20 Aralık 2014 Cumartesi

ASRIN LİDERİNİN HAYATINDAN KESİTLER;


GENÇLERE REİS'İN KUTLU DAVASINI ANLATMAK 

GEREK!


"ONE MİNUTE" DEDİ!
"DÜNYA 5'TEN BÜYÜK" DEDİ!
"DİNDAR ve AHLAKLI NESİL" DEDİ!

2071 DEDİ; BU MİLLETE İLK KEZ HEDEF GÖSTERDİ!

BU KİTAP ÇİLELİ YOLLARIN NASIL AŞILMASI 

GEREKTİĞİNİ ANLATIYOR! 

YOL HARİTAMIZI!...


OKUYAN İÇİN ZİHİNLER DURULACAK, OYUNLAR 

BOZULACAK!

ARTIK TAŞLAR YERİNDEN OYNADI!

"Bizim sevdamız, bu milletin selametini garanti altına almak, 
ecdadın emanetini gelecek nesillere teslim etmektir." (RTE)

KASIMPAŞALI
“BEN BU OYUNU BOZARIM”


KİTABIMIZIN İLK 60 SAYFASINI YAYINLIYORUZ. DEVAMINI MERAK EDENLER;

http://www.dr.com.tr/kitap/kasimpasali/fehmi-demirbag/edebiyat/roman/turkiye-roman/urunno=0000000618485

ADRESİNDEN TEMİZ EDEBİLİRSİNİZ!



Kimse sana özgürlüğünü vermez. Kimse sana eşitliği, adaleti
ve başka hiçbir şeyi vermez. Eğer gerçekten adamsan,
bunları kendin alırsın. Bunun için taraf olmalısın. Hiçbir şeye
taraf olmayan bir adam, herhangi bir şey için yıkılacaktır.
Bilmediğimizi sanıyorlar:
Demokrasi ikiyüzlülüktür.
Eğer demokrasi özgürlükse, neden Müslümanlar özgür değil?
Eğer demokrasi adaletse, neden biz adalete sahip değiliz?
Eğer demokrasi eşitlikse, neden biz eşitliğe sahip değiliz?
Özgürlüğe inanan bir dine inanıyorum. Halkım için mücadele
etmeyi men eden bir dini kabullenecek olsaydım, o dinin canı cehenneme
derdim.
Malcolm X


NEDEN YAZDIM? NEDEN KASIMPAŞALI?
Bir şair neden yazar? İşin aslı, tutunacak dal arar. Misal ben;
eşyalar dile gelir, konuşurlar benimle: dağ, taş, kurt, kuş, börtü,
böcek… Ne varsa çevremde, anlat bizi derler, bizden habersiz, çevrendekilere.
Ölüler görürüm. Bedenli, bedensiz ölüler...Nedenli, nedensiz
gürültüler...Varlığın her türü fısıldar, türlü türlü.
Özünden gelerek anlat der, mananın diliyle anlat. Kelimeler ki
ruha bürünür, görünmezler. Onlar ki, gün boyu bana görünür!
Reçetesini ararım, adam olmanın.
Şifacıyım hasılı, dokunurum ruhlarına insanların.
Bir şair neden yazar? Yazar, neden? İşin aslı, ölümsüzlüğü arar,
şahadet kıvamında. Şah damarından daha yakın olana yakın olmaya...
Kimsesizlere kimse, zalime kılıçtır sözüm. Adalet dağıtırım, kalkınmak
için manen...Şiirlerimle, metinlerimle devrimedir sevdam. Bir günü
bir gününe denk olanın hüsranda olduğu hesaplardan kaçınmaya...
Aşıksa bir adam, açılamıyorsa sevdiğine misal. Buzdan bedenlere,
kor közüm. Medeni dünyaya söylenecek bir çift sözüm.
İlhamım suskunlar; sessiz yığınların çığlığıyım. Fısıldarım
üçyüz yıllık suskunluğu susturmak için! Konuş şimdi, zaman hiç ilerlemedi
mi?
Lakin, dilden dile söylenecekse sözlerim, satılık değildir kalemim!
Ben ateşim! Çöllere rahmet! Fırtınayım, meteorolojilerin bildirmediği!

Kükrerim, mazlum milletim adına!
Ben şairim; iç alemim dağınık, varlığım varlık adına, yoklukla
karışık!
Bir şiirle başlayan yoksul bir çocuğun zengin hikayesiyim. Aşka
dair, tılsıma sair, kadere öte kadere...
İşte gereğim; bir şair neden yazar? Okundukça, nefes almak için,
dokunmak için tarihe.
Ve dahi yazmam icap etti, yaşadığımız bir gerçeği. Yalnızca
gerçeği. Kasımpaşalı bir adamın, bir uzun adamın ömründen bir
lahzayı yazdım. Yazdım, çünkü ömürlerimiz örtüştü:
Kalemime takat isterim Rabbim’den,
hançereme çığlık!
miras düştü yalnızlık,
hayatı çalınmış dedemden!
...
halim,
ahvalim,
hakikatim;
Mekkeli yetimin dediği gibi;
“Dünya ile benim ne alakam var.
Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenip de,
bırakıp giden bir yolcu gibiyim.”
...
Barut gibiyim;öfkeli!
Göreli, olup biteni,
bileyledim,
kalemimi,
kalemimi,
ençok,
birilerinin üstünü çizerken kullandım!
son günlerde, içerlenmem ondan!
Kahırlanmam!..

...
Bana bir şiirler oluyor,
sorsan herkes çok iyi,
bütün kötülüklerin,
müsebbibi ben.
Aslıma bakarsan,
aslında tek tükenen,
ben ki harfiyyen!
...
Kalem yazıyor,
gözler; görmezden geliyor!
...
Kalem, yazdıkça,
kellem, sadıkça,
yaban ellerde,
yalnızlık kulem.
Dik duracak,
hüzün bulutlarıyla,
ben ki biçare ozan,
kalben sustukça...
....
Ben sustukça,
takatsiz bırakma kalemimi Rabbim!
Konuşan, dilimi!..
...
Yaşama sevincim,
çiziktirdiklerim...
...
Kalem, gölgem!
...
Kalem; kale’m!


Tarih yapan milletim, neden yazmaz ki yaptığı tarihi? Bu nasıl talih?

Misal; 70 milyonun kaderine sebep olarak imza atan “adam”
neden yazılmaz ki? Gazete haberlerinden bahsetmiyorum. Hakkında
edebi üretimler neden yapılmaz? Hikayesi neden anlatılmaz?
Şiirler neden yazılmaz hakkında? Filmlere neden konu olmaz?
Haddimi aşarak belki, ben cüret ediyorum bu işe; devamı gelsin
diye. Yazdıklarıma takılmayın. Eksiğim gediğim olabilir. Olmalı
da!
Ancak artık bu milletin “kültür” üretiyor olması lazım. Başlangıç
cümlesi ise neden “Kasımpaşalı” olmasın?

Başlıyoruz;

KASIMPAŞALI
Kasımpaşa’da, Fatih’in gemileri indirdiği yamaçta,
Hayaller kurardık.
Bakıp da Haliç’in, katran sularına;
Nefesimizi tutar, pis kokusunda, cenneti arzulardık.
Oyunlar oynardık...
Sen Fatih olurdun, Akşemsettinse hocamız!
Bense, Ulubatlı!
Dayanırdık şehrin surlarına, Bizans’ın İstanbul’una.
Ayasofya’yı açardık önce,
Ferman buyururdun, kırardık zincirlerini.
Tekbirler getirirdik sevinçten.
Sen çaktırmazdın;
bakışlarını saklar, gizlice ağlardın.
Bacılarımız derdin, örtünmeli, yetimlerse sevinmeli
Adil düzen, gömleğimizin rengi
Oysa yamalı giyinen, mahallenin garip, fakir çocuklarıydık
Gazetemiz bile milli,
Zaman ötesiydik o zamanlar
Başkalarından farkımız, zengin hayallerimizdi
Sen ki mahallemizin abisi, teşkilatın reisi
Biz kırk kişi iken, içimizden biri
Şimdi kimine asrın lideri, kiminin dilinde ise asın lideri!
Oysa mahallede, kimse ciddiye almazdı bizi;
Dürüst çocuklardık, o kadar!
Bir sen, içimizdeki büyümüş çocuk,
Kocaman laflar ederdin...
Belki biz bile oyun derdik, sana gülerdik.
Öyle ya Hak gelecek, batıl zail olacak;
Hayali cihan değer
Kasımpaşa yamaçlarında, hayatın yamaçlarında,
Yürütülmesi gereken onca gemi.
Haliç’in sularına döşeli;
Tarihten ve cehaletten mamul kocaman bir zincir!
Kırılması gereken onca da put!..
Uzanan eller İbrahim;
Sabır, içimizdeki ateş!
Bizse oyun peşinde, 39 sergüzeşt!
Surda açılan gedik,
Hep peşindeydik!
‘Zaman’la, oyundan dönenler oldu.
Yar göğsüne baş komadan, ölenlerde...
Savrulup sönenlerde!
Derken,
One minute! One minute, One minute!

Biz, oyun oynadığımızı sanırken,
Boş gezi’ntilerde;
Sen oyunu ciddiye almışsın
Bir bakmışız, cidden Fatih olmuşsun
Şimdinin Bizansı ise hepten ciddi
Pensilvanya’dan Çandarlı, Telaviv’den ayarlı
Obama oyunbozan
Bilumum nifak-ı cedid
Hocamın deyişiyle
Bremen mızıkacıları çok şedid!
Şimdi anladım seni abi;
Oynanan oyunu.
O zamanlar oynadığımız; oyun!
Oyunun da son versiyonu buymuş
Sen ki şimdi cidden Fatih olmuş,
Bense, asıl şimdi, cidden Ulubatlı!
Rüzgar tenimizi savurdu
Şimdi biz ihtiyar çocuklar
Çocukken oynadığımız oyunu
Yeniden oynayacak!
Yeni nesil,
Asımın eskimeyen nesli!
“İstanbul yeniden feth olunacaktır
O’nu feth eden komutan
Ne büyük komutan
Feth eden asker
Ne büyük asker!”
Tarih bu, yeniden tekerrür eder
Kasımpaşa yamaçlarında,
Yeniden tekbir sesleri!
Artık 40 çocuk değiliz lakin;
Milyonlar çoktan Kudüs hayalinde
Bir kısmı da Endülüs!
Abi, Selahaddin Eyyubi de olur musun?
Tarık Bin Ziyad?
Yakarız değil mi, gemileri?
Demek isterdim!
Alkışlar, iltifatlar, övgüler,
Ya da lanetler, sövgüler
Arasında bırakıldın ya...
Ne desem?
Olsun!
Ya devlet başa,
Ya kuzgun leşe!
Yezid gibi yaşayıp da,
Hüseyin gibi anılmak isteyenler
Anlamaz ki beni!
En çok da 17 yaşındaki, masum kızın şehadeti,
Mısır meydanından,
Seni bize geri getirdi...
Bilirim; yüreğin, Gazze!

Abi, haddime değil belki;
Bu kez büyük oyuna,
Oyun bozanları alma!
Yiğit görünümlü ve soyluda olsa,
Alma aramıza mızıkçıları
Adı soyadında olsa, misal
Her yüze gül’en’e aldanma!
Hocamız derdi ya,
Önce ahlak ve maneviyat!
İşte öyle yani...
İkinci yarı başlıyorken elzem,
İtikat ve fikriyat!
Kimse aldanmasın
kravatlı halimize...
Üniforma kefen,
Rütbe şehadet
Sen bize işaret et!
Dilimiz öfkeliyse;
Uğradığımız haksızlıklara,
Ümmetin perişanlığına!
Rabbim!
Sen yine de zikrimize
Beddua değil, dualar nasip et!
Kardeşlerimize de, bize de, tövbeler kapısı,
Cümle kapısı!
Bakanların değil, görenlerin ordusu

Ak neferler ki, hakkın yolcusu!
Bilmez miyim abi, sende ısrarımın sebebini?
Modernite, teknoloji ile hemhal olup
Kapitalizmi bu topraklara ram edince,
Altınboynuz namlı bir cennet bölgesi
İnsan ve makina gübresi bir çukur oldu.
Haliç pisliğin rumuzu,
Haliç kaybedilen insanlığın ruhu,
Ümmetin vesikası,
Pislik deposu!
Umutların kesildiği anda Haliç’ten
Netekim paşadan icazetli, dalan efendi
Haliç’in kıyılarını bir çırpıda yıkıverdi
Arkasından, kıyılarında büyüyen çocuk...
Haliç’in
Kasımpaşa’nın reisi
Temizlenmeli dedi,
Bu utanç abidesi...
Balıklar doluşuverdi tekrardan,
Haliç’in mazisinin ardından
Karadeniz’in suyu can olarak verilince,
Bir Karadenizli tarafından...
Haliç bizim hikayemiz, biziz biz!
Yani insanlığımız kirlendi, kirletildi, batı kültürü ile.
Kokuştuk, yozlaştık
Yıkın dedi Bediüzzaman,
Gönüllerin putlarını!
Ardından Süleyman Hilmi Tunahan,
Mehmet Zahid ve Erbakan

Nice gönül Halicimizi
İşgal eden, çokça yapıyı.
Ve Erdoğan temizledi
Gönül pasımızı.
Neden olmasın demeyi öğreterek
Haliçimizi temizler gibi içimizi!
Şimdi, suyumuza su gerek, temizlenmek!
Pislik akmaya devam ederken,
Aklımızın, gönlümüzün damarlarına;
Bir dur demek!
Şimdi, çocuklarımızı,
Kendi değerlerimizle
Yetiştirme zamanı!
Haliç gibi, Sadabadlı günlere...
2071’e var mısınız?
Emsal dedim, misal verdim Haliç’le
Halimiz çöpten, Haliçimiz gibi
Lakin bir çöpçü gerek, pisliğimizi temizleyecek
Bu neden sen olmayasın, Tayyip abi?
Haliç’i temizlediğin gibi, temizle gönülleri de
Sonunda ‘gülen’ biz olalım
Ya da oyalanalım
Oynayalım eski günlerdeki gibi
Yapabilir misin abi?

Fehmi Demirbağ
2014 Ağustos

KASIMPAŞALI
“Ben bu oyunu bozarım!”

“Bir Müslüman olarak yeryüzünden Allah’ın huzurunda secde
etmeyen tek fert kalmayıncaya kadar İslam’ın hakim kılınması yolunda
kendimi görevli hissediyorum.”
Malcolm X
Selamün Aleykûm, değerli okuyucum;
Selam faslının ardından tanışmak icap edecek ama, ben derim
ki gel birbirimize yabancı kalalım. Ben nasılsa yazdıklarımı okuyacak
kıymetli kardeşimi tanıyamacaksam, sen de beni bilme, tanıma.
Senle ilgili bir sürü tahminde bulunabilirim, hepsi o. Belki bir öğrenci
olacak, harçlığınla edindiğin bu kitabı o mübarek ellerinde her
tutuşunda emin ol yanında olacağım. Bir anne olacaksın, dizlerinde
ağlayan çocuğunu uyusun diye sallarken ellerinin arasında tuttuğun
kitabın ile vaktini aldığım şuuru ile bu satırları “kul hakkına girmemek
adına” hassas davranarak yazdığımı bilmeni de isterim.
Gecenin geç saatlerini tercih etmene de aslında anlam veremiyorum.
Alışkanlıksa eyvallah. Ama ‘kitap okumanın bir saati olmalı’
gibi bir kısıtlama olmamalı.

Hastane odasında isen, umarım yalnızca refakatçisindir. Hastana
da Rabbimden acil şifalar dilerim. Bir sürü kimlik içerisinde
birisin, biliyorum. Bilmelisin ki ayrıca bu kardeşinin senden bir ricası
olacak; eğer kitabı sonuna kadar sabır ile okuyup bitirirsen bir
arkadaşına hediye et.
Kitap âleminde yarım bırakılan kitaplar; yetim hitaplar...Paylaşılmayan
kitaplar da aslında bitap sözlerdir.
Belirteyim, okuyacakların benimle ilgili şeyler olmayacak. Sana
bir dostumu tanıyacağım. Onun hayat hikâyesini anlatmak maksadım.
Anlatımım boyunca sen beni Bay X olarak bil yeter. Gözlerini
değdirmeye başladığın bu satırlar ile bir süre birlikte zaman geçireceğiz.
Arkadaşıma vefa borcum bir yana, kitap okumanın en alt
düzeyde olduğu toplumumuzda ben senin bu insan topluluğu içindeki
nadir insanlardan biri olduğunu bileceğim ki bu beni yazmaya
iten önemli nedenlerden biri. Sen okumayı seven ve hatta teşvik eden
yeganelerdensin.
X, dedim. Öyle isimlendirdim kendimi. Hayatım boyunca ilham
kaynağım olan, rol modelim olan Malik El Şahbaz’ı da yad
etmek için. Yani Malcolm X’i.
Uyuşturucu pisliğinden giripte cezaevine, orada tanıştığı İslam
ile izzetlenen devrimci bir Müslüman’dan bahsediyorum.
Hani, “En iyi nasihat, iyi örnek olmaktır.” diyen adam. Hani, “Eğer,
dikkatli olmazsanız, gazeteler, mazlumlardan nefret etmenizi,
zalimleri ise çok sevmenizi sağlar.” diyeni. Hani, “Tarihi değiştirebilenler,
ancak ve ancak insanın kendisi hakkındaki düşüncesini
değiştirmeyi başarabilmiş olanlardır.” diyeni.
“İster mermi kullansın, ister oy pusulası, insan iyi nişan almalı.
Kuklayı değil, kuklacıyı vurmalı.”
“İnsanlar bir adamın bütün hayatının bir tek kitapla değişebileceğinin
farkında değiller.” diyen, rengi siyah, yüreği bembeyaz olan adamı.
Kitap deyip geçmeyin. Her insanın eşit olduğu, köleliğin insanlı
dışı olduğunu, ama her şeye rağmen sorumlu olduğumuz kişilere
karşı itaatkar olunması gerektiğini anlatır, Tom Amca’nın Kulübesi
isimli romanında Amerika’lı yazar Harriet Beecher Stowe.
Bir insanın özgürlüğünü korumak ve özgür değilse, özgürlüğünü
kurtarması için elinden gelen her şeyi yapması gerektiğini öğretir
kitabında. Kuzey Güney savaşı ile yıpranmış olan Amerika’yı Birleşik
Devletler yapar, bu kitap.

“Kendisine ait birçok kölesi olan Shelby isimli patron, maddi
güçlüklerden dolayı kölelerinden bazılarını satmaya karar verir.
Aralarında satmak istediği kölelerden birisi, kendisine uzun yıllar
hizmet etmiş olan, dürüst, uzun boylu, yakışıklı bir zencidir.
Herkesin, Tom Amca diye hitap ettiği bu köle bir kulübede yaşıyordu.
Köle tüccarı, Patron Shelby’den, verdiği paraya karşılık bir iki
köle daha talep eder. O sırada bulundukları yere Harry adında küçük
bir melez çocuk girer. Harry’i aramak için içeri giren annesini
gören köle tüccarı çok beğenir ve onları satın almak ister. Kadın ve
çocuk Tom Amca’nın ailesidir.
Shelby kadını satamayacağını, ayrıca karısının onu çok sevdiğini
söyler. Köle tüccarı, o halde çocuğu almak istediğini söyler.
Konuşmaları duyan annesi çocuğu da alıp kaçmak ister. Ertesi sabah
çocuğuyla birlikte kaçarlar. Tom amca ise karısı ve çocuğundan
ayrılarak kendisinin yeni bir patrona satılması için köle tüccarıyla
kulübesinden ayrılır. Nehri geçerken teknede zengin bir ailesi olan
küçük Eva Tom amcayla sohbet eder.
Babasına Tom Amcayı, köle tüccarından satın almaya ikna
ettireceğini söyler ve Tom Amca buna minnettar kalır. Eva’nın babası
çok iyi kalpli, merhametli bir insandır ve Tom’u köle tüccarı
Harley’den satın alır. Eva’nın babası Tom Amcayı arabacı yapar.
Tom ailesinden ayrı kalma problemi dışında çok mutludur. Tom yeni
patronundan azad edilme sözü alır.
Zaman ilerledikten sonra Eva’nın babası hastalanıp ölür.
Eva’nın annesi Tom’u acımasız bir adama satar. Yeni patron çok
acımasız ve kötü bir insandır. Karısı da aksine çok iyi kalpli ve mer18
hametlidir. Karısı kölelere yapılan işkencelere üzülmekten kendini
alamaz. Tom amca yapılan her türlü kötülüğe karşın dürüst ve itaatkar
olmaya devam etmiştir. Yıllar sonra kötü patron ölür ve karısı
Tom amcanın ölümünden sonra da bütün köleleri azat eder.
Amerikanın sembollerinden biri olan “Özgürlük heykelinin”
aynı zamanda “Özgür Amerika” demek olduğunu unutmayalım.
Özgürlüğün ise en büyük güçlülük göstergesi olduğunu.
Rakam verebilecek olanınız var mı aranızda,
Afrika’dan yeni kıtaya çalınan hayatlara?
Livingston, Admudsen, Colomb, Vespuci,
4 ile 5 arası haçlı savaşı; yediler binlerce piçi,
Kutsal asasını sinemeskop soktular gözümüze,
Yalan üstüne yalan inanmaz kimse sözümüze,
Bakın yalan tarihe, Saddam’ın füzelerine,
Kimyasal palavrayla, bombalarla geldiler üstümüze,
Milat imiş 11 eylül, ümmetin hazan mevsimi,
Çanak tuttu bu işe, lanetçi Vatikan hizmetçisi!
Yahudi ve Hıristiyanları dost tuttuk,
Dinlerinden olmadıkça asla onlardan olmayacağımızı, unuttuk!
Romantik değilim, etkilemez beni; ne Elizabet Taylor’un yeşil
gözleri, ne Angelina bacımızın, muhteris buseleri!
Ben öksüz kalmış Türklüğümün, Sela sesiyim; oy!
Kahpe planların, kursağıdır gençliğim!
Oy! şehadetim! Hevesim; direnişimdir! Aldanmam yalanlarına
büyük şeytanın!
Çan sesleri çalıyor tepemizde uğursuzca!
Kraliçe İsabelin, Endülüsü, unutturmasıyla...
Tom amcanın kulübesinden, büyüklere masallar okumasıyla,
Sam amcanın!
Asla inanmadığım!

***

Sanırım aynı yaşlardaydık. Çapa tıp fakültesinde çalışan hemşire
nişanlımı ziyarete gittiğimde tanıdım onu. “Ben” dedi “Murat!”
“Ben” dedim. “Bay X.”
Üniversite öğrencisiydi. Hastaydı ve bir süredir tedavi görmek için
Nişanlımın görevli olduğu katta yatıyordu. Kardioloji servisinde.
Kaynaştık kısa sürede, kardaş olduk sonraları. Yakın zamana kadarda
ara ara ayrılmalarımızın dışında kopamadık birbirimizden. O
benim ahretliğimdi.
Korkuyorum kendimle ilgili mevzulara girmekten. Çokta matah
bir yaşantım olmadı çünkü. Hayata bir yetim olarak başlayan
birisinin, yani emin olun ki anlatacak iç burkan bir hikayesi mutlaka
vardır. Hele ki bir devlet yetimhanesinde geçmişse hayatı. Her tayin
zamanı değişen, her bir ayrı müdüre baba diyen birinin cidden
anlatacak çok şeyi vardır. Ancak bu satırların yazılma maksadı ben
olmadığım için siz beni “Bay X” diye bilmeye devam edin.
Ama köşe başları için hikayelerimden tamamlayıcı ipuçları vereceğim
ki arkadaşımın hikayesine ışık olsun.
Murat tedavisini olur, atlatır hastalığını. Okulunu bitirir. Ben
de nişanlımla ilişkimi nikah masasına taşıdım. Yeterince “nişan” alamamış
olmalıyım ki evlilik hedefini ıska geçtim. Kısa soluklu bir
medeni hal değişiminden sonra bir daha da asla kimse bana kıyamaz...
Yani nikah kıymam kimseye. Şu yaşıma kadar bir başıma
yaşadım, bekar olarak.
Eğitim hayatım ise orta ikiye kadar sürdü. Sonrası hep iş, hep
iş. Hayata bir türlü dikiş tutturamadım anlayacağınız. “Yuvarlanan
taş yosun tutmaz!” misali bir ömür. Yapmadığımda iş kalmadı. Neticede
dünyalık olarak ahir ömrümde başımı sokacak bir bodrum kat
daire, bir de emekli aylığından başka. Bu dünyadaki tek kazancım ise,
kardeşim dediğim Murat!
Okulunu bitirir Murat. Öğretmenliğe başlar. Okulundan bir
kızla da yuva kurar. Mutlu bir evlilik ancak bir çocuk ile taçlanır
derler ya...Hele o çocuk, bukle bukle saçlarıyla masmavi gözleriyle
cennet kokusuyla olursa.

Kardeşimin tayini Gölcüğe çıkar. Dolayısıyla bizim görüşmelerimiz
bir nevi kısıtlanmıştır ama, ilk fırsatta bir araya gelmeye de
hep gayret etmişizdir.
Murat’ımın kızının o hafta doğum günüdür. Amcası olarak yanında
olmam gereken bir gün. Ama o gün hiç olmaması gereken bir
gündür. 17 Ağustos’tur o gün.
17 Ağustos depremi, 50. 000 ölüm, ağır-hafif 100. 000’e yakın
yaralıya sebep olur. Yine yaklaşık olarak 600. 000 kişiyide evsiz
bırakır. Yaklaşık 16 milyon insan, depremden değişik düzeylerde
etkilenir. Bu nedenle 17 Ağustos depremi Türkiye’nin yakın tarihini
derinden etkileyen en önemli olaylardan biridir. Deprem gerek
büyüklük, gerek etkilediği alanın genişliği, gerekse sebep olduğu
maddi kayıplar açısından son yüzyılın en büyük depremlerinden biridir.
Depremin Türkiye’nin önemli bir sanayi bölgesi olan Marmara
Bölgesi’nde meydana gelmiş ve çok geniş bir coğrafyayı etkilemiş
olması, ülkede büyük sıkıntılara neden olmuştur. Zamanın hükümetinin
acziyeti felaket bölgesine ancak 3 gün sonra gelmiş olması
ve Türkiye’de deprem bilincinin yeterli seviyede olmadığının göstergesi
olduğu kadar memleketin iyi yönetilmediğinde somut
ifadesi olmuştur. Kardeşimin bir yazısı ile o kara günü hatırlatmak
isterim, unutanlara:
“Önce, betonlaştı ve naylonlaştı, taşlaştı yürekler! Çığlık ki,
modernitenin, kullarının kozmos’a niyazı!
Ateşler içindeyim, şuurlar ki kış ayazı!
Anne! Şimdi kim tutacak, bir zamanlar yumuk olan, nasırlı ellerimden?
...
Ağustosun, yakıcı bir günü: Mizansen mi anlatmalıyım, gerçek
mi olsun söyleyeceklerim? Asla bir şiirde de olsa diri diri gömülen
yavrumu hatırlamak istemem. O hatırasında aklımın, koşan bir çocuk
olarak kalsın!
Ben farz-ı muhal anlatayım; siz anlamayı “farz” bilin’

Saat; 20. 00
Oysa, bugün akşam yemeğimiz, özlenen aile sofrasında, herkes
yerli yerinde...
Babam bir başka neşeli, annemde tatlı bir telaş...
Nereden bilsin ki, helal rızıklarımızın...sofraya konulduğu tabaklar,
bir veda yemeğinin, seronomi gereçleri!
Dışarda hava çok sıcaktı, camlar sonuna kadar açıktı; dalında
yaprak kımıldamıyor, kıvamında!
Boğucuydu hava, aksine bizde bir bahar havası.
Serin gelirmiş son! Bilemezdik! Unutturmak için Cehennemi!
Kendilerini unutup...Yani gerçek sebebi, küfretmesinler diye ateşi!
Kardeşlerim, uzun zaman sonra, ilk kez kavgasız kalktılar sofradan,
Karınlar tok, yürekler pek!
İlk ben kalktım sofradan, evimizin veliaht prensi;
Tv sehpasına uzanmak için, bırakmadan kumandayı elimden,
iktidarım sarsılmasın diye ülkemden! Sarsılmanın ne olduğunu bilemeden...
Yine de edemedim, sofrayı kaldırmak için, annemin şaşkın bakışları
arasında, boş tabakları mutfağa götürdüm,
Hayret! Bir esiriklik var üstümde, bir anlamsızlık...
Bugün bir başkayım; tarifsiz manasızlık!
Adı konulmadık bir bekleyiş, evimizin herbir odasında, kol geziyordu.
Bende elimde kumanda, geziniyordum “yok dolu” kanallarda...
...
Saat; 24. 00
O gün, gün boyu neler yaşamıştım, hatırlamıyorum...
Günün detayları, hafızamda silik bir resim!
Saat kaçta kalkmıştım? İnanın hatırlamıyorum!
...
Saat; 01. 00
Uyku tutmuyor bir türlü, içeriden babamın sesi: Bir türkü tutturmuş;
“odam kireç tutmuyor!”
...
Saat; 02. 00
Ertesi güne dair, bir planım var mıydı? O’nu da hatırlamıyorum!
Havada sıcaklık arttı, sanki kaynıyorum!
...
Saat; 03. 00,
Kıyamete, iki dakika varmış; nerden bileyim!
...
120 saniye,
7200 salise!
...
tik tak! tik tak!
...
Kim bilir, “Bir” saniye sonra ne olacak?
...
Sıcak...Çok sıcak...Aylardan zafer ayı! Ve zaferi günahlarımızın!
Onyedisi günü!
Demek gelse, böyle gelecek, gelecek olan kıyamet!
...
Babamın şen kahkahaları, ara ara söylediği türkü; “odam kireçtir
benim!”
Evde kimse uyumamış, halbuki saat uyku saati,
Bilemezdik, o an; uyanmakta olanın saati!
...
Saat; 03. 02,
Deprem! Ya da zelzele!
Anneee!
Yerin altı, üstünde!
...
Herşeye kalem oynatan adam, yer oynadı, akıllar oynadı, yürekler oynadı!
Rejim oynadı, sistem!
Kavramlar!
Susmasana, şimdi yazsana!
Haykır! Haykır!
Olanı biteni yazsana, oynatsana kalemini!
...
Anlatılmaz acılar; korku! endişe! acı! kaybediş! ve yokoluş! sallandı,
kafamın kavramları! Düzenin putları!
...
Odalar kireç tutmuyordu madem; Neydi bu üç yüzyıllık matem!
...
Döküldü yüzlerimizin, maskelerinin boyaları!
Yalan yıkıldı, gerçeğin üstüne!
...
Yıkılan binalar, yıkıntıların altında kalan, imzalar! Bol mürekkepli
mühürler mühürlü gözlü yar’ları alıp götürdü yara’larından...
Yara yara!
Görün artık “mahalle”lerimizi “site” sirkine çeviren çimento
kafalılar!
...
Tabutlarımızı çivileyen, mühendisler, müteahhitler!
...
Şanı yüce belediyeler! Seçilmişler! Becerikli hükümetler!
Biz seçmedik bu kaderi!
...
Kefensiz gömüldü ölüler!”

***
Kaç yaşındaydı kardeşimin kızı; hatırlamıyorum. Kaç yaşına girecekti?
Büyümez ölüler. Yaşlanmaz onlar. Onu öğrendim bu olayla.
Kimsesizliğimin kimseleri eksilmişti bir daha. Henüz okula başlamamıştı onu net hatırlıyorum. Ve yengem. Kardeşimin eşi. Cenazelerinehiçbir zaman ulaşamadık. Analı kızlı kardeşimi bana bırakıp ta gittiklerindeyaşama isteğimizi de yanlarına alıp gitmişlerdi.
İkimiz de gözlerimizi hastanede açtık, onu biliyorum. Ama kıyametten
ne kadar sonra dirildik onu da bilmiyorum.
Yıkık dökük binaların enkazı gibiydik.
Bedenen. Ruhen.
Sol ayağımın dizden aşağısının kesilmesi deprem yüzündendi.
Bundan sonraki ömrümü protezli bir bacakla geçirmem...Kardeşimin
ise benimle birlikte aylarca hastanede kalma sebebi.
Buraları kısa keseceğim. Azap dolu yılları.
Artık İstanbul’da birlikte yaşamaya başladık. Kardeşim çılgınlar
gibi kendisini okumaya vermiş aynı zamanda da benden gayrı ayrı
bir dost daha edinmişti; Kalem.
Depremin “her ‘şer’ de bir hayr vardır” sözü gereği bana kazandırdığı
şeyden de bahsetmeden edemeyeceğim. O ana değin
hoyratça yaşadığım hayat anlayışımı; alkolle ve diğer günahlarla olan
ilişkimi kestim.
Mütedeyyin bir hayat ikimizi de kuşatmıştı. O halet-i ruhiye bizi
arayışlara yöneltir. Ve sorgulamaya:
“Tenin ruhsuz kalınca cevapla beni; kim zavallı, ölüp giden mi,
olup biteni seyreden mi?
Ölüm ve zulüm kader olmuşsa, Allah’ın bir kısım kullarına,
semirmiş bedenleriyle, bir kısım kulları seyirdeyse, zalimlerin zulümlerini;
silahlı ya da mürekkepli olanlarını...
Lime lime edilen bebeleri, tecavüze uğrayan mahremleri, işgaldeyse
vatan ehl-i cehalet ile, yıkılıyorsa mabedler, tam tekmil
sofralardan, bildiriniz üzüntülerinizi!
Allah olmayanlara da versin, duaların en güzeli!
Günü görme unut! Gel seninle binlerce yıl öncesinin, fitneleriyle
kanatalım yürekleri; kerbela diyelim! Yavuzla Şah İsmail’e!
Şimdinin ‘kâr’belalarını görmeden!

Hem duymadın mı, Musa gelmiş Ben-i İsrail oğullarına, beni ışid;
kızıldenizi de bölmüş işaretiyle, ortadan tam ikiye...Ben ki yeni
duydum, bana da, izlediğim dizinin reklam arasında, ortadan ikiye
bölünmüş, bir bebek söyledi!
İsa imiş, babasız çocuğun adı! İncil imiş sözleri, yani müjde!
Ah! Gazze, demiş Mekkeli bir yetim, tamama erdirecek, hidayet
rehberini!
Söylenmiş sözlerin nakaratı, tarih-i tekerrür!. . Dinlemez isen
Asım’ı, ölü ruhlar yüzüne tükürür; kaybedersin payitahtı!
Şimdi kaldır başını, Kıyam’a dur’da gör...Dik dur da gör, şeytanın
saltanatını!
Günahın hangisi, salınmıyor ki ortalıkta?
Ölene üzülme; onlar kurtuluşa erenler!
Bak haline; hal ki sünepe!
İçki, kumar, faiz, devlet güvencesinde! Seculer securty!
Hırsızlık, yalan ve cinayet, korumasında kanunun; sesi çıkmaz
bir Allah kulunun!
Günaha başlama yaşı düşmüş; fuhuş, sapıklık, uyuşturucu, dinmilliyet-
cibiliyet tanımaz unsurmuş!
Hadi gelin şimdi, teorik tartışmalara: kravatlı abiler, döpiyesli
ablalar!
Yeni piyesimize; welcome!
Smokinli hocalardan, vaazlar dinleyin!”
...
Hemen yakınlarımda tuttuğu bir eve taşınır, kardeşim. “Yalnız
kalmalıyım” der. “Düşünmeliyim!”
Gün aşırı görüşmelerimiz sürer elbet.
İlim, der...
Kültür,
Sanat,
Edebiyat
ve ahlak olmaz ise Ümmet daha çok acılar çekecek. Yeniden Medeniyetimizi oluşturmalıyız!

Çıkış yolu olarakta sinemayı hedef kılar kardeşim.
Sinema filmleri üretmeliyiz.
İlla ki çocuklara yönelik çizgi filmler.
Hikayeler, öyküler, senaryolar yazar. Çalınmadık kapı bırakmaksızın.
Yüzüne bakan bir “yetkili” bulmaksızın!
Ta ki kanser olduğunu öğrenene kadar. O ana kadar “he he” diyerek
anlamaya çalıştığım kardeşimin bu çabası artık bende de bir
vasiyet hükmüne girmiş, en azından o yaşarken bu isteğini gerçekleştirmek
benim için bir “dava” ya dönüşmüştür.
***

UNCHAIN MY HEART
(Kalbimi özgür bırak)

İllümüniatinin paralel uzantısı, yasadışı “elalem” örgütünde,
“herkes” kadar etkin “birisi”, ”hiç kimse” ses çıkarmayınca, örgüt üyelerinin
“hepsi” gibi, yalnızca sordular, tartıştılar konferanslar boyu!
Ahmaklığa ve aymazlığa, adaletsizliğe ve kanunsuzluğa!
“Kim” çıkacak bu haksızlığa?
Bilimsel makaleler hazırladılar, raporlara kağıt yetmedi!
Binlerce dolarlık danışmanlar, olmadık akıllar verdiler!
Teoriler ürettiler! Akıl edemediler lakin, bir küçük çocuğun, gözlerine
bakmayı!
Aç bir çocuğun ekmeğine katık, olamadılar bütün sevgisizlikleriyle!
Elleri okşamadı bir yetimin başını, tavsiyeler üretildi çatık kaşlı!
Flarmoni orkestrası, ”elalemin” lakırtısı!

Enfest şeytani düzende, ensest mahlukat! Kat be kat!
Kınanmamak için, kaybetmemek için, dünyalık kazanımları, gözyumdular;
olmaz işlere!
Hayaldi gerçek oldu, ümmet perişan!
Ne şan, ne şan, şeytani nişan, tam isabet!
Ay! laf koydu yine birilerine, demeyin sözlerime! Sözüm, geleceğini
yitiren, TÜRKİYEM’E, Türkiyemin gençliğine!
Bakın bir çocuğun gözlerine, kalbiniz hala, göğüs kafesinizde ise!
ya da derinlemesine bakın; hangi kafeste ise!”
“Ben” derdi. “Çocuğumu eşimi yitirdim; yitip giden 50. 000
diğer insan gibi. Deprem öldürmedi ki sevdiklerimi...Cehalet ve
günah işbirliği yaptılar, katili oldular sevdiklerimin. Demek ki cehaletin
ve nedenlerinin sorgulanması lazım. Ve fakirlik denen illetin!
Önüne geçmek, tekrarları olmasın diye.”
“Hollywood” derdi. “Bu işin düğümünün çözümü: Çocuklarımızı
kendi değerlerimize göre yetiştirmekten geçer. Biz biz değiliz ki?
“Çocuk olmak biraz da hayal kurmak, masallar diyarında yaşamak
demek değil midir? Belki de, yaşadığımız dünyayı kuranların
bazı hayalleri gerçek olmadığı için hayatımız belki daha kolay, ama
daha yavandır.
....
Peter Pan “Hiçlik Ülkesinde”,
Bense, Hayy Bin Yakzan!
Hayber Kalesinde, Zümrüt-ü Anka, kanatlarında!
Masalların olmadığı bir dünyada digital veletler, kurmaca kukla!
Alem-i hayal, pür melal!
...
Kötülerin kazanamaması iyiler için bir teselli olabilir. Ancak asıl
olan iyilerin, ille de iyiliğin kazanmasıdır. Nedir iyilik? Yoksulu
doyurmak, çıplağı giydirmek, üşüyeni ısıtmak, yolda kalana yol göstermek
mi? Bütün bunlar elbette iyiliktir. Tıpkı, ağrıyı dindirmek,
korkuyu gidermek gibi… İyilik yapmak kolaydır ama asıl olan iyiliği
ayakta tutmak değil midir? İyilik yapmak sadece iyi adamların işi
olmayabilir; ama kötüleri yenmek sadece kahramanların işidir.
...
Binbir gecede Şehrazat teyze portakal soymakta. Soyup ta
kabuğunu, baş ucuma koymakta! Keresteden pinokyo, yalanlar uydurmakta!
Yuvarlak masada Kral Arthur ve şövalyeleri, kutsal tapınakta!
Eyüp, hala sultan...ama gönüllerde!
Kudüs; gözlerden ırak, hasrete hala en yakın!
Yakın ateşlerle yalan söyleyen tarihi, yaralıyım; bizatihi!
Dört köşe konstantin! Veleddallin! Amin!
Sinbad ve Alaaddin çoktan uyudular, sustular!
Sen de sus artık Pegasus!
Masal dünyasında Keloğlan ile Robin Hood’u ayıran şey, sadece
farklı dillerde yazılmış olmalarıdır. Aslında her ikisi de aynı
dünyanın farklı ülkelerinde aynı rüyayı gören çocuklara bir şey hatırlatır:
Kötüler asla kazanamaz. İnsani reflekse evet!
Ama, aynı zamanda batının anlatımında doğu’da kazanamaz.
Onun içindir batının hikayelerinde kötü hep esmerdir. İsa bile sarışın
ve mavi gözlü!
Şimdinin endüstriyel kahramanları, sinema perdesinin, ar perdesinin
yırtıldığı, sahteden adamlar! Çizgiden kahramanlar!
...
2071 yolunda!...
...
Gün gelmiş, uzak diyarlardan bu topraklara kahramanlık
yapmaya gelmiş olanların, daha fazla kahramanlık yapmalarını gerektirecek
sebepleri kalmadığında, hepsi birer birer kendi yurtlarına
geri dönmüşlerdir.
Örümcek Adam Peter Parker New York’a, Süperman Clark
Kent Metropolis’ e ya da Kripton’a, Kara şövalye Batman Bruce
Wayne de Gotham’a geri dönmüşlerdir.

Ben-Ten, Xman, Texas, Tommiks, Zagor, Asterix, Tenten, Red
Kit, Tarzan, Hary Potter ve diğerleri...
Çocukluk hayallerimizi de yanlarına alarak.
Hepsinin görev süreleri bitmiştir bu topraklarda.
Hem bu toprakların kendi kahramanı vardır artık!
Şiir okuyan adam!
Kendi ninnilerimizle bebeklerimiz, annelerinin dizlerinde sallansın
diye!

***
“Deprem” etkisi, artçı şoklarıyla yüreğimde ve kalbimde kardeşimin
yazdığı her yazısı ile beni sarsmaya devam ediyordu.
“Bütün bunları insanlarımla paylaşabilmem için film çekmeliyim.”
“Kapitalist dünyanın en önemli silahıyla kendi inine girmeliyim.
Duysanıza küstahça haykırmasını, höykürmesini kapitalizmin;
Küçük kızlarınızı Barbie bebeklerle büyüten benim. Ayşegül
serileriyle sizlere batılı yaşam tarzını empoze eden. Bugün sizlerin
estetik operasyonlar için kuyruklara girmenizin nedeni...Sokakları
tornadan çıkan tiplerle dizayn eden...
Çıkarlarım uğruna kocaman bir moda endüstrisi yarattım!
İstediğimi de elde ettim, 17 yaşındaki kızların çoğu dış görünüşlerinden
rahatsız.
Bir kadının bir moda dergisini 15 dakika karıştırması kendi vücudunu
beğenmemesine yetiyor da artıyor bile. !
Kadınlara sesleniyorum! Lütfen birer obje haline geldiğinizi
aklınıza getirmeden Victoria’s Secret’a koşun.
Victoria’s Secret ülkelerine Türkiye de eklendi, avuç içi kadar
çamaşıra 80 $ verince çok mutlu olacağınızı garanti ediyorum!
Dünyayı sarışın kadınların güzel olduğuna inandırdım; bu yüzden
Asya kıtasında 300 milyon kadın düzenli olarak “beyazlatıcı sabun” kullanıyor.
Yine başardım! Bütün kadınları dolapları tıka basa dolu olduğu
halde giyecek hiçbir şeyleri olmadığına inandırdım.
Bakış açınızı öyle bir değiştirdim ki, hırsız bir CEO’nun hayat
hikayesi sizin için “azim ve başarı hikayesi” olabiliyor.
Ortalama bir insanın günde 5. 5 saat TV izlediği, kitap okumadığı,
tiyatro ve sinemaya çok az gittiği bir toplumda alaşağı edilmek
gibi bir kaygım yok! Ay da, HOŞ KİTAP OKUSALAR BİLE yazılanlar
benim hikayem...Tiyatro oyunları beni sahneliyor. Dev sinema
perdelerinden siz cüce insanların haya perdelerini açarım bir bir...
İtiraz eden çabalar ki sesi sinek vızıltısı...
Steve Jobs tabii ki çok önemli biriydi, ancak %1’inizin ihtiyacı olan
makineleri 3. Dünya ülkelerinde, ucuz işçilerle üretmekte çok başarılıydı.
Elbette bütün kapitalistler birer “aziz” gibi konuşacaklar, tıpkı
Bill Gates gibi, 150 milyon dolarlık 66. 000 m2 bir evde yaşayan bir
aziz!
Benim yüzümden ortalık miras kavgaları yüzünden kanlı bıçaklı
olmuş akrabalarla dolu.
Her yıl 20 milyon çocuk açlıktan ölürken siz bir koşu bandının
üstünde fazla yağlarınızı eritmek için ter döküyorsunuz!
Yedikleriniz benim kusmuklarım. Yediklerinizle hasta ediyorum
sizi. Sonra hastanelerde devam eder çarkım...
Benim yüzümden dünyada 600 milyon obez ve 1. 4 milyar aç
insan var!
Starbucks için kahve üreten bir çiftçinin oradan bir bardak kahve
satın alabilmesi için 3 gün çalışması gerek!
Uzak Doğu’da 6-12 yaş arası kızlar 200 $ gibi komik bir paralarla
seks kölesi olarak satılıyorlar.
“Serbest piyasa ekonomisi” dünyanın en büyük yalanı. Bütün
milli yapıları özelleştirme adı altında ucuza kapatmaya bayılırım.
Öz yurdumun insanı Amerikalıların % 24’ü eğer milyarder
olmaları için bütün ailelerini reddetmeleri gerekecekse, bunu yapabileceklerini
söylüyor.

ABD’de 7 milyon evsiz insanın olduğundan kimsenin haberi
yok çünkü TV’de gördüğünüz Amerikalıların hepsi havuzlu villalarda
yaşıyorlar.
Amerikalıların % 85’i eğer ekonomik durumlarını iyileştirebilecekse
faşist bir hükümeti seçebileceklerini söylüyor. İşte bu
kapitalin gücü!
15 yaşındaki bir çocuğun iPad alabilmek için böbreğini sattığını
duyunca zevkten dört köşe oldum!
Madonna’nın sadece Londra’da 8 evi var, herbiri ortalama 600
evsize barınak olabilecek büyüklükte.
Tayland’da Disney fabrikası için çalışan bir çocuğun
Disneyland’e girecek parayı çıkarması için 55 gün çalışması gerek.
Afrika kıtası dünyanın altın rezervlerinin % 90’ını elinde bulundurmasına
rağmen, dünyada sadece 4 tane Afrikalı milyarder var.
Afrika kıtasından her sene 8. 5 milyar $ değerinde pırlanta çıkıyor,
kıtanın açlık sorununu çözmeye yetecek miktar...
....ve siz pırlantalara bayılırsınız, Hindistan’da 1 milyon kişi günde
1. 2 dolar kazanarak o pırlantaları üretiyorlar.
Sizin hayatlarına özendiğiniz Hollywood yıldızlarının % 64’ü
kokain bağımlısı.
Yılda 20 milyon çocuk açlıktan ölürken siz aynı tişörtü haftada
iki kez giymeye utanıyorsunuz.
Dünya nüfusunun % 50’si dünya kaynaklarının ve zenginliklerinin
% 1’ine sahip.
Dünya nüfusunun % 1’i dünya kaynaklarının ve zenginliklerinin
% 50’sine sahip.
...ve bankacılar benim öz evlatlarım.
Siz hangi tanrıdan bahsediyorsunuz, artık farkına varın, taptığınız
tek tanrı benim!
Siz hangi tanrıdan bahsediyorsunuz, Müslümanlar 5 yıldızlı
Kabe manzaralı otellerinde, “ibadet” ederlerken? Abdestli kapitalistler
sardı herbir yanı!
Siz hangi tanrıdan bahsediyorsunuz, bütün dünya Hıristiyan
bayramı Noel’i sırf alışveriş yapıp eğlenmek için “kutlarken”?
Kapitalist sistemin yönettiği kullar haline gelmeyi kabul ettik
hepimiz.
Bunu kendi özgür irademizle yaptık sanıyoruz üstelik…”
Oysa Kapitalizmin Tanrısı gerçek Tanrı’nın tasarladığı fabrika ayarlarımızı
çoktan bozmuş bile. .
***
“Misal” dedi, bir gün. “Baksanıza, angutluğumuza. Ülkemizin
son yıllarına damgasını vurmuş bir başbakanımız var. O’nu bile anlatmaya
cesaretimiz yok. Adamın sırtından geçinenlerin bile böyle
bir derdi yok. Ta ki ölmeli, badem gözlü olmalı...Sonra ağıtlar filan.
“Ben olsam, imkanım olsa; KASIMPAŞALI diye bir film çekerim.
Bir başarı hikayesi. Sadece gazete küpürlerine mahkum
olmamalı bu hayat. Sinemaya taşınmalı. Onun hayat hikayesi ümmetin
dirilişine sermaye olmalı! Ve ezilen bütün insanlığın...
Sonra da senaryolaştırmaya çalıştığı almış olduğu notları paylaştı
benimle;
***
“Siparişimi almaya gelen garsona kaş göz işaretiyle telefonda
olduğumu hatırlatmaya çalışıyordum. “Git biraz sonra gel!” mealindeki
hertürlü işaretim kendisine yeterli gelmiyor olacak ki bezdiren
bir tavırla adeta sabrımı sınıyordu. Israrla “siparişi almadan şurdan
şuraya adım atmam” üslubu bizi karşılıklı olarak manasız bir inatlaşmanın
girdabına çekiyordu. Telefondaki seste garsonun gösterdiği
acelecilikle ardı ardına sorduğu soruları bir çırpıda tek bir cevapta
vermem için beni sıkıştırmaktaydı. Boğulmak üzereydim. İki tarafta
cevap istiyordu. Aynı anda…
Selam vererek, oturduğum şahane manzaralı Piyer Loti’nin
kahvelerinden birinin bir köşesindeki masama Bay X yaklaşmamış
olsa, cidden tepemde dikilen garsonun ve yaklaşık yarım saattir telefonda
benden sorduğu sorulara kesin bir cevap isteyen Kemal
abinin ısrarları ecel terleri döktürmüştü bana. Ah bütün bunların
sebebi sigara denilen illetti aslında.
Bayramın 3. günüydü. Bay X’ le ta arefeden randevulaşmıştık.
Hem bayramlaşırız niyetiyle hem de benimle görüşmek istediği önemli
bir hususu paylaşmak ve konu hakkında istişare yapmak için
Piyer Loti’yi adres olarak belirlemiştik.
Kendisiyle vakit geçirmek bile bana apayrı keyif verirken böyle
bir teklifi değerlendirmek benim için ayrıca bir şerefti. Adam zaten
bir derya…Hayattaki Osmanlı…Ondan bir kelime kapmak, bir şey
öğrenmek, insanı, eğitimin paralı olduğu şu süreçte usta-çırak ilişkisinin
müdavimi kılmakta!
“Sana bir de sürprizim olacak!” demişti Bay X randevulaştığımızda
telefonu kapatırken. Ki bu cümle heyecanıma bir de “merak”
unsurunu eklemişti.
Oldum olası randevularıma da hep erken gitmişimdir. Münafıklığın
alameti üç’tür demiş Peygamberimiz: Yalan söyler, verdiği
sözde durmaz ve emanete ihanet eder! Ödüm kopar, peygamberin
bu uyarısından. “Verdiğim sözde durmalıyım” diye özellikle
randevularımı hiç ıskalamam. Dakikasında ordayım…Kul hakkı nazarında
bakarım olaya…Neden insanların vakitlerinden çalayım ki?
Hasılı buluşma saatinden önce Eyüp Sultan hazretlerinin türbesinin
bulunduğu yerdeyim. Oraya kadar gelipte kendilerine bir
Fatiha ikramında bulunmak eğer Vahhabi değilseniz, Ehl-i Sünnet olanın
şanındandır deyip bu sebeple de bütün ümmet-i Muhammed’in
geçmişini de hayr ile yad ettim. Eyüp Sultan Mezarlığından yukarı
çıkmaya başladım bir süre sonra. Nefes nefese bir yandan mezarların
arasından tırmanmaya çalışırken bir yandan da mezar taşlarını
okuyordum. Oooo amma tanıdık sima varmış buralardada…Necip
Fazıl misal…kimler yok ki, dünya sürgününden azad! Yolun yarısına
gelmiştim ki münasebetsiz icad cep telefonum acı acı çaldı.
Durdum…Nefes aldım, bir an…Telefonu açtığımda tiz bir ses ile acele
acele konuşan tanıdık bir ses; Kemal Kılıçdaroğlu!
Önce bayram tebriği… Ardından hal hatır… “Muratcığım, acil
görüşmemiz lazım!” “Kemal abi, bayram sonrasına ne dersiniz?” O
dinlemiyor bile beni. “Acil görüşmeliyiz!” “Olur abi” diyorum. Dinleyen
kim? “Acil, acil…” Gezi parkından bahsediyor…Suriye’deki
olaylardan…Mısır’dan…”Abi diyorum, CHP malum zihniyetini
değiştirmediği sürece ne yapabilirim ki, sizin için?” “Önce memleketin
kutsalları ile barışmalısınız, mukaddesatçı bir sol anlayış
mesela”diyorum…
Ben Piyer Loti’ye çıkıpta, şahane manzaralı bir köşe edinip oturduğum
masaya yerleşene kadar sürekli konuştu durdu. Aslında
söyledikleri hep aynı şeylerdi. CHP’ nin 80 yıldır söylediklerinin tekrarı…
“Acil görüşmeliyiz!” Bende, kendisine değişik versiyonlarla hep
aynı cevabı verdim aslında…”Milletin değerleri ile barışık bir CHP!”
Ta ki o garson tepemde dikilinceye kadar.
Ta ki Bay X masama buyur edinceye kadar.
“Hürmetler, saygılar Kemal abi” dedim, telefonu kapatırken.
“Abi söz, bayramdan sonra ilk işim seni aramak olacak.” Alnımda
biriken terleri elimin tersiyle silerken Bay X in güven verici gülümsemesi
ile karşılaştım. “Yok abi, bayramda bile insana rahat yok!”
Bir an nefes aldım derin derin…”Bu siyasilerden bana rahat
huzur yok!” “Daha bayramın ilk günü Devlet Bey aradı. Murat
kardeşim MHP olarak yeni stratejilere ihtiyacımız var. Bize bir iki
tavsiyede bulunsan.” “Hadi abi bu bayram geçti de, istersen önümüzdeki
kurban bayramı sen, ben, Kemal abi ve Tayyip abi bir araya
gelsek…Hatta diğer siyasi parti başkanları…Beraber bayramlaşıp
bu tip konuları birlikte konuşsak” dedim. Daha sözüm bitmeden lafımı
ağzıma tıkadı. “Aman Allah yazdıysa bozsun” dedi. Hah dedim
bende. Hah işte Mhp’nin sorunu bu! Biraz uzlaşmacı olmak lazım.
Türk milletinin ihtiyaç duyduğu şey bu dedim. Yok sanırım diyemedim.
Çünkü Devlet bey telefonu yüzüme çoktan kapatmıştı bile.”
Gülümsedi Bay X bir kez daha bu anlatımıma…Biraz musafaha
edip, hasbihal boyutuna geçerken Bay X’den koparttığı siparişleri
bir çırpıda yerine getiren garsonumuz Türk kahvelerini yanlarında
lokumları olduğu halde önümüze yerleştirirken “başka bir arzunuz
var mı?” diye de sormadan edemedi.
Felsefi meslek garsonluk. Bende derin anlamlar uyandırmıştır
oldum olası. Türkiye’mi hatırlarım oldum olası, ne zaman bir garson
görsem. “Öz yurdunda parya misali!” Türkiye’m yanlış politikalar
gereği batının hizmetkarı…
Bay X ömrünü milletine adamış, kardeşim…Yıllarca benimle
çile çeken kadim dost!. Benimde bütün siyasilerle aram iyidir aslında.
Bir Tayyip bey’le diyalog kuramadım. Aslında kendisiyle
de tanışmıştım çok eskilerde. İstanbul’a ilk üniversite sınavını kazandığımda
adım attığım Kasımpaşa’da ortam teneffüs etmiştik.
Milli Gazete’de çalıştığım günlerde…Fatihteki Refah Partisinde…
Radikal ve ve militan İslamcı geçmişim yolumuzu çok kez kesiştirmiştir…
Ama onca kalabalığın içinde yakın çevresi aktörlerinden
de olmadım. Hoş, kaderin cilvesi yaşadığımız yüzyılın Müslüman
lider aktörlerinden biri olması ise hatta en önemlisi olması beni onore
etmiştir.
“Bana bahsettiğin o mevzuu var ya…” dedi Bay X gözlerini kısarak.
Dikkat etmişimdir. Ne zaman önemli bir şeyden bahsedecek
olsa önce kelimelerini adeta gözlerinin ucunda biriktirir, arkasından
konuşmaya geçerdi. Gümüş beyazı saçları altın sözleri ile tam
bir zenginlik ifadesi idi. Öyle ya o saçlar değirmende ağarmamıştı.
Şahsında bu topraklardaki İslami mücadelenin çilesinin remzi
idi. Şimdi Müslümanlar nihayet iktidar olmuşlardı. Lakin muktedir
olmaya daha çok fırın ekmek yemek gerekiyordu.” İllaki kültür ve
sanat” dediğimde etrafımda beni anlayan bir onun olması manevi
şahsiyesinin bende ulvi sınırlar çizmesine neden oluyordu.
“O mevzuyu ilk ağızdan ilk ilgilisine sen söylemelisin diye
düşündüm” dedi, kahvesinden bir yudum alırken. Anlam verememiştim
Bay X in sözlerine. Ne demek istiyordu?
Dedi, “Tayyip bey’le muhterem eşlerinin bugün evlilik yıldönümleri.”
“Ben senin bu projeni kendileriyle paylaştığımda
yanımızda Emine Hnm. da vardı. Emine Hnm. projeyi duyduğunda
oldukça heyecanlandı. Bir an önce konunun detaylarını öğrenmek
için seni dinlemek istediler. “
Nasıl yani? Türkiye Cumhuriyetinin gelmiş geçmiş en bizden
olan başbakanı…Recep Tayyip Erdoğan…Yakın zamanın
Cumhurbaşkanı...Projemi değerli bulmuş…ve beni…onca işinin arasında…
dinlemek istemişti…ve muhterem zevceleri…Tayyip abi
ve Emine yenge…
“Ne diyosun Bay X ?”
Bay X şaka yapmazdı ki? Yapacak olsa bile latif takılırdı…Hele
bu tür konularda, asla…”Müslüman samimiyet ile laubaliliği karıştırmamalı”
derdi.
Heyecan bu olsa gerek! Adrenalin! Tam bir bayram hediyesi!
Sorular sormaya başladım bir anda. “Eee ne dedi?” Ciddimisin?
Beğendi mi? Sonra ne dedi? Yengenin tavrı nasıldı?” Sorular sorular…
Heyecanımı mülayim tebessümle karşılamaya çalışan Bay X
beni teskin etmek için tane tane konuşarak susturmaya çalışıyordu.
“Murat…kardeşim…anlattığın gibi naklettim olayı…Projeyi…
Dedim ki; her başarılı erkeğin arkasında başarılı bir kadın
vardır. Zaten benim bu cümlem Emine Hanımın dikkatini celbetmeye
yetti de arttı bile. Anlattım kısaca projeyi… Dünya liderleri
değişik vesilelerle bir araya gelirler. Davosta, reykjavikte…G8, D20
gibi organizasyonlarla…Dünya liderlerinin kahir ekserisi ise erkek,
malum. Aynı zamanda eş olan baba olan insanlar bunlar…Yani aile
reisleri…Erkek ise eşinin hizmetinde aynı zamanda…Yani en yakın
etkileşim içinde bulunduğu insan eşi…Yani Dünya politikaları bir
nevi aile denilen ortamlarda belirlenmekte…Biz de Türkiye olarak
Dünya liderlerinin eşlerini bir araya getirerek “DÜNYA LEYDİLER
ZİRVESİ” düzenlesek…Onları Türkiye’mizde ağırlasak. Mesela
Safranbolu’da…Geleneksel Türk Misafirperverliğini yaşatsak onlara…
Basına kapalı…Kız kıza bir 3 gün geçirseler bir arada…Bayan
Obama’yı düşünsenize…Giyinse Türk şalvarını…Geçse bir sacın
başına…gözleme yapsa…Bir kaynaşma ortamı sunulsa…Ve kendi
aralarında dünya kadınlarının ve çocuklarının sorunlarını konuşsalar…
dünya barışını…ve hatta bir de bizim kadınlarımızın yaptığı
gibi bir de altın günü düzenlesek…Her bir katılımcı leydi bir milyon
dolar koysa ortaya…de ki 200 leydi katıldı bu organizasyona.
200 milyon dolar bir bütçe çıkar ortaya…Bu rakamı bu sene için
belirlenecek bir ülkenin eğitim, sağlık gibi konularına harcansa…
Havvanın kızları’da dünya meselesine bir el atıverse yani…Bu hem
ülkemizin tanıtımı için…”
Bay X konuşuyor ama ben onu dinlemiyordum bile. Birazdan
Başbakan buraya eşi ile gelecek ve ben bir dünya lideri ile…aynı
masada…
“Evlilik yıldönümümüz bu hayırlı işinde başlangıç tarihi olsun”,
demiş Emine hanım. Bay X buluşmaya karar verdiğimiz gün bugünü
kastederek sürpriz derken kelimenin yetersiz kaldığını nerden
bilebilirdi ki?
Bir an için toparlamaya çalıştım kendimi. Göz ucuyla masamıza
zırt-pırt gelen garsonu aradım. Birazdan başına gelecekleri nerden
bilebilirdi ki? Merak ediyordum, sipariş alırken aynı haytalığı sürecek
miydi garsonun? Hınzırca gülümsedim…Dünya liderinden
sipariş alacak olan garson...

***
“Bu devirde, bu çağda anız yakmakta ne ki?” diye sordum. Gözlerim,
otobüsümüzün yol aldığı seyri takip ederken Ankara’nın
hemen girişindeki yanan tarlalardaydı. Hasadtan geri kalan samanlar
tarlalarda oldukları yerde köylülerce yakılmaktaydılar.
Hem de başkent Ankara’nın dibinde…Oysa ateş sadece samanları
yakmıyor, aynı zamanda toprağın mineral değerlerini de küle çeviriyordu.
Hoş cahil bırakılan insanımızın en dip kısmını oluşturan
köylümüz yanlış yürütülen tarım ve hayvancılık politikalarımızın
da ayrıca kurbanı değiller miydiler? Şehirleri betondan insan akvaryumlarına
dönüştüren mimarlık ve mühendislik yapımız neden
bu çağda hala tezek yakan, hala ahır üzerinde ikamet eden insanımıza
insanca bir ortam oluşturmak için harekete geçmezdi ki?
Öndeki koltukta oturan genç karı kocanın kucağındaki bebek
arkaya dönmüş hemen yanımda oturan Bay X’e bilumum şebeklik
lerini sergiliyordu. Küçücük elleri Bay X’in yorgun yıllar yaşamış,
her şart altında hayata ve umuda tutunan parmaklarının arasında
kayboluyordu. X ise bebeğin ipekten dokunuşunu tüm vücudunda
hissederek adeta kendisine gençlik aşısı uyguluyordu. Biz bir
otobüs dolusu insan İstanbul Ankara arasında yolculuğumuzu sürdürürken
sanki o’da idrak ile hikmet arasında bir yolculuktaydı.
“Bu devirde…” sorumu yinelemek istedim bakışlarımı yoldan alıp
Bay X’e yöneltirken…”…anız neden yakılır ki?” Şefkatli bir
ses tonuyla sorumu başka bir alemin cevabıyla karşıladı. “Baksana…”
Bebeği işaret etti. “Ne kadar da masum!” Bebeği gözleriyle
okşuyordu. “Çocuklarımız…Geleceğimiz…Onları yaradılış gayelerine
uygun olarak, inanç ve kültür değerlerimizle yetiştirmeliyiz.
Fıtratının dışında bir eğitim verdiğimizde, şu masumiyet nasılda
canavarlaşıyor, değil mi?”
Otobüsümüz derinden gelen homurtularla asfalt yolda adeta kayarcasına
yol alıp yolcularını bir anda varacakları yere kavuşturmak
için sevimli bir telaşeyi yaşarken aynı sevimlilik maalesef ki şöforümüzde
göze çarpmıyordu. Yol boyu otobüsümüz birkaç kez sanki
sendelemiş gibi olmuştu. İçimde tezler üretiyordum bu duruma
karşı. En son geldiğim tahlil, şoförümüzün alkollü olabileceğine
dairdi. İhtimal vermek istemiyordum ama, bunca canın mesuliyetini
üstlenmiş olan şoförümüzün yol boyu vermiş olduğu görüntü
maalesef ki bu tespitimi doğrular nitelikteydi. İnsanlar şunca
yaşanmış acı tecrübelere rağmen nasıl olurda hala araçlarının direksiyonuna
alkollü bir şekilde otururlar ki?
Durumu birkaç kez Bay X’e açacak oldum, sanki konuya vakıfmışçasına,
“Allah büyüktür! İçimizdeki masumlar yüzü suyu
hürmetine korur ve kollar!” dedi. “Ama ya tedbir!” diyecek
oldum…”Tedbir başta olur, sistemin tedbir üretmesi evladır! Marifet
bu tür olayların ortaya çıkmaması için Allahtan korkan ve gayrı
meşruluktan uzak duran bir toplum olmalıyız. Şimdi şoförün sarhoşluğunu
şu aşamada dile getirmek ayrı sıkıntılara yol açabilir.
Hem başta fark etsek idik, yola çıkmazdan önce uyarı fayda getirir
idi. Yolumuzda azaldı. Dua edelim.”

Hayat zaten ucu sıkıntılı değnek gibi değil midir? Nasıl karar alacağınla
ya da aldığın kararları nasıl uygulayacağınla ilgili. Benim
durumumda kim nasıl davranırdı bilemem ama ben Bay X’in tevekkül
anlayışına teslim olmakla yetindim.
“Randevuya gecikmeyiz, umarım” dedim. “İnşaallah” diye cevap
verirken hala öndeki bebekle yol boyu meşgale edindiği gibi ilgilenmeye
devam ediyordu. Bebek bir süre sonra mahmur bir şekilde
Bay X ile olan ilgisini yitirmiş olarak annesine döndü. Güzel başını
annesinin omuzları üzerine biraktı. Ve Allahsıza kadar bir sığınak
olan uyku alemine geçerken göz kapakları bu aleme veda ediyordu.
“Başkan bizi heyecanla bekliyor! Gördün yol boyu kaç kez aradı,
geliyor musunuz diye?” Bu kez nihayet dikkatini bana vermişti
Bay X. Ankara’ya birlikte yol almamızın sebebi Diyanet İşleri
başkanımız ile yapacağımız görüşme idi. Görüşmenin konusu ise
önümüzdeki kutlu doğum haftasında yapmayı düşündüğümüz
bir etkinlik idi. Şair’in dediği gibi İstanbul’a dönüşünü sevdiğim
Ankara’ya bu kez hazırladığımız bir projeyi anlatmak için gidiyordum.
Bay X yakın dostu olan birsinin aracılığı ile başkanımızı
arayıpta projemizden bahsettiğinde kendisi bizden daha heyecanla
karşılamıştı yapılacak olan etkinliği. Buyur etmişlerdi çarçabuk görüşmek
için.
Yusuf İslam, Sami Yusuf…hatta bizden Ahmet Özhan…gibi belirlenecek
başka isimlerle Kutlu Doğum Haftasında Ankara’da bir
şölen düzenleyeceğiz. Aynı anda 40 hafız ile Hatmi Şerif indirilecek,
başkanımızın hazırlayacağı dua merasimi yapacağız. Dua,
malum mümin’in silahı…Başka neyimiz var ki zaten? Beyaz barış
güvercinleri salınacak gökyüzüne. En önemlisi de 200 genç kardeşimizle
hazırlanacak olan Peygamber Efendimiz’in döneminde
yaşayan diğer devlet yöneticilerini İslam’a davet ettiği mektupları,
günümüz devlet başkanlarına iletmek üzere yola çıkacaklar. Belki
sembolik olarak bu ilgili devletlerin Ankara’daki elçiliklerine iletmek
şeklinde olacaklardır.
Beyazlar içerisindeki gençler…Ellerinde Peygamber daveti mektuplar…
ayrıca Kur’an-ı Kerim…ve hediyelerle…

Bay X’e ilk projeden bahsettiğimde, “bunu resmi olarak yapmak
zor” demişti. “Olsun başkanımızın duasını alalım, yeter” demiştim
bende kendisine!
Düşünsenize, Obama’ya gençlerin eliyle ulaştırılacak İslam davetini!
Hem de Peygamber diliyle!
“Esirgeyen, bağışlayan Allah’ın adıyla…
Allah’ın kulu ve Resulü Muhammed’den Bizansın Başı Herakliyusa.
Hidayet yolunda gidenlere selam. Bundan sonra ey kral, seni
İslâmiyete davet ediyorum. Müslüman ol. Allah seni bütün belalardan
korur ve seni iki kat mükâfatlandırır. Amma inkâra sapar ve
bu tebliği kabulden imtina edersen, yalnız kendi inkarının günahını
değil, tebaalarının inkârının günahı da senin boynunadır. “De
ki: Ey kitap ehli! Aramızda müşterek olan bir söze gelin de yalnız
Allah’a tapalım, ona hiçbir şeyi ortak farz yapmayalım.” Eğer yüz
çevirirlerse “Şahit olun ki biz (Allah’ın iradesine teslim olan) Müslümanlarız”
deyin!”
“Aman Murat, sakın başkanın yanında Mekke özerk yönetimi fikrinden
bahsetme!” Bay X yolumuz yakınlaşmışken tipik baba
pozuna büründü biranda. E biliyor da beni, bazen yaptığım münasebetsizlikleri.
“Her doğru her yerde söylenmez” diye defalarca
uyarmasına rağmen, zaman zaman bende onu haklı çıkarırcasına
pot kırmaya devam etmekteyim. Allah aşkına siz söyleyin, sizce
ben şu Mekke özerk yönetimi mevzuunu Diyanet İşleri Başkanına
bahsetmeli miyim?
Son yüzyılda Müslümanların başsız kalması, halifesiz kalması
durumu malum. Ehl-i Sünnet İslam algısının yüreğine sokulan israliyat
temelli, İngiliz sponsorlu İsrail güdümlü Suudi yönetimi
Müslümanların Kabesini işgal etmekte midir? Bir de üstüne üstlük
hac ve umre organizasyonlarının gelirinden de tek başına nemalanmakta
değil midir? Diyorum ki, Mekke ve Medine de bir İslam
şurası yada konseyi oluşturulsa…Bu konsey dünya Müslüman
halklarının temsilcilerinden oluşsa…Konsey kendi başkanını seçse…
Kararlar alsa…Mesela; hac ziyaretlerinin ritüeli olan tesbihler,
seccadeler…satılan bilumum ürünler yalnızca İslam ülkelerinden
karşılansa…Çin oraya mal mı satacak, diyelim ki seccade…bunun
gümrüğü Sudan ülkesi olsa…seccadeler sadece Sudan gümrüğünden
geçse Kabe topraklarına… Aslında madem batı 80 yıl
öncesinden parçaladığı Osmanlı İslam devletininin parçalarını hala
parçalamakla meşgul…Bölünecekse bir devlet, önce suud bölünmeli!
O bölünürse İslam coğrafyası birleşir.
İşte bu tür fikirlerimi fazla radikal bulmakta, Bay X. “Dur be adam
sakin ol!” deyip durmakta bana da.”Ama abi ömür kısa yapılacak
çok iş var!” deyip geçiştirmekteyim ben de kendisini.”
Bu satırları hastane odasında yazmaktayım. Bay X’inde amma
seveni varmış, ha! O da anca boşaldı. Sabahtan beri yattığımız hastanenin
odası bir dolup bir boşalmakta. Kimler gelmedi ki bizi
ziyaret için? İlk gelen Diyanet İşleri Başkanımız! Ankara’nın siyasetçileri
ve bürokrasisi… Tayyip bey yarın uğrayabilecekmiş. Mısır
olayları ve İsrail’in zulümleri tek gündem maddesiymiş bu aralar.
“Firavuna karşı bir Musa elbet çıkar!” sözü de ülkenin tek gündemi!
Otobüsümüz Ankara gişeleri geçtikten sonra arkadan gelen bir tırın
bize arkadan çarpması neticesinde kaza yapmıştı. Koca otobüs
içindeki yolculardan bir Bay X bir de ben yaralanarak kurtulmuşuz.
Şükür kimseye bir şey olmamış. Bebekte kurtulmuş en ufak bir sıyrık
bile almadan.
Bende hasar fazla yokta, Bay X bir süre daha hastanenin misafiri olacakmış.
Ara ara kafamızı birbirimize çevirdiğimizde konuşmadan
bakışarak anlaşmanın yolunu bulmuşçasına hasbihal etmenin yolunu
bulduk.
“Murat” diye seslendi bir ara kardeşim. Kısık çıkıyordu sesi. Acı
çektiği belli oluyordu sesi. “Ömür kısa…neydi senin şu Mekke
projen?”

***
Notlar...karalamalar...ne de çok! Bütün parçaları bir şekilde bütünleştireceğim.
Murat’ımın muradını bir şekilde gerçekleştireceğim!
Tiyatrocu dostum Kenan Korkmaz ile paylaştığım anekdotlar bel42
ki yapılacak çalışmama yön verecektir diye düşünüyorum. İznini
alarak harmanıma katkı yapacağım notları da sıraya koydum . Sırasıyla
bu notları bir dizine bağlayalım bakalım:

“KASIMPAŞALI” İSİMLİ SİNEMA FİLMİ İÇİN NOTLAR:
BAŞLANGIÇ:

Jenerik
Eski bir cami önü ve halk Türkçe okunan ezanla birlikte cami
etrafında toplanmakta ve kalabalıkta bir ses yumağı yükselmektedir.
Halk Türkçe Ezandan rahatsızlığını ancak yüzünü belirli belirsiz
buruşturmalarla belli etmektedir. Ancak sizmişliğin verdiği korkaklığıda
saklayamamaktadır. Besbelli ki bu durumun nihayetleneceği
günün özlemini de içlerinde yeşertmeye devam etmekteder. Edilen
her gizli duanın aşikar yönüde bu olsa gerekir.
Küçük çocuğu yanında olduğu halde Caminin yanında ki Lütfü
amca bu manzara karşısında sesini yükseltmek istiyor. İçinden
bir ses, “dur! Şartlar olgunlaşsın diye de kendisini frenlemektedir.
Aslında her şey hazırdır sanki. O bağırsa bir anda, her şey değişecektir.
Biri çıksa ve bağırsa!
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden,

Çekiyor tebeşirle yekun hattını afet;
Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!
Durum diye bir laf var, buyurun size durum;
Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodrum!
Bir şey koptu benden, şey, Herşeyi tutan bir şey.
Benim adım bay Necip, babamın ki Fazıl bey,
Utanırdı burnunu göstermekten sütninem,
Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem.
Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina;
Evde cinayet, tramvay arabasında zina!
Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil;
Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!
Ve ferman, kumardaki dört kralın buyruğu:
Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!
Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama,
Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!
Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan!
Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan!
Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!

Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;
Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.
Siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilac;
Serbest, verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilaç.
Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!
Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;
Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
Ah! küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap!”
Bu anlamsız yasak karşısında dayanılmaz bir dürtü onu rahatsız
etmekte ve yutkunmaktadır. Uzaklardan gelen monşer kılıklı millet
vekili ve yanında şoförü manzarayı uzaktan izleyerek ve yorumlayarak
yürümektedirler. Zavallı bakışları milletin üstünde olduğu
halde vekil de derin düşünceler içindedir. Vekilin içindeki ses haykırmaktadır;
“her şey millet için yapılırken onları Avrupalı/muasır
medeniyet seviyesine çıkarabilmek için fedakarlıklarla çaba harcanırken
halk bunu neden anlamamaktadır? Halktan tam kopamamış
arafın şoförü ise ısrarla avrupalı olmakla birlikte bu ezan yasağının
ilişiğini takatsizce sorgulamaktadır. Vekil ise halk için yaptığı şeyi
halkı hakir görüp küçümseyerek anlatmaktadır şoförüne de.
“Sen anlamazsın! Bunlarda anlamaz.”
Git gide kalabalığa doğru yaklaşırlar. Bir şeyler olacağından
şüphelenen polis ve asker ise halka doğru coplarıyla yaklaşmaktadır.
Lütfü amcada yanında çocuğu ile birlikte kalabalığın içinde bir
tuhaf akışla sürüklenmektedir. Kalabalığın içinde yapayalnız gibidir,
ellerinin içinde sakladığı çocuğunun yumuk ellerini saymaz isek.
Kendi kendine söylenmektedir.
“Neden? Neden? Neden?”
Birden kendinden geçer birden bağırır.
“Nedeeeeeeen?”
Ve Türkçe ezanın ardından ardından Arapça ezan okunmaya
başlar. Sanki Bilal-i Habeşi çıkmıştır Kabenin üzerine...Hançeresinden
binlerce yılın hasreti dökülmektedir ses olarak. Zulme karşı
mazlumların adalet hasreti! Ezan aslıyla okunurken halk bu sese
duyduğu özlemi gözyaşı seli ile karşılar. Salat-u selamlar arasında
kalabalığın uğultusu eşlik eder okunan tekbire!
“Allah-ü Ekber!”
Sesler git gide çoğalır ve herkes bu ezana gözyaşından notalar
dökerek katılır. Ezan sesi git gide yükselirken arşa doğru, coplarda
git gide yaklaşır kalabalığa. Vekil bu tarihsel durum karşısında tedirgin
olarak ve şoförünü çekiştirerek uzaklaşır oradan.
“Çabuk çabuk çalıştır arabayı. Uzaklaşalım buradan.”
Halk coplanırken mendili ile terini silen vekil içsel çelişkilerini
buram buram yaşamakta ve sık sık dönüp arkasına bakıp olayı izlerken
bindikleri aracın homurtusu adeta mevcut despot iktidarında
zihniyetindeki homurtusudur. Araç gitgide uzaklaşır kalabalıktan. İçindeki
vekil gibi kopup gitmiştir, halkın içinden.
Lütfü amca ise havada rastgele uçuşan coplardan nasiplenmekte...
yediği coplarla iyice coşmakta ve sesini o güzel Arapça ezanla
güçlendirmekte. Misket gibi dağılan halkın arasında ürkek bir şekilde
babasını arayan Lütfü amcanın oğlu ise ağlamakta ve babasına
seslenmektedir.
“Baba! Baba! Baba!”

Masa üzerinde duran Alman marka kırmızı oval radyo kısık bir
sesle dinleyicileri radyo başına davet ediyordu. Çorak bir toprağı
andıran bir el radyonun ses düğmesine uzandı. Artık ses daha rahat
duyuluyordu. Ürpertici kalınlıkta ki ses tonu darbenin soğuk haberini
veriyordu. Radyonun üzerinde ki en belirgin şekil ise Çankaya
köşkünü andıran hoparlördü.
***
Çankaya köşkünde gecenin en karanlık ve soğuk anı…Bir
rütbeli asker merdivenleri hızla çıkarken yanında ki diğer rütbeliler
daha temkinli içeri doğru ilerlemektedirler. Celal Bayar gecelik
elbisesi ile salona çıkmış kaşlarını çatmış gelecek olan ihaneti karşılamak
için soğuk kanlılığı ile beklemektedir. Giren rütbeli ilk ihanet
cümlelerini savurur…
“Artık millet ve ordu sizi istemiyor. Buna bizi siz mecbur ettiniz.”
“Bunu siz yapamazsınız, beni millet seçti.”
Celal Bayar silahı şakağına dayadı o esnada diğer rütbeliler atıldı
ve silahı elinden aldılar.
***
Masa üzerinde ki kırmızı oval radyonun en belirgin görüntüsü
yine Çankaya’yı andıran hoparlörü idi. Kalın ürpertici ses darbeyi
duyurmaya iştahla devam ediyordu. Radyonun frekans çizgisi üzerinde
duran metal çıkıntı bir yol üzerinde ki otomobili andırıyordu.
***
Bir otomobil yamalı yol üzerinde yoluna devam ediyordu.
Arabanın arka koltuğunda endişeli şekilde oturan Adnan Menderes
şoförüne radyoya ses vermesini istedi. Şoför radyonun sesini
açarken irkilmişti. Radyodaki ses onlara aynı zamanda mevsiminde
ayazının soğuğunu üflüyordu. İlerde görünen askeri kontrol
noktası adeta ölüme açılan kapı olmuş ve onlara kucak açmıştı.

Araba şoförün idaresine boğun eğerek fren mekanızmasının devreye
girmesiyle yavaşça durdu. Bu kez sanki arabanın motoru dahi
korkudan titreyerek çalışıyordu. Rütbeli olan asker kati bir emirle
yolcuların arabadan inmelerini söyledi. Bir öfke vardı sesinin tonunda.
Menderes soğukkanlı ve kibar görünse de bu alçak ihaneti
anlamlandırmaya çalışarak içten içe ağlıyordu.
Ankara’da her asker ihanete ortak olmaya zorlanmış ve vekil avına
çıkmıştı her bir asker. Vatandaşa meyilli her bir vekilin pelinde
adeta kelle avcıları... sanki bir yarış vardı askerler arasında. Sabaha
kadar bakalım kim, kaç tane DP li vekil getirecekti?
***
İstanbul’un bakımsız ve metruk semtlerinin sokak aralarına
serpiştirilmiş askeri araç ve koşuşturan asker postallarının çıkardığı
sesler, martı sesleri arasında kendine yer edinmeye çalışıyordu
şehrin yeni yüzü olarak.
***
Geniş İstanbul caddelerinde küçük masum bir çocuk büyük
günahkar gazete manşetlerini bağırarak şanlı ordunun milleti kurtardığını
mahallenin eşrafına, dedikoducu teyzelere, evde koca
bekleyen kızlarına masumiyet maskesi ile duyurmaya çalışıyordu.
***
Yassı adaya yanaşan vapurlardan milletin vekilleri anlamsız ve
yorgun yüzlerle gece yarısı adaya çıkartılıyordu. Herkes her şeyi
sorguluyordu içten içe ama herkes susuyordu.
***
Kırmızı radyonun kapatma düğmesine uzanan, çorak toprağı
andıran el elektrik anahtarını kapatırcasına her yeri karanlığa ve sessizliğe
çevirmişti.
***

Gökyüzünden kar taneleri, İstanbul’a ve İstanbul içerisinde
Kasımpaşa’nın dar sokaklı mahallesine düşmektedir. Kar kalınlığı
beyaza boyamıştır dar sokağı. Bir evin girişinden başlayan çukurlar
bu ahengi bozmaktadır. Kocaman bir ayak izi ve yanında minnacık
bir ayak izi tepeden görünmektedir. Ayak izleri uzun bir çizgi
oluşturmuştur sokağın derinliğine doğru ve kar bırakılan her izi doldurup
kaybetse de yenileri belirmektedir az ötesinde.
Pos bıyıklı bir adam, kocaman elini tutan minnacık bir el ve elin
sahibi 7 yaşlarında bir erkek çocuk; yağan kara aldırış etmeden
sokak arasında yürümektedirler. Çocuğun yüzünde ki ifade belirsizdir.
Babanın yüzünde ise net bir ifade vardır: Tedirginlik… O kadar
tedirgindir ki hızlı adımlarına minnacık adımları kavuşamayan çocuk
bazen sürüklenmektedir peşinden. Sürüklenince kendisinden
habersiz hızla adım atan babasını durdurup kızacak gücü olsa hiç
beklemeyecektir aslında çocuk. Babasının bu hızlı adımlarına anlam
verememiş sadece anlamsız bir şekilde bakmıştır babasının yüzüne
çocuk. Sürüklenerek yürürken dahi sanki bir muzırlık vardır yüzünde,
sağına soluna bakmaktadır çocuk babasının adeta sürükleyerek
götürmesine rağmen. Gözleri iki katlı ahşap eve dalar bir an ve çocuk
hafifçe tebessüm eder muzırca.
***
İki katlı ahşap evde Lütfü amca, hanımı, bir kızı ve bir oğlu ile
yaşamaktadır. Lütfü amca Radyo dinlemektedir. Ev ahalisi ise
radyodan biraz uzakta olsa kulaklarını yaklaştırmak için eğilmiş dinlemekteler.
Radyo frekansları tam net olmadığından Lütfü amca
spikerin ağzından çıkan söylenenleri net anlamamakta kulaklarına
suçu bulurcasına kulaklarını tutarak radyoya yaklaştırmaktadır.
Kesik kesikte gelse de, radyoda ki sesten, Menderesin asılacağını
duyabilmiştir, anca. Lütfü amca şakağından vurulmuşçasına başını
tavana çevirir. Lütfü amcanın oğlu Yusuf, babasının eline sıkıca sarılır.
Lütfü amca geçmişe dalar ve oğlu Yusuf ’un küçük yaşta ki cami
önünde ki feryadını tekrardan duyar sanki. Lütfü amcanın gözleri

Yusuf ’un gözlerine kayar.
“Baba! Baba! Baba!”
***
Baba diye bağırmaya başladı küçük çocuk babasının arkasından.
Sokak arasında kara bırakılan ayak izleri birden durmuştur.
Büyük adımların sahibi birden yere düşen minnacık adımların sahibine
döndü. Onu yerde kayarak düşmüş olan çaresiz bakışlarını
gördü. Bir çocuğun babasına olan ihtiyacını en manidar kılan bakışlardı
çocuğun babasına bakışları. Babalık hakkının ödenmeyeceğini
kanıtlayan bir kucaklamaydı babanın atılıp küçük oğluna sarılması.
Çocuk babasının bu sarılması karşısında ezilmiş ve
“Canım çok yanmadı ki diyerek rahatlatmak istemişti. Sonra
ayağı kalktı pos bıyıklı dalyan gibi baba ve daha sıkı tuttu küçük oğlunun
minik elini ve yürümeye başladılar kara iz bırakarak.”
***
Dışarıda kar lapa lapa yağmaya devam ediyordu. Yere doğru
düşen kar taneleri sokak lambalarının ışık süzmelerinden geçerken
daha bi kendini gösteriyor ve ihtişamla düşüyordu yere doğru.
İlerde bir ışık süzmesi daha görmüştü çocuk. Bu ışık mahalle kahvesinin
sokağın karanlığını delen ve sıcak muhabbeti dışa vuran
ışığıydı. İçerdekiler ise yağan karın soğukluğunu sobanın yanında
unutmanın vermiş olduğu mutlulukla sohbetlerini sürdürüyorlardı.
Kapı açıldığında içeri giren dalyan gibi babaya ve küçük çocuğa göz
uçları ile baktıktan sonra herkes o radyasyonlu radyoya kulak kesildi.
Sadece göz ucuyla bakmışlardı babasına ve dönmüşlerdi. Babası
da onlara inat
“Çay ver bana ve oğluma” demişti. Kahvede ki bu hava ürpertmişti
çocuğu.
Sessizliği sessiz söylenmiş bir cümle yırtıyordu.

“Bu caniler kafaya koymuşlar. Asacaklar!”
Bembeyaz saçları ve sakalları olan nur yüzlü bu adamın soğuk
cümlesi derin bir sessizliğe neden olmuştu. Herkes ona bakmış ve
susmuştu. Çocuk içten içe kızmıştı bu adama; bu adamı sevmemişti.
Bir cümle ile sessizliği davet etmişti. Artık durmak istemiyordu
orada bir an önce o çok sevdiği kahvehaneden uzaklaşmak belki de
dışarıda yağan karın altında babası ile kar topu oynamak istiyordu.
Babasının hareket ettiğini fark etti, birden sarıldı gayri ihtiyari
babasının eline, “bırakma beni” dercesine. Baba kaskatı kesilmişti
tepkisiz kalmıştı onun bu hamlesine. Ardından arkasına dönüp
dışarı yönelmişti yavaş adımlarla. Sokakta yürürken çocuk unuttu
bütün bu olanları ve yerde ki karı avucunda sıkmaya başladı. Baba
bunlardan habersiz kaskatı eve ilerlerken o kartopu yaparak arkasından
gidiyordu. Kar topunu sıktı ve babasına fırlattı. Oyunun içine
çekmek istiyordu ama babasının bundan haberi bile yoktu.
***
İki katlı mütevazi bir ev içerisinde merdivenlerden inen bir kadın
kapı tokmağının ısrarı karşısında adımlarını hızlandırdı ve bir
hamlede kapıyı açtı. Tokmağın ve kadının heyecanı kapının açılması
ile sabitlendi. Kaskatı dalyan gibi adamın yüzünde ki soğukluğun
nedeni hemen arkasında yere düşen kar tanelerinin soğuğu değilse
acaba nedir diye içinden geçirir kadın sonra adamın gözlerine diker
gözlerini ve bir sırra vakıf olmak istercesine heyecanla bir şey söylemesini
bekler. Adam bir şey söylemeden merdivenlerden yukarı
doğru çıkarken arkasından bakan kadın küçük çocuğun saçlarını
hisseder ellerinde ve ona döner. Sarılır. Çocuk da annesine sarılmak
ister. Nedendir bilinmez bir boşlukta ağzından dökülür kafasından
atmak istediği o ürpertici cümle.
“Asacaklar!”

Çocuk merdivenlerden çıkıp kardeşlerinin bulunduğu odaya
girer. Hiç olmazsa onlarla konuşabilir ve rahatlayabilirdi. Her yer
sessizdi bu gece, herkes susmuş…Kardeşleri çoktan yataklarına girmiş
uyumuştu bile. Bugün anlaşılan konuşulmayacaktı. Çocuk razı
olmasa da kabul etmek zorundaydı bu durumu. Pencereden dışarıda
yağan karı seyretmek ve sabahın olmasını beklemekti doğru olan
ve öyle yaptı. Pencereden dışarıyı seyrederken ortamla çelişkili bir
tebessüm belirdi yüzünde. Gün boyunca beklediği bu tebessümün
sebebi bazı geceler pencereden dışarıyı seyrederken gördüğü ve
mahallede rol model olarak kabul ettiği Yusuf abisiydi. Yusuf mahallede
ki bıçkın delikanlılardandı. Onu görmeyi izlemeyi çok severdi
ama onu en çok Mahallenin güzel kızı Zehra’nın evinin önünde gece
vakti belirmesi ile severdi. Yusuf abisi yine bu gecede Zehra’nın
evinin önündeydi. En azından onu keyiflendirecek bir sahne ile karşı
karşıyaydı. Yusuf yerdeki kardan elinde bir kartopu oluşturmuştu
ve iki katlı evin camına bir çırpıda fırlatmıştı. Gözleri bir gonca gül
gibi aralanır çocuğun. Gülmeye başlar. Çünkü kartopu tam isabet
hedefi bulmuştur. Artık beklediği camın birden açılması ve camda
Zehra’nın belirmesidir. Ama bir müddet sonra bir tedirginlik ifadesi
hakim olur Yusuf ’un yüzünde çünkü pencere henüz açılmamıştır.
Zehra camda görünmemiştir. Yusuf umudunu kesip evden uzaklaşmaya
ufak adımlarla başlarken geri döndüğü anda Ona seslenen
Zehra camda belirmiştir. Fısıltı yağan herbir kartanesine çarparda
yankılanır dar sokaklarında istanbulun...Kasımpaşanın...Sadece bakışırlar
sevdalılar. Öyle bir bakışmadır ki bu hiç bir şairin tasvirde
başaramayacağı... sözün bittiği yerdir yani. Çocuk onların bu bakışlarını
seyirle hayran bir şekilde başını pencereye yaslar. Masumiyet
filme alınmaktadır çocuğun boş bakışlarında...
***
1960 Şanlıurfa /Gece yarısı…
Gece olmuş karanlık basmıştı.. Karanlık jip, içinde görevliler...
Halîlü’r-Rahman dergahına geldiler.Dergâhın avlusuna girdiler..
Yanlarında . bir doktor var. Doktor oradaki yaşlı bir adama dedi ki.
“Merak edilecek bir şey yok. Buradan cesedi fazla izdiham ve ziyaretçi
yüzünden İç Anadolu’ya nakledecekler, onun için seni buraya
getirdiler.”’Yaşlı adam ne yapacağını bilemez haldeydi. Kardeşiydi
üstadın… Titriyor ve ağlıyordu. Doktor Bey görevlilere dedi ki:
‘Bu tabutu açıp cesedi öbür tabuta alacağız.’ Fakat, onlar korkmuşlardı
ve ‘Biz yapamayız’ dediler. Doktor, ‘Korkmayın, bizler emir
kuluyuz. Bu, vazifemiz’ dedi. Sonunda dergâh mezarlığından çıkartılan
Üstadın tabutunu açtılar. . Cesedi çıkarıp bir tabuta koydular.
Sonra da alıp götürdüler. Üstadın Kardeşi bu olay karşısında sadece
ağlıyordu. Ve üstadın sözü yankılanıyordu bütün duvarlardan.
“Ben Allahtan niyaz ederim ki; ölümüm hayatımdan ziyade
dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bir bomba gibi patlayacaktır.
Cesaretiniz varsa ilişin yapacağınız varsa göreceğinizde var.”

***
Çocuklar adeta bir lideri izler gibi daireyi tamamlamasını ve takımı
kurmasını bekliyordu. Nihayet her şey zevkli bir futbol maçı
için hazırdı. Ama bir itiraz yükseliyordu meraklı çocuk topluluğundan
her şeye yön veren bu lider çocuğa muhalefet olarak.
Belki çizilen daireye kusur buluyordu her zaman yada seçilen
kadrolara ama her zaman muhalefet ederdi mahallenin hayta çocuğu,
Timur. Bu kez yine muhalefet etmişti. Bir harekette bu tartışma
yerini kavgaya bırakmıştı bütün çocuklar kenara çekilmiş bu kavgayı
izliyordu. Nihayet çocuk Timur’u yere yıkmış ve bir hamle ile
üstüne çıkmıştı. Tam yumruğunu Timur’un suratına indirecekti
ki kocaman bir el tuttu çocuğun elini. Bu kocaman el mahallenin
bıçkın delikanlısının Yusuf ’un eliydi. Zor sakinleştirdi Yusuf abisi
çocuğu ve bir kenara çekip uzun uzun kavganın kötülüğünü anlatmaya
başladı. Oysa o çocuk Yusuf abisinden bunları duymak değil
raconu öğrenmek istiyordu.
Uzun sohbetin ardından çocuğun Yusuf abisinden öğrendiği
tek şey “Diklenmeden dik durmak” olacaktı.
Çocukla Yusuf abisi derin sohbete dalmışken az ilerde Lütfü
amcanın dışarı çıktığını ve evin önünden geçen askerlerin üzerine
yürüdüğünü fark ederler.Yusuf bunu fark edince eve doğru koşmaya
başlar. Çocuk korku dolu gözlerle Yusuf abisinin arkasından bakmaktadır.
Lütfü amca süratle bahçe kapısına yürümektedir. Çocuk
şaşkınlıkla onu izler. Bu esnada Yusuf koşarak babasına yaklaşır ve
seslenir. Yusuf, babasına gitmemesi gerektiğini söylemektedir. Ona
zarar vereceklerini askerlerin her yer de olduğunu ve tek başına
mücadele edemeyeceğini anlatmaya çalışır ama mümkün değildir.
Lütfü amca Menderesi çok sevmektedir. Zira o Ezanı Arapça okutmuştur.
Uğruna cop yediği dinlemeye hasret kaldığı Ezanı ona ve
millete Menderes hediye etmiştir. Uzun soluklu sürer bu tartışma.
Yusuf babasına sarılır. “Seni bir kez gözümün önünde dövdüler...
çocuktum ve koruyamadım seni” der. Ama şimdi başkadır o çocuk
büyümüştür ve babasını kucaklayacak kadar bırakmayacak kadar
da güçlenmiştir. Baba yaşlı ve çaresizdir artık mahkumdur çocuğunun
güçlü kollarına. Sadece çırpınırken çaresizce Menderes’e ağlar.
Onun feryatlarına mahalleli evin önüne doluşur. Mahallelinin toplanmasıyla
askerin olay yerine gelmesi de bir olur. Askerin copları
Lütfü amcaya doğru kalkarken oğlu eve fırlar ve bıçağı alarak koşar
askerlerin üzerine.
“Bu sefer değil! Bu sefer yapamazsınız!” diye haykırarak bıçağı
sallar. Bir hamle ile bıçağı elinden alan askerler Lütfü amcanın biricik
oğlunu itiş kakış arasında jipe bindirirler. Lütfü amca çaresizce
omuzlarını hıçkırıklarla sallayarak ağlamaya başlar.
Herşey bir anda oluvermiştir.
“Oğlumu bırakın, onun bir suçu yok. Her şeyi ben yaptım.”
Komutan Lütfü amcaya şiddetli bir tokat atar, bağırış çağırışlarla.
Lütfü amcanın ağzından kan sızar, besmeleli dudaklarının
kenarından, boynundan aşağıya doğru. Oğlu yaralı bir kaplan gibi
çırpınmaktadır, askerlerin arasında. Dipçik darbeleri ise çılgınca
ağlamasına ve çaresizce kıvranmasına engel teşkil etmez, 4 askerin
arasında. Birden gözleri uzaktan koşarakolay yerine gelen ve
aynı çaresizle olayı izleyen Zehra’ya takılır. Yediremez kendine bu
manzarayı. Zehra’nın ve babasının çaresizliğini. Mahallelinin acır
hallerini. Yumruğunu ağzına sokarak susturmaya çalışır kendisini.
Jipin ön mahalline binen komutan ve aracın arasındaki askerler
Lütfü amcanın oğlunu derdest edip uzaklaşırlar halkın arasından.
Halk yine sessiz kalakalmıştır.Yapabildikleri tek şey ise yine çaresizce
olayları izlemektir.
Bu manzaraya da kızan Lütfü amca mahalleliye sitem etmekte
susup izlemenin çözüm olmadığını anlatmaya çalışır onca acısıyla.
Mahalleli ise ellerinden bir şey gelmeyeceğini anlatmaya çalışıp sakinleştirmeye
çalışırlar ihtiyarı.
“Biri çıkmalı, biri çıkacak” diye mahallelinin kolları arasında
feryat eden Lütfü amcaya bakmaya dayanamayan çocuk sırtını döner
ve oradan uzaklaşmaya başlar derin düşüncelerle.
Çocuk olaylardan uzaklaştıkça yakınlaşır “bir’i” olmaya!

***
1961 Yassıada
Adada bir hareketlilik vardır. İsimsiz, tanımsız! Martılar dahi
gökyüzünde bugün daha bir ürkekler!
Tutuklu vekiller duruşma salonuna doğru asker kontrolünde
ama hoyratça götürülmektedirler. Vekillerin dikkatini adaya getirilen
kalaslar çekmekte. Birkaç kişi iş elbisesi ile dolaşmakta. Kiminin
elinde kazma kiminde kürek kiminde keser. Bir yerler kazılıyor, bir
yerlerde ağaçlar yukarıya doğru dikiliyor. Kendi aralarında bir anlam
vermeye çalışırlar bu hengameye idam kararları çoktan alınan
vekiller.
“Herhalde tadilat var.”
Hapishane müdürü ise konvoy halinde mahkeme tiyatrosuna
götürülen bu hayatın kurban aktörlerine arkalarından bakmakta,
Her şeyi bilmiş olmanın verdiği gerçek ile de onlara acımaktadır.
Çünkü mahkeme bitmeden karar alınmıştır. Asılacaklar. Bu hazırlık
ise idam sehpalarının ve cenazelerinin defnedileceği mezarların
hazırlığıdır.
***
Otoriteye karşı gelenlerin sorgusuz tutuklanacağını anlatan
söylemler dile getiriliyordu güzel ülkemin her yerinde. Kahvelerde,
sokaklardakiler… İnsan manzaraları geçiyor teker teker. Fakir,
yorgun, çelimsiz, dokunsan ağlayacak tipler sadece anlatılanları
dinliyor ve çaresiz boyun büküyorlar.Konuşmanın her bölümünde
cümleyi devam ettiren farklı tipler aynı sahnedeler sanki. Bazen bir
vekil onun bıraktığı yerden bir muhtar, ondan iş adamı bazen yalaka
basın budalaları. Kurulan mahkemeyi ve yargılanan vekilleri bu
sözlerin altında görürüz bu tarihi günlerde.
Yine devrim, yine devrilim! Güzel ülkem, talihsiz sevgilim!

***
Bir çiçek vardı kaldırımın kenarında.
Dar sokağın ilerisinde, kaldırım taşlarının cenderisine boyun
eğmeyen...
Özgürlüğe koşan, gökyüzünü yol edinen...
bir tutsakmışçasına başkaldıran bir çiçek.
(Çocuk çiçeğe doğru yürürken Menderes ve Diğer idam mahkumlarını
da sehpaya doğru yürürken göreceğiz.)
Çocuğun dikkatini çekmişti bu hiç kimsenin umurunda olmadığı,
görmediği asil bitki. Cinsi neydi bitkinin, bilemedi.
Ona doğru adımlarını hızlandırarak yürümeye başladı. Ona ulaşmalı,
onu almalı ve belki de onu eve götürmeliydi. Bu kalabalıkta
ezilmemeliydi.
Yaklaşmıştı artık ona. Bir adım sonra bir hamle ile elinde olacaktı. O yüzdendir ki ona doğru yaklaşan askeri aracı görmemişti
bile. Ani bir frenle durdu araç, çocukda çarpılmışçasına birden durdu,
aracın freninin sesiyle. Araçtan askerler inmeye başlamıştı bile.
İlk adımda çiğnenmişti o asil çiçek umutları kırarcasına. Çocuk çiçekler
çiğnenmez diye öğrenmişti oysa. İşte bu yüzden olsa gerek
korkmuştu bu ağabeylerden. Geri adım atmaya başladı. İçlerinden
birinin çocuğa tebessüm etmesi dahi onun geri adımlarını durduramamıştı.
Ta ki lenger fötörlü takım elbiseli amcaya çarpana kadar
ona çarpması ile irkilmesi bir oldu. Korkma demişti bu garip giyimli
adam.
“Korkma Çocuk!”
“Neden buradalar?”
“Bizim için…”
İnanmalı mıydı bu amcaya? Gerçekten onlar için mi ordaydılar?
Çiçeği çiğnemişlerdi ama…Çocuk hızlı adımlarla ilerledi eve
doğru. En güvenilir yer eviydi annesinin kardeşlerinin... dahası babasının
yanı.

***
Dar, karanlık ve kaotik hücrede Yusuf ’a işkence yapılmaktadır.
Yusuf ise inatla ağzından ve vücudundan sızan kanlara aldırmadan
Menderes’e yapılan zulmü haykırmaktadır, babasının ve yarinin
de hıncıyla.
Ezanı Arapçaya çevirerek bu millete hediye eden liderin ruhunun
bu dünyada onlara huzur vermeyeceğini dillendirmektedir,
iniltiler arasında.Cop üstüne cop, zulüm üstüne zulüm cezaevlerinin
duvarlarında asılı kalan hakikat. Bir sesle gözlerimizi bu sahneye
perçinleriz.
“Asılacaksın lan sende onun gibi asılacaksın.”
Sonra hücresinde bir başına bırakıp gider, uzaklaşır gölgeler.
Yusuf, neden sonra saçlarının arasına alır parmaklarını. Hemen
yan hücrede ki yarı deli Adem baba oturduğu yerde sallanmakta...

Aklını Yusufa kelepçelemeye çalışır.
Sanki Yusuf ’un kabusunun içindeymiş ve çektiği acıyı biliyormuşçasına
ama daha da canını acıtmak istiyormuş gibide gözlerini
boşluğa saplamış biteviye konuşuyordu. Yusuf biran sadece başını
kaldırıp onu dinlemeye verir kendini.
“Asacaklar seni de. Tıpkı saman pazarında asılanlar gibi!”
Başlayan cümlenin ardından gelen cümleler insanın kanını donduracak
cinstendi Adem baba “ben gördüm” diyordu. Yusuf ’unda
kanı donuyordu. Artık hareket etmeyen Yusuf ’un gözünün önünde
sanki bir pencere açılmıştı. Yusuf artık bu korku filmini izliyordu.
***
Saman pazarında yine bir “şenlik” başlayacaktı.
Böylesine nice şenlikler yaşamıştı bu meydan. Nice canlar sallanmıştı
bu koca meydanda. İstiklal mahkemesi kurbanlarından,
adi suçlulara kadar nice canlar…Alimler, caniler, masumlar… Ve
onların can verişini izlemek için bu meşum meydanı dolduran her
yaştan insanlar. Yaşlılar, gençler, kadınlar, çocuklar, kucağında bebeğiyle
gelen genç anneler. İdam sehpasının yakınlarında uygun bir
piknik yeri bulmak için kapışan kelli ferli devlet memurları, üstü
başı is pas içinde işçiler. Ellerinde yiyecek içecekleriyle çocukların
ellerinden tutmuş müşfik babalar. Fırsattan istifade sevgiliyle
buluşmaya gelen iyi aile çocukları. Kanun kaçakları, vurguncular,
sapıklar, savaş vurguncuları. Kanunlara, devlet babaya derin saygı
duyan, etliye sütlüye karışmamayı şiar edinmiş esnaf. Gece yarısı
yataklarından kalkıp, battaniyelere bürünerek yollara düşen ateşli
hastalar. Eh, böylesine heyecanlı bir seyir için bütün bu zahmete
değerdi hani. Meydana akan yollar bir ışık karnavalına dönmüştü
nerdeyse. Ellerinden el fenerleriyle lüks lambalarıyla geceye başka
bir görkem katıyordu vatandaşlar. Böylesine mühim, böylesine
kaçırılmaz geceleri fırsat bilerek beş on kuruş kazanma derdine düşenler
de vardı.Ankara’nın hemen her köşesi dolmuş şoförlerinin
avazlarıyla yankılanıyordu:

“İdama bir iki..”
“Geç kalmayın ha!!”
“Sehpanın yanında yer almak isteyenler acele edin!”
Meydan yerinde ise börekçiler, salepçiler, çaycılar, yankesiciler.
Hepsi bu şölenden paylarını kapmak isteyen sırtlanlar... çakallık
çabasındaydı. Kısa bir süre sonra müthiş bir uğultu koptu. Başlar
meydana yakın bir alanda duran cezaevi arabasına çevrildi. Arabanın
demir kapsındaki kilitler birer birer açıldı.
Ve jandarmalar arasında Kayalıbay göründü. Heyecan son haddindeydi
artık. Herkes arabaya doğru hücum etmeye başlamıştı.
Halk, idam mahkumu casusu daha yakından görebilmek için birbirini
tepelemeye başlamıştı. Bu izdiham sırasında ezilenlerin,
bayılanların feryatları, küfürleşmeleri doldurmaya başladı geceyi.
Bu arada başka dikkat çekici sesler de duyuluyordu. Kimileri “polis
bey, izin ver de şu adamı biraz daha yakından göreyim” diye yalvarıyordu.
Kimileri “yankesiciye dikkat!” diye bağırıyordu.
-Bebeğimi eziyorsunuz hayvanlar” diye bağırıyordu bir kadın.
Görevlerini, mesleklerine yakışır bir soğukkanlılıkla yerine getiren
polislerin de sabrı taşmaya başlamıştı artık. Devletin gücünü
göstermekten başka çareleri kalmamıştı. Coplarını kanunlara uygun
bir ritimde sallayarak sükuneti sağlamaya çalıştılar. Bu seyir için aç
kalmaya, uykusuz kalmaya değerdi tabi. Meraklılar darağacına daha
yakın olmak için çırpınıyorlardı. İtiş kakışlar, Küfürleşmeler,bağrışır
çağırışlar.
“Ne olur bırakın gideyim de, herifin asılmasını yakından seyredeyim,
itmeyin yahu eziliyoruz.”
Gibi bağırışların haddi hesabı yoktu. Neyse, o ipte dönerken,
heyecan son haddine ulaşmıştı. Birkaç kadın olayı izlerken baygınlık
geçirdi. Ama bu zevkten mi, üzüntüden mi, tiksintiden mi? İşte
o belli değil kalabalığın arasında simitler ellerinde Çoçuğu görürüz.
Çocuk olanlara bir anlam veremeden etrafına bakmaktadır. Dalgın
gözleri bir sesle irkilir.
“Simitlerin sıcak mı?”

“Annem buharda yeni ısıttı amca buyur.”
Çocuk simiti verdikten sonra parasını aldı parayı cebine götürürken
idam sehpasına getirilen iri yapılı bir mahkumu gördü.
Gözleri büyüdükçe büyüdü…Ordan kaçmak istiyordu. Mahkum
sehpaya çıkarken çocuk artık dayanamadı ve koşmaya başladı. Sanki
asılacak olan o gibi kaçıyordu cellatlardan. Çocuk koşarak uzaklaşırken
bir adımda sehpaya vurmak için harekete geçmişti bile.


DEVAMI İÇİN: http://www.dr.com.tr/kitap/kasimpasali/fehmi-demirbag/edebiyat/roman/turkiye-roman/urunno=0000000618485

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder