Defi hacet yaptığını ve insanların da ona baktıklarını gören kişi rezil olacağı bir durumdan sakınsın. Ekmekle birlikte dışkı yediğini gören kişi ekmekle bal yer. Bazı tabirciler “Bu sünnete muhalefet etmektir.” demişlerdir. Yatak üzerine defi hacet yaptığını gören kişi hanımını boşar ya da uzun bir müddet hasta olur.
Dışkı kötü kokusundan dolayı haram mala delalet eder. Dışkı hususunda korkan kişi sıkıntıya düşer. Helaya düştüğünü gören kişi hapse düşer. Üzerine defi hacet yaptığını gören kişi hata işler. Dışkının dışarı çıkması günahtan kurtulmaya ya da küçük yolculuğa delalet eder.
Bazen.de dışkı sefere delalet eder.  Dışkı defi hacet yapmaya delalet eder. İç hastalıklarının şifa bulmasına, çeşitli düşünce ve vesveselere ve emanetleri geri vermeye delalet eder. Dışkı aşırı bir zulüm neticesi elde edilen mala delalet eder. Dışkısının çok olduğunu gören kişi sefere çıkmak istiyorsa çıkamaz. Elbisesine defi hacet yaptığını gören kişi çirkin bir fiil işler.
Helada ise sıkıntıdan kurtulur ve borcunu öder. Çöplükte defi hacet yaptığını görmek hayra ve sıkıntının gitmesine delalet eder.
Dışkının üzerine bulaştığını görmek hastalığa ya da korkuya delalet eder. Çölde defi hacet yaptığını ve dışkısını bir kuşun ya da vahşi bir hayvanın kapıp götürdüğünü gören kişi yolcu ise hırsızlar yolunu keserler ve malını elinden alırlar. Defi hacet esnasında makatından yılanlara benzeyen kurtçuklar çıktığını gören kişinin aile fertleri kalabalık olur ve onlardan düşmanlık görür.

Tezek de bok çeşididir. Hatta kükürtle karıştırılınca bomba bile yapılır. 


AVRUPA'NIN GEÇMİŞİNDE BOK
Wc! Yani Water Class. Yani “Su Yolu”. Haçlı seferinde tanıştı batılılar tuvalet ile. Araplar Beytül May demekteydiler tuvalete. 
Bir düşünün Avrupa denilen o yerlerde bırakın başka yenilikleri tuvalet mefhumları bile yoktu. Avrupalılar suyu, kara vebanın kaynağı olarak görüyor ve yıkanmıyorlardı. Bu yüzden kokuyorlar ve yüzlerinde de yıkanmamaktan kaynaklanan yaralar ortaya çıkıyordu. 
Yaraları pudralarla, kafalarındaki bitleri peruklarla ve kötü kokularını da parfümlelerle gidermeye çalıştılar.
Öyle ki, sokaklar pislikten geçilmiyordu. Hatta bazı prenslerin sokaklardaki pisliklere batmamak için yüksek kaldırımlar inşa ettirdikleri bilinen birşeydir.
Bunun yanı sıra pislikler paçalarına kadar ulaştığından, kendilerine özgü çözüm; müteşebbislerden gelir. ve “topuklu ayakkabı” icad edilir.
“Güneş Kral” denen en meşhur kralın hükmettiği Paris’te de kirli atıklar gece gündüz demeden pencereden sokağa, bahçeye boşaltılırmış.

Tek farkla; eline lazımlığı alan pencereyi açar ve aşağıdakinin cinsine göre cümle başına bir mösyö, matmazel veya madam ekleyerek “gare a l’eau!” (suya dikkat!) diye bağırıp salıverirmiş. Korunmak isteyenlerse şemsiyelerle korunuyorlarmış. Şemsiyenin keşfi sanıldığı gibi, yağan yağmurdan korunmak için değil, lazımlıklara yapılan ve pencerelerden dışarıya savrulan pisliklerden korunmak için yapılmıştır. İhtiyaçlarını gidermek için pelerini bulmuşlar, 
diledikleri yerde işlerini görmek için pelerinlerini tepelerine geçirirlermiş. 
İngiltere’de ise göl ve derelere “def-i hacet” yapılması yasaklanmıştır. Ancak nereye yapılacağını söylemeyi akledemez idareciler. Zavallı halk ne yapsın? Çözümü sokakta arar. 
Evinde ürettiği her türlü pisliği; büyük, küçük ne varsa sokak penceresinden aşağı bırakır. Bu iş o kadar yaygınlaşır ki Edinburgh’da gece sokağa çıkma gafletinde bulunan birisi, başına bir oturağın boşaltılmasını önlemek için sürekli olarak “heed your handle!” (elindekine dikkat et!) diye bağırmak zorunda kalırmış.
Bunların yanı sıra, sokaktaki tuvalet ihtiyacını gidermek için ise yine müteşebbisler kendilerine özgü çözümler üretirler. Ellerinde “seyyar umumi helâ” görevi gören kova ve pelerinle dolaşıp, ihtiyacı olanları bu pelerinin altına alarak işlerini gördürüp paralarını alırlarmış. Köşebaşlarında fıçılarda biriktirilen idrarlar atılmazmış. Amonyak özelliğinden dolayı tekstil elyafları bu fıçılarda fixe edilirmiş.
Versaille sarayında ise “tüy dikme” uygulaması varmış. Uygulamaya göre, sarayın koridor köşelerine hacetlerin büyüğü giderildiğinde uşaklar bunları dışarı atmadan önce üzerine bir kaz tüyü sokarlarmış.
Birkaç gün sonra da tüyden tutarak kurumuş olan haceti pencereden dışarı fırlatırlarmış.

Tabakhaneye „Bok“ yetiştirmek ne demek ?  (acelesi olan insanlara söylenir ya…)
Osmanlı döneminde deri tekeli safranboluluların elinde imiş. Safranbolu da derinin  tabaklanması için o dönemin ileri gelenleri çeşitli tedbirler almışlar... Safranbolu'da tabaklanmayan deriyi satan, o dönemin tüccarları bir daha safranboludan alış veriş yapamazlardı bu mecburiyet karşısında Safranbolu da  tabaklanmış derileri satarlardı. 
O dönem çok para kazanan Safranbolulu iş adamları Köşkler,konaklar ve 99 odalı evler yaptırmış... Bazı evlerin içine çeşme dahi getirilmiştir... Safranbolu da taze köpek dışkısı için tabakhanelerde yaygın olarak binlerce köpek beslenirmiş. Ham deri, kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra kimyasal olarak işlendiği sama safhasında, taze köpek dışkısı enzimlerine ihtiyaç duyulduğundan, Tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek dışkısı toplarlar, sama işlemi ancak dumanı tüten taze dışkı ile yapılabildiğinden koşa koşa tabakhanelere yetiştirirlermiş...
 Hayvanların derilerinin işlendiği atölyeler köpek dışkısı için yanar tutuşurlarmış. Çünkü bir tek taze köpek dışkısı içinde bekletilen deri yumuşacık, kıl köklerinden arınmış, gözenekleri açık, ince, homojen yani kaliteli olabilirmiş.  Bu nedenle köpek çiftlikleri kurulmuş...
Binlerce köpek beslenmiş, üretilmiş ve hatta Köpeğin dışkısını sıcak ve kurumadan yetiştirmek için sistemli bir iş örgütlenmesi kurulmuştur.
 Bugün dericilik tamamen ölmüş olup,  yapay olarak yeni kimyasallarla da aynı sonuç elde edilmeye başlanınca köpeklerin de, dışkı toplayıcıların da pabucu dama atılıvermiş,  "tabakhaneye bok yetiştirmek" de yeni kuşakların nereden geldiğini bilmediği, merak da etmediği  bir deyiş olarak - belki de içinde bok kelimesi geçtiğinden günümüze kadar gelebilmiş.
Safranbolu da deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren meslek erbabına. "Tabak mısın; it bokuna muhtaçsın", denirmiş...


BİZ BU BOKU NEDEN YEDİK?
Bir soru, aynı zamanda bilinen, hatta sanırım birden fazla versiyonu olan bir fıkranın kapanış cümlesi. Benim bildiğim versiyonu:
Ağayla marabası, ağanın en güzel atının koşulduğu en süslü arabayla kasabaya inmektedirler. 
Ağa arabadadır, maraba ise arabanın yanında yürümektedir. Yerde taze bir tezek kümesi görürler. 
Üzerinde sineklerle etrafa koku salmaktadır. Ağa, marabasıyla alay etmek ister.
‘‘Maraba’’ der, ‘‘şu tezeği ye, atla araba senin. sen bineceksin, ben yürüyeceğim.’’
Maraba ata bakar, arabaya bakar. ağaya da zaten gıcıktır. oturur, midesi bulana bulana tezeği yer. ağa iner, maraba sahip olduğu arabaya biner. ağa çok bozuktur. durduk yerde en güzel atını, en güzel arabasını marabaya kaptırmıştır. maraba da bozuktur. durduk yerde tezeği yemiştir. 
ağanın daha güzel atlar alacak parası, daha güzel arabalar alacak imkánı vardır. üstelik ne ata, ne de arabaya bakacak parası vardır. dönüş yolunda gördükleri tezek, her ikisinin de beklediği andır aslında. 
Maraba, ağadan intikam almak için ‘‘ağa, ağa’’ der, ‘‘sen şu tezeği ye, at ve arabayı geri al’’.
Ağanın beklediği de böyle bir fırsattır. o da oturur tezeği yer. arabaya kurulur, atı kamçılar. 
Köye girerlerken maraba, ağaya seslenir, ‘‘köyden çıkarken araba senin, at senindi. Yürüyen de bendim. Köye giriyoruz. At senin araba senin. Yüreyen yine ben. Ağam iyi de biz bu boku niye yedik?’’

BOKTAN FELSEFE
İngilizce ‘bullshit’ Türkçe’ye manda pisliği olarak çevirebileceğimiz bir kelime ama aynı zamanda palavra, boş laf, saçmalık gibi yan anlamları olan, çok sık kullanılan argo bir sözcük. 
Böyle bir kelimenin ABD’nin en saygın üniversitelerinde ders vermiş bir felsefe profesörünün ilgi alanına gireceği, onu meşhur edeceği kimin aklına gelirdi? Prof. Harry G. Frankfurt’un ‘On Bullshit’ adlı 67 sayfalık denemesi, Princeton Üniversitesi Yayınları tarafından ayrı bir kitapçık olarak basıldığı andan beri ABD’de bir bestseller oldu. Satışı 175 bini geçti,  İngiltere’de de vitrinlere çıktı ve peynir ekmek gibi satılmaya başladı.  
Harry G. Frankfurt şu anda 75 yaşında. Kendisi, Yale ve Princeton gibi ABD’nin en önemli üniversitelerinde görev almış saygın bir felsefe profesörü. Şu sıralar ülkesinin en ünlü felsefecisi. Sebebi, öncülük yaptığı yeni bir düşünce ekolü değil. Yirmi yıl önce yazdığı 67 sayfalık bir deneme. 

Harry G. Frankfurt’tan, 1985’te Yale Üniversitesi’ndeki Whitney Humanity Merkezi’nde bir konuşma yapması isteniyor. O da ‘On Bullshit’ başlığını verdiği konuşmayı yapıyor. Katılanlar konuşmayı beğeniyor. Hatta bir fizikçinin kendisini kutlayarak ‘Çok iyi bir konuşmaydı, Yale Üniversitesi gerçekten de şu sıralar dünyanın bullshit (palavra) merkezi’ diye espri yaptığını hatırlıyor Frankfurt.
Bir yıl sonra deneme Raritan adında çok az satan bir dergide yayınlanıyor. Bir süre daha geçiyor, Cambridge Üniversitesi Yayınları, Prof. Frankfurt’un denemelerinden bir seçki oluştururken bu yazıyı da basıyor. Bu yayın da çok az insana ulaşıyor ama akademik çevrelerde küçük bir başarı olarak kabul ediliyor. Frankfurt ‘Birçok insandan mektup, e-mail aldım. Ömrüm boyunca yazdığım tüm makaleler ve denemeler arasında en çok bu ses getirmişti’ diyor. Hatta İngiltere’de birisi denemeden esinlenerek bir şarkı bile yazıyor.

Ama Frankfurt’un şöhreti, esas Princeton Üniversitesi Yayınları’nın editörü Ian Malcolm’un, Frankfurt’un yazılarıyla ilgili bir kitap hazırlamaya karar vermesiyle bugünkü düzeyine ulaşıyor. Çünkü Malcolm, denemeyi görünce 67 sayfalık ayrı bir kitapçık halinde basmaya karar veriyor. İşte bu kitap, Amerika’da bir felsefe risalesinin ulaşabileceği en büyük başarıya ulaşıyor. 10 baskı yaparak 175 bin satıyor. Geçen şubatta İngiltere’de de kitapçı vitrinlerine çıkıyor ve bugün bile günde 50 tane satıyor.
‘Bullshit’ İngilizce’de çok sık kullanılan argo bir kelime. Türkçe’ye bu kelimeyi manda pisliği olarak çevirebiliriz ama bu sadece ilk anlamı olur. Çünkü ‘bullshit’ İngilizce’de palavra, uydurma, saçmalık gibi anlamlarda kullanılıyor. Frankfurt, denemesinin başında kelimenin ilk anlamından yola çıkarak anlatıyor ‘bullshit’in ne olduğunu:

‘Dışkı, önceden tasarlanmış bir şey değildir. Öylesine üretilir, atılır veya düşer. Az-çok tutarlı bir şekli olabilir, olmayabilir. Ama üzerinde çalışılmış bir nesne değildir.’
İşte Frankfurt, kelimenin bu ilk anlamından yola çıkarak, ikinci anlamıyla ilgili tezlerini ileri sürüyor: ‘Bullshit’, palavra anlamına gelir ama öyle planlanmış, sofistike, bilinçli bir yalan değildir. Çok daha aşağı bir şeydir: Saçmalıktır, aptallıktır, cehalettir. Bir insandan hakim olmadığı, kısıtlı bilgiye sahip olduğu bir konu hakkında konuşulması istendiğinde, onun ‘bullshit’ üretme ihtimali de artar. Kamusal hayatta buna çok sık rastlanır. Demokraside insanların her konu hakkında ya da en azından ülke yönetimiyle ilgili her konu hakkında bir fikir sahibi olmasının bir yurttaşlık sorumluluğu olduğu düşüncesi, bunda önemli bir rol oynar.
Deneme, gerçeğin algılanması, iletişim patlamasının yol açtığı sorunlar ve bilgi kirliliği gibi konularda felsefi yorumlarla sürüyor. Böyle bir denemenin neden 20 yıl önce değil de bugün ilgi uyandırdığı sorusunun cevabı, belki bilgi kirliliğinin, atılan palavraların, boş lafların günümüzde dayanılmaz derecede artması. Frankfurt, kendisiyle yapılan bir röportajda, günümüzde medyanın büyük bir ‘bullshit’ üreticisi olmakla birlikte, politikacıların hala bu konuda birinciliği ellerinde tuttuğunu söylüyor: ‘Her siyasi figür, 24 saatlik bir bullshit üreticisidir...’

Amerika’nın mizahla ciddi analizleri birleştiren online dergisi Slate’de çıkan bir yazıda, Frankfurt’un denemesine dayanılarak George Bush’un Richard Nixon gibi bilinçli yalan söylemediğini, bullshit ürettiğini yazan Timothy Noah, Laura Penny adlı bir başka yazarın da ‘The Truth About Bullshit’ (Bullshit Hakkındaki Gerçek) adıyla bir kitap yazmakta olduğunu haber veriyor. Yani Frankfurt’un denemesi, düşünce dünyasında yeni bir ekolün de başlangıcı olabilir... 



BOK BÖCEĞİ
Benim çocukluğumun geçtiği Turhal'da kırlarda bu böceği çok gözlemişimdir. İlginç bir şekilde hayvan gübresini yusyuvarlak hale getirir ve onu bir yerlere yuvarlayarak götürmeye çalışırdı. 
Çocuk aklımla en şaşırdığım konu ise nasıl o denli ideal küreyi yapabildiğiydi. Tabii birde ismi çok ilginçti, şimdi bakıyorum da ingilizcede de aynı isimle anılıyor, “dung beetles”. 
Bokböceğinin Eski Mısırlılarda çok önemli bir tanrıyla özdeşleştiğini. Yeni okuduğum bir haber dolayısıyla bu ilginç konuyu tekrar wiki'den çalışıp öğrenmem gerekti ve öğrendiklerimi son yapılan bir araştırma ile birlikte size aktarmaya çalışacacağım.

Eski Mısır’da Khepri tanrısı bu böcek ile (ne kadar kibarım, gördünüz mü, sadece başlıkta kullandım o sözcüğü bir daha kullanmayacağım, sadece böcek diyeceğim) eşdeğer. Neden derseniz küre haline getirdiği hayvan gübresini yuvarlayarak götürmesi ile Khepri tanrısının hergün gökyüzünde sabahtan akşama Güneş'i iterek hareket ettirmesi ile özdeşleşmiştir. 
O nedenle bu tanrı tasvir edilirken yüzüne bu böcek yerleştirilmiştir. Sadece gübre yiyerek yaşayan bu böcekler yumurtalarını ölü hayvan vücutlarına ve gübre üzerine bırakırlar. 
Bu pislik içinde doğup ortaya çıktıklarından dolayı Mısırlılar, onların ölü maddeden yaratıldıklarına inanırlarmış. Bunun sonucu olarak da Khepri hergün Güneş'i yeniden yuvarlayarak doğdurması, tekrar ortaya çıkması ve yenilenmesi ile bu böcek arasında yakın ilişki olduğuna inanıyorlar.

Artık Khepri tanrısını bir kenara bırakalım ve gelelim bu böceğin davranışlarına. Erkek olanı dişisine ve yavrularına yiyecek olarak gübre taşır. Ayrıca kuluçkaya pisliklerin üzerinde yattığı için de ona gereksinmesi vardır. Yuvarladığı gübrenin üzerine çıkıp onun üzerinde daireler çizerek dans eden böcekleri inceleyen, İsveç Lund Üniversitesi’nde hayvan davranışlarını konusunda uzmanlaşmış bir grup bilim insanı küçücük beyinleri ve limitli işlem güçleri ile bu böceklerin yönlerini nasıl bulduklarını araştırdılar. Güney Afrika'da bir çiftlikte teneke kutuların içini toprakla doldurup onlara güzel yuva yapan araştırmacılar bol miktarda taze inek gübresinin bulunduğu ortamda böceklerin davranışlarını gözlediler.
Böcekler dümdüz bir çizgi boyunca hareket ediyorlardı. Bu düz yolu öyle seçiyorlardı ki paketlediği pisliği çalabilecek diğer arkadaşlarından en uzakta olacak şekilde belirliyorlardı. 
Çünkü bu böcekler, ilginç bir şekilde top haline getirilmiş yiyeceği birbirlerinden çalmakla ünlüdürler. Gübre topunu başları yere doğru gelecek şekilde yüzleri arkaya (geldikleri yöne) dönük şekilde hareket ederken bir engelle karşılaştıklarında topun üstüne çıkıp dairesel hareketler ile dans ettikleri saptanmış. Neden bu hareketi yapıyorlar sorusunun yanıtını arayan bilim insanları çeşitli deneyler yapmışlar. Bu deneyler sonucunda, böceklerin topun üstüne çıkarak gökyüzünü taradıkları ve Güneş’i görerek yönlerini saptadıklarını bulmuşlar.
Güneş sadece biz insanlara değil bu güzel gezegende yaşayan her canlıya bir şekilde hizmetini götürmektedir. Bu canlıların beyinleri ne kadar küçük olsada Güneş ve yıldızlar onlara yol göstermektedir. İşlem gücü düşük bu küçük beyinler keşke birde üstünde yaşadıkları gezegeni korumayı düşünebilseler.
Asırlardır, saklı gizemli mesajların iletilmesi için belirli semboller kullanılmaktadır. Büyü uygulayıcıları için, bu semboller, özellikle doğaüstü güçlerine çağrıda bulunmada ve onlardan yararlanmakta ve bunun yanında bunların gizli öğretilerinden haberdar etmede kullanılan araçlardır. Ayrıca, semboller, çoğunlukla pek çok asır öncesinden geldiği halde, bunların anlamları aslında aynı kalmıştır. 
Gerçekte, eski gizli öğretilerin halktaki uzantısı olarak, Yeni Çağ hareketi, gizemli simgeciliği günümüzdeki kültürümüzün yüzüne doğrudan yerleştirmiştir. Bunu özellikle rahatsız edici hale getiren şey, toplumda gizemciliğin işaretleri bulunabildiği halde, artık bunların ruhsal imalarını algılamayışımızdır. Diğer taraftan, sadece sıradan bir insan, gizemli sembollerin anlamını bilmediği için; bu, bunların önemini hiçbir şekilde reddetmemektedir. Açık bir şekilde, geçen asrın en etkili gizemcilerinden biri olan P. Hall, simgeler hakkında şunu yazmıştır: 

“ Bunlar güçlü bir kuvvetin merkezindedir ve müthiş bir güç olmaya muktedir figürlerdir”. 


HOLYWOOD’LU BOK BÖCEKLERİ
Çok rağbet gören Mummy (Mumya) ve bunun devamı olan “Mumya Geri Dönüyor” filminde, bok böcekleri olarak bilinen yabancı kara kınkanatlılara senaryo boyunca sık sık rastlanıyordu. Her iki film de bu bok böceklerini korkutucu et yiyen doğaüstü böcekler olarak tasvir ediyordu. Gerçekte; bok böcekleri, yaygın Afrika bok böceğinden başka bir şey değildir. 
Hollywood, bu canlıları abartmasına rağmen, her iki filmde de bok böcekleri Mısır’ın dinsel ve törensel ayinleri ile doğru bir şekilde ilişkilendirilmiştir. 
Tanrı’nın mükemmel yaratışının ilginç bir parçası olarak; bok böcekleri, toprak üzerinde hayvan dışkısı topaklarını yuvarlamaktadır. Bu topaklar, böceğin üzerine yumurtalarından çıkıp dışkıyla beslenen larvalarını bıraktığı deliklere yuvarlanır. Mısır öğretisine göre, topağını yuvarlayan bok böceğinin, güneşin cennetin içerisinden geçirilerek gün içerisinde kendisinin yeniden ortaya çıkmasını açıkladığı düşünülüyordu. Bundan dolayı, güneş diskini sırtında taşıyan bok böceği simgesi, güneşin gökyüzünde yaptığı dönüşü temsil ediyordu. 

Bok böcekleri, yeniden dirilişi de simgelemektedir. Bununla da, doğrudan güneşin doğuşu arasında bağlantı kurulmuştur. Gerçekte, bok böceği ile gün doğumu arasında ruhsal olarak bağlantı kurulduğundan, “doğan Güneş tanrısı” olan Mısır ilahı Kepri ile yakından ilişkili hale gelmiştir. Her yönden, bok böceklerinin ile Mısır’daki “Güneşe tapınma”nın birbirinden ayrılması imkansızdır. 
Mısırlılar döneminde, taştan oyulmuş muskalar, takana “ölümsüz biçimde hayatını sürdürme” gücünü almasına yardım ettiğine inanılan büyüsel muskalar olarak kullanılıyordu. 
Bok böcekleri, muskalar ve kraliyet mühürleri olarak kullanılıyordu. Kanatlı bok böcekleri, cenaze töreni ayinlerinde kullanılıyordu. AMORC tarafından yayınlanmış olan “Mısır’ın Eski Mirası” adlı kitabın yazarı Rodman Clayson, şunu yazıyordu:
“Genellikle yanında kanat bulunan kalp bok böcekleri denen nesneler, cenaze töreni ile ilgili kullanılan muskalardı. Taştan yapılmış kalp bok böceği, mumyanın göğsüne yerleştirilirdi ve bu, suçlu ruhun mahşerde Osiris’in huzurunda durması gerektiğini göstermektedir. Bu şekilde kullanılmış olan bok böceği, muhtemelen kötü bir hayat geçirmekten kurtulmayı güvence altına almak içindi”.

Eski Gizemli Rosae Crucis (AMORC), merkezi San Jose, California’da bulunan bir Gül-Haç topluluğudur. Pek çok gizemli ve gizli Mısır öğretilerine dayanan bir topluluk olarak, AMORC, kendi edebiyatının ve ayin faaliyetinin çoğunda, bok böceği sembolünü kullanmaktadır. 

Geçenlerde British Museum içerisindeki Mısır ve Asur antikalarının sorumlusu olan Sir Wallis Budge, "Mısır Büyüsü" adlı çalışmasında da şu benzer açıklamayı yapıyordu: “Bok böceği kendi başına önemli güçleri vardır ve eğer bir bok böceği figürü yapılır ve üzerine buna uygun güç sözcükleri yazılırsa, sadece cesedin fiziksel kalbini korumakla kalmayıp aynı zamanda bedenine bağlanmış olduğu kişiye yeni bir hayat ve varoluş sağlayacaktır”. 

Mısır büyü dünyası, Gül-Haç tarikatları, Teosofi ve Altın Şafak dahil gizli esrarengiz topluluklar tarafından uzun süredir benimsenmektedir. Ancak, bir kişinin Mısır bok böceğinin gizli sembolündeki ya da Mısır büyüsündeki yollardan ya da öğretilerden herhangi birindeki kendisine faydalı ahiret umuduna kapılması, ruhsal yönden iflas edecek bir yaklaşımdır. 


BİR ASKER ANISI
80 Sonrası Bok Yedirilenler 
Ben 1982 yılının Kasım ayında askerliğime başladım. Acemi birliğim Aydın 112. Jandarma Er Eğitim Tugayı'ydı. 3 ay gibi bir acemi askerlik dönemi burada geçecekti. Takım çavuşları ilk günden sıra dayağı atmaya başladılar. Kasatura ile ellere insafsızca vuruyorlardı. Sebep sudan bahaneler. Yanınızda Türkçe bilmeyen, okuma yazma bilmeyen Anadolu çocukları. Bir soruya cevap veremeyince bilene bilmeyene kasatura, sopa, ne varsa... Küfürün bini bir para.
Bunları geçelim, bunlar askerlikte olan şeylerdi o zamanlarda. Ama şimdi anlatacağıma insanlar inanamıyor; ama maalesef gerçek.
Öğle karavanasını yedik, eğitim alanında eğitime devam ederken dikkat düdüğü çaldı. Bölük komutanımız bütün bölüğün karşısında toplanmamızı istedi. Yanında dayaktan morarmış usta bir asker vardı. Bu asker 3 veya 4 gün önce hava değişiminden gelmişti. Bir akşam evvel bölük komutanımıza çıkıp anne ve babasının trafik kazası geçirdiğini ve kan lazım olduğunu söylemiş, izin istemiş. "Sabah bakarız" demiş komutanımız da. Adana'daki bütün hastaneleri arayıp sormuş ve hikayenin yalan olduğunu öğrenince de akıl almaz cezayı 200 kişilik bölüğün önünde uyguladı.
Astsubaya dönüp, "git bir yerden bok getir" dedi. Astsubayımız duraksadı. "Ne bakıyorsun, bok getir" demesi üzerine astsubay da yanına iki acemi asker alarak tuvalete doğru yollandı. 
10 dakika sonra astsubay ve iki asker kocaman bir karton parçasının üstünde bir öbek bokla geldiler. Yere koydular. Yüzbaşımız bağırıyor: "Bu şerefsiz, anası genelevde s.işen o. çocuğuna sıçtığı boku yedireceğim. Ye ulan o. çocuğu!" Askeri kafasına vurarak yere yatırdı. Yememeye direnen asker tekme ve sopa ile kendinden geçer vaziyette bu boku yemeye başladı. Yüzbaşı kartonun üzerini pırıl pırıl yaptırdı. Ardından falaka faslı başladı, devamında ise hapis. 
Komutan canı sıkıldıkça bu askeri döverdi.
Bizim, yani 200 askerin hali içler acısıydı. Günlerce yemek yiyemedik. Eğitim aralarında çay içmek zevkini bile unutturdu bu olay. İğrenç; ama ne yazık ki gerçek.
(Erhan Sayar, bize ulaşan eski asker) 

“ŞİMDİ BOKU YEDİK”
Hayat kurtaran argo bir cümle ve bu argo cümlenin hattat elinde sanat eseri bir levhaya dönüşmesinin öyküsü. Oldukça ilginç bir hikâyesi olan levhaya konu olay 2. Dünya Savaşı yıllarında gerçekleşiyor…
Muhtemelen Necmeddin Okyay’a ait ebruyla süslenen levhayı ilginç kılan ise “celi sülüs” yazı 
çeşidiyle yazılmış olan ibare...
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Bakırköylü Ermenilerden Doktor Peştemalcıyan ailesiyle birlikte Türkiye’den Almanya’ya göç edip Berlin’de bir halı ve kilim mağazası açmıştı. Savaş başlayıncaya kadar işleri yolunda gitmiş, baba Peştemalcıyan işleri oğlu Aram Peştemalcıyan’a bırakmıştı fakat savaşla birlikte zorlu günler beraberinde gelmişti. Her geçen gün bir öncekini aratmaktaydı.

Savaş bütün hızıyla sürerken 1943’un sonuna doğru Almanlar için savaşın gidişatı belli olmuş, daha fazla savaşacak gücünün kalmadığı ortaya çıkmıştı. Sovyet askerleri 1944 yılının Ocak ayında Oder Irmağı’nı geçerek önce Budapeşte’ye, Nisan başında ise Viyana’ya girerek Berlin’e doğru ilerlediler ve 25 Nisan’da Berlin’i kuşattılar. Kentin merkezindeki bir yer altı sığınağında kalan Hitler ise, savaşın kaybedildiğini anlayarak 30 Nisan’da intihar etti.
Ruslar artık Berlin’deydiler. Şehrin hemen her noktası Rus işgali altındaydı. Yağma ve talan Almanya’da artık sıradan bir işti. Taciz ve tecavüzün bininin bir para olduğu o günlerde asıl mesele hayatta kalmak ve tatlı canını kurtarmaktı. Bu zor şartların hüküm sürdüğü günlerde Rus İşgal Komutanlığı bir bildiri yayınlamıştı. Bildirideki kesin emre göre her yer, Rus askerlerine açık tutulacaktı.
Savaşın acımasız yüzünü bütün çıplaklığıyla çoktan gören Peştemalcıyan ailesi de emre mecburen uymuştu. Halı mağazalarının kapılarını açarak Rus askerlerinin yağmaya gelmesini endişe ile bekleyen ailenin bu bekleyişi fazla uzun sürmedi. Peştemalcıyan Halı-Kilim Mağazası’ndan içeriye gürültü ve patırtı ile kılıksız, vahşi görünüşlü, Moğol tipli ve silahlı iki asker yüksek sesle bağıra çağıra konuşarak girdi. Askerlerden biri halılarla ilgilenirken diğeri, genç kızlarını da aralarına alarak hareketsiz bir şekilde endişe ile olup biteni gözleri ile takip eden Peştemalcıyan ailesine yöneldi. Etrafa şöyle bir göz atıyormuş gibi yaptıktan sonra aileye doğru elini uzattı. Aram Peştemalcıyan gayrı ihtiyari ve seri bir hareketle askeri bileğinden sıkıca yakaladı. Çekik gözlü asker bu ani tepki üzerine tabancayı çekti ve Peştemalcıyan’ın şakağına dayadı.
Aram Peştemalcıyan, adeta taş kesilmiş karısına dönüp ağzından
- “Şimdi boku yedik” cümlesi döküldü.
Bu sözleri işitince irkilen asker silahını indirerek sordu:
- “Ne dedung? Ne dedung?...”
Baba Peştemalcıyan olayın şoku içerisinde, ister istemez söylediği sözleri tekrarlamak zorunda kaldı:
- “Şimdi boku yedik”.
O anda sanki bir mucize oldu. Asker ani bir hareketle silahını indirerek yıllar sonra bir dostunu görmüş biri gibi büyük bir sevinçle Peştemalcıyan’ın boynuna sarıldı. Peştemalcıyan şok üstüne şok yaşıyordu. Olayı kavramaya çalışıyor ve askerin Kırgız ağzıyla,
“Miz gan gardaşiz, min sinig gardaşmam” yani
“Biz kan kardeşiyiz, ben senin kardeşinim” derken sevinçten çılgına dönmesini hayretler içinde seyrediyordu.
Mağazayı basanlar, Rus ordusundaki Kırgız askerlerdi ve karşılarında Türkçe konuşanları görünce büyük şaşkınlık yasamışlardı. Olay anlaşılıp şok atlatılınca Peştemalcıyan ailesi rahat bir nefes aldı. Askerler özür dilediler, çaylar içildi, konuşmalar uzadı ve iki asker sonraki günlerde mağazaya gönüllü bekçilik yaptılar.
Sovyet ordusunda farklı milletlerden askerler vardı. Bu iki Kırgız asker de Sovyet ordusu ile Berlin’e kadar gelmişlerdi ve 1945’te Sovyetlerin Nazi Almanya’sına karşı zaferinin tescili anlamına gelen Sovyet bayrağını Almanya’nın başkenti Berlin’e diken üç Sovyet askerinden biri de, Dağıstanlı Abdülhakim İsmailov idi.

Savaş bitmiş, sıkıntılı günler geride kalmıştı. Peştemalcıyan ailesi bir gün Berlin’deki mağazalarını gezen bir Türk gazeteciyle tanıştılar ve gazeteciyi evlerine davet ettiler. 
Yaşadıkları olayı büyük bir heyecanla ve yeniden yaşıyormuşçasına tekrar tekrar anlattılar. Hayatlarını kurtaran sihirli cümlenin Peştemalcıyan ailesi için neler ifade ettiğini, hayatta kalmalarına sebep olan bu sözleri bir hattata yazdırıp evlerinin en güzel yerine asmak istediklerini ve bu anı her zaman hatırlamak istediklerini söylediler. Gazeteci, onlara bu konuda yardımcı olabileceğini söyledi ve Türkiye’ye dönüşünde verdiği sözü yerine getirmek üzere hattat ve mucellid Emin Barın’ın Çemberlitaş’taki atölyesine gitti.
Emin Barın kendisinden yazılması istenen cümleyi duyunca şaşırdı. Zira ilk defa böyle ilginç bir taleple karşılaşıyordu. Hemen “Yazarım” diyemedi, düşünmek için zaman istedi ve kendisi de Almanya’da cilt eğitimi sırasında yaşadığı savaş günlerini hatırlayınca işi kabul etti. Bir hafta sonra yeniden gelen gazeteciye ibareyi yazabileceğini söyleyerek bu fotoğrafını kapakta görmüş olduğunuz “celi sülüs” levhayı hazırladı. Levhanın etrafı “Hatip ebrusu” ile süslendi ve Almanya’ya doğru yola çıktı.
Levhanın hikâyesi iste böyle...
Hayat kurtaran argo bir cümle ve bu argo cümlenin hattat elinde sanat eseri bir levhaya dönüşmesinin öyküsü...
Emin Barın, dostlarına daha sonraları “Hadise o kadar ilgi çekiciydi ki gazeteci dostumdan dinleyince teklifini kabul etmek zorunda kaldım” diyecekti. Levha, Peştemalcıyan ailesinin artık dostu olan gazeteci tarafından Berlin’e götürüldü ve 17 Temmuz 1966 tarihli Yeni Gazete’ye de “Levhaya Bir Ailenin Hayatını Kurtaran Argo Cümle Yazıldı” başlığıyla haber oldu.
(Kaynak: sanalağ)



BOKTAN BATI TARİHİ
1800’lü yıllar. Basık atmosfer Londra’nın makûs talihi. Puslu ve karamsar… Önce Londra insanının gündelik yaşamına bir göz atmak istiyorum. Ki, kendi insanını dahi ezen ona zulmeden zihniyetin nasılda organize olupta dünyayı talan etme hikâyesinin başlangıcını ifade etmek adına…
Senelik banyolarını Mayıs ayında yapan insanların çoğunun Haziran’da evlendiği, Londra’dayız. Haziran’da hala çok kötü kokmuyorlardı. Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu. 
Banyolar için sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar,sonra çocuklar ve en son olarak da bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizce’deki ‘banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın’ (Don’t throw the baby out with the bathwater) deyimiburadan gelmektedir.
Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu.
Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu.
Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizce’deki ‘kedi-köpek yağıyor’ (It’s raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir. Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu.
Etrafında yüksek direkler ve üstünde cibinlik bulunan İngiliz usulü yataklar da işte buradan gelmektedir.
Şehrin zemini topraktı. Sadece zenginlerin zemini, topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. 
“Toprak kadar fakir” (dirt poor) tabiri buradan çıkmıştır. Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı. Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu. Bunu önlemek için yere saman (thresh) seriyorlardı. Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu.
Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı ‘thresh hold’ (saman tutan; Türkçesi “eşik”) idi. Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu. Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. ‘Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük’ (peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old) tekerlemesinin menşei budur.
Bulaşık yıkanmazdı yani.
Bazen domuz eti buluyorlar, o zaman çok seviniyorlardı. Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı.
Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı. Buna ‘yağ çiğnemek’ (chew the fat) adı veriliyordu. Parası olanlar kalay kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek olanyiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu.

Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bunda sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü. Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı. Çoğu zaman bu tabaklar bayatekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu. 
Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için, içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında ‘tabak ağzı’ (trench mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu. Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı.
Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu.

Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor, aile etrafına toplanıp yiyip içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu. Buna  ‘uyanma’ nöbeti deniyordu. İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir ‘kemik evi’ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı.

Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip  bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Buna mezarlık nöbeti (graveyard shift) denirdi. Bazıları zil  sayesinde kurtulur (saved by the bell) bazıları da ‘ölü zilci’ (dead ringer) olurdu.
Rahibelerin bile yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı.  Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı. 
Kirlilik âdeti Amerika’ya da bulaşmış, Pennsylvania ve Virginia eyaletlerinde ‘’banyo yapmayı yasaklayan’’ ya da belirli kısıtlamalar getiren kanunlar çıkarılmıştı. Philadelphia’da ise kanunla  bir ay içinde birden fazla banyo yapan insanlar cezaevine gönderiliyordu.
Kısaca sıradan insanın sefil bir hayata, cehalete mahkûm bırakıldığı bir toplumdan  bahsediyoruz. Üretim araçlarını özel mülkiyeti haline getiren az sayıda insan ise, toplumun  geri kalanını ücretli işçi durumuna soktuğu kapitalizm isimli bir düzen kurmaktadır Londra’da. 
Mülk sahibi sınıf olan şehirli sermaye sahiplerinin, ekonomik açıdan epeyce palazlandıktan  sonra egemenliğini siyasal bir güçle taçlandırmasıdır.
İngiliz zengin sınıfı denizaşırı coğrafyaları sömürgeleştirmekle ve talan etmekle kalmayıp  kendi ülkesinin işçi sınıfının da kanını iliklerine dek emmiştir. “Üzerinde güneş batmayan” İngiliz imparatorluğu hummalı bir şekilde ve korkunç bir emek sömürüsü ile inşa edilmiştir.

En kıymetli bakanlık Sömürge Bakanlığı’dır.
1900’lü yılların başlarında İngiltere’nin batı yakası ihtişamıyla göz kamaştırırken, doğu  yakasında her gün biraz daha artan sayıda insan uçuruma itilmektedir. İngiliz burjuvazisi yüz  binlerce insanı fiziksel varlığının son sınırlarına kadar çalıştırıp bunların ürettiği zenginliğe el koymakta ve onlara kendini asgari düzeyde yeniden üretme şansı bile vermemektedir. 
Düşünün, Londra Metrosu yapılırken güneş yüzü görmeden orda doğup, yaşayıp, orda  ölen insanlar olmuştur.Kâr hırsıyla gözü dönen burjuvazi, üstüne üstlük bu üreten sınıfı  aşağılamakta, onu cahil ve değersiz bir yığın yerine koymaktadır.
Doğu yakasında yaşamaya çalışan işçilerin durumu çok kötüdür. İnsanların en temel barınma  haklarından bile yoksundurlar. Kiralık ev yoktur, kiralık odalar daha doğrusu izbeler vardır. 
Bütün gün çalışan insanların kazançlarının en büyük bölümü haftalığı üç şilin olan bu odalara verilmektedir. Bu evlerde tuvalet, ısınma gibi olanaklar zaten bulunmamaktadır. 
İnsanlar bu ahıra benzeyen evlerde uzun yıllar kalır ve çoğu zaman ömürlerini de buralarda tamamlarlar.

Domuz ahırlarına benzeyen yerlerde yaşayan ve çalışan insanlardan güzel düşünceler ve  temizlik bekleyemezsin inancındadırlar, İngiliz hanımefendi ve beyefendileri. Bu hanımlar ve beyler, sefalet içinde yaşayan işçilerin sırtından geçinmekte ve onları pis, kaba bulup, hakir görmektedirler. İngiltere’de işçi sınıfı neredeyse fi ziksel olarak varlığını korumanın  koşullarından bile mahrumdur. Büyük bir aile küçücük bir odada yaşamaya mahkûm edildiği  arasında, uçurumun kenarında yaşamaktadırlar. Yoğun sömürü koşullarından Madenlerde çok yüksek sıcaklıklarda her yaştan kadın erkek yan yana bir lokma ekmek için çalışmak zorunda kalır. Açlık ve yoksulluk, yanına başka bozuklukları ve zorunlulukları da alarak işçi sınıfının üstüne üstüne yürür. Sevgi ve saygı üzerinde inşa edilmiş olması gereken kadın erkek ilişkilerinde de bir yozlaşma, ahlâki çöküntü alır başını gider. Buna bir de yaşlılık, hastalık ve iş kazaları sonucunda ortaya çıkan başkasına muhtaçlık durumu eklenince, düşkünler evinde kalabilmek için verilen savaşı varın siz düşünün.

Kapitalistlerin kâr hırsı uğruna yaşamın her anı hapishaneye çevrilir. Yaşamanın kahredici bir yük ve anlamsız bir eziyet haline geldiği bu durumdan ölerek kurtulmak isteyenlerin sayısı artmaktadır.
Fakat insanlar yoksulluk ve sefalet uçurumunun dibinden intihar edip kurtulmak isterlerken bile özgür değillerdir. Mahkemeler yargılamakta ve “ölmeyi beceremeyip sağ kalma “suçu” işlediği tespit olunanlar hapsi boylamaktadır.
Adalet, hukuk ve yasalar, sermayenin çıkarına işlemektedir. İşçilerin hayatları birileri tarafından gasp edilmiş, yaşama haklarına tecavüz edilmiş ve ölme özgürlükleri bile ellerinden alınmıştır. Buna rağmen onları iki değnek gibi üzerinde oradan oraya sürükleyen bacaklarına dinlenme hakkı verilmeyecektir. Londra sokaklarındaki banklar evsiz ama bütün gün bir kapitalistin emrinde çalışmış bedenlerin uyuyup dinlenmesi için yapılmamıştır. 
Geceleri banklarda uyuması bile yasak olan bu insanlar her mevsim ölü gözleri, çökmekte olan bedenleriyle oradan oraya sürüklenip dururlar. Bir evin kapı aralığında uyumaya kalktıklarında yasaların gücü hemen devreye girer. Polis zoru derhal enselerinde biter ve gözlerinde uyku, çökmüş bedenlerini taşımaya çalışan insanlar için cezalar hiç zaman kaybetmez. İşçi sınıfı için burjuva adalet mekanizması çok hızlı çalışır.

En kıymetli yemeği ekşimiş yulaf ezmesi olan ve yoksullar için inşa edilen barınaklara insanlar “çivi” demektedirler. Bu “çivi”lerde kalmak öyle beleş falan da olmayıp bir bedeli vardır. 
Ya taş kırmaya ya da en iyi durumda bir hastanenin temizliğini yapmaya gitmek zorundadır insanlar. Yedikleri yemeğin ve yattıkları yatağın bedelini ödemeden oradan ayrılamazlar. Aksi halde bir daha asla, bir gecelik bile olsa, yoksullar evinden faydalanamazlar. Bu evler yoksul ve hastalıklı her yaştan işçinin en büyük umut kapılarından biridir.
Bu zorlu yaşam, kendi dilini de yaratmıştır. Uykusuz olduğu halde banklarda yatması yasak olunca yürümek zorunda kalmaya “sancak taşıma”, aç kaldığında bedava yemek yiyebildiği yere “askı”, korkunç yataklarda yattığı, taş gibi ekmeğini yediği yoksullar evine de “çivi”der Londranın işçisi. Gölgesini satamadığı ağacı kesen kapitalist sistem kendi işleyişinin yarattığı sınırlara gelip dayandığında ortaya çıkan ekonomik bunalımlar zaten uçurumun kenarında yaşamakta olan bu insanları kitleler halinde uçurumdan aşağıya iter. Bir yanda inanılmaz bir bolluk, diğer yanda aklın sınırlarını zorlayan bir yoksulluk. Böylesi dönemlerde özellikle erkek işçiler gözlerinin önünde eriyip yok olmakta olan karısı ve çocuklarına baktıkça derin bir moral çöküntü içine sürüklenirler.
Erkeklerin düşünmeye başlaması yapmaması gereken bir şey, çünkü bu durumdaki erkekler genellikle hem karılarını hem de çocuklarını öldürürler.
İşte bu tablo karşısında uygar ve çağdaş adı verilen bu dünyanın, insanın yararına olup olmadığını sormak gerekir. Uygarlık denen bu büyük dolandırıcılığın ve yapay parlaklığın etkisini matah bir şey zanneden dönemin bir kısım Osmanlı aydınları ise bizim insancıl düzenimizi yıkmak adına bilerek ya da bilmeyerek onların ekmeğine yağ sürmüşlerdir.
Oysa insanlığın düşmanı makineler, teknoloji, üretim araçları değildir; bunların çoğalttığı nimetlerin paylaşımını adaletsizce yapan zihniyetlerdir.



BİTTİ