28 Eylül 2015 Pazartesi


KUTSAL KASE TOKAT KALESİNDE!


Babilin kuleleri gibi dikiliverdiler kısa süre içerisinde Kabe'yi kuşatan modern yapılar. Kabe ise Osmanlı sonrası İngilizlerce çizilen haritalar gereği  Suud kraliyetince işgal altındadır.

Bu bayram Mina'da şeytan taşlama esnasında cehalet şeytanı yine devrededir ve yaklaşık 800 hacının vefatının da baş aktörüdür.
Bense Sıla-i Rahim için gittiğim memleketim Tokat'ta Cuma namazını eda etmek için Ali Paşa Camiin avlusundayım.
Ezan vaktini beklerken aklımda türlü düşünceler. Bir an aklıma İstanbul'daki Kılıç Ali Camii gelir.  

Akdeniz’de 5 yıl boyunca Osmanlı leventleriyle savaşan Cervantes, Türklerden o kadar korkmuş ki, Don kişot gibi bir hikâyeyi yazmış. Hikâyedeki yel değirmenlerinin Türkleri temsîl ettiği söylenir. Don Kişot da aptal bir savaşçıyı, yani Avrupalıları temsîl ediyor. Bu hikâyede Türklerle savaşmanın aptallık olduğunu vurgulamıştır Cervantes.

     İşte Avrupalı aydınlardan ediplerden biri daha. Kendileriyle gurur duydukları yazarları, bizim câmilerimizde inşaat işçileriymiş bir zamanlar. Taş taşımışlar hürriyetlerini kazanabilmek için. Hem de sakat kollarıyla. Floransalı meşhur ressam ve heykeltıraş Leonardo da Vinci, Sultan 2. Bayezid’e iş istemek için yazdığı mektupta, Haliç üzerine bir köprü yapmak için yalvarırken ve mektubu, pâdişâha “Ceneviz’den Leonardo isimli kâfirin gönderdiği mektup” başlığıyla arz edilirken, İspanyol yazar Cervantes de Kılıç Ali Paşa Câmii’nde inşaat işçisi olarak çalışıyordu. Yani bir zamanlar Avrupa’nın meşhur ressamları, heykeltraşları, şâirleri, yazarları, Osmanlı Sultanlarının kapısında duvar işçileriydi bir zamanlar.
Kılıç Ali Paşa Camii, Ayasofya’nın küçültülmüş bir modeli gibidir lâkin Mimar Sinan bu camiyi Ayasofya’nın basit bir kopyası şeklinde değil de, onun eksik yönlerinin tamamlanıp, mimari yönden daha geliştirilmiş hali olarak yapmıştır. Yani bu cami, basit bir taklit değil, Ayasofya mîmârîsinin bir ileri aşamasıydı. İhtimal ki Mimar Sinan şu düşüncelerle yapmıştı bu camiyi: “ Ayasofya’nın mimarları Antemius ve İsidorus yerinde ben olsam bu binayı nasıl yapardım? Ya da Ayasofya esasen böyle olsa daha mükemmel olurdu. ” İşte bu düşünceden ortaya çıkan eser: Kılıç Ali Paşa Camii.

Daha ezana yarım saat var. Tokat ise hem bayramdan hem de yaklaşan genel seçimden dolayı oldukça hareketli. "Bakımsız Tarzan Simiti" adını verdiğim Tokat simitini ise öğle yemeği niyetine atıştırmakla meşgulum bir yandan da Namazı beklerken.

Namaz sonrası belediyede önemli bir toplantıya iştirak edeceğim. Biraz da onun heyecanı var üzerimde. Bütün Tokatlı yetkililer o toplantıda olacaklar. Bende sunumumu gerçekleştireceğim. Sunumum ne hakkında mı olacak?

Arzedeyim.


Battal Gazi'yi tanımayanınız yoktur sanırım. Cüneyt Arkın filmleriyle en azından aşinasınızdır bu isme.

Battal Gazi Tokat'ın bir ilçesi olan ve benimde aslen oralı olduğum Turhal kalesini almak istediği halde alamaz. Sonrada muhakkak bu kalenin Yeşil Irmakla bağlantısı var diye karşı bağlardaki söğütlerin altına pusuya yatar. Bir za­man sonra ellerinde kovalar ile üç kadın belirir. Sularını doldurup dehlize doğru yönelirler.  Battal  Gazide peşlerinden gider. En son­daki bayan Battal Gaziyi fark ettiği halde, bozuntuya vermez. Fakat kaleye varır varmaz, kale muhafızlarına ihbarda bulunur, "Arkamız­da yabancı bir şahıs var" diye. Battal Gazi yakalanıp zindana atılır. Battal Gazi kaleye esir düşünce, burada başlar sesli sesli Kur' an okumaya. Kale muhafızının kızı Varvara bu Kur'an ziyafetinden etkilenir ve Müslüman olur. Sonra da babasına kilise yaptıracağım diye Ulu camiyi yaptırır. 
İnşaat bitiminde babası kontrole gelir. Bir bakar ki ne görsün kilise yerine cami yükseliyor. Kızgınlıkla kızına kılıcını sallar. Yaralanan Varvara sürüne sürüne (vara vara) oradan uzaklaşır. Varvara suyunun çıktığı bölgeye gelince ruhunu teslim eder. Öldüğü yerden bugünkü Varvara suyu ve gözeleri-kaynakları çıkar. Cenazesini de yanındaki tepenin zirvesine defnederler. Tepenin ismi de bundan böyle Varvara tepesi adını alır.

Battal Gazi kim midir?
Türk gazi tipinin mükemmel bir örneğini aksettiren Battal Gazi, gerek kahramanlığı, gerekse evliya karakteriyle Anadolu insanı üzerinde son derece etkili olmuştur. Bu yüzden de Battalnâme Anadolu halkı arasında asırlarca sözlü olarak yaşamıştır. Ayrıca Anadolu dışında yaşayan Türk toplulukları arasında da sevilmiş, yazılıp okunmuştur. Tamamen Müslüman Türk geleneklerine göre meydana getirilmiş olan Battalnâme'nin yazıya geçiriliş tarihi henüz kesin olarak tayin edilememekle birlikte, eserin 11-12. yüzyıllarda Danişmendliler zamanında söylendiği ve Danişmendnâme'nin yazılış tarihi olan 643'ten (1245-46) önce yazıldığı tahmin edilmektedir.

Yani İslam sonrası bu toprakların ilk iki  destanına evsahipliği yapar Tokat. Battalname, Danışmendname... Hem tarihi olayların hem de metinlerin yazıya geçirilişi açısından Dânişmend Gazi Destanı, Battal Gazi Destanı ve Saltık Gazi Destanı zincirinin ikinci halkasını oluşturur. Dânişmend Gazi Destanı, Battal Gazi Destanı'nın tamam olduğunu, Battal Gazi ve gaza arkadaşlarının ebediyete intikal ettiğini bildiren cümlelerle başlar.

XI. Yüzyılda yaşamış Türk devlet adamı Melik Dânişmend Gazi'nin hayatını, savaşlarını, Anadolu'daki bazı şehirlerin fethini ve çeşitli kerametlerini anlatmaktadır. Danişmendnâme'de hikâye edilen olayların tarihi gerçeklere uygunluğu, kahramanlarının yaşamış Türk beyleri olmalarından, Anadolu coğrafyasının gerçek isimleriyle anılmasından dolayı uzun süre tarih kitabı olarak nitelendirilmiştir.

Bir süre önce İslam Ülkeleri arası bir EDEBİYAT FESTİVALi önermiştim Belediye başkanına. 
Malum koca İslam Ümmeti halen çocuklarını batının kültür değerleriyle yetiştirmekteler. Müslümanlar artık çocuklarına rol model olarak kendi kahramanlarını sunmak durumundadırlar. Bunun için hikayelere, çizgiromanlara ve hatta çizgifilmlere ihtiyacımız vardır.

Bu sene Kasım ayının ikinci haftası ilkini gerçekleştireceğimiz bir Edebiyat Festivali. Festival ilk etkinlik yılında ÇOCUK VE GENÇLİK edebiyatını işleyecek. Yeni yazarlar, yeni eserler tanıtılacak kamuoyuna...Edebiyatın teşviki hususunda arayışlar sunulacak topluma.

Namazdı, toplantıydı derken girdiğim derin düşüncelerimden omuzuma dokunan bir el ile kurtuldum. Biri silkeliyordu beni. Kafamı çevirip te yüzüne bakakaldığım kişi oldukça şaşırttı beni. Sıkı durun, ismini sizinle de paylaşacağım. Eminin siz de çok şaşıracaksınız. 


O ise şaşkınlıktan adını yüksek sesle haykırmamam için eliyle ağzımı kapattı.

"Sen!" dedim.
"Senin ne işin var burada?"
Sırnaşıkça ama içtenlikle bir çırpıda oturuverdi yanıma. Teklif beklemeksizin elimdeki Bakımsız Tarzan Simidimden de bir parça da koparıverdi. 
"Çaysız simit olmaz be oğlum" dedi. Hemen arkadaki küçük çay ocağının garsonuna seslendi. "İki çay!"
Şaşkınlığım yakalara takılı rozet gibi kalakaldı suratımda. Konuşmama fırsat vermiyordu bile ki atıvereyim yüzümdeki salakça ifadeyi.
"Lan Fehmi" dedi, bozuk Türkçesiyle. "Söylesem inanamazsın" dedi arkasından. "Eminim ki bu söyleyeceklerim şimdilik aramızda bir sır olarak kalacak!" Başladı anlatmaya.
"Hani" dedi, 1456 yılında Fâtih, Wlad'i Eflâk prensligine tayin etmiştiya. Wlad, kardesi Radul ile birlikte Osmanlı sarayında rehine olarak bulunmuştu. Hüküm sürdüğü memlekete Fâtih'in yardımı ile sahip olmasına ve Pâdişaha karşı dost kalacağına dair yemin etmiş bulunmasına rağmen Wlad, sözünde durmayarak Osmanlılar aleyhine Macarlarla anlasma yapmıştı.Fâtih'in, Karadeniz ve Trabzon'da bulundugu sıralarda, Eflâk'ta bazı hadiseler olmaktaydı. Burada Türklerin "Kazıklı Voyvoda", Macarlarin "Drakula" (Şeytan), Ulahların "Çepelpuç" (Cellad) dedikleri Wlad adında zulüm delisi bir adam, halka idarenin en korkuncunu tattırmaktaydı. Bu çılgın adam, vahşi ve insanlık dışı birtakım zevklere sahipti. O, kazıklara vurulmuş ve işkence içinde can vermekte olan Türklerin meydana getirdigi büyük halkanın ortasında, saray halkı ile birlikte yemek yemekten zevk alırdı. Eline Türk esirleri geçince ayaklarındaki derinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı etlere tuz ekilmesini, sonra da bunları keçilere yalatmasını emrederdi. Böylece, diri diri ayaklarının derisi yüzülen esirlerin işkencesi, daha büyük olurdu. O, kendisine gönderilen Osmanlı elçilerinin sarıklarını başlarına çiviletmişti. Fâtih Sultan Mehmed, onu İstanbul'a davet eder. Ancak Wlad, düşmanlarının çokluğundan ve memlekette bulunmadığı bir sırada tac ve tahtının Macarlara verileceğinden korktuğundan, Eflâk'ı düşmanlarına karşı muhafaza edecek bir kuvvetin gönderilmesini rica eder. Bunun üzerine Pâdişah, Silistre Beyi Yunus Bey ile Çakırcıbaşı Hamza Bey'i Eflâk'i beklemek üzere görevlendirir. Yunus Bey ile ÇakırcIbaşı Hamza Bey, Tuna kenarına geldikleri vakit, nehrin donmuş olduğunu görürler. Bununla beraber Tuna'yı geçmek hazırlıkları yaptıkları ve dostluktan başka bir şey ümid etmedikleri, hatta itibar göreceklerini sandıkları bir sırada Wlad'ın büyük bir saldırısına uğrarlar. Bu baskında Yunus Bey şehid, Hamza Bey de esir edilmişti. Wlad, daha sonra Hamza Bey'i öldürerek başını Macar kralına gönderir. Kan dökücü Wlad, aldığı esirlerin tamamını kazığa vurduktan sonra, Osmanlılara ait bazı sehir ve kasabaları tahrip etmekten de çekinmez.Bütün bu olanları haber alan Fâtih Sultan Mehmed, hiddetinden ve üzüntüsünden yerinde duramayarak 150 bin kişilik bir ordu ve 25 büyük, 150 küçük parça deniz kuvveti (nehir donanması) hazırlayarak, Allah'ın kullarına zulm eden bu zâlimi ortadan kaldırmak için Eflâk seferine çıkar. Fâtih, Eflâk ortalarına kadar gittiği halde, Wlad'in kuvvetleri ortalarda görünmüyorlardı. Wlad, Fâtih'in, casusları vasıtasiyle önceden haber aldığı bir gece baskını düzenleyerek Pâdişahı öldürmek ister. Fakat bunda muvaffak olamadığı gibi, perişan bir halde canını zor kurtarıp kaçabilir. Osmanlı akıncıları onu bulmak için bütün Eflâk’ı tararlar. Pâdişah da ordusuyla prensliğin başkentine yürür. Şehrin yakınında kazıklanmış 15 bin adamdan kurulu korkunç bir orman görünce nefretle "Devlet kuvvetini böyle kullanmış, tebeasına ve Allah'a karşı bu denlü cinayetler islemiş bir adam, asla itibara layık değildir" der.Yaralı olarak kaçıp Macarlara sığınan Wlad, onlardan yardım ister. Fakat Macar Kralı, hiç yoktan Osmanlılarla bir anlaşmazlığa düşmek istemediğinden bu yardımı yapmamış, hatta Wlad'i yakalayarak haps etmişti. Öte taraftan Osmanlılar, Wlad'in kardeşi Radul'u oniki bin duka yıllık vergiye bağlayarak Eflâk prensliğinin başına getirdiler. Böylece Eflâk, mümtaz bir eyâlet haline getirilerek, Osmanlılara sıkıca bağlanmış oldu.

1476 yılında Osmanlı ordusu ile giriştiği savaşta esir alınan Eflak Beyliği prensi Kont Dracula’nın Tokat kalesinde esir tutulduğu herhalde çok az kimse bilmektedir."

Eeee be adam ne söylemeye çalışıyorsun? Anlat ta bilelim artık." Ben bir anda karşıma çıkan bu eski dostun herzamanki gibi beni şaşırtmalarına nisbetende olsa alışkındım. Ama siz dostlar sıkın biraz dişinizi daha da dostumun anlattıklarını sizlerle paylaşmama müsaade edin.  
"Burada bulunan iki yapının zindan olarak kullanıldığını düşünüyoruz. Çıkarılan yapılar bunu gösteriyor. Dracula’nın da oda olarak nerede kaldığını tahmin etmek zor ama buralarda bir yerde kaldığı tahmin ediliyor. Bu alana giriş tamamen sağdan sağlanıyor ve sol tarafları barınak olarak inşa edildiği için zindan olduğunu tahmin ediyoruz." 

"Bunun için mi Tokat'tasın?" diyebildim dostuma.
"Sabret Fehmi Kardeş. Şimdi geldik olayın bomba kısmına. Bütün vücud azaların pürdikkat kesilsin ve dikkatlice dinle beni."

Sanırım üç yıl önce en son yurtdışındaki bir toplantıda bir araya gelmiştik. Kalabalık bir kokteylde fısıldıyarak "Sıkı dur. Bomba bir olayın peşindeyim." demişti, sanki bu günü işaret edercesine. 



“Longinus’un Mızrağı” ya da “Kutsal Mızrak” olayını duymuşsundur, hani.  Çarmıha gerili olan İsa’nın göğsüne saplandığı söylenen mızraktan bahsediyorum. 


"Dikkat et dostum, kutsal kase'den, kutsal mızraktan bahsedilir de...Kimse Hz. İsa'nın böğrünü deşen kişiden kimse bahsetmez.

Herşey sorgulanmıştır. Hitler’in “Spear of Destiny”e (Kader Mızrağı) olan düşkünlüğü misal. Longinus’un mızrağı olarak da bilinen bu silah, Avusturya İmparatorluk Müzesinde bulunmaktadır ve iddialara göre çarmıhtaki İsa’nın böğrünü deşen mızrak budur.
1913 yılında Adolf Hitler, Viyana sokaklarında suluboya resimler satarak geçimini sağlarken, soğuktan donmamak için sık sık Hofburg müzesine giderdi. Müzedeki onca değerli eşya arasında bir tanesi vardı ki bu çok dikkatini çekiyordu. Bu, Hz.İsa'nın çarmıha gerildiği sırada bir Romalı askerin ona sapladığı öne sürülen bir mızraktı. Mızrağa sahip olanın dünyaya da egemenlik kurmaya başlayacağına inanılmaktadır.
Bu mızrağı tüm Avusturyalı Kutsal Roma İmparatorları yanlarında savaşa götürmüşlerdir. Walter Stein, Hitler’in bu silah tarafından adeta büyülendiğini ve Longinus’un mızrağına sahip olunca Nazilerin dünya egemenliğinin ve Hıristiyanlık üzerindeki zaferlerinin kesinleşeceğine inandığını yazmaktadır. Bu silahın Hitler için ne denli önem taşıdığı belli değildir, çünkü sonunda mızrak Nazilerce ele geçirildiğinde Hitler, en azından herkesin arasındayken hiçbir ilgi ve sevinç göstermez.

Nazilerin kayıp kutsal eşyalara, özellikle Hıristiyanlığa ait olanlara, özel ilgi besledikleri bilinmektedir. Edilgenlik, eşitliğe inanç gibi Batı uygarlığını yozlaştırdıklarına inandıkları tüm değerlerin yabancı ve Doğulu bir din olan Hıristiyanlıkça Ari ırka zorla yutturulduğunu düşünen Nazilerin, Hıristiyanlık karşıtı bu güdüleri göz önüne alınınca, Hıristiyanlığın kutsal eşyaları için bu ilgileri oldukça şaşırtıcı duruma gelir.

“Phisummum” Projesi ve “Deccal” (Anti Christ = İsa Aleyhtarı)

1923 yılında Hitler misyonu için hazırlanırken, Almanya’da başka bir önemli olay daha oluyordu. Thule örgütünün anahtar üyeleri, Aleister Crowley’in Locası“Astrum Argentinum” (İlluminati’nin Gümüş Yıldızı Tarikatı) ile birlikte“Phisummum” denilen ortak bir gizli projeyi yürürlüğe sokmuşlardı. Bu proje ve gizli tarikatın bütün amacı “Zaman Yolculuğu”nu gerçekleştirmek idi. Bu projeyi yürüten gizli örgüt,Thule’nin içindeki çekirdek kadronun oluşturduğu,“Kara Güneş Tarikatı” idi. Bu arada şunu da belirtmeden geçmeyeyim, gerek Thule, gerekse Vril örgütü, bugün hem Almanya’da hem de dünyada mevcuttur ve faaliyetlerine devam etmektedir.

“Phisummum” projesinde, “Kara Güneş Tarikatı”, “Kutsal Kase”yi (Graal) geçmiş yüzyıllardan günümüze getirerek, “Deccal”in yardımcılarının eline bir güç olarak vermeyi düşünmüştü. Bu majikal işleme, Aleister Crowley ve diğer büyücüler de katılmıştı. Bu büyücülerden bazıları yüksek rütbeli Nazi’lerdi.

Bu işlem sırasında “Longinus’un Mızrağı”, majikal güç kaynağı olarak kullanılmış ve sex majisi de uygulanmıştı. Sonuçlarını “Kara Güneş” örgütünün kontrol ettiği bu majikal işlemler sonunda, zamanda küçük fakat çarpık bir pencere açılmıştı. Aynı yıl projenin başkanı üstad Dietrich Eckhart’ın ölümü üzerine, takipçileri zamanda bir çatlak açarak, 1943 yılında Amerika’da gerçekleştirilen “Philadelphia Deneyi”nin oluşmasına sebep olmuşlardı.


Bir an dostum konuşurken soluksuz kalacağını zannettim. İşte tam o anda beklenen Cuma Namazının ezanı okunmaya başlanmıştı. 

"Ezan bitinceye kadar, öykümde biter...Meraklanma " dedi. "Belki Namaz sonrası bir Tokat Kebabı ısmarlarsan hikayenin tamamını anlatırım" dedi. 
Dedi, "Kazıklı Voyvadanın peşisıra geldim, memleketine. Seninde Tokatlı olduğunu unutmuşum bu arada. Bilseydim gelmezden önce temasa geçerdim seninle. Buralar bir harika dostum. İnsanlık tarihi buralarda..."
Kaldığı yerden hikayesini bitirmeye çalışıyordu aynı aceleciliğiyle.

"Vlad'ın derdi aslında ölümsüzlüktü. Kutsal Kasenin peşinde asırlardır koşan herkes gibi. Hz. İsa ölümsüzdüya hani. Hah işte, İsa'nın böğrünü deşen kişi bir kaseye doldurmuştu mızrağıyla deştiği yerden akan kanını. Ve bir dikişte kafasına dikivermişti sonra o akan kanı. Çünkü İsa dirilmişti. O gün bugündür o romalı askerinde hayatta olduğu söylenilir. Bütün o bilgilerle kafayı yer kısaca Vlad.  İstanbulda Çemberlitaş'ın altından kutsal kaseyi elde eder. Ve o Romalı askerin soyundan gelenlerin peşine düşer, kanlarını emip/içip ölümsüzlüğe kavuşmak için. Türklerin ise ölümsüz olduklarına inanır. Onun içindir Türk düşmanlığının sebebi. Çünkü siz Türkler Şehidlerin ölümsüz olduğuna inanırsınız."



"Yani..." dedim.
"Yanisi" dedi. "Kutsal Kase'yi Kont Drakula Tokat Kalesine saklamış. Onu bulmaya geldim." Vampir filmlerinin hikayesi de bundan ibaret yani.

Caminin kapsına gelmiştik. Ben içeri girmek için hamle yaparken arkadaşım benden önce Camiye adımını atmıştı bile.
Al bir şaşkınlık daha!
"Gel" dedi. "Önsaflarda yer tutalım."
Dedim "nasıl yani?"

"Ah! Özür dilerim. Söylemeyi unuttum. Geçen sene Kudüste Müslüman oldum. Ve hep senin gibi dua ediyorum. Allahım, Ümmet-i Muhammed'e HÜR CUMALAR NASİP EYLE!"

Dan Brown önde ben arkada dalıvermiştik cemaatin arasına. 
"Müslüman adım artık Danyal...Şimdilik aramızda kalsın!"


 Fehmi Demirbağ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder