6 Ekim 2015 Salı


KÖLELER OKUMASIN LÜTFEN!

Geçen hafta hayvanları koruma ile ilgili çalışmalar yapan derneğin yönetim kurulu başkanından randevu almıştım. Başkan derneğin faaliyetleri hakkında uzun uzun bilgiler verdi.

"Turnalar" dedim. "Artık göğümüzde olmayan turnalar Türkülerimizi de terk ettiler." dedim. O dedi; "kediler ve köpekler!" Dedim "eyvallah!" Diyemedim ama "bir kedi ve köpek maması markasının distribütörü olmasaydınız igilenir miydiniz kedi ve köpeklerle bu kadar?" Aklıma geldi, bir zaman Atatürk heykelleri yapan bir Ermeni vatandaşın Atatürkçü Düşünce Derneğinin uzun süre başkanlık yapması.

Dedim "şehirleşme ile sokaklarımızda artık kedi ve köpeklere neden yer yok!" Meselenin özüne neden inilmez ki? "Martılar çöpçü oldular. Kargaların attığı çığlıkları neden duymayız? Hele o serçeler??? Kumruların kim farkında?

Diyemedim misal, "tarlalarımızda hasad sonrası anızlar yakılmakta. Ne kadar da çok böcekler vesair küçük mahlukat...bakterisine varıncaya kadar zalimce yakılarak yok edilmekte?"

Diyemedim; "Böcek ilaçlaması adı altında kimyasal katliamlar yapılmakta. Hayvanların yaşam alanlarına beton yapıları kondurararak insanlar, işgalci değillermi ki...karıncasız piknik alanları hayal etmekteler üstüne üstlük?"

Kocaman gökdelerle setler çekmedik mi kuşların göçyollarına?

Merhametini yitirmiş insanlık petshoplarda vicdanını arar durur hesaplar boyu. Sahteden endüstriyel hobidir artık sevginin hertürü...

Filan da filan derken, başkanla asıl görüşme sebebine gelivermiştim nihayet.

"Abi 'İslam ve Medeniyet' isimli bir dergi çıkartmayı düşünüyoruz da...Miyaw markalı ürünlerinizin reklamını almak istiyoruz."


***

Eğer ölürsem buralarda...vasiyetimdir beni götürsünler doğduğum topraklara...beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar...

Dudağımda eskimeyen, tanıdık bir şarkı...nasıl da geldi de yapıştı aklımın bir köşesine.

Dedi, arkadaşım telefonda; "Ahmet öldü."

Geçen haftanın en içimi acıtan olayı buydu. "Ahmet öldü!" Arkasından "Eğer ölürsem buralarda...vasiyetimdir beni götürsünler doğduğum topraklara...beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar...

Ne de severdi bu şarkıyı Ahmet.

Urfalıydı. Benim gibi üniversite okumak için kalkıp gelmişti gurbete. Bilir misiniz, İstanbul'un asıl isminin Gurbet olduğunu? Ben Tokat'a dönememiştim, o Urfa'ya. Bayram seyran ziyaretleri dışında gidememiştik, dönememiştik evlerimize ocaklarımıza.

Misal ben, sabi sübyan ayrıldığım memleketten babamın yaşlanışını kaçırmıştım...Anamın...Yeğenlerimin büyümesine dair aklıma takılı fotoğrafımda olmadı.

Yurt edinmiştik birlikte öğrenci yurt odalarını...bekar evlerini.

Takılırdım; pis Kürt diye...Kokmuş çerkez derdi o da bana.


İş bulmak...Çalışmak...Belki bir emeklilik derken emekliye emekliye gelivermiştik bu günlere. Sıtkımız sıyrılırdı İstanbuldan hep içimiz daraldığında. Bu boktan şehiri bırakıp gitmekten bahsederdik de çoğu.

"Ben" derdi.

"Bu terör belası yüzünden dönemem sılaya. Ege'de bir sahil kasabasında görürdük düşlerimizi."

Dediler "Ahmet ölmüş."

"Biz derdi, kardeşiz. Baksana hayallerimiz bile bir."

Terör derdi ortak düşmanımız.

Ve cehalet!

Ve fakirlik!

Kirli bir oyun derdi.

Yine de demeden edemezdi;

"Eğer ölürsem buralarda...vasiyetimdir beni götürsünler doğduğum topraklara...beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar...


*****

Cuma'dan sonraydı.
"Hadi" dedi arkadaşım. "Gidiyoruz."

Arnavut kaldırımlı yokuştan tırmanırken nefes nefeseydim. "Ah ulan zıkkım sigara" dedim bir kez daha.

Elimdeki bond çantayı sıkısıkıya tutuyordum, kaptırmamak için. Kalabalıkta omuz omuza yürüyorduk. Eee tekin olmayan kentin kaldırımları balta girmemiş orman misali. Heran nereden ne belirir belli değil.

Verilen adrese bildirilen saatte ulaştık. Binanın girişindeki karabakışlı adamlara aldırış etmeden üçüncü kata çıktık dar merdivenlerden.

Eski ve geniş masanın üzerindeki senetleri kontrol ettikten sonra aldım cebime koydum.

"Konuştuğumuz gibi" dedi arkadaşım. "Bu da karşılığı olan bedel" dedi bond çantayı uzatırken. Sonra odanın içindeki onca erkeğin arasındaki tek bayana bakışıyla gidiyoruz kavlinden bir işaret yöneltti.

İki kişi olarak geldiğimiz metruk binadan üç kişi olarak çıkıyorduk bir bond dolusu paranın karşılığında.

Arkadaşım sizlerin deyimiyle bir orospu çocuğuydu. Özür dilerim ama bu ifadeyi mecburen kullandım. Arkadaşımın annesi 70 li yıllarda İstanbul'a ekmek için gelen Anadolunun...işte bir yerinden...neresi olduğu önemli mi? Fakir bir ailenin kızıymış. Dramatik bir hikaye. Geniş bir zamanda paylaşırım sizlerle. Kötü yola düşer. Genelevinde çalıştırılır zoraki senetler imzalatılarak. Arkadaşımın kendisi ise annesinin yaptığı tek evliliğin meyvesi.

Liseye kadar okutur annesi arkadaşımı. Annesinin yaşadıklarından habersizdir ama. Derken ölür gider annesi. Hayatta bir başınadır artık arkadaşım.

Aksararay'daki Murat Paşa camiinde tanışmıştık çok zaman öncesi.

Sonra itiraf etmişti. "Cemaati tırtıklamaya gelmiştim aslında camiye."

Cezaevleri, işlenen onca suç filan derken...Kendi hikayesine...annesininkine vakıf olur bir şekilde.

Dedim ya uzun hikaye...

"İslamda kölelik yoktur." Aşağılık kapitalist düzen sex işçisi der tuzağına düşürdüğü masum ve namuslu Anadolu kadınına. 
Ve hatta Köle değil midir insanlık kapitalistlerin fabrikalarında? Ofislerinde, bürolarında!?

Para-pul sahibi olur bir şekilde arkadaşım, Laleli'de.

Sonra da kendini adar bir şekilde genelevine düşürülen kadınları azad etmeye.

"Köle azad etmektir" bir şekilde benim yaptığım.

Arkadaşımın geniş hikayesini uzun uzadıya anlatırım nasipse... Ama ben yalnızca geçen hafta yaşadıklarımı paylaşmak istedim bu yazımda kısaca.


Fehmi Demirbağ


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder