15 Ekim 2016 Cumartesi

EFENDİMİZ


Hz. Muhammed’in bu biyografisini bundan yaklaşık on yıl önce, Salman Rüşdi krizi sırasında yazdım. Bir sü­redir. en liberal ve hoşgörülü çevrelerde bile İslamiyet ile ilgili sık sık karşılaştığım önyargılardan rahatsız oluyor­dum. Yirminci yüzyıldaki korkunç olaylardan sonra, ben­ce dünya nüfusunun yaklaşık beşte birini oluşturan 1.2 milyarlık Müslüman kesimle ilgili bozuk ve yanlış bilgi­lere sahip olma lüksüne sahip değiliz. Ayetullah Humeyni Salman Rüşdi ve yayıncısına karşı ünlü fetvasını ver­diğinde, bu Batılı önyargı daha da apaçık bir hale geldi.
1990 yılında ben bu kitabı yazarken, özellikle de fet­va verildikten tam bir ay sonra, bir İslami Kongre top­lantısında kırk beş üyeden kırk dördünün Ayetullah’ın yönetim tarzının kesinlikle İslamiyet’e uygun olmadığı fikrini savunurken, İngiltere’de hiç kimse bunu duy­mak istemiyordu. Suudi Arabistan’daki Şiiler’in ve Kahıre'deki saygın El-Ezhar Medresesi’nin fetvanın İsla­ma kanunlarla örtüşmediğini duyururken, yine Batılı insanlar arasında çok az kişi buna dikkat etti. Kendile- rini Ayetullah’tan soyutlayan, Rüşdi’nin öldürülmesini istemeyen ama aynı zamanda da Rüşdi’nin romanında gösterilen Hz. Muhammed portresini neredeyse küfür nlarak değerlendiren İngiltere’deki birçok Müslüman, seslerini ancak kendilerini dinlemeye hevesli bir avuç kişiye duyurabilmişti. Batılı entelektüeller, bütün Müs­lüman dünyasının Rüşdi’nin kanının peşinde olduğuna inanmak istiyor gibiydi. İngiltere’nin önde gelen bazı pazarlan, entelektüelleri ve felsefecileri, İslamiyet’i ina- mılmaz bir cehaletle veya kasıtlı bir ilgisizlikle, olumsuz yönde tanımlıyorlardı. Onlara göre, İslamiyet tamamen hoşgörüsüz, fanatik bir inanç sistemiydi ve hiçbir şekil­de saygıyı hak etmiyordu; ve duyarlı Müslümanların Rüşdi’nin Şeytan Ayetlerimle sevgili peygamberlerini korkunç bir portreyle göstermesinden rahatsızlık duy­muş ve incinmiş olmasının da hiçbir önemi yoktu.
Bu kitabı yazmamın nedeni, Batılı insanların çoğunun İslamiyet ile ilgili bilgilerinin büyük ölçüde Rüşdi’nin ki­tabına dayanmasıydı. Rüşdi’nin romanında ne yapmaya çalıştığını anlamış olsam bile, Hz. Muhammed’in gerçek hayat öyküsünün de okurlara sunulması gerektiğine, çünkü dünya tarihi boyunca gelmiş geçmiş en önemli in­sanlardan biri olduğuna inanıyordum. Çoğu kişi benim gibi kâfir bir kadının sevgili peygamberleri hakkında yaz­ma cüretini göstermesi karşısında Müslümanların sert tepki vereceğine inandığından, kitabım için bir yayıncı bulmam çok zor oldu ve bu kitap yayınlandığı takdirde, benim de Rüşdi’nin kategorisine sokulacağımı söyleyen çoktu. Ama o zor dönemde Müslümanların kitabıma gös­terdikleri yakın ilgi beni çok etkiledi. Müslümanlar ve ciddi İslamcılar, sorun çıkarmaya çalışan kaçak bir rahi­beden fazlası olduğuma inanarak beni ciddiye alan ilk in­sanlar oldular. Sonraki on yıl boyunca, Batı’daki özgün İs­lamiyet korkusu yatışmaya başladı. Eski önyargılar za­man zaman hâlâ ortaya çıkıyor ama insanlar Müslümanlara giderek daha hoşgörülü olmaya başladılar.
Sonrasında ise 11 Eylül 2001’deki saldırılar geldi. Müslüman aşırıcılar, New York’taki Dünya Ticaret Mer- kezi’ni ve Pentagon’un bir kanadını vururken, beş bin­den fazla insanı öldürdüler. Bu inanılmaz suç, Batı’da İs­lamiyet’in cinayet ve şiddeti vurgulayan fanatik bir inanç sistemi olduğu yönündeki tüm olumsuz görüşleri yeniden alevlendirdi. Bu yeni giriş bölümünü, saldırıdan sadece bir ay sonra yazıyorum. Çok tuhaf bir dönemdi. İslamiyet’in şiddete eğilimli bir inanç sistemi olduğu ko­nusundaki fikir hâlâ canlı ve güçlü. Trajediyi izleyen günlerde süren ve bitip tükenmek bilmeyen tartışmalar­da, İslamiyet’i eleştirenler Kuran’daki ateşli bölümleri bulup çıkardılar ve bu ayetlerin aşırıcılığı ve fanatizmi kolayca teşvik edebileceğini savundular. Öte yandan, Musevi ve Hıristiyan kutsal metinlerinin de aynı derece­de kavgacı özellikler gösterdiğini hiç kimse dikkate al­madı. Musevi încili Tevrat’ın en kutsal bölümünde, İsra­il halkı sık sık Kenanlıları Vaadedilmiş Topraklardan at­maya, kutsal sembollerini yok etmeye ve onlarla hiçbir şekilde anlaşma yapmamaya teşvik edilmektedir. Muse­vi muhafazakarların küçük bir bölümü, Filistin’de uygu­lanan vahşeti haklı çıkarmak ve Orta Doğu’daki barış sürecini kösteklemek için bu bölümleri kullanmaktadır­lar. Ama neredeyse herkes bilir ki bu kavgacı eğilimli ayetler Musevilik inancının tamamını yansıtamaz ve on­ları bu şekilde kullanmak kesinlikle adil değildir. Aynı şekilde, Hz. îsa da bir pasifist olarak gösterilir ama In­cil’in müjdelerinde sık sık kavgacı ve saldırgan sözler söylediği bilinmektedir. Hatta Incil’in bir yerinde, barışı değil, kılıcı getirmek için geldiğini vurgulamaktadır. Ama Hıristiyan Sırplar, Sırbistan’da sekiz bin Müslü­man’ı katlederken, kimse bu ayetlerden söz etmedi. Kim­se Hıristiyanlık dinini tehlikeli ve şiddet eğilimli bir inanç sistemi olarak değerlendirmedi, çünkü çoğu kişi bu karmaşık ve geniş çaplı inanç sistemini, böyle bir suçla­manın doğru olmayacağını anlayacak kadar iyi tanımak­tadır. Gerçek şu ki çoğu Batılı insanlar, İslamiyet’i adil bir şekilde yargılayacak veya bu konulan yapıcı bir şekil­de tartışacak kadar derin bir anlayışa sahip değildir.
Ama o karanlık günlerde bile, Batı’mn İslamiyet ile ilgili fikirlerini geliştirme çabaları sonuçsuz kalmış gibi göründüğü zamanlarda bile, bazı umut verici olaylar yaşandı. Öncelikle, Başkan George W. Bush ve Başba­kan Tony Blairhn, teröristlerin ve bu şiddet olayının İs­lamiyet’in zengin ve karmaşık geleneğini yansıtmadığı­nı söylemesi beni çok etkiledi; iki devlet adamı camileri ziyaret etti, Afganistan’daki savaşın Müslümanlara karşı olmadığı konusunda güvence verdi ve İslamiyet’in temelinde barışçıl bir din olduğunu vurguladı. Bu ta­mamen yeni, daha önce benzeri görülmemiş bir geliş­meydi. Rüşdi krizi sırasında hiçbir devlet adamı böyle bir açıklama yapmamıştı.
Öte yandan, birçok kişinin artık Müslüman inancı konusunda cahil kalamayacaklarını anlaması da cesa­ret verici bir gelişmeydi. Birleşik Devletlerde, kitapevlerinde Kuran satılmaya başladı ve İslamiyet ile ilgili kitapların benimkilerden bazıları da dahil olmak üzere  satışlarında ciddi bir patlama yaşandı. On iki yıl önce sadece çok az kişi Müslüman inancını öğren­meye hevesliyken, 11 Eylül’deki şok saldırılardan son­ra insanların İslamiyet, Kuran ve Hz. Muhammed ile ilgili öğrenmek istedikleri şeylerin sonu gelmiyor gibiy­di. Doğru, bazı Batılı ülkelerde Müslümanlık karşıtı hareketler de vardı. Orta Doğulu insanlar öldürülüyor, çarşaflı kadınlar evlerinden çıkmaya korkuyordu. Ca­milere saldırılıyordu. Ama bu korkunç olayların sona erdirilmesi için ciddi bir çaba da harcanıyordu. Bütün bunlar son derece olumlu şeylerdi ve eğer Eylül ayın­daki canavarlık Batı’da İslamiyet konusunda yeni bir anlayış ve değerlendirmenin doğmasına neden olduy­sa, bu trajediden elde edilecek bazı olumlu şeyler de olabilir yine de.
Ama benim için asıl acı verici olan, teröristlerin Hz. Muhammed’in ayak izlerini takip ettiklerine inanmala­rıydı. Öncelikli şüpheli Usame Bin Ladin, Hz. Muham­med’in peygamberlik geçmişine dayanan fundamenta- list bir ideoloji izliyordu. 1966 yılında Başkan Cemal Abdü’n-Nâsır tarafından idam ettirilen Mısırlı bir ente­lektüel olan Seyyid Kutb tarafından ilk kez tanıtılan bu ideolojiye göre, İslam Peygamberi’nin hayatı Tanrı ta­rafından gönderilen ilahi bir program, bir örnekti; doğ­ru ve ahlaklı bir toplum yaratmanın tek yolu bu ideolojiden geçiyordu. Hz. Muhammed, Müslümanların adına cahiliye (kelime anlamıyla Cehalet Çağı) dedikleri şey­le savaşmıştı; bu, Müslümanların İslamiyet öncesi Ara­bistan’daki yozlaşmış barbarlığı anlatmak için kullan­dıkları bir ifadedir. Ama Kutb’a göre, her çağda cahiliye vardı ve yirminci yüzyıldaki Müslümanlar da İslam Peygamberi’nin örneğini izlemeli, bu kötülüğü bölgele­rinden atmalıydı. Öncelikle kendilerini cahil toplum­dan arındırmalı, bir gün tüm Müslümanlar için savaşa­cak adanmış bir grup oluşturmalıydılar; tıpkı Hz. Muhammed’in Mekke’de vaazlar vermeye başladığı dö­nemde olduğu gibi. Zaman içinde gerçek Müslümanlar cahil toplumdan ayrılacak ve tam anlamıyla İslami bir toplum kuracaklardı. Programın son aşamasında, Müs­lümanlar bir cihat başlatacaklardı; tıpkı Hz. Muhammed’in 630 yılında Mekke’yi fethettiği ve tüm Arap top­raklarını İslami yönetim altında birleştirdiği gibi.
Bin Ladin bu ideolojiye kesinlikle inanıyordu. 11 Eylül’ü izleyen haftalarda, sık sık Kutb’un terminolojisini kullanarak konuştu ve eğitim kamplarında cihat savaş­çılarının nasıl hazırlandığını görmek mümkündü. Uçakları kaçıran korsanlar da Hz. Muhammed’i izle­diklerine inanıyorlardı. Bagajlarında bulunduğu iddia edilen belgelerde, “İyimser olun,” deniyordu; “İslam Peygamberi daima iyimserdi.”
Ama Hz. Muhammed’in 11 Eylül’de adına gerçekleşti­rilen katliama sıcak ya da iyimser bakacağı fikri son de­rece büyük bir saçmalıktır, çünkü ilerleyen sayfalarda göstermeye çalışacağım gibi, Hz. Muhammed hayatının büyük bölümünü bu tür şiddet olaylarını durdurmaya çalışmakla geçirmiştir. Müslümanların kendilerini Tanrı’ya teslim etmeleri gerektiği mesajını vurgulayan İslam kelimesinin kendisi bile, “barış” anlamına gelen salam kelimesinden türemiştir. En önemlisi, Hz. Muhammed daha sonra şiddeti yasaklamış ve şiddetsizliğe, barışçıllığa yönelik Gandi’yi bile kıskandıracak bir politika izlemiştir. Kutsal savaşın Hz. Muhammed’in yaşam mesajı olduğuna inanmakla, fundamentalistler onun hayatının bütün anlamını çürütmüş, vermek istediği mesaja saygı­sızlık etmişlerdir. Cihadın babası olmak bir yana, Hz. Muhammed, hayatını ve en yakın yandaşlarının sadaka­tini bile tehlikeye atar bir şekilde Mekke ile uzlaşma fik­rini vurgulayacak kadar ısrarcı bir barış taraftarıydı. Ölüm ve şiddet dolu bir savaşı sürdürmek yerine, Hz. Muhammed pazarlık yapmaya ve uzlaşmaya hazırdı. Ve Kuran’da da anlatıldığı gibi, bu görkemli alçakgönüllü­lük, büyük bir zafer kazandırmıştı.
Bu tehlikeli dönemde asıl ihtiyacımız olan şey, Hz. Muhammed’in yaşam öyküsüdür. Müslüman aşmaların Hz. Muhammed’in biyografisini çalıp çarpıtmasına, ken­di çıkarlarına uygun bir şekilde yozlaştırmasına izin ve­rilmemelidir. Dahası, tamamen değişmiş olan şimdiki dünyamızda nasıl yaşamamız gerektiğini öğrenmek için, Hz. Muhammed’den alacağımız çok ders vardır. îslam Peygamberi misyonuna başladığında, elinde belirgin bir planı yoktu. Böyle bir plan, eski dünyanın şiddetçi, inti­kamcı ve acımasız geleneklerine dayanmak zorunda ka­lacaktı ve Hz. Muhammed yapacağı şeylerin bunların ötesine geçmesi gerektiğini biliyordu. Bir politika oluştu­rup izlemek yerine, Hz. Muhammed olayların akışını iz­ledi, dinledi, aklını kullandı ve içsel sezgilerinin sesine kulak verdi; böylece çağdaşlarının yapabildiğinden çok daha fazlasını görüp, adımlarını ona göre attı. Böylece, savaşlardan bitkin ve harap düşmüş o zamanki Arabis­tan’da, hayal bile edilemeyecek bir sonuç yarattı. Eylül saldırılarından sonra, biz de benzer bir değişim yaşıyo­ruz. Bu tür bir savaşta Soğuk Savaş’m silahları ve ideolo­jileriyle savaşamayacağımızı biz de anlamak zorundayız. Daha önce benzeri görülmemiş bu durum için yeni çö­zümlere ihtiyacımız var ve Hz. Muhammed’in yaşam öy­küsüne bakarak bu konuda çok büyük dersler alabiliriz. Hepsinden öte, nasıl barış yapabileceğimizi ve barışı nasıl sürdürebileceğimizi ondan öğrenebiliriz. Onun bütün hayatı, öncelikle açgözlülüğün, nefretin ve başkalarını hakir görmenin önüne geçmemiz gerektiğini göstermek­tedir. Ancak o zaman insanların uyum içinde yaşayabile­ceği, birbirlerinin farklılıklarına saygı duyabileceği, sağ­lam ve güvenli bir dünya yaratabiliriz.
Batı’da, asla İslamiyet’e karşı hoşgörülü olmayı bece­remedik; bu inanç sistemiyle ilgili fikirlerimiz daima ka­baca, baştan savma ve kibirliydi ama artık bu tür cahil­ce ve önyargılı bir tutumu sürdüremeyeceğimizin farkı­na varmamız gerekiyor. Bu biyografinin sonunda, çalış­malarıyla bana sürekli bir esin kaynağı oluşturan Kana­dalI araştırmacı Wilfred Cantwell Smith’in bir çalışma­sına yer verdim. 1956’da yazan Smith, yirminci yüzyılın sınavlarından başarıyla geçmek istiyorsak, hem Batı hem de İslam toplumlannın karşılıklı çaba harcaması gereKÜgıTA üSylûyordu. Müslümanlar, Batılı toplumun başarılarını ve normlarını kabul etmek zorundaydı, kü bunlar hayatın gerçekleriydi. Ama Batılı halkların da “gezegeni kendilerinden aşağı değil, kendileriyle eşit insanlarla paylaştıklarım” öğrenmeleri gerekiyordu. Ba­tılı halklar ve Hıristiyan teolojisi diğer halklara saygı göstermeyi öğrenene kadar, iki taraf da yirminci yüzyı­lın gerçekleri karşısında bocalamaktan ve sürekli başa­rısız olmaktan kurtulamayacaklardı. 11 Eylül saldırıla­rı göstermiştir ki bazı ilerlemeler kaydedilmiş olsa bile — hem Batı’da hem de İslam dünyasında - hepimiz bu sı­navda başarısız olduk. Eğer yirmi birinci yüzyıl Hıristi­yan dünyasında daha iyi bir iş çıkarmak istiyorsak, Ba­tılı halklar gezegeni paylaştıkları Müslümanları anla­mayı öğrenmeye çalışmalıdırlar. Onların inançlarına, ihtiyaçlarına, öfkelerine ve amaçlarına saygı duymalı­dırlar. Eğer bunu yapmak istiyorsak, özgün dehası ve bilgeliğiyle bu karanlık ve korkutucu zamanları aydın­latabilecek Hz. Muhammed’in hayatını incelemekten daha iyi bir başlangıç düşünülemez.



1 - Düşman Olarak Hz. Muhammed

Müslümanların Salman Rüşdi’nin kurgu romanı Şey­tan Ayetlerindeki Hz. Muhammed portresine gösterdik­leri tepkiyi anlamak, Batılılar için zor oldu. Kurgu bir romanın böylesine ölümcül bir düşmanlığı ve nefreti do­ğurması inanılmaz gibi görünüyordu ve bu tür bir tep­ki, İslamiyet’in hoşgörüsüz bir inanç sistemi olduğunun en büyük kanıtı olarak algılanıyordu. İngiltere’deki in­sanlar için, kendi şehirlerindeki Müslüman halkların tamamen farklı değerlerle yaşaması ve bu değerleri öle­siye savunmaya hazır olmaları özellikle rahatsız ediciy­di. Ama bu açıdan Batı tarihinde de bazı rahatsız edici unsurlar vardı. İngilizler, Bradford’daki Müslümanla­rın romanı yakışlarını izlerken, asırlar önce Avrupa’da­ki Hıristiyanların büyük ateşlerin içine attıkları kitap­ları ne çabuk unuttular? Örneğin Roma Katolik Kilise­si tarafından bir aziz olarak değerlendirilen Fransa Kralı IX. Louis, 1242 yılında Yahudi Tevrat’ını İsa’nın kendisine karşı ölümcül bir saldırı olarak ilan etmişti. Kitap yasaklanmış ve kopyaları kralın huzurunda ateşe atılmıştı. Louis, Fransa’da yaşayan Yahudiler ile aralarındaki farkları uzlaşmacı ve barışçıl bir şekil­de çözmek hevesinde değildi. Hatta bir defasında bir Yahudi’ye yapılacak en iyi hareketin, “kılıcı kabza­sına kadar karnına gömmek” olduğunu söylemişti?15
(1) John of Joinville, The Life ofSt. Louis, trans. Rene Hague and ed. Na- talis de Waillj' (London, 1955), p. 36.

Hıristiyan kâfirleri adalet önüne getirmek ve sadece ki­tapları değil, yüzlerce kadın ve erkeği yakmak için En- gizisyon’u ilk kez harekete geçiren de Louis idi. Aynı za­manda Müslümanlardan da nefret ediyordu ve İslami dünya üzerine iki kez Haçlı Seferi başlatmıştı. Louis’in döneminde başkalarıyla birlikte var olmayı becereme­yen İslamiyet değil, Batılı Hıristiyanlar idi. Gerçek şu ki Müslümanlar ve Batılılar arasındaki acı ilişkinin başlangıcı olarak Müslüman İspanya’da Hz. Muham- med’e düzenlenen saldırı gösterilebilir.
850 yılında, Perfectus adında bir rahip, o zaman Müslüman bir eyalet olan El-Endülüs’teki Kurtuba’da alışverişe gitmişti. Orada bir grup Arap kendisine yak­laştı ve İsa’nın mı, yoksa Muhammed’in mi daha büyük bir peygamber olduğunu söylemesini istedi. Perfectus, bunun hileli bir soru olduğunu hemen anlamıştı, çünkü İslam imparatorluğunda Muhammed’i aşağılamak bü­yük bir suçtu ve bu yüzden önce dikkatle cevap verdi. Ama sonra aniden öfkelendi ve ateşli bir şekilde bağırıp çağırmaya, İslam Peygamberi’nin bir şarlatan, cinsel sapık ve Tanrı karşıtı olduğunu iddia etmeye başladı. Perfectus hemen yakalanıp hapse atıldı.
Bu, özellikle Hıristiyan-Müslüman ilişkilerinin nor­malde iyi olduğu Kurtuba için tuhaf ve sıra dışı bir olaydı. Museviler gibi, Hıristiyanlar da İslam impara­torluğu içinde büyük bir özgürlüğe sahipti ve çoğu İs­panyol, böylesine ilerlemiş bir uygarlığın üyesi olmak­tan, Avrupa’nın geri kalanından çok ileride yürümekten gurur duyuyordu. Onlara “Mozarab” deniyordu.
Hıristiyanlar, Arapların şiirlerini ve hikâyelerini oku­mayı sever; Arap teologları ve felsefecileri inceler, Arapça dili konusundaki bilgilerini geliştirmeye çalı­şırlar. Kutsal Metin hakkında Latince yorumlar oku­yan veya Müjdeler’i, peygamberleri veya havarileri in­celeyen rahipler şimdi nerede? Heyhat! Bütün yetenekli genç Hıristiyanlar, Arap kitaplarım büyük bir hevesle okuyup inceliyorlar.
Aynı dönemde Mozarablara bu saldırıyı yazan İspanyol rahip Paul Alvaro, Perfectus’u kültürel ve dinî bir kah­raman olarak görüyordu. Hz. Muhammed’i bu şekilde aşağılaması, Kurtuba’da tuhaf bir azınlık hareketi baş­latmış, Hıristiyan kadın ve erkekler Kadı’nm önüne çı­kıp Hıristiyanlık dinine sadakatlerini göstermek için Hz. Muhammed’e sözle saldırmaya başlamışlardı.
Perfectus hapse atıldığında çok korkmuştu ama Ka­dı, onun Müslümanlar tarafından haksızca kışkırtıldığı kanısına vararak ona ölüm cezası vermemişti. Ama bir­kaç gün sonra Perfectus bir kez daha aşırıya kaçtı ve Hz. Muhammed için öyle kötü sözler söyledi ki Kadı’mn ka­nunları tam olarak uygulamaktan başka seçeneği kal­madı. Rahip idam edildi ve toplum dışı yaşadığı bilinen bir grup Hıristiyan, onun vücudunu parçalara ayırıp şe­hidin kalıntılarına saygı göstermeye başladılar. Birkaç gün sonra, Ishak adında başka bir rahip Kadı’nın karşı­sına çıkarak Hz. Muhammed ve İslam dini hakkında ile­ri geri konuşmaya başladı; Kadı onun sarhoş ya da de­lirmiş olduğunu düşünerek kendine gelmesi için tokat­ladı. Ama Ishak tacizlerine devam etti; Kadı da kanun­ların bu şekilde çiğnenmesine seyirci kalamazdı.
Dokuzuncu yüzyıldaki Kurtuba, 1988’deki Brad- ford’dan çok farklıydı. Müslümanlar güçlü ve güvenliy­di. Bu Hıristiyan fanatikleri idam etmek konusunda hiç de hevesli görünmüyorlardı; bunun nedeni sadece adamların kendilerine hakim olamadıklarını düşünme­leri değil, aynı zamanda bir şehit kültü yaratmak iste­memeleriydi. Müslümanlar, diğer dinlerin öğretilerine karşı değillerdi. İslamiyet, Orta Doğu’da, çeşitli inanç

(2) Paul Alvaro, Indiculus Lurninosus, quoted in R.W. Southern, Yfestern Vieıvs of İslam in the Middle Ages (London, 1962), p. 21.


istemlerin asırlar boyunca birlikte var olmayı başardığı çok dinli bir ortamda doğmuştu. Aynı şekilde, Doğu Bi­zans İmparatorluğu da dinî azınlık grupların kendi inanç sistemlerini sürdürmesine izin veriyordu. İslam imparatorluğunda Hıristiyanların kanunlara karşı bir propagandası yoktu; istenen tek şey, kendi dinlerine saygı gösterildiği gibi, Hz. Muhammed’e karşı da onla­rın saygı göstermesiydi. Hatta imparatorluğun bazı ke­simlerinde, saygınlık sınırlarını aşmadığı sürece özgür düşünceye ve eleştiriye bile izin veriliyordu. Kurtuba’da hem Kadı hem de Amr, Perfectus ve Ishak’ı idam etmek istemiyorlardı ama kanunların çiğnenmesine de izin veremezlerdi. Ama Ishak’m idamından birkaç gün son­ra, üyesi olduğu manastırdan altı rahip daha geldi ve yine Hz. Muhammed’e saldırıldı. O yaz, yaklaşık elli ki­şi bu şekilde idam edildi. Bu saldırgan şehitlik kültün­den tedirgin olan Kurtuba Piskoposu ve Mozarablar, bu rahipleri kınadılar. Ama şehitler iki kahraman bulmuş­lardı: Eulogio adında bir rahip ve Paul Alvaro, şehitle­rin inançları için cesurca savaşan “Tann’mn askerleri” olduğunu söylüyorlardı. İslamiyet’e karşı karmaşık bir ahlak savaşı başlatmışlardı ve Müslüman otoriteler için bununla başa çıkmak zordu, çünkü kaçınılmaz bir şekilde kendilerini haksız duruma düşüreceklerdi.
Şehitler toplumun tüm seviyelerinden geliyordu: Ra­hipler, papazlar, vaizler, basit köylüler, entelektüeller, alimler... Ama birçoğu belirgin, özgün bir Batılı kimliği­nin arayışında gibiydi. Bazıları Müslüman ve Hıristi­yan anne-babalardan doğma kişilerdi; diğerleri ise Müslüman kültürün içinde asimde olmaya zorlanmış­lardı -Arap isimleri verilmiş ya da sivil hizmette bir ka­riyer izlemek zorunda bırakılmışlardı(3) ve bu yüzden kendilerini kişiliksiz hissediyorlardı. Kültürel kökenle­rin kaybedilmesi, sevimsiz bir deneyimdi ve günümüz modern toplumlannda bile kişinin kendi benliğini koru­ması için saldırgan bir dinsellik izlemesine yol açabilir. Batı’daki ve Batı kültürünün geleneksel değerleri tehdit ettiği bazı Müslüman toplumlar içinde düşmanlık ve öf­ke gözlemlediğimizde, belki de Kurtuba şehitlerini ha­tırlamamız gerekir. Eulogio ve Alvaro’nun başım çektiği şehit hareketi, sadece Müslümanları değil, Hıristiyan Mozarabları da hedef alıyor, onları kültürel bozguncular olmakla suçluyordu. Eulogio, komşu Hıristiyan eyalet Pamplona’ya gitti ve Batılı kitaplarla geri döndü: Kili- se’nin Latin Rahiplerinin yazdığı metinler ve Vergil ve­ya Juvenal gibi Romalıların klasik çalışmaları. Eulogio, baskın Müslüman kültürün etkisini yok etmek için bir yöntem olarak ülkede Roma’nm hüküm sürdüğü dönem­le ilgili bir nostalji yaratmak, böylece İspanyolların Araplaşmasına karşı çıkarak bir Latin rönesansı baş­latmak istiyordu. Eulogio’nun kendisi Kadı tarafından idama mahkum edildiğinde, hareket sona erdi. Kadı ona İslam dininden özür dilemesi, diğer aptallar gibi kendi­ni yok etmemesi, hayatının kurtulması için yalvardı ama Eulogio sadece ona kılıcım bilemesini söyledi.1
Bu tuhaf olay, Müslüman İspanya’daki yaşam için son derece sıra dışıydı. Sonraki 600 yıl boyunca, tektan- rılı üç dinin üyeleri bu bölgede barış ve huzur içinde ya- şayabilmişlerdi: Avrupa’nın geri kalanında ölüm tehdidi altında yaşayan Museviler, kendi adlarına zengin bir kültürel rönesans yaşıyorlardı. Ama Kurtuba şehitleri olayı, Batı’da yaygın hale gelecek bir tutumu ortaya çı­karmaktadır. O dönemde Avrupa barbar kabilelerin teh­didi altında kültürel bir lağım haline gelirken, İslamiyet müthiş bir dünya gücü olarak varlığını sürdürüyordu.

Sonrasında neredeyse bütün dünya İslam dinine dön­müş gibi görünecekti ve on sekizinci yüzyıla kadar İsla­miyet, Batı için sürekli bir sorundu. Günümüzde ise Sovyetler Birliği’ne karşı yıllarca sürdürülen Soğuk Sa­vaş, artık İslamiyet’e karşı Soğuk Savaş haline geliyor gibi görünmektedir.
Eulogio ve Alvaro, İslamiyet’in yükselişinin Tanrı kar­şıtı hareketin hazırlığı olduğuna inanıyorlardı; diğer bir deyişle, Deccal’in gelişi. İkinci Mektup’un yazan, İsa’nın “Büyük kâfirlik” gerçekleşene kadar geri dönmeyeceğini bildirmişti; bildiriye göre, bir asi Kudüs Tapmağı’nda hükmünü ilan edecek ve Hıristiyanları yanlış doktrinle­re sürükleyecekti.® Vahiyler, gizemli 666 sayısıyla nu- maralandmlmış olan bir Canavardan söz etmekte, bu kötülüğün toprağın derinliklerinden çıkıp Tapmak Da- ğı’nın tepesine oturacağını ve oradan bütün dünyayı yö­neteceğini bildirmektedir. Hz. Muhammed İsa’dan son­ra yaşamış olmasına karşın, daha fazla vahiye gerek ol­madığı halde kendini peygamber ilan etmiş ve birçok Hı­ristiyan dininden dönerek ona katılmıştı. Eulogio ve Al­varo, Hz. Muhammed’in kısa birer biyografisine sahipti ve Hz. Muhammed’in İspanya Çağı’nm 666. yılında öldü­ğünü söylüyorlardı. Hz. Muhammed’in bu sekizinci yüz­yıl sonlarında hazırlanmış biyografisi, Hıristiyan dünya­sının iç bölgelerinde bulunan Pamplona yakınlarındaki Leyre Manastın’nda kaleme alınmıştı. Dev İslam dünya­sının politik tehdidinin yanı sıra, İslamiyet’in yükselişi rahatsız edici bir teolojik soruyu da akla getiriyordu: Tanrı bu günahkar inancın gelişmesine nasıl izin vermiş­ti? Tanrı kendi insanlarını terk etmiş olabilir miydi?
Hz. Muhammed’e karşı Kurtubalı şehitler tarafın­dan öne sürülen iddialar, bu kıyamet biyografisine dayanıyordu. Bu korkuya dayalı fanteziden yola çıkarak, Hz. Muhammed’in dünyayı aldatmak için kendini pey­gamber ilan eden bir şarlatan olduğu iddia ediliyordu; onlara göre Hz. Muhammed, iğrenç yalanlarının için­de yüzen bir sapıktı ve takipçilerinin de aynı şeyi yap­masını istiyordu. İnsanları kılıcının gücüyle dinlerin­den döndürmüştü. Dolayısıyla İslamiyet bir Tanrı dini değil, Hıristiyanlık inancının saptırılmış bir biçimi olarak kâfirlikti; savaşı ve katliamı yücelten, şiddet ve terör yanlısı bir inanç sistemiydi. Kurtuba’daki şehit hareketinin sona ermesinden sonra, Avrupa’da başka insanlar da bu hikâyeyi duydular ama fazla tepki gös­termediler. Ama yaklaşık 250 yıl sonra Avrupa ulusla­rarası arenaya yeniden girmek üzereyken, Hıristiyan efsaneleri Hz. Muhammed’in bu tuhaf hayali biyogra­fisini yeniden su yüzüne çıkaracaktı. Bazı ciddi araş­tırmacılar, İslam Peygamberi hakkında daha tarafsız bir görüş sunmaya çalıştılarsa da, bu hayali görüş po­pülerliğini korudu. Dolayısıyla Hz. Muhammed ortaya çıkmakta olan yeni Batılı kimliğinin en büyük düşma­nı oldu ve olmadığımızı umduğumuz her şeyi temsil etti. Eski fantezilerin izleri günümüze kadar geldi. Bugün Batılı halklar arasında Hz. Muhammed’in dün­yayı fethetmek için dini bir araç olarak kullandığı gö­rüşü hâlâ yaygındır; hatta bu hayali görüşü yalanla­yan çok ciddi araştırmalar bulunmasına rağmen, İsla­miyet hâlâ bir kılıç dini olarak görülmektedir.
On birinci yüzyılın sonlarında, Avrupa, Papa’mn ön­derliğinde yeniden dirilmeye ve İslamiyet’in sınırlarını geriye itmeye başlamıştı. 1061 yılında, Normandiyalı- lar, İtalya ve Sicilya’da yaşayan Müslümanlara saldır­maya başladılar ve 1091 yılında bölgeyi fethettiler. Ku­zey İspanya’daki Hıristiyanlar ise bölgeyi Müslüman- lardan almak için harekete geçtiler ve 1085 yılında Toledo’yu fethettiler. 1095 yılında, Papa II. Urban, Avru­pa’daki şövalyeleri seferber ederek sonradan Birinci Haçlı Seferi olarak anılacak olan saldırıyı başlatarak İsa’nın Kudüs’teki mezarını ele geçirmek üzere hareke­te geçti. Yıllar süren inanılmaz zorluklardan sonra, 1099 yılında Haçlılar Kudüs’ü fethetmeyi başardılar ve Yakın Doğu’daki ilk Batılı kolonileri kurdular. Bu yeni Batılı başarısı, Müslüman dinine karşı tam bir nefrete dönüşmüştü ama Avrupa’da hiç kimsenin İslamiyet’e ya da İslam Peygamberi’ne karşı ciddi bir kini yoktu. Ken­di görkem hayalleriyle ve Papalık Avrupası’mn genişle­mesiyle daha çok ilgileniyorlardı. Birinci Haçlı Seferi sırasında bestelenmiş olan Roland Şarkısı, İslami inan­cın doğasıyla ilgili cehaleti açıkça göstermektedir. Charlemagne ve Roland, idol olarak tanımlanmakta ama savaşması bile onur olarak kabul edilen savaşçılar olarak gösterilmektedir. Birinci Haçlı orduları ilk kez Anadolu’da TürklePin karşısına çıktıklarında, cesaret­leri nedeniyle onlara fazlasıyla saygı duyuyorlardı:
“Ne kadar deneyimli ve eğitimli olursa olsun, Araplar, Ermeniler, Suriyeliler ve Yunanlılar’a olduğu gibi FrenklePin de kalplerine korku salan Türklerin beceri­sini ve cesaretini nasıl anlatabilir? Yine de, Tanrım, lüt­fen savaşçıları bizimkiler kadar iyi olmasın. Frenkler ile aynı hamurdan yapıldıkları ve doğuştan şövalye ol­dukları söyleniyor. Bu doğru ve kimse inkar edemez; ah Hıristiyanlık adına dursalar ve Tek Tanrı’nın Üç Kişi’de var olduğunu kabul etseler!... Onlardan daha cesur, da­ha becerikli, daha yiğit savaşçılar bulunmaz; ama yine de Tanrı’nm inayetiyle, bizim adamlarımızın karşısında yenik düşerler mi?(7)
1097 yılında karşılaştıklarında, Frenkler Müslüman askerlere yakınlık duyuyorlardı ama iki yıl sonra Haçlılar nihayet Kudüs’ü fethettiğinde, Müslümanları ken­dileri gibi insandan bile saymıyorlardı. Şehir halkını, kendi çağdaşlarını bile hayretler içinde bırakan bir so­ğukkanlılıkla kılıçtan geçirdiler. Bu olaydan sonra, Müslümanlar kutsal yerlerden temizlenmesi gereken haşaratlar olarak görüldü: Haçlıların onlar için kullan­dığı resmi tabir, “pislik” idi.
1100 yılında önce, Avrupa’daki Hz. Muhammed’e özel bir ilgi yoktu ama 1120’de, herkes onun kim oldu­ğunu biliyordu. Batı’da Charlemagne, Kral Arthur ve Robin Hood efsaneleri oluşurken, Hıristiyanlık düşma­nı Deccal’in efsanesi de Batılı hayal gücüne tamamen yerleşmişti. R. W. Southern’ın Western Vieıus of İslam in the Middle Ages (Orta Çağda İslamiyet Hakkındaki Ba­tılı Görüşler) adlı monografisinde belirttiği gibi:
Bu efsaneler ve fanteziler oluşurken, açıklamaya çalış­tıkları şeylerin bir ölçüde gerçek olduğuna şüphe yok­tur. Ama üretildikleri andan itibaren, kendilerine ait bir yazınsal kaderleri olmuştur. Popüler şiir alanında, Mahomet ve Savaşçıları’nın resmi kuşaktan kuşağa de­ğişmiştir. Tüm sevilen kurgu karakterler gibi belli özel­likleri sergilemesi beklendiğinden, yazarlar yüzyıllar boyunca onları yeniden yaratmıştır.^
Deccal’in Batı’daki kurgusal statüsü, Napolyon ya da Büyük İskender’den daha fazla saygı görmesi gereken gerçek tarihi karakteri gölgede bırakmıştır. Şeytan Ayetlerindeki kurgusal portre, bu Batı fantezilerinde- kiyle büyük benzerlik göstermektedir.
Hz. Muhammed’in başarısını açıklamak için, efsane­ler onun saygın Arapları etkilemek, Afrika’daki ve Orta Doğu’daki Kilise’yi yıkmak için sahte “mucizeler” ger­çekleştirmek üzere büyü gücünü kullandığını söylemiştir. Bir hikâyede, halka korku salan beyaz bir boğanın, Hz. Muhammed’in Araplara getirdiği kutsal metin olan Kuran boynuzları arasında havada yüzer halde geldiği anlatılmaktadır. Hz. Muhammed’in Kutsal Ruh kulağı­na vahiyler fısıldıyormuş gibi görünsün diye beyaz bir güvercini kulağındaki bezelye tanelerini gagalayacak şekilde eğittiği de söylenmektedir. Mistik deneyimleri, onun bir epilepsi hastası olduğu iddiasıyla bir kenara itilmiştir; bu ifadenin o dönemde bir kişinin iblisler ta­rafından ele geçirildiğini anlatmak için kullanıldığı unutulmamalıdır. Cinsel hayatı, en ince detayına kadar anlatılmıştır: İddialara göre, insanın bildiği tüm sapık­lıklar onda mevcuttur ve yine iddialara göre, insanları en temel güdülerine boyun eğmeye teşvik ederek kendi dinine döndürmüştür. Bu iddialara göre, İslam Pey­gamberinin iddiaları asılsızdır; yalanlarını kendi halkı­nın neredeyse tamamına yutturmuş olan soğukkanlı bir şarlatandır. Onun iddialarının asılsız olduğunu gö­ren takipçileri, sadece kendi temel dürtülerinin esiri ol­dukları için bunu açığa vurmamışlardır. Batılı Hıristi­yanların Hz. Muhammed’in şaşırtıcı ve başarılı dinî viz­yonlarını açıklamak için kullandıkları yöntem, İslami­yet’in Hıristiyanlık’tan sapma ve kâfirliklerin en büyü­ğü olduğunu iddia etmekti. Söylendiğine göre, dininden dönen bir rahip olan Sergius, Hıristiyan dünyasından kaçmak zorunda kaldığında Hz. Muhammed’e sığınmış ve sapkın Hıristiyanlık anlayışını onunla paylaşmıştı. Kılıç olmadan, İslam inancı asla gelişemezdi: Müslü­manların İslam imparatorluğunda dinlerini özgürce tartışmaları hâlâ yasaktı. Ama Hz. Muhammed kendi­ne uygun bir sonla karşılaşmıştı: Şeytani ayinlerinden birinde, bir domuz sürüsü tarafından parçalanmıştı.
Bu kurgu hikâyenin bazı detayları, Hıristiyanların kendi kimlikleriyle ilgili endişelerini yansıtmaktadır. İslam dini, Haçlı Seferleri sırasında “kılıç dini” olarak tanıtılmıştı; yani, Hıristiyanların kendilerinin inanç sistemlerini kılıç gücüne dayandırmaktan dolayı endi­şelendikleri ve bu endişeyi bastırmaya çalıştıkları bir dönemde. Kilise, isteksiz bir rahipler sınıfı üzerinde be­karlık hayatını empoze etmeye çalışırken, Hz. Muhammed’in cinsel yaşamıyla ilgili iddialar, aslında İslam Peygamberi’nin kendi hayatından çok, Hıristiyan din adamları arasındaki sapkınlıkları ifade ediyordu. Son olarak, dinî konuların açıkça tartışılmasını yasaklayan İslam değil, Hıristiyanlık idi. Haçlı Seferleri dönemin­de, Avrupa’da inanılmaz bir entelektüel açlık yaşanıyor, düşündüklerini söylemekten çekinmeyenler ağır şekilde cezalandırılıyordu. Engizisyon’un cadı avcılığı politikası ve Katolikler ile Protestanların birbirlerini boğazlama­ları, gerek Musevilik ve gerekse İslamiyet’te kişisel me­seleler olarak değerlendirilen dinî görüşlerden kaynak­lanıyordu. Ne Musevilik ne de İslamiyet kâfirlik konu­sunda Hıristiyanlık tanımını paylaşmıyor, insanlığın ilahiyatla ilgili fikirlerini kabul edilemez boyutlara yük­seltmiyordu. Hz. Muhammed’in kurgusal kimliğinin yerleştiği Haçlı Seferleri döneminde, Avrupa’da genel bir baskı ve inkar yaşanıyordu. Bu oluşum, İslam dini hakkmdaki derin korkularında açıkça görülmektedir.
Batılı Hıristiyanların kendi sistemleri içinde farklı dinî toplumlara ve ideolojilere izin vermeyeceği, daha doğrusu bunu Bizanslılar ya da Müslümanlar kadar ra­hat ve başarılı bir şekilde yapamayacağı ortadaydı. Av­rupa’daki diğer farklı din Musevilik idi ve Birinci Haç­lılar, Orta Doğu’ya doğru yolculuklarında Musevi top­lundan katletmeye başlamışlardı. Yahudi karşıtı hare­ket, Haçlılar döneminde Avrupa’nın bir türlü geçmek bilmeyen hastalığı haline gelecekti ve aynı dönemde Hıristiyanlar Hz. Muhammed hakkında mitler yaymaya devam ederken, Museviler hakkında da korkunç öykü­ler üretmeye başlamışlardı. Söylendiğine göre Musevi­ler küçük çocukları öldürüp kanlarını ayin ekmeğine karıştırıyor, Hıristiyanlık inancını ortadan kaldırmak için uluslararası çapta inanılmaz komplolar kuruyor­lardı. Öte yandan, İslam dünyasında Musevilere karşı bu tür mitler yoktu; sadece Batılı halklar arasında ra­hatsız edici bir hastalık gibi yayılıyorlardı. Ama Ispan­ya’nın, güney İtalya ve Sicilya’nın fethedilmesi, şimdi Hıristiyanlık dünyasının sınırları içinde on binlerce Müslüman bulunması anlamına geliyordu. Devlet yapı­sının varlığını sürdürebilmesinin tek yolu, Hıristiyan­ların Müslüman ve Musevi komşularıyla görüşmesini yasaklamak olabilirdi. Özel Kilise yasası, ikisini ortak düşman olarak birleştirmişti. Müslümanlar ve Musevi- ler ile görüşmeleri, yemek yemeleri, ticaret yapmaları, onların çocuklarına bakmaları veya evlerinde hizmet etmeleri durumunda, Hıristiyanlar aforoz edilmekle ve mallarına el konulmasıyla tehdit ediliyorlardı. 1227 yı­lında, Papa IX. Gregory, şu kararı da ekledi: Müslü­manlar ve Museviler kendilerine has kıyafetler giyme­li; Hıristiyan festivalleri sırasında sokağa çıkmamalı; Hıristiyan eyaletlerinde ve ülkelerinde kamu kuramla­rında çalışmamalı. Ayrıca, geleneksel şekilde Müslü­manları ibadete davet ederek müezzinin Hıristiyanla­rın kulaklarını rahatsız etmesi yasaktır.
Papa V. Clement (1305-1314), Hıristiyan toprakla­rında İslam dininin ve Müslümanların varlığının Tanrı’ya hakaret anlamına geldiğini söyledi. Hıristiyanlar bu günahın bedelini ödemeye başlamışlardı bile. 1301 yılında, Fransa Kralı Charles, Sicilya’daki ve güney İtalya’daki son Müslümanları da yok etti. Ona göre bu, “haşaratların temizlenmesi... pisliğin ortadan kaldırıl­ması... Apulia’daki inatçı salgının sona erdirilmesi” idi.(9) 1492 yılında, Ferdinand ve Isabella Granada’yı fethettiklerinde, Avrupa’daki son İslam kalesi yok edil­di: Avrupa’daki tüm kilise çanları neşeyle çaldı ve Hıris­tiyanların kâfirler karşısındaki zaferi kutlandı. Birkaç yıl sonra, İspanyol Müslümanlara ülkeyi terk etmek ya da dinlerini değiştirmek arasında tercih yapmaları söy­lendi. Birçoğu Avrupa’yı terk etti ama bazıları Hıristi­yanlık dinine dönmeyi kabul etti; din değiştirenler ve onların soyundan gelenler, sonraki 300 yıl boyunca İs­panyol Engizisyonu tarafından idam edildi. Kurtuba şe­hitleri hareketindeki ruh şimdi eski hoşgörüyle yer de­ğiştirmişti ve İspanyol Hıristiyanlar, aralarında yaşa­yan gizli Müslümanlardan korkuyorlardı.
Batı’mn İslam dinine gösterdiği sağlıksız tutum, sık sık kendini şizofrenik bir tepki olarak göstermektedir. Kutsal Roma İmparatoru II. Frederick, İslam dininden tam anlamıyla korkuyordu ve anavatanı olan Sicil­ya’daki Müslümanları sistematik bir şekilde öldürüyor ya da sınır dışı ediyordu. Yakın Doğu’daki Hıristiyanlar Müslümanları kesip biçerken, diğerleri İspanya’daki Müslüman alimlerinin dizinin dibinde oturuyordu. Hı­ristiyan, Musevi ve Mozarab araştırmacılar büyük bir tercüme projesinde işbirliği yapıyor, İslam dünyasının öğretilerini Batı’ya getiriyor, Karanlık Çağ’da kaybolan klasik ve antik bilgeliği Avrupa’ya yeniden kazandırı­yorlardı. İbni Sina ve İbni Rüşd gibi Müslüman felsefe­ciler, entelektüel liderler olarak saygı görüyordu ama ikisi de Müslüman olduğu için, insanların onların öğre­tileriyle uyum sağlaması giderek zorlaşıyordu. Bu so­run, Dante’nin İlahi Komedya adlı eserinde açıkça gö­rülmektedir. Avrupa’da Avicenna ve Averroes adlarıyla bilinen İbni Sina ve İbni Rüşd, Batı’ya kazandırdıkları entelektüel kültürle ünlü erdemli putperestlerle (Euc- lid, Ptolemy, Socrates, Plato ve Aristotle) birlikte Cehennem’dedir. Ama Hz. Muhammed’in kendisi, hizipçi­lerle birlikte Cehennemin Sekizinci Dairesi’ndedir ve iğrenç bir cezaya çarptırılmıştır.10


(3) Perfectus, muhtemelen Arap ismi El-Kamil’in Latince karşılığıydı; di­ğer şehitlere Abdullah şeklinde çevrilebilecek Servus Dei deniyordu, yani Tanrı’nm Kölesi.

(4) Paul Alvaro, Vita Eulogii, quoted in Norman Daniel, The Arahs and Medieval Europe (London and Beirut, 1975), p. 29.

(5) II Thessalonians 1:4-8. Yazar Aziz Pavlos değildi; mektup, Pavlosür. ölümünden yıllar sonra yazılmıştı.

(6) Revelation 19:19.

(7) Gesta Francorum or The Deeds of the Franks and Other Pilgrims to Jerusalem, trans. Rosalind Hill (London, 1962), p. 22.

(8) Southern, Western Vieıvs of İslam, p. 29.

(9) Quoted in Daniel, The Arahs and Medieval Europe, p. 156.

(10) The Comedy of Dante Alighieri, Cantica I: Hell, trans. Dorothy L.Sayers (London, 1949), Canto XXVIII:22-7, p. 246.


Dante, hâlâ Hz. Muhammed’in bağımsız bir dinî görüş taşı­masına izin verememektedir. O, asıl inanç sisteminden sap­mış bir hizipçiden başka bir şey değildir. Bu detay, İslam di­ninin Hıristiyanlık aleminde uyandırdığı tiksintiyi açıkça göstermektedir ama aym zamanda Batı psişik yapısının da bir kesitini sunmakta ve İslam dininin kendisinin hazme­demediği her şeyin bir imgesi olduğunu vurgulamaktadır. İsa’nın sevgi dolu mesajını inkar eden korku ve nefret, Ba­tı Hıristiyanlık aleminin derin yarasım da sergilemektedir.
Ama diğerleri daha tarafsız bir vizyon yakalamaya ça­lışmaktadır. Museviler ve Müslümanlar ortak düşman olarak Hıristiyanlık aleminin hayal gücünde birleştiği bir dönemde, Hz. Muhammed’in Batı’daki ilk olumlu portre­lerinden birinin ortaya çıkışını görmek de ilginçtir; port­reyi hazırlayan Peter Alfonsi, 1106 yılında Hıristiyanlık dinine geçen bir İspanyol Musevi’dir ve sonrasında I. Henry’nin özel doktoru olarak İngiltere’de yaşamıştır. Al­fonsi, aslında İslam dinine düşmandır ama bu inanç sis­temini, “gerçek” inanç sistemini yaşayamayan birinin mantıklı bir seçimi olarak görmektedir. 1120’lerde İslam karşıtı nefret doruk noktasına ulaşmışken, İslam dinini putperestlikten ayıran ilk Avrupalı, William Malmesbury* oldu: “Araplar ve Türkler, Yaratıcı Tanrı’ya tap­makta ve Hz. Muhammed’i Tanrı olarak değil, O’nun bir elçisi, peygamberi olarak görmektedirler.11} Bu, birçok Batılı’nm kabul etmek istemedikleri bir görüştü: Bazıları hâlâ Müslümanların Museviler ve Hıristiyanlar ile aynı Tanrı’ya taptığına inanmıyordu. “Allah”m tıpkı Roma panteonundaki Jüpiter gibi farklı bir ilah olduğunu dü­şünmeyi tercih ediyorlardı. Diğerleri ise Müslümanların Hz. Muhammed’e Hıristiyanların İsa’ya gösterdikleri saygıyı göstermelerinden rahatsızlık duyuyordu.

* O dönemde henüz Soyadı Kanunu bulunmadığı için, insanlar doğ­dukları yerin ismini soyadı gibi taşırlardı. (Ç.N.)

(11) Gesta Regum, quoted in Southern, Western Vieıvs of İslam, p. 35.


Gerçekleri kurgudan ayırmadaki zorluk, 1150’den önce bir dönemde yazılmış olan History of Charlamag- ne (Charlamagne Tarihi) adlı çalışmada kolayca görüle­bilir. Bu kurgu tarih, Arapların tektanrının yanı sıra Apollo ve- Tervagant’a da taptıklarını söylemektedir. Ama bütün bunların ortasında, Roland ve Müslüman dev Ferracutus arasında, Müslümanların tek Tanrı’ya taptıkları konusunda şiddetli bir tartışma vardır. Aynı dönemde, tarihçi Otto Freising, Müslümanların putpe­restliğini inkar etmiştir.
Arapların tamamının tek bir Tanrı’ya taptığı, Eski Ahit kanunlarını aldıkları ve sünnet geleneğini sürdürdük­leri bilinmektedir. Ne İsa’ya ne de havarilerine saldırmamaktadırlar. Ama bir nokta yüzünden ‘Hıristiyanla- ra göre kurtuluştan’ uzaktırlar; İsa Mesih’in Tanrı ya da Tanrı’nın Oğlu olduğunu kabul etmemekte, ayartıcı Muhammed’i mutlak Tanrı’nın en büydik peygamberi olarak görmektedirler12
On ikinci yüzyılın ortalarında, İslam diniyle ilgili daha doğru bir görüş yayılmaya başladı ama bu tarafsızlık bile düşmanlık mitlerini ortadan kaldırmak için yeterli değildi. Gerçekler ve fantezi mutlu bir şekilde yan yana yaşıyor, insanlar gerçekten adil davranmaya çalıştığın­da bile eski düşmanca şartlanmalar bir noktada kendi­ni gösteriyordu. Otto İslam dini hakkında daha tarafsız davranmış olsa bile, Hz. Muhammed hâlâ “hizipçi, yol­dan çıkarıcı bir şarlatan”dı.

(12) Chronicoıı, in ibid., p. 36.

On ikinci yüzyılda İslam dini hakkında daha doğru görüşler belirleme çabalarının en önemlisi, Cluny Baş- keşişi Saygın Peter tarafından sergilendi. 1141 yılında Hıristiyan İspanya’daki Benedictine manastırlarını do­laştı ve bazı İslam metinlerini tercüme etmek için İngiliz Robert Ketton’ın önderliğinde Hıristiyan ve Müslü­man alimlerden oluşan bir grup topladı; bu çalışma, 1143 yılında tamamlandı. Kuran’ın, bir grup Müslüman efsa­nesinin, Müslümanların dünya tarihinin, îslami öğretile­rin bir açıklamasının ve El-Kindi Özrü denen bir polemik çalışmasının ilk Latince tercümesi yapıldı. Bu çok önem­li bir çalışmaydı; Batı’daki insanlara ilk kez İslam dinini araştırmaları için ciddi bir çalışma sağladı ama fazla ba­şarılı olamadı. Bu dönemde, Hıristiyanlar Yakın Do- ğu’daki Haçlı eyaletlerinde ciddi askeri yenilgiler yaşa­maya başlamışlardı. Clairvaux Başkeşişi Bernard’m ba­şını çektiği yeni bir Müslüman karşıtı dalga giderek ya­yılıyordu. Kuran’ı tarafsızca incelemeye başlamak için uygun bir zaman değildi. Peter, kendi çalışmasında Müs- lümanlara nazikçe ve şefkatle yaklaşan bir dille yazmış­tı: “Size insanların genellikle yapmadığı gibi, silahlar ye­rine kelimeler kullanarak yaklaşıyorum; güç kullanarak değil, mantık kullanarak; nefretle değil, sevgiyle... Sizleri seviyorum, sizleri severek sizlere yazıyorum, sizlere yazarak sizleri kurtuluşa davet ediyorum.”(13) Ama bu çalışmanın başlığı, Arapların Şeytani Mezhebinin Tüm kâfirliğinin Özeti idi. Cluny Başkeşişi’nin Latince metni­ni okuyabilseler bile, Müslümanların bu tarz bir yakla­şımdan hoşlanmayacakları elbette belliydi. Kendi zama­nındaki fanatizme karşı olan nazik Başkeşiş bile, Avru­pa’da İslam dinine karşı yaygın olan şizofrenik tutumu sergiliyordu. 1147 yılında Fransa Kralı VIL Louis Orta Doğu’da İkinci Haçlı Seferi’ne önderlik ettiğinde, Peter ona bir mektup yazdı ve Musa ve Joshua’nm öldürdüğü Kenanlı kadar Müslüman öldürebilmesini diledi!14'
On üçüncü yüzyılın başlarında, başka bir Hıristiyan aziz, askeri haçlı seferleri bağlamında Müslüman dün­yaya ulaşmak için çaba gösterdi. Felaketle sonuçlanan Beşinci Haçlı Seferi (1218-1219) sırasında, Francis As- sisi Nil deltasındaki bir Hıristiyan kampında ortaya çıktı, düşman hatlarını geçti ve Sultan El-Kamil’in hu­zuruna çıkmak istedi. Söylenenlere göre, Sultan ile ge­çirdiği üç gün boyunca ona Incil’in mesajını anlatmaya ve El-Kamil’i Hıristiyan yapmaya çalıştı. Hz. Muham- med’in anısını aşağılamadığından, Müslümanlar bu hırpani görünüşlü, kir pas içindeki ,adamı dinlemeye hevesliydiler. O aralarından ayrılmadan önce, El-Kamil şöyle dedi: “Tann’mn bana kendisini en çok mutlu ede­cek kanunları ve dini göstermesi için dua et.” Francis’i büyük bir saygı ve kesin bir koruma altında Hıristiyan kampına geri gönderdi/151
Ama Francis daha Doğu’ya doğru yola çıkmadan ön­ce, bir grup rahibini İspanya ve Afrika’daki Müslüman- lara vaazlar vermesi için göndermişti ve onlar İslam dünyasında tamamen farklı bir ruhla yaklaşıyorlardı. Seville’e ulaştıklarında, bu rahipler de Kurtuba şehitle­rinin taktiğini uygulamaya başladı. Önce Cuma nama­zı sırasında bir camiye girmeye çalıştılar ve oradan uzaklaştırıldıklarında, Amfin sarayının önünde Hz. Muhammed’e hakaretler yağdırmaya başladılar. İslam dünyasına yapılan bu ilk misyonerlik yürüyüşünde, Araplara karşı hiçbir şekilde şefkat ya da hoşgörüden söz etmek mümkün değildi. Bu rahipler Müslümanlara din değiştirtmek amacını taşımıyor, onları şehitlik tacı­nı daha da yüceltmek için kullanmaya çalışıyorlardı. O kadar gürültücü bir hale gelmişlerdi ki olaydan büyük rahatsızlık duyan yetkililer onları hapse atmak zorun­da kalmış, sonra da olayın daha da büyümemesi için on­ları bir hapishaneden diğerine taşıyıp durmuşlardı. İdam hükmü vermek istemiyorlardı ama yerel Mozarab Hıristiyanlar, bu fanatiklerin kendi pozisyonlarım tehlikeye atacağından korkuyor, bu yüzden yetkililere on­lardan kurtulmaları için yalvarıyorlardı. Nihayetinde rahipler Fas’taki Ceuta’da serbest bırakıldı; özgürlükle­rine kavuştukları anda, rahiplerin yaptığı ilk şey yine bir camiye yürümek ve Cuma namazı için toplanmış olan insanların karşısında Hz. Muhammed’e hakaretler yağdırmak oldu. Sonunda yetkililerin onları idam et­mekten başka çaresi kalmadı. Francis’in bunu duydu­ğunda neşeyle bağırdığı söylenmektedir: “Artık beş şe­hit daha verdiğimizi biliyorum.”*-16'
Bu tutum, daha sonraki Francis misyonerlerinin en önemli özelliği oldu. 1227 yılında başka bir grup daha Ceuta’da idam edildi; eve yazdıkları mektuplarında, en büyük amaçlarının “kafirlerin öfkesini çekmek ve onlar tarafından öldürülmek” olduğunu söylemişlerdi.*17' Di­ğerleri Kutsal Topraklama gitti. Onların yöntemlerin­den hoşlanmayan Acre Piskoposu James Vitry şöyle açıklıyordu:
Araplar, Hıristiyan inancından ve Incil’in öğretilerin­den söz ederken rahipleri ilgiyle dinliyorlar. Ama sözle­ri, vaazlarında “hain bir yalancı” olarak gösterdikleri Hz. Muhammed’inkilerle açıkça ters düştüğünde, Arap­lar onlara saldırıyorlar ve Tanrı onları mucizevi bir şe­kilde korumasa, hepsini öldürebiliyor ya da şehirlerin­den atabiliyorlar.*18'
Orta Çağ’da insanlar Müslüman dünyaya yaklaşırken adil ve tarafsız davranmaya çalışsalar bile, Hıristiyan mesajı düşmanlık kokuyor ve bazen şiddet eğilimli bir hal alıyordu. On üçüncü yüzyılın sonlarında, Dominikli araştırmacı Riccoldo da Monte Croce, Müslüman ülke­lere yolculuk yaptı ve karşılaştığı dindarlıktan etkilenmeden edemedi: Yazdığına göre, Müslümanlar Hıristi- yanlan utandırıyordu. Ama eve dönüp Disputatio cont- ra Saracenos et Alchor'anum’n kaleme aldığında, eski mitleri tekrarlamaktan geri kalmadı. Batı’nın İslam di­ni hakkmdaki görüşü, ne kadar olumlu olursa olsun, gerçek Müslümanlar ile karşılaşmanın ötesinde bir et­kiye sahipti.

(13) 'Quoted in Benjamin Kedar, Crusade and Mission: European Appro- aches to the Muslims (Princeton, 1984), p. 99.

(14)  Ibid., p. 101.

(15) Quoted in Regine Pernoud, The Crusaders, trans. Enid Grant (Edin- burgh and London, 1963), p. 221.

(16) Ibid.

(17) Kedar, Crusade and Mission, pp. 125-6.

(18) Quoted in Pernoud, The Crusaders, pp. 222-3.


Haçlı Seferleri sırasında, Batı gerçek ru­hunu bulmuştu. Karakteristik tutkularımızın birçoğunun temeli o döneme dayanmaktadır. “Orta Çağ Rüya­sı” adlı çalışmasında Umberto Eco’nun vurguladığı gibi:
“Aslında hem Amerikalılar hem de Avrupalılar, Batı mi­rasını sürdürmektedirler ve Batı dünyasındaki tüm so­runlar aslında Orta Çağ’da patlak vermiştir: Modern diller, ticaret şehirleri, kapitalist ekonomi (bankalar, çekler ve faiz oranları da dahil olmak üzere), Orta Çağ toplumunun ürünüdür. Orta Çağ’da modern orduların yükselişine, ulus devleti kavramının modernleşmesine, doğaüstü bir federasyon fikrine (seçmen kongre görevi gören bir rejim tarafından seçilmiş bir Alman İmpara­torun önderliğinde) Orta Çağ’da tanık oluyoruz; zengin ve yoksul arasındaki mücadele, kâfirlik veya ideolojik sapkınlık kavramlarına, hatta yıkıcı bir mutsuz mutlu­luk şeklindeki aşk kavramına bile ilk kez Orta Çağ’da rastlıyoruz. Kilise ve devlet arasındaki çekişmeyi, tica­ret sendikalarını (şimdi şirket biçimine bürünmüş olsa bile), emeğin teknolojik değişimini de buna eklemek mümkündür.19
Tüm bunlara, şunu da ekliyordu: İslam sorunu. Orta Çağ’dan sonra, Batı’daki insanlar Orta Çağ mitlerinin çoğunu sürdürmüşlerdi. Daha olumlu ve tarafsız bir ba­kış edinmek için çeşitli çabalar gösterilmişti ama İslam dini ve Hz. Muhammed’in sanıldığı gibi kötücül bir fe­nomen olmadığı yönündeki bilimsel görüş yayılmasına rağmen, geleneksel önyargı olduğu gibi devam etti.
İslam dini hakkında Kurtuba şehitlerinin vurgula­dığı felaket fikri, Haçlı Seferleri sırasında da devam etti ama önemli bir başlık değildi. 1191 yılında, Aslan- yürekli Richard Üçüncü Haçlı Seferi ile Kutsal Toprak­lama giderken, Sicilya’da ünlü İtalyan mistik Joachim Fiori ile buluştu. Joachim, Richard’a düşmanlarını ke­sinlikle yeneceğini söyledi. Yanılmıştı ama bazı önemli gözlemlerde bulunmuştu. Dünya’nm sonunun geldiği­ne, uyanmakta olan İslam dininin Tanrı karşıtı Dec- cal’in en önemli araçlarından biri olduğuna inanıyordu ama aynı zamanda Deccal’in o dönemde Roma’da yaşa­dığını ve Papalık tahtına oturacağını da vurguluyordu. Avrupa halkları toplumları konusunda giderek daha ağır endişeler taşımaya başlarken, İslam dini içteki düşmanla bağdaştırılıyordu. Reformcular, inançsız pa­palık (kendi baş düşmanları) ve İslam’ı birleştiriyor­lardı. Dolayısıyla on dördüncü yüzyılda yaşamış olan İngiliz reformcu John Wycliffe’in yazılarında, “İslam” dininin yanlışları, o günkü Batılı Kilise’nin yanlışla­rıyla kesinlikle aynıydı: Gurur, açgözlülük, şiddet eği­limi, güç tutkusu ve mülkiyet ihtirası. Batılı Kilise’den bir bütün olarak söz ederken şöyle yazıyordu: “Bütün Kilise yapısında sadece birkaç kişi sayılabilecek olma­mıza rağmen, biz Batılı reformcular, bütün dünyanın bizim yargılarımızla biçimleneceğine ve emrimiz altı­na gireceğine inanıyoruz.”(20) Kilise, Müjdeledin ger­çek ruhuna dönene kadar, bu “İslam” ruhu Doğu’da ol­duğu kadar Batı’da da yayılacaktı. Bu, İslam dini ve Hz. Muhammed’i olduğumuzu umduğumuz (ya da ol­duğumuzdan korktuğumuz) her şey olarak yorumla­mak konusundaki eski alışkanlığımızdı.

(19) Umberto Eco, ‘Dreaming of the Middle Ages’, in Travels in Hyper- Reality, trans. William Weaver (London, 1987), p. 64.

(20) Quoted in Southern, Western Vieıvs of İslam, pp. 79-80.


Wycliffe, desteksiz, dayanaksız, temelsiz bilgilerle hareket etmek zorundaydı ama Kuran’ın tercümesini okumuştu ve Hz. Muhammed ile Roma Kilisesi arasın­da önemli kıyas noktaları bulduğuna inanıyordu. Kilise gibi, Hz. Muhammed de Incil’e karşı laubali davranmış, kendine uyanı alıp uymayanı bırakmıştı. Ona göre, dinî emirler gibi, Hz. Muhammed de inananların sırtına faz­ladan yük bindiren yenilikler icat etmişti. Hepsinden öte, tıpkı Kilise gibi, Hz. Muhammed de dinin özgürce konuşulmasını yasaklamıştı. Wycliffe, Kuran’m belli bö­lümlerinde eski Orta Çağ önyargılarını görmüş, dinî tartışmaları yasaklamadığını ama teolojik tartışmala­rın eski tek Tanrılı dinlerde bölücülüğe yol açtığını ve dinleri birbirleriyle savaşan mezheplere böldüğünü vur­guladığını gözlemlemişti. Tanrı ile ilgili bazı fikirler, sa­dece spekülatif tahmin yürütmeler olabilirdi: Örneğin hiç kimse Enkarnasyon (fiziksel vücuda giriş) doktrini­ni kanıtlayamazdı ve Hz. Muhammed’e göre bu, bazı Hı­ristiyanların Hz. îsa Peygamberin saf mesajını saptır­mak için ekledikleri bir şeydi. Ama Wycliffe, bunu Kilise’nin bazı sorunlu doktrinlerle ilgili Hıristiyanları kör- lemesine inanmaya zorlamasına benzetiyordu.
Luther ve diğer Protestan reformcular, bu alışkanlı­ğı sürdürdüler. Hayatının sonlarında Osmanlı Türkle- ri’nin Avrupa’ya girişinin tehdidinden korkan Luther, Kurtuba şehitlerinin kabuslarını paylaşıyordu ve Hıris­tiyanlık dininin tam anlamıyla İslamiyet tarafından kuşatılacağma inanıyordu. 1542 yılında, Riccoldo da Monte Croce’nin Disputatio adlı çalışmasını tercüme edip yayınladı. Bu çalışmasının önsözünde, Disputa- tio’yu yıllar önce okuduğunu ama insanların böylesine bir yalan yığınına inanmasının imkansız olduğunu dü­şündüğünü belirtiyordu. Kuran’ı okumak istemişti ama Latince bir tercümesini bulamamıştı  R. W. Sout-hern’ın vurguladığı gibi, bu da on altıncı yüzyılda İslam araştırmalarının ne kadar yetersiz olduğunun en önemli kanıtlarından biridir - ama yakın zamanda eline La­tince bir kopya geçmiş, Kuran’ı okuduğunda ise Riccol- do’nun haklı olduğunu anlamıştı. Hz. Muhammed ve Müslümanların Tanrı karşıtı olup olmadıklarını sorgu­luyor, sonra da “İslam” inancının bu yazgıyı gerçekleş­tirme olasılığının çok düşük olduğunu söyleyerek ken­disi cevaplıyordu. Asıl düşman Papa ve Katolik Kilisesi idi; Avrupa’daki bu içsel düşman varlığını sürdürdüğü takdirde, Avrupa kendini Müslümanların tehlikesinden koruyamazdı. Zwingli ve diğer bazı reformcular da ben­zer fikirler öne sürüyorlar, Roma’yı Tanrı karşıtlığının lideri, Müslümanları da vücudu olarak görüyorlardı. Bu Protestan gelişim, “İslam” dininin Avrupa’daki bir­çok kişi tarafından içselleştirilmesini ve kendi duygusal düzlemlerinde mutlak kötülüğün sembolü haline gelişi­ni göstermektedir. Norman Daniel’ın The Arabs and Medieval Europe (Araplar ve Orta Çağ Avrupası) adlı sağduyulu çalışmasında açıklandığı gibi, bu artık diğer­leri gibi dışarıdan incelenebilecek tarihsel bir gerçeklik değildi. Reformcular, “îslam fikrini saf doktrinin düş­manlarının üzerine yıkılabilecek bir devlet sorunu ya­rattı. Bunu yaparken, uzun zamandır Avrupalınm ha­yal gücünü besleyen düşman fikriyle İslam inancını iç- selleştirmeyi başardılar.”(21)

(21) Daniel, The Arabs and Medieval Europe, p. 302.

Daniel, Katolikleri ve Pro­testanları görüşleri açısından İslam inancıyla karşılaş­tırmış ama gerçek karşılaştırmayı pek anlayamamıştır. On yedinci yüzyıl Katolik misyonerlerinden M. Lefebv- re, Müslümanları hakka ve adalete inanan “Muham­med takipçisi Protestanlar” olarak tanımlıyordu: “Hep­si, tek Tanrı’ya inanarak günahlarından bağışlanmayı umuyorlar.” Ama on sekizinci yüzyıl Protestan gezgini L. Rauwolff da, Müslümanları “Muhammed takipçisi Katolikler” olarak tanımlıyordu: “İyi işler yapmak, sadaka vermek, ibadet yapmak, oruç tutmak, esirleri kurtarmak vs. gibi konularda kendi icat ettikleri yöntemle­ri kullanarak Tanrı’mn gözüne girmeye çalışıyorlar.’’22 Orta Çağ’da Hıristiyanlar, îslam inancını Hıristiyanlık dininin yanlış ve saptırılmış bir biçiminden ibaret ola­rak görüyorlar ve Hz. Muhammedi kâfir gibi gösteren mitler yaratıyorlardı. Daha sonraları Hıristiyanlık dini­nin yeni iç bölümlerinin ışığında, Hıristiyanlar Hz. Mu- hammed ve İslam dinini temelde Hıristiyanlık mezhebi olarak görmeye devam ettiler; tarafsız tarihi gerçekler ya da Müslümanların kendi inanç sistemlerinin geçerli­liği gibi noktaları önemsemediler.
Ama Rönesans sırasında, diğer Batılılar İslam dün­yası hakkında daha tarafsız bir anlayış geliştirmeye ça­lışıyorlardı. Saygın Peter’m geleneğini ve görüşünü sür­dürüyorlardı; aynı görüş, on beşinci yüzyılda John Se- govia ve Nicholas Cusa gibi araştırmacılar tarafından sürdürülmüştü. 1453 yılında Türkler’in Hıristiyan Bi­zans İmparatorluğu’na girmesinden ve İslam dinini Av­rupa’nın kapılarına getirmesinden hemen sonra, John Segovia, İslam tehlikesiyle başa çıkmak için yeni yön­temler bulunması gerektiğini vurguladı. Geleneksel misyoner çalışmaları ya da savaşlarla bu tehlikeden kurtulmak mümkün görünmüyordu. Bir Müslüman grupla Kuran’m yeni bir tercümesi üzerinde çalışmaya başladı.
(22) Norman Daniel, İslam and the West: The Making of an Image (Edin- burgh, 1960), pp. 284-5.

Ayrıca, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında görüş alışverişine izin verecek uluslararası bir konfe­rans toplanması fikrini önerdi. John, projelerinin so­nuçlarını göremeden 1458 yılında öldü ama dostu Nic­holas Cusa, bu yeni yaklaşım konusunda bir hayli heye­canlıydı. 1460 yılında Cribratio Alchoran’ı (Kuran Ele­ği) yazdı; bu çalışmasında, alışıldık polemikleri izlemi­yor, John Segovia’nm esas olduğunu söylediği şekilde metnin yazınsal, tarihsel ve felsefi incelemelerini yapıyordu. Rönesans döneminde Arapça çalışmalar incelen­di ve bu kozmopolit ve ansiklopedik yaklaşım, kaba Haçlı tutumunun bir kenara atılarak Müslümanlık hakkında daha gerçekçi ve tarafsız bir incelemenin ya­pılmasını sağladı. Ama tıpkı Orta Çağ’da olduğu gibi, giderek artan bilgi değerlendirmeleri, eski nefretin ya­tışmasını sağlamaya yetmedi.
1697’de Aydınlanma Çağı’nın başlarında iki önemli çalışma yayınlandığında, bu durum daha da belirginlik kazandı. Bunlardan ilki, Barthelmy d’Herbelot’un Bib- liotheque Orientale idi; bu çalışma, on dokuzuncu yüz­yılın başlarına kadar İngiltere ve Avrupa’daki İslam ve Doğu araştırmaları konusunda öncelikli bir kaynak özelliğini korudu ve ilk İslam Ansiklopedisi olarak ta­nındı. D’Herbelot Arapça, Türkçe ve Persçe kaynaklar kullanmış, alışıldık Hıristiyan yaklaşımını yıkmak için büyük çaba harcamıştı; örneğin Doğu’da yaygın olan yaratılış mitleriyle ilgili çeşitli örnekler sunmuştu. Bu yaklaşım ancak olumlu ve daha sağlıklı bir ruhun işa­reti olarak algılanabilirdi ama “Mahomet” başlığının al­tında ne yazık ki benzer bir ifade görmekteyiz:
“Bizim adına Muhammedan dediğimiz kâfir dininin ku­rucusu ve yaratıcısı olan ünlü sahtekar.” (Bkz. İslam).
Diğer tüm kâfirlerin İsa Mesih’i ele aldığı gibi Kuran yorumcuları, Müslümanlık veya Muhammed Kanunla­rı araştırmacıları da bu sahte peygamberi aynı şekilde ala almakta ve İlahi kimliğini inkar etmektedirler/231
D’Herbelot dinin doğru adını bilse bile, “biz” bu ismi verdiğimiz için “Muhammedan” diyor, Hıristiyan dün­yasının Hz. Muhammed’e tutumunu tekrarlayarak kendisinden aşağı görüyordu.

(23) Quoted in Ed\vard W. Said, Orientalism: Western Conceptions ofthe Orient (New York and London, 1985 edn), p. 66.

Aynı yıl, İngiliz Doğu Araştırmacısı Humphry Pride- aux, Mahomet: The True Nature of Imposture (Muham- med: Sahtekarın Gerçek Doğası) adlı önemli çalışması­nı yayınladı. Orta Çağ’da olanın tersine daha gerçekçi ve aydınlanmış bir tarzla konuyu ele aldığını iddia etse bile, çalışmanın sadece başlığı bile kendisinin de Orta Çağ önyargılarından uzak kalamadığını göstermekte­dir; gerçekten de en önemli kaynağı olarak Riccoldo da Monte Croce’yi vermiştir. Mantık adamı olan Prideaux, İslam inancının sadece Hıristiyanlık dininin bir taklidi olmakla kalmadığını, aynı zamanda Hıristiyanlık da dahil olmak üzere tüm dinlerin varlıklarını sürdürebil­mek için ihtiyaç duyduğu gibi bir mantık temeline sa­hip olduğunu vurgulamıştır. Mantık Çağı, güya insan­ları Haçlılar dönemindeki önyargılardan kurtarmalıdır ama Prideaux, geçmişin gerçekdışı takıntılarını tekrar­lamaktan öteye gidememektedir. Hz. Muhammed hak­kında şöyle yazmıştır:
Hayatının ilk bölümünde son derece çarpık ve şehvet düşkünü bir yol izlemiş, tüm Araplar gibi yağma ve şid­detten zevk almış, kabilelerin sürekli birbiriyle savaştı­ğı ve alabilecekleri her şeyi aldığı bir yaşam tarzını iz­leyen Araplardan ayrı kalmamıştır...
En baskın iki tutkusu hırs ve şehvetti. İmparatorluk kurmak için izlediği yol ilkini, birlikte olduğu kadınla­rın sayısı ise İkincisini kanıtlamaktadır. Bu iki özellik, kurduğu inanç sisteminde de kendini göstermekte, kut­sal metin dediği Kuran’da savaş ve şiddet kanunlarını veren başlı başına bir bölüm bulunmaktadır. Orada bu­rada kadınları kullanmak konusundaki özgürlüğü sa­vunmakta, ahir yaşamda kadınlarla dolu bir mekan sö­zü vermektedir.24

(24) Humphry Prideaux, The True Nature of Imposture, Fully Displayed in the Life of Mahomet (7th edn, London, 1708), p. 80.

Ama on sekizinci yüzyılda insanlar İslam dini konu­sunda daha doğru bir anlayışı yaymaya çalışıyorlardı. 1708 yılında, Simon Ockley, History of the Saracens (Arapların Tarihi) adlı ünlü çalışmasının ilk cildini ya­yınladı ve İslam inancını bir kılıç dini olarak gösterme­diği, yedinci yüzyıldaki cihadı Müslümanların bakış açısından incelemeye çalıştığı için, çok sayıda okurun öfkesini çekti. 1734 yılında, George Sale, Kuran’m hâlâ doğru olarak kabul edilen ilk önemli İngilizce tercüme­sini yayınladı. François Voltaire, 1751 yılında yayınla­dığı Les Moeurs et l’esprit des nations adlı çalışmasında Hz. Muhammed’i mantıklı ve gerçekçi bir dinin kurucu­su ve güçlü bir politik düşünür olarak tanıtırken, Müs­lüman yönetim biçiminin Hıristiyanlara oranla daima daha hoşgörülü olduğunu vurguladı. HollandalI Doğu Araştırmacısı Johann Jakob Reiske (d. 1774), Hz. Mu­hammed’in yaşamında ve İslam dininin kuruluşundaki ilahi özellikleri keşfedip ortaya çıkaran eşsiz bir Arapça alimiydi; ama meslektaşları onu rahat bırakmadı. On sekizinci yüzyılda, Hz. Muhammed’i bilge, akıllı ve Ay- dmlanma’nın gerçekçi kanun yapıcısı olarak gösteren bir akım başlamıştı. Henri, Comte de Boulainvilliers, 1730’da Paris’te ve 1731’de Londra’da Vie de Mahomed adlı çalışmasını yayınladı; bu çalışmasında Hz. Mu­hammed’i Mantık Çağı’mn öncüsü olarak gösteren Bo­ulainvilliers, Hz. Muhammed’in dinini dünyanın haki­mi olmak için kurduğu konusunda Orta Çağ’dakilerle aynı fikirdeydi ama aynı zamanda gelenekleri alaşağı ettiğini de vurguluyordu. Hıristiyanlık dininin aksine, İslamiyet vahiyle açıklanan değil, doğal bir dindi ve onu böylesine muhteşem kılan da bu özelliğiydi. Hz. Muhammed, bir Julius Caesar ya da Büyük İskender gibi muhteşem bir askeri kahramandı. Bu da başka bir fanteziydi, çünkü Hz. Muhammed bir Deist değildi ama yine de en azından İslam Peygamberi’ni daha olumlu bir açıdan incelemeye çalışıyordu. Yüzyılın sonlarında, The Decline and Fail of the Roman Empire (Roma İm­paratorluğu’nun Gerileyişi ve Çöküşü) adlı kitabının on beşinci bölümünde, Edward Gibbon İslam dininin tek tanrıcılığını övüyor, Müslümanların dünya uygarlık ta­rihinde haklı bir yere sahip olduğunu vurguluyordu.
Ama eski önyargıların etkisiyle bu yazarların birço­ğu yer yer Hz. Muhammed’i eleştiriyor, geleneksel ima­jın ölmediğini kanıtlıyorlardı. Örneğin Sirnon Ockley, Hz. Muhammed’i şöyle tanımlıyordu: “Çok akıllı ve be­cerikli bir adam olarak görünüşte sadece iyi değerleri vurgularken, kendi ruhunun prensipleri hırsa ve şehve­te dayanıyordu.”f25) George Sale ise tercümesinin giriş bölümünde bu kanıya şöyle katılıyordu: “Muhammedan inancının insan buluşu olduğu şüphesizdir, çünkü iler­lemesini ve gelişmesini kılıç gücüne borçlu olduğu açık­ça görülmektedir. ”(26) Les Moeui's adlı makalesinin so­nunda, Voltaire İslam dininin olumlu tanımını şu söz­lerle noktalıyordu: “Muhammed, kendisinin şarlatan ol­duğunu bilenler tarafından bile büyük bir adam olarak kabul ediliyor, geri kalanlar ise onun bir peygamber ol­duğuna inanıyordu.”(2, ) 1741 yılında yayınladığı Malıo- met or Fanaticism (Muhammed ya da Fanatiklik) adlı çalışmasında, Voltaire İslam Peygamberi’ni hile ve ya­lanlar kullanarak insanlarını dinî köle haline getiren şarlatanların mükemmel bir örneği olarak göstermek­ten geri kalmıyordu; üstelik eski efsaneleri yetersiz bu­lan Voltaire, kendi efsanelerini de yazmıştı. Gibbon bile Hz. Muhammed’in kendisine yeterince zaman ayırma­mış, Arapları yağma ve seks vaatleriyle peşine taktığını iddia etmişti. Kuran’da vurgulanan Müslüman inancı için ise Gibbon bunun gerçekten uygar olan bir adamın kabul edemeyeceği bir tanım olduğunu söylüyordu:

(25) Daniel, İslam and the West, p. 297.

(26) Ibid., p. 300.

(27)  Ibid., p. 290.

“Bu iddia, zihni tamamen inanca ve esrimeye odaklan­mış dindar bir Arap için uygun olabilir, çünkü bu insan­lar cehaletleri yüzünden insan dehasının yaratabileceği şeyleri algılamaktan acizdir. Ama tarzları asla Avrupa- lı kâfîrlerinkine ulaşamaz.(28)
Bu yeni bir Batılı güvene işaret etmektedir. Avrupalılar artık Islami tehdit karşısında sinmemekte, bunun yeri­ne Müslüman dinini aşağılamakta, “Kuran’ı anlamıyor­sak demek ki içinde bir şey yok,” diye düşünmektedir­ler. 1841 yılında, Thomas Cariyle da Kuranı aşağıla­mış, konferanslarında Hz. Muhammed’i “Peygamber Kılığındaki Kahraman” diye tanıtmıştı. Neredeyse ilk kez Avrupa’da Hz. Muhammed dindar bir adam olarak görünse bile, Kuran dünyanın en sıkıcı kitabı olarak gösteriliyordu: “Yorucu, kafa karıştırıcı, kaba saba bir zırvalar yığını; bitip tükenmek bilmeyen sözler karma­şası; kısacası en dayanaksız saçmalıklardan oluşan bir aptallık ürünü.”(29)
On sekizinci yüzyılın sonunda gerçekleşen bir olay, yeni Avrupa güveninin ne yöne döndüğünü açıkça gös­terdi. 1798 yılında Napolyon Mısır’a gitti ve Institut d’Egypte (Mısır Enstitüsü) görevlisi olan bir grup Doğu araştırmacısını da yanında götürdü. Bunu yaparken bü­tün amacı İslam dünyasını kontrol altına almak için bu uzmanlan kullanarak bir anlayış geliştirmek ve Hindis­tan’daki İngiliz hegemonyasını yıkmaktı. Kıyıya çıktık­ları anda Napolyon uzmanlarını gönderdi ve subayları­na onların tavsiyelerini sıkı sıkıya izlemelerini emretti. Görünüşe bakılırsa ev ödevlerini iyi yapmışlardı. 

(28) The Decline and Fail ofthe Roman Empire, ed. Dero E. Saunders, ab- ridged in one volüme (London, 1980), pp. 657-8.

 (29) On Heroes and Hero-Worship (London, 1841), p. 63.


Napol­yon İskenderiye’deki Mısır halkına şöyle seslendi: “Nous sommes les vrais musulmans.” Sonra Kahire’deki büyük cami El-Ezharin altmış şeyhini büyük bir askeri say­gınlıkla kendi karargahında ağırladı. İslam Peygambe­rini dikkatle övdü, Voltaire’in Mahomet adlı çalışması­nı tartışmaya açtı ve eğitimli ulemalardan değerli bilgi­ler aldı. Kimse Napolyon’u bir Müslüman olarak ciddiye almıyordu ama İslam dini konusundaki sempatik anla­yışı insanların düşmanlığını azaltmakta belirgin bir öl­çüde etkili olmuştu. Napolyon’un girişimi yine de sonuç vermedi; İngiliz ve Türk orduları tarafından bozguna uğratılınca, gerisin geri Avrupa’ya döndü.
On dokuzuncu yüzyılda, Avrupalılar’a diğer ırklardan daha üstün oldukları inancım veren sömürgecilik ruhu hakimdi; kendilerinin Asya ve Afrika’daki barbar dün­yayı uygarlaştırmak üzere Tanrı tarafından görevlendi­rildiklerine inanıyorlardı. Bu, Batı’nm İslam dünyasına bakış açısını ister istemez etkiledi; Fransızlar ve İngiliz- ler, gerilemeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu’na iş­tahla bakmaya başladılar. Örneğin Fransız Hıristiyan tövbekar François Rene de Chateaubriand’da, Haçlı ide­alinin yeni şartlara uyarlanışını görüyoruz. Chateaubri- and, Napolyon’u bir Haçlı hacısı gözüyle görerek onun yönteminden etkilenmişti. İddiasına göre, Haçlılar Hı­ristiyanlık dinini Doğu’ya getirmeye çalışmışlardı. Bü­tün dinler içinde Hıristiyanlık en özgürlük yanlısı olan­dı ama Haçlı Seferleri döneminde, “sistematik bir şekil­de cehaleti, diktatörlüğü ve köleciliği destekleyen, uy­garlık düşmanı bir kült”(30) olan İslam diniyle çarpış­mıştı. Fransız Devrimi’nden sonraki sarsıcı günlerde, İs­lam dini bir kez daha “bize” karşı olmuştu. Hiyerarşi zi­hin yapılı Orta Çağ’da, İslam dinini eleştiren bazıları Hz. Muhammed’i köleler ve kadınlar gibi aşağı sınıf in­sanlara fazla özgürlük tanımakla suçlamıştı. Bu tutum şimdi tersine dönmüştü ama bunun nedeni İslam’ı daha iyi anlamamız değil, kendi çıkarlarımıza uymasıydı.

(30) Quoted in Said, Orientalism, p. 172.


Journey from Paris to Jerusalem and from Jerusalem to Paris (Paris’ten Kudüs’e ve Kudüs’ten Paris’e Yolcu­luk) adlı ünlü çalışmasında Chateaubriand bu Haçlı fan­tezisini Filistin’deki duruma uyarladı. Ona göre, “Arap- lar lideri olmayan askerler, kanunları olmayan vatan­daşlar ve babası olmayan bir aile gibi davranıyorlar” idi. İlkel ve vahşi durumlarına geri dönen uygar insanlar için mükemmel örnektiler.(31) Bu yüzden, Batı’nm kont­rolü altına girmeleri gerekiyordu, çünkü kendi kendileri­ni kontrol etmeleri imkansızdı. Kuran’da “karakteri yü­celtecek bir uygarlık prensibi ya da emirler bulunmuyor” idi. Hıristiyanlık dininin aksine, İslam “ne tiranlık karşı­sında nefreti ne de özgürlük aşkını desteklemiyor” idi.(32)
Saygın Fransız filoloji uzmanı Ernest Renan, bu ye­ni ırksal ve emperyalist mitler için bilimsel bir açıkla­ma getirmeye çalıştı. İbranice ve Arapça’nın aşağı sevi­yelerde diller olduğunu, Aryan geleneğinden ayrı ve dü­zeltilmeyecek kadar kusurlu olduğunu vurguladı. Bu Semitik diller ancak ilkellik örneği olarak görülebilirdi ve “bizim” dil sistemimizin ilerici karakterinden yok­sunlardı. Yahudilerin ve Arapların insan olarak aşağı derecede kalmalarının nedeni buydu.
Semitik ırkın basitlikten dolayı yetersiz ve bizden aşağı bir ırk olduğunu görmek zor değildir. Bu ırk eğer analo­jiyi kullanmaya cüret edersem - Hindu-Avrupa ailesi için, tıpkı yağlı boya üzerindeki bir kurşunkalem darbesi gibi­dir; mükemmelliğin şartları olan çeşitlilikten, derinlikten, renkten, canlılıktan yoksundur. Görkemli bir çocukluktan sonra sıradan yetişkinliğe ulaşan insanlar gibi, Semitik uluslar da en büyük başarılarım ilk aşamalarında sergile­miş, gerçek olgunluğa asla ulaşamamışlardır.33

 (31) Ibid.

 (32) Ibid., p. 171.

(33) Histoire generale, quoted in ibid., p. 149.

Bir kez daha, Yahudiler ve Araplar “bizim” üstün değerle­rimizi tanımlamak için tek bir imgede birleştirilmiştir. Ama bu yeni ırkçılık akımı, elbette ki Avrupa’daki Yahudi­ler için bir felaket anlamına gelecekti. Hitler, Yahudilere karşı giriştiği laik haçlı seferinde, aynı Hıristiyan nefret kalıbına dayanarak hareket ederken, Avrupa ve Aryan top­raklarında başka bir ırkın varlığına tahammül edemedi.
Avrupa’da hiç Müslüman kalmamıştı ama bu kez de on dokuzuncu yüzyılda İngilizler ve Fransızlar onların topraklarını işgal etmeye başladı. 1830 yılında Fransız- lar Cezayir'i ve 1839’da İngilizler Aden’i sömürgeleştir­di; birlikte Tunus’u (1881), Mısır'ı (1882), Sudan’ı (1898), Libya’yı ve Fas’ı (1912) paylaştılar. 1920’de, Türk imparatorluğunun çöküşünden sonra bağımsızlık­larını kazanacaklarına dair Araplara söz vermiş olma­larına rağmen, İngiltere ve Fransa, Orta Doğu’yu arala­rında paylaşıyor, yeni sömürgeler yaratıp duruyorlardı.
Bugün Müslüman dünyası Batılı emperyalizmi ve Hıristiyan misyonerliğini Haçlılar ile birleştirmektedir ve bunu yapmakta da haksız değillerdir. 1917 yılında General Allenby Kudüs’e geldiğinde, Haçlı Seferleri’nin tamamlandığını duyurdu. Fransızlar Şam’a geldiklerin­de ise, kumandanları Büyük Cami’deki Selahaddin Türbesi’ne yaklaştı ve bağırdı: “îşte bu kadar, Selahad­din!” Hıristiyan misyonerlik çalışmalarıyla sömürge ül­kelerdeki Müslüman kültür gelenekleri çürütülürken, yerel Hıristiyan gruplara yönetici sınıfta yer verildi. Sö­mürgeciler, ilerleme ve aydınlanma getirdiklerini iddia ediyorlardı ama bu çabalar şiddet ve aşağılamayla göl­geleniyordu. Örneğin Cezayir'in kontrol altına alınması yıllar sürdü ve direniş hareketleri şiddet olaylarıyla bastırıldı. Fransız tarihçisi M. Baudricourt, bu şiddet olayların tanımını şöyle yapmaktadır:
“Seferden dönen askerlerimiz utanç içindeydi... 18,000 ağaç yakılmış, çocuklar, kadınlar ve yaşlılar öldürülmüştü. Talihsiz kadınlar, gümüş küpeler, halhallar ve bilezikler yüzünden eziyet görmüştü. Bu bilezikler ve küpeler Fransız yapısı olanlara benzemez. Kızlar küçük yaştayken uzuvlarına işlendiğinden, yetişkinliğe ulaş­tıklarında çıkarılması mümkün değildir. Askerlerimiz onları alabilmek için kadınların uzuvlarını kesip onları sakat halde sağ bırakmışlardı/34^”
Sömürgeciler, İslam dinine karşı tiksintilerini sergile­mekten çekinmiyorlardı. Mısır’da, Lord Cromer, liberal entelektüel Muhammed Abduh’a (d. 1905) bazı gelenek­sel İslam fikirlerini yeniden gözden geçirmesini söyledi. Ona göre İslam dini kendini yenilemekten acizdi ve Araplar da kendi toplumlarını kendi başlarına ilerlete- mezlerdi. Modern Egypt (Modern Mısır) adlı iki ciltlik çalışmasında açıkladığı gibi, “Doğu” son derece çocuk­suydu ve “bize” tam anlamıyla zıttı:
Sir Alfred Lyall bir defasında bana şöyle demişti: “Tu­tarlılık, Doğulu zihnin algılayamadığı bir şeydir. Her Anglo-Hintli bu maksimi daima hatırlamalıdır.” Deje­nere haliyle kolayca sahtekarlığa dönüşebilen tutarlılık isteği, aslında Doğulu zihnin temel karakteristiğidir.
Avrupalı, sağlam bir mantıkçıdır; gerçekleri ele alır­ken, belirsizliklerden kaçınır; mantığı incelemese bile, doğuştan akılcıdır; doğasında şüphecidir ve herhangi bir önermeyi gerçek olarak kabul etmeden önce kanıt ister; eğitimli zekası, bir makine gibi çalışır. Diğer yan­dan Doğulu, tıpkı pitoresk sokakları gibi, sürekli simet­ri arayışmdadır.

(34) M. Baudricourt, La Guerre et le gouuernement de l’Algerie (Paris, 1853), p. 160.

Mantıksallığı en üstünkörü aşamada­dır. Antik Araplar diyalektik biliminde ciddi bir ilerle­me kaydetmiş olsalar bile, onların soyundan gelenlerin mantık yeteneğinden yoksun oldukları ortadadır. En belirgin çıkarımlara varmakta bile beceriksiz davran­ır. aktadırlar.(35)
Batılı araştırmacılar Araplar ve Müslüman dünyası hakkında daha tarafsız bir resim çizmeye çalışsalar bi­le, bu sömürgeci tutum yüzünden birçok kişi “îslam” di­ninin ciddi bir incelemeye layık olmadığına inanmasına yol açmıştır.
Bu saldırgan Batılı tutumun Müslüman dünyasını kendisinden uzaklaştırdığı şüphesizdir. Bugün İslam dünyasında Batı karşıtı duygu en had safhadaysa da, bunun yeni bir şey olmadığı anlaşılmalıdır. Batı, Hz. Muhammedi düşman olarak hayal etmeyi sürdürebilir ama gerçek şu ki Müslümanlar, 200 yıl öncesine kadar Batı’nm farkında bile değillerdi. Her yerde tartıştığım gibi, Haçlı Seferleri’nin Batı tarihinde ve Batılı kimliği­nin oluşmasında çok büyük önemi vardır.(36) Ama Haçlı Seferleri Yakın Doğu’daki Müslümanların yaşamlarını derinden etkilemiş olsa bile, İslam dünyasının geri kala­nında o kadar etkili olamamıştır. İslam dünyasının mer­kezi olan Irak ve İran, bu Orta Çağ Batılı saldırısından neredeyse hiç etkilenmemiştir. Dolayısıyla, Batı’yı düş­man olarak görmeleri de mantıksızdı. Müslümanlar Hı­ristiyan dünyasını düşündüklerinde akıllarına gelen şey Batı değil, Bizans idi; o sıralarda Batı Avrupa barbar, putperest bir bölge olarak biliniyordu ve gerçekten de dünyanın geri kalanından çok ilkel bir durumdaydılar.
Ama Avrupa çalkantılar içindeydi ve kendi sorunla­rıyla boğuşan Müslüman dünyası neler olduğunun far­kında bile değildi. Napolyon’un Mısır’a gidişi, Yakın Do­ğu’daki birçok düşünen insan için dikkat çekici bir ge­lişmeydi.

(35) Quoted in Said, Orıentalisrn, p. 38.

 (36) Holy V/ar: The Crusad.es and Their lmpact on Today’s World (Lon- don, 1988).

Müslümanlar başka kültürlerin fikirlerine za­ten cevap veriyorlardı ve birçok kişi Batı’nın radikal modernleştirme düşüncelerine dikkatlerini vermiş du­rumdaydı. Yüzyılın başlarında, İslam dünyasındaki nere­deyse tüm önde gelen entelektüeller, liberal ve Batıcı bir tutum içindeydi. Bu liberaller Batılı emperyalizmden nef­ret ediyor olabilirdi ama Avrupa’daki liberallerin onlarla aynı tarafta olacağım ve Lord Cromer gibi adamlara kar­şı çıkacağım sanıyorlardı. Batılı yaşam tarzına hayranlık duyuyor, birçok ideali İslam geleneklerinin merkezindeki idealle bağdaştırıyorlardı. Ama son elli jul içinde, bu iyi niyeti kaybettik. Müslüman dünyasının geri çekilmesinin bir nedeni, peygamberlerine ve dinlerine karşı Batı’da böylesine yerleşmiş olan bu düşmanlığı ve tepeden bakışı zaman içinde fark etmeleri ve sömürgecilik sonrası dün­yada bile Müslüman ülkelere karşı politikaların aynı dü­şünce yapısından etkilendiğini görmeleriydi.
Suriyeli yazar Rana Kabbani’nin Letter to Christerıdom (Hıristiyanlık Dünyasına Mektup) adlı çalışmasın­da dediği gibi:
Batılı vicdanı seçici değil mi? Batı, tıpkı Nikaragua Kontrgerillalan gibi Amerikan istihbarat servisleri tarafından desteklenen Afgan Mücahitleri’ne sempati duyuyor ama Batının Soğuk Savaş’mda yer almayan, sadece kendi po­litik çıkarlarını izleyen militan Müslümanlara sempati duymuyor. Ben bunu yazarken, İşgal Bölgeleri’nde her gün Filistinliler ölüyor; son sayıma göre yaklaşık 600 ölü, 30,000’den fazla yaralı ve yargısız tutuklanan 20,000 mahkum... Buna karşılık İsrail Batı’mn gözlerinde bir de­mokrasi olma özelliğini koruyor ve hatta Batılı medeniyet­lerin bir sınır karakolu gibi görülüyor. Bu tür çifte stan­dartlar uygulanırken, insan başka ne düşünebilir ki?(37)
İslam’ın yeni aldığı radikal biçimde - bazı yönleriyle antik fantezileri andırmaktadır. Batı da kendi sorum­luluğu bulunduğunu kabul etmelidir. Bugün İslam dün­yasındaki birçok kişi Batı’nın adaletsiz, tanrısız ve çü­rümüş bir toplum olduğuna inanmaktadır. Maxime Ro- dinson, Roy Mottahedeh, Nikki R. Keddie ve Gilles Kepel gibi bazı Batılı araştırmacılar, bu yeni İslam ruhu­nun anlamını kavramaya çalışmaktadır. Ama her za­man olduğu gibi, Müslüman dünyasındaki var olan kri­zi tarafsız ve sempatik bir şekilde anlamaya çalışmak yönündeki bu girişimler yine azınlıkta kalmaktadır. Di­ğer saldırgan sesler anlama isteği duymamakta, eski nefret geleneğini sürdürmektedir.
Ne var ki yeni radikal İslam yapısının sadece Batı’nın nefretinden kaynaklandığı da söylenemez. Hiçbir şekilde homojen bir hareket de değildir üstelik. Radikal Müslümanlar öncelikle kendi evlerini düzene koymaya ve bu modern dönemde yaşadıkları kültürel bozukluk­ları gidermeye çalışmaktadır. Dinin bu daha uç biçimi­nin yükselişi için genelleme yapmak gerçekten de im­kansızdır. Sadece ülkeden ülkeye farklılık gösterme­mekte, aynı zamanda şehirden şehre bile fark etmekte­dir. İnsanlar kendilerini köklerinden uzaklaşmış hisset­mektedir: Batı kültürü, yaşamlarının her yönünü işgal etmiş durumdadır. Evlerindeki mobilyalar bile önemli bir değişim geçirmiş, hakimiyet ve kültürel kayıp işa­retleri rahatsız edici boyutlara ulaşmıştır. Dine dön­mekle, aslında birçoğu köklerine dönmeye çalışmakta, güçlü bir tehdit altında bulunan kimliklerini yeniden kazanmak için mücadele vermektedirler.

(37) Rana Kabbani, Letter to Christeııdom (London, 1989), pp. 6, 12.

Ama her alan­da İslam’ın tarzı farklıdır ve mutlaka dinî olması gerek­meyen yerel geleneklerden ve şartlardan derinden etki­lenir. Michael Giîsenan, Recognizing İslam, Religion and Society in the Middle East (Orta Doğu’daki İslam’ı, Dini ve Toplumu Tanımak) adlı klasik çalışmasında, bir bölgeden diğerine farklılıklar çok büyük olduğu için sö­mürgecilik sonrası dönemde Orta Doğu’da yaşayan in­sanların duygu ve düşüncelerini anlamak adına “İslam” ya da “temelcilik” kelimelerinin yararsız olduğunu be­lirtmiştir. Gerçek fenomen, basının yansıttığından çok daha karmaşıktır. Bölgedeki birçok Müslüman, Kurtu- ba şehitlerinin yaşadığına benzer bir kimlik ve kültür karmaşası yaşıyor olabilir.
İslam’a karşı nefretimizi ifade etmek için sürekli yeni şablonlar üretip duruyoruz. 1970’lerde, olağanüstü zen­gin petrol şeyhlerinden korkuyorduk; 1980’lerde korku­muzun kaynağı fanatik ayetullahtı; Salman Rüşdi’nin kitabından beri, İslamiyet sanatsal özgürlük ve yaratıcı­lığı yok eden bir din olarak tanındı. Ama bu imajların hiçbiri gerçeği yansıtmıyor ve gerçek durum çok daha karmaşık. Ama yine de insanlar haksız yargılarda bulun­maktan geri kalmıyorlar. Rana Kabbani, Fay Weldon ve Conor Cruise O’Brien’m iki düşmanca hareketine dikkat çekmiştir. Weldon, Rüşdi tartışmasına katkı olarak Sac- red Cows (Kutsal İnekler) adlı kitabında şöyle diyordu:
“Kuran, hiç düşünmeyenlerin gıdasıdır. Bir toplumun gü­venle veya mantıklı bir şekilde üzerinde yükselebileceği bir şiir değildir. Düşünce polislerine silahlar ve güç verir; dü­şünce polisi de kolayca harekete geçer ve korkutur... Tanrı olarak tanımladığım şey söz konusu olduğunda, Kuran’m sınırlı ve sınırlayıcı bir metin olduğunu düşünüyorum.38
Ama Kuran ve İslam tarihi üzerinde yaptığım kendi araştırmalarıma dayanarak, bu ifadenin kesinlikle doğ­ru olmadığını söyleyebilirim. Ama İslam’a saygıyı kültü­rel yozlaşma olarak değerlendiren Conor Cruise O’Brien, beni muhtemelen ikiyüzlülükle suçlardı. Ona göre Müs­lüman toplum, inanılmayacak kadar iğrenç görünür... İğ­renç görünür, çünkü iğrençtir... Hâlâ Batılı değerlerine bağlıyken Müslüman topluma hayranlık duyan bir Batı­lı, ya ikiyüzlü, ya kara cahil ya da her ikisi birdendir.

(38) Fay Weldon, Sacred Cows (London, 1989), p. 54.

O’Brien şöyle noktalamaktadır: “Arap toplumu hasta­dır ve uzun süredir bu durumdadır. Geçen yüzyılda Arap düşünür Cemalleddin El-Afgani şöyle demişti: ‘Her Müslüman hastadır ve tek devası Kuran’dadır.’ Ne yazık ki bu deva kullanıldıkça hastalık daha da kötü­leşmektedir. ”(39)
Ama bütün eleştirmenler bu Haçlı tarzını kullanma­maktadır. Bu yüzyıl içinde birçok araştırmacı, Batı’nın İslam anlayışını geliştirmeye çalışmıştır: Louis Massig- non, H. A. R. Gibb, Henri Corbin, Annemarie Schimmel, Mareşal G. S. Hodgson ve Wilfred Cantwell Smith. Onlar, Aziz Peter ve John Segovia gibi insanların ayak iz­lerini takip etmiş, kendi zamanlarındaki önyargılara meydan okumak için araştırmacılığı ve bilgiyi kullan­mışlardır. Asırlar boyunca din sayesinde herhangi bir toplumun insanları ciddi anlayışlar geliştirmiştir. İn­sanlar dinî ideallerini her zaman olması gerektiği şekil­de ifade edemeyebilirler ama adalet, yardımseverlik, saygı ve şefkat kavramlarının kendi davranışlarımızı değerlendirebileceğimiz standartlar yaratmasına yar­dımcı olmuşlardır. İslam dini ciddi şekilde incelendiğin­de, Kuran’daki ideallerin 1,400 yal boyunca Müslüman­ların ruhsal durumuna katkıda bulunduğu rahatlıkla görülebilir. Tanınmış Kanadalı araştırmacı Wilfred Cantwell Smith gibi bazı araştırmacılar, şu sözü söyle­yecek kadar ileri gidebilmişlerdir: “İnsan uygarlığının Müslüman kesimi, ancak İslam güçlü, merkezi, saf ve yaratıcı olduğu sürece ilerleyebilir. ”(40) Batıkların soru­nunun bir parçası, Hz. Muhammed’in asırlar boyunca dinî ruhun bir antitezi ve saygın bir uygarlığın düşma­nı olarak görülmesinden kaynaklanmıştır. Belki de bu­nun yerine onu kendi insanlarına barış ve medeniyet getirmiş ruhsal bir adam olarak görmemiz gerekir.

(39) Conor Cruise O’Brien, The Times, 11 May 1989.

(40) İslam in Modern History (Princeton and London, 1957), pp. 304-5.

2 - Allah İnsanı Olarak Hz. Muhammed

610 yılının Ramazan ayında Hicaz’daki Mekke şehrin­de yaşayan bir Arap tüccar, dünya tarihini kökünden değiştirecek bir deneyim yaşadı. Muhammed îbni Ab­dullah, her yıl Mekke Vadisi’ndeki Hira Dağı’nda bu­lunan bir mağaraya çekilerek ruhsal tefekküre dalar­dı. Bu, o dönemde Arap Yarımadası’nda hayli yaygın bir uygulamaydı: Muhammed bütün ayı ibadet ederek ve yoksullara sadakalar, yiyecekler dağıtarak geçirir­di. Kayalık dağ zirvesinden bakıldığında, bütün Mek­ke şehri görünürdü. Bütün Mekkeliler gibi, Muham­med de Arabistan’da en güçlü fînans ve yerleşim mer­kezi haline gelmiş olan şehriyle gurur duyuyordu. Mekkeli tüccarlar, Hicaz’daki diğer tüm Arap tüccar­lardan daha zengindi ve iki kuşak önce hayal bile edi­lemeyecek bir güvenlik altındaydılar. Hepsinden öte, Mekkeliler şehrin ortasında bulunan küp biçimli antik tapmak Kâbe ile gurur duyuyorlardı; birçok kişi, Kâ~ be’nin Arapların En Yüce Tanrısı olan Allah’ın Tapma­ğı olduğuna inanıyordu. Bu, Arabistan’daki en önemli tapmaktı ve her yıl yarımadanın her tarafından hacı­lar buraya gelirdi. Mekke’deki ticari başarı, Muham- med’in üyesi olduğu Kureyş Kabilesi tarafından kaza­nılmıştı ve diğer Arap kabileleri arasındaki saygınlık­larını bu devasa granit tapmağı ve kutsallığım koru­ma ayrıcalığına borçlu olduğunu hepsi biliyordu.
Bazı Araplar, adı “Tanrı” anlamına gelen Allah’ın, Yahudiler ve Hıristiyanların da taptığı Tanrı olduğuna inanıyorlardı1 Ama Arapların bu iki saygın dinin mensuplarına verdiği isimle “kutsal kitap insanları”nm aksine, kendileri O’nun tapmağını hatırlanamayacak kadar eski zamanlardan beri korumalarına rağmen Tanrı’nın onlara bir kutsal kitap ya da vahiy gönderme­diğinin farkındaydılar. Yahudiler ve Hıristiyanlar ile bir araya gelen Araplar, güçlü bir aşağılık kompleksi yaşıyorlardı: Tanrı Arapları îlahi Plan’dan çıkarmış gi­bi görünüyordu. Ama Ramazan ayının on yedinci gecesi Muhammed dağdaki mağarada uykudan uyanıp kendi­sini ilahi bir güç altında ezilmiş halde bulduğunda, bu durum sonsuza dek değişecekti. Daha sonra bu tarifi imkansız deneyimi anlatmaya çalışırken, bir meleğin kendisini vücudundaki hava boşalana kadar sıktığını söyleyecekti. Melek ona sertçe bir emir vermişti: “İkra!” “Oku!” Muhammed, okuması olmadığını anlatmaya ça­lıştı; Arabistan’daki esrik kahinlerden biri değildi. Ama Muhammed’in anlattığına göre, melek onu yeniden tu­tup sıkmış ve Muhammed artık dayanamayacağını his­settiği anda yeni bir kutsal kitabın ilahi kelimeleri ağ­zından dökülmeye başlamıştı. Arabistan’da ilk kez Tan- rı’nın Sözü söyleniyordu ve Tanrı nihayet Araplara ken­di dillerinde vahiyler gönderiyordu. Yeni kutsal kitaba Kuran adı verilecekti; yani, “Okuma.”

([1]) Vahiylerden sonra Hz. Muhammed’in “Allah” kelimesindeki “l” sesini kalınlaştırarak putperest geleneğindekinden ayırdığı söylenmektedir. Bu kullanım, bilinen “Allah” kelimesinden daha doğrudur.

Bu tuhaf deneyimin sonuçları muazzamdı. Muham­med Mekke’de Söz’ü yaymaya başladığında, bütün Ara­bistan kronik bir karmaşa içindeydi. Yarımadadaki tüm Bedevi kabilelerinin kendilerine ait kanunları vardı ve her biri diğeriyle savaş halindeydi. Arapların birleşme­si imkansız gibi görünüyordu ve bu da, dünya sahnesin­deki yerlerini almalarına izin verecek bir uygarlık kura­mayacakları anlamına geliyordu. Hicaz tam anlamıyla vahşi bir barbarlık görüntüsündeydi ve medeniyetten nasibini almamıştı. Ama yirmi üç yıl sonra Muham- med 8 Haziran 632’de öldüğünde, neredeyse tüm kabi­leleri yeni bir Müslüman toplum olarak birleştirmeyi başarmıştı. Doğru, bu belirsiz bir dönemdi. Muham­med’in de bildiği gibi birçok Bedevi, gizlice eski putpe­restlik inancına bağlıydı. Ama bütün zorluklara rağ­men, bu Arap birliği varlığım sürdürmeyi başardı. Mu- hammed büyük politik becerilere sahipti: İnsanlarının durumunu tamamen değiştirmiş, onları şiddetin ve kavganın verimsizliğinden kurtarmış, hepsine yeni ve gururlu bir kimlik kazandırmıştı. Artık yeni eşsiz kül­türlerini kurmaya hazırlardı ve Muhammed’in yaydığı öğreti 100 yıl içinde inanılmaz bir gücü serbest bıraka­rak Cebelitarık’tan Himalayalar’a kadar tüm Arapları etkisi altına almıştı.
Muhammed’in tek başarısı sadece bu politik geliş­me olsa bile, yine de hayranlığımızı kazanmaya yeter­di. Ama onun başarısı, Araplara aktardığı dinî vizyo­nundan ve imparatorluktaki insanlar tarafından şevk­le kabul edilerek derin bir ruhsal ihtiyacı karşılayan İslam doktrininden kaynaklanıyordu. Muhammed ve ilk Müslümanların zafer kazanması kolay olmadı. Zor­lu bir mücadeleye girişmişlerdi ve din Peygamber ve en yakın yandaşları tarafından getirilmiş olmasaydı, asla ayakta kalamazlardı. Bu tehlike dolu yıllar bo­yunca, Muhammed Tanrı’dan doğrudan vahiyler aldı­ğına inandı ama aynı zamanda sahip olduğu tüm do­ğal yetenekleri de kullandı. Müslümanlar, Peygam­berin sıra dışı yeteneklerinin ve tarihi nasıl değiştir­diğinin farkındaydı. Klasik İslami dönemde dört bü­yük tarihçi Hz. Muhammed’in hayatını kaleme aldı. Muhammed İbni İshak (d. 767), Muhammed İbni Said (d. 845), Ebu Cafer Et-Taberi (d. 923) ve Muhammed İbni Ömer El-Vakidi (d. 820). Bu tarihçiler, Peygam­berin askeri başarılarına odaklandılar. Bunlar, Hz.Muhammed’in yaşamıyla ilgili en önemli kaynaklar ol­duğundan, sık sık aktarımlar yapacağım. Bu tarihçiler sadece kendi fikirlerine dayanmıyor, ciddi bir tarihsel yapı oluşturmaya çalışıyorlardı. Anlatımlarına eski belgeleri eklemiş, sözel gelenekleri ilk kaynağına ka­dar izlemeye çalışmışlardı ve Hz. Muhammed’e bir Tanrı adamı olarak saygı duymalarına rağmen, zaman zaman onu eleştirmekten de geri kalmamışlardı. Şey­tan Ayetleri’ne kaynak oluşturan Taberi kayıtlarının Muhammed’i hatalı gibi göstermesinin nedeni de bu-dur. İbni Said ve İbni îshak, tamamen övgü niteliği ta­şımayan gelenekleri ve hikâyeleri de eklemişlerdi: Özellikle Hz. Muhammed’in eşi Ayşe’nin açık sözlü bir kadın olduğu ve kocarsı hakkında yaptığı keskin yo­rumlar dürüstçe kaydedilmişti. Konu aldıkları kişinin özelliklerine suçsuz göstermeye kalkışmayacak kadar güvenen bu biyografilerden, bu sıra dışı adam hakkın­da şaşırtıcı ve gerçekçi fikirler elde edebiliyoruz.
Bu ilk biyograflar elbette ki modern Batılı tarihçi­lerle aynı ruh halinde değillerdi. Kendi zamanlarının insanlarıydı ve sık sık bugün farklı yorumlayabileceği­miz mucizevi hikâyeler de eklemişlerdi. Ama konu al­dıkları adamın karmaşıklığının ve gerçeklerin ne ka­dar kolay saptırılabileceğinin farkındaydılar. İslam sanatı olan arabesk, sürekli tekrarlanan motifleriyle, perspektif ya da geri plan gibi özelliklerle herhangi bir unsura öncelik tanımamaktadır. Asıl etki bir bütün olarak desen ve eşit parçalar arasındaki karmaşık iliş­kiler tarafından yaratılmaktadır. Bu dört tarihçide de aynı ruha rastlıyoruz. Diğer olayları geri plana atarak belli teorilere ya da yorumlara odaklanmıyorlar. Ba­zen bir olayın iki farklı versiyonunu yan yana veriyor ve aralarındaki farklılığı açıklamaya çalışmıyorlar. Örneğin göreceğimiz gibi, Şeytan Ayetleri ile ilgili iki farklı hikâye sunarken, İbni İshak Ömer İbni Hattab’ın din değiştirmesiyle ilgili hikâyesinin iki versiyo­nunu yan yana veriyor ve belirgin çelişkiyle ilgili her­hangi bir yorum yapmıyor. Her iki durumda da tarih­çiler kaynaklarım dikkatle listelerken, bu otorite zin­ciri bile modern şartları karşılamıyor. Olayların anla­tımlarının tümüne aynı ağırlığı vermek için ellerinden geleni yapıyorlar; sözkonusu geleneklerle her zaman aynı fikirde olmasalar bile. Bu, Peygamber’e gösterilen derin saygıya rağmen, kendi içinde bu tarihçilerin hi­kâyelerini olabildiğince dürüst ve gerçekçi bir şekilde anlatmaya çalıştıklarının kanıtıdır.
Anlatımlarında boşluklar görülebilir. Hz. Muham­med’in kırk yaşında vahiyler almaya başlamasından önceki yaşamıyla ilgili pek fazla bilgimiz yok. Dolayı­sıyla kaçınılmaz bir şekilde Hz. Muhammed’in doğu­mu, çocukluğu ve gençliğiyle ilgili dinî efsaneler türe­miş, bunlar da kayda geçirilmiştir ama daha somut kanıtlar bulunamamıştır. Yine, Hz. Muhammed’in peygamberlik döneminin başlarında Mekke’de neler yaşadığıyla ilgili çok fazla kayıt yoktur. O sıralarda henüz nispeten önemsiz bir isimken, kimse onu misyo­nu hakkında notlar düşmeye değer görmemiştir. Ama hayatının son on yılında, Medine’ye göçtükten sonra, Müslümanlar gözlerinin önünde önemli bir tarih yazıl­dığını fark etmiş ve olaylar daha detaylı bir şekilde kayda alınmaya başlamıştır.
Tarihçiler, Peygamberin ilk takipçilerinin sonraki kuşaklara aktardıkları sözel geleneklere dayanmışlar­dır. Dokuzuncu yüzyılda, Muhammed İbni İsmail El- Bukhari ve Müslüman İbni El-Hijjaj El-Kuşeyri gibi araştırmacılar, bilgilerin sağlam bir şekilde aktarıl­masını sağlamak için tüm geleneklerin soyacağını dik­katle incelemişlerdir. Endişe verici boşluklar bulundu­ğu ya da otoriteler şüphe uyandırıcı dinî üne sahip ol­duğu için otorite zincirinin güvenilmez olarak değer­lendirildiği her gelenek, Peygamberi ya da erken dö­nem Müslümanları ne kadar övdüğüne önem verilmeden ve hiç acımadan geniş gelenek koleksiyonundan çıkartılmıştır. Birlikte göreceğimiz gibi, hadisler İsla- mi Kutsal Yasa olan Şeriat’m en önemli kaynağı hali­ne gelmiş ve geleneklerin elden geçirilmesi, Müslü­manların erken dönem tarihlerine eleştirel bir tutum­la yaklaşabildiğini göstermiştir. Bu tarafsızlık, erken dönem tarihçilerin çalışmalarında da kendini göster­mektedir. Ne onlar ne de sonraki kuşaklar, korunan geleneklerin hepsine aynı derecede inanan bir tutum­la yaklaşmamıştır.
Ama en önemli bilgi kaynağımız, Kuran’m kendisi­dir. Bu elbette ki Hz. Muhammed’in hayatıyla ilgili bir kayıt değildir, çünkü Peygamberden çok Yaratıcı’mn kendisini vurgulamaktadır. Ama yine de İslam toplu- munun erken dönemiyle ilgili değerli bilgiler sunmak­tadır. Batılı insanlar, Kuran’ı zor bir kitap olarak de­ğerlendirmektedir. İlerleyen bölümlerde bunu daha detaylıca tartışacağız ama her şeyden önce bu vahiy kitabının gerçekte ne olduğunun ve ne şekilde ele al­mamız gerektiğinin anlaşılması önemlidir. Hz. Mu- hammed, yirmi üç yıl boyunca Tanrı’dan doğrudan me­sajlar aldığını iddia etmiş ve bunlar Kuran adı verilen kitapta toplanmıştır. Kuran, Tevrat ya da Yasa’mn Si­na Dağı’nda Hz. Musa’ya indiği gibi tek seferde inme­miştir. Kuran, Hz. Muhammed’e satır satır, ayet ayet, bölüm bölüm gelmiştir. Bazen mesajlar Mekke ya da Medine’deki belli bir durumla ilgilidir. Kuran’da bazen Tanrı Hz. Muhammed’in eleştirmenlerine cevap ver­mektedir; bir savaşın ya da Müslüman toplum içinde­ki bir çatışmanın önemi derinlemesine açıklanmakta- dır. Her yeni mesaj Hz. Muhammed’e gönderilirken (Hicaz’daki birçok Arap gibi onun da okuma yazması yoktu) Peygamber sözleri yüksek sesle söylemiş, Müslümanlar hepsini dinleyip kalpten öğrenmiş ve becere­bilenler yazıya dökmüştür. Araplar Kuran’ı çok şaşır­tıcı, hayret verici, huşu uyandırıcı bir metin olarak görmektedir, çünkü daha önce karşılaştıkları hiçbir yazınsal esere benzememektedir. Bazıları, bu sıra dışı dilin ancak ilahi bir kaynaktan geleceğine inanarak daha duydukları anda İslam dinine dönmüşlerdir. Din değiştirmeyi kabul etmeyenler ise şaşkınlığa kapılmış, bu rahatsız edici vahiylerden ne anlam çıkartacakları­nı bilememişlerdir. Müslümanlar, Kuran’ı hâlâ son de­rece etkileyici bulmaktadır. Söylediklerine göre, bu ki­tabın yüksek sesle okunuşunu dinlerken, tıpkı Hz. Muhammed’in Hira Dağı’nda yaşadığına benzer bir ruhsal ve ilahi ses boyutu deneyimlemektedirler.
Batılı insanlar bunu anlamakta zorlanır. İslam di­nine karşı mantıklı bir sempati duyan Gibbon ve Cariyle gibi araştırmacıların bile Kuran karşısında afalladığını görürüz. Bu elbette ki şaşırtıcı değildir, çünkü başka kültürlerin kutsal kitaplarını anlamak her zaman için zordur. İlk kez Batı’yı ziyaret eden ba­zı Japon turistlerle ilgili bilinen bir hikâye vardır. İn­gilizce bilgileri bir hayli iyidir ve ziyaret ettikleri ülke­lerin dinleri hakkında daima bir şeyler öğrenmek iste­diklerinden, oturup İncil’i okumaya başlarlar. Metin karşısında hem şaşkınlık hem de huşu duyarken, Bir­leşik Devletler’e geldiklerinde önemli bir uzmana ya­şadıkları zorluğu anlatırlar. Bu kitabı gerçekten anla­maya çalıştıklarım ama ne kadar uğraşsalar da içinde dinî olabilecek bir şey bulamadıklarım açıklarlar! Uz­man, kişi belli bir zihin yapısıyla bu kitaba yaklaşma­dığı sürece, gerçekten de dinî bir şey bulmanın zor ol­duğunu ya da antik Yahudi insanların tarihleri dışın­da kayda değer bir şeyin göze çarpmayacağını söyler.
Kuran söz konusu olduğunda ise, bir de tercüme zorluğu yaşanmaktadır. Shakespeare’in en zarif mıs­raları, başka bir dile çevrildiğinde genellikle sıradan görünür, çünkü bir şiirin başka bir dilin deyimleriyle ifade edilmesi çok zordur; ve Arapça, tercüme edilme­si özellikle zor bir dildir. Araplar, orijinali Arapça olan şiirlerin veya hikâyelerin başka dilde tercümele­rini okuduklarında, neredeyse tanınmaz hale geldik­lerini vurgulamaktadırlar. Arapça’da, başka dilde söylenmesi mümkün olmayan bir şeyler vardır; Arap politikacıların konuşmaları bile başka dillere çevril­diğinde anlamsız, yüzeysel ve tuhaf kalmaktadır. Eğer günlük Arapça için bile bu geçerliyse, son dere­ce karmaşık, yoğun ve yoruma açık bir dille yazılmış Kuran için elbette ki durum daha da zor olacaktır. Akıcı bir şekilde İngilizce konuşan Araplar bile, Ku- ran’ın İngilizce tercümesini okuduklarında tamamen farklı bir kitaba bakıyormuş gibi hissettiklerini söy­lemektedirler. Bu çalışmamda sık sık Kuran’dan alıntılar yapacağım ama okur ilk Müslümanlar ka­dar etkileneceğini sanmamalıdır.
Bu, Kuran’ı bir kenara atma küstahlığını göstere­bileceğimiz anlamına gelmez. Her şeyden önce, sıra­dan bir kitap gibi okunmaması gerektiği anlaşılmalı­dır. Doğru bir zihin yapısıyla ele alındığında, barındır­dığı ilahi gücü hissetmek hiç zor değildir. Hıristiyan geleneklerine göre yetişmiş birinin bunu anlaması ko­lay değildir, çünkü Hintliler, Yahudiler ve Müslüman­ların aksine Hıristiyanların Sanskritçe, İbranice ve Arapça gibi kutsal dilleri yoktur. Hıristiyan vahiyleri­ni barındıran ve yansıtan İncil değil, İsa’nın kendisi­dir. Museviler bu Müslüman ruhsallığını daha kolay kavrayabilirler, çünkü onlar da Tevrat’a benzer bir şe­kilde saygı duymaktadırlar. Tevrat’ı incelerken, Muse­viler sadece bilgi edinmek için okumazlar. Kelimeleri yüksek sesle söyler, Tanrı’nın kendisini Hz. Musa’ya gösterirken kullandığı dili yüceltir, asıl mesajı kalple­rinde hissederler. Okurken sürekli olarak ileri geri sallanmaları, Tanrı’nm nefesi karşısında titremeleri­nin bir sembolüdür. Dolayısıyla, Museviler bu şekilde Tevrat’ı okurken, Hıristiyanların gördüğünden farklı bir kitap görmektedirler. Müslümanlar da Kuran’daki kutsal Tanrı Sözü’nü okurken benzer bir deneyim ya­şarlar. Tıpkı Hıristiyanlık dinindeki Komünyon gele­neği gibi, bu da Tanrı’nın kendini insan biçiminde ifa­de etmesidir. Kuran’m gücü, İslam dünyasındaki bir­çok insanın kutsal kitabın dilini benimsemek için ken­di dillerini terk etmesinde görülebilir.
Kuran’daki sureler, Hz. Muhammed’in söylediği sı­rada da yazılmamıştır. İlk Kuran 650 yılında oluştu­rulduğunda - Hz. Muhammed’in ölümünden yaklaşık yirmi yıl sonra editörler uzun sureleri başa, kısaları sona koymuşlardır ki aslında kısa olanlar Peygam­berin ilk aldığı vahiylerdir. Bu göründüğü kadar dü­zensiz bir şey değildir, çünkü zaten Kuran’daki sureler belli bir hikâyeyi ya da sıralamayı izlememektedir. Bunun yerine, farklı konularda bilgiler alırız; örneğin Tanrı’nın doğadaki varlığı, peygamberlerin hayatları ve Ahiret Günü gibi. Batılı insanlar, Kuran’ı sürekli kendini tekrarlayan bir kitap olarak görürler, çünkü tekrar tekrar aynı konuya dönülmektedir ama kitap özel okuma için değil, liturjik okuma içindir. Örneğin Müslümanlar camide bir sureyi dinlerken, tek bir ayinde inançlarının merkezi prensiplerini hatırlayabi­lirler. Ama Müslüman olmayanlar da Kuran’ı Hz. Mu- hammed hakkında önemli bir bilgi kaynağı olarak de­ğerlendirebilirler. Ölümünden sonra resmi olarak oluşturulmamışsa da, özgün olduğu kabul edilebilir. Çeşitli sureleri belli bir tutarlılıkla günümüze kadar getiren modern araştırmacılar, Kuran’m eski kısımla­rının Hz. Muhammed’in dinin hâlâ mücadele halinde­ki bir mezhepken karşılaştığı belli sorunları ele aldığı­nı, daha sonrasında îslam güçlü bir din olarak yüksel­diğinde bunların unutulduğunu söylemektedirler. Do­layısıyla Kuran’da Hz. Muhammed’in yaşamıyla ilgili çağdaş bir yorum bulmaktayız; böylelikle karşılaştığı zorlukları, görüşünün nasıl genişlediğini ve evrensel bir açı kazandığını anlayabilmekteyiz.
Buna karşılık, aslında İsa hakkında çok az şey bili­yoruz. İlk Hıristiyanlık yazarı, İsa’nın ölümünden yir­mi yıl sonra yazan Aziz Pavlos idi. Ama Pavlos, İsa’nın dünyevi hayatıyla değil, daha ziyade ölümünün ve ye­niden dirilişinin ruhsal anlamlarıyla ilgilenmişti. Da­ha sonraları, İncil araştırmacıları İsa’nın Filistin’deki yaşamı ve kayda geçirilmiş eylemleriyle daha fazla il­gilendiler. Bunlardan birincisi olan Markos, İsa’nın ölümünden kırk yıl sonra, yetmişlerde yazdı; Matta ve Luka seksenlerde, Yuhanna ise yaklaşık 100 yılında yazdı. Ama bu İncil kayıtları, Arap tarihçilerin Hz. Muhammed’in biyografisiyle ilgili kayıtlarından çok farklıdır. Tarihsel gerçekler yerine daha ziyade İsa’nın yaşamının dinî anlamlarına odaklanmakta, gerçek olaylar yerine daha çok erken dönem kiliselerin ihti­yaçlarını, meşgalelerini ve inançlarını ele almaktadır­lar. Örneğin Yeni Ahit araştırmacıları, İsa’nın tutkusu ve ölümüyle ilgili İncil kayıtlarının son derece karışık olduğuna dikkat çekmektedirler; dolayısıyla gerçekler saptırılmıştır. Bu dönemde Hıristiyanlar kendilerini Musevilerden ayırmak derdinde olduklarından, İsa’nın ölümüyle ilgili Romalılar’ı değil, Yahudileri suçlamışlardır. Ama bu, İncil’de anlatılanların doğru olmadığı anlamına gelmez elbette. Sonuçta önemli bir dinî gerçek dile getirilmektedir. İsa, havarilerine ru­hunu geri göndereceğine söz vermiştir, dolayısıyla en derin tutkuları aslında onun tutkularıdır.
Hz. Muhammed ise İsa’nın İncil’deki idealleştiril­miş, ilahi kimliğinden farklı bir şekilde karşımıza çık­maktadır. Müslümanlar, Hz. Muhammed’e sembolik bir sadakatle bağlıdırlar - bunu 10. Bölüm’de incele­yeceğiz ama ilahi bir kimliği olduğunu asla iddia et­memişlerdir. Gerçekten de, tarihsel kayıtlarda Hz. Muhammed son derece insani bir figürdür. Bir Hıris­tiyan azize hiçbir açıdan benzememektedir; ama el­bette ki ilahiyat boyutu bir kenara atıldığında, azizler de son derece insandırlar. Hz. Muhammed daha ziya­de Musevi metinlerindeki dindar olan ama mükem­mel olmayan renkli karakterlere - Musa, Davut, Sü­leyman ya da İlyas peygamberler gibi - benzemekte­dir. Hz. Muhammed basmakalıp bir aziz değildi. Teh­likeli ve şiddet eğilimli bir toplumda yaşıyordu; dola­yısıyla bazen daha güvenli bir dünyada yaşayan bizle- rin rahatsız edici bulacağı bazı yöntemler kullanmak zorunda kalmıştı. Ama kutsallık konusunda Hıristi­yan beklentilerimizi bir kenara bırakabilirsek, karşı­mızda Allah aşkıyla yanan ve karmaşık yapılı bir in­san görürüz. Hz. Muhammed, politik olanların yanı sıra güçlü ruhsal yeteneklere de sahipti - ikisini ge­nellikle aynı insanda bulamazsınız - ve tüm dindar insanların iyi ve adil bir toplum yaratmaktan sorum­lu olduğuna kesinlikle inanıyordu. Buna karşılık, öf­keden kendini kaybedebilir, uzlaşmaya yanaşmayabi- lirdi ama aynı zamanda nazik, şefkatli, kırılgan ve son derece nazik bir insandı. Incil’i okuduğunuzda, Incil’in güldüğü bir sahneye rastlayamazsınız ama Hz. Muhammed’in sık sık gülümsediğini, kendisine en yakın kişilerle ve ailesinden insanlarla zaman za­man şakalaştığını görebilirsiniz. Tarihsel kayıtlarda onu çocuklarla oynarken, eşleriyle tartışırken, bir dostu öldüğünde acıyla ağlarken, sevinçten sarhoş ol­muş herhangi bir baba gibi yeni doğmuş oğlunu gu­rurla etrafındakilere gösterirken görebiliriz.
Hz. Muhammed’e diğer önemli tarihsel kişiliklere yaklaştığımız şekilde yaklaşırsak, onun dünyanın ta­nıdığı en büyük dahilerden biri olduğunu kolayca gö­rebiliriz. İnanılmaz bir yazınsal eser yaratmak, bü­yük bir din kurmak ve yeni bir dünya gücü oluştur­mak, sıradan başarılar değildir. Ama onun dehasını tam olarak kavramak için, içinde doğduğu toplumu ve etkilendiği güçleri incelememiz gerekir. Tanrı’nın Sözü’nü Araplara getirmek için Hira Dağı’ndan indiğinde, Hz. Muhammed imkansızı başarmak için ha­rekete geçmişti. Yarımadada az sayıda Arap tektanrı- cılığa doğru kayıyordu ama tektanrıcılığm uygula­malarını tam olarak incelememişlerdi. Aslında bu pek de şaşırtıcı değildir. Musevilerin Yehova’nm tek Tanrı olduğunu kavraması bile asırlar sürmüştü. An­tik İsrailliler muhtemelen sadece Yehova’ya tapmala­rı gerektiğini anlıyor ama aynı zamanda başka tanrı­ların var olduğunu da kabul ediyorlardı. Hz. Mu­sa’nın kendisi bile doğrudan bir tektanrıcı olmayabi­lirdi. İnsanlarına getirdiği On Emir, başka tanrıların varlığım kabul ediyordu: “Benim önümde başka tan­rılara tapmayın.” Hz. Musa’nın liderliğinde Mısır’dan Çıkış ile (M.Ö. 1250) Babil’de Yahudi sürgünlerle bir­likte yaşayan ve genellikle İkinci İşaya adıyla bilinen peygamberin (M.Ö. 550) sarsılmaz tek tanrıcılığı ara­sında 700 yıl geçmesi gerekmişti. Ama Hz. Muham­med, Arapların bu inanılmaz değişimi yirmi üç yıl gi­bi bir sürede yaşamasını sağlamak için harekete geç­mişti! Bazı Arapların çoktanrılı ama tek Tanrı’ya ta­pan sistemi kabul ederek çözüme ulaşması için ona yalvardığım göreceğiz; ama Hz. Muhammed bu konu­da uzlaşmayı kesinlikle reddetmişti.
Tek Tanrı’ya inanmak sadece kavramsal bir şey de­ğildi. Bilincin değişmesini gerektiriyordu. İncil, antik İsrailoğulları’nın putperestliğinin çekiciliğine kapıldı­ğım göstermektedir ve Arapların da atalarının tanrıla­rım ve tanrıçalarını terk etmekte ne kadar zorlandığı­nı birlikte göreceğiz. Musevilerin putperestliği sonsu­za dek terk etmesinin Babil’deki sürgünlerine rastla­ması belki de hiç şaşırtıcı değildir. Tüm büyük dünya dinlerinde olduğu gibi, tektanrıcılık medeniyetin bir ürünüdür. Bir dünya imparatorluğunda, insanlar da­ha geniş bir bakış açısı kazanır ve dünya görüşleri ta­mamen değişir; dolayısıyla yerel tanrılar yetersiz ve gülünç görünür. Antik imparatorluklar, uygarlıkların gelişmesi için gereken güven ve toplumsal düzeni sağ­lıyorlardı; böylece insanlar evrenin aslında düzenli bir yer olduğunu ve tek bir kumanda altında birleşebile­ceğini anlamaya başlıyordu. Büyük şehirlerde, kültü­rel değişim hızlanıyor ve insanlar kendi eylemlerinin gelecek kuşakları etkileyebileceğini anlamaya başla­dıkça kişisel bilinç gelişiyordu. Ama yedinci yüzyıl Arap yarımadası gibi daha ilkel bir toplumda, böyle bir bakış açısı neredeyse imkansızdı. Yardımsever, şef­katli ve kudretli bir tektanrıya inanmak neredeyse im­kansızdı, çünkü yaşam tehlikelerle dolu, belirsiz görü­nüyor, bireysellik yerine toplumsallık vurgulanıyor, insanlar kendilerini güvensiz hissediyordu. İlkel ve putperest bir dünyada çeşitli tanrılar güç ve nüfuz maynağı oluşturuyor, insanın tek Tanrı’ya taparak mendini tehlikelere açması mantıksız geliyordu. Mek­ke halkı gibi bazı Arapların şehirlerde yaşadığı doğ­ruydu ama çöle ait anıları henüz çok geride kalmamış­tı ve kaçınılmaz kabile ruhu hâlâ baskındı.
Hz. Muhammed’in başarısının en önemli yönlerin­den biri, izolasyondu. Musevilik ve Hıristiyanlık dinle­rinden haberi vardı ama bilgisi çok sınırlıydı. İsrailo- ğulları’nın peygamberlerinin aksine, Hz. Muhammed, kendi ivmesine, görüşlerine sahip, asırlar boyunca bi­çimlenmiş ahlak değerleri sunabilecek kurulu bir gele­neğin desteğiyle tektanrıcı bir çözüme yönelik çalışmı­yordu. îsa ve Aziz Pavlos, Musevilik ile yetişmişlerdi ve ilk Hıristiyanlar, sinagoglarda tek Tanrı’ya taparak yetişmiş Museviler idi. Hıristiyanlık, Musevi toplum- iarm yolu açtığı ve putperest zihinleri hazırladığı Ro­ma İmparatorluğu’nda kök salmıştı. Ama Hz. Muham­med, tamamen sıfırdan başlamak ve radikal tektanrı- cı inanç sistemini oluşturmak için tek başına mücade­le etmek zorundaydı. Görevine başladığında, dışarı­dan bakan biri ona kesinlikle şans vermezdi. Araplar meşinlikle tektanrıcılığa hazır görünmüyordu; bu sofistike vizyon için yeterince gelişmemişlerdi. Aslında, bu şiddet eğilimli, ürkütücü toplum içinde böyle bir kavramı yaygın biçimde tanıtmak, olağanüstü tehlike­li bir işti ve Hz. Muhammed bu girişiminden sağ kur­tulursa bile yeterince şanslı sayılırdı.
Gerçekten de Hz. Muhammed sürekli bir ölümcül tehlike altındaydı ve hayatta kalması mucizeydi. Yine de başardı. Hayatının sonuna geldiğinde, kabileler arasındaki şiddetin kronik köklerini baltalamayı ba­şarmıştı ve putperestlik artık endişe kaynağı olmak­tan çıkmıştı. Araplar artık tarihlerinde yeni bir sayfa açmaya hazırdı. Bu eşsiz başarıyı değerlendirmek için, öncelikle İslam inancının gelişinden önce Arabistan’ın ne durumda olduğunu anlamamız gerekir; Müslüman­ların adına cehalet dönemi dedikleri yılları!


3 - Cehalet Dönemi

Bugün Arabistan dünyanın en zengin bölgelerinden bi­ri ve büyük güçler oradaki petrol çıkarlarını korumak için pür dikkat bölgeyi izliyorlar. Ama 570 yıllarında Hz. Muhammed Mekke şehrinde doğduğunda, bölgede­ki büyük güçlerin hiçbiri Arabistan ile ilgilenmiyordu. Pers İmparatorluğu ve Bizans İmparatorluğu birbiriyle mücadeleye girişmiş, aralarındaki çekişme Hz. Mu- hammed’in ölümünden kısa süre önce ancak sona ere­bilmişti. İki büyük devlet de Yarımada’nın güneyinde şimdi Yemen olarak bilinen yerde yaşayan Araplar ile dostluk kurmak için hevesliydi. Güney Arabistan Kral­lığı, bölgenin geri kalanından bir hayli farklıydı. Muson yağmurları bölgeyi verimli hale getirdiğinden, verimli, zengin bir yerdi ve gelişmiş bir antik kültüre sahipti. Ama Arabistan’ın aşılmaz stepleri korkunç bir bölgeydi ve burada Yunanlıların çadırlarda yaşayanlar anlamı­na gelen “Sarakenoi” dedikleri vahşi insanlar yaşıyor­du. Ne Pers ne de Bizans imparatorlukları bu bölgeyi işgal etmeyi düşünmüyordu ve hiç kimse buranın bir süre sonra önemli bir dünya gücü haline gelecek yeni bir dinin beşiği olacağını tahmin etmiyordu.
Gerçekten de, Arabistan Tanrısız bir bölge olarak dü­şünülüyordu ve modernlik ve gelişmişlikle bağdaştırı­lan daha ileri dinlerden hiçbiri bölgeye girmeyi başara­mamıştı. Daha sonra Medine şehri olan Yesrib’de, Hay- ber ve Fedek’te az sayıda Musevi’nin yaşadığı biliniyor­du ama bu Museviler pratikte Arap putperest komşula­rından farklı değildi ve dinleri bir ölçüde ilkel kalmıştı.

Uygar bölgelerdeki Arapların birçoğu Hıristiyan dinini seçiyordu ve dördüncü yüzyılda Suriye Kilisesi’ni kur­muşlardı. Ama genel olarak Arabistan Çölleri’nin Be­devi Arapları, hem Musevilik hem de Hıristiyanlık din­lerine şüpheyle bakıyor, bu dinlerin kendilerininkin­den daha gelişmiş olmasını önemsemiyorlardı. Pers ve Bizans imparatorluklarının, inancı emperyalizm aracı olarak kullandıklarının farkındaydılar. Bu özellikle Güney Arabistan Krallığı’nda çok belirgin bir hale gel­miş, bölge Hz. Muhammed’in doğduğu yıl, yani 570’de bağımsızlığını kaybetmişti. Hıristiyan Bizans İmpara­torluğu, modern Etiyopya’nın bulunduğu bölgeyi vekil eyalet tayin etmiş, bölge İsa’yı sadece ilahi kimliğiyle kabul eden Monofisitizm inancını kabullenmişti. Bi­zans kendi sınırları içinde kâfirleri idam ediyor olabi­lirdi ama sınırlarının dışında kalan bölgelerde onları emperyalist amaçları için kullanmaya hevesli görünü­yordu. Habeşistan olarak bilinen bölgeyi kendine bağ­lamış olan Bizans, hükümdar Necaşi’yi Yemen’e sızma­ya teşvik ediyordu. Güney Arabistan Krallığı kendi ayakları üzerinde durmak yerine, Habeşistan tehdidi­ne karşı Pers İmparatorluğu’na sığındığında, Pers Sa- saniler onları geri çevirmedi. Persler de imparatorluğu ayakta tutmak için dini ideolojik silah olarak kullanı­yor, Hıristiyan Bizans’a karşı Musevilik dinini destek­liyordu. 510 yılında, Güney Arabistan Kralı Asai, Mu­sevilik dinine geçerek Zûnuvas adıyla tanındı. Ama 525 yılında Musevi Krallığı Habeşistan karşısında düş­tüğünde, bu Perslere sığınma planı başarısızlıkla sonuç­landı; söylendiğine göre yakışıklı genç kral, umutsuzluk içinde atını denize sürmüş ve at binicisiyle birlikte dal­gaların arasında gözden kaybolmuştu. Güney Arabistan sonunda Habeşistan’ın bir eyaleti haline geldiğinde, halk sürekli olarak Perslerden yardım istiyordu. 570 yı­lında Kral Hüsrev bölgeyi işgal etti ve gururlu Güney Krallığı, Pers İmparatorluğu’nun bir sömürgesi haline
geldi. Bu dönemde Nestorianizm inancı (İsa’yı sadece in­san ve ilahi kimliğiyle tanıyan ve Persler tarafından desteklenen bir inanç sistemi) bölgenin resmi dini oldu. Hicaz’daki Bedevi Araplar, güneyli Arap komşularıyla gurur duyarken, şimdi bu düşüşü bir felaket olarak de­ğerlendiriyorlardı. Musevi ve Hıristiyan dünyaları kaçı­nılmaz bir şekilde şüpheyle birleşmişti.
İki büyük güç, birbirleriyle olan sınırlarını güven al­tına almak konusunda telaşlıydı; üstelik vahşi Bedevi­ler, özellikle kurak geçen yıllarda yerleşim merkezleri­ni talan ediyorlardı. İki imparatorluk da Hıristiyanlık dininin iki kâfir formuna soktukları kuzeyli Arap kabi­lelerini kullanıyordu. Bizans, sınır boylarındaki Arapla­rı doğru inanca teşvik etmek için, bu bölgelerde manas­tırlar ve kült merkezleri kurmuştu. Zaman içinde Bi­zans’a sınırı olan Hassan kabilesi Monofisit Hıristiyan­lık inancını kabul ederek Bizans vatandaşlığına geçti. Güneydeki kış kamplarını Sergiopolis’teki Rusafa ya­kınlarında kuruyorlardı; şefleri için Bizans tarzında yaptıkları muhteşem salonun kalıntıları bugün bile gö­rülebilir. Hassaniler, Hıristiyan imparatorluğunu Perslerin Zerdüşt imparatorluğuna karşı korumak için tam­pon görevi görüyordu.1 Ama Persler de intikam almak­tan geri durmadı.

(1) Zerdüştlük inancı, M.O. 3'edinci ve altıncı yüzyıllarda İran’da Zarat- hustra tarafından tanıtılıyordu; aynı dönemde Ceremya ve İşaya, Ku­düs’te vaaz veriyorlardı. Bir İyi ve Bir Kötü prensip olarak iki mutlak güç arasında sürekli mücadeleye odaklanan dualist bir inanç sistemidir.

Doğu Suriye’deki Lahmid Arapları, Pers İmparatorluğu’nun Mezopotamya bölgesinde yaşa­yan Araplar tarafından desteklenen Nestorian inancını kabul etti. Sasaniler, kendi sınırlarını korumak için Lahmid Araplarını tampon olarak kullandı ve başkent­lerini Hira olarak belirledi. Ama Pers ve Bizans impa­ratorlukları bu Arap eyaletlerinden çekildiler. 584 yılın­da Bizans imparatoru Heraclius, Pers İmparatorluğu’na karşı verdikleri savaşta ekonomik önlem olarak Hassanilere yardım yapmayı kesti ve 602 yılında Kral Hüsrev Lahmid rejimine son vererek Arap hükümdar­ların yerine Persleri geçirdi. Yaklaşık otuz yıl sonra Hz. Muhammed’in ölümünün ertesinde Müslüman or­duları bu bölgeyi işgal ettiğinde, Arapların büyük güç­lere karşı son derece öfkeli ve İslam dinini kabul etme­ye hazır olduklarını gördüler.
Ama bu henüz gelecekteydi. Yedinci yüzyılın başla­rında, orta Arabistan’da yaşayan Araplar, Hıristiyanlık dininin çarpık biçimleriyle sarılmış durumdaydılar; Necrân’daki görkemli Hıristiyan kilisesi, Bedeviler için hayranlık uyandıran bir yapıydı ama bu dinlere karşı güvensizlikleri sürüyordu ve büyük güçlerden bağım­sızlıklarını korumaya kararlıydılar. Aynı zamanda, bir tatminsizlik duygusu da hakimdi. Araplar kendilerini hem dinî hem de politik açıdan aşağı görüyordu. Birleş­miş bir Bedevi devleti kurana ve kaderlerini kendi elle­rine alana kadar, hâlâ sömürülmeye açık olacaklardı ve tıpkı güneydeki Araplar gibi onlar da özgürlüklerini kaybedebilirlerdi. Ama birleşmiş bir Bedevi devletinin kurulması pek olası görünmüyordu. Hicaz’daki Araplar, asırlar boyunca göçebe kabileler halinde yaşamışlardı ve sürekli birbirleriyle savaşıyorlardı. Yıllar boyunca, yaşadıkları göçebe hayatı konusunda bir hayli uzman­laşmışlardı. Şehirlerde ve yerleşim bölgelerinde yaşa­yan Araplar bile, hayatlarını eski pastoral prensiplere göre biçimlendirmişlerdi: Hâlâ deve sürüleri besliyor ve kendilerini çöl çocukları olarak görüyorlardı.
Kabilelerin ahlak anlayışı, dikkatle geliştirilmesi ge­reken teknik ve sosyal becerilerin yanı sıra, kişisel nite­likleri de gerektiriyordu. Yarımada’da yaşayan Araplar kökenlerinden beri göçebe değillerdi. Hayatlarını kolay­laştıran deve, kendi çağımızdan sadece iki bin yıl önce ehlileştirilmişti. inanılmaz miktarda su depolama yeti­si olan bu hayvan, sıra dışı bir hızla çölde uzun mesafe­leri kat edebiliyordu. Araplar aslında daha verimli za­manlarda uygar yerleşim merkezlerinde yaşayan çiftçi­lerdi. Ulaşım için hayvan yetiştirerek değerli deneyim­ler kazandıktan sonra, kuraklık zamanlarında daha maceracı ruhlu olanlar steplere girmeye cesaret etmiş­lerdi. Bu zorlu şartlar altında yaşamaya çalışmak, za­lim bir yazgıya arşı başkaldırı anlamı taşıyordu; bu bel­ki de Arapların en zorlu şartlarda bile hayatta kalmayı başaracaklarının bir göstergesiydi. Zaman içinde çölün derinliklerine kaymış, kendileriyle medeniyet merkez­leri arasına mesafe koymuşlardı. Yazları her kabile kendisine uygun gördüğü su kaynaklarının başına de­velerini getiriyor, kışları ise yağmurlardan sonra hay­vanları için verimli otlaklar sağlayan steplerde dolaşı­yorlardı. Deve sütüyle ve avcıların öldürdüğü hayvanla­rın etiyle yaşıyorlardı. Ama göçebeler tek başlarına ha­yatta kalamazdı; kıt yemek çeşitleri için temel olan buğday ve hurmaları sağlamak için tarımcılara ihtiyaç­ları vardı. Göçebeler giderek çölün ve Arap Yarımada­sının derinliklerine dalarken, öncü çiftçiler de onları iz­liyor, vahalarda yerleşim merkezleri kuruluyor, çevre­deki toprak işleniyor ve bir anlamda çöl verimli hale ge­tiriliyordu. Buna karşılık, tarımcılar da kendilerine uzak diyarlardan mallar getiren göçebelerin hareketli­liğine ihtiyaç duyuyorlardı. Göçebeler giderek daha be­cerikli savaşçılar haline gelirken, hasattan verilen belli bir miktara karşılık tarımcılara koruma sağlıyorlardı.

 (2) A.J. Toynbee, A Study ofHistory (London, 1951), vol. III, pp. 7-22.

Steplerdeki hayat inanılmayacak kadar zordu. Göçe­beler neredeyse daima açtı ve yetersiz beslenmeden do­layı zayıflardı; hayatın gerekleri açısından birbirleriyle de sürekli bir rekabet içindeydiler. Hayatta kalmanın tek yolu, sıkı bir grup olmaktı; bireysel yaşam kesinlik­le mümkün değildi. Göçebeler, kendilerini zaman içinde kan bağı ve akrabalığa dayanan otonom gruplar haline getirdiler. Gerçek ya da hayali bir ortak kökenle birbirlerine bağlanıyor ve kendilerine Beni Kelb ya da Beni Esad (Kelboğulları ya da Esadoğullan anlamında) gibi isimler veriyorlardı. Sonra bu gruplar, daha geniş ve daha belirsiz bağlarla birleşiyorlardı; Batı’da biz bu gruplara “kabile” adı veririz. Araplar ise bu gruplara “kavim” diyorlardı. Kabilelerin yönetilemeyecek kadar büyümesini engellemek için, gruplar sürekli yeniden bi­çimleniyordu. Kavimler arasında güçlü ve mutlak bir sadakat sağlamak için bu şarttı. Üyelerinin bireysel ya­şamını ancak kabile koruyabilirdi ama bu da bireysel­lik kavramıyla birlikte kişisel haklar ya da görevler gi­bi kavramların da bulunmaması anlamına geliyordu. Her şey grubun çıkarı için yapılmalıydı. Bu komün ru­hunu geliştirmek için, Araplar karmaşık ve kapsamlı bir anlam barındıran “erkeklik” kavramı oluşturmuş­lardı. Bu, savaşta cesaret göstermek, zor zamanlarda sabırlı ve dayanıklı olmak, kabileye yapılan bir yanlışın intikamını almakta, zayıf üyeleri korumakta ve güçlü- ye meydan okumakta kahramanca davranmak anlamı­na geliyordu. Her kabile, kan bağıyla aktarıldığına ina­nılan kendi özel erkeklik yapısına sahipti. Grubun onu­runu korumak için, her kabile üyesi gerektiğinde bir di­ğerini savunmak için hazır olmalı ve şefin emirlerine kayıtsız şartsız boyun eğmeliydi. Kabilenin dışında, yü­kümlülükler ortadan kalkıyordu ve bu aşamada Arap­lar için evrensel bir kanun kavramı yoktu.
Arapça’da mürüvvet denen bu onur anlayışı bir dinin fonksiyonlarını yerine getiriyor, Araplara bu tehlikeli ve zorlu yaşam tarzında varlıkları için bir anlam bulma şansı sunuyordu. Sonuçta, tamamen dünya temelli olsa bile, bir din olduğu söylenebilirdi. Kabile kutsaldı; Araplar ölümden sonra hayata inanmıyordu ve kişinin eşsiz veya sonsuz bir yazgısı olduğunu kabul etmiyor­lardı. Bir erkeğin ya da kadının ulaşabileceği tek son­suzluk kabile içindeydi. Kabilenin ayakta kalmasını sağlamak için, herkes bu onur anlayışını korumak ve güçlendirmek zorundaydı. Dolayısıyla kabile tamamen kendi başınaydı. Grubun daha zayıf üyeleri, şefin so- rumluluğundaydı ve sahip oldukları şeyleri eşit şekilde dağıtmak da onun göreviydi. Büyüklük önemli bir er­demdi: Bir şef, kabile üyelerine ve diğer dost kabilelere cömertçe davranarak gücünü ve güvenini gösterebilme­liydi. Konukseverlik ve cömertlik, hâlâ önemli Arap er­demleridir. Elbette ki bunun pragmatik bir yönü vardı. Bugün zengin olan bir kabile, yarın zayıf düşebilirdi ve iyi durumdayken cimri davranırsan, zor duruma düştü­ğünde sana kim yardım ederdi? Ama bu büyüklük tut­kusu, Arapların varoluş mücadelesinin üzerine çıkma­sını sağlamıştı. Örneğin, yaşam için gereken temel maddelerin yeterince bulunmadığı bir bölgede, maddi­yata karşı ilgisiz kalmayı başarabiliyorlardı. Bu yakla­şım, aynı zamanda zaman veya yazgının hayatın acı gerçeği olduğu ve saygınlıkla kabullenilmesi gerektiği inancını da yerleştirmişti. İnsanlar bazı felaketlerin ka­çınılmaz olduğunu kabul etmediği takdirde, hayat ya­şanmaz olurdu. Bu yüzden Araplar bir insanın ömrünü uzatmak ya da rızkını güvence altına almak için yapa­bileceği bir şey olmadığına kesinlikle inanıyordu.
Kabileyi ve üyelerini korumak için, bir şef her yara­lanmanın intikamını almaya hazır olmalıydı. Merkezi bir otorite tarafından korunacak kanunlar olmadığın­da, sosyal güvenliği korumanın tek yolu ancak kan da­valarıyla mümkündü. Yaşam ucuzdu ve başkalarını öl­dürmek kesinlikle ahlaksızlık değildi; sadece dost kabi­lelerin ya da kendi kabilenin üyelerini öldürmek ahlak- sızcaydı. Kabileden biri öldürüldüğünde, düşman kabi­leden biri öldürülerek mutlaka intikam alınmalıydı. Bir şefin kabile üyelerini koruyabilmesinin tek yolu buydu; eğer intikam almazsa, kimse onun kavmine saygı duymaz, cezalandırılma korkusu duymadan di­ğer üyeleri de öldürmeye devam ederdi. Birinin Arabis­tan’da birini öldürdükten sonra ortadan kaybolması çok kolay olduğundan, asıl katili cezalandırmak müm­kün değildi. Bunun yerine, düşman kabileden aynı sa­yıda adam öldürülürdü. Komün zihniyetini en net gör­düğümüz nokta da tam olarak budur: Böyle konularda kabile üyelerinin hepsi birbiriyle eşittir. Bu tür bir sos­yal yapıyı çok uzun zaman önce geride bıraktığımız­dan, biz şimdi böyle bir kan davası anlayışını kabul edilmez buluyoruz ama modern polis gücünün bulun­madığı bir ortamda, asgari toplum düzenini sağlama­nın tek yolu buydu. Ayrıca, suçlu kabileden de aynı sa­yıda adam öldürülerek zayıflatıldığmdan, güç dengesi belirgin bir şekilde korunmaktadır. Bu hiçbir grubun diğerleri üzerinde hakimiyet kuramaması anlamına geldiği gibi, Arapların birleşmesini de imkânsızlaştırı­yordu. Az miktardaki kaynaklarını birbirleriyle paylaş­mak yerine, Araplar bir şiddet döngüsünün içinde sı­kışmış, bir kan davası diğerini doğurmaya başlamıştı.
Güç dengesini korumanın bir diğer yolu, neredeyse ulusal spor haline gelmiş olan akutlardı. Zor zamanlar­da, bir kabilenin üyeleri deve, sığır ya da başka malla­rı çalma umuduyla düşman kabilelerin bölgelerine akınlar düzenlerdi. Kan davasına yol açacağı için, ge­nellikle mümkün olduğunca kan dökmekten kaçındırdı. Yine, kabile içinde veya dost kabileler arasında hırsız­lık yapılmadığı sürece, birinin malını çalmak da ahlak­sızca değildi. Akınlar sayesinde gruplar arasında mal ve yiyecek de bu şekilde paylaşılabiliyordu.
Her ne kadar zalimce görünse de, Arapların onur anlayışının güçlü yönleri vardı ve bazıları İslam dinin­de de önemli değerler haline gelmiştir. Başka sosyal organizasyon yöntemi bilmeyen Hz. Muhammed, Müs­lüman toplumu kabileler halinde bir araya getirmek zorundaydı. İslam inancı sayesinde Müslümanlar yeni bir bireysellik anlayışı geliştirirken, toplum ve kardeş­lik idealleri önemini korudu. Kabile sisteminde ayrıca­lıklı bir elit kesime yer olmadığından, Müslüman viz­yonunda eşitlik de çok önemliydi. Aristokrasi ya da taht hakkı diye bir şey söz konusu değildi. Bir şef po­zisyonunu oğluna aktaramazdı, çünkü kabilenin iş için mümkün olan en iyi adama ihtiyacı vardı, bu de­rin ve güçlü eşitlik anlayışı, İslam ruhunu karakterize edecek ve dinî, politik ve hatta sanatsal ve yazınsal yapılarını biçimlendirecekti.
Ama hâlâ yabani bir ahlak anlayışıydı. Sadece güç­lü olan hayatta kalabilirdi ve bu da zayıfın ortadan kaldırılması veya sömürülmesi anlamına geliyordu. Nüfus kontrolü için bebek öldürmek normaldi; genel­likle kız bebeklerin erkeklere oranla hayatta kalma şansı daha yüksekti ve kabile içinde ancak belli sayı­da kadına yer verilebileceği için, kızlar hiç acımadan öldürülüyordu. Gerçekten, kadınların da tıpkı köleler gibi hiçbir sosyal veya insani hakları yoktu ve sadece mal olarak görülüyorlardı. Onlara zalimce davranılı­yordu ve durumlarının düzelmesini beklemek gibi bir lüksleri yoktu. Soyun kadınlarla devam ettiğine ina­nıldığından, mal varlığı genellikle onların üzerinden aktarılıyordu ama bu durum onlara hiçbir şekilde güç ya da nüfuz vermiyordu. Erkekler bazen sadece haklı miraslarına konmak için kadınlarla evleniyordu.
Açıkça anlaşılacağı gibi, Arapların geleneksel an­lamda bir dine ayıracak zamanları yoktu. Mitolojik kabile geleneklerini kuşaktan kuşağa aktarmaktan sorumlu bir rahipler ya da şamanlar sınıfını destekle­yemezlerdi. Bunun yerine şairler ve ozanlar kabilenin görkemini, mutlak Arap değerlerini anlatıyor, mısra­lar ve namelerle bunları ölümsüzleştiriyordu. Tanrıla­rın hikâyelerini, kozmik mücadelelerini anlatmak ya da efsanelerdeki karmaşık ruhsallığı incelemek yeri­ne, ozanlar kabilenin savaşlarını ve başarılarım anla­tıyor, felaketler için ağıtlar döküyor, kabile üyelerinin onur anlayışını geliştirip korumasına yardımcı oluyor­du. Şiir, Araplar tarafından büyük saygı duyulan bir sanattı. Yarımada’da neredeyse hiç kimse okuryazar olmadığından, şairler de mısralarını yüksek sesle söy­lerdi. Böyle insanların ortalıkta dolaşan cinler tarafın­dan ele geçirildiğine inanılır, şiir sanatı sadece doğa­üstü değil, aynı zamanda da büyü gücü olduğu kabul edilirdi. Böyle bir şairin laneti, bir düşmanın üzerinde feci sonuçlar doğurabilirdi. Yabancı bir güç tarafından ele geçirilmiş olma duygusu, sanatla uğraşan insanlar arasında yaygındı ve Arap Yarımadası’nda bir şair, başka toplumlarda rahiplerin veya kahinlerin fonksi­yonlarını gerçekleştirirdi. Kendilerini kabilenin umut­larına ve arzularına açar, insanlar onların sözlerini duyduklarında bunların kendi duyguları olduğunu hissederlerdi. Dolayısıyla şairlerin Arap dünyasının politik ve sosyal alanlarında büyük önemi vardı.
Ama Hz. Muhammed’in döneminde başka güçler ta­rafından ele geçirildiği halde saygı görmeyen başka in­sanlar da vardı. Esrik kahinler, Incil’in ilk müjdelerin­de sözü edilen şarlatan falcılardan farksızdı. Onlar yü­ce anlamıyla kahin değil, daha ziyade biri devesini kay­bettiğinde ya da geleceğini öğrenmek istediğinde danı­şılan falcılardı. Kahin genellikle cehaletini belirsizlik görüntüsünün altına gizler, anlaşılmaz sözler söylerdi. Daha sonra göreceğimiz gibi, Hz. Muhammed’in bu tür kahinler için zamanı yoktu ve onların kehanetlerini önemsiz, anlamsız ve zararlı bulurdu.
Ama Arapların kendileri için büyük önem taşıyan bir ruhsal hayatı vardı. Kutsal olduğu kabul edilen çe­şitli mekanlardan, kendi antik ayinlerini gerçekleştir­dikleri tapmaklardan söz etmek mümkündü. Bu tapı­naklardan en önemlisi, Mekke’deki kutsal Zemzem pı­narının üzerine inşa edilmiş olan Kâbe idi. Kübik bi­çimli granit yapı olağanüstü antik görünmektedir ve bugün çok azmin kalıntıları kalmış olan diğer tapmak­lara benzemektedir. Doğu köşesinde kutsal Hacer-i Esved bulunmaktadır; bu taş, muhtemelen bir zamanlar gökyüzünden düşen ve cennetle dünyayı birleştirdiğine inanılan bir meteor olabilir. Hz. Muhammed’in yaşadı­ğı dönemde, Kâbe resmi olarak tanrı Hubel’e adanmış­tı ve Hubel, bugün Ürdün olarak bilinen bölgede bulu­nan Nabati Krallığı’ndan Arabistan’a getirilmiş olan bir tanrıydı. Ama Mekke’deki ortak inanç ve tapmağın öne­mi, aslında Arapların Yüce Tanrısı Allah’a adanmış ol­duğunu da düşündürmektedir. Bugün Kâbe’nin etrafın­da inananların tavaf ettiği bir daire bulunmaktadır. O zamanlar tapmak 360 tanrı idolüyle çevriliydi ve bun­lar da belli aylarda tapınmaya gelen farklı kabilelerin totemleri olabilirdi. Mekke’yi çevreleyen topraklar (Kâ­be merkez olmak üzere otuz kilometre yarıçaplı bir çember olarak) kutsal bir bölgeydi ve burada hiçbir şe­kilde şiddete izin verilmezdi.
Bu nokta, laik bir toplumda büyümüş insanlar için tuhaf görünebilir ama Kâbe gibi tapmakların ve ayinle­rin, Arabistan’daki ruhsal ve psikolojik ihtiyaçlara ce­vap verdiği unutulmamalıdır. Hz. Muhammed’in bütün hayatı boyunca Kâbe’ye tuhaf ve güçlü bir çekim duydu­ğunu, dışarıdan bakan birine her ne kadar önemsiz gö­rünse de, bu tapınağın Mekke’deki insanlar için çok önemli olduğuna inandığım daha sonra göreceğiz. Bu, insanların istemeden ve düşünmeden yaptıkları bir şey değildi. Kâbe’nin etrafında dönmeyi seviyorlardı ve bu­nu günlük hayatlarının bir parçası haline getirmişlerdi. Güzel bir günü avlanarak geçirdikten sonra, eve dön­meden önce bunu yapmayı seviyorlardı; bir arkadaşla­rıyla pazar yerinde içki içmeye gittiklerinde ve arka­daşları gelmediğinde, bunun yerine gidip Kâbe’nin et­rafında dönmeyi tercih edebiliyorlardı. Peki bu ayinde insanları bu kadar etkileyen ne vardı? Ya da bunu ya­parak ne elde edeceklerini düşünüyorlardı?
Görünüşe bakılırsa, bu tapmak Semitik dünyada or­taktır. Çember, dört köşe (dünyanın dört köşesini tem­sil etmektedir) ve 360 sembol, eski Sümer dininden kalmış gibidir. Bir Sümer yılı 360 günden ve dünyayla cen­neti birleştiren kutsal ayinlerin gerçekleştirildiği beş kutsal günden oluşurdu. Araplar açısından, bu beş özel gün hacca gitmeyi temsil edebilir; bu olay yılda bir kez gerçekleşir ve tüm yarımadadaki Araplar buraya gelir. O dönemde hac Kâbe’de başlar ve sonra Mekke’nin dı­şındaki çeşitli tapmaklara doğru devam ederdi; bu tapı­nakların da her biri farklı tanrılara adanmıştı. Hac yol­culuğu sonbaharda başlardı ve yapılan ayinlerin güne­şe veda ederek kışı karşılama anlamı taşıdığı söylen­mektedir. Hacılar, Yıldırım Tanrısı Muzdelife’ye doğru yürür, Arafat Dağı’nm etrafında bütün gece uyanık ka­larak dolaşır, Mine’nin üç kutsal sütununa taş atar ve sonunda da hayvan kurban ederlerdi. Bugün bu ayinle­rin ne anlama geldiğini kimse anlamamaktadır ve Hz. Muhammed’in döneminde, Arapların kendileri de ger­çek anlamları muhtemelen unutmuşlardı ama Kâbe’ye ve Arabistan’daki diğer tapmaklara sadakatlerini koru­yor ve dinî görevlerini titizlikle yerine getiriyorlardı.
Hepimiz zaman zaman yalnız kalabileceğimiz yerle­re ihtiyaç duyarız; bu kendimize odaklanmamızı sağlar ve bizi daha üretken, daha yaratıcı kılar. Arabistan’da tüm hayat böylesine zorken, Tapmak bir zorunluluk ol­malıydı. Araplar orada rahatlamış bir halde buluşuyor, orada oldukları süre içinde kabileler arası kan davala­rının bir önemi olmayacağım biliyorlardı. Pratik açıdan ise saldırı korkusu olmadan birbirleriyle ticaret yapabi­liyorlardı ve Mekke gibi tapmak yerleri genellikle yıllık panayırların kurulduğu önemli ticaret merkezleriydi. Ama Tapmak ve ayinler, muhtemelen gerekli bir ruhsal soluklanma süresini de sağlıyordu.
Tapmağın kendisi dünyayı temsil ediyor olabilir. Ne­redeyse tüm kültürlerde sonsuzluğun sembolü olan çember bir arşetip gibidir. Dünyevi ve kozmik açıdan bir bütün anlamı taşıyabilir; bir daireyi izlemek - bir­çok dinde ortak bir dinî uygulama sürekli olarak baş­ladığın yere dönmeyi temsil eder: Bununla, sonun baş­langıç olduğunu anlarsın. Dairenin ortası, hareketsiz ve küçük nokta, nihai sonsuzluktur ve hacı bunun etra­fında dönerken kendini yeniden odaklamayı öğrenir ve dünya karşısında kendi odağını bulur. Tavaf, bir tür meditasyondur ve belli bir yürüyüş hızında uygulanma­sı gerekir. Sıkıcı olabilecek ve bu yüzden zihni boşalt­mayı sağlayabilecek fiziksel bir konsantrasyon gerekti­rir. Bütün geleneklerde kutsal yerlerin dünyanın mer­kezi ve tanrılar tarafından yapılmış ilk yerler olduğuna inanılır. Hacılar için başlangıçların görkemini taşır ve hacı bir şekilde güç merkezine yaklaştığını hisseder.
Hepimiz içsel tutumumuzu belirlemek için törenle­re ihtiyaç duyarız. Örneğin nezaket geleneği, bize baş­kalarına saygı duyma alışkanlığı kazandırır. Daha dünyevi olan modern toplumumuzda, artık kimse bu tür bir sembolik faaliyeti yerine getirmiyor, dolayısıy­la zaman içinde önemsizleşiyor ve hatta kayboluyor. Şimdiki dünyamızda hayatın diğer boyutlarını keşfet­memize yardımcı olmak üzere anlamlı semboller üret­mek, sanatçıların işidir. Tavaf sırasında Araplar da bir tür sanat eseri yaratıyor, sözlerle ifade edilemeyecek anlamları hareketle ifade ediyorlardı. Yaptıkları şeyin sembolik doğasının muhtemelen kendileri de belli öl­çüde farkındaydılar ve bu zihin yapısı, biz Batılılann uzun zaman önce kaybettiğimiz bir şeydir. Protestan bir dünyada yetişmiş olanların bu tür bir şeyi değer­lendirmesi zor olabilir, çünkü bazı Protestanlık form­ları ayinlere şüpheyle ve düşmanca yaklaşır, hatta ba­tıl inanç olarak kabul eder.
Kâbe en önemli tapmaktı ama başkaları da vardı. İs­lam’dan önceki dönemde tapınak etrafına dönmek gibi şeyler temel kült unsurlarıydı ve yarımadanın her ye­rinde tekrarlanıyordu. Bütün varlıkların sığınma hak­kıyla el konmuş olan topraklar da öyleydi. Diğer tapı­naklardan hiçbiri ayakta kalmamıştı ama Yemen’de ve Mekke’nin güneyindeki El-Abalat’ta benzeri tapmaklar bulunduğunu biliyoruz. Ama hikâyemiz açısından önem taşıyanlar, Mekke’ye yakın bulunan ve Allah’ın üç kızı­na adanmış olan üç tapınaktı. Surlarla çevrili Taif şeh­rinde, isminin anlamı “Tanrıça” anlamına gelen Lât’m tapınağı bulunuyordu. Burada yaşayan Sakif kabilesi, bu tanrıçaya “El-Rabba” da diyorlardı. Nekleh’te, Uz- za’nın tapmağı bulunuyordu; bu, üçü arasında en sevi­len ve adı “Güçlü Olan” anlamına gelen tanrıçaydı. De­niz kıyısındaki tapmak ise yazgı tanrıçası Menat’a adanmıştı. Bunlar, Yunan-Roma panteonundaki tanrı­çalardan farklıydı. Kendi hikâyelerine, mitolojilerine ve kişiliklerine sahip Juno ya da Pallas Athena gibi kim­likleri yoktu. Üstelik aşk ya da savaş gibi belli “uzman­lık alanları” da yoktu. Araplar, bu ilahi varlıkların öne­mini açıklayacak bir mitoloji geliştirmemişlerdi ve “Al­lah’ın Kızları” deseler bile, tam anlamıyla gelişmiş bir panteonun üyeleri oldukları anlamına gelmiyordu. Araplar soyut bir ilişki göstermek için genellikle akra­balık kelimeleri kullanırlardı; örneğin banat el-dahr (zaman/yazgmm kızları) sadece talihsizlikler anlamına geliyordu. Benat Allah da aynı şekilde sadece “ilahi var­lıklar” anlamına geliyor olabilir. Tapmaklarda kişisel­leştirilmiş bir heykel ya da portreyle değil, sadece deva­sa düz taşlarla simgeleniyorlardı; bu taşlar, İncil’de de belirtildiği gibi Kenanlılar’m kullandığı üretkenlik sembolüne benziyordu. Araplar bu taşlara tapınırken, onları kaba, basit bir şekilde görmüyor, ilahiyat odağı şeklinde yaklaşıyorlardı. Bu üç tanrıçanın Semitik üretkenlik tanrıçaları Anat ve îştar ile ilgileri olduğu da söylenmektedir, dolayısıyla kültleri Araplar daha gö­çebe hayatını benimsemeden, hâlâ tarımcı olarak yaşa­dıkları dönemde başlamış olabilirdi.(3)

(3) W. Montgomery Watt, Muhammad’s Mecca: History in the Qu’ran (Edinburgh, 1988).


Araplar kişiselleştirilmiş bir şekilde Lât, Uzza ve Menat’a tapınmıyor olabilirlerdi ama onlarla ilgili çok tutkulu olduklarını daha sonra göreceğiz. Kültler sade­ce tapmaklarla sınırlandığından, insanlar Romalılar ve Yunanlılar gibi tanrı ve tanrıçalarına evlerinde tapın­mıyorlar dı.(4) Bunun yerine, Hicaz’daki Bedevilerin böl­gelerinin temel bir parçası durumundaydılar. Tanrıça­ların antik kökene sahip olması, kültlerinin bir diğer nedeniydi. Tapmaklarda onlara tapındıklarında Araplar kendilerini atalarına dokunmuş gibi hissediyor, bu da olumlu duygular sağlıyordu. Bu tapmaklar kesinlik­le Kâbe kadar önemli değildi ama Arabistan’daki diğer tüm kutsal yerler gibi, Arabistan steplerine ruhsal de­rinlik kazandırıyorlardı. Bu yapılar, Arapların birçoğu­nun temel kimliğine işlenmiş durumdaydı ve bu antik kült sarsıldığı takdirde kendilerini derinden tehdit edil­miş hissedecekleri belliydi.
Ama diğer Araplar eski dinden dolayı tatminsizlik yaşıyordu ve cehalet döneminin sonlarında Arabis­tan’da ciddi bir ruhsal huzursuzluk var gibi görünüyor­du. Kabile sistemi ve eski putperestlik, Bedevilere asır­lar boyunca iyi hizmet etmişti ama altıncı yüzyılda ya­şam değişmeye başlamıştı. Arap Yarımadası’nm büyük bölümü uygarlığın dışında kalsa bile, Araplar kültlerin bazı fikirlerinin ve temellerinin farkına varmaya başlı­yorlardı. Örneğin bazıları ölümden sonraki yaşam hak­kında bir şeyler duyuyordu ve bu da bireyin sonsuz yaz­gısına mutlak bir önem kazandırıyordu.

(4) Yine de Yesrib’deki putperestlerden bazılarının evlerinde Menat put­ları vardı.

Bu eski kabile anlayışına nasıl uygun düşebilirdi ki? Uygar ülkelerle alışveriş yapmaya başlamış olan Araplar, etkileyici hi­kâyelerle geri dönüyor, şairler Suriye ve Pers İmpara- torluğu’ndaki harikaları dile getiriyordu. Ama görünü­şe bakılırsa Arapların böylesine bir görkemi ve gücü hayal etmesi bile mümkün değildi. Kabile sistemi, kısıt­lı miktardaki kaynaklarını birleştirmelerini imkansız hale getiriyordu ve dünya sahnesinde birleşmiş bir hal­de yer almaları mümkün görünmüyordu. Kabileler bitip tükenmeyen kan davalarının ve savaşların içinde kısı­lıp kalmışlardı; bir kan davası kaçınılmaz bir şekilde bir diğerini doğuruyor, yeni gelişmeye başlayan bireysellik anlayışı kabile kavramının temelini sarsıyordu.
Ama kafaları en karışık olan Araplar, yerleşik ha­yata geçirilmiş olanlardı. Altıncı yüzyılda bir kabile sorunlu Güney Arabistan bölgesinden göçerek Yesrib vahasına gelmiş ve oradaki Musevi kabilelerinin yanı­na yerleşmişti. Tarım alanında başarılı olmuşlardı ama artık Araplar etrafta dolaşmak yerine yakın bir şekilde birlikte yaşamaya başladıklarından, kabile sistemi işe yaramaz hale gelmişti. Yedinci yüzyılın başlarında, bütün vaha bölgesi kronik bir savaş ve şid­det döngüsünün içine girmiş gibi görünüyordu. Ama Mekke’deki Kureyş kabilesi - Hz. Muhammed 570 yıl­larında bu kabilede doğmuştu zaman içinde Arabis­tan’daki en güçlü kabile haline gelecekti ve o dönemde eski ideolojinin şehir yaşamında verimli olmayacağını keşfederken ciddi sorunlar yaşıyordu.
Kureyş kabilesi, beşinci yüzyılın sonlarına doğru Mekke’ye yerleşmişti. Ataları olan Kuzey, erkek karde­şi Zühre ve amcası Taym, Mekke vadisinde Tapmak ya­kınlarına yerleşmişti. Başka bir amcanın oğlu olan Mahzum ve kuzenleri Cuma ile Sahim, Kuzey ile birlik­te oraya yerleşmiş, kabileleri da onları izlemişti. Kuzey’in daha uzak akrabaları çevredeki bölgelere yerleş­miş ve Eteklerin Kureyşi adıyla tanınmıştı.5

(5)Kureyşlilerin soyağacı tablosuna bakınız.

Efsaneye göre, Kuzey, Suriye’ye gitmiş ve üç tanrıçayla birlikte Hicaz’a dönerek tanrı Hubel’i Kabe’ye yerleştirmişti. Hile ve güç kullanan Kureyş kabilesi, Mekke’nin kontrolünü ele geçirmeyi başarmış ve kutsal muhafızlık gö­revlerini yerine getirememiş olarak kabul edilen yerli kabile oradan sürülmüştü. Kuzey’in ölümünden sonra, oğullar Abd-i Addar ve Abd Manaf kavgaya tutuşmuş, bu çatışmanın etkileri Hz. Muhammed’in dönemine kadar Mekke’de yaşayanlar arasında devam etmişti. Abd-i Addar, Kuzey’in en sevdiği oğluydu ve Mahzum, Sahim, Cuma, amcaları Adi ve aileleri tarafından des­tekleniyordu. Onlar da Ahlaf adıyla biliniyordu. Ku­zey’in küçük oğlu Abd Manaf, miras kavgasını sürdü­rüyordu ve yeğenleri Esad, Zühre, Taym ve saygın bir üne sahip olan El-Haris İbni Fihr tarafından destekle­niyordu. Anlaşmalarını Kâbe’de parfüm dolu bir kase­nin içinde ellerini yıkayarak mühürlediklerinden, Mu- tayyabbun (Kokulu Olanlar) adıyla biliniyorlardı. Ama iki taraf da büyük ölçekli bir çatışma istemiyorlardı ve yapılan anlaşmaya göre, Abd-i Addar ve yandaşları no­minal ayrıcalıklara sahip olurken, gerçek güç Abd Ma­naf ve Mutayyabbun’a verildi. Bu eski anlaşmayı sür­dürmek için, onların soyundan gelen sonraki kuşaklar da aynı kavim isimlerini korudular.
Kureyşler ticarete başladılar ve bu faaliyetlerini ge­leneksel hayvancılıkla birleştirdiler. Mekke, uzun ömürlü iş girişimleri için ideal bir konumdaydı. Ka­be’nin prestiji sayesinde her yıl hac yolculuğuna çıkan çok sayıda Arap şehre geliyor, Tapmak ticaret için uy­gun bir atmosfer sağlıyordu. Mekke, Arabistan’daki iki önemli ticaret yolunun birleşme noktasında bulunuyor­du; Kızıldeniz sahil şeridi boyunca uzanarak, Yemen, Suriye, Filistin ve Ürdün’ü birbirine bağlayan Hicaz Yo­lu ve Yemen ile Irak’ı bağlayan Necid Yolu. Kureyşliler olağanüstü bir başarı kazandılar. Bölgedeki Bedeviler ile anlaşarak, şehrin güvenliğini sağladılar. Göçebeler Kureyşlilerden daha iyi savaşçılardı ve askeri yardım karşılığında, Mekke kaynaklı çeşitli şirketlerde hissele­ri vardı. Kurnazlık ve hesapçı politikacılık yetenekleri sayesinde. Kureyş kabilesi altıncı yüzyılda Arabis­tan’daki en büyük güç haline geldi.
Kendilerini büyük güçlerin sömürüsüne açık hale getirmemeleri gerektiğini anladıklarından, Güney’deki krallığın yazgısını paylaşmamak için Pers ve Bizans imparatorlukları arasındaki çatışmada kesinlikle taraf­sız kaldılar. Ama 560 yıllarında Güney Arabistan hâlâ Habeşistan’ın bir eyaletiyken, Bizans ile ilişkiler kötü­leşti.^ Güney Arabistan’ın Habeşistanlı valisi Ebrehe, Mekke’nin ticari başarısını kıskanmış ve şehri istila et­mek istemişti. Olay efsanelerle süslenmiştir ama Ebre- he’nin Kureyş başarısında Kâbe’nin önemli rol oynadı­ğını anladığı açıktır. Hacıları Güney Arabistan’a itmek ve böylece daha fazla ticaret hacmi kazanmak için, Se- na’dan mermerden yapılmış muhteşem bir Hıristiyan tapmağı inşa ettirmişti ve söylendiğine göre ordusuyla birlikte Mekke’nin dışında kampını kurduğunda, Kâ- be’yi yok etmeye kararlıydı. Ama şehrin kapılarına gel­diklerinde askerleri bir salgın hastalığa yakalanmış ve utanç içinde geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Bu ina­nılmaz olay, Kureyş kabilesinin gözünde mucize anlamı kazanmıştı. Mekkeliler, Habeşistanlıların beraberlerin­de getirdikleri fili görünce, bu devasa yaratıktan çok et­kilendiler. Söylendiğine göre, şehrin dışındaki kutsal topraklara geldiğinde fil olduğu yere çökmüş ve kesin­likle kıpırdamamıştı. Sonra Tanrı sahilden bir kuş sü­rüsü göndermiş, Habeşistanlıların üzerine zehirli çakıl taşları atılmış ve askerlerin her tarafını su kabarcıkla­rı kaplamıştı. Böylelikle, Fil Yılı Kureyş kabilesi için olağanüstü önem kazanmıştı. Hz. Muhammed’in ilk bi­yografi olan Muhammed İbni İshak’m (d. 767) bildirdi­ğine göre, bu mucizeden sonra Bedeviler Kureyş kabile­sine büyük saygı duymuş, onlar için şöyle demişlerdi:

(6) Hz. Muhammed’in Fil Yıh’nda doğduğuna inanılmaktadır ama Batılı araştırmacdar, Habeş saldırısını on yıl öncesine, 560’a koymaktadırlar.

“Onlar Tanrı’mn insanları; Tann onları korudu ve düş­manlarım püskürttü.”7 Hz. Muhammed’in kendisi de bu fil hikâyesinden çok etkilenmiştir ve bu olay Ku- ran’ın 105. Suresi’nde anlatılmaktadır.
Bu olaydan sonra Kureyş kabilesi bağımsızlığını korumakta son derece hassas davrandı. Yedinci yüzyı­lın başlarında, göçebe günlerinde hayal bile edemeye­cekleri kadar zengin olmuşlardı. Zenginliği ve kapita­lizmi kurtuluş yolu olarak gördükleri belliydi, çünkü böylelikle yoksul bir yaşamdan, tehlikeden kurtulmuş, neredeyse dokunulmazlık kazanmışlardı. Artık kabile­de hiç kimse aç değildi ve hiçbir düşman kabilenin teh­didi altında yaşamıyorlardı. Para neredeyse dinî bir önem kazanmıştı. Ama saldırgan kapitalizmin eski ka­bile ahlakıyla örtüşmesi mümkün değildi, çünkü ister istemez bireyselliği ve açgözlülüğü vurguluyordu. Çe­şitli kabileler yoğun bir rekabet içine girmişlerdi ve Hz. Muhammed küçük bir çocukken, kabile üç büyük gruba ayrılmış durumdaydı. Daha zayıf kabilelerden bazıları Hz. Muhammed’in doğduğu Haşim kabilesi de dahil olmak üzere - diğerleri kadar başarılı olama­mıştı ve köşeye sıkıştıklarını hissediyorlardı. Eski ka­bile ahlakının gerektirdiği üzere zenginliği eşit şekil­de paylaşmak yerine, insanlar kişisel servetler oluştu­ruyorlardı. Dulların ve yetimlerin hakkını sömürüyor, böyle insanların miras haklarını kendi servetlerine katıyor ve daha önceki gibi kabilenin daha zayıf ve yoksul üyeleriyle ilgilenmiyorlardı. Yeni zenginlikleri geleneksel değerlerle bağlarını koparmıştı ve daha az başarılı Kureyşlilerin birçoğu kendilerini boşlukta his­sediyordu.

(7) Quoted by Muhammad ibn Ishaq, Sirat Rasul Allah 38, in A. Guilla- ume (trans, and ed.l, The Life of Muhammad (London, 1955), p. 21.

En başarılı tüccarlar, bankacılar ve yatı­rımcılar, elbette ki yeni sistemi sevmişlerdi. Neredey­se din denebilecek bir ateşle daha fazla sermaye oluşturmaya çalışıyorlardı. Göçebe hayattan sadece iki ku­şak uzaklaşmış olmalarına rağmen, paranın ve malla­rının onları koruyabileceğine, istedikleri her şeyden istedikleri kadar elde edebileceklerine inanıyorlardı. Ama genç kuşaktan bazıları bu gelişmeden memnun görünmüyor, şehirdeki huzursuzluğu bastırmak için yeni ruhsal ve politik çözümler arıyorlardı.
Genellikle İslam’ın bir çöl dini olduğu söylenir ama bu doğru değildir. Kuran’daki mesajın eski kabile ahla­kından etkilendiği söylenebilirse de, Arapların Mek­ke’de aldıkları yeni din, gırtlak gırtlağa kapitalizmin hakim olduğu bir ortamda gelmişti. Tüm büyük dinler ve felsefî mantıklarda olduğu gibi, İslam bir şehir ürü­nüydü. Londra’da ya da Wall Street’te bir peygamber doğmasını beklemeyiz. NasıraL İsa’yı dinî ruhun sem­bolü şeklinde ele alarak yetişen bizler için bu çok tuhaf­tır. Ama Hinduizm, Budizm, Taoizm gibi dinler, pazar yerlerinde doğmuştur. Yunanlı filozoflar, agoralarda ders vermiş, İsrail’deki büyük peygamberler, İsrailoğul- ları göçebe hayatı arkalarında bırakırken şehir merkez­lerinde vaazlarını yaymışlardır. Bu dünya dinlerinin hepsi, şehir hayatının ticari atmosferinde, tüccarların bir zamanlar sadece kralların, aristokratların ve rahip­ler sınıfının elinde bulunan güçleri kullanmaya başladı­ğı dönemlerde gelişmişlerdir. Yeni zenginlik ister iste­mez dikkatleri zengin ile yoksul arasındaki uçuruma çekmekte, bu da sosyal adalet konusunda ciddi sorun­lar doğurmaktadır. Bütün büyük din liderleri ve pey­gamberler, bu konulara değinerek kendi özgün çözüm önerilerini sunmuşlardır. Yedinci yüzyılın başlarında, Kureyş kabilesi ve diğer bazı Araplar göçebe yaşam tar­zını arkalarında bırakırken ve yerleşik hayatın sorun­larının farkına varmaya başlarken, İslam Peygamberi Araplara yeni bir dinî mesaj getiriyordu.
İnsanlar zaten tektanrılı inanç sistemlerine yönel­meye başlamışlardı ve bazıları Hz. Muhammed’in mesajını duymaya hazırdı. Hz. Muhammed Mekke’de va­azlar vermeye başladığında, tapmakta Hubel’in putu bulunmasına rağmen, Kâbe’nin putperest Arapların Yüce Tanrısı Allah’a adandığı konusunda yaygın bir ka­nı vardı. Yedinci yüzyılın başlarında, birçok Arap’ın di­nî hayatında Allah öncekinden daha büyük bir öneme sahip olmuştu. Birçok ilkel din, bir Yüce Tanrı anlayışı geliştirir; bu bazen Göktanrı olarak da adlandırılır. İna­nışa göre cennetleri ve dünyayı yarattıktan sonra din­lenmek istercesine geri çekilmiştir. İnsanlar bu varlığa karşı ilgilerini kaybetmiş, yerini daha görünür, somut ve gösterişli ilahlar almıştır. Özellikle üretkenlik tanrı­çaları, yerleşik düzene geçen insanların hayatlarını ilk etkilemeye başlayanlardır. Bunu Musevi metinlerinde açıkça görebiliriz. Antik İsrailoğulları, Kenan bölgesine yerleştiklerinde Yüce Tanrı Yehova’nın yanı sıra Baal, Anat ve Ashtaroth’a da tapmaya başlamışlardı. Sonuç­ta toprağı kendilerinden daha iyi tanıyan bu antik ilah­ları ihmal etmek aptallık gibi görünüyordu. Ama zor za­manlarda, bir kez daha Yehova’ya dönüyorlardı.
Göçebelik döneminde, Arap tanrıçalarının üretken­lik fonksiyonları muhtemelen unutulmuştu, dolayısıyla Yüce Tanrı Allah daha önemli hale gelmişti. Kuran, Kureyş kabilesindeki herkesin Allah’ın göklerin ve dünya­nın yaratıcısı olduğuna inandığını vurgulamaktadır:

Andolsun ki, onlara: “Gökleri ve yeri yaratıp, güneş ve ayı emri altında tutan kimdir?” diye sorsan elbette şüphesiz ‘Allah’ derler.
O halde nasıl haktan çevriliyorlar?(8)

(8) Sure 29:61.

Ama kendileri için önemini koruyan başka tanrılara da tapmaya devam etmişlerdi. Antik İsrailoğulları gibi, Araplar kolay zamanlarda Lât, Uzza ve Menat’a dönüyor, kriz zamanlarında güdüsel bir şekilde büyük tehli­keler karşısında onlan koruma gücüne sahip olan tek yüce ilah olan Allah’a sesleniyorlardı. Kuran’da anlatıl­dığına göre, Araplar son derece tehlikeli buldukları de­niz yolcuklarına çıktıklarında tehlike geçene kadar sü­rekli Allah’a sesleniyor, tekrar karaya çıkıp güvenliğe kavuştuklarında ise diğer ilahlara dönüyorlardı.9
Ama bazılarının bundan daha ileri gitmeye hazır ol­duğu açıktır. Yedinci yüzyılın başlarında, Arapların ço­ğu, Yüce Tanrı Allah’ın Museviler ve Hıristiyanların inandığı tanrı ile aynı olduğunu anlamaya başlamıştı. Hıristiyanlık dinini seçen Araplar da tanrılarına “Al­lah” diyorlardı ve putperestlerle birlikte O’nun tapına­ğını paylaşıyorlardı. Ama Araplar, Allah’ın kendilerine bir kutsal kitap vermediğini giderek daha belirgin bir şekilde fark ediyorlardı. Hz. Muhammed’in erken dö­nem biyografilerinden, putperest Arapların kendileri­nin sahip olmadığı bilgilere sahip olan “kutsal kitap in­sanlarına büyük saygı duyduklarını görebiliyoruz. Ba­zıları büyük güçlerle veya emperyalizm ve yabancı oto­ritelerle bağdaştırılmayan otantik dinlerin arayışına yönelmişti. Beşinci yüzyılın başlarında, bir Filistinli Hıristiyan tarihçisi olan Sozomenus, bize bazı Arapla­rın İbrahim’in eski dinini yeniden keşfettiğini ve uygu­lamaya devam ettiğini bildirmiştir. İbrahim ne bir Mu­sevi ne de bir Hıristiyan idi. Musa, İsrailoğulları’na Tevrat’ı getirmeden önce yaşamıştı. Arabistan’da Hz. Muhammed’in vahiylerini aldığı dönemde, bazı Arapla­rın İbrahim’in dinini uygulamaya çalıştığını görebiliriz.
İbni İshak, Hz. Muhammed misyonuna başlama­dan önce dört Kureyşli’nin Kâbe’deki putperest dinin­den çekilmek ve gerçek bir din aramak istediğini an­latmaktadır. Gizli bir grup kurmuş ve diğer kabile üyelerine şöyle bildirmişlerdi:

(9) Sure 10:22-4; bkz. 29:65, 31:31, 17:69

Ataları İbrahim’in dininden uzaklaşmışlardı ve etrafın­da döndükleri taşın hiçbir önemi yoktu; ne görebilir, ne duyabilir, ne incinebilir ne de yardım edebilirdi. “Ken­dinize bir din bulun,” diyorlardı, “çünkü Tanrı adına hiçbir dininiz yok.” Böylelikle etrafa dağılmış ve İbra­him’in dini olan Harıefiye’yi aramaya başlamışlardı.10
Bazı Batılı araştırmacılar, küçük Hanifiye mezhebinin dinî bir efsane olduğunu ve cehalet döneminin son aşa­malarındaki ruhsal huzursuzluğu sembolize ettiğini dü­şünmektedir. Ama yine de dayandığı bazı sağlam temel­ler olmalıydı. Dört üyeden üçü Hz. Muhammed’in haya­tında ilk takipçileri olarak ortaya çıkmıştır ve dördüncü­sü Osman İbni El-Huvayrit Hz. Muhammed’in yirmili yaşlarında Mekke’de önemli bir isimdi. Kureyşli bir tüc­car olarak Hıristiyanlık dinine dönmüş ve kabilesinde- kileri kendini kral kabul ettirmeye çalışmıştı. BizanslI­lar ile daha iyi ticaret anlaşmaları yapacaklarına söz vermişti. Ama teklifi hemen reddedilmişti; tüm Araplar gibi, Kureyşliler de krallık fikrine derinden karşıydı.
Diğer üç hanefi, Müslüman toplumda iyi tanınıyor­lardı. Ubeydullah İbni Caş, Muhammed’in kuzeniydi. Müslüman olmuş ama zaman içinde Hıristiyanlık dini­ne geçmişti. Bir sonraki bölümde, kendisi de Hıristiyan­lık dinine dönen Varaka Bin Nevfel’in Muhammed’in bi­rinci eşinin kuzeni olduğunu ve Tanrı’dan geldiğine inandığı vahiyleri açıklamaya başladığında kendisini güçlü bir şekilde desteklediğini göreceğiz.

(10) Sira 143, in Guillaume (trans, and ed.), The Life of Muhammad, p. 99.

Ama bu efsa­nevi grubun son üyesi, hayatı boyunca aramaya devam etti ve hiçbir resmi dine geçmedi. Said İbni Amr sadece Kâbe’den geri çekilmekle kalmadı, aynı zamanda put­perest dinini ciddi şekilde eleştirdi. Üvey kardeşi Hattab İbni Nufeyl, sadık bir pagandı ve Said’in tanrıçala­ra karşı saygısızlığından çok sarsılmış, sonunda onu şehirden kovmuştu. Söylentiye göre, genç putperestler­den oluşan organize bir devriye grubu Mekke civarında­ki tepelerde dolaşıyor, orada saklanan Said’in tapmağa girmesini engelliyordu. Said bunun üzerine Hicaz’dan ayrıldı ve gerçek inancı arayarak oradan oraya dolaş­maya başladı. Irak’taki Musul’a ve Suriye’ye kadar git­ti; yolda karşılaştığı tüm rahipleri ve keşişleri İbra­him’in asıl diniyle ilgili sorguladı. Bir süre sonra karşı­laştığı bir keşiş, ona aradığı dinin Mekke’den çıkacak bir peygamberle gelmek üzere olduğunu söyledi. Said bunun üzerine eve doğru yola koyuldu ama Suriye sını­rında uğradığı saldırıda öldürüldü ve Muhammed ile bağlantı kuramadı. Ama oğlu Seyyid, Hz. Muham- med’in en güvendiği yandaşlarından biri oldu.
Hikâye son derece bilgilendirici. O dönemdeki bazı Arapların sorgulayan ruh yapısını açıklıyor. Ama aynı zamanda putperest dinine karşı çıkan birinin yüzleşmek zorunda kalacağı yazgıyı da örnekliyor. Hattab îbni Nufeyl gibi atalarının dinlerine son derece bağlı bazı Ku- reyşliler de vardı ve bu insanlar, eski tanrılara ya da tan­rıçalara karşı söylenen sözleri duymaya tahammül ede­miyorlardı. Değişim ihtiyacı olduğunu düşünmüyorlardı; Kâbe dini son derece mantıklıydı ve şehirdeki Kureyş ka­bilesinin birleşmesinde önemli role sahipti. Oğlu Ömer’in de onun izinden gittiğini daha sonra görececeğiz ama al­ternatif din arayışı yine de durmadı. Bir hikâyeye göre, Mekke’den gitmek zorunda kalmadan bir gün önce, Sa­id’in Kâbe’nin duvarına dayanarak tapmağın etrafta dönmekte olan Kureyşlilere şöyle demişti: “Ey Kureyşli- ler, Said’e ruh veren O’nun adıyla, hiçbiriniz İbrahim’in dinini izlemiyorsunuz ama ben izliyorum.” Sonra ekle­mişti: “Ey Tanrım, nasıl tapınılmasım istediğini bilsey­dim, sana öyle tapardım; ama bilmiyorum.”(11) Ama çok geçmeden Arap’m duasına cevap verilecekti.

(11) Ibid., 145, p. 100.


4 - Vahiy

Hz. Muhammed’in yaşamının başlarıyla ilgili çok az şey Unlıyoruz. Kırk yaşındayken peygamber misyonuna baş­lamasından önceki hayatıyla ilgili bilgileri sadece Ku- ran’dan öğrenebiliyoruz:
O, seni bir yetim iken barındırmadı mı ?
Seni, yol bilmez iken (doğru) yola koymadı mı?
Seni bir yoksul iken zengin etmedi mi?  1
Daha sonraları tıpkı Matta ve Luka müjdelerinin Isa’nın doğumu, bebekliği ve çocukluğuyla ilgili misyo­nuna uygun bir şekilde teolojik gerçekleri şiirselleştire­rek efsanevi hikâyeler eklemesi gibi, Müslüman gele­nekleri de Hz. Muhammed’in hayatıyla ilgili çıplak ger­çekleri efsanevi detaylarla süslemiştir. Hem İsa hem de Hz. Muhammed, neredeyse klasik anlamda kahraman­lar haline gelmiştir. İkisi de yeni deneyimler yaşamış, büyük tehlike barındıran durumlarla karşılaşmış, in­sanlarına hayatlarını değiştiren birer armağan getir­mişlerdir; tıpkı Prometheus’un tanrıların ateşini çalıp insanlarına ışık getirmesi gibi. Bu tür kahramanların çocukluklarıyla ilgili hikâyeler, genellikle normal in­sanların ötesinde kalan güçlerle sıra dışı bir kader için hazırlandıklarını gösterir. İsa karizmatik bir şifacı ol­muş, yetişkin yaşamı mucizelerle dolu olarak gösteril­miştir.

(1) Sure 93:6-8.

Diğer yandan Hz. Muhammed mucizeler yaratmamıştır; her zaman için Kuran’m kendi başına yeterli bir mucize olduğunu ve ilahi kökenini yansıttığım söyle­miştir. Kendisinin tıpkı diğer insanlar gibi olduğu konusun­da ısrar etmiştir ve Kuran da bunu doğrulamaktadır.; yu­karıda verdiğimiz surede, Tanrı Kendisi’ni ona gösterdiğin­de Hz. Muhammed’in zaten yardımsever bir kimliği olduğu anlatılmaktadır.® Annesinin hamileliğiyle ve kendi çocuk­luğuyla ilgili mucizevi hikâyeler hayatının geri kalanında tekrarlanmamaktadır, dolayısıyla sadece onun peygamber­liğiyle ilgili şiirsel yansıtmalardan ibaret olup, Müslüman­ların onun ulusların istediği kişi olduğuna inancını göster­mektedir: Bu inanca göre, Museviler ve Hıristiyanlar bile aslında hevesli bir şekilde onun gelişini beklemektedir.
Söylentiye göre, bir Hıristiyan keşiş Said İbni Anıda bir Arap peygamberin gelişini bildirmiştir. Bu, Hz. Mu­hammed’in hayatının başlarında ve Müslüman toplum­da sık görülen bir motiftir. Aslında Hicaz’daki Arapların Hıristiyanlar ile pek bağlantıları yoktu ve Hıristiyanlık hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorlardı. Müslü­manların Suriye ve Filistin’de giderek çoğalan kiliseler­le karşılaşması ancak Hz. Muhammed’in ölümünden sonra olmuştur; Kuran, Hıristiyan inancından çok faz­la söz etmemektedir ama İsa’ya karşı düşmanca bir tav­rı yoktur. Hz. Muhammed’in gelişini, önceki inancın doğrulaması ve devamı olarak sunmaktadır. Suriye Ki- lisesi’ndeki bazı Araplar, Incil’deki bazı pasajları Hz. Muhammed’in gelişinin beklendiğini vurgulayacak şe­kilde tercüme etmişlerdir. İsa ölümünden sonra havari­lerine bir Rahatlatıcı göndereceğini, o kişinin kendi öğ­rettiği şeyleri tekrarlayıp hatırlatacağını ve dahası an­lamalarını sağlayacağım söylemişti.(3)

(2) Bugün birçok Müslüman, Hz. Muhammed’in Mükemmel İnsan için örnek oluşturduğuna inanmaktadır ve bu yüzden “hata yapamayaca­ğına” inanılır. 9. Bölüm’de bunu daha detaylı inceleyeceğiz.

(3)Muhammad ibn Ishaq, Sirat Rasul Allah 150, in A. Guillaume (trans, and ed.), The Life of Muhammad (London, 1955), p. 104.

Suriye tercümesinde, “Rahatlatıcı” kelimesi munahhema şeklinde çev­rilmiş, bu da zaman içinde Muhammed adıyla bağdaş- ıırılmıştır. Diğer Arap Hıristiyanlar ise aynı kelimeyi periklytos olarak okumuşlardır ve bu da Arapça’da “Ab- med” kelimesine karşılık düşmektedir. Bu, Arabis­tan’da bir hayli yaygın bir isimdir ve tıpkı Muhammed gibi, “övülen” anlamına gelmektedir. Anlaşıldığı kada­rıyla Hz. Muhammed bu tercümeden haberdar edilmiş­ti, çünkü Kuran, İsa’nın kendisinden sonra “Ahmed” adında başka bir peygamberin daha geleceğini ve mesa­jı onaylayacağını söylediğini bildirmektedir4
Kuzeydeki tarım bölgelerinde yaşayan Arap Yahudileri de yarımadada bir peygamberin doğacağına ina­nıyorlardı. Bu da mesih mesajının beklendiğini göste­rirken, cehalet döneminin sonlarında Arabistan’daki huzursuzluğu da açıklayabilir. Çok saygın bir haham, Yesrib’den Suriye’ye göç etmişti. İnsanlar ona neden o verimli ve nazik toprakları “zorlu ve kurak topraklar” için terk ettiğini sorduklarında, haham Peygamber geldiğinde Hicaz’da olmak istediğini söyleyerek cevap vermişti. “Zamanı geldi,” demişti Yesrib’deki Yahudi kabilelerine, “ve kimsenin sizden önce ona ulaşmasına izin vermeyin, Ey Yahudiler, çünkü kendisine karşı ge­lenlerin kanını dökecek, kadınlarını ve çocuklarını esir alacak. Bunun sizi ondan uzak tutmasına izin ver­meyin.”(5) Bu mesih haberi Yesrib’deki putperest Araplar arasında büyük bir etki yaratmıştı, çünkü zaten dinlerinin bayağı ve Musevilerin kutsal metinlerinde bulunan bilgilere kıyasla yetersiz olduğunu hissedi­yorlardı. Daha sonraları aralarından biri Araplar ve Museviîer arasındaki gerilimli dönemi hatırlarken şunları söyleyecekti:

(4) Sure 61:6. See also Tor Andrae, MuhammacL: The Man and His Faith, trans. Theophil Menzel (London, 1936), pp. 44-5.

(5) Ibn Ishaq, Sira 136, in Guillaume (trans, and ed.), The Life ofMuham- mad, p. 94.

Bizler ilahlara tapan çoktanrıcılardık, oysa Museviler bizim sahip olmadığımız bilgileri barındıran kutsal me­tinlere sahiplerdi. Aramızda sürekli bir düşmanlık var­dı ve onlardan daha iyi bir duruma geldiğimizde ve on­ların nefretini kızıştırdığımızda, dediler ki; “Bir pey­gamberin gönderilme zamanı geldi. Onun yardımıyla hepinizi öldüreceğiz ve Ad ile Iram yok olacak.” Bu tür sözler söylediklerini sık sık duyuyorduk.(6)
7. Bölüm’de, bunun Yesrib’deki Arapları Hz. Muham- med için hazırladığını ve onunla karşılaştıklarında he­men tanımalarını sağladığını göreceğiz. Müjdeler de Fi­listin’de beklentili bir ruh hali olduğunu, benzer bir me- sih ruhu yaşandığını söylemektedir. Tanrı adına konu­şan peygamber, aynı zamanda halkı adına da konuşu­yor, onların korkularım ve umutlarını dile getiriyordu. Zamanının huzursuzluğunu ve rahatsızlıklarını payla­şıyordu ama bu sorunlara daha derin bir seviyede yak­laşabiliyordu. Musevi ve Hıristiyan hikâyeleri, yedinci yüzyılın başlarında Arabistan’da ruhsal bir rahatsızlık bulunduğunu bildirmektedir ama aynı zamanda İsa ya da Hz. Muhammed gibi bir peygamber kahramanın kendi başına uyandırdığı heyecanı da yansıtmaktadır. Böyle insanların başardıkları şey öylesine büyüktür ve dönemin ihtiyaçlarına öylesine iyi uyarlanmıştır ki gi­zemli bir şekilde önceden yazıldığı ve geçmişteki dinî kehanetleri gerçekleştirdiği düşünülmektedir.

 (6) IbicL 134, p. 93. Ad ve İram, yok oluşlarından Kuran’da söz edilen an­tik Araplar idi.

Hz. Muhammed, Mekke’deki toplumun son zaman­lardaki başarılarına rağmen karşılaştığı sorunların mükemmel bir şekilde farkındaydı. Yaklaşık 570 yılla­rında Haşim kabilesinde doğmuştu ve bu kabile güç kaybetmekte, kendisini dezavantajlı hissetmekteydi. Kuzey’in torunu Haşim İbni Abd Manaf, hayatı boyunca Mekke’de önemli bir karakter olmuştu. Her yıl Mek­ke’den Suriye ve Yemen’e giden iki kervanı ilk kez hare­kete geçiren oydu ve söylendiğine göre, Habeşistan ve Bizans İmparatorluğu ile iyi ilişkiler kurmuştu. Kurdu­ğu kabile başlangıçta başarısını sürdürebilmişti. Ha- şim’in oğlu Abdül Muttalib, Mekke’deki Kureyşlilerin inançsız öncüleri tarafından kapatılan kutsal Zemzem pınarını yeniden keşfettiği söylenen karizmatik bir ki­şilikti. Dolayısıyla, oraya gelen hacılara Zemzem suyu verme ayrıcalığı Haşim kabilesine aitti. Abdül Mutta­lib, aynı zamanda zengin bir tüccardı ve elindeki büyük deve sürüsü, eski göçebe amaçlarını da hâlâ izlediğini düşündürmektedir. Her biri birbirinden yakışıklı ve gü­zel on oğlu ve altı kızı vardı. Tarihçi Muhammed İbni Said, Abdül Muttalib’in oğullarının Mekke’de uyandır­dığı izlenimle ilgili şunları söylemiştir: “Araplar arasın­da onlardan daha göze batan, daha yakışıklı ve daha soylu erkekler yoktu. Burunları öylesine iriydi ki uçları neredeyse dudaklarına değiyordu.”(7) Özellikle en kü­çük oğul olan Abdullah, Abdül Muttalib için çok değer­liydi ve söylendiğine göre, ağabeylerinden daha yakı­şıklıydı: Abdullah, Hz. Muhammed’in babasıydı.

(7) Kitab at-Tabaqat al-Kabir, quoted in Andrae, Mohammad, pp. 43-4.

Ama Kureyş için bu önemli yıllar ve kabilelerinin ta­lihi sürekli bir akış içindeydi. Hz. Muhammed’in çocuk­luğu sırasında gerçekleşen önemli bir olay, Ahlaf (Müt­tefikler) ve Mutayyabbun (Kokulu Olanlar) arasındaki eski çatışmayı canlandırdı ve Abdül Muttalib yaşlandı­ğında Haşim’in talihini söndürdü. Hikâyeye göre, Ye­menli bir tüccar, Müttefiklerden biri olan Sahim kabile­sindeki en önemli adamlardan biriyle ticaret yapıyordu. Ama adam onlara para ödemeyi reddetti ve Yemenli tüccar adaletin sağlanması için Kureyşlilere başvurdu. Kokulu Olanlar’dan biri olan Taym kabilesinin şefi, adaletin sağlanmasını isteyen herkesi davet ettiği birtoplantı düzenledi. Haşim, Abdül-Muttalib, Esad ve Zühre kabileleri - hepsi Kokulu Olanlar idi bu davete cevap verdi ve daha sonra Erdemliler Birliği olarak bi­linen bir anlaşma imzalandı. 8 Hep birlikte Kâbe’ye gi­derek, daima ezilen haklıların yanında olacaklarına da­ir yemin ettiler. Söylendiğine göre, henüz çocuk olan Hz. Muhammed de bu toplantıya katılmıştı ve yaptığı konuşmada şövalye ruhunu hemen belli etmişti. Ama bu anlaşmanın muhtemelen ticari bir yönü de vardı. Bu anlaşmaya katılan kabilelerin hepsi, o dönemde Mek­ke’de bir tekel kurarak diğerlerini köşeye sıkıştıran Müttefiklerden daha zayıf bir konumdaydılar. Birlik üyelerinin bulundukları konumu korumak için yapabi­lecekleri en iyi şey elbette ki birleşmekti.
Hz. Muhammed’in çocukluk yıllarındaki şartlar, ai­lesinin zor zamanlar geçirmekte olduğunu düşündür­mektedir. Genç Abdullah’ın evlenme zamanı geldiğinde, Abdül Muttalib de Zühre kabilesiyle yandaşlıklarını güçlendirmek için onlardan bir kız almaya karar ver­mişti. Kendisi Hala Bin Wuhayb ve en küçük oğlu Ami­ne Bin Vahib ile evlenmişti; İkincisi, Hz. Muhammed’in annesi olacaktı ve iki kadın da Zühre kabilesinin önde gelen bir tüccar ailesinden geliyordu. Hz. Muham­med’in anne rahmine düşmesiyle ilgili bir efsane, Mat­ta ve Luka’da anlatılan İsa’nın doğumuyla ilgili efsane­ye tamamıyla zıttır. İslam dininde asla bekarlık yemini olmamıştır ve İslam Peygamberinin doğumunda da bir bakire kız söz konusu değildi.

(8) Hilf El-Fudul'un Erdemliler ya da Şövalyeler Birliği olarak tercüme­si tartışmalıdır.

Abdül Muttalib ve oğlu Abdullah Mekke sokaklarında birlikte yürüyerek yeni eşlerini ziyarete giderken, bir kadın aceleyle yanlarına geldi ve Abdullah’ı kendi yatağına davet etti. İslam ön­cesi dönemde Araplar istedikleri sayıda kadınla evle­nebiliyorlardı ve düğünü yaklaşıyor olmasına rağmen, görünüşe bakılırsa Abdullah bu teklife sıcak bakmıştı. O an için babasının yanında kalması gerektiğini ama sabah eve dönerken kadını mutlaka ziyaret edeceğini söyledi. Amine’nin babasının evine ulaştığında, yeni eşiyle gerdeğe girdi ve Hz. Muhammed ana rahmine düştü. Ama ertesi sabah aynı kadının evini ziyaret et­tiğinde, kadının ilgisinin kaybolmuş olduğunu gördü. Kadın, önceki gün Abdullah’ın gözlerinde parlak bir kıvılcım gördüğünü ve halkının Peygamberi’ne baba­lık etmek üzere olduğunu anladığını söyledi. Bugün o ışık kaybolmuştu ve Tanrı’nm Elçisi’ni karnında taşı­yan başka bir kadındı.
Âmine hâlâ hamileyken Abdullah öldü. Aile şimdi o kadar kötü bir durumdaydı ki ellerinde sadece beş deve ve Bahira adında bir köle kız kalmıştı. Söylendiğine gö­re, Amine çocuğunu taşırken hiç zorlanmamıştı. Hatta, sık sık kendisine Arapların efendisine hamile olduğunu söyleyen bir ses duyuyor, karnından yayılan bir ışık ve du ışığın içinde daha sonraları îslam ışığını alacak olan Suriye’deki Basra kalelerini görüyordu. Hz. Muhammed, 12 Rabbiyülevvel’de doğdu ve Amine hemen Abdül Muttalib’e haber göndererek ona bebeğin bir gün çok büyük biri olacağını bildirdi. Yaşlı adam yeni torununu neşe ve şükran duygularıyla Kâbe’ye taşıdı. Hz. Muhammed’in önünde büyük bir geleceğin uzandığı kendi­sine de söylendi: Bir kahin, onun soyundan gelenlerden birinin bir gün dünyayı yöneteceğini ve bir gece rüya­sında çocuğun sırtından dalları uzayan bir ağacın çıkı­şım gördüğünü söyledi; ağacın tepesi gökyüzüne deği­yor, dalları batıya ve doğuya uzanıyordu. Araplar ve da­na sonraları İslam dinini kabul eden Persler, bu ağaç­tan yayılan ışığa tapıyorlardı.
Çocuklar sık sık yetiştirilmek üzere çöldeki başka ailelere verilirdi, çünkü bunun şehir ortamında büyü­melerinden daha sağlıklı olduğuna inanılırdı. Bedevi kadınları bir Kureyş bebeğini yetiştirmek üzere almak için daima hevesli olurdu, çünkü aileden yardım ve armağanlar bekleyebilirlerdi ama Âmine o kadar yoksuldu ki kimse Muhammed ile ilgilenmiyordu. Arabistan’da özellikle kötü bir yıldı ve birçok kabile kıtlıkla mücadele ediyordu. Beni Said kabilesi umut­suzdu ve en yoksul ailelerden birinin üyesi olan Ha­lime Bin Abu Duayib, Muhammed’i yine de almak is­temişti, çünkü başka bir bebek bulamamıştı. Ama Halime’nin kendisi o kadar açtı ki bebeğe verecek sü­tü yoktu, devesinin sütü kurumuştu ve Mekke’ye gi­derken bindiği eşek bile zor adım atıyordu. Ama be­bek Muhammed’i alır almaz şunlar oldu:
Onu yanıma aldım ve göğsüme bastırdığım anda göğüs­lerim sütle doldu; kendisi doyana kadar içtikten sonra, süt kardeşinin de karnı doydu. Sonra ikisi de uyudu, oy­sa daha önce kendi bebeğimle asla uyuyamıyordum. Ko­cam kalkıp yaşlı dişi devenin yanma gittiğinde, onun da memelerinin sütle dolu olduğunu gördü; deveyi sağdı ve ikimiz de doyana kadar içtik. Çok mutlu bir gece geçir­dik. Ertesi sabah kocam bana döndü ve dedi ki, “Biliyor musun, Halime, sen kutsanmış bir bebek bulmuşsun!” “Allah adına, öyle olmasını umarım,” diye cevap verdim. Sonra yola koyulduk ve bebekle birlikte dişi eşeğimin üzerinde giderken hayvan öyle bir hızla koşuyordu ki di­ğer eşekler yetişemediği için yoldaşlarım seslendi: “Ne oldu sana? Dur da bizi bekle. Bu eski eşeğin değil mi?” “Kesinlikle öyle,” dedim. “Allah adına,” dediler, “olağa­nüstü bir şey oldu.” Sonra Beni Said’deki yuvamıza gel­dik; ondan daha kurak başka bir yer daha bilmiyordum.
Bebeği yuvamıza getirdiğimizde, sürüm bol miktar­da süt vermeye başladı. Diğer insanların tek bir damla­sı bile yokken, biz sütü sağıp içtik ve karnımızı doyur­duk; bunun üzerine diğer insanlar çobanlarına dedi ki, “Yazık size! Sürülerinizi Ebu Duayib’in kızının sürüsü­nü otlattığı yere götürün.” Ama sürüler yine de aç halde geri döndü; benim hayvanlarımın memelerinden süt sızarken, onların tek bir damlası bile yoktu.9
Halime’nin Muhammed’i bırakmak istememesine şaş­mamak gerekirdi, Amine’ye bebeğin biraz daha kendile­riyle kalması için yalvardı. Ama o anda ürkütücü ama mucizevi bir olay fikrini değiştirmesine neden oldu.
Hikâyeye göre, bir gün Muhammed’in süt kardeşleri koşarak anne-babalarına geldiler ve korkuyla ağlaya­rak beyaz giysili iki adamın Muhammed’i yakaladığını ve karnını deşip açtığını söylediler. Halime olay yerine koştuğunda, küçük çocuğu zayıf bir şekilde yerde yatar­ken buldu: Sonrasında Muhammed adamların kalbini çıkarıp karla yıkadıklarını, sonra teraziye koyup tart­tıklarını ve tüm Arapların toplamından daha ağır oldu­ğunu söylediklerini anlattı. Sonunda adamlardan biri onu alnından öpmüş ve şöyle demişti: “Ey Tanrı’nm sev­gilisi, sakın korkmayasın, geleceğinde senin için ne ka­dar güzel şeyler hazırlandığını bilseydin çok mutlu olurdun.”10 Bu hikâye de başka kültürlerde anlatılan inisiyasyon hikâyelerine benzemektedir ve ilahi mesajı alacak olan inisiyenin saflığını simgelemektedir. Bazı Müslüman yazarlar, bu olayı Gece Yolculuğu’ndan he­men önceye almışlardır (Hz. Muhammed’in hayatında­ki bu inanılmaz mistik olayı 7. Bölüm’de inceleyeceğiz).
Ama zavallı Halime ve kocası El-Haris olanlardan hiçbir şey anlamamış ve haklı olarak korkmuşlardı. Muhammed’in felç geçireceğinden korkarak onu hemen Mekke’ye getirdiler. Ama Amine onları sakinleştirdi, bütün hikâyeyi dinledi ve onlara güvence verdi:

(9) Ibn Ishaq, Sira 104-5, in Guillaume (trans, and ed.), The Life ofMu- hammad, p. 71.

(10) Abu Bakr Ahmad at-Baihaqi (d. 1066), Dala’il an nu.bu.wwa, 1.12, quoted in Annemarie Schimmel, And Muhammad Is His Messenger: The Veneratioıı ofthe Prophet in Islamic Piety (Chapel Hill and Lon- don, 1985), p. 68.

Bu sıra dışı bir çocuktu ve önünde büyük bir geleceğin uzandı­ğı kehanet edilmişti. Muhammed’i Mekke’de alıkoyma­ya karar verdi ama Muhammed altı yaşındayken Ami­ne öldü ve Muhammed tamamen öksüz kaldı. Bunun üzerine kendisini çok seven dedesi Abdül Muttalib’in evinde yaşamaya başladı. Onun da son evliliğinden iki oğlu vardı ve Muhammed hemen hemen kendi yaşların­da olan iki amcasıyla, Abbas ve neşeli Hamza ile birlik­te büyüdü. Ama Abdül Muttalib artık çok yaşlanmıştı ve hayatının sonuna yaklaşıyordu. Yatağının Kâfce’ye taşınmasını istedi; orada tapmağın gölgesinde, bütün yetişkin oğullarıyla sarılmış bir halde ölecekti. Muham­med onun yanında yatağın üzerinde zıplamayı severdi ve dedesi de oturup onu izler, çocuğun sırtını okşardı. Muhammed sekiz yaşındayken dedesi öldü; bunun üze­rine çocuk amcası Ebu Talib ile birlikte yaşamaya baş­ladı. Ebu Talib o dönemde Haşim kabilesinin lideri ol­muştu ve kuzenleri Talib ve Akil ile birlikte çalışıyordu.
Ebu Talib iyi bir adamdı ve kabilesinin serveti azal­mış olmasına rağmen Mekke’de saygı görüyordu. Ök­süz yeğenine karşı daima nazikti; hatta ekonomik du­rumu giderek kötüleşmeye başladığında bile. Bir gün Suriye’ye çıkacağı bir iş gezisinde yeğenini de yanma aldı ve Basra’ya ulaştıklarında, Kureyşlilerin şaşkın bakışları altında kulübesinden dışarı fırlayan yerel ra­hip Bahira, onları yemeğe davet etti. Adam genellikle kervana aldırış etmezdi ama bu yıl kervanın üzerinde parlak bir bulut görmüş, böylece uzun zamandır bek­lenen Peygamber’in onların arasında olduğunu anla­mıştı. Hıristiyanlar daha sonraları Muhammed’in “Muhammedan” kâfir dinini kurmasına yardım eden kişinin bu rahip olduğunu iddia edeceklerdi.
Muhammed en küçük olduğundan, Kureyşliler Ba- hira’mn davetine cevap verirken onu malların başında dışarıda bırakmışlardı. Yemek sırasında rahip tüccar­ları dikkatle inceledi ama hiçbiri antik kitaplarında ve­rilen Peygamber tanımına uymuyordu. Yanlarında baş­ka biri daha var mıydı? Abdül Muttalib’in torununu bir köle gibi dışarıda bıraktıkları için Kureyşliler aniden büyük bir utanca kapıldılar; onu da içeri getirdiklerin­de, rahip dikkatle Muhammed’i inceledi. Bahira ye­mekten sonra Muhammed’i bir köşeye çekti ve kendisi­ne doğru cevap vereceğine dair halkının tanrıçaları olan Lât ve Uzza üzerine yemin etmesini istedi. “Bana Lât ve Uzza’dan söz etme,” diye karşı çıktı Muham- med, “çünkü Allah adına, benim için hiçbir şey o ikisin­den daha tiksindirici değildir.” Muhammed Allah’ın adını vererek yemin etti ve Bahira’nın hayatıyla ilgili sorularını yanıtladı. Sonra rahip onun vücudunu ince­ledi ve kürek kemikleri arasındaki peygamberlik işare­tini buldu. ‘Yeğenini hemen ülkesine geri götür ve Mu- sevilere karşı koru,” dedi Bahira, Ebu Talib’e. “Çünkü Allah adına, eğer onu görür ve tanırlarsa, ona kötülük ederler; bu yeğeninin önünde muhteşem bir gelecek uzanıyor; onu hemen evine götür!”(11)
Ama Muhammed yirmi beş yaşma geldiğinde, bu bü­yüklüğüyle ilgili hâlâ çok az işaret vardı; hatta çok be­cerikli bir genç adam olmasına rağmen. Mekke’de, “gü­venilir olan” anlamında, El-Emin adıyla tanınıyordu: Hayatı boyunca insanlarda hep güven uyandırmıştı. Ya­kışıklı, gürbüz, güçlü vücutlu ve orta boyluydu. Saçları ve sakalı gür, kıvırcıktı ve bütün kaynaklarda belirtil­diği gibi son derece çarpıcı ve aydınlık bir yüzü vardı. Kesin tavırlı, yürekli bir gençti; ne yaparsa yapsın, tüm dikkatini yaptığı işe verirdi ve vücudunun duruşundan da bunu belli ederdi. Giysisi dikenlere takılsa bile asla omzunun üzerinden bakmazdı; sonraki yıllarda onunla birlikte yürüyenler arkasında rahatlıkla gülüşüp şaka­laşabilir, asla dönüp onlara bakmayacağını bilirlerdi.

(1[1]) Ibn Ishaq, Sira 116-17, in Guillaume (trans, and ed.), The Life of Muhanımad, p. 81.


Biriyle konuşurken asla vücudunun bir kısmıyla değil, daima bütünüyle döner ve yüz yüze konuşurdu. Toka­laştığında asla elini karşısmdakinden önce çekmezdi. Amcaları onun iyi bir askeri eğitim almasını sağlamış­lardı; bu yüzden becerikli bir okçu, yetkin bir kılıç ada­mı ve güçlü bir güreşçiydi. Ama savaş alanında asla küçük amcası Hamza ile boy ölçüşemezdi, çünkü Ham- za son derece iri yarı, güçlü kasları olan bir insan az­mam olmuştu. Diğer amcası Abbas banker olmuştu ve Muhammed de işi Suriye ve Mezopotamya’ya kervan götürmek olan bir tüccardı. Batı’da sık sık deve çoba­nı diye adlandırılmıştır ama aslında yaptığı iş büyük sorumluluk isteyen bir yönetim işiydi. Bazı Batılı araştırmacılar, Muhammed’in mesleğini sorgulamış, Suriye’yi daha önceden bildiğini gösteren bir işaret bu­lamadıklarını söylemiş, Kuran’m Suriye Hıristiyanları ile ilgili bilgi vermediğinden yakmmışlardır.(12) Ama Muhammed’in tüccar olarak kariyerini sorgulamak konu dışında kalmaktadır, zira birinin böyle bir fikri icat etmesi için bir neden yoktur.
Becerikli olmasına rağmen, öksüz olması onu geri tutuyordu. Bu kendisi için oldukça acı verici bir dene­yim olmalıydı, zira bütün hayatı boyunca öksüz ve ye­timlere özellikle nazik davranmış ve öyle davranılmasını istemişti. Yüksek bir pozisyonda olmadığı için eş bul­makta da zorlanmıştı. Bir dönem, Ebu Talib’in kendi­siyle yaşıt kızı olan Fakhita ile evlenmek istemişti. Ama Ebu Talib ona henüz evlenecek pozisyonda olma­dığını, üstelik aristokrat Mahzum kabilesinden kızma daha uygun bir eş bulmak istediğini söylemişti.

(12) Thus Andrae, Mohammed, pp. 50-1.

Ebu Ta­lib ne kadar nazik ve kibar olursa olsun, bu konu özel­likle hassas olmalıydı. Muhammed kadınları seven ve arzulayan bir adamdı. Bu açıdan çağdaşlarının bir­çoğundan ayrılıyordu. Daha sonraları, onun en yakın takipçileri kadınlann yerlerini bilmesi gerektiğine ke­sinlikle inanıyorlardı - İslam öncesi dönemde Mekkelilerin kadınlarla pek fazla ilgilenmediklerini söylemiş­lerdir. Cehalet döneminde kadınların hiçbir değeri ol­madığını zaten görmüştük ve hatta bazı önde gelen Müslümanlar da eşlerine ve kızlarına kötü davranmış­lardır. Ama anlaşıldığı kadarıyla Muhammed kadınla­rın şefkatini ve arkadaşlığını seviyor, onlarla yakın ol­maktan hoşlanıyordu. İlerleyen yıllarda, kadınlara kar­şı nezaketi ve yumuşaklığı, en yakın takipçilerinden bazılarını hayrete düşürmüştür. Hz. Muhammed aslın­da Batılı dedikodularda anlatıldığı gibi şehvet düşkünü bir sapık değildi; sevgili olmasının yanında, kadınlara yakın dostlar olarak da ihtiyaç duyuyordu.
Ama 595 yılında şansı aniden değişti. Uzak bir akrabası olan Hatice Bin Kuveylid, ondan Suriye’ye kendisi i için bir mal götürmesini rica etti. Şehir hayatı sık sık kadınlara iş ve ticaret alanında gelişme şansı sunar; on , ikinci yüzyılda Avrupa’da dişe dokunur sayıda kadın bankacı, tüccar ve dükkancı vardı. Bu insanlar son derece başarılı olmuştu ve görünüşe bakılırsa Mekke’de de durum farklı değildi. Hatice iki kez evlenmişti ve çok I sayıda çocuğu vardı; yedinci yüzyılın başlarında Haşim I kabilesinden çok daha güçlü olan Esad kabilesinden geliyordu ve tüccar olarak çok iyi bir yaşam sürüyordu. I Muhammed onun işini yapmayı kabul etti ve kararlı bir şekilde yola çıktı. Kendisine eşlik edenlerden biri çok tuhaf şeylere tanık oldu ve hepsini Hatice’ye rapor etti. Bir rahip, Muhammed’i kenara çekmiş ve kendisine gelişi Arabistan’da heyecanla beklenen peygamber olduğunu söylemişti. Daha sonra, Muhammed’i kızgın güneşten koruyan iki melek görmüştü. Hatice bu hikâyeleri duyduğunda, Hıristiyanlık dinini seçmiş ve kutsal I kitapları incelemiş olan kuzeni Varaka Bin Nevfel’e gitti. Kendisi de heyecanla Arap peygamberini bekliyordu Bama Hatice’nin söylediklerini duyduğunda heyecanla haykırdı: “Eğer bu doğruysa, Hatice, Muhammed bu halkın peygamberi demektir!13
Hatice, Muhammed’e evlenme teklif etti. Ama bunu yaparken Varaka Bin Nevfel’in yorumlarından çok, uzak akrabasının kişilik özelliklerinden etkilenmişti. Aralarındaki yaş farkına rağmen, yeni bir kocaya ihti­yacı vardı ve Muhammed uygun bir seçim gibi görün­müştü. “Seni beğenmemin nedeni aramızdaki ilişkinin tarzı,” demişti Muhammed’e, “halk arasındaki saygınlı­ğın, dürüstlüğün ve nezaketin.14 Söylendiğine göre Hatice o dönemde kırk yaşındaydı ama Muhammed’den altı kez hamile kalabildiğine göre, muhtemelen çok da­ha genç olmalıydı; yine de yeni kocasından bir ha}di yaşlıydı. Batı’da insanların zengin yaşlıca dullarla evle­nenleri kınaması alışıldık bir durumdur. Bu yüzden Muhammed’in parasal nedenlerden dolayı evlendiği söylenmiştir. Hatta sempatik biyografisinde Maxime Rodinson bile Muhammed’in bu evliliği cinsel ve duygu­sal açıdan hüsran verici bulduğunu ima etmiştir. Ama görünüşe bakılırsa bunun tam zıttı doğrudur. Peygam­berlik misyonunun ilk yıllarında, Hatice’nin ruhsal des­teği ve danışmanlığı olmadan ayakta durması zor gibi görünmektedir. Hatice akıllı bir kadındı. İbni İshak onun için şöyle demektedir: “Hatice kararlı, soylu ve ze­ki bir kadındı.” Ne zaman Hz. Muhammed düşmanları­nın saldırısına uğrasa ya da yaşadığı bir mistik dene­yimden sarsılsa, rahatlamak için doğruca eşine giderdi ve kocasının sıra dışı özelliğini kabul eden ilk kişi olan Hatice, hayatı boyunca “onu güçlendirmiş, yükünü ha­fifletmiş, doğru söylediğine inanmıştı.15


(13) Ibn Ishaq, Sira 121, in Guillaume (trans, and ed.), The Life of Mu- hammad, p. 83.

(14) Ibid., 120, p. 82.

(15) Ibid., 155, p. 111.

Hz. Muham­med tutkulu bir adamdı ve Hatice ile evliyken asla baş­ka, daha genç bir kadınla evlenmedi; ilerleyen yıllarda onu çokeşliliğe düşkün olmakla suçlayanlar için bu önemli bir gerçektir. Karısı öldükten sonra, Muham- med evlendiği kadınları sürekli Hatice’ye yağdırdığı övgülerle öfkelendirmişti ve hatta bir defasında onun sesini duyduğunu sandığında acıyla sararmıştı. Bu bir mantık evliliği değildi: Muhammed aile gelirinin bü­yük bir kısmını yoksullara dağıtıyordu ve kendi aile­siyle son derece mütevazı bir hayat sürüyordu.
Zorluklara rağmen mutlu bir evdi. Hatice, Muham- med’e altı çocuk vermişti. İki oğulları - Kasım ve Abdul­lah - bebekken ölmüştü ama dört kızları vardı: Zeynep, Rûkiye, Ummi Gülsüm ve Fatıma. Muhammed çocukla­rı seviyordu; bütün hayatı boyunca onları hep kucakla­yıp öpmüş ve oyunlarına katılmıştı. Kızlarında çok düş­kündü. Araplarda bir erkeğin ilk oğul babası olduğun­da, çocuğun onuruna bir unvan alması gelenekti; bu yüzden Muhammed’e sık sık Ebu Kasım (Kasım’m ba­bası) da denirdi. Hatice’ye de Ümmi Kasım, yani Ka- sım’ın annesi derlerdi.(16) Ama bazı açılardan, Muham­med oğullarının kaybını telafi edebilmişti. Düğün gün­lerinde, Hatice ona kuzey Arap kabilesi Kelb’den gelen bir köle çocuk hediye etmişti. Zeyd İbni Harit efendisi­ne o kadar bağlanmıştı ki ailesi günün birinde onu ser­best bırakacak parayı bulup geldiklerinde Hz. Muhammed’den ayrılmak istememişti. Buna karşılık Hz. Mu­hammed onu azat etmiş ve Zeyd onun evlatlık oğlu ol­muştu. Birkaç yıl sonra en küçük kızı Fatıma dört ya­şındayken, aileye biri daha katıldı.

(16) Bu hikâyedeki Araplardan bazıları, neredeyse daima takma isimle­riyle anılmaktadır, Ebu Talib, Ebu Süfyan ve Ürıımü Seleme gibi.

O dönemde Ebu Ta­lih ekonomik sorunlar yaşıyordu ve özellikle o korkunç kıtlığın yaşandığı yıl, serveti daha da azalmıştı. Yükü­nü hafifletmek için, Abbas küçük kardeşi Cafer’i evine alırken, Muhammed de Ebu Talib’in en küçük oğlu olan beş yaşındaki Ali’yi evine kabul etti. Öksüz büyümüş olan Muhammed, evlatlık ilişkilerini çok ciddiye alı­yordu. Kendi Bedevi ailesi ne zaman onu görmeye gelse, onlara mutlaka bir hediye, yiyecek ya da koyun veriyordu. Hem Zeyd hem de Ali, onun himayesi al­tında iyi yetişti; erken Müslüman toplumunun önem­li liderleri haline geldiler ve özellikle Ali dostlarının sarsılmaz sadakatini kazandı.
Peygamberlik misyonunun başlamasından önceki bu olaysız yıllar boyunca, Hz. Muhammed’in Mekke’deki pozisyonu giderek düzelmişti. Özellikle kölelere ve yok­sullara karşı nezaketiyle tanınıyordu. Özellikle bir olay, peygamberliğinin bir işaret gibi görünmektedir. 605 yı­lında Muhammed otuz beş yaşlarındayken, Kureyş ka­bilesi Kâbe’yi yeniden inşa etmeye karar verdi; birçok yerinde taşlar gevşemişti, yeni bir çatıya ihtiyacı vardı ve yakın zamanda hırsızlar tarafından talan edilmişti. Ama yapının kutsallığı bunu son derece riskli, hassas bir iş haline getiriyordu. Çoğu geleneksel toplumda kut­sal şeyler tabudur ve büyük bir dikkatle ele alınması gerekir. Kureyşliler, bu büyük yapının yıkılması konu­sunda son derece gergindiler; ama yine de projeyi izle­diler. Mahzum kabilesinin şefi ve Mekke’deki en nüfuz­lu adamlardan biri olan Halid İbni Mugira, elinde kaz­masıyla yapıya dikkatle yaklaştı ve dua etti: “Ey Tan­rım, korkma, Ey Tanrım, sadece en iyisi olsun istiyo­ruz.” İş başladı ve her kabile belli bir bölümün sorum­luluğunu aldı; böylece çalışma tüm kabilenin ortak ürü­nü olacaktı. Ama söylentiye göre, temellere ulaştıkla­rında bütün şehir sallandı ve Kureyşliler temelleri ol­duğu gibi bırakmaya karar verdiler.
Yeni duvarlar hızla yükseldi ama Hacer-i Esved’i yerine koyma zamanı geldiğinde, şiddetli bir kavga patlak verdi, çünkü kabilelerin hepsi bu onura nail ol­mak istiyordu. Aradan beş gün geçmesine rağmen so­run giderek büyüyor, yoğun rekabet Mekke’deki kabi­le ruhunu yok edecek gibi görünüyordu. Bir süre son­ra hâlâ tatmin edici bir çözüm bulamamış olan kabile­ler, oraya gelecek ilk kişinin yargısına uymaya karar verdiler. Bu kişi, bir iş gezisinden henüz dönen ve her zamanki gibi doğruca Kâbe’ye giden Muhammed ola­caktı. Herkes rahatlayarak haykırdı: “İşte El-Emin ge­liyor, artık tatmin olduk.”(17) Muhammed onlardan bir örtü getirmelerini, kutsal taşı örtünün ortasına koy­malarını ve kabilelerin her birinden birer temsilcinin örtüyü kenarlarından tutarak taşı yerine hep birlikte koymalarını önerdi. Muhammed, Kâbe Müslüman dünyasının merkezi olduğunda, yapıyı yeniden ve da­ha temelli bir biçimde inşa ettirecekti; aynı zamanda, Allah’ın tapmağının etrafında Kureyş kabilesinin bir­lik ruhunu onarmak da ona kısmet olmuştu.
Daha önce gördüğümüz gibi, Muhammed kırk yaşma geldiğinde düzenli bir şekilde her yıl ruhsal bir çekilme dönemi yaşamaya başlamıştı. Daha sonra evlendiği eşi Ayşe, onun giderek daha uzun süreler yalnız kaldığını ve kendini Tann’ya ibadete adadığını söylemiştir. “Sa­bahın ilk ışığı gibi” umut ve vaat yansıtan rüyalar gör­meye başladı. O yalnızlık dönemlerinde, Arapların adı­na tahannut dediği ruhsal egzersizlere dalar ve yoksul­lara yiyecek dağıtırdı; ibadet etmek ve sadaka dağıt­mak, Allah’ın dininin temelleri olmuştur. Muhtemelen düşüncelere de dalıyordu. Mekke’deki keyifsizliği doğru bir şekilde teşhis ettiğini daha sonraki kayıtlarından öğreniyoruz. Muhtemelen derinden etkilenmiş ve üzül­müş olmalıydı; Mekke’de hiç kimse onun fikirlerini cid­diye almıyordu ve kabilenin zayıf pozisyonu şehir haya­tında bir liderlik rolü almasını engelliyordu.

(17) Ibn Ishaq, Sira 124-5, in Guillaume (trans, and ed.), The Life of'Mu- hammacl, pp. 85-6.

Ama yine muhtemelen, henüz kullanmadığı bazı sıra dışı yete­nekleri olduğunu da güdüsel olarak hissediyordu. Kuran’da sık sık Allah’ı dünya üzerindeki diğer tüm ırklara peygamberler gönderdiği halde, Kureyşlilere pey­gamber göndermediği vurgulanmaktadır. Muham- med muhtemelen şehirdeki sorunları ancak Tanrı’nın göndereceği bir mesihle çözülebileceğini hissediyordu ama kendisinin o Peygamber olacağını aklının ucun­dan bile geçirmediğini Kuran’daki kayıtlardan biliyo- ruz.(18) Bütün peygamber hikâyelerinde olduğu gibi, dağın tepesine tırmandı ve orada 610 yılında Rama- zan’m on yedinci gecesi Tanrı ile karşılaştı.
Tahannut hakkında fazla bir bilgimiz yok ama muh­temelen çoğu dinî geleneklerde olduğu gibi, kişinin sıra­dan deneyimlerinin ötesine geçmesini sağlayan bir trans hali olmalı. Daha sonra Muhammed yaşadığı deneyimi açıklamakta zorlanacak, mağaranın içinde beliren bir melek gördüğünü, meleğin kendisini tutup sıktığını ve “Oku!” dediğini anlatacaktı. Tanrı Kelamı’m söylemekte gönülsüz olan diğer bazı İbrani peygamberleri gibi, Mu­hammed de bunu reddetti. “Benim okumam yok!” diye diretti, meleğin onu Arabistan’da yaygın olan şarlatan falcılarla karıştığını düşünerek. Ama melek sadece onu neredeyse dayanamayacağı bir hale gelene kadar tutup sıkmaya devam etti.(19) Sonunda Hz. Muhammed, Kuran’ın ilk ayetlerinin ağzından döküldüğünü fark etti:

Oku O yaratan Rabbinin adıyla! insanı bir kan pıhtısından yarattı!
O, cömertliğinin sonu olmayan Rabbindir!
Kalem ile (yazmayı) öğreten de.
O, insana bilmediği şeyleri öğretti 20)

(18) Sure 28:86.

(19) Muhammad ibn Isma’il al-Bukhari, quoted in Martin Lings, Muham- mad: His Life Based on the earliest Sources (London, 1983), pp. 43-4.

(20) Sure 96:1.

Hz. Muhammed kendine geldiğinde hem korkmuş hem de sarsılmıştı. Tarihçi Taberi, muhtemelen kendisini bir cinin ele geçirdiğini düşündüğünü ve bu yüzden ar­tık yaşamak bile istemediğini söylemiştir. Mağaradan dışarı fırlayıp dağın zirvesine tırmanmaya başladı; kendini oradan aşağı atıp intihar edecekti. Ama dağın zirvesine ulaştığında, daha sonra Cebrail ile tanımla­yacağı başka bir vizyon aldı:
Dağın ortalanndayken, gökten gelen bir ses duydum: "Ey Muhammedi Sen Tann’nm elçisisin ve ben de Cebra­il'im.” Konuşanın kim olduğunu görmek için başımı gök­yüzüne kaldırdım ve insan kılığına girmiş Cebrail’i ayak­ları ufuk çizgisine kadar uzanmış halde gördüm... Ona bakarak durdum. Ne ileri ne geri gidebiliyordum. Sonra başımı başka tarafa çevirmeye başladım ama nereye ba­karsam bakayım, gökyüzünde onu görüyordum.(21)
Bu melek, Hıristiyan sanat eserlerinde göründüğü gi­zi güzel, doğal bir varlık değildir. İslam dininde Ceb­rail, Gerçeğin Ruhu’dur, yani Tanrı Kendisi’ni onun aracılığıyla insanoğluna gösterir. Bu, bütün gökyüzü­nü saran ve kaçışın mümkün olmadığı bir Varlığın ezi- ci, yüce, azametli görüntüsüydü. Hz. Muhammed, ço­ğu geleneklerdeki peygamber ve kahinleri yıkan o mutlak gerçeği görmüştü. Hıristiyanlık dininde bu mysterium terribile et fascinans ifadesiyle açıklanır; Musevilik dininde adına kaddosh, yani “kutsallık,” de­nir ve Tann’nm korkutucu, yıkıcı, ezici yüzüdür.

(21) Ibn Ishaq, Sira 153, in Guillaume (trans, and ed.), The Life of Mu- hammad, p. 106.

Çeşitli gelenekler, Hz. Muhammed’in gerçek vizyo­nuyla çelişen ifadeler aktarırlar; bazıları vizyonun sa­dece mağarada gerçekleştiğini söylerken, diğerleri sa­dece ufuk çizgisi üzerinde görünen bir melekten söz ederler. Ama hepsi Muhammed’in korkusunu vurgular. İbrani peygamberler de bu vizyon karşısında haykırmış, ölüme yaklaştıklarını sanmışlardır: “Nasıl bir du­rumdayım ben!” diye bağırmıştır İşaya, Tapmak’ta Tanrı vizyonunu aldığı zaman, “Kayboldum!” Melekler bile ilahi varlığın karşısında kanatlarıyla yüzlerini kapamışlardır ama o, Sürülerin Efendisi’ni çıplak göz­le görmüştür22' Ceremya, Tanrı’mn varlığının kor­kunç bir acıyla bütün uzuvlarını kapladığını, tıpkı me­lek tarafından tutulup sıkıldığını söyleyen Muham- med gibi, ilk mesajı ilahi bir tecavüz gibi almıştır23' Tüm varlığını korkutucu bir güçle sarmış, böylesine ilahi bir etkiyi kaldıracak şekilde yaratılmamış olan benliğini sarsmıştır. Bütün bu peygamberlerin dene- yimlediği şey, tüm mantıksal kavramların ötesinde ya­tan ve tektanrıcı inanç sistemlerinin adına “Tanrı” de­diği şeydir. Yaşanan deneyim korkutucudur, çünkü tüm peygamberler normalliğin ötesinde, her şeyin güç­lü bir şok olarak algılandığı bir aleme sürüklenmişler­dir. Ama aynı zamanda son derece çekicidir, çünkü benliğin en derinlerinde zaten bilinen bir şeyin hatır- lanışıdır. Ama İşaya ya da Ceremya’mn aksine, Mu- hammed yaşadıklarını yorumlamasına yardımcı olabi­lecek bir dinin desteğinden yoksundu. Hiç beklenme­dik bir anda onu bulmuş, umutsuz bir şekilde kendini öldürmeye kalkışmasına neden olmuştu.

(22) İşaya 6:1-9.

(23) Ceremya 20:7-9.

Hiç hayal bi­le etmediği bir aleme sürüklenmişti ve bunu bir şekil­de kendine açıklaması gerekiyordu. Yalnızlık ve korku içinde, güdüsel olarak eşinin yanma döndü.
Vücudunun üst kısmı tir tir titrer bir halde emekle­yerek yaklaşan Muhammed, kendini eşinin kucağına attı. “Koru beni! Koru beni!” diye haykırdı, bu ürkütü­cü güçten kendisini koruması için eşine yalvararak. Bir kehanette bulunurken daima pelerin giyen falcıla­rı aşağılamasına karşın, şimdi Muhammed de farkın­da olmadan benzer bir durumda kalmıştı. Titreyerek korkusunu yatışmasını beklerken, Hatice onu kolla­rında tuttu ve sakinleştirmeye çalıştı. Bütün kaynak­lar, bu kriz sırasında Muhammed’in Hatice’ye korkunç ihtiyacı olduğunu ve ona sığındığını göstermektedir. Daha sonraları dağdayken yeni vizyonlar alacak, her seferinde Hatice’ye koşup kendisini onun kucağına atacaktı. Ama Hatice sadece sakinleştirici bir anne fi­gürü değildi; aynı zamanda Hz. Muhammed’in ruhsal danışmanıydı. Diğer peygamber ve kahinlerin tektan- rıcı bir dinde buldukları desteği Hz. Muhammed’e sağ­layan Hatice olmuştu. îlk olayda nihayet korkusu ya­tıştığında, Muhammed eşine bir cin tarafından ele ge­çirilmiş olup olmadığını sordu; kendisine tanıdık gelen tek esinlenme biçimi buydu ve Arabistan’da cinlerin ele geçirdiği insanların yaşadığı rahatsız edici deneyi­me benziyordu. Daha sonra Müslüman olan Yesribli şair Haşan İbni Sabit, kendi şiirsel ilhamını aldığında cininin kendisine göründüğünü, onu yere fırlattığını ve kelimeleri dudaklarından dökülmeye zorladığını anlatmıştır.(24) Hz. Muhammed, kaprisli davraııabilen ve hata yapabilen cinlere pek saygı duymuyordu. Eğer Allah onun sadakatini böyle ödüllendiriyorsa, yaşa­mak istemiyordu. Kuran, Hz. Muhammed’in hayatı boyunca kendisinin bir cin tarafından ele geçirildiği konusundaki imalara karşı ne kadar hassas davrandı­ğını ve Kuran’daki ayetleri geleneksel Arap şiirinden dikkatle ayırdığını göstermektedir.
Hatice elinden geldiğince onu yatıştırmaya uğraştı. Tanrı asla böylesine zalim ve keyfi bir şekilde hareket etmezdi. Muhammed hayatı boyunca Tanrı’nın öngör­düğü şekilde yaşamaya çalışmıştı ve buna karşılık Tan­rı onu hayal kırıklığına uğratmazdı: “Sen etrafındaki insanlara karşı daima nazik ve düşünceli davranırsın.

(24) Andrae, Mohammad, p. 59.

Yoksullara, zayıflara yardım eder, yüklerini hafifletirsin. Halkının kaybettiği yüksek ahlak değerlerini geri getir­meye çalışırsın. Konuklarını onurlandırır, zor dürümda­kilere yardıma koşarsın. Hayır hayatım, bu olamaz.”(25) Onu daha da rahatlatmak için, kutsal metinleri incele­miş olan ve kendilerine uzman tavsiyesi sunabilecek ku­zeni Varaka Bin Nevfel ile görüşmelerini önerdi. Varaka Bin Nevfel’in hiç şüphesi yoktu. “Kutsal! Kutsal!” diye bağırdı. “Eğer bana anlattıkların doğruysa, Hatice, daha önce Musa’ya gelmiş olan en büyük onur bağışlanmış. O halkının peygamberidir. ”26) Daha sonra Kâbe’de Hz. Muhammed ile karşılaştığında, Hıristiyan tek Tann’mn yeni peygamberine koştu ve onu alnından öptü.
Bir an durup bu deneyimin doğasını düşünmeliyiz. Böyle bir vizyonu ya da seziyi sadece isteri veya kötü ni­yet diye kestirip atamayız. Bütün kültürlerde, ilham iyilikle bağdaştırılır; gerek dinde ve gerekse sanatta. Bir şiir, şairin dudaklarından kendiliğinden dökülür gi­bi görünür. Gerçek bir yaratıcı düşünür de sık sık bu şe­kilde ilham aldığını hisseder; sanki kendisine dokunul­muş ya da henüz yaratılmamış bir gerçekliği keşfetmiş gibi. Bunun en ünlü örneği, banyo yaparken en ünlü prensibini keşfederek ve “Eureka!” diye bağırarak dışa­rı fırlayan Arşimet’tir. Tamamen gevşemiş bir haldey­ken, zihni tamamen alıcı bir durumdadır ve çözüm san­ki kendine ait bir varlığı ve zihni varmışçasına düşün­celerine girivermiştir.

(25) Ibn Ishaq, Sira 153, in Guillaume (trans, and ed.), The Life of Mu- hammad, p. 106.

(26) Ibid., 154, p. 107. Namus, Yunanca Kanun anlamındaki nomos keli­mesinden gelmektedir ve Musa’nın Kanunları’m ya da İsrailoğulla- rı’na gelen Tevrat’ı kastetmektedir. Waraka’nm kullandığı bu keli­me Araplar için yeniydi. Müslümanlar, bunu Cebrail ile tanımladı­lar. Waraka, Tanrı’nm bunun periyodik olarak insanoğluna gönder­diği büyük mesajlardan biri olduğunu belirtmektedir.

Bütün yaratıcı düşünceler aslın­da sezgiseldir; yaratılmamış gerçekliğin karanlık dünyasma bir sıçrayışı gerektirir. Bu açıdan ele almdığında, sezgi aslında mantıktan feragat etmek değil, daha ziyade mantığın hızlanması, bir anda ortaya çıkan çö­zümü yakalaması ve bunun için her zaman gereken mantıksal hazırlıklara gerek duymamasıdır. Yaratıcı bir dahi, tanrılarla boğuşup ellerindeki bir şeyi çalan ve dünyaya, insanoğluna getiren antik kahramanlar gibi bu keşfedilmemiş ülkeden geri döner. Belki dinî esinler de aynı şekilde ele alınabilir.
Kendisi dışından geliyor gibi görünen şiiri dinleyen şair de elbette ki bilinçsiz olanı dinliyordun İlham peri­lerinden ya da tanrılardan gelen bir mesajı ya da arma­ğan için taşıyıcı olacaktır. Mekke gibi küçük bir toplum­da, insanların bilinçaltları çok sıradandır. Tamamen dünyevi terimlerle konuşmak gerekirse, Muhammed çağdaşlarının karşılaştığı sorunun çok daha derinlerine inmiş ve sadece birkaçının dinlemeye hazır olduğu bir şeyle geri dönmüştür. Kuran’ı ayet ayet, sure sure gün ışığına çıkarırken ve insanlarına bildirirken, birçoğu­nun güçlü bir şekilde mesajı tanıdıklarını göreceğiz. Önyargıları, endişeleri ve ideolojik engelleri yıkarak, daha önce kimsenin düşünmediği hayali, ruhsal ve sos­yal çözümler getirmekte, her biri halkın en derin özlem­lerine ve hayallerine cevap oluşturmaktadır. Her dinde, Tanrı ya da Mutlak Realite fikri kültürel şartlanmala­ra dayanır. Hicaz’daki Araplar, kendi belli ihtiyaçlarına cevap oluşturacak yeni bir dinî çözüm arayışmdaydılar. Örneğin, Hıristiyanlık dininin antik Yunan felsefesi ve idealleriyle renklendirilmiş Tanrı fikrini istemiyorlardı. Hz. Muhammed, güdüsel olarak büyük îbrani peygam­berlerin Semitik dinî deneyimlerine geri dönmüştü ve bu, Orta Doğu insanlarına daha çok uyuyordu. Suriye, Mezopotamya, İran ve Kuzey Afrika’daki insanların Yu­nan temelli Tanrı fikrini inkar ederek daha Semitik bir vizyona yönelmeleri hiç de şaşırtıcı değildir.
Ama Hz. Muhammed, o an için yeni bir dünya dini kurmak üzere olduğunun bilincinde değildi. Bu, ilahi planın dışında bırakılmış gibi görünen Araplar için bir dindi. Tanrı, Museviler ve Hıristiyanlara birer kutsal kitap gön­dermişti ama Araplar için böyle bir kitap gönderilmemiş­ti. Hz. Muhammed’in Hira Dağı’nda ilahi esinle okumaya başladığı kitap, Arapça Kuran idi. Arapların o dönemdeki derin ihtiyaçlarına cevap veren bir mesajdı: Hz. Muham- med bir şekilde yeni bir bilinç seviyesine girmiş, toplu- mundaki tersliklerin kaynağını bulmuştu ve şimdi Arap- lara azar azar kendi özel çözümlerini sunuyordu.
Tamamen orijinal bir düşünce ya da vizyonu tanım­lamak için genellikle “vahiy” kelimesini kullanırız. Ama kelimenin asıl etimolojisi, “peçesi kaldırılmış,” “gün ışı­ğına çıkarılmış,” “keşfedilmiş” anlamını yansıtmakta­dır. Kendi doğasında hiçbir dinî vizyon ya da kavram orijinal olamaz, çünkü zaten var olan temel bir gerçek­likten söz eder. Hz. Muhammed, bu gerçeği diğer tüm din liderlerinden daha iyi anlıyor ve daha iyi ifade edi­yordu. Hira Dağı’nda aldığı vahiylerde yeni bir şey yok­tu. Aslında Tanrı’nın eski diniydi; tekrar tekrar ortaya çıkarılmıştı ama bilgileri Araplara getirme görevi Hz. Muhammed’e verilmişti. Hz. Muhammed’in kısa süre sonra Mekke’de vaazlar vereceği Allah dini, kendisinin Hira Dağı’nda o deneyimi yaşadığı gün değil, Yaratı- lış’m başlangıcında oluşmuştu. Tanrı Adem’i insanoğlu­nun başlangıcı olarak yaratmış, sonra da dünya üzerin­deki tüm halklara tekrar tekrar peygamberler gönder­mişti. (27) Mesaj her seferinde aynıydı, dolayısıyla aslın­da dünya üzerinde sadece bir din vardı. Kuran asla ön­ceki vahiyleri etkisiz kılmamakta ya da yalanlamamak- tadır; gerçek Tanrı kavramına hizmet eden tüm kutsal dinleri bir saymaktadır!281 Asıl önemli olan, kişinin ken­dini Allah’a nasıl teslim ettiğidir. İnsanlar, “Tanrı’nın di­ninden başkasını isteyemezler.”(29)

(27) Sure 35:22.

(28) Sure 6:160ff.

(29) Sure 3:76.

Peygamberler daima Tanrı’nın mesajım iletmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla, İsa’nın kendisinden sonra bir elçinin geleceğini söyledi­ği inancı için Kuran’da şöyle denmektedir:

Bir vakit de Meryem oğlu İsa: “Ey İsrailoğulları, ben size Allah’ın elçisiyim. Önümdeki Tevrat’ın doğrulayıcısı ve benden sonra gelecek, adı Ahmed olan bir peygamberin müjdecisi olarak geldim,” dedi. Soni'a o, onlara apaçık delillerle gelince: “Bu apaçık bir büyüdür!” dediler.30

Hz. Muhammed’in vahiylerini farklı kılan tek şey, Tanrı’nın ilk kez Kureyşlilere bir elçi ve kendi dillerinde bir kutsal kitap göndermiş olmasıdır.
Dolayısıyla, vahiylerin tarihsel biçimine yönelik do­ğal bir tavır söz konusudur. Bu özellikle vurgulanması gereken bir noktadır, çünkü bugün Batı’daki insanlar genellikle hoşgörü kavramını İslam diniyle bağdaştıra­lı amaktadır. Ama bir sonraki bölümde göreceğimiz gibi, İslam dinindeki hoşgörüsüzlük Hıristiyan mezheplerini birbirinden ayıran ve birbirine neredeyse düşman eden türde bir kaynaktan değil, tamamen farklı türde bir kaynaktan doğmuştur. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, Museviler ve Hıristiyanların asla İslam dinine dönmesi şart koşulmamış, İslam imparatorluğu içinde bile kendi dinlerini diledikleri gibi sürdürmelerine izin verilmiştir. Daha sonraları Zerdüştler, Hintliler ve Bu- distler de kutsal kitap insanları sayılmışlardır. Başka cinlerden insanlarla birlikte yaşamak, Müslümanlar i çin asla sorun olmamıştır. İslam imparatorluğu, asırlar boyunca Hıristiyanlar ve Museviler için ev sahipliği yap­maktan memnuniyet duymuştur; ama Avrupa ve diğer r atılı ülkeler, Hıristiyan topraklarında Müslümanların e Musevilerin varlığına tahammül edememişlerdir.

(30) Sure 61:6

610 yılında Hira Dağı’nda alman vahiyler, İslam tari­hinde elbette ki önemli bir olaydır ama bu sadece bir başlangıçtır. Bugün birçok Müslüman’a göre, Kuran mu­cizesinin sırn Hira Dağı’nda Hz. Muhammed’e vahiy edilmesi değil, barındırdığı prensiplerin, öğretinin ve de­ğerlerin bugün bile hâlâ milyonlarca insanın yaşamları­na nihai anlam ve değer kazandırabilmesidir. İslam di­ni, dünyayı değiştirme vizyonunun uygulanmasında da­ima yaratıcı ve yenilikçi olmalıydı; her kuşak, diğer tüm inançlardaki gibi modernliğe cevap verebilmeliydi.
Kuran’da Hz. Muhammed’den sık sık ummi, yani okuma yazması olmayan peygamber olarak söz edilir ve bu özelliğiyle, doktrin aslında mucizevi doğasını vurgu­lamaktadır. Bazı Batılı araştırmacılar, ummi kelimesi­nin “okuma yazması olmayan” anlamında alınmaması gerektiğini, çünkü bir tüccar olarak Hz. Muhammed’in muhtemelen kabaca da olsa yazı ve matematik bilmesi gerektiğini iddia etmişlerdir. Bu araştırmacılara göre, Hz. Muhammed bu kelimeyle Tanrı’dan kitap almamış olan “cahil” insanların peygamberi olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Diğer çalışmalarda, ummi kelimesi “Hıristi­yan olmayanların peygamberi” anlamında kullanılmış­tır. Diğer bazı yazarlar ise daha da ileri gitmiş ve ummi kelimesinin umma, yani toplum anlamıyla bağdaştırıl­ması gerektiğini, dolayısıyla “halk peygamberi” olarak ele alınması gerektiğini söylemişlerdir. Oysa ummi ve umma kelimeleri birbirinden ayrıdır ve Müslümanlar bu yorumu aşağılayıcı bulmaktadır. Neredeyse bin yıldır gördüğümüz gibi, Batılılar her nedense Hz. Muham­med’in gerçekten peygamber olduğuna inanmamışlardır. Aslında, ummi kelimesinin geleneksel Müslüman yoru­munu sorgulamak hiç de doğru değildir. Hayatının er­ken dönemleriyle ilgili Hz. Muhammed’in okuryazar ol­duğunu gösteren hiçbir kayıt yoktur. Hatta bir mektup göndereceği zaman, Ali gibi okuma yazma bilen birine yazdırdığını gösteren anlatılar vardır. Eğer okuma yaz­ma bildiğini bütün hayatı boyunca saklamışsa, bu kor­kunç bir yalan olurdu ki adı El-Emin olan biri için böyle bir şey kesinlikle olası görünmemektedir. Ayrıca, halkıy­la ne kadar iç içe yaşadığı düşünülürse, böyle bir yalanı bu kadar uzun süre sürdürmesi de mümkün değildir. Biz Batıkların anlamamız gereken bir hassas nokta daha vardır: Bakire Meryem’in İsa’yı doğurması kavramı Hı- ristiyanlar için neyse, Hz. Muhammed’in okuryazar ol­maması fikri de Müslümanlar için odur. Yani vahiyler normal insan becerileriyle değerlendirilmemelidir.
Ama Hz. Muhammed’in Tanrı ve insanoğlu arasında pasif bir telefon gibi çalıştığını düşünmek de hata olur. Diğer tüm peygamberler gibi, bazen o da aldığı vahiyle­rin anlamlarını çözmeye çalışmıştır. Çünkü bazen keli­meler yerine sadece görüntüler aldığı da olmuştur31 Daha önce gördüğümüz gibi, Hz. Muhammed’in sonra­ki eşi Ayşe, Hz. Muhammed’in ilk vahiylerinin görsel ol­duğunu açıklamıştır. İlk vahiyler, ezici duygular uyan­dıran, yüce anlamlar taşıyan görüntüler halinde geli­yordu32 Örneğin bu doğu topraklarında alacakaranlık olmadan güneş aniden ufuk çizgisinin üzerinde belirdi­ğinde, Hz. Muhammed açık bir mesaj yerine dikkat çe­kici bir umut mesajı almış oluyordu.
Müslüman geleneği, bu mesajı söze dökmenin her zaman kolay olmadığını göstermektedir. Hz. Muham­med bir defasında şöyle demiştir: “Ruhumun bedenim­den ayrıldığını hissetmediğim hiçbir vahiy alma­dım.”(33) Bu acı verici bir yaratım süreciydi. İslam Peygamberinin bildirdiğine göre, bazen sözel mesaj son derece açıktı; meleği bir insan kılığında görüyor ve söylediklerini duyuyordu.

(31) Sure 81:19-24.

(32) Ibn Ishaq, Sira 151, in Guiliaume (trans, and ed.), The Life of Mu­hammeni, p. 105.

(33) Jalal al-Din Suyuti, al-itqan fi.'ulum al-aq’ran, quoted in Maxinıe Rodinson, Mohammed, trans. Anne Carter (London. 1971), p. 74.

Ama diğer zamanlarda, daha acı verici ve karmaşıktı: “Bazen bir zilin yankıları gibi geliyor ve bu benim için en zor olanı; mesajı anla­dığımda, yankılar da hafifliyor.”(34) Bazen bir sorunun çözümü için kendi içine kapandığını ve kendi ruhunu araştırdığını göreceğiz; tıpkı bir şairin bir şiiri yavaş yavaş gün ışığına çıkarışı gibi. Kuran, kavraması zor anlamı dikkatle dinlemesi için uyarmaktadır. Doğru zaman gelene kadar, mesajı söz dökmek için zorlama­ması gerektiği anlatılmaktadır:

Çünkü onun derlenip toplanması bize aittir! Biz onu (Kur’ân’ı) okuduğumuz zaman okuduğunu takip et! Sonra onun açıklaması da yine bize aittir.35

İlahi Ses cennetten gürleyerek bir mesaj iletmiyordu; Tan­rı kolayca açıklanabilir bir gerçeklik değildi. Ancak Hz. Muhammed’in kendi içine bakmasıyla duyulabiliyordu. Daha sonraları, İslam mistikleri olan Sufiler, Tann’mn benliğimizin temeli olduğu kavramını geliştirmişlerdir.
Ama o ilk günlerde Hz. Muhammed’in kaç tane va­hiy aldığını bilmiyoruz. Yine de, Hz. Muhammed, Ha­tice ve Varaka Bin Nevfel’in bu konuda sessizliklerini koruduklarını biliyoruz. Batılı düşmanlarının iddia et­tiği gibi, Hz. Muhammed kendini ortaya atmaya ve dikkat çekmeye hevesli biri değildi. İlk birkaç vahiy­den sonra, Hz. Muhammed yaklaşık iki yıl boyunca bir sessizlik dönemi yaşadı. Büyük bir yalnızlık dönemiy­di ve bazı Müslüman yazarlar onun intihar eğilimini bu döneme yansıtmışlardır. Acaba sonuçta yanılmış mıydı? Yoksa Tanrı onu elçi olarak seçmek konusunda fikrini mi değiştirmişti? Sessizlik yıkıcı ve eziciydi ama sonra Sure 93 aydınlatıcı bir güvenle geldi:

(34) Bukhari, Hadith 1.3, quoted in Lings, Muhammad, pp. 44-5.

(35) Sure 75:17-19.

And olsun kuşluk vaktine,
Ve dindiği zaman o geceye ki,
Rabbin sana veda etmedi ve darılmadı!
Ve kesinlikle senin için sonu önünden (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır, ileride Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın!
O, seni bir yetim iken barındırmadı mı?
 Seni, yol bilmez iken (doğru) yola koymadı mı?
Seni bir yoksul iken zengin etmedi mi?
Öyle ise, sakın yetime kahretme (onu horlama)!
El açıp isteyeni de azarlama!
Fakat Rabbinin nimetini anlat da anlat!(36)

Hz. Muhammed artık misyonuna başlamak üzereydi. Yaşadıklarına inanmayı öğrenmişti ve artık doğrudan Tanrı’dan geldiklerine de inanıyordu. Aklını kaçırmış ya da cinler tarafından ele geçirilmiş filan değildi. Bu inanç cesaret gerektiriyordu ama artık daha da fazla kararlılık gerektirecek bir adım atmaya karar vermiş­ti. Yaşadığı deneyimlerle ilgili Varaka Bin Nevfel’in yorumlarını kabul etmişti: O, Kureyşlilerin Peygam­beri, İslam Peygamberi olarak seçilmişti. Artık kendi­ni insanlarına tanıtmalıydı. Varaka Bin Nevfel, bunun kolay olmayacağı konusunda onu uyardı. Yaşlı bir adamdı ve önünde uzun bir hayat var gibi görünmü­yordu; yine de insanlar karşısına dikildiğinde ve onu dışladıklarında Hz. Muhammed’i destekleyebilecek dar yaşamayı dilerdi. Hz. Muhammed bunu duyunca  korktu; halkı onu gerçekten dışlayacak mıydı? Varaka Bin Nevfel, bir peygamberin kendi ülkesinde asla onurlandırılmadığını, bunun tarihte bir örneği olmadığını üzülerek söyledi. Göreceğimiz gibi, Hz. Mummed kelamı yaymaya başladığında son derece dikkatliydi. İddiasına gülüneceğini biliyordu. İnsanlar onun Bizans için çalışan bir ajan olduğunu düşünebi­lir ya da onu hainlikle ve geleneksel dine karşı gel­mekle suçlayabilirlerdi. Yine de, Hz. Muhammed bu tehlikeli misyonu kabul etmeye hazırdı. Bu, onu daha önce hayal bile edemeyeceği bir yöne itecekti.

(36) Arberry, surenin son iki kelimesini “ilan etmek” şeklinde tercüme etmiştir ama Arapça anlamı daha ziyade “Tanrı’yı yücelt” gibidir.

5 - Uyarıcı

Hz. Muhammed, Hira Dağı’nda ağır ama kesinlikle aydınla­tıcı bir deneyim yaşamıştı; tıpkı Yakup’un melekle güreştiği gibi. Şimdi, ilahi alemden aldığı mesajı insanlarına götür­meliydi. Sabah Suresi açık bir sosyal emir veriyordu: Erkek­ler ve kadınlar, kabilede daha zayıf konumda bulunan kişi­lerle ilgilenmeliydi. Bu yeni bir şey değildi; eskiden beri kabile onurunun bir parçasıydı ama Kureyşliler bunu unut­muş gibi görünüyordu. Kuran, bu mesajın daha önce gelen tüm peygamberler için de önemli olduğunu vurgulamakta­dır. Müslüman geleneği şimdiye kadar 124,000 peygamber geldiğini söylemektedir ve bunun sonsuzluğu simgeleyen bir sayı olduğu bellidir. Tann doğru yaşam tarzımn bilgisini in­sanlara vermişti; hatta insanlar genellikle inatçı bir şekilde İlahi mesaja aldırmazlık etseler bile. Ama şimdi Tanrı daha ince böyle bir elçinin gelmediği Kureyşlilere bir peygamber göndermişti. 612 yılında, misyonunun başlarında, Hz. Muhammed’in rolüyle ilgili mütevazı bir anlayışı vardı. Kendi­ri bir mesih ya da kurtarıcı olarak görmüyordu; evrensel bir misyonu yoktu ve hatta o güne kadar yarımadadaki diğer Araplara da vaaz vermesi gerektiğini düşünmemişti. Uzun [peygamberler zincirinin son halkası olarak tek yapması gereken, mesajı Mekke’ye ulaştırmaktı Politik bir fonksiyo­nu yoktu Kendini sadece bir Uyarıcı olarak görüyordu. Hz. Muhammed’in misyonuyla ilgili görüşü değişecekti ama llıenüz başlanndayken, tek görevinin Kureyşlilere izledikle­ri yolun tehlikelerini göstermek olduğunu düşünüyordu:
Ey (sarılıp) bürünen, kalk artık uyar, ve Rabbini artık büyükle, elbiseni artık temizle, pislikleri artık uzaklaştır, Çünkü o boru (Sûr) bir öttürüldü mü, işte o gün çok zorlu bir gündür, kafirlere hiç kolay değildir!

Ama bu, Hz. Muhammed’in bir lanet mesajıyla başladığı anlamına gelmiyordu. Kuran’m ilk bölümlerinde Ahiret Günü’nden sadece kısaca söz edilmektedir ama ilk mesaj kesinlikle neşeli ve umut vericiydi. Hz. Muhammed, Mekke’deki tüm kadın ve erkeklerin Tann’mn iyiliğinin ve merhametinin farkına varmasını istiyordu. Tanrı on­ları yaratmış, rehberlik etmiş ve evrenin tüm dengesini korumuştu. Allah’ın dünya üzerinde yaptığı şeylerin “işaretlerini” görerek, O’nun sonsuz cömertliğini ve ken­di sapkın minnetsizliklerini daha iyi anlayacaklardı:

O kahrolası insan ne nankör şeydir!
O yaratan, onu hangi şeyden yarattı?
Bir damla sudan yarattı da biçimine koydu onu.
Sonra ona kolaylaştırdı yolunu.
Sonra onu öldürdü de kabre gömdürdü.
Sonra dilediği zaman onu yeniden diriltecektir. Hayır, hayır doğrusu o, O’nun emrini tam yerine getirmedi.
Bir de o insan yiyeceğine baksın!
Biz, o suyu bir döküş (bol bol) dökmekteyiz.
Sonra o yeryüzünü bir yarış (iyiden iyiye) yarmaktayız.
Bu şekilde orada daneler, üzümler ve yoncalar, zeytinlikler ve hurmalıklar, afaka ser çekmiş dilber (gönül alan) bahçeler, meyveler, çayırlar; neler yetiştirmekteyiz.
Sizin ve davarlarınızın yararlanması için.

Ama insanlar hâlâ Tanrı’nın istediği biçimde yaşama­yı reddediyordu.
Hz. Muhammed uzun bir gerekler listesi sıralama­dı. Temel olarak Kureyşlilerin aşina olduğu eski Arap mur anlayışını yeniden biçimlendirmekle yetinecek­ti. Kuran’m erkek ve kadınlara şart koştuğu tek şey, zayıf olanların korunacağı adil bir toplum yaratılma­sıdır. Kuran’m mesajının temeli budur. Eğer bugün Müslümanlar bize hoşgörüsüz geliyorsa, Batı Hıristi­yanlık aleminin her zaman olduğu gibi başından beri rakip gerçeklik vizyonlarına karşı hoşgörüsüz olma­dıklarını anlamamız gerekir. İran’daki Şah Muham- :ned Rıza Pehlevi veya Mısır’daki Başkan Enver Se­dat gibi kendilerinden binlerinden ya da güçlü Batı ülkelerinden kaynaklansın, asıl hoşgörüsüz oldukları şey adaletsizliktir. Kuran’m ilk mesajı son derece ba­sittir: Kişisel servet oluşturmak için zenginlik yığ­mak yanlış, sadakalar vermek ve zenginliği topluma yaymak doğrudur.
Batılı araştırmacılar, bize Hz. Muhammed’in bir sosyalist olarak görülmemesi gerektiğini söylemekte­dir. Kapitalizmi asla eleştirmediğini, sonuçta bu siste­min Kureyşliler için harika şeyler başardığını ve İs­lam Peygamberi’nin yoksulluğu kökünden kaldırmaya :alışmadığım ve bunun zaten yedinci yüzyıldaki Ara- bistan’da imkansız bir şey olacağını vurgulamaktadır­lar. Hz. Muhammed, sosyalizmin Batı’da oluşan kav­ramlarının tamamıyla hemfikir olmamış olabilir ama derinden incelendiğinde, kesinlikle bir sosyalisttir ve bu da İslam’ın prensipleri üzerinde güçlü bir iz bırak­mıştır. Doğru, İsa’nın yaptığı gibi zenginliği ve mal varlığını lanetlemiyordu; Müslümanlara sahip olduk­ları her şeyden vazgeçmeleri söylenmemişti. Bunun yerine, zenginliklerinde cömert olmalı ve gelirlerinin belli bir kısmını yoksullarla paylaşmalıydılar. Bu yüz­den zekat, İslam dininin beş temel sütunundan biri olacaktı. İlk İslam ahlak değerlerinde bir tür sadaka dağıtımı mutlaka gerekli kılınmıştı. Müslümanlar paralarını kendilerine saklamamak, başka herkesten daha zengin olmaya uğraşmamalıydı. Yoksullara bakmalı ve o dönemde birçok Kureyşlinin yaptığı gibi mallarını yönettikleri yetimlerin ve öksüzlerin hakla­rına el koymamalıydı Müslümanlar büyük bir dün­ya gücü haline geldiklerinde ve birçoğu zengin oldu­ğunda bile, bu prensip varlığını sürdürecekti. İslam’ın Kutsal Kanunları, zaman içinde Halife’nin gerçek po­litik gücünü elinden aldı ve onu sadece bir birlik sem­bolü haline getirdi. Saray zengin olabilirdi ama İslam imparatorluğunun tüm kesimlerindeki dindar Müslü­manlar, fazla görkemli bir zenginliğin İslam dinine yakışmayacağını vurgulamışlardır. Yerel bir yönetici Müslümanlık özelliklerini kanıtlaması gerektiğinde, sade bir hayat sürdüğünü ve eşitlikçi ideale uyduğunu göstermek zorundaydı. Dolayısıyla Haçlı Seferleri sı­rasında Müslüman toplumlarının lideri olan Nureddin ve Selahaddin, servetlerinin büyük bölümünü yoksul­lara vermiş, basit, sade hayatlar yaşamış, Yakın Do- ğu’daki diğer tüm yöneticilerden daha iyi Müslüman­lar olduklarını kanıtlamışlardır. Bu popüler davranışa dayanarak imparatorluklar kurmuş, hayatları Peygamber’inkine çok benzediği için insanlar onların sa­mimi ve dürüst olduğuna inanmıştır.
Hz. Muhammed’in kendisi de daima sade ve basit bir hayat sürdü; batta Arabistan’daki en güçlü adam hali­ne geldiğinde bile. Lüksten nefret ediyordu ve evinde genellikle yiyecek bir şey yoktu. Asla bir takımdan fazla giyeceği olmamıştı ve yandaşları onu daha zengin görü­nümlü tören kıyafetleri giymeye teşvik ettikleri her sefe­rinde reddetmiş, çoğu kişinin giydiği kaba ve kaim giysi­leri giymeye devam etmişti. Kendisine hediyeler verildi­ğinde, hepsini yoksullara dağıtırdı ve tıpkı İsa gibi o da Müslümanlara yoksulların zenginlerden önce Cennet Krallığı’na gireceğini söylerdi. Ona inanan ilk insanların çoğunun Mekke’deki ezilenler olması şaşırtıcı değildi; kö­leler ve kadınlar, bu yeni dinin kendilerine bir umut ışı­ğı olabileceğini hemen anlamışlardı. Göreceğimiz gibi, daha sonraları daha zengin kabilelerden da İslam dinine geçenler oldu ama en güçlü ve aristokrat Kureyşliler uzak kaldılar. Müslümanlar Kabe’de toplandıklarında, büyük Abdül Muttalib’in torununun bir araya gelmeyi sevdiği ayak takımına küçümseyerek bakıyorlardı. İslam iaha da güçlendiğinde, Hz. Muhammed’in en yakın yan­daşlan üst sınıf zengin Müslümanlar değil, Kureyş’in da­ha yoksul kabilelerinden gelen kişilerdi. Bunlann hiçbiri kişisel tercih meselesi değildi. Hz. Muhammed ilk Müs- iümanlar için bir örnek oluşturması gerektiğini ve Al­lah’ın adaletsizlikten ve sömürüden nefret ettiğini bili­yordu. Tanrı’nm iradesini yansıtan saygın bir toplum, ta­mamen eşitlikçi bir yaşam tarzı geliştirmeliydi.
Modern bir laik, onun neden Tanrı ile uğraştığını so­rabilir. Hira Dağı’nda o ezici ve acı verici deneyimleri yaşamak yerine, doğrudan bir sosyal reform kampanya­sı başlatamaz mıydı? Ama Hz. Muhammed sorunların daha derin bir kaynağı olduğunu ve bu tür reformların sadece yüzeysel kalacağını biliyordu. Kureyşliler hayat­larının merkezine başka, her şeyden üstün bir değer koymadıkları sürece, yapılan her şey etkisiz kalacaktı. Mekke’deki huzursuzluğun temelinde sağlıksız ve ger­çekdışı bir varsayımın yattığını biiiyordu. Eski günlerde kabile her şeyden önde gelirken, Araplar bütün bi­reylerin birbirlerine dayanıp güvenmek zorunda oldu­ğunu anlıyordu. Arap steplerinde her zaman için yok ol­maları tehlikesiyle yüz yüzeydiler ama kazandıkları ba­şarı, onları normal Arap yaşamının tehlikelerinden uzaklaştırmıştı. Zaman içinde anlaşılır bir şekilde yeni bir para dini kurmuşlardı. Kendi yazgılarının efendisi olduklarını biliyorlardı. Hatta Kuran, bazılarının para gücüyle belli bir ölümsüzlüğe bile sahip olabileceklerine inandıklarını belirtmektedir; oysa bu tür bir ölüm­süzlük eski günlerde sadece kabileyle mümkündü. O günlerde toplumları toplumsal bir ideale dayandırıl­mıştı. Şimdi kabileler, diğer kabilelerle savaşıyordu ve Haşim gibi bazıları varlıklarının tehdit edildiğini hisse­diyorlardı. Eski kabile ruhu yıkılıyordu ve bu da her an dağılabilecekleri anlamına geliyordu. Hz. Muhammed’in kendi yaşamı, bu görüşü doğrulayacaktı. Yakla­şık yirmi yıl sonra, sadece becerikli olduğu için değil, aynı zamanda birleşerek kendisine karşı duramadıkla­rı için Kureyşlileri yenecekti. Hz. Muhammed misyonu­na başladığında, acımasız bir bireysellik eski toplumsal ahlakın üzerine çıkmıştı: Kuran bunu Ahiret Günü’nde kişinin kendini kurtarmak için tüm akrabalarını feda edebileceği örneğiyle çarpıcı bir biçimde vermektedir; bu, kan bağı kutsal olarak değerlendirildiği eski günlerde hayal bile edilemeyecek bir fenomendi.
Bu yanlışları düzeltmek adına, Kureyşliler kendi aralarında yeni bir ruh yaratmak zorundaydılar. Bu dönemdeki çoğu politik çözüm, dine dayanıyordu. Hz. Muhammed Kureyşlilere Allah’a olan inançlarını sor­gulamalarını söylediğinde, yeni bir şey söylemiyordu. Modern anlamıyla Ateizm, on sekizinci yüzyıldan önce psikolojik açıdan kesinlikle mümkün değildi. Bütün Kureyşliler, bir Yüce Tanrı’mn varlığına kesinlikle ina­nıyorlardı. Birçoğu, Allah’ın Musevilerin ve Hıristiyan­ların taptığı tanrı olduğuna inanmaya başlamıştı. Şim­di Hz. Muhammed onlara böylesi bir inancın sonuçları­nı düşündürüyordu. Allah’ın varlığını kanıtlamak zo­runda değildi, çünkü bütün Kureyşliler buna zaten inanıyordu; ama eğer söyledikleri şeylere de inanıyor­larsa, üzerinde düşünmeleri de gerekiyordu. Museviler ve Hıristiyanlar, Ahiret Günü’nde Tanrı’nm insanları dirilteceğine inanıyordu; bu, eski Arap kaderciliğinin yadsıdığı bir fikirdi ama şimdi her bireysel ruh için do­ğuracağı sonuçları görebiliyorlardı: Kabilenin en zayıf üyelerinin bile sonsuz bir yazgısı vardı ve bu yüzden ner birey kutsal öneme sahipti. Eğer Kureyşliler dün­yayı Allah’ın yarattığı inancında ciddilerse, belki de Yaratılış’a yeni bir açıdan bakmaları gerekiyordu.
Misyonunun ilk yıllarında sadece dikkatle seçilmiş insanlara vaazlar verirken, Hz. Muhammed Kureyşlile- re daha önce tekrar düşünmelerini istediği eski inançların mevcut durumdaki uyarlamalarını değerlendir­melerini söyledi. Şimdiki bireysel var oluş kültü, Tanrı’nın inanılmaz bir mucizeyle şehri kurtardığı ve Ku- reyşlilerin büyük prestij kazandığı Fil Yılı’nm anılarıy­la ne kadar örtüşüj^ordu? Bu, dikkatle düşünmeleri ge­reken başka bir işaretti.

Görmedin mi Rabbin ne yaptı fil sahiplerine!
Tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?
Üzerlerine sürü sürü kuşlar saldı.
Onlara balçıktan pişirilmiş sert taşlar atıyorlardı. Derken onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi kılıverdi.

Kureyşliler, kendi güçleriyle başarılmayan bu olaydan dolayı övündüklerini itiraf ettiler.

Kuran romantik bir şey ortaya koymuyordu: Sadece herkesin zaten bildiği şeylerin bir “Hatırlatıcısı” ol­duğunu söylüyordu. Sadece eski gerçekleri netleştiriyor, onları daha kolay anlaşılır bir hale getiriyordu. Kuran yeni bir konuya girerken genellikle “Görmediniz mi?” ya da “Düşünmediniz mi?” gibi sözler kullanır. Tanrı Kela­mı yukarıdan gelen öfkeli emirler gibi değildi; daha zi­yade Kureyşlileri bir diyaloga girmeye davet ediyor, geç­mişi yok saymayan, eski Arap görüşlerine ve gelenekle­rine dayanan bir sorgu sunuyordu. Örneğin Kuran, Ku- reyşlilere o kadar övündükleri Kâbe’nin Allah’ın Evi ol­duğunu ve başarılarını sadece ona borçlu olduklarını ha­tırlatıyordu. Fil Yılı’nda Habeş işgalinin nedeni de oydu. Allah’ın verdiği Tapmak olmadan, böylesine başarılı bir pazar oluşturmaları mümkün olmaz, şehirleri düşman kabilelerin sürekli tehdidi altında kalır, kendilerini Arapların açlık hastalığından kurtaramazlardı:
Kureyş’e imkan sağlandığı için, kışın ve yazın yolculuk etme imkanı sağlandığı için, hiç olmazsa onun için bu Beyt’in (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler!Ki kendilerini açlıktan doyurdu ve onları korkudan emin kıldı.

Kuran onları arkalarına yaslanıp her şeyi Tanrı’ya bı­rakmaya da teşvik etmiyordu; ileride göreceğimiz gibi, aslında durum bunun tam tersiydi. Ama en temel inançlarını, mevcut pozisyonlarının ışığında yeniden düşünmelerini söylüyordu. Kureyşliler, Allah’ın Evi’nin etrafında dönmeyi hâlâ seviyorlardı ama şimdi kendile­rini ve maddi başarılarını dünyalarının merkezine yer­leştirmişken, eski geleneklerin anlamlarını unutmuşa benziyorlardı. Kureyşliler bu kutsal yerin çevresinde Kurdukları birlik ruhunu tehlikeye atmışlardı, çünkü eski toplumsal ideali bir kenara bırakmış, zayıf kabile- leri, yetimleri, yoksulları, yaşlıları ve düşkünleri dü- sünmemeye başlamışlardı. Eğer bu şekilde yaşamaya devam ederlerse, dünyadaki gerçek pozisyonlarıyla ilgi­li tüm görüşlerini kaybedeceklerdi.
Bu erken dönemde Kuran, Mekkelilere hâlâ Allah’a ne kadar çok şey borçlu olduklarını göstermeye çalışıyordu. D'nun doğanın her yerinde kendini gösteren iyiliğini ve gücünü görmeye çalışmalıydılar. Eğer kendi toplumlann- ia bu yardımseverlik ruhunu yeniden oluşturamazlarsa, kendilerini doğal yaşamın dışına atmış olacaklardı:

Rahman,
Kuranı öğretti, insanı yarattı, ona güzel beyanı belletti.
Güneş ve Ay hesap iledir; çemen, ağaç secde eder dururlar.
Bak şu güzel göğe, onu yükseltti, mizanı koydu ki, tartıda taşkınlık etmeyesiniz.
Tartıyı adaletle doğru tutun, teraziyi aksatmayın! Yeryüzünü mahlukat için serdi,
Onda meyvalar, salkım tomurcuklu hurma ağaçları vardır.
Çimli taneler ve güzel kokulu bitkiler vardır; simdi Rabbinizin hangi nimetlerine yalan dersiniz?

Diğer bütün yaratıklar Tanrı’yı tanıyıp önünde eğiliyor, O’nu en önemli amaçları olarak kabul ediyor, kendi var­lıklarının kaynağı olduğunu ve O olmadan var olama­yacaklarını biliyorlardı. Tanrı, her şeyi kapsayan, hare­ket etmelerini sağlayan ve güçlü kılan temel enerjidir. Her şeyi birbiriyle doğru ilişkiler içinde tutan dengeyi o yaratmıştır ve Kureyşliler kendi toplumlannda bu denge­yi sağlayamazlarsa, birbirleriyle ilişkilerinde daima önce kendilerini düşünmeye devam ederlerse, doğal sistemden uzaklaşacaklardı. İlk Müslümanların bu İlâhi sorumlulu­ğu kabul etmesine yardımcı olmak için, Hz. Muhammed günde iki kez ibadet ederken tıpkı yıldızlar ve ağaçlar gi­bi yüzlerini O’na dönmelerini söyledi. Bu ibadet, İslam di­ninin beş sütunundan bir diğeri oldu. Görünüşteki hare­ket, Müslümanların içsel duruşlarım ayarlamalarını, ya­şamlarını yeniden düzenlemelerini kolaylaştıracaktı.
Hz. Muhammed’in Allah dini zaman içinde İslam adıyla tanındı; bu, her inananın kendini tam anlamıyla Tanrı’ya teslim etmesi anlamına geliyordu: Bir Müslü­man, kendini tamamen Tanrı’ya teslim eden kişidir. Ama ilk inananlar, dinlerine tazakka adım vermişlerdi. Bu, tercüme edilmesi kolay olmayan bir kelimedir. Hz. Mu­hammed’in takipçileri ibadet sırasında kendilerini bir şefkat ve cömertlik pelerinine sarıyorlardı; ilgili, şefkatli ve zeki bir ruh oluşturmak için, zekalarını kullanmaları gerekiyordu ve bu da sahip oldukları her şeyi Tann’mn yaratıklarına vermeyi istemelerine neden oluyordu. Ya­ratılışın gizemlerini akıl yoluyla incelerken, Müslüman- lar nazik davranmayı öğrenecekti ve bu cömert tutum da ruhsal bir gelişim içine girecekleri anlamına geliyordu. Allah, mükemmel örnekti. Müslümanlar, O’nun doğaya karşı merhametini ve büyüklüğünü anlamak için O’nun işaretleri üzerinde düşünmeye teşvik ediliyordu. Bu cö­mert zekanın bir sonucu olarak, kargaşa ve bencil bar­barlık yerine düzen ve verimlilik sürüyordu. O’nun emir­lerine boyun eğerlerse, kendi hayatlarının da benzer bir şekilde düzene gireceğini anlayacaklardı.
Diğer bütün yaratıklar, seçme özgürlüğü olmayan ama Tanrı’nm iradesini yerine getirerek ilahi planı izle­yen doğal Müslümanlardır. Sadece insanoğlu İslam
inancını seçme, hayatını varlığının kaynağına odakla­ma özgürlüğüne sahiptir. Bunu yapmakla keyfi davra­nan bir diktatöre değil, temel kanunları evreni yöneten güce boyun eğmektedir.
Peki ya doğanın zalimliği, adına “Tanrı’nın takdiri” dediğimiz doğal felaketler? Kuran bunlara da değinme­den geçmemektedir:

Onlara bir delil de o dolu gemide zürriyetlerini taşımamız; ve kendilerine o gibisinden binecek şeyler yaratmamızdır.
Dilersek onları (suda) boğarız da o zaman onlara ne feryatçı vardır ne de onlar kurtarılırlar.
Ancak tarafımızdan bir rahmet ve bir zamana kadar yaşatmak başka.

Doğanın zalimliğini kimse Araplardan daha iyi bile­mezdi. Paganizmde ve Doğu dinî geleneğinde, çeşitli tanrılar sadece tek, mutlak, esrarengiz ve kişileştirile- meyecek bir gücün ifadeleridir. Bu ilahların bazıları O’nun yardımsever ve cömert özelliklerini, sevgisini, üretkenliğini, kanunlarını ve bilgeliğini temsil ederken, bazıları insanların dünyada deneyimledikleri hayatın daha karanlık yönlerini simgeler. Bunlar savaş ya da şiddet tanrılarıdır ve bazen kötü kişiliklidirler. Birbirleriyle savaşan tanrı ve tanrıçalardan oluşan putperest vizyonu, herkesin dünyada ve kendi içinde hissettiği ça­tışmanın trajik ama cesur bir ifadesidir aslında. Paga­nizmde çatışmanın bir sonu yoktur. Arabistan’da eski tanrıların sembolik önemi, göçebelik döneminde kay­bolmuştur ve Arap dini kendi putperest görüşlerini ifa­de etmek için bir mitoloji geliştirmemiştir. Ama Kuran’daki görüşün unsurlarında, Tanrı’nın dünyadaki işaretlerinde, diğer sistemlerde tanrıların ve tanrıçala­rın simgelediği unsurları görmek mümkündür.

Kuran, Allah kavramı Musevi metinlerindeki Yeho- va’dan ya da İsa Mesih ile bedenlenen Baha’dan daha belirsizdir ve kişileştirilmesi mümkün değildir. İbrani- lerin ilk kabile dinlerinde, Yehova kendi memnuniye­tine göre erkek ve kadınlara felaketler ya da kazanç­lar getiren bir ilah olarak gösterilirdi. Ama Allah, ör­neğin birinin boğulmasını sağladığında, bu eylemin içinde kişisel bir düşmanlık yoktur. Daha ziyade son­raki İbrani peygamberlerinin anlattığı mutlak, tüm insani kavramların, iyilik ve kötülüğün, doğru ve yan­lışın ötesindeki Tanrı kavramına yakındır.
Düşüncelerim sizin düşünceleriniz değildir Benim yöntemlerim, sizin yöntemleriniz değildir; konuşan Yehoua’dır.
Evet, gökler dünyadan çok yukarıdadır Benim yöntemlerim sizinkilerden çok üstündür Düşüncelerim de sizin düşüncelerinizden üstündür.

Hz. Muhammed’in ruhsal dehasına hayran olmamak elde değildir; Musevilik veya Hıristiyanlık inançlarını bilmemesine rağmen, tektanrılı deneyimi kalbinden yakalamayı başarmıştır. Kuran, Tanrı’nın insan dü­şünceleriyle algılanamayacağını ve O’nun hakkında sadece semboller ve işaretlerle konuşabileceğimizi, bu­nun da Tanrı’mn açıklanamaz doğasını yarı gizleyece­ğini ve yarı açıklayacağını belirtmektedir. Kuran’daki her şey semboliktir; sürekli olarak Müslümanların üzerinde düşünmesi gereken büyük benzerliklerden söz eder. Tanrı hakkında O’nun ne olduğunu açıklayan bir doktrin yoktur; sadece O’nun deneyimlenebileceği kutsal işaretler söz konusudur.
Batılılar, genellikle Kuran teolojisinin sembolik do­ğasını yanlış anlarlar, çünkü günümüzde kitapları genellikle bilgi edinmek için okumaya alışmışızdır. Ama Orta Çağ’da Hıristiyanlar kendi kutsal metinlerini okumak için bile tamamen sembolik bir yöntem geliş­tirmişlerdi ve bu da Müslümanların Kuran’a yaklaşı­mından pek farklı değildi. Hatta açıkladığı bazı olay­lar - peygamberlerin yaşamları ya da yaklaşan Ahiret Günü gibi - temelde ilahi gerçeklerin sembolik ifade­leridir ve kesinlikle kelimesi kelimesine algılanmama­lıdır. Budistlerin çeşitli tanrıları ve tanrıçaları kişisel özellikleri olarak görmeleri gibi, Müslümanlar da da­ima “kişinin ruhundaki Musa” ya da “kalpteki Yusuf’ gibi kavramlarla konuşarak, iyilik ve kötülüğün insa­nın kendi içinde olduğunu vurgularlar; kısacası, Kuran’da asla bitmeyen bir ruhsal drama söz konusudur. Bu yüzden, Müslümanlar Kuran’ı okuduklarında, ta­rafsız bir kurtuluş tarihinden çok, kendi varlıklarının tarihini öğrenirler. Yaratılışın Kaynağı’na dönmek için kendi içlerinde sembolik bir mücadele verir, kendi iç­lerindeki kötülükle savaşırlar.
Daha ilk günlerden itibaren, Kuran insanları bu hayali, sembolik tutumu edinmeye teşvik etmiştir. Bu, özellikle doğanın işaretlerinin tanımlarında ken­dini gösterir. Hıristiyanlık inancında, bazen doğa hakkında kötümser bir görüş hakimdir; insanoğlu­nun günahı yüzünden doğanın asıl mükemmelliğin­den uzaklaştığına inanılır. Ama Musevilikte olduğu gibi, İslam’da da insanın düşüşü mitine Hıristiyan­lık’ta olduğu gibi inanılmaz; ölüm, acı ve keder, insa­noğlunun başlangıçta yaptığı bir hatanın cezası de­ğil, sadece gizemli ilahi planın bir parçası olarak ele alınır. Fiziksel dünya düşük değil, normal insan dili­nin ya da düşüncelerinin kavrayamayacağı deneyim­lerin yaşandığı bir ortamdır. Kuran, Müslümanları etraflarını saran dünyayı sembolik bir şekilde gör­mek için hayal güçlerini ve zekalarını kullanmaya teşvik eder.

Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akan gemide, Allah’ın yukarıdan bir su indirip onunla toprağı ölmüşken diriltmesinde, üzerinde deprenen hayvanları yaymasında, rüzgarları değiştirmesinde, gökle yer arasında boyun eğmiş bulutta akıllı olan bir topluluk için elbette Allah’ın birliğine deliller vardır.

Müslüman geleneği, hayal gücünün önemini vurgular: Büyük Sufi filozof Muid Addin El-Arabi (d. 1240), hayal gücünün Tann’nın insana etrafını saran dünyadaki kişi­sel Tanrı anlayışını biçimlendirmesi için verdiği bir ye­tenek olduğunu söyler. Bu sıra dışı insan yeteneği, in­sanların yaşayacakları şoklardan ve trajedilerden sıyrılabilmelerini sağlar. Ama Kuran, Müslümanlara man­tıklarını da bir kenara atmamalarını söyler. İşaretler, “anlayışı olan insanlar,” “bilen insanlar,” içindir; Müslü­manların doğadaki işaretleri izlemesi ve dikkatle incele­mesi gerekir. Bu tutum, Müslümanların doğa bilimle­rinde ve matematikte üstün bir ilerleme kaydetmesini sağlayan zekaya dayalı merak alışkanlığı geliştirmeleri­ne yol açmıştır. İslam geleneğinde mantıklı bilimsel araştırmalar ve din arasında asla çelişki olmamıştır; bu gerçek, Lyell ve Darwin’in keşifleriyle inançlarının te­meli sarsılan Hıristiyanların durumunda kendini gös­termiştir. Buna ek olarak, bazı radikal Şiiler, bilim ve matematiği tefekkür aracı olarak kullanmışlardır.
Dolayısıyla Hz. Muhammed Kureyşlilere Tanrı’dan gelen vahiyi kabul etmelerini söylediğinde, teolojik bir görüşü körü körüne kabullenmelerini istememişti. Mu­sevilikte olduğu gibi, İslam dininde de Tanrı ile ilgili fi­kir ve kavramların tartışılmaz kabul edildiği bir Orto­doks kült yoktur. Aslında Kuran teolojik tartışmaları teşvik etmekte, basmakalıplıktan uzak durmaktadır. Böylesine bir doktrin düşüncesi, Allah’ın mutlak gerçek­liğine uygulandığında, sadece “tahmin çalışması” haline gelebilir; tembel bir şekilde bazı kavramları körü körü­ne ve üstelik de anlamadan kabullenmek, Kutsal Kitap Insanları’nı birbiriyle savaşan mezheplere bölmüş­tür. Doğru öğreti ya da bir doktrin empoze etmek ye­rine, İslam ve Musevilik ortak bir gözlem paylaşımını teşvik etmiştir. Bu yüzden Kuran’da bir inanan, bir dizi emri körü körüne izleyen biri anlamına gelmemektedir. Gerçekte inanan kişi kendini teslim ettiği ilahi gerçek­lik konusunda yürek sarsan bir farkmdalık geliştirmiş­tir ve teslimiyetini sadaka ve ibadetle ifade etmektedir:

Gerçek mü’minler ancak o müminlerdir ki,
Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir; karşılarında ayetleri okunduğu zaman, imanlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler.
O kimseler ki, namazı dürüst kılarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden başkalarına dağıtırlar, işte gerçek müminler onlardır! Onlara Rablerinin katında dereceler vardır, mağfiret ve güzel rızık vardır!

Buna karşılık, bir “kafir,” (kâfir bi na’mat Allah) Allah’ın varlığına inanmayı reddeden ya da yanlış teoloji geliştirip izleyen bir kişi değil, “Tann’ya karşı minnetsiz olan kişi”dir. Kuran, kâfirliğin temelinde yatan şeyin kasıtlı bir sapkınlık olduğunu açıkça ifade etmektedir: Mekke’deki kâfirler, işaretlerin ne anlama geldiğini yürekten biliyor­lardı ama hayatlarını yeniden düzenlemek yerine kibirli bir şekilde Tanrı’ya karşı çıkmayı tercih ediyorlardı.

Hz. Muhammed, getirdiği mesajın büyük bir düş­manlık doğuracağını biliyordu. Bu yüzden yaklaştığı insanlara çok dikkat ediyordu. Misyonunun ilk üç yı­lında, oldukça kapalı bir yol izledi ve haber insanların kulağına çalındı. Ama gönülden inanan kişilerden olu­şan küçük bir grup kurmayı başarmıştı; bu insanlar, Hz. Muhammed’in söylediği şeylerin önemini hemen kavramışlardı. Küçük grup her sabah ve her akşam ibadet için toplanıyordu ve görünüşe bakılırsa, secde Kureyşliler arasında tiksinti uyandırıyordu: Arkala­rında asırlara yayılan sert bir Bedevi geleneği bırak­mış olan Araplar, köleler gibi yerde sürünmeye hazır olmalarının beklenmesi karşısında afallamışlardı. Bu ani tepki, Hz. Muhammed’in parmağını hassas bir noktaya bastığını göstermişti; yeni itaat ruhu, Kureyşlilerin yeni gururunu incitmişti. Hatta o kadar ki Müs- lümanlar halk içinde secde edemiyor, şehri saran kü­çük dere kıyılarına çekilmek zorunda kalıyorlardı. Yoksullara sadaka dağıtıyorlardı ve geceleri ibadet et­mek için uyanıp Kuran okuyorlardı.
Bu uygulama, muhtemelen Suriye çöllerinde yaşa­yan Hıristiyan rahiplerden alınmıştı; bu rahipler, sa­bahın çok erken saatlerinde kalkıp ilahi okurlardı. Bu durum ister istemez bir kutsal kitabın taşıyacağı an­lam konusundaki Arap fikrini etkilemişti; özel olarak okunacak bir kitap değil, ibadet sırasında yüksek ses­le okunacak bir metin. Bugün Müslümanlar kutsal ki­taplarını bireysel olarak da incelemelerine rağmen, hâlâ tam etki yapabilmesi için yüksek sesle okunması gerektiğinde ısrarcıdırlar. Sesin kendine has gizemli bir anlamı vardır ve Kuran’m dilini bir müzik haline getirmektedir; bu da ilahi gücü herhangi bir sanatın yapabileceğinden daha güçlü ve tam olarak hissettir­mektedir. Allah’ı uzaklarda, tepelerde bir yerde ilgisiz­ce oturan mesafeli bir Tanrı olmaktan çıkaran şey, Kuran’ın kendisiydi. Erken dönem biyograflar, İslam di­nine dönenlerin genellikle İslam inancının “kalplerine girdiğini” söylediklerini bildirmiştir. Bir sonraki bö­lümde, Kuran’m rolünü ve ilk Müslümanların din de­ğiştirmesindeki önemini daha detaylı inceleyeceğiz. Ama görünüşe bakılırsa, yüksek sesle okunan Arap­ça’nın sıra dışı güzelliği derinlerde gömülü bir şeye do­kunmakta, bilinçaltmdaki özlemlerle titreşmektedir. Bir şiir ya da bir müzik eseri bizi benliğimizin ötesine taşıdığında ve daha büyük bir gerçekliği hissettirdi­ğinde, buna benzer bir deneyim yaşarız. Ama Tanrı Kelamı’nı söylemek Hz. Muhammed için hiç de kolay değildi. Bazen günlük işleriyle uğraşırken bile vahiy­ler gelmeye devam ediyordu. Soğuk bir günde bile ter içinde kalıp baygınlık geçirebiliyordu. Diğer otoriteler, Hz. Muhammed’in büyük bir ağırlık hissettiğini, ke­derlendiğini ve ilahi sözleri dinlerken başım dizlerinin arasına eğdiğini söylemişlerdir.
Peki ilk Müslümanlar kimlerdi? Hatice daha başın­dan itibaren gerçeği kabul etmişti ve Hz. Muhammed’in evinde yaşayan diğerleri de onu izlemişti: Ali, Said ve Peygamber’in dört kızı. Ama amcaları Ebu Talib, Abbas ve Hamza’nm ilgilenmemesi, Hz. Muhammed’i hayal kırıklığına uğratmıştı. Ebu Talib, atalarının dinini terk etmenin içinden gelmediğini söyleyerek, diğer birçok Kureyşlinin duygularım da dile getirmişti. Hz. Muham­med, kökenleri eski putperest geleneğe dayanmasına rağmen, Allah’tan gelen vahiylerin muhafazakar Ku- reyşlileri tehdit edeceğinin farkındaydı ve misyonunun ilk üç yılında pek kendini göstermemesinin bir nedeni de buydu. Ama Ebu Talib, Hz. Muhammed’e büyük say­gı duyuyordu ve iş giderek zorlaşmasına rağmen, onu kişisel olarak korumaya devam etti. Haşim kabilesinin lideri olduğundan, Ebu Talib’in desteği Hz. Muhammed için çok önemliydi; eski kabile prensipleri yıkılıyor ola­bilirdi ama bir kişinin kabilesi tarafından korunmadığı sürece hayatta kalması hâlâ imkansızdı. Ama Hz. Muhammed’in ailesindeki diğerleri onu pey­gamber olarak kabul etmişlerdi; Ebu Talib’in diğer oğlu Ca­fer, yakın dostu ve kuzeni Abdullah İbni Cahş ve kız karde­şi Zeynep ile ağabeyi Ubeydullah. Ubeydullah, tektanncılı- ğın alternatif biçimlerinden birini arayan hanefilerden bi­riydi. Ama Abbas ve Hamza’mn eşleri, kocalarının tereddü­dünden hoşlanmamışlardı; Ümmi Fadıl ve Selma Müslü­man olmuşlardı; Cafer'in eşi Esma ve Hz. Muhammed’in teyzesi Safiye Bin Abdül Muttalib de onları izledi. Hz. Mu­hammed’in azat ettiği Ümmi Eymen da gruba katıldı; bu, Hz. Muhammed’in babası Abdullah’ın beş deveyle birlikte Amine’ye bıraktığı küçük köle kızdı. Hz. Muhammed bir defasında ona şöyle demişti: “Eğer biri Cennet halkından bir kadınla evlenecekse, Ümmi Eymen ile evlensin. Said bunu duyduğunda çok etkilenmiş ve kendisinden yaşça büyük olmasına rağmen Hz. Muhammed’den kızın elini is­temişti. Ümmi Eymen bunu kabul etti ve çiftin çocuğu Usame hem Hz. Muhammed’in ilk torunu hem de İslam dinin­de doğan ilk çocuk olarak dünyaya geldi.
Ama ilk günlerde Hz. Muhammed aile dışından önemli birini daha gruba soktu; Attik İbni Osman bi­linen adıyla Ebu Bekir Müslüman oldu. İlerleyen yıl­larda Hz. Muhammed’in şöyle dediği söylenmektedir: “Gönülsüzlük, şüphe ve tereddüt gösteren hiç kimseyi İslam’ı kabullenmeye davet etmedim; Ebu Bekir dışın­da. Ona konuyu açtığımda kesinlikle tereddüt etme­di. Diğer birkaç yeni Müslüman’ın daha Mekke’de önemli etkisi oldu ama İbni İshak’ın dediğine göre;

Ebu Bekir, toplumda sevilen, kabul gören ve herkes­le anlaşan bir adamdı. Kureyş kabilesini soyağacını,hatalarını ve doğrularını herkesten daha iyi biliyor­du. Kişilikli ve nazik bir tüccardı. Derin kültürü, ti­caretteki deneyimi ve sosyal yapısı nedeniyle insan­lar ona gelip çeşitli konularda danışırdı. Kendisine gelenler arasında güvendiği herkese Tanrı’dan ve İs­lam inancından söz etmeye başladı.

Ebu Bekir, Mekke’deki birçok genci aralarında daha güçlü kabilelerin üyeleri de vardı. Allah’ın dinine çekti. Güçlü rüya yorumlarıyla tanınırdı ve bir gün güçlü bir yatırımcının oğlu olan Halid İbni Zeyd endişeli bir şekil­de ona geldi. Rüyasında içinde alevler kaynayan bir çuku­run kenarında durduğunu ve babasının onu çukura itme­ye çalıştığım görmüştü. Sonra iki el onu belinden yakala­mış ve çekip kurtarmıştı. Uyanmadan hemen önce kurta­rıcısının yüzünü görmek için dönmüştü ve Hz. Muham­med ile karşılaşmıştı. Kolayca anlayacağımız gibi, rüya aslında genç kuşakların genellikle deneyimledıği kişisel güvensizlik ve tehlike duygusunu yansıtmaktadır. Çölün zorlukları onlar için çok uzak bir gerçeklikti ve yeni kapi­talizm sistemine babaları kadar tutkun değillerdi; dolayı­sıyla babalarıyla aralarında dile getirilmeyen derin bir çatışma vardı. Hz. Muhammed o gençlerin içlerindeki duygusal yaralara dokunuyordu. Halid de Müslüman ol­du ama yeni dinini elinden geldiğince babasından gizledi.

Başka bir rüya da Kuran’ın olumlu etkisini göster­mektedir. Genç ve aristokrat bir tüccar olan Osman İb­ni Affan, Suriye’ye yaptığı bir iş gezisinden dönerken çölde geçirdiği bir gecede rüyasında bir ses duydu: 'Uyuyanlar uyanın! Ahmed Mekke’ye geldi!” Osman bu sesten hem etkilenmiş hem de şaşırmıştı; sözlerin ne anlama geldiğini anlamasa bile, benliğinin derinlik­lerinde bir şeyleri harekete geçirdiklerini hissetmişti.

îslam deneyimi, genellikle Müslümanlara kendilerini uzun bir uykudan uyanmış gibi hissettiriyordu. Ertesi gün, başka bir genç tüccar yolda Osman’a katıldı; bu genç, Ebu Bekir’in kuzeni olan Talha İbni Ubeydullah idi. Talha da Suriye’den dönüyordu ve Osman’a orada bir rahiple karşılaştığını, rahibin kendisine yakında Hi­caz’da adını duyuracak bir Peygamber Ahmed’den söz ettiğini ama aslında o “Ahmed”in Haşim kabilesinden Muhammed İbni Abdullah olduğunu eklediğini açıkla­dı. İki genç adam olabildiğince hızlı bir şekilde Mek­ke’ye döndüler ve hemen Ebu BekiFe gittiler.
Hz. Muhammed’in ölümünden yaklaşık kırk yıl son­ra doğmuş ve hayatını Müslümanlık dininin erken dö­nemini araştırmaya adamış olan Mekkeli tarihçi İbni Şihan El-Zuhri, Hz. Muhammed’in çok geçmeden bü­yük başarı kazandığını anlatmaktadır:
Tanrı’nm Elçisi (Tanrı onu korusun), hem gizlice hem de açıktan açığa insanları İslam dinine çağırıyor, genç insanlar ve düşkünler ona cevap veriyordu; ona inanan­ların sayısı çoktu ve inanmayan Kureyşliler de onun söylediklerini eleştirmiyordu. Gruplar halinde oturan insanların yanından geçerken, insanlar onu işaret edip aralarında konuşuyorlardı: “İşte Abdül Muttalib kabile­sindeki o genç; cennetten mesajlar veriyormuş.”
Bu erken dönemdeki başarıyı İbni İshak da doğrula­maktadır  ama El-Zuhri ilk Müslümanların özellikle iki gruptan geldiğine dikkat çekmektedir. Gençler ve düşkünler. Sosyal öğretisi nedeniyle doğal olarak çekim duyan çok sayıda dezavantajlı insan, yeni İslam inan­cında saygın yerlere kavuşuyordu. Bunlardan biri olan Abdullah İbni Mahsud, vahiyleri geldikleri anda ezberleme yeteneğine sahip olan bir çobandı ve bu yüzden ilk saygın Kuran hatiplerinden biri oldu; Kebab İbni El- Aratt, bir demirci ustasıydı ve kılıç döverdi; Sühayib İb­ni Sinan ve Omar İbni Yasir de serbest bırakılmış iki köleydi ve güçlü Mahzum kabilesi tarafından konfedere olarak alınmışlardı; aralarında Bilal’in en ünlüsü oldu­ğu bir grup köle - erkek ve kadınlar - de vardı. Bilal, inananları namaza çağıran ilk müezzin olacaktı.
Ama bütün düşkünler bunlar değildi. Bu, aslında çe­şitli kabilelerin statülerini ifade eden teknik bir terim­di. Hz. Muhammed misyonuna başladığında, Kureyş kabileleri üç temel gruba ayrılmıştı. W. Montgomery Watt şu şekilde üstelemiştir:




A
B
C
Haşim
Abd Şems
Mahzum
Abdül-Muttalib
Nevfel
Sahim
Zühre
Esad
Cuma
Taym
Amr
Abdü’d-Dar
El-Haris îbni Fir


Adi



A Grubu’ndaki kabilelerin hepsi Hilf El-Fudul’a da­hildi ve şehirdeki daha zayıf kabilelerdi. Pozisyonu son zamanlarda gerilemiş olan Adi ve güçlenmiş olan Esad (Hatice’nin kabilesi) kabileleri istisnaydı. Hz. Muhammed’in yeni takipçileri genellikle A Grubu’ndan çıkıyordu. Örneğin Ebu Bekir ve Talha, Taym kabilesinin üyeleriydi; genç tüccar Abdül Kâbe (ismi daha sonra Abdürrahman olarak değiştirilmiş­tir) Zühre kabilesinin üyesiydi. Bu “zayıf’ kabilelerin üyeleri, kişisel açıdan başarılı olabilirdi - örneğin Ebu Bekir zengin bir adamdı ama kabilelerinin azalmış olan gücü, onlara şehirde marjinal bir konum veriyordu. Hz. Muhammed’in en kararlı düşmanları­nın çoğu daha sonra da göreceğimiz gibi B ve C Grupları’ndaki en güçlü kabilelerden geliyordu; çün­kü süren olaylardan hiç memnun değillerdi. Ama Hz. Muhammed’in önemli kabilelerden gelen bazı takip­çileri Halid ve Osman gibi kendileri için zirvede yer bulunmadığım düşünmüş ve en başarılı olanlarla ikinci sıradakiler arasındaki uçurumun giderek açıl­dığını görmüş olabilirlerdi. Bu tür hiyerarşiler, eşit­sizlikler ve bölünmeler Arap ruhuna ters olduğun­dan, Hz. Muhammed’in mesajını hevesle karşılıyor­lardı. Dolayısıyla başlangıçta İslam inancı gençlerin ve Mekke şehrinde marjinal bir konuma itildiklerini hisseden insanların bir hareketiydi.
Bu bir kuşak çatışması anlamına da geliyordu ve İslam inancı aileleri parçalıyor gibi görünüyordu. Ku- reyşliler arasındaki bölünmeleri gidereceği yerde, iş­leri daha da kötüleştiriyor gibiydi. Hz. Muhammed daha açık bir şekilde vaazlarını vermeye başladığın­da, bu durum daha da netleşti. 615 yılında, misyonu­na başladıktan yaklaşık üç yıl sonra, kendini bütün kabilesine açıkça tanıtmasını ve hepsini İslam’a da­vet etmesini emreden bir vahiy aldı. Başlangıçta bu işin gücünü aştığını düşündü ama devam etti ve Haşim kabilesinden önde gelen kırk kişiyi mütevazı bir yemeğe davet etti. Yemeğin mütevazı olmasının da kendi içinde bir mesajı vardı: Hz. Muhammed, Araplar arasında güç zenginlik göstergesi olarak sa­vurgan yemekler verilmesi geleneğine hiç hoş bak­madığını gösteriyordu. Bunu yaparken, eski değerle­re bir darbe indirdiğinin farkındaydı. Yıllar sonra, yemekte servis yapan Ali, beş ekmeğin ve balığın mu­cizesini anlatacaktı: Gerçekten de ancak tek kişiye yetecek kadar yemek olmasına rağmen, herkes tıka basa doymuş görünüyordu.

Yemeğin sonunda, Hz. Muhammed vahiylerin prensiplerini açıkça anlatmaya başladığında, Ebu Talib’in üvey kardeşi Ebu Leheb kaba bir tavırla Hz. Muhammed’in sözünü kesti ve toplantıdan ayrıldı. Hz. Muhammed ertesi gün hepsini tekrar davet et­mek zorunda kaldı. Yine onlara İslam inancını açık­ladı ve sonunda hepsini yeni dine davet etti:
Ey Abdül Muttalib oğulları, halkına benimkinden da­ha soylu bir mesajla gelen başka bir Arap bilmiyo­rum. Size gelmiş geçmiş en büyük mesajı getirdim. Tanrı bana sizi O’na yöneltmemi emretti. Bu hare­kette kimler bana katılacak? Hangilerini kardeşim, celladım ve varisim olacak?
Ortamda tuhaf bir sessizlik hakim oldu. Ebu Talib, Abbas veya Hamza’dan bile çıt çıkmıyordu. Sonunda Ali daha fazla dayanamadı ve henüz cılız bir ergen ol­masına rağmen, hepsinin önünde cesurca konuştu:
Aralarında en genç, en bozuk gözlü, en şişman gövde­li ve en ince bacaklı olmama rağmen ben dedim ki, “Ey Tanrı’nın Peygamberi, bu konuda senin yardım­cın olacağım.” Muhammed elini enseme koyarak dedi ki, “Bu aranızdaki kardeşim, celladım ve varisimdir. Ona itaat edin.”
Bu çok fazlaydı. Adamlar gitmek için ayağa kalktılar ve alaycı bir tavırla Ebu Talib’e seslendiler: “Sana oğ­lunu dinlemeni ve ona itaat etmeni söyledi!"
İnsanlar genel olarak Hz. Muhammed’e karşı iyi davranmış olmalarına rağmen, o aileleri bölüyordu. Ha­tice’nin Abd Şems kabilesinden yeğeni Ebu Alas İbni Rabi, Hz. Muhammed’in en büyük kızı Zeynep ile evlen­mişti ama İslam inancına geçmemişti ve kabilesi şimdi onu eşinden boşanmaya ikna etmeye çalışıyordu. Ama Ebu Alas ve Zeynep birbirlerini seviyordu ve Ebu Alas, yeni inancında eşini izlemese bile, ondan ayrılmaya niyeti olmadığını kesin bir dille çevresin­dekilere ifade etti. Hatice’nin ailesinde İslam daha acı bölünmelere de yol açıyordu: Zeynep’in üvey kar­deşi Nevfel İbni Kuveylid, İslam’a temelden karşı gö­rünüyordu ama oğlu Esvad Müslüman olmuştu; ye­ğeni Hakim İbni Hizam’ın Hatice’ye olan sevgisi de­vam ediyordu ama kardeşi Halid bunu yapmasına rağmen, kendisi İslam inancına geçmedi. Ebu Bekir de benzer sorunlar yaşıyordu. Karısı Ummi Ruman yeni Allah dininde iki çocuğu Abdullah ve Esma ile onu izlemişti ama oğulları Abdül Kâbe ateşli bir şe­kilde karşı çıkıyordu. Tıpkı İsa gibi, Hz. Muhammed de babaları oğullara, kardeşleri kardeşlere düşürü­yor, aile bağlarını parçalıyor, ailelerin içindeki hiye­rarşi yapısını ve görevleri yıkıyordu. Bu sorun çok geçmeden daha da büyüyecekti.
Bu ilk yıllarda insanların Hz. Muhammed’in me­sajında itiraz ettikleri şeyler neydi? Daha güçlü kabi­leler onun mesajına karşı çıkmasına rağmen, hiç kimse onun sosyal öğretisini eleştirmiyordu; bencil ve paragöz olmak bir şeydi, bencilliği ve para hırsını savunmak başka bir şeydi. Kuran’a bakıldığında, ilk eleştiriler özellikle Hz. Muhammed’in Musevi-Hıristiyan geleneğinden aldığı düşünülen Ahiret Günü kavramı çevresinde dönüyordu. Bu kavram vahiyler­de giderek daha önemli bir yere sahip oluyor, bireyin sonsuz yazgısını vurguluyor, eylemlerin çok önemli olduğunu bildiriyordu. Ahiret Günü sembolü, toplum­sal sorumluluk karşısında bireysellik kavramını ko­yuyordu. Kuran, birçoklarının güvendiği kabile ser­vetinin ve gücünün Ahiret Günü’nde onlara hiçbir ya­rar sağlamayacağı konusunda Kureyşlileri uyarıyor­du. Bunun yerine her birine neden yetimlerle, öksüz­lerle, yoksullarla ve acizlerle ilgilenmediği, onları ko­rumadığı sorulacaktı. Neden açgözlü bir şekilde kişi­sel servetler yapmış ve kabilelerindeki daha şanssız, daha kırılgan olanlarla servetlerini paylaşmamışlar- dı? Bu, özellikle eşitlikçi ideolojiyi ciddiye almak iste­meyen zengin Kureyşliler için ürkütücü bir fikirdi; hatta davranışlarının atalarının gelenekleriyle kök­ten çeliştiğini bilmelerine rağmen. Ahiret Günü fikri­ni tamamen kestirip atmak ve küçümsemek daha ko­laydı; onların savunusuna göre, bunlar sadece “antik­lerin peri masalları” ya da sadece yalan olabi­lirdi. Dünya üzerinde çürümüş olan bedenler nasıl olup da tekrar hayata dönecekti? Hz. Muhammed gerçekten uzun zaman önce ölmüş atalarının mezar­larından çıkacağını mı söylüyordu? Ölümden son­ra yaşam olmadığına dair eski Arap inancına sıkı sı­kıya bağlanmışlardı ama Kuran bunu kanıtlayamayacaklarına işaret etmektedir: Bu sadece insanların zannıdır.
Kuran aynı zamanda bu itirazların suçluluk duy­gusundan ve materyalist kaygılardan kaynaklandığı­na da işaret çekmektedir. Ahiret Günü’nü inkar eden­ler, sosyal davranışlarının yanlış olduğunu bilenler­dir. Görünüşe bakılırsa, Kuran’ın bazı pasajları bu itirazları cevaplamaktadır: Eğer Tanrı bir avuç top­raktan bir insan yaratabiliyorsa - Kuran’ın asla ye­terince sık övemeyeceği bir mucize ve etrafını saran dünyayı mucizelerle doldurabiliyorsa, neden ölmüş bir bedeni de diriltemeyecekti ki?
İnsan görmüyor mu ki, Biz onu bir nutfeden yarattık da şimdi o çeneli bir çekişgen kesildi. Yaratılışını unutarak Bize bir de mesel (örnek) fırlattı: “Çürümüşken o kemikleri kim diriltir'?” dedi.
De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltir ve o yaratmanın her türlüsünü bilir.”
O ki size yeşil ağaçtan bir ateş çıkarmasını sağladı da şimdi siz ondan tutuşturup duruyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir. Yaratan O, her şeyi bilen O! O’nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece “Ol!” demektir. O da oluverir.
Artık teşbih edilmez mi öyle her şeyin hükümranlığı elinde bulunan yüce Allah!
Hep de döndürülüp O’na götürüleceksiniz.

Ahiret Günü’nün kendisi güçlü bir imge haline gelmiş­ti ve bütün varlıkların nihayetinde Tanrı’ya, yaratıcıya ve kaynağa döneceğini vurguluyordu.
Ama bu itirazlara rağmen, Hz. Muhammed misyo­nunun ilk yıllarında bir hayli başarılı oldu. Bir nokta­da neredeyse kabilesindeki bütün insanları yeni Allah dinine döndürecek gibi görünüyordu. Ama 616 yılında bir kriz patlak verdi. Bu noktaya kadar, Hz. Muham­med diğer Arap ilahlarından hiç söz etmemişti. Birçok Kureyşli muhtemelen Lât, Uzza ve Menat’a her za­manki gibi tapmaya devam edebileceklerini düşünü­yordu. Hz. Muhammed, vahiylerin tektanrıcı unsuru­nu o zamana kadar vurgulamamıştı. Ama sonunda ko­nuşmak zorunda kalacaktı. İslam inancını seçenlerin Allah’ın kızlarına tapmalarını yasakladığında, takip­çilerinin birçoğunu bir gecede kaybettiğini ve Kuran’ın Kureyş kabilesini parçalamak üzere olduğunu gördü.

İlk sorun işareti hiç yoktan ortaya çıkmış gibiydi. Kureyşlilerden bazıları bir Müslüman grubunu Mekke’nin dışına kadar izledi ve orada ibadet sırasında secde eder­lerken onlara saldırdı. Müslümanlar karşılık verdi ve Hz. Muhammed’in kuzeni Said İbni Ebu Vakkas saldır­ganlardan birini bir devenin çene kemiğiyle yaraladığın­da, İslam için ilk kan akıtılmış oldu. Bu olay muhteme­len Mekke’deki herkesi şoka sokmuş olmalıydı. Kureyşli- ler genellikle hoşgörülü insanlardı ama Hz. Muhammed Arabistan’ın eski ilahlarının kültlerim yasakladığında, Kureyşli çoğunluk ile Müslüman kesim arasında bir şüp­he ve nefret uçurumu açıldı. İbni İshak şöyle demektedir:
Peygamber nihayet Tanrı’nm kendisine emrettiği gibi İs­lam inancını açıkça ilan ettiğinde, insanları geri çekilme­di veya ona sırtını dönmedi; ta ki diğer tanrılar hakkın­da aşağılayıcı şekilde konuşana kadar. Bunu yaptığında, Kureyşliler çok öfkelendiler ve onu düşman olarak gör­meye başladılar; Tann’nm İslam inancıyla bu tür kötü­lüklerden koruduğu kişiler ne yazık ki azınlıktaydı.
Peki Kureyşliler neden bu kadar öfkelenmişlerdi? Bazıları Musevilik ve Hıristiyanlık inançlarını eski Arap putperestlikten üstün tutarak tektanrıcı vizyona geçmemişler miydi zaten? Allah’ın Kızları kültü, Taif, Nekleh ve Kudayd’daki tapmaklarda sıkıca korunuyordu ve anlaşılan Mekke’deki dinî yaşamda da marjinal bir yere sahip olmalıydı. Bazı Kureyşlilerin, Kâbe’nin koru­yucusu olan diğer koruyucu kabileleri saygısızlık nede­niyle Mekke’den kovan Bedevi kabileleri kızdırmaktan korktuğu doğruydu ama sorunun kaynağı aslında bun­dan daha derinlere iniyordu. Kuran’dan öğrenebildiğimi­ze göre, şehrin tüm önde gelenleri Hz. Muhammed’e kar­şı birleşmişti ve onu halk düşmanı ilan etmişlerdi. Tek bir Tanrı olduğu fikrinin sıra dışı bir icat olduğunu hay­kırıyorlardı; Allah’ın Kızları’na tapınmak, Arabistan’da­ki tüm insanları birleştiren kutsal bir olguydu.
Hz. Muhammed, Ebu Talib’i İslam inancına davet et­tiğinde, Ebu Talib atalarının inancını fırlatıp atamaya­cağını söylemişti. Geçmişe böylesine bir bağlılığı bizim kavramamız zordur, çünkü modern toplumumuz değişi­mi gerektirir ve biz de sürekli gelişim ve değişim bekle­riz. Orijinallik bizler için önemlidir ve icat suçlamasın­dan öfkelenmeyiz; oysa Hz. Muhammed öfkeli ve üz­gündü.Ama geleneklerine daha bağlı toplumlarda, geçmişle bağı sürdürmek kutsal bir değerdir. Bizim normal karşıladığımız değişim, bizden önceki toplumla- rın yapamayacağı şekilde altyapının sürekli olarak ye­niden biçimlendirilmesini gerektirir. Modern çağ öncesi toplumlarda, din daima bir anlaşma yaptırımı özelliği taşımıştır. Uygarlık ve kültür, tanrıların aşağılanarak tehdit edilemeyeceği nazik başarılar olarak düşünülür­dü. Dolayısıyla yenilikler sadece küçük bir elit kesimle sınırlı kalırdı; M.Ö. 399’da Atina’da ölüme mahkum edilen Socrates’in kaderi, sorgulayıcı bir ruhu halkın içinde serbest bırakmanın tehlikelerini gösteren bir ör­nektir. kâfirlikle ve gençliği yoldan çıkarmakla suçlan­mıştı. Hz. Muhammed de benzer suçlamalarla karşıla­şacak ve ölümden kıl payı kurtulacaktı.

Mekke halkının sadece Allah’a tapmasını ve diğer tanrıları terk etmesini istediğinde, Hz. Muhammed as­lında onlara birçok kabile üyesinin kabullenmeye hazır olmadığı yeni bir dinî tutum öneriyordu. Tektanncı tutu­mun entelektüel bir durum olmadığını, bilinçte değişim gerektirdiğini daha önce incelemiştik. Peygamberin iste­ği derin bir korku yaratmıştı, çünkü toplumun varlığının dayandığına inanılan kutsal temelleri sarsıyordu. Erken dönem Hıristiyanlar da, “ilerleme”nin korkusuzca ileri doğru yürümek değil, idealleştirilmiş geçmişe dönmek olarak algılandığı Roma’da benzer bir deneyim yaşamış­lardı. Pagan Roma tanrıları, devletin koruyucuları ola­rak görülüyordu: Eğer kültleri ihmal edilirse, tanrılar da korumalarını kaldırırdı. Bu, Roma putperestliğinin hoş­görüsüz bir din olduğu anlamına gelmiyordu; yeni tanrı­lar Romalılahm antik ilahlarının yerini almaya çalışma­dığı sürece, herkes istediği gibi dinî özgürlüğe sahipti. Her zaman için yeni bir külte yer vardı ve insanlar çok çeşitli mezheplere dahildi. Daha önce belli bir dini kabul etmek ve geri kalanlarını dışlamak duyulmamış bir şey­di. Doğru, Museviler tek Tanrı’ya inanıyor ve çoktanrıcı- Iığı lanetliyorlardı ama Musevilik inancının çok eski ve bu yüzden de çok sağlam olduğunu herkes biliyordu. Hı- ristiyanlar sinagoglara üye oldukları sürece Museviler ile aynı hoşgörüyle karşılanıyorlardı ama eski Musevi Kanunları’nı izlemeyeceklerini açıkça ifade ettiklerinde, dine karşı saygısızlık ve ateizmle suçlanmışlardı, çünkü Roma tanrılarına tapmayı reddetmişlerdi. Bu putperest ilahlara hak ettiklerine inanılan saygıyı sunmayarak, Hıristiyanlar bir tabuyu çiğnemişlerdi; insanlar bunun bir felakete yol açacağına ve birbiri ardına gelen impara­torların hepsinin kellesini vurduracağına inanıyorlardı. Şehitlerin karşılaştığı korkunç son, Roma ruhunu ne ka­dar derinden tehdit ettiklerinin göstergesidir; parçalan­mış bedenleri, insanların bir bütün olarak bu “ateizm”e katılmadıklarına dair tanrılara sunulan bir kanıttı.

Eğer güçlü Roma imparatorluğunda yaşanan du­rum buysa, Kureyşlilerin Hz. Muhammed’in “ate­izminden bu kadar etkilenmeleri de doğal karşılanma­lıdır. Göçebe hayatı, öncelikle nazik ve tehlikeli olduğu için muhafazakardı. Örneğin hiç kimse geleneksel yol­ları bir kenara atıp atalarının su kaynaklarına giden yeni yollar bulmayı aklının ucundan bile geçirmezdi. Kureyşliler sadece iki kuşaktır çölden uzaktılar ve tica­ri başarılarının geçici olabileceğini hissediyor olmalıy­dılar. Romalılar gibi onlar da geçmişle bağlarını sürdü­rüyor ve başarılarını atalarının geleneklerine saygılı olmaya dayandığını inanıyorlardı. Dolayısıyla Kuran’da ve daha önceki kaynaklarda, Hz. Muhammed sürekli olarak düşmanları tarafından toplum için teh­like oluşturmakla, atalarının dinlerini ihmal etmekle ve ateizmle suçlanmıştır; Roma kolezyumlarındaki ka­labalıkları öfkeyle dolduran neden de aynıydı.
Bazı erken dönem Hıristiyan tövbekarları, dinleri­nin bir kâfir icadı olmadığını göstermek için putpe­restlere ulaşmaya çalışmıştı; Filistin’in ünlü teologu Justin, Hıristiyanların sadece tek Tanrı’ya inanmış olan Plato’nun ve diğer saygın felsefecilerin ayak iz­lerini takip ettiğini göstermek için apologiae adlı ki­tabını yazmıştır (yaklaşık 150-155). Kuran, Hz. Mu­hammed’in korkularını yatıştırmak ve dostça ilişkile­ri yeniden kurmak için Kureyşlilere benzer bir şekil­de yaklaştığı bir olayı anlatır:

O takdirde, muhakkak hayatın da, ölümün de katmerli acısını tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın.
Az daha seni bu yerden çıkarmak için rahatsız edecek­lerdi ve o takdirde kendileri de senin ardından pek az kalacaklardı.

Batı’da bazı araştırmacılar, Hz. Muhammed çok tanrıcılığa geçici bir süre ayrıcalık tanıdığını söyledikle­rinde Şeytan Ayetleri’nin aslında bunu vurguladığını anlatmaya çalışmaktadırlar.
İbni Said ve Taberi’nin hazırladığı tarihlerde anlatı­lan hikâye, bir defasında Şeytan’m Hz. Muhammed’in aldığı vahiye karıştığını anlatmaktadır. Bu hikâyeye göre, 53. Sure vahiy edilirken, Hz. Muhammed üç tan­rıça Lât, Uzza ve Menat’ın Tanrı ile insan arasında aracı olabileceğini belirten iki ayet mırıldandı. Ama Kureyşliler Allah’ın Kızları’nı ilahi varlıklar olarak ka­bul ettiklerinden, Kuran’m onları da TamTnın Kendisi ile aynı seviyeye çıkardığını sandılar. Hz. Muham­med’in tanrıçaların Allah ile aynı konuma sahip oldu­ğunu kabul ettiğini düşünerek, putperest Kureyşliler Müslümanlar ile birlikte secde ettiler ve aralarındaki husumet sona ermiş gibi göründü. Kuran atalarının di­nine saygı gösterdiğinden ve tektanrıcı bir kenara bı­raktığından  onların anlayışına göre  İslam inancını artık Mekke’deki insanlara felaket getirebilecek bir Tehdit olarak görmüyorlardı. Ama aynı hikâyeye göre, daha sonra Hz. Muhammed başka bir vahiy aldı ve bu vahiyde, Allah’ın Kızları kültünün kabul edilmesinin "Şeytan” tarafından ilham edildiği bildirildi. Sonuç ola­rak iki ayet Kuran’dan çıkarıldı ve üç tanrıçanın Arap­ların kendi hayal ürünleri olduğunu, tapınılmayı hak etmediklerini belirten diğer ayetler eklendi.
Birçok Müslüman’ın bu hikâyenin sahte olduğuna İnandığım açıkça belirtmekte yarar vardır. Kuran’da bununla ilgili bir kayıt bulunmadığını, İbni İshak’ın Hz. Muhammed’in hayatıyla ilgili kayıtlarında yer al­madığını, dokuzuncu yüzyılda Bukhari ve Müslüm tara­fından hazırlanan geleneklerde de bundan söz edilmedi­ğini vurgulamaktadırlar. Müslümanların eleştiri olarak yorumlanabileceği için gelenekleri bir kenara attıkları söylenemez; buna gerçekten inandıklarını kabul etmek gerekir. Ama Batılı İslam düşmanları, bunu Hz. Muhammed’in samimiyetsizliğini göstermek için fırsat bil­mişlerdir; İlahi Kelam’ı kafasına göre değiştirip duran bir adam nasıl gerçek bir peygamber olabilirdi? Gerçek bir peygamberin ilahi bir ilhamla şeytani bir ilhamı bir­birinden ayırabilmesi gerekmez miydi? Ama Maxime Rodinson ve W. Montgomery Watt gibi araştırmacılar yakın geçmişte göstermişlerdir ki hikâyenin böyle bir olumsuz anlam taşıması da gerekmemektedir. Ne var ki bu hikâye, Batı için İslam dünyasından daha fazla önem taşımaktadır; en azından 1988’e kadar öyleydi.
Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri adlı romanı yayın­landıktan sonra, hikâye yeni bir önem kazandı. Müslü- manlar, romanın Hz. Muhammed’in hayatıyla alay ettiği­ni söyleyerek itiraz ettiler; onlara göre kitap İslam Pey­gamberi hakkında tüm eski Batı mitlerini tekrarlıyordu ve onu sadece politik amaçlar peşinde koşan bir sahtekar, vahiylerini istediği sayıda kadını elde etmek için kulla­nan bir şehvet düşkünü olarak gösteriyor, ilk takipçileri­nin önemsiz, insan dışı varlıklar olduğunu ima ediyordu. Müslümanların iddiasına göre işin en acı tarafı ise, kita­bın Kuran’m bütünlüğünü dejenere etmesiydi. Romanın adını aldığı Şeytan Ayetleri olayının Müslümanların kut­sal kitabının iyilik ve kötülüğü birbirinden ayıramadığını vurgulamaya çalıştığını, Batılı eleştirmenlerin daima tekrarladığı gibi kutsal kitaplarının sadece sıradan bir in­san tarafından yazıldığım ima ettiğini söylemektedirler.
Rüşdi’nin hitabeti iyi olan çoğu destekçisi, İslam’ın araştırmacılığı, bilimi ve sanatsal özgürlüğü yasakla­yan bir din olduğunu iddia etmişlerdir; üstelik erken dönem Müslümanların muhteşem güzelliğe sahip bü­yük bir uygarlık kurmuş ve Orta Çağ’da Batılı araştır­macılara önemli esin kaynağı sağlayan gerçekçi bir fel­sefi geleneksel oluşturmuş olmalarına rağmen. Rüş­di’nin Peygamber ve ilk takipçileriyle ilgili fantastik portreleştirmeleri, elbette ki gerçekler olarak değil, psi­kolojik bunalım geçiren karakterlerden birinin hayali vizyonları olarak sunulmuştur. Hikâyeye göre, kültürel köklerini kaybeden ünlü Hintli film yıldızı Gibreel Farishta, neredeyse bin yıldır Batı tarafından desteklenen nefret ve tiksinti imajını içselleştirmiştir.
Batı ile Müslüman dünyası arasındaki bu çatışma es­ki yaralan yeniden açtığından, Şeytan Ayetleri’nin ger­çekte neyle ilgili olduğunu açıkça belirtmekte yarar var­dır; tabii eğer gerçekten olmuşsa. Hz. Muhammed, daha fazla inanan çekmek için tektanrıcı mesajında uzlaşma­ya hazır mıydı? Kuran, geçici bile olsa mutlak kötülük tarafından lekelenmiş miydi? Bu bağlamda, Rodinson ve Watt’ın hikâyenin Hz. Muhammed’i kötü niyetli bir sah­tekar olarak göstermediğini öne sürmeleri önemlidir. Tarih çalışmasında ve Kuran yorumlarında hikâyenin iki farklı versiyonunu sunan Taberi’ye baktığımızda, Hz. Muhammed’in Kureyşliler ile son kırgınlığını saran şartları değerlendirdiğini görüyoruz. İbni îshak gibi, o da önceleri Kureyşlilerin Hz. Muhammed’in mesajını kabullenmeye hazır olduğunu söylemiştir. Kureyşliler başlangıçta Hz. Muhammed’den uzaklaşmamış, “nere­deyse ona tutunmuşlardır.” Allah kültü adına vaaz ver­diği sürece, yoksullara ve acizlere ilgi gösterdiği sürece, Mekke’deki herkes Yüce Tanrı’nın bu reformlaştınlmış dinini kabul etmeye hazırdır. Ama Allah’a tapmanın atalarının tanrılarına sırt çevirmelerini gerektirdiğini söylediğinde, Kureyşliler onunla tartışmış, söyledikleri­ni onaylamamış, onu izleyenlere karşı ayağa kalkmış­lardır; Tanrı bazılarını kurtarmıştır ama onların da sa­yısı azdır. Böylelikle, İslam bir gecede tiksinilen bir azınlık mezhebi haline gelmiştir. Buna eklenen ilginç bir detay da şudur: Hz. Muhammed’e karşı çıkan ilk Ku­reyşlilerin Lât’ın şehri olan Taifte mülkleri vardır.

Mekke’nin kavurucu sıcağından kaçmayı seven bir­çok Kureyşli, Hicaz’ın daha serin ve daha verimli bir böl­gesi olan Lât’m şehri Taifte yazlık evlere sahipti. Tanrı­çanın tapınağı onlar için önemliydi, çünkü Kâbe olmadı­ğı için ibadetlerini orada yerine getiriyorlardı. Hz. Mu- hammed kabilesine Lât’a tapınmayı yasakladığında, Ta- ifteki pozisyonlarını tehlikeye atmaktan korkmaları normaldi. Taberi, Ebu El-Aliye’nin Kureyşlilerin Hz. Muhammed ile anlaşma yapmaya yanaşacak kadar ra­hatsız olduklarını söylediğini belirtmiştir: Eğer Allah’ın Kızları ile ilgili bazı uzlaşmacı sözler söylerse, Kureyşli- ler onu Mekke’nin güç çemberinin içine sokacaklardır. Bu hikâyeye göre, Hz. Muhammed Lât, Uzza ve Menat’ı öven iki ayet söylemiş, sonrasında ise ayetlerin “Şeytan” tarafından ilham edildiğini öğrenmiştir. Ama bu hikâ­ye diğer geleneklerle ve Kuran’m kendisiyle çelişmekte­dir. Taberi gibi bir Müslüman tarihçinin kayda geçirdiği tüm gelenekleri desteklemediğini bilmeliyiz; bunun ye­rine, okurun kıyaslamayı kendisinin yapmasını ve ge­çerlilikleri hakkında kendisinin karar vermesini bekle­miştir. Peygamberlik misyonun bu başlangıç dönemin­de, Hz. Muhammed politik güçle ilgilenmiyordu. Dolayı­sıyla Ebu El-Aliye’nin anlattığı bu hikâye pek olası gö­rünmemektedir. Daha önce gördüğümüz gibi, Kuran. Hz. Muhammed’in bu noktada Mekke’de bir politik fonksiyonunun bulunduğunu inkar etmektedir; daha sonrasında ise Peygamber, önde gelen Kureyşlilerin bu tür tekliflerini tereddütsüzce geri çevirmiştir.
Taberi kendi tarih çalışmasında tamamen farklı bir hikâyeye de yer vermektedir. Burada Hz. Muhammed Kureyşliler arasındaki çatışmaya çözüm bulmak için kendi içine kapanmıştır. Hikâyenin diğer versiyonları­nın önerdiğinin aksine, maddi avantaj sağlamak için Allah’ın Kızları’na iltifat etmemiştir. Taberi, Hz. Muhammed’in Kureyşlileri tektanrıcı mesajla uzlaşmaları­nı sağlamak için samimi bir şekilde yaratıcı bir çözüm arayışında olduğunu göstermektedir:
Peygamber kendi insanlarının ona sırt çevirdiklerini gördüğünde, Tanrı’dan getirdiği şey karşısında göster­dikleri tavra üzüldü; bu yüzden, Tanrı’nııı insanlarıyla uzlaşmasını sağlayacak bir mesaj göndermesini bekli­yordu. İnsanlarını çok sevdiğinden ve onlar için endişe­lendiğinden, işini bu kadar zorlaştıran engelin ortadan kalkması onu çok sevindirecekti; bu yüzden konuyu uzun uzun düşündü ve bir çözüm bulmayı diledi.
Taberi’ye göre, Hz. Muhammed bir gün Kâbe’de medi- tasyon yaparken, tektanrıcı görüşünden ödün vermeden üç “tanrıça”ya yer verebilmesini sağlayan bir vahiy geldi. 53. Sure geldiğinde, Kureyşlilerin birçoğu Kâbe’de oturu­yordu. Hz. Muhammed şu sözleri söylemeye başladığın­da, hepsi olduğu yerde doğrulup dikkatle onu dinledi:

Siz de gördünüz değil mi Lat ve Uzza’yı?
Üçüncü olarak da öteki Menat-ı?

Hz. Muhammed’in Allah’ın Kızlan ile ilgili söyleyebilece­ği her şeyin çok uzun vadeli ve geniş çaplı sonuçları ola­bilirdi. Kuran’m onların kültlerini tamamen dışladığını gösteren bir şey mi söyleyecek, yoksa daha olumlu bir me­saj mı iletecekti? Taberi’ye göre, işte bu noktada “Şeytan” onun dudaklarından şu sözlerin dökülmesini sağladı:

Bunlar aracılıkları onaylanan yüce kuşlardır [haraniler].

Hikâyenin bu versiyonuna göre, yeni vahiy karşısında Kureyşliler çok sevindiler. Haraniler, muhtemelen diğer tüm kuşlardan daha yükseğe uçabilen çöl turnalarıydı. Tıpkı meleklerin ve cinlerin varlığına inandığı gibi muhtemelen Allah’ın Kızlan’mn varlığına da inanan Hz. Muhammed, tanrıçalara iltifat ediyor, bu arada mesajından da ödün vermiyordu. Haraniler kesinlikle  Allah ile aynı seviyede değillerdi  zaten kimse öyle olduğunu iddia etmiyordu ama cennet ile dünya arasında gidip gelerek, tıpkı melek­ler gibi Tanrı ile insan arasında aracılık yapabilirlerdi. Kureyşliler haberi hemen şehre yaydılar: “Hz. Muham­med tanrılarımız hakkında iyi konuştu. Onların aracılığı onaylanan yüce haraniler olduğunu söyledi."
Hıristiyan dünyasında yetişmiş olanlar, muhteme­len bu “Şeytan” kelimesini yanlış anlamış olabilirlerdi. Hıristiyan dünyasında Şeytan kötülüğün efendisi ola­rak tanınır ama Kuran’da ve Musevi kutsal metinle­rinde çok daha anlaşılır bir karakterdir. Kuran’da an­latılan hikâyeye göre, Tanrı insanoğlunu yarattığında tüm meleklerine Adem’in önünde secde etmelerini bu­yurdu ama Şeytan (ya da Yunanca diabolos kelimesinin Arapça’ya uyarlanmış haliyle İblis) bunu reddetti ve Tanrı onu huzurundan kovdu. Kuran bunu mutlak bir günah olarak görmemekte, Şeytan’m Ahiret Günü’nde bağışlanacağını bildirmektedir. Hatta bazı Sufiler, Şeytan’m Tanrı’yı diğer tüm meleklerden daha fazla sevdiğini, çünkü sadece Tanrı’ya sunduğu türden bir onuru yaratılmış bir kula sunmak istemediğini söyle­mişlerdir. Dolayısıyla “Şeytan Ayetleri” olayı, aslında Kuran’m geçici bir süre için bile olsa kötülükle lekelen­diği anlamına gelmemektedir. İslam inancı, Düşüş dokt­rinini Hıristiyanlık inancı gibi ele almamaktadır. Kuran bize Adem’in Şeytan tarafından baştan çıkarıldığını anlatmaktadır ama bu özgür irade, Müslümanlar ta­rafından ve çoğu Musevi tarafından - insan gelişi­minde gerekli bir aşama olarak görülmektedir. Güna­hına ve şeytani fikirleri izleme hatasına düşmüş olma­sına rağmen, Adem büyük peygamberlerin ilki olmuş­tur ve Şeytan asla insanoğlunun yok edicisi haline gel­memiştir. Bugün bazı Müslümanların Birleşik Devlet­ler için “Büyük Şeytan” ifadesini kullandığını duydu­ğumuzda, bu dil ayrımını aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Popüler Şii mezhebinde, Şeytan, ruhun gerçek nimetleri yerine küçük şeylerle tatmin olan zavallı, önemsiz bir yaratık olarak kabul edilir. Şah dönemin­de birçok îranlı, Birleşik Devletler’i halkı çürümüş materyalizm tuzaklarına çekmeye çalışan “Büyük Saçmalayıcı” olarak görüyordu.
Daha sonraları Kureyşlilerin Hz. Mufıammea''a'en bir uzlaşmaya varmasını istediklerini görüyoruz: Ken­disi sadece Allah’a inanabilir, onlar da hem Yüce Tanrı’ya hem de atalarının ilahlarına tapabilirlerdi. Ama Hz. Muhammed bunu daima reddetti. Taberi tarafın­dan aktarılan hikâyeye göre, “Şeytan Ayetleri”nin he­men ardından bu tanrıçaların varlığını inkar etti. Bu hikâyeye göre, Cebrail bir gece İslam Peygamberi’ne gel­di ve şöyle dedi: “Sen ne yaptın, Ey Muhammed? O in­sanlara sana Tanrı’dan getirmediğim bir şeyi ve O’nun sana söylemediği bir şeyi söyledin.” Bunun üzerine Allah’ın Kızlan’m sadece isim olarak kabul eden yeni vahiyler geldi. Tanrıçalar insanların hayal ürünüydü ve Tanrı onlar hakkında bir vahiy göndermemişti:

Onlar hiçbir şey değil, sırf sizin ve babalarınızın taktığı kuru isimlerdir. Allah onlara öyle bir saltanat indirmedi. Onlar yalnız zarına ve nefislerinin sevdasına uyuyorlar. Oysa Rablerinden kendilerine doğru yolu gösteren geldi.

Bu, Kuran’ın tanrıçaları karaladığı en radikal örnek­lerden biridir ve bu ayetler Kuran’a dahil edildikten sonra, Kureyşliler ile uzlaşmak gibi bir şey artık söz konusu bile olamazdı.
Taberi’nin tarih çalışmasındaki Şeytan Ayetleri hi­kâyesi bile, Hz. Muhamrned’in kötü niyetli bir uzlaşma­ya yaklaştığını göstermemektedir. Anlatılana göre, Hz. Muhammed söylediği ayetlerin ilhamının Şeytan’dan kaynaklandığını öğrendiğinde yıkılmıştı. Ama yine Ta- beri’ye göre, Tanrı ona hemen önceki peygamberlerin de benzer “Şeytani hatalar” yaptığını bildiren bir vahiy göndererek onu rahatlattı. Bu bir felaket değildi, çünkü Tanrı her seferinde çıkarılan ayetlerin yerine çok daha üstün nitelikli olanlarını gönderiyordu. Kuran, “vahiy' kavramıyla ilgili riskleri şöyle açıklamaktadır:

Biz senden önce bir resul ve bir nebi göndermedik ki, o bir şey yapmak arzu ettiğinde, şeytan onun arzularına şüpheler karıştırmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın karıştırdığı şüpheyi derhal giderir. Sonra da Allah, ayetlerini güçlendirir. Allah, bilendir, hikmet sahibidir.

İlk peygamber olan Adem, Şeytan’a uyarak hareket et­mişti ve daha sonraki peygamberler de halklarına ilet­tikleri Tanrı Kelamı’nda Şeytani Ayetler almışlardı. Bu. getirdikleri kutsal metinlerin kötülük lekesi taşıdığı an­lamına gelmiyordu. Araplar, şeytan kelimesini sık sık saf insan nefsini ima etmek için de kullanırlar. Vahiyle­ri doğru yorumlamanın Hz. Muhammed için ne kadar zor olabildiğini görmüştük; kişinin kendi fikirlerini ka­rıştırarak hata yapması ya da yanlış kelimelerle ifade et­mesi çok kolaydı. Ama bu elbette ki Hz. Muhammed’in Kuran’ı kendine uydurabileceği anlamına gelmiyordu. Kuran, hiçbir ölümlünün ayetleri değiştiremeyeceğini bildirmektedir ve eğer Hz. Muhammed böyle bir şey yap­saydı, sonuçları korkunç olurdu. Belli bir peygambere vahiy edildiği süreç içinde, Tanrı kutsal metinleri onara­bilirdi. însan bakış açısından, Kuranı Araplara getirir­ken Hz. Muhammed’in sürekli bir trans halinde olduğu­nu söyleyebiliriz. Bu belli bir sürece yayılan bir olaydı ve Hz. Muhammed bazen mesajının yeni uygulamalarının belli bir önceki görüşü geçerli kıldığım görüyordu.
Bu noktada, Hz. Muhammed’in mesajında yeni bir vurgu gelişti; bu vurgu, îlahi Birlik kavramını vahiyle­rin en önemli parçası kılıyordu. Bu noktadan sonra, Hz. Muhammed hassas bir tektanrıcı olmuştu.
Çeşitli tanrıları ve tanrıçalarıyla, trajedilere dürüst ve cesur yaklaşımıyla, son çözüm olarak lüksü reddetmesiy­le geleneksel putperestliğin güzelliğini daha yeni yeni tak­dir edebilmeye başladık. Buna karşılık tektanncılık mo- noiitik bir yapı görünebilir ve her türde felsefi sorunlar do­ğurabilir. Pagan panteonu nihaiye giden çok çeşitli yollar olduğunu gösterirken, sadece tek bir Tann’nın var olduğu­nu vurgulayan monoteist ısrarcılık, insanlar arasındaki farklılıklara karşı hoşgörüsüz gibi görünmektedir. Ama çoktanncılık insan gelişiminde ortak bir bilince ulaşılma­dığı, dünya ve kozmostaki çeşitli unsurların daima mü­kemmel bir uyum içinde olamadığı belli bir dönemine ait gibi görünmektedir. İnsanoğlu kendi içinde ve diğer alem­lerle birlikte bir bütün olduğunu görmeye başladıkça, ev­ren tek bir güç tarafından yönetilen tek bir kimlik halinde belirdikçe, insanlar monoteist çözümlere yönelmeye başladılar. Eski tanrılar nihai varlığın ya da gerçekliğin sadece farklı yönleri ya da - daha geleneksel teoloji terim­leriyle tek bir Tann’nın farklı özellikleri haline geldiler.
Roma İmparatorluğu’nun son döneminde bunun gü­zel bir örneğini görebiliriz. Devasa boyutlarda bir poli­tik kimliğe dahil olarak yaşamak, insanların bilinen dünyayı tek bir bütün olarak görmelerini sağlamıştı: Ye­rel tanrılar ve kültler, artık yetersiz görünen belli alan­lara bağlanıyordu. Eski büyük Yunan filozoflarının öğ­rettiği gibi Tanrı’nm bir bütün olduğunu giderek daha fazla sayıda insan görmeye başlıyordu. Ama daha önce gördüğümüz gibi, bu acı verici bir geçiş süreciydi. Bazı insanlar monoteist dine geçişte diğerlerinden daha ha­zır görünüyordu ve Hıristiyanlık inancı dördüncü yüz­yılda Roma İmparatorluğu’nun resmi dili haline geldik­ten sonra bile, putperestlik uzun bir süre devam etti. Monoteizmin sunduğu çözüm, insanların kutsal geçmiş­lerini kesin olarak bir kenara atmalarını gerektiriyordu ve bazıları bunu son derece rahatsız edici buluyordu. Ye­dinci yüzyılın başlarında Arabistan’da da benzer bir kriz yaşanıyordu. Politik durum, Arapların ruhsal ve ki­şisel psikolojilerini etkiliyordu. Her yanda büyük impa­ratorluklarla sarılmış durumdaydılar ve Arabistan Çölleri’nin dışında birleşmiş bir dünya olduğunu görebili­yorlardı. Onlar da kendilerini giderek devredilemez hak ve sorumluluklara sahip bireyler olarak algılıyorlardı. Bu da, bilincin bir birlik farkındalığı halinde deneyimlenmesi anlamına geliyordu. Eski kabile sistemi her kabilenin kendi yazgısını izlemesi modernliğin şartla­rını karşılamaya yeterli görünmüyordu. Hanefilerin hi­kâyesi, bazı Araplar monoteizmi kabul etmeye hazır­ken, diğerlerinin henüz geçmişleriyle bağlarını kopar­maya hazır ve istekli olmadıklarını göstermektedir.
Hz. Muhammed’in kendi misyon anlayışının geniş­lemeye başladığı doğruysa, muhtemelen Arapların ye­bir odak bulma ihtiyacını da fark etmiş olmalıydı. Monoteizm, temelde kabile prensiplerine terstir, çüntü kabile bilinci bir halkın tek bir toplumda birleşme­mi gerektirir. Hz. Muhammed, zaman içinde Arapların birleşmesinin önemli olduğunu anlayacaktı ama 316 yılında, Kureyşliler ile arasında ciddi bir uçurum ıçıldığmda, her şeyden üstün tek bir gerçekliğin bu­lunması ihtiyacının daha çok farkındaydı. Şeytan Ayetleri’nin yerini alan ayetler, eski ilahların sadece insanların hayal ürünü olduğunu, insanoğlunun sınır­lı algı kapasitesinin çok üzerinde olan Allah ile asla aynı seviyede olamayacaklarını göstermiştir. Ama Ku- ran’da Allah’ın “ortaklarına” ya da “denklerine” karşı süren polemik, Musevi kutsal metinlerindekine çok benzer bir şekilde putperest tanrılarının etkisizliğin­den söz etmektedir. Onları hayatınızın merkezi haline getirmenizin bir yararı yoktur, çünkü onlar sizin için bir şey yapamazlar. En basit terimlerle, kendilerine inananlara yiyecek sağlayamazlar Üstelik aracı olarak daha da umutsuzdurlar; Ahiret Günü’nde ken­dilerine inanmış olan insanlara hiçbir şekilde yardım­ları dokunamayacaktır. O tanrılar da tıpkı erkek­ler, kadınlar, hayvanlar, melekler ve cinler gibi yara­tılmış olanlardır ve ciddi bir yardımları asla olamaz. Bu noktada Kuran, İbrani kutsal metinleriyle örtüş- mektedir ve Hz. Muhammed onları okuyamamış olma­sına rağmen, aynı savı öne sürmüştür:
Kuran bu her şeyden üstün Tanrı kavramını Arap te­rimleriyle şöyle ele almaktadır; kabile kavramlarıyla değerlendirildiğinde, gerçek tek Tanrı, halkına koruma evliya) ve yardım (nasır) sağlayabilirken, eski tanrıça­lar son derece tehlikeli ve zayıf şefler gibidir ve halkla­rını korumak için hiçbir şey yapamazlar.

İlahi birlik, Müslüman ruhsallığımn temeli haline ge­lecek, kişinin bu birliği kendi hayatında ve içinde ya­şadığı toplumda bulmaya çalışmasını gerektirecekti. Böy­le bir kişisel bütünlüğe ulaşmak sürekli bir çaba gerekti­riyordu ve bu çabanın odak noktasında tek Tanrı olmalıy­dı. Bunun ilk bölümü, her Müslüman’ın kişisel amacını özetleyen Müslüman inanç şahadetiydi: “Allah’tan başka Tanrı olmadığına şahadet ederim.” Zaman içinde bu sade­ce Müslümanların diğer tanrılara ve tanrıçalara değer vermemesini gerektirmeyecek, aynı zamanda da dikkat­lerini sadece Allah’a odaklamalarını sağlayacaktı. İnsan yaratımı olan ideolojiler, amaçlar ya da coşkular, bir tür kurtuluş vaadi verebilirdi ama sonunda hepsi hayal kı­rıklığına götürecekti. Bu elbette ki para, başarı veya maddi lüksler için geçerliydi ma aynı zamanda çekici gö­rünen ama temel insan huzursuzluğunu bastırmakta ye­terli olamayan diğer dünyevi kavram ve olgular için de geçerliydi; insanlar bu tür tatminlere ancak sanat ve din yoluyla ulaşabilirdi. Günümüzde bazı Müslümanlar dik­katlerini milliyetçilik ya da sosyalizm gibi yabancı ideolo­jilere çevirdiklerinde, reformcular bunların umdukları tatmini getiremeyeceği konusunda onları uyarmaktadır. Kötü amaçlı olmasalar da bu tür kavramlar yetersizdir ve sosyal ya da politik seviyede bireylere ya da toplumlara “koruma,” “yardım” ya da “tatmin” sağlayamazlar. Dola­yısıyla yaratılmış olanları mutlak iyilik olan Allah ile eş değerde tutma günahı, Müslümanları insan ideallerine - kendi içlerinde ne kadar iyi olurlarsa olsunlar - mutlak önem vermemeleri konusunda uyarmaktadır.
Kureyşliler ile son kez ayrıldıktan sonra, 112. Sure gelmiştir. Bu sure, günümüzde de Müslümanlar tara­fından camilerdeki günlük ayinlerinde kullanılmakta, onlara kişiliklerini bütünleştirerek, dağılmış güçlerini bir araya toplayarak ve en derin önceliklerini bularak yaşamlarını ilahi birliğe göre deneyimlemeleri gerek­tiğini hatırlatmaktadır:

Sure 112
De ki: “O, Allah’tır, bir tektir.”
“Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır, o, hiçbir şeye muhtaç değildir.)”
Ondan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir).” “Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.”

Ama Kureyşlilerin hepsi geçmişle bu şekilde bağlarını koparmaya ve eski ruhsallıklarını geride bırakmaya ha­zır değildi. Hz. Muhammed’in İslam dinine döndürdüğü kişilerin birçoğu kusurlu görünüyordu ve en güçlü Kureyşlilerden bazıları ondan kurtulma planları yapmaya başlamıştı. Hz. Muhammed’i toplumlarının çiğnenemez ve en kutsal değerlerinin düşmanı olan bir ateist, bir şarlatan olarak görüyorlardı. Bir delege grubu Hz. Mu­hammed’in kabilesinin şefi olan Ebu Talib’e yaklaştı ve Hz. Muhammed’in üzerindeki korumasını (evliya) kal­dırmasını istedi. Arabistan’da koruması olmadan kimse hayatta kalamazdı: Kabile sistemi gerilemiş olabilirdi ama kabile ya da kabile, hâlâ toplumun en temel biri­miydi ve böyle bir grubun dışında hayatta kalmak nere­deyse imkansızdı. Koruma altında olmayan bir adam öl­dürüldüğünde, katil ceza bile almazdı. Delege grubu, Ebu Talib’e tüm Kureyş kabilesine karşı sorumluluğunu hatırlattı: “Ey Ebu Talib, yeğenin tanrılarımıza küfretti, dinimizi aşağıladı, yaşam tarzımızla alay etti ve ataları­mızı hatalı olmakla suçladı; onu ya sen durdur ya da izin ver biz durduralım ve seni ondan kurtaralım.” Durum son derece hassastı. Ebu Talib yeğenini seviyor­du ama elbette ki diğer kabilelerin düşmanlığını çekmek de istemiyordu. Müslüman değildi ve Hz. Muhammed’in eski dini kötülemesi onu da rahatsız ediyordu ama öte yandan, yeğenini öldürülmek üzere onlara sunarsa, bir şef olarak kabilesine yeterli korumayı sağlayamadığı için küçük düşmüş olacaktı. Bu, zaten zor zamanlar ge­çiren Haşim kabilesi için neredeyse öldürücü bir darbe olabilirdi. Ebu Talib, bir süre için karar vermedi. Şefle­re kaçamaklı bir cevap verdi ve Hz. Muhammed onun koruması altında vaazlarına devam etti.
Ama bir süre sonra Kureyşliler Ebu Talib’e tekrar geldiler ve bu kez tehdit ettiler: “Tanrı aşkına, ataları­mıza küfredilmesine, geleneklerimizle alay edilmesine ve tanrılarımızın aşağılanmasına tahammül edemeyiz,” diye bağırdılar. “Eğer ondan hemen kurtulmazsan, iki taraftan biri yok olana kadar ikinizle de savaşmaya de­vam edeceğiz.” Kureyşliler, her gün temelinden sarsıldı­ğını gördükleri yaşam tarzlarının bir bütün olarak teh­dit edildiğini hissediyorlardı. Bir uzlaşma şansı olmadı­ğını ve taraflardan sadece birinin kazanabileceğini çok­tan anlamışlardı. Ebu Talib perişan olmuştu. Hz. Mu­hammedi yanma çağırdı. “Kendini ve beni kurtar,” diye yalvardı. “Sırtıma taşıyabileceğimden daha ağır bir yük yükleme.” Ebu Talib’in kendisini teslim etmeye hazır olduğunu düşünen Hz. Muhammed, gözlerinde yaşlarla cevap verdi ve ölmeye hazır olduğunu söyledi: “Ey am­cam, Tanrı aşkına, bu yoldan ayrıldığım takdirde bir elime güneşi, diğerine ayı koysalar da yolumdan dön­mem.” Bunları söyledikten sonra ağlayarak odadan çık­tı. Ebu Talib hemen onu geri çağırdı: “Git ve ne istiyor­san söyle, çünkü Tanrı şahidimdir, ne olursa olsun seni onlara vermeyeceğim.” Hz. Muhammed bir süre için güvendeydi. Ebu Talib onun koruyucusu olduğu sürece, Mekke’de hiç kimse Hz. Muhammed’e dokunamazdı.
Ebu Talib, Mekke’deki en yetenekli şairlerden biriy­di ve bir zamanlar Haşim’in dostu olduğu halde şimdi Hz. Muhammed yüzünden düşman olan güçlere katılan kabileleri azarlayan ve yeren şiirler yazıyordu. Ab- dül-Muttalib kabilesi, Haşim’e olan sadakatini ilan ederek cevap verdi ama bu iyi haberin arkasından üzücü bir olay yaşanacaktı. Ebu Leheb, başından be­ri Hz. Muhammed’e düşmandı ama yeğeniyle ilişkile­rini düzeltmek umuduyla iki oğlunu Hz. Muham­med’in iki kızı Rûkiye ve Ümmi Gülsüm ile evlendir- mişti. Ama Hz. Muhammed nihayet Allah’ın Kızla- n’nı tanımayı açıkça reddettiğinde, o da eşinin kabi­lesi olan Abd Şems ile daha yakın olmaya karar ver­miş, oğullarını da eşlerini boşamaya zorlamıştı. Ama genç Müslüman Osman îbni Affan, Hz. Muhammed’in en güzel kızı olan Rûkiye’ye uzun zamandır hayrandı ve şimdi nihayet elini isteyebilecekti.
Ebu Leheb, artık Hz. Muhammed’in düşmanlarıyla olabildiğince yakın çalışıyordu. Bunların başında Mah- zum’un eski şefi Halid’in yeğeni Ebu El-Hakem geliyor­du. Hz. Muhammed’e karşı hareketin lideri haline gel­diğinde, Müslümanlar ona “Ebu Cehil” adını taktılar: Yani Cehillerin Babası. Son derece hırslı bir adamdı ve Hz. Muhammed’in politik yeteneğini kıskanıyordu ama aynı zamanda Hz. Muhammed’in dinî mesajından da fazlasıyla rahatsız olmuş görünüyordu. Aralarında Abd Şems’in şefi Ebu Süfyan’m da bulunduğu diğer önemli şefler de ona katıldı; Ebu Süfyan olağanüstü akıllı bir adamdı ve bir zamanlar Hz. Muhammed’in yakın arka­daşıydı. Kayınpederi Utbe İbni Rabia ve erkek kardeşi Şeybe de hareketin başlarındaydı; Cuma kabilesinin yaşlı ve sert lideri Ümeyye İbni Halef de onlarlaydı. Bir süre sonra Amr kabilesinin lideri ve tıpkı Hz. Muham­med gibi ruhsal inzivaları seven sadık bir putperest olan Süheyl İbni Amr de onlara katılacaktı. Ama henüz Süheyl kararsızdı; Hz. Muhammed’in mesajındaki belli dinî noktaları algılayabiliyordu. Genç kuşakta da onla­rı destekleyenler vardı: Enerjik, becerikli bir savaşçı ve diplomat olan Amr bin As, Halid İbni Halid ve Saffan İbni Ümeyye. Ama Hz. Muhammed’in genç düşmanlan arasında en ateşli olanı, Hz. Muhammed’in Kureyşliler ile arasında uçurum açıldığı dönemde yirmi altı yaşın­da olan Ömer İbni Hattab idi. Ömer, dindar bir putpe­rest olan ve üvey kardeşi Said’i eski dini aşağıladığı için şehirden kovan Hattab’ııı oğluydu. Diğerleri tipik Ku- reyşli kurnazlığıyla temkinli hareket etmek isterken, Ömer şiddet eylemlerine başlamaya hazırdı.
Bu adamların hepsi, akrabalarını Müslüman gruba kaptırmışlardı. Kuran, aileleri acı bir şekilde dağıtmaya devam ediyordu. Örneğin Süheyl İbni Amr, en büyük oğ­lu Abdullah’ı, iki kızını ve kocalarını, üç erkek kardeşi­ni, kuzenini ve baldızını kaybetmişti. Görünüşe bakılır­sa, Hz. Muhammed eski ailelerine sadakatlerini bir ke­nara atmış gençlerden oluşan yeni bir kabile kuruyordu. Muhtemelen, Hz. Muhammed’in mesajındaki politik et­kileri kendisinden önce rakipleri görmüştü. Kuran, Hz. Muhammed’in Mekke’de politik bir rolü olmadığını vur­gulamaya devam ediyordu ama Allah’tan mesajlar aldı­ğını iddia eden bir adam ne kadar süre kendileri gibi sı­radan insanların lideri olarak kalabilirdi? Uç noktadaki düşmanlarından bazıları da bir uzlaşma umudu olmadı­ğını görebiliyorlardı. Bu savaşta sadece bir taraf kazanabilirdi ve Ebu Cehil ile yeğeni Ömer gibi adamlar, ba­rışçıl bir çözüm olamayacağını görüyorlardı.
Yine de yapabilecekleri pek fazla bir şey yoktu. Ebu Talib, Hz. Muhammed’i desteklemeye devam et­tiği sürece, Haşim ve Abdül-Muttalib kabileleriyle kan davasına girmeden kimsenin onu öldürmesi mümkün değildi. Bu yüzden başlangıçta yaptırımlar ve alaycılık denendi. Ceza korkusu olmadan kölelere ve daha zayıf olan Müslümanlara saldırabilirlerdi ama yeterli koruma altındaki Hz. Muhammed gibi­lerle başa çıkmak için daha kurnaz yöntemlere ihtiyaçları vardı. İbni İshak, bize Ebu Cehil’in genel po­litikası hakkında bize şunları söylemektedir:

Bir adamın îslam inancını kabul ettiğini duyduğun­da, eğer sosyal öneme sahip biriyse ve akrabaları onu koruyacaksa, onu azarlıyor ve alay ediyordu; “Senden çok daha iyi bir adam olan babanın dinini terk ettin,” diyordu. “Senin taş kafalı bir aptal olduğunu söyleye­ceğiz ve ününü yıkacağız.” Eğer bir tüccarsa, şöyle diyordu: “Senin mallarını boykot edeceğiz ve seni dilenci yapacağız.” Eğer sosyal öneme sahip olmayan biriyse, onu dövüyor ve insanları ona karşı kışkırtı­yordu.
En çok zulüm görenler kölelerdi, çünkü hiçbir şekilde kabilelerinin koruması altında değillerdi. Cuma kabi­lesinin şefi olan Ümeyye, Habeş kökenli kölesi Bilal’i günün en sıcak zamanında dışarı çıkarır, göğsünün üzerine ağır bir kaya koyar ve elleri kolları bağlı bir halde güneşte bırakırdı. Bilal ise direnir, ilahi birliği haykırırdı: “Bir! Bir!” Sıra dışı bir güce sahip olan se­si, bütün bölgede yankılanırdı. Yakınlarda yaşayan Ebu Bekir, Bilal’in acı çekmesini izlemeye dayanama­yarak onu Ümeyye’den satın aldı ve azat etti. Söylen­diğine göre, yedi köleyi daha bu şekilde azat etmiştir. Ama iyi ailelerden gelen bazı Müslümanlar, kendi ai­lelerinden zulüm görüyordu: Ateşli çukurla ilgili gör­düğü rüyadan sonra İslam inancını seçen genç adam, Halid İbni Said, babası tarafından bir yere kapatılıp aç ve susuz bırakılmıştı. Mahzum kabilesi, azat edil­miş olan Ömer İbni YasiFin ailesine o kadar kötü dav­ranıyordu ki sonunda annesi dayanamayarak öldü.
Müslümanlar için daha güvenli bir yer bulmaya ka­rar veren Hz. Mulıammed, Hıristiyan Habeş Kralı’ndan onları koruması altına almasını istedi. Fil Yılfndan be­ri Kureyşliler ve Habeşler düşman olmasına rağmen, habeş Kralı kabul etti ve 616 yılında seksen üç Müslüman aileleriyle birlikte Mekke’den ayrıldı. İslam inancına geçmeden önce monoteist ve bir çileci olan Osman İbni Mahzum onlara önderlik etti. Hz. Mu- hammed’in kendi ailesinden de gidenler oldu; Ebu Talib’in oğlu Cafer ve Hz. Muhammed’in kızı Rûkiye ile kocası Osman İbni Affan. Modern Batılı araştırmacı­lar, bu göç ile ilgili sığınma arayışından başka neden­ler de olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Hz. Muham- med, Ebu Cehil’in ticaret ambargosundan dolayı za­rar gören Müslüman tüccarlara yeni ve bağımsız bir ticaret yolu sağlamaya çalışıyordu. Göçmen listesin­deki bazı isimlerin, Müslüman toplum içinde de bazı fikir ayrılıkları olabileceğini vurguladığı da öne sürül­müştür. Osman İbni Mahzum ve Ubeydullah İbni Cahş gibi bazı gçömenler, kendi başlarına monoteiz­me geçmişlerdi ve Ebu Bekir gibi görece yeni birinin Hz. Muhammed ile bu kadar yakın olmasından rahat­sızlık duyuyor olabilirlerdi. Ama bu fikir ayrılıkları bazıları için neden oluşturmuşsa bile, pek ciddi ola­mazlardı: Ubeydullah, Habeş’teyken Hıristiyanlık inancına geçmişti ama Osman yeterince güvenli oldu­ğuna inandığı anda Mekke’ye dönmüş ve Hz. Muham­med ile Ebu Bekife sadık kalmaya devam etmişti.
Müslüman göçmenler Habeş’e sığındıktan sonra, Kureyşliler iki delege göndererek göçmenlerin iadesi­ni istediler; bu kitlesel göç, birçok açıdan rahatsız ve tehdit ediciydi. Delegeler Habeş Kralı’na Müslüman­ların Mekke halkının dinine küfrettiklerini ve top­lumda huzursuzluk yarattıklarını söyledi. Bu yüzden son derece tehlikeliydiler ve onlara güvenilemezdi. Habeş Kralı, Müslüman göçmenleri huzuruna çağırt­tı ve kendilerini nasıl savunacaklarını sordu. Cafer, Hz. Muhammed’in gerçek Tanrı’mn peygamberi oldu­ğunu, İsa’nın mesajını doğruladığını açıkladı. Söyle­diklerini kanıtlamak için, Kuran’da İsa’nın Mer­yem’in rahmine düşmesiyle ilgili bölümü tekrarladı:

Kitap’da Meryem’i de an. Hani o, ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekilmişti. Onlarla arasına bir perde çekti. Derken kendisine ruhumuzu (Cebrail’i) gönderdik de o, düzgün bir insan şeklinde ona göründü.
Meryem ona: “Ben bağışlayan Allah’a sığınırım senden, eğer Allah’tan korkan biri isen!” dedi.
Ruh (Cebrail): “Haberin olsun, ben sana tertemiz bir oğlan vermek için Rabbinin elçisiyim sadece!” dedi. Meryem: “Benim nasıl bir oğlum olabilir? Bana hiçbir insan dokunmadı; ben bir kahpe de değilim!” dedi. Cebrail: “Öyle! Fakat Rabbin buyurdu ki, o Bana göre kolaydır. Ayrıca onu insanlara gücümüzün bir delili ve tarafımızdan bir rahmet kılacağımız için böyle yapacağız. Hem de o, karara bağlanmış bir iştir.” dedi.

Cafer sözlerini bitirdiğinde, Kuran’m kendi güzelliği ye­terince etkili olmuştu. Habeş Kralı öyle derin etkilenmiş ve gözyaşlarına boğulmuştu ki sakalı sırılsıklamdı; pis­koposlarının ve. danışmanlarının yanaklarından süzülen yaşlar, ellerindeki parşömenleri sırılsıklam etmişti.
Delegeler Kuran’ın İsa’nın ilahi kimliğini kabul et­mediğini söyleyerek olay çıkarmaya çalıştılar ama Ha­beş Kralı yine de Müslümanları sınır dışı edip Mekke’ye göndermeyi kabul etmedi. Habeşistan’daki Hıristiyanlar, kralın böylesine kâfir insanları desteklemesine kızmış­lardı ve kral kendini haklı çıkarmak için bir hayli uğraş­mak zorunda kalmıştı. Ama Müslümanlar Habeşistan’da kaldıkları sürece dinlerini diledikleri gibi izlemekte ser­besttiler. Ama elimize ulaşan Habeşistan hikâyesi tam değildir: Hz. Muhammed’in kafasında işe yaramayan ba­zı ekonomik veya politik planlar olabilirdi ve eğer öyley­se, İbni İshak gibi tarihçiler yazmaya başladıklarında bu planlar unutulmuş demekti. Mekke’den gelen delegeler, Habeş Kralı’na Müslümanların sandığı kadar güçlü bir grup olmadığını göstermiş ve bu yüzden Müslümanlar da umdukları desteği alamamış olabilirlerdi.
Bu arada Mekke’de, Ebu Cehil ve dostları, Peygam­beri ve takipçilerini hırpalamaya devam ediyordu. Yeni itirazlar bulmuşlardı: Allah neden bin Velid gibi daha önemli bir adamı değil de, Muhammed gibi önemsiz bir tüccarı seçmişti? Muhammed neden mucizeler yarata- mıyordu? Neden Allah Kuran’ı Musa’nın Sina Dağıiıda aldığı Musevi kutsal kitabı gibi tek seferde değil de, par­ça parça gönderiyordu? Tanrı sıradan bir insanı elçi seç­mek yerine neden meleklerinden birini göndermemişti? Kureyşlilerden bazıları, Hz. Muhammed’in Allah’ın Kendisi’nden vahiyler almak yerine, bir Musevi ya da bir Hıristiyan’ın danışmanlığında çalıştığından şüphe­leniyordu. Ama şikayet edip sızlanmaktan başka yapa­bilecekleri bir şey yoktu. En kırılgan durumdaki Müslü­manlar Habeşistan’a sığındığı için, zulümler sadece ti­caret yaptırımları ve sözel saldırılarla sınırlanmıştı. Hz. Muhammed’in kendisi de kötü davranışlara maruz kalmıştı. Kureyşlilerin Habeşistan’a gönderdiği iki dele­geden biri olan ve çok sonralara kadar İslam inancına dönmeyen Amr bin As, Hz. Muhammed’in Kâbe’de aşa­ğılandığı bir olayı hatırlıyordu. Kendisi Kâbe’nin etra­fında dönerken, yakında oturan Kureyşli liderler onun­la ilgili sızlanıyordu: “Bu adamın neden olduğu kadar büyük bir sorunla daha önce hiç karşılaşmadıklarını söylüyorlardı; yaşam tarzlarının aptalca olduğunu söy­lemiş, atalarını aşağılamış, dinlerini karalamış, toplu­mu bölmüş ve tanrılara küfretmişti. Sadece geçmişten söz ediyorlardı.” Hz. Muhammed üçüncü turuna başla­dığında, bu sözler nedeniyle yüzü öfkeden kararmıştı. O anda durdu ve yüzünü adamlara dönerek şöyle dedi: “Dinleyin beni Ey Kureyşliler! Hayatımı ve yazgımı elinde tutanın adıyla, size katliam getireceğim!” Bu son söz hepsini ve olayı izleyenleri şoka sokmuştu ama ertesi gün yine cesaretlerini toplamışlardı. Kâbe’de göründüğünde Hz. Muhammed’in üzerine yürüdüler, tehditkar bir tavırla etrafım sardılar ve elbisesini çekiştirmeye  onu tartaklamaya başladılar. O sırada Ebu Bekir gözyaşları içinde araya girdi. “Allah’ı Tanrısı ve Efendi kabul ettiğini söylediği için birini öldürebilir misisiniz?” diye haykırdı. Adamlar Hz. Muhammed’i rahat bıraktı. Amr sözlerini şöyle tamamlamaktadır: “Bu, Kureyşlilerin ona en kötü davranışıydı.” Rahatsız edici ve üzücü olduğu kesindir ama bu davranışın vahim bir sonuç doğurmadığı da açıktır. Kureyşlileri bozguna uğ­ratmak zor değildi ve şiddetin derecesi de sınırlıydı.
Bu tür davranışlar, başka insanları da Hz. Muhammed’e katılmaya teşvik ettiği için beklenen sonucu ya­ratmadı. Ebu Cehil bir gün Hz. Muhammed’i aşağıladı ama Hz. Muhammed ona cevap vermeden yanından sreçti ve evine girdi. Ertesi gün güçlü amcası Hamza bir av gezisinden döndükten sonra, omzunda yayıyla Kâbe’ye geldi. İbni İshak’ın bildirdiğine göre, “Kureyşliler arasında en güçlü ve en boyun eğmez adamdı.” Avla­narak ya da civarda dolaşarak geçirdiği bir günün so­nunda mutlaka Kâbe’ye gelip ibadet eder, sonra da ya­kındaki kişilerle sohbet ederdi. Ama o gün bir kadın onu kolundan tutup bir köşeye çekti ve Ebu Cehil’in da­ha önce Hz. Muhammed ile ne kadar kötü konuştuğunu anlattı. Hamza Müslüman değildi ama bunu duydu­ğunda öfkeden gözü karardı. Koşarak Ebu Cehil’i bul­maya gitti ve onu bulduğunda yayını bütün gücüyle sır­tına indirdi. “Ben onun dinini takip ederken, sen onu aşağılıyor musun?” diye bağırdı. “Eğer cesaretin varsa vur bana!” Ebu Cehil hemen yandaşlarını bastırdı ve onlara Hamza’yı rahat bırakmalarım söyledi. “Allah adına, evet, yeğenini ciddi şekilde aşağıladım,” diye iti­raf etti. Hamza’nın İslam dinine dönmesi Kureyşlileri etkilemişti; anlaşılır nedenlerle, Peygamberi rahat bırakmanın daha iyi olacağına karar verdiler.
Ama din değiştirişlerin en önemli nedeni Kuranhn kendisiydi. 616 yılında tüm Arabistan’dan hacılar Mek­ke’ye geldiklerinde, Ebu Cehil yandaşlarını şehir kapı­larına dikti ve hacıları Hz. Muhammed ile ilgili uyar­malarını söyledi. Batıdaki kabilelerden birinden gelen Tufeyl İbni Amr adında bir şair duydukları karşısında o kadar endişelendi ki Peygamberin vaazını duyma­mak için kulaklarına pamuk tıkadı. Ama Kâbe’ye gelip Hz. Muhammed’i tapmağın önünde ibadet ederken gö­rünce, aniden kendini gülünç hissetti. “Tanrı ruhumu korusun,” dedi, “işte buradayım, zeki bir adamım, iyi ve kötü arasındaki farkı mükemmel bir şekilde biliyo­rum. Bu adamın söylediği şeyleri duymaktan beni ne alıkoyabilir? Eğer iyiyse kabul ederim; eğer kötüyse reddederim.” Hz. Muhammed ona dini açıkladı ve Ku- ran’dan bazı bölümler okudu. Tufeyl hayrete kapılmış­tı. “Allah adına, bundan daha güzel ve daha adil bir şey duymadım!” diye bağırdı.Kabilesine geri döndü ve sonraki birkaç yıl içinde kendi kabilesinden yaklaşık yetmiş aileyi îslam inancına döndürdü.
Kuran’m olağanüstü güzelliği, insanları etkisi altına alıyordu. Tufeyl kulaklarındaki pamukları çıkardığın­da, korku engelini kendi iradesiyle aşmıştı. Ama diğer­leri hâlâ engelleri yerinde tutuyordu. Kureyşliler yeni bir taktik denemeye karar verdiler ve Hz. Muhammed ile anlaşma yapması için Abd Şems kabilesinden Utbe İbni Rabia’yı gönderdiler. Eğer sessiz kalmayı kabul ederse, ona istedikleri her şeyi vereceklerdi; para, pozisyon ve hatta krallık. Eğer bu doğruysa, Kureyşliler gerçekten çaresiz durumdaydılar; para birçok Kureyşli için kutsal değere sahipti ve mutlak otorite ya da kral­lık gibi olgulardan nefret ederlerdi. Utbe sözünü bitire­ne kadar bekleyen Hz. Muhammed, sonunda şöyle dedi: “Şimdi sen beni dinle.” Utbe arkasına yaslandı, ellerini arkasına koydu ve onlara yaslanarak dinlemeye başla­dı. Hz. Muhammed, bazı Kureyşlilerin ilahi mesajın ruhlarına girmesini engellemek için kalplerine örttük­leri bir engeli açıklayan 41. Sure’yi okumaya başladı:

Bu Kuran, Rahman ve Rahim olan Allah’tan indirilmedir.
Bu, hilen bir toplum için Arapça bir Kuran olarak âyetleri genişçe açıklanmış bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat onların çoğu yüz çevirmiştir. Artık onlar işitmezler. Dediler ki: “(Ey Muhammed!) Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz örtüler içerisindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık, seninle bizim aramızda da bir perde vardır. O halde sen (istediğini) yap, şüphesiz biz de (istediğimizi) yapacağız.”

Kuran genellikle kalbi örten ve mesajın gücünün ruha ulaşmasını engelleyen bir peçeden söz eder. Utbe he­nüz savunmasını indirmeye hazır değildi. Hz. Muham­med sureyi bitirdikten sonra yere kapandığında Utbe ona katılmadı ama dostlarının yanma döndüğünde, güçlü bir deneyim yaşamış olduğunu daha ilk bakışta anladılar. Utbe o kelimelerin güzelliğini dinlerken kendisine olanları açıklamakta zorlanıyordu. Sadece nasıl olmadıklarını söyleyebilmişti. Bu, Arapların da­ha önce bildikleri her tür ilhamdan farklıydı: Şiir gibi, bir büyücünün ilahileri gibi ya da bir falcının zekadan yoksun kehanetleri gibi değildi. Hz. Muhammed’in düşmanlarının hiçbirinin vahiylerin sahte olduğunu iddia etmemesi ilginçtir: Açıklayamadıkları bir şeyle­rin olduğu belliydi. Utbe sonunda Kureyşlileri şöyle uyardı: “Tavsiyemi dinleyin ve benim yaptığımı yapın; bu adamı tamamen rahat bırakın ve Tanrı adına, duy­duğum kelimeler bu ülkenin dışına taşacak.”
Bir seviyede, Hz. Muhammed’in bazı insanların ha­zır olduğu ama diğerlerinin sarsıcı ve rahatsız edici bul­duğu tamamen yeni bir yazın biçimi keşfettiği söylene­bilirdi. O kadar yeni ve o kadar güçlüydü ki sadece var­lığı bile mucize gibi algılanıyor, normal insan başarısı­nın ötesine geçiyordu. Hz. Muhammed’in düşmanlan onun gibi bir çalışma yaratmaya uğraştılar; ama Ku- ran’ın eşsiz karakteri, ilahi kökeninin başlı başına ka­nıtıydı ve ayetleri, Tanrı ile ilahi ve kutsal bir karşılaş­maya işaret ediyordu. Bugün bile Kuran okurken va da camilerinin duvarlarını süsleyen kutsal kitabın önünde otururken, Müslümanlar hâlâ ilahi ve gizemli bir gücü hissetmektedirler. Hıristiyanlar için İsa neyse, Müslümanlar için de Tanrı Kelamı’nın o olduğunu za­ten daha önce görmüştük. Daha sonraları bazı Müslü­manlar bunun “Yaratılmamış Söz”ün insan dilinde söy­lenmesi olduğunu iddia edeceklerdi. Dolayısıyla Kuran, ayrıcalıklı bir bilgiden fazlasıdır; Tevrat’taki sembolle­re, İsa’nın ilahi kimliğine benzer bir semboldür.
Bir metnin, bir sanat eserinin ya da bir müzik beste­sinin “Gerçek Varlığı” barındırması ya da ilahiyatı de- neyimletmesi, yakın geçmişte George Steiner ve Peter Fuller gibi bazı Batıldan esinlendirmiştir. İbni İshak ve diğer biyograflar İslam inancının Kuran’ı dikkatle dinleyen birinin tüm önyargıları veya korkuları aşarak “kalbine girmesinden” söz ettiklerinde, belki de Steinebm Real Presences: Is there anything in what ive say? (Gerçek Varlıklar: Söylediklerimizde bir şey var mı?) adlı kitabın­da açıkladığı estetik deneyime benzer bir şeyden söz edi­yorlardı. Kuran’da herhangi bir güzellik bulmakta zorla- nanlar, muhtemelen kendi geleneklerimizde Steiner’m ta­nımına benzer bir deneyim yaşamışlardır: “Varlığımızın nihai mahremiyetini kırıp geçen ciddi sanat, edebiyat ve müzik eserleri.” Steiner’a göre bu tür sanat eserleri, bize temelde şu mesajı verirler: “Hayatını değiştir.” Bir kez bu tür bir sanat eserinin davetini dinlediğimizde, kendi ruh­sal evimizde daha önce olduğu gibi yaşamaya devam et­memiz mümkün değildir.Steiner Tann’ya inanma­makta ve sanatın birçok kişi için şüpheci ve maddeci bir dünyada öte aleme geçebilmek için tek yol olduğunu öne sürmektedir. Elbette ki onun teorileri ile Kuran’m güzel­liği sayesinde hayatları sonsuza dek değişen Müslüman­ların yaşadığı deneyimler arasında büyük farklar vardır ama İslam inancının kutsal kitabıyla bu ilk karşılaşma­ların tanıklıkları, benzer bir huzursuzluktan, bir uyanış­tan, bir aydınlanmadan söz etmektedirler. Steiner'in kita­bı yayınlandığında büyük beğeni toplamıştı; dolayısıyla okurlarının birçoğunun bu deneyimi yaşadığ düşünülebi­lir ve teorisi, Arap literatürünün bu klasik kitabının ya­rattığı etki hakkında bize küçük de olsa bir fikir verebilir. Bir şair ve peygamber olarak Hz. Muhammed, bir metin ve teoloji olarak Kuran, dinî ve sanatsal deneyim arasın­daki yakınlığın en çarpıcı örneği gibi görünmektedir.
Bu istila ya da Steinehm deyimiyle, “çağrı” olmadan, erken dönem Müslüman toplumunun geçmişle tamamen bağını koparması, derin kutsallıkları çiğnemesi ve ön­yargıları aşması pek mümkün olamazdı. Kuran’m güzel­liği, içinde gömülü bir şeyle titreşmekte, kendi ötesinde
bir şeyi işaret etmektedir. Bireylerin en mahrem nokta­larına ulaşabilmekte, Müslümanların hayatlarını man­tıktan çok daha derin bir seviyede değiştirebilmektedir. Günümüzde Müslümanlar Kuran’m mucizesinin aynı et­kiyi bugün de insanlar üzerinde sürdürebilmesine bağla­maktadır; hatta anadili Arapça olmayanlar için bile. Ön­de gelen İr anlı alim Zeyd Hüseyin Nasır, Kuran’m Müs­lümanları hâlâ hayatlarını değiştirmeye zorladığını be­lirtmiştir. Özellikle ilk gelen sureler, insan dilinin ilahi Kelam’m ağırlığı altında nasıl ezildiğini göstermekte ve aynı zamanda bireyin içinde tutarsızlıklara işaret et­mektedir. Kuran’m içsel, sembolik anlamını keşfetmek için, Müslümanlar mesajı hayatlarına geçirmelidir. Ku­ran okumak ya da dinlemek, bilgi almak ya da belli bir yön tayin etmek için yapılan bir iş değildir; daha ziyade ruhsal bir disiplindir. Sembolik yorumlama yöntemi, ki­şinin kendi varlığının derinliklerine de inmesini gerekti­ren bir içsel anlam arayışıdır. Sembolik yorumlama anla­mına gelen te’vil kelimesi, bir şeyi kökenine götürmek demektir ve Müslümanlar kutsal metinle karşılaştıkla­rında, Kuran onları hariciden (zahiri) gizliye, varlıkları­nın içine (batmi) gitmeye, kökeni keşfetmeye zorlar.
Batılı bir kişi elbette ki tamamen farklı bir deneyim ya­şayacaktır. Tercüme sırasında Arapça’nın güzelliğine ulaş­mak mümkün değildir ama aynı zamanda hepimize ya­bancı olan bir yaklaşım tarzını da gerektirir. Kişinn kendi­ni sadece zihinsel ve harici okumaya vermesi, Arapça’nın niteliğinden etkilenerek sözlerin ötesinde yatan anlamı araştırmaması, muhtemelen hayal kırıklığınsa uğratıcı bir deneyim olacaktır; özellikle de okuma işi düşmanca bir ruhla ya da hayali bir üstünlük açısından ele alınırsa; ör­neğin, Gibbon’da bulduğumuz gibi: Bu, herhangi bir este­tik deneyim yaşatacak alıcı, yaratıcı bir ruh değildir.

616 yılının sonlarına doğru, en şaşırtıcı olaylardan biri yaşandı. Artık Hz. Muhammed’i öldürme zama­nının geldiğine karar veren Ömer İbni Hattab, kılıcı­nı eline alarak Mekke sokaklarından hızla geçti ve İslam Peygamberi’nin öğleden sonralarını geçirdiğini bildiği Safa Tepesi’nin eteklerindeki bir eve geldi. Kız kardeşi Fatıma’mn ve kocası Zeyd’in (hanefî Said’in oğlu) İslam inancına döndüğünü bilmiyordu ve onlar da Ömer’in ortalıkta olmadığına inanarak, Müslü­man demirci Habbab Bin Eret’i evlerine gelmeye ve birlikte en son gelen sureyi okumaya davet etmişler­di. Ama Safa Tepesi’ne yaklaşırken, yolda başka bir gizli Müslüman ile karşılaştı ve o kişi Ömer’i amacın­dan vazgeçirmek için geri dönüp kendi evinde olan bitenlere bakmasını söyledi. Ömer koşarak geri dön­dü ve sokağın köşesinden dönerken kendi evinin pen­ceresinden gelen Kuran ayetlerini duydu. Habbab aceleyle üst kata çıkarak gizlenirken, Ömer içeri gir­di ve kız kardeşine vurarak onu yere devirdi. Ama akan kanı görür görmez kendinden utandı; nedeni her ne olursa olsun, yüz ifadesi değişti. Habbab’m aceleyle düşürdüğü parşömeni aldı ve 20. Sure’nin ilk ayetlerini okumaya başladı. Kureyşliler arasında iyi okuma yazma bilenlerden biriydi. “Ne kadar güzel ve soylu sözler!” dedi hayranlıkla, okumayı bitirdiğinde. Herhangi bir vizyon ya da rüya görmemiş, herhangi biri tarafından ikna edilmemişti; sadece Kuran’m gü­zelliği güçlü nefreti ve önyargıları aşmış, kendisinin farkında bile olmadığı içsel benliğine ulaşmıştı. Ömer hemen kılıcını kaptı ve yine Mekke sokakların­da koşarak Safa Tepesi’nin eteklerindeki eve gidip içeri daldı. Saldırının en iyi savunma olduğunu dü­şünmüş olacak ki Hz. Muhammed onu pelerininden yakaladı. “Seni buraya ne getirdi, ey Hattab oğlu?” diye bağırdı. “Ey Tanrı’nın elçisi,” dedi Ömer, “bura­ya Tanrı’ya, elçisine ve elçisinin O’ndan getirdiğine inanmaya geldim.”Hz. Muhammed o kadar yüksek sesle şükretti ki geniş evdeki herkes Ömer’in geli­şinden korkarak hepsi saklanmıştı - olanları anladı.
Ama îbni İshak da Ömer’in İslam inancına dönüşüy­le ilgili hikâyenin farklı bir versiyonunu anlatmaktadır ve o da burada aktarmaya değer. Ömer tatil günlerinde bir hayli içen bir adamdı ve pazar yerinde arkadaşlarıy­la dolaşmaktan daha fazla sevdiği başka bir şey yoktu. Bir akşam içki arkadaşlarından hiçbiri görünmeyince, Ömer bunun yerine Kâbe’nin etrafında dönerek zaman geçirebileceğini düşündü. Oraya geldiğinde Hz. Mu­hammedi tapmağa yakın bir yerde durmuş, kendi ken­dine Kuran okurken buldu ve söylenenleri duymak iste­diğine karar verdi. Bunun üzerine büyük granit yapıyı örten damasko kumaşın altına gizlenerek sırtını duva­ra dayadı ve tapmağın etrafından o şekilde dolaşıp Hz. Muhammed’in önüne geldi. O anda Hz. Muhammed şöyle dedi: “Aramızda Kâbe’nin örtüsünden başka bir şey yoktu.” O anda Ömer’in bütün savunması düştü. Arapça’nın büyüsü etkisini göstermişti: “Kuran’ın ayet­lerini duyduğumda kalbim yumuşadı ve ağlamaya baş­ladım; o anda İslam içime girdi.”
Ömer ertesi sabah hatmi amcası Ebu Cehil’e verme­ye gitti; aslında yaptığı şey, aslanın inine girmekti. “Hoş geldin, yeğenlerin en iyisi!” diye karşıladı Ebu Cehil, ka­pıyı açtığında neşeyle haykırarak, “seni buraya ne getir­di?” Ömer gerisini şöyle anlatmıştır: “Ona Tanrı’ya, elçisi Hz. Muhammed’e ve getirdiği şeyin doğruluğuna inandı­ğımı söylemek için geldiğimi açıkladım. Kapıyı yüzüme çarptı ve bağırdı: ‘Sana lanet olsun! Getirdiğin şeye lanet olsun!’ Kolayca tahmin edileceği gibi, Ömehin İslam inancına dönmesi bardağı taşıran damla oldu; özellikle de yalnızken secde etmeyi istememesi ve bunu Kâbe’nin yakınında, herkesin gözü önünde yapması yüzünden. Ebu Cehil ve Ebu Süfyan onu izlemeye dayanamıyor- lardı ama yapabilecekleri bir şey yoktu, çünkü Ömer kendi kabilesi Adi tarafından korunuyordu.
Ebu Cehil’in şimdi başka bir planı vardı: Diğer tüm kabileleri Müslüman tehdidine karşı birleştirerek Haşim ve Abdül-Muttalib kabilelerine boykot uygulamak ve böylece Hz. Muhammed’i ve ona inananları açlıktan öl­dürmek. Hiç kimse, dışlanmış iki kabileyle ticaret yap­maz, kız alışverişinde bulunmazdı; bu da kimsenin onla­ra yiyecek satmaması anlamına geliyordu. Güvenlikleri­ni sağlamak adına, Müslüman olan ve olmayan tüm Ha­şim ve Abdül-Muttalib üyeleri, Ebu Talib’in artık küçük bir kenar mahalle haline gelmiş olan sokağına taşındılar. Hz. Muhammed, Hatice ve ev halkı oraya geldiğinde, Ebu Leheb ve ailesi oradan taşınıp Abd Şems bölgesinde­ki resmi binaya yerleştiler. Boykot iki yıl sürdü. Ebu Ta- lib ile Haşim ve Abdül-Muttalib kabilelerinin Müslüman olmayan üyeleri, kabile prensipleri gerektirdiği için ak­rabalarını terk etmemişlerdi. Ama kimse bu yasaktan hoşlanmamıştı, çünkü Haşim ve Abdül-Muttalib kabile­lerinde akrat lan olanlar vardı ve onlan açlıktan öldür­me düşüncesine vicdanları el vermiyordu. Ebu Bekir ve Ömer gibi Müslümanlar (başka kabilelerin üyeleriydiler) düzenli olarak iki kabileye yemek ve erzak gönderiyor, diğer akrabaları ve dostları da onlardan geri kalmıyordu. Haşim kabilesinde çok sayıda akrabası olan Hişim İbni Amr, geceleri sık sık Ebu Talib’in sokağına erzak ve yiye­cek yüklü bir deve getiriyor, hayvanın sağrısına vurarak onu sokağa gönderiyordu. Bir defasında Hatice’nin yeğe­ni Hakim İbni Hizam, elinde bir un çuvalıyla sokağa gir­mek üzereyken Ebu Cehil tarafından durduruldu. Çok geçmeden ikisi şiddetli bir tartışmaya tutuştular ve ora­dan geçen biri de Hakim’in tarafını tutarak olaya katıldı: Ebu Cehil, kendi halasına yemek götüren bir adamı engellemek konusunda ciddi miydi? Ebu Cehil yine de Ha- kim’i bırakmayınca, öfkelenen ikinci adam çenesine güç­lü bir yumruk indirerek onu yere devirdi.
Mekke’de şiddet olaylarının yasak olduğu dört kutsal ay boyunca, Hz. Muhammed ve Müslümanlar yaşadıkları sokaktan ayrılıp düzenli olarak Kâbe’ye gidebiliyorlardı. Ama orada ağır hakaretlerle karşılanıyorlardı. Ebu Le- heb’in şair olmakla övünen eşi Peygamber geçerken yük­sek sesle aşağılayıcı sözler söylemeye bayılıyordu. Bir de­fasında bir avuç dikenli odunu Hz. Muhammed’in önüne attı. 111. Sure’nin o noktada ortaya çıktığı sanılmaktadır:

Sure 111
Ebû Leheb’in elleri kurusun. Zaten kurudu.
Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı.
O, bir alevli ateşe girecekti Boynunda bükülmüş hurma liflerinden bir ip olduğu halde sırtında odun taşıyarak eşi de (o ateşe girecektir).

Dağdaki Vaaz ile yetişmiş olanlar, Hz. Muhammed’in diğer yanağını çevirmemesini pek hoş karşılamayabilirler. Ama Incil’de İsa’nın kendisi de düşmanlarını yumuşak bir şekil­de lanetlemiştir. Sözünü dinlemeyen iki kasaba için kötü­cül kehanetlerde bulunmuştur ve Matta’da söylendiğine göre, Farisi ve Sadukileri onur kırıcı bir dille eleştirmiştir.
Yine bu noktada, Kuran’da yeni bir uzlaşmazlık or­taya çıkmaktadır. Sürekli olarak, Tanrı Kelamı’nı dinle­meye yanaşmayan Mekke’yi bekleyen bir felaketten söz etmektedir. Görünüşe bakılırsa, Müslümanların bu zor dönemde Musevi kutsal metinleriyle ilgili bilgileri artı­yordu. Kuran, Müslümanları rahatlatmak için eski pey­gamberlerle ilgili yeni hikâyeler anlatmaktadır. Bu hi­kâyeler genellikle “Musa’nın hikâyesini duydunuz mu?” ya da “Firavun’un hikâyesini anladınız mı?” gibi soru­larla başlamaktadır. Musa, boykot süresince en popüler peygamberdi. Kuran, onun Firavun’u Tanrı Kelamı’na boyun eğmesi konusunda uyardığını ama Mısırlıların onu dinlemediğini ve sonunda cezalandırıldıklarını tek­rar tekrar hatırlatmaktadır. Ama diğer peygamberler de - Yusuf, Nuh, Lut, Yakup, İsa kendi insanlarını doğru şekilde yaşamaları, adil ve yardımsever bir top­lum yaratmaları için uyarmış, aksi takdirde kaçınılmaz bir felaketle karşılaşacaklarını söylemişlerdir. Yine de, Hz. Muhammed’in kutsal metinlerle ilgili bilgisi hâlâ sınırlıydı. Arapların kendi geleneklerinde saygı duy­dukları peygamberler, statü açısından eşitlermiş gibi Kutsal Kitap peygamberleriyle yan yana konuyordu; aslında, daha önce gördüğümüz gibi, Kuran doğru reh­berlik edilen tüm dinleri Tanrı’dan gelmiş saymaktadır. Hz. Muhammed, peygamberlerin hangi sırayla geldik­lerini bilmiyordu; örneğin îsa’nm annesi olan Meryem ile Musevi kutsal metinlerinde Musa’nın kız kardeşi olarak adı geçen Meryem’i aynı kişi sandığı düşünül­mektedir. Ama peygamber hikâyeleri, orijinal încil ver­siyonundan ziyade Hz. Muhammed’in ve ilk Müslü­manların durumunu yansıtmaktadır. Nuh peygamber ile ilgili hikâye, Hz. Muhammed’in Mekke’deki otorite­lerle yaşadığı sorun ve peygamberliğiyle ilgili öne sürü­len itirazlar hakkında net bir fikir sunmaktadır:

Andolsun biz, Nuh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik de, “Ey kavınim! Allah’a kulluk edin.
Sizin ondan başka hiçbir ilahınız yoktur.
Allah’a karşı gelmekten hâlâ sakınmaz mısınız?” dedi.
Bunun üzerine kendi kavminden inkar eden ileri gelenler şöyle dediler: “Bu ancak sizin gibi bir beşerdir, size üstünlük taslamak istiyor.
Eğer Allah dileseydi bir melek gönderirdi.
Biz önceki atalarımızdan böyle bir şey duymadık."

Ama daha önce gördüğümüz gibi, Kuran bütün bu hikâ­yeleri tarihsel kayıtlar yerine Tann’mn insanoğluna yaklaşımıyla ilgili semboller olarak ele almakta, hikâye­lerde verilmeye çalışılan mesajları vurgulamaktadır.
Nuh insanları tarafından reddedildikten sonra, Al­lah ona bir gemi yapmasını söyler ve uyarıyı dinleme­yenlerin hepsini boğar. Bu dönemde, Ahiret Günü Kuran’da korkutucu bir anlam kazanmaktadır: Büyük sembolik senaryolarda adil olanlar olmayanlardan ay­rılmakta, bu da gelecek dünyanın cezalarından korkan­lar için bir işaret oluşturmaktadır. Ama Kuran, ceza­nın keyfi olmayacağını da vurgulamaktadır: Peygam­berlerin uyarılarına kulak asmayan şehirler ve halklar, yıkımı kendi üzerlerine çekmektedirler. Mekke şehri şimdi bir felaket yaşayacaktır, çünkü Kureyşliler ya­şam tarzlarını düzeltmeyi ve gerçek düzenle uyum için­de bir toplum yaratmayı reddetmişlerdir.
Ama bu dönemde Kuranın mesajı tamamen yıkımla ilgili değildi. Müslümanları sürekli olarak sabırlı dav­ranmaya, acılarına saygınlık ve kararlılıkla dayanma­ya teşvik ediyordu. Yaşadıkları durumu düşmanlarına karşı kan davası başlatmak için bir fırsat olarak görme­meliydiler. Geçmiş peygamberlerin hikâyeleri, dinleri­nin canavarımsı bir “buluş” olmadığına işaret çekerek de onları rahatlatıyordu; kendi babalarına ve atalarına sırtlarını dönüvormuş gibi görünseler bile, insanoğlunu doğru şekilde yaşamaya teşvik etmiş olan ilk Peygam­ber Adem’e kadar uzanan kendilerine ait bir ruhsal so- yağaçları vardı. Bu dönemde, Hz. Muhammed Kureyş­liler ile tamamen zıt düştüğünü görebiliyordu; hatta Ebu Cehil’den daha az uzlaşmaz olanlarla bile. Boyko­tun uygulamaya konmasından kısa süre sonra, küçük bir delege barışçıl bir çözüm bulma umuduyla Hz. Muhammed’e yaklaştı. Mahzum kabilesinden saygın Halid - Hz. Muhammed tarafından kişisel olarak tehdit edile­meyecek kadar ölüme yakındı - önderliğinde, Sahim, Esad ve Cuma kabilelerinden üç önemli adam daha vardı. Bu kabilelerin hepsi eski Hilf El-Fudul’un üyele­riydi ve muhtemelen delegeler uygulanan yasağın Ebu Cehil’e Mekke’de çok fazla güç kazandıracağından kor­kuyorlardı. Hz. Muhammed’in potansiyel becerisinin farkındaydılar ve daha zayıf kabilelerin yazgılarını de­ğiştirebileceğini hissediyorlardı.
Delege bir öneri sundu: Müslümanlar kendi dinle­rine göre Allah’a tapmaya devam ederken, diğerleri de Lât, Uzza ve Menat’a tapmayı sürdürebilirlerdi. Ama Hz. Muhammed bunu çoktan düşünmüştü bile. Delegeye yolları tamamen ayıran bir şekilde, 109. Sure ile cevap verdi:

Sure 109 De ki: “Ey kâfirler!”
“Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem.”
"Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.” “Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim.” "Si.z de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.” “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”

Boykot iki yıl daha devam ettikten sonra, Hz. Mu­hammed için durum aniden düzeldi ve kararlılık sonuç vermiş gibi göründü. Boykot halk içinde giderek popü­lerliğini kaybediyordu, çünkü insanların akrabalarının açlıktan ölmesini izlemeye zorlanması, Arap gelenekle­rine çok ters düşüyordu. Üstelik düzenli olarak ve gizli­ce, mahalleye yiyecek ve erzak akıyordu. Sonunda, Ha­şini ve Abdül-Muttalib kabilelerine çok yakın olan dört Kureyşli, yasağı kaldırmak için bir plan yaptılar. Ebu Taiib’in sokağına yiyecek yüklü develer gönderen ilişim İbni Amr, destek toplamaya başladı ve Ebu Cehil’i zorlamak için kendisi gibi düşünen dört kişi daha bulabil­di. Bunlardan üçü - El-Mutim İbni Adi, Ebu El-Bektar İbni Hişam ve Sama İbni El-Arvad eski Hilf kabilele­rine dahildi ve muhtemelen Ebu Cehil’in kabilesi Mah- zum’un yasak sırasında Mekke’de çok fazla güçlenmiş olmasından dolayı endişeliydiler. Ama dördüncü ada­mın kendisi de Ebu Talib’e yakın olan El-Züheyr İbni Ebi Umeyye - Mahzum kabilesinin üyesiydi ve açılışı onun yapmasına karar verildi.
Kararlaştırılan günde, Züheyr uzun bir beyaz elbise giydi ve ağırbaşlı bir şekilde Kâbe etrafındaki dönüşü­nü tamamladı. Sonunda öne çıktı ve şehrin yaşlılarına açıkça seslendi. Haşim ve Abdül-Muttalib kabileleri böylesine acı çekerken, nasıl oturup izleyebilirlerdi? Ebu Cehil öfkeyle itiraz etti ama Züheyr’in hareketiyle diğer dört adam da öne çıkıp onu destekledi. Sonunda Mutim Kabe’ye girerek boykotun başlarında kabilelerin imzaladığı parşömeni buldu. Parşömenin kurtlar tara­fından kemirilmiş olduğunu ve sadece üzerinde “Al­lah’ın adıyla!” yazılı başlangıç kısmının bulunduğu par­çanın sağlam kaldığım görünce, insanlar çok etkilendi. Boykotun kaldırılması için ısrar ettiler.
Müslüman toplumda büyük bir sevinç yaşanmış ol­malıydı; daha iyi bir dönem başlıyor gibi görünüyordu. Habeşistan’da sürgünde yaşayanlar haberi duymuşlar­dı ve Osman İbni Mahzum yaklaşık otuz aileyi Mek­ke’ye doğru yola çıkarmıştı; diğerleri, Ebu Talib’in oğlu Cafer ile birlikte geride kaldı. Hz. Muhammed ve Hati­ce, kızları Rûkiye ve kocası Osman İbni Affan’a kavuş­tukları için çok mutluydular. Ama göçmenler çok erken dönmüştü. Gizli yiyecek ve erzak akışına rağmen boy­kot ister istemez bazı zorluklar doğurmuştu ve 619 yılı­nın başlarında gerçekleşen bir ölüm, Hz. Muhammed’in Mekke’deki varlığını imkansız kılacaktı.


7 - Hicret: Yeni Bir Yön

Biyografları 619 yılı için bazen Hz. Muhammed’in Hü­zün Yılı derler. Boykotun kaldırılmasından kısa süre sonra, Hatice öldü; altmışlı yaşlarındaydı ve yiyecek kıtlığı yüzünden sağlığı ciddi şekilde kötüleşmiş olma­lıydı. Hz. Muhammed’in en yakın dostu ve destekçisi olduğundan, ölümünden sonra kimse onun yerini ala­mazdı. Sadık Ebu Bekir veya ateşli Ömer bile Hz. Mu- ’nammed’e benzer yakınlıkta bir desteği sağlayamaz­lardı ve kaybı onu derinden etkilemiş olmalıydı. Ama bir süre sonra, ikinci bir ölümün daha pratik sonuçları olacaktı. Ebu Talib korkunç şekilde hastaydı ve iyileşe­meyeceği belliydi. O ölmeden önce, Kureyşliler barış için son bir girişimde bulundular. Ona fazlasıyla yük­lenmiş olmalarına rağmen, Ebu Talib’in kabile üyeleri­ne desteğini kesmeyerek gerçek bir Arap kabile reisi gibi davranmış olduğunu biliyorlardı ve şimdi Ebu Ce­hil, bir uzlaşma isteğiyle onun yatağının başına bir de­lege grubu getirmişti; eğer Hz. Muhammed onların di­nini kabul ederse, onlar da Hz. Muhammed’i rahat bı­rakacaklardı. Ama Hz. Muhammed bu konuyu iki yıl önce uzun uzun düşünmüştü; Kureyşlilere sadece tek bir Allah olduğunu söyledi. Kureyşliler öfkelendi ve küstah bir şekilde kendileriyle Hz. Muhammed arasın­da Allah’ın hakemlik etmesini söyleyerek gittiler.
Onlar gittikten sonra, Ebu Talib ona uzlaşmayı red­detmekte haklı olduğunu söyleyerek Hz. Muhammed’i şaşırttı; Hz. Muhammed amcasına bir adım daha atma­sı ve Allah’a teslim olması için yalvardı. Ebu Talib, böyle bir şeyi ancak onu memnun etmek için yapabileceğini söyleyerek karşılık verdi. Yaşarken yaptığı gibi, ölürken de atalarının dinine sadık kalacaktı. Abbas ölmek üzere olan adamın dudaklarının hareket ettiğini gördü ve Hz. Muhammed’e sanki şahadet getiriyormuş gibi geldiğini söyledi. Ama Hz. Muhammed başını iki yana salladı; Ebu Talib’in İslam inancına geçmediğini biliyordu.
Haşim kabilesinin yeni lideri, Hz. Muhammed hak­kında çok ciddi düşünceleri olan Ebu Leheb idi ama Ebu Leheb başlangıçta onu koruması altına aldı. Şim­di şef olduğu için elbette ki bu beklenen bir şeydi ama Ebu Talib’in sağladığı koruma kadar etkili değildi, çünkü herkes bu korumanın gönülsüzce verildiğini bi­liyor, Hz. Muhammed’in yeni kırılganlığından yarar­lanmaya çalışıyordu. Komşuları bir koyunun rahim yatağıyla ona iğrenç şakalar yaptılar; ibadet ederken bu iğrenç nesneyle Hz. Muhammed’e vuruyorlardı ve hatta şakacılardan biri elindekini ailenin yemek ten­ceresine atmıştı. Hz. Muhammed bir gün şehirde yü­rürken, genç bir Kureyşli üzerine baştan aşağı toprak attı. Bu halde eve döndüğünde kızı gözyaşlarına bo­ğuldu ve babasını temizlerken ağlamaya devam etti. “Ağlama, benim küçük kızım,” diye yatıştırdı Hz. Mu­hammed. “Tanrı babanı korur.” Ama hüzünlü bir tavır­la kendi kendine ekledi: “Ebu Talib hayattayken, Ku- reyşliler bana asla böyle davranmamışlardı.”
Hz. Muhammed’in yeni zayıflığı, diğer Müslümanla­rın pozisyonunu da etkilemişti. Örneğin Ebu Bekir, boy­kot yüzünden tamamen batmış, 40,000 dirhemlik ser­mayesi 5,000 dirheme inmişti. Cuma kabilesinin bölge­sinde yaşıyordu ve İslam inancına döndüğünden beri şişko şef Umeyye Bin Halef ile arası kötüydü. Umeyye, zulüm döneminin başlarında kölesi Bilal’e güneşte ezi­yet etmeyi seviyordu ama şimdi aynı şeyi saygın bir tüc­car olan Ebu Bekir’e de yapabiliyordu. Onu ve genç ku­zeni Talha’yı birlikte yere yatırıp bağlıyor, kavurucu sı­cak altında ikisini bu halde bırakıyordu. Duruma bakı­lırsa, Taym kabilesi artık Ebu Bekir’i koruyamıyor ya da korumak istemiyordu; dolayısıyla Bin Halef de ona iste­diği gibi eziyet ediyordu. Artık onun için Mekke’de bir gelecek kalmamıştı. Hz. Muhammed’in izni ve kutsama­sıyla şehirden ayrılarak Habeşistan’daki sürgün gruba katılmak üzere yola çıktı. Ama yolda küçük göçebe kabi­lelerinin şefi İbni Dugumma ile karşılaştı. Kureyşlilerin dostu olan îbni Dugumma, Ebu Bekir’in Mekke’den ko­vulması haberiyle dehşete kapıldı. Ona hemen geri dön­melerini önerdi; Ebu Bekir’i kendi koruması altına ala­caktı. Ebu Bekir sevinçle kabul etti ve İbni Dugumma’dan yararlanmak niyetinde olan Kureyşliler, duru­mu kabul etmek zorunda kaldılar ama Bedevi’den Ebu Bekir’in halk içinde Kuran okumayacağını veya ibadet etmeyeceğini garantilemesini istediler. Sonuçta karizmatik bir adamdı ve gençleri babalarının dininden ayı­rabilirdi. İbni Dugumma da bu şartları kabul etti ve Ebu Bekir sadece kendi evinde ibadet edeceğine söz verdi.
Ama diğerleri o kadar yumuşak başlı değildi. Osman İbni Mahzum, Mahzum kabilesinin bir üyesiydi ve Ha- lid’in güçlü koruması altındaydı ama diğerleri acı çe­kerken kendisinin güvende olması fikri hoşuna gitmi­yordu. Bu yüzden Halid’e gitti ve yaşlı adamın şaşkınlı­ğına aldırmadan korumasını kaldırmasını istedi. Aslın­da bu, Müslüman inancından çok Hıristiyan karakte­ristiği taşıyan bir hareketti. Roma zulmü sırasında ba­zı Hıristiyanlar şehitlik mertebesine ulaşmak için ken­dilerini otoritelere teslim etmişlerdi ama Hz. Muhammed bu tür davranışları onaylamıyordu. Ayrıca, bu tür bir davranış Arap geleneklerine de ters düşüyordu; Ara­bistan’da hayat, fazladan risk ve acı olmadan da yete­rince zordu zaten. Birkaç gün sonra, dönemin en büyük Arap şairi olan Lebid İbni Rabia’nın şiir gösterisine Os­man da katıldı. Lebid şehirlerini ziyaret ettiği için Kureyşliler onur duymuşlardı ve Osman soru yağmuruna başladığında mahcup olmuşlardı. Lebid, “Allah dışında her şey boştur,” dediğinde, Osman “Doğru!” diye bağır­dı; ama Lebid, “Ve güzel olan her şey zaman içinde yok olur,” dediğinde, Osman bu kez şöyle haykırdı: ‘“Yalan söylüyorsun! Cennetin güzellikleri asla yok olmaz!” Bu saygın bir konuk karşısında bağışlanamaz bir davra­nıştı ve Lebid ciddi şekilde alındı. “Ey Kureyşliler,” de­di, “dostlarınız asla böyle utandırılmazdı. Aranızda bu tür şeyler ne zamandan beri oluyor?” “Onun söyledikle­rine aldırma,” diye bağırdı seyircilerden biri, “bu Muhammed ile dolaşan sersemlerden biri. Dinimizi terk ettiler.” Ama Osman o kadar saldırganlaştı ki bu sözü söyleyen adam ayağa kalktı ve Osman’ın gözünü mo­rarttı. Bu olayları dehşetle izleyen ve uygar bir adam olan Halid, seslendi: “Ey yeğen, benim korumam altın­da kalsaydm, gözün böyle morarmazdı.” Ama Osman diğer yanağım çevirdi ve adamı diğer gözünü de mo­rartması için kışkırttı. Hz. Muhammed bu tatsız olaydan uzak kalmakla doğru davranmıştı. Böyle bir kabalığı kendisi de hoş karşılamazdı ve muhtemelen ihtiyacı olan en şey, böyle bir provokasyondu.
Ama kriz bir kez patlak vermişti. Ebu Cehil’in ya­nında oturan Ebu Leheb, Hz. Muhammed’e kendisini çok seven ve çocukluğunda onunla gurur duyan babası Abdül Muttalib’in cehennemde olup olmadığını sordu. Bu hileli bir soruydu. Hz. Muhammed, doğru dine dön­meyenlerin kurtarılamayacağı konusundaki Musevi- Hıristiyan fikrini benimsemişti. Monoteistlerin son yıl­larda geliştirdiği kurnazca cevapların hiçbiri bu kez kendisini kurtarabilecek gibi görünmüyordu. Eğer es­ki putperestliğin Abdül Muttalib gibi insanları kurta­rabileceğini söylerse, Kureyşliler doğal olarak o dini terk etmenin gerekmeyeceğini söyleyeceklerdi. Ama eğer Abdül Muttalib’in kurtarılamayacağım söylerse, Ebu Leheb sevilen bir adamın anısını aşağılayan biri­nin üzerinden korumasını kaldırırdı.
Hz. Muhammed’in yeni bir koruyucuya ihtiyacı var­dı ve Lât’m şehri Taifte böyle birini bulmaya çalışması, ne kadar umutsuz olduğunu gösteriyordu. Taif, Mekke gibi bir ticaret şehriydi ama o kadar başarılı değildi. Yi­ne de Arabistan’ın daha verimli bir bölgesindeydi ve Hz. Muhammed tepedeki surlarla çevrili şehre yaklaşırken, güzel bahçelerden ve mısır tarlalarından geçti. Abd Şems ve Haşim kabilelerinin burada yazlık villaları vardı ve bu yüzden, Hz. Muhammed şehirde bazı bağ­lantılar kurabilirdi. Ama antik tapmağın muhafızları olan Sakif, Hz. Muhammed’in Lât’a yönelttiği hakaret­lerden dolayı öfkelenmiş olduğundan, bu çok riskli bir işti. Üç ağabeyini ziyaret etti ve onlardan dinini kabul etmelerini, kendisini korumalarına almalarını istedi ama aşağılayıcı bir şekilde terslendi. Üç kardeş Hz. Muhammed’in bu teklifinden o kadar öfkelenmişlerdi ki kölelerini sokaklarda peşine takmışlardı.
Hz. Muhammed gruptan kurtulmak için Utbe İbni Rabia ve kardeşi Şeybe’ye ait olduğunu bildiği bir mey­ve bahçesine girdi; Şeybe o sırada bahçede oturuyordu ve olanları görmüştü. îki kardeş de Mekke’de Hz. Muhammed’e karşı hareketin önde gelenlerindendi ama dürüst insanlardı ve bir Kureyşİi’yi bu durumda gör­mekten rahatsız olmuşlardı. Bir köle çocuğu elinde bir tabak üzümle ona gönderdiler. Meyve bahçesinde sakla­nan Hz. Muhammed, kendi kaynaklarının tükendiğini hissediyordu. O anda Hatice’yi çok özlüyor olmalıydı: Karısı böyle zamanlarda hep yanında olurdu ve şimdi de onun tavsiyesine ihtiyacı vardı. Tehlikeli bir durumda Arapların bir tanrıya ya da cinlere sığınması normaldi ama Hz. Muhammed şimdi tek Tanrı’ya sığınmıştı.
Ey Allah’ım, insanların karşısında zayıflığım, kaynaksız- lığım ve yalnızlığım için sana sızlanıyorum. Ey Bağışla­yıcı Rab, Sen zayıfların Efendisi, benim Efendimsin. Be­ni kime teslim edeceksin? Beni taciz etmekten uzak bin­lerine mi? Yoksa benden daha güçlü kıldığın bir düşma­na mı? Eğer bana kızgın değilsen, benim için hiçbiri fark etmez. Senin tercihin benim tercihimdir. Karanlıklann aydınlandığı, bu dünyanın ve sonrakinin düzenlendiği Senin aydınlık yüzüne sığmıyorum; öfken benim üzerime inmesin, gazabın beni hedef almasın. Önemli olan Senin memnun olmandır. Senden büyük hiçbir güç yoktur.
İbni İshak’m Hz. Muhammed’in zihin yapısıyla il­gili böylesine mahrem bilgiler vermesi sıra dışıdır ve bu da Hz. Muhammed’in ruhsal gelişiminde bir krizi temsil etmektedir. Artık insanların dostluğuna güve­nemiyor, Allah’tan başka tanrı, güvenlik veya gerçek “koruyucu” olmadığını anlıyordu.
Köle çocuk Addas elinde üzüm tabağıyla yanına geldi­ğinde, Tanrı neredeyse o anda duasına cevap vermişti. Modern Irak’taki Ninova’dan gelen bir Hıristiyan çocuktu ve bu Arap’m yemeden önce tabağı “Tanrı adına” kutsadı­ğını görünce şaşırmıştı. Addas’m Peygamber Yunus’un şehri olan Ninova’dan geldiğini duyunca o da şaşırdı ve Addas’a kendisinin de bir peygamber ve bu yüzden Yu­nus’un kardeşi olduğunu söyledi. Addas o kadar duygu­landı ki Hz. Muhammed’in alnını, ellerini ve ayaklarım öptü; olayı izleyen Utbe ve Şeybe tiksintiyle bakıyordu. Bu, Hz. Muhammed’in gençler üzerindeki etkisinin bir di­ğer kanıtıydı. Ama Hz. Muhammed, Kutsal Kitap insanla­rından biriyle böyle bir bağlantıya girmiş olmaktan dolayı
çok mutluydu ve Arabistan’ın dışındaki dünyada insanla­rın peygamberlik iddiasını anlayacaklarını görüyordu; Hicaz’daki Araplar anlamasa bile. Eve geri dönerken, kendi kendine okuduğu Kuran’ı duyan ve güzelliği karşı­sında etkilenen bir grup cin onu daha da rahatlattı. Ama Allah’a sığınmak, Hz. Muhammed’in insan koru­masından uzak kalacağı anlamına gelmiyordu. Kuran, Müslümanların kendi başlarının çaresine bakmak için ellerinden geleni yapmasının ve her şeyi Tanrı’ya bırak­mamalarının beklendiğini açıkça vurgulamaktadır: İn­sanlar kendi durumlarını düzeltmek için uğraşmadıkça, Tanrı o insanların durumlarını düzeltmek için bir şey yapmayacaktır. Bu, günümüzde politik mücadeleye gi­ren Müslümanların sık sık tekrarladıkları bir ayettir. Hz. Muhammed şehre girmeden önce, diğer kabilelerin şeflerine haber gönderdi ve kendisini kabul etmelerini is­tedi. Yaklaştığı ilk iki şef - Zühre kabilesinin şefi Ahnes Bin Şerik ve Amr kabilesinin şefi Süheyl İbni Amr - ka­bile prensiplerine dayanarak reddettiler ama üçüncüsü Nevfel kabilesinin şefi Mutim; boykotun kaldırılma­sı için çalışanlardan biriydi - Hz. Muhammed’i koruma­sı altına aldı ve böylece Hz. Muhammed şehre girebildi.
Yine de, bu uzun ömürlü bir çözüm olmayacaktı ve Hz. Muhammed bu kez daha sürekli ve güçlü bir koru­ma bulmayı umarak yıllık hac için şehre gelen Bedevi­lere vaaz vermeye başladı. Misyonuna artık diğer Arapları da dahil ediyordu. Bedeviler başlangıçta düş­manca davrandılar ve Hz. Muhammed’in dinine hiç il­gi göstermedikleri gibi, bir yandan da onu aşağıladılar. Perişan bir dönemdi ama belki de Hz. Muham- med önyargılarının ötesine geçmeye zorlandığından ve kendi kaynakları tükendiğinden, 620 yılında ha­yatının en önemli mistik deneyimini yaşadı.
Ali ve Cafer’in kız kardeşi olan kuzeni Ümmi Hani’yi ziyaret ediyordu. Kadının Kâbe yakınlarındaki evinde gecenin bir yarısı uyandı ve Kuran okumaya başladı. Bir süre sonra, tapmağın kuzeybatı tarafındaki kapalı bir yer olan hicirde uyumaya karar verdi. Aniden, Ceb­rail onu uyandırdı ve Buruk denen bir cennet atıyla onu götürdü. Birlikte mucizevi bir şekilde, Kuran’m adına el-mescid el-aksa dediği Kudüs’e geldiler. Bu gece uçuşundan (isra) sonra, Hz. Muhammed ve Cebrail Ta­pmak Dağı’na indiler ve orada İbrahim, Musa, İsa ve diğer peygamberler tarafından karşılandılar. Birlikte dua ettiler ve Hz. Muhammed’e içinde su, süt ve şarap olan üç kadeh getirdiler. Hz. Muhammed, bir tarafta çi­lecilik ve diğer tarafta hedonizmin arasında orta yolu bulmaya çalışan İslam’ın bir sembolü olarak sütü seçti. Sonra bir merdiven {miraç) getirildi ve Hz. Muhammed ile Cebrail yedi cennetin ilkine tırmanıp Tanrı’nm Tah- tı’na doğru yükselmeye başladılar. Her seviyede, büyük peygamberlerden birini görüyordu. Adem’in yönettiği Birinci Cennet’te, Hz. Muhammed’e cehennemin bir gö­rüntüsü gösterildi; İsa ve Vaftizci Yahya, İkinci Cen- net’teydi; Yusuf Üçüncü’de; Enoş Dördüncü’de; Harun ve Musa Beşinci ve Altmcı’da; son olarak İbrahim de ilahi alemin kapı eşiği olan Yedinci Cennet’teydiler.
İbni İshak bu mutlak vizyonu tanımsız bırakmaktadır ama bu deneyime özel anlam kazandıran bir geleneği ak­tarmaktadır ama bu, Hz. Muhammed için kişisel bir de­neyim gibi görünmektedir, çünkü Kuran’da bu olayla il­gili bir ayet ya da sure yoktur. İlahi tahta ulaştığında, Tanrı Hz. Muhammed’e Müslümanların günde elli kez ibadet etmesini buyurdu; ama yolda geri dönerken Musa onu durdurdu ve Hz. Muhammedi geri göndererek sayı­nın azaltılmasını istemesini söyledi. Musa, ibadet sayısı beşe indirilene kadar Hz. Muhammedi geri göndermeye devam etti. Aslında bunun da hâlâ çok fazla olduğunu düşünüyordu ama Hz. Muhammed daha fazla azaltılma­sını isteyemeyecek kadar mahcuptu. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Müslümanlar günde beş kez ibadet et­meyi sürdürdüler. Bu gelenek, dinin ezici bir yük olması gerekmediğini ama herkesin uyum sağlayabileceği orta­lama bir disiplini olduğunu göstermektedir.
Bu dinî deneyim, İslam ruhsallığının gelişiminde son derece önemlidir. Ay’ın yedinci ayı olan Recep ajanın 27. günü kutlanır ve asırlar boyunca mistikler, filozoflar ve şairler, bu özel olayın önemini tartışmışlardır. Hatta Ba­tı geleneklerine bile girmiştir, çünkü Müslümanların mi­raç olarak yorumladıkları bu cennete jdikseliş olaja, Dante’nin İlahi Komedya adlı eserinde cehennem, dünya ve cennete yaptığı hayali yolcuğu anlatışında bile kendi­ni göstermektedir; ama Dante, tipik Batı şizofrenisiyle İslam Peygamberi’ni cehennemin en alt katlarından biri­ne koymuştur. Sufiler de bu denejdmle özel olarak ilgile­niyorlardı ve Hz. Muhammed’in bu mutlak vizyonunun Kuran’da 53. Sure’de açıklandığına inanıyorlardı:

Andolsun ki, o, Cebrail’i bir başka inişte daha (aslî suretiyle) görmüştü.
Sidretü’l Müntehâ’mn yanında.
Me’ua cenneti onun (Sidre’nin) yanındadır.
O zaman Sidre’yi kaplayan kaplamıştı.
Göz (gördüğünden) şaşmadı ve (onu) aşmadı.
Andolsun ki, o, Rabbinin en büyük alametlerinden bir kısmını gördü.

Hint geleneğinde olduğu gibi, Lut Ağacı insan bilgisini sınırlamaktadır. Kuran, Hz. Muhammed’in Tanrı’nın Kendisi’ni değil, işaretlerinden birini gördüğünü belirt­mektedir ve daha sonraki mistikler vizyondaki para­doksu Hz. Muhammed’in İlahi Kaynağı hem görmesi hem de görmemesi olarak açıklamışlardır.
Sufiler Hz. Muhammed’i kahraman olarak tanımla­mış, bu deneyimde Tann’ya yeni bir yoldan gittiğini söy­lemişlerdir ki bu deneyim, birbirinden çok farklı gelenek­lerdeki diğer mistiklerin deneyimlerine çok yakındır. Bü­yük şair Faridüddin Attar imzalı on üçüncü yüzyıl kay­naklı bir Pers kaydından, bütün insani deneyimlerimizi ve kavramlarımızı arkamızda bırakarak Kuran’m adına Lut Ağacı dediği şeyin, normal bilgilerin sınırlarının öte­sine geçmenin önemini vurgulayan Yhanna’nm ruhuna çok yakın olduğumuzu anlıyoruz. Attar, Hz. Muham­med’in sonunda her şeyi arkasında bırakmak zorunda kaldığını vurgulamıştır: Hatta yolculuğunun son aşama­sında, Cebrail bile ona eşlik edememiştir. Bu yolculuğun­da normal algıların, bilincin ve mantığın ötesine geçerek, Hz. Muhammed yeni bir aleme girmiştir ama hâlâ kendini arkada bırakmaya hazır olması gerekmektedir.

Dost’tan gelen bir çağrı, bir mesaj duydu.
Her şeyin Kaynağı’ndan bir çağrı geldi: “Ruhunu ve geçici bedenini bırak!
Sen, Ey Benim hedefim ve amacım, şimdi gir Ve Varlığımı yüz yüze gör, Dostum!” Şaşkınlıkla kendini kaybetti ve konuşamadı Muhammed, Muhammed’in burada olduğunu bilmiyordu Kendini görmüyordu - Ruhların Ruhunu görüyordu Evreni Yaratan’ın yüzünü

Bu, bütün büyük mistik geleneklerde ortak olan bir dene­yimdir; hiçbir insanın Tanrı’nın yüzünü görüp yaşayama­yacağı inancının bir ifadesidir. Ama kendini öldürmekle ve yok olma deneyimini yaşamakla, Hz. Muhammed yüce bir varlığa dönüşmüştür. Daha sonra bu deneyimi geri getir­miş ve insanlığın ilahi kapasitesini artırmıştır. Miraç, İs­lam’daki mistik mücadelenin bir sembolü olmuştur.
Bazı Müslümanlar, Hz. Muhammed’in Tanrı’nın Tahtı’na vücudunu terk etmeden gittiğini söylemekte­dir ama İbni İshak, Ayşe’nin Gece Yolculuğu’nun ve Yükseliş’in tamamen ruhsal deneyimler olduğunu gös­teren bir açıklamasını aktarmaktadır. Nasıl yorumlar­sak yorumlayalım, mistik deneyim insan hayatının bir gerçeğidir ve çoğu geleneklerde belirgin biçimde ben­zerdir. Budistler, bu tür bilinç genişlemelerinin fizik ötesi alemle karşılaşmaktan ziyade zihnin doğal bir du­rumu olduğunu iddia edeceklerdir. Görünüşe bakılırsa, uç noktaya kadar zorlandığında, insan bilinci bu karşı­laşma için belli bir senaryo veya mitik bir mekan üret­mektedir; tamamen farklı bir bağlamda, tıpkı fiziksel açıdan uç noktada ve ölüme yakın olan insanların, bu deneyimi belli bir şekilde resmetmeleri gibi: Uzun bir tünelden geçmeleri, kapıda kendilerine geri dönmeleri­ni söyleyen biriyle karşılaşmaları gibi. Bütün dinlerde, bazı erkek ve kadınların bu tür konularda belli bir ye­teneği vardır ve bu deneyimleri yine benzer olan belli disiplin ve tekniklerle geliştirirler. Müslüman yazarlar tarafından açıklandığı şekliyle Hz. Muhammed’in mi­racı, Musevi geleneğinde ikinci yüzyıldan onuncu yüz­yıla kadar sıkça tekrarlanmış olan Taht Mistisizmi de­neyimine çok yakındır. Ustalar kendilerini mistik uçuş için hazırlar ve özel teknikler kullanarak Tanrı’nın Tahtı’na giderler. Belli bir algı seviyesine ulaşmak için oruç tutar, özel ilahiler okur ve özel fiziksel teknikler kullanırlar. Bazı Müslüman geleneklerin Hz. Muham­med’in yaptığını söylediği gibi, genellikle başlarını dizlerinin arasına koyarlar; diğer geleneklerde, nefes eg­zersizleri en önemlisi olmuştur. Sonra Tanrı’nm Tah- tı’na yükselirler ve tıpkı Müslümanlar gibi, bu vizyonu temelde kelimelerle anlatılamayacağını vurgulayan pa­radoks yöntemlerle anlatmışlardır. Bu gelenekteki mis­tikler, geleneğin kurucularından Tanrı’ya uzanan yeni yollar bulmuş ve bunu yaparken kişisel tehlikeyi göze almış olan kahramanlar şeklinde söz ederler.
İsra ve miracın bazı yönleri, insanların belli bir ya­şam tarzından diğerine acılı bir geçiş yaparken dene- yimledikleri mistik inisiyasyonlara çok yakındır. Ör­neğin, 203 yılındaki Severus zulmünde Kartaca da Hı­ristiyan şehidi olan genç başhemşire Perpetua’nm deneyimine çok benzer. Onun ölümünden hemen sonra bir redaktör tarafından elden geçirilen Acts of Perpetua and Felicitas, birçok araştırmacı tarafından özgün olarak değerlendirilmektedir. Bu çalışmada anlatıldı­ğına göre, Perpetua zindanda yargılanmayı beklerken, arkadaşları ondan Tanrı’dan gerçekten ölüp ölmeye­ceklerini kendilerine açıklayacak bir vizyon dilemesi­ni istediler. Perpetua’ya sormalarının nedeni, özel bir mistik yeteneğe sahip olduğunu bilmeleriydi; o da er­tesi gün kendilerine cevap vereceğini açıkladı. Muhte­melen bilinçaltmdan gelen bir dürtüyle kendini alıcı bir zihin durumuna soktu; tıpkı günümüzde bazı tera­pistlerin kullandığı ilaçlar gibi. Perpetua o gece rü­yasında cennete uzanan bir merdiven gördü (Hz. Mu- hammed’in miracında olduğu gibi); yükseliş çok tehli­keliydi ve bir an zirveye ulaşamayacağından korktu ama arkadaşlarının teşvikiyle direndi ve sonunda kendini çok büyük ve çok güzel bir bahçede buldu.

Orada bir çoban koyununu sağıyordu ve ona yiyecek verdi; Perpetua uyandığında, hâlâ ağzında kelimelerle tanımlanamayacak güzellikte bir şey çiğniyordu. Artık öleceğini kesinlikle biliyordu ve zindandaki arkadaşla­rını dünyayla ilgili daha fazla umutlanmamaya teşvik etti. Arkadaşlarına anlattığı başka rüyalar da gör­dü. Anlaşıldığı kadarıyla sadece kendini yaklaşan ölü­me ve sonsuz yaşama geçişe değil, aynı zamanda er­ken Hıristiyanlık döneminde nihai dinî deneyim ola­rak görülen şehitliğe de hazırlıyordu. Hz. Muhammed ölmeyecekti ama misyonunda geçmişiyle bağlarını ko­parmasını gereken yeni bir döneme başlıyordu ve bu da bir anlamda ölümdü. Ama vizyon rahatlatıcıydı; Perpetua’mn aksine sütü İyi Çoban’dan değil, geçmi­şin büyük peygamberlerinden almıştı ve bu da önceki vahiylerle ilgili devamlılık duygusunu ifade ediyordu.
Miracın kendisi, Amerikalı araştırmacı Joseph Campbell’a göre, “Sibirya’dan Amerika’ya ve Tierra del Fuego’ya kadar uzanan her yerde” bir şamanın inisiyasyon deneyimine benzemektedir. Açıkladığına göre, “bir şaman genç yaşlarında kendisini tamamen iç dünyasına çeviren ağır bir psikolojik deneyim ya­şar. Bu bir tür şizofrenik kırılma gibidir. Bütün bilin­çaltı açılır ve şaman içine dalar.” Bir şaman, tran­sa girdiği zaman olanları şöyle tarif etmiştir:
Güneyde uzanan iplerden tırmanıyorum. Birine tır­manıyorum, onu bırakıyorum, sonra bir başkasına tır­manıyorum. Sonra onu da bırakıp bir başkasına başlı­yorum... Tanrı’nın yerine ulaştığında kendini çok kü­çük hissediyorsun. Küçülüyorsun. Tann’nın yerine gi­rebilmen için küçülmen gerek. Orada yapman gerekeni yapıyorsun. Sonra herkesin bulunduğu yere dönü­yorsun... ve sonunda yine bedenine giriyorsun.
Bir transa girmiş ve başkalarının gidemediği alemlere gitmiş, mitolojik hayal aleminden haberler getirmiştir.
Gece Yolculuğu, Hz. Muhammed’in Kureyşliler için bir Uyarıcı’dan fazlası olabileceğini anlamaya başladığı­nı göstermektedir. Ama hâlâ bir insan koruyucuya ihti­yacı vardı. Hac sırasında oraya gelen ve vadide üç gün boyunca kamp yapan hacıları ziyaret ederken ve bir ça­dırdan diğerine giderek vaazlar vermeye çalışırken, akıl­lıca hareket ediyordu. Bu.şekilde, 620 yılında Yesrib’den gelen altı Arap putperestten oluşan bir grupla karşılaştı. Vadinin Mekke’ye yakın kısmı olan Akabe deresinin kıyı­sında kamp kurmuşlardı. Hz. Muhammed onlarla birlik­te oturdu, onlara misyonunu anlattı ve Kuran’dan bö­lümler okudu; ama bu kez düşmanlıkla karşılanmak ye­rine, Arapların heyecanla kendisini dinlediklerini fark etti. Hz. Muhammed sözünü bitirdiğinde adamlar birbir­lerine baktılar ve Yesrib’deki Musevilerin sözünü ettiği peygamberin o olması gerektiğini söylediler. Yıllar bo­yunca, tıpkı antik Arap kabileleri Ad ve İram’m yok oldu­ğu gibi kendilerini yok edecek bir peygamberin geleceği hikâyeleriyle putperest komşularını rahatsız etmişlerdi. Eğer Hz. Muhammed gerçekten o peygamberse, önce Musevilerin ona ulaşmasını engellemek çok önemliydi. Üstelik Yesrib için aşılmaz gibi görünen sorunları Hz. Muhammed’in çözebileceğini de hemen anlamışlardı.
O dönemde, Yesrib kesinlikle Mekke gibi bir şehir değildi. Yaklaşık elli kilometrekare büyüklüğünde, volkanik tepelerle, kayalarla ve taşlık alanlarla kaplı, ekip biçil mesi imkansız bir alanın ortasında, verimli bir adaydı. Bir ticaret merkezi değil, çeşitli kabilelerin gırtlak gırtlağa yaşadığı bir tarım merkeziydi. Bölge ilk olarak öncü Musevi yerleşimciler tarafından ekilip biçilmişti. Bu Musevilerin nereden geldiğini bilemiyo­ruz. M.S. 135 yılında Romalılar isyanı bastırdıktan sonra Filistin’den Arabistan’a kaçan sığınmacılar ya da Musevilik inancına geçmiş olan Araplar olabilirler­di. Üçüncü bir olasılık, birbirinden ayrı çeşitli Arap grupların bir grup İbrani’nin arasına yerleşmesi ve on­ların dinini kabul etmesi olabilirdi. Yedinci yüzyılın başlarında, Yesrib’de üç temel Yahudi kabilesi vardı; Beni Kureyza, Beni Nadir ve daha küçük, daha önem­siz olan Beni Kaynuka. Yahudiler ayrı bir dinî kimlik taşıyorlardı ama onun dışında putperest Arap komşu­larından onları farklı kılan bir özellikleri yoktu. İbra­ni değil, Arap isimleri almışlardı; kabile sisteminin şartlarına göre yaşıyorlardı ve tıpkı Arap kabileleri gi­bi sık sık birbirleriyle dalaşıyorlardı.
Altıncı yüzyılda, Beni Kayla Güney Arabistan’dan göç etti ve Museviler ile birlikte vahaya yerleşti. Bu yeni gelenler, kendilerini iki kök gruba - Evs ve Haz- reç - ayırdılar; daha sonra iki grup çok sayıda farklı kabileden oluşan iki ayrı kabile haline geldi. Başlan­gıçta Evs ve Hazreç, Musevilerden daha zayıftı ama zaman içinde kendi topraklarına sahip oldular, kendi kalelerini inşa ettiler ve eşit duruma geldiler. Yedin­ci yüzyılın başlarında, Evs ve Hazreç, Musevilerden biraz daha güçlü bir durumdaydılar ama birbirleriy­le savaşmaya başlamışlardı.
Göçebe hayatından yerleşik hayata geçiş, Yesrib’de Mekke’deki huzursuzluktan daha ağır hissedilen bir krize yol açmıştı. Steplerde çok iyi işleyen kabile gele­nekleri, artık uygun gelmiyordu. Çölde göçebeler atala­rından kalan toprakları kıskançlıkla savunuyorlardı ve aralarında uzak mesafeler olduğundan, bu oldukça ko­laydı. Ama hepsi küçük bir vahaya doluştuklarında her kabile birkaç hektarlık toprağını savunmaya çalışır­ken, sistem yıkılmıştı. Bir grup fırsat bulduğunda düşman bölgeye akın düzenliyordu ve bunun mutlaka inti­kamı alınıyordu. Zaman içinde Yesrib’deki çeşitli kabi­leler bir şiddet döngüsünün içine sıkışmıştı; sürekli sa­vaşlar toprağı harap ediyor, ekinlere zarar veriyor, Yes- rib’in zenginlik ve güç kaynağını mahvediyordu. Muse­vi kabileleri de çatışmaya katılmışlar, kendilerini Evs ya da Hazreç’in çeşitli gruplarıyla yandaş kılmışlardı. 617 yılında durum dengedeydi. Hiçbir grup yükselemi- yordu ve iki taraf da yandaşlarıyla birlikte bitkin düş­müştü. İç savaş o yıl Buas Savaşı’nda Evs ve Musevi yandaşları Beni Nadirin sözde zaferiyle sona ermişti ama zaferlerini etkili hale getirmeleri bile mümkün gö­rünmüyordu. Arapların krallık sisteminden nefret et­mesine rağmen, herkes Yesrib’de mutlak bir otoritenin gerekliliğini görmeye başlıyordu. Hazreç şeflerinden biri olan Abdullah İbni Ubey, Buas Savaşı’na katılma­yı reddetmişti, çünkü bir yararı olmayacağını görebili­yordu. Bu yüzden tarafsız konumda kalmıştı ve insan­lar onu olası bir kral ya da mutlak şef gözüyle görmeye başlıyordu. Ama bu çözüm konusunda doğal olarak bir­çok kişi tereddütlüydü. Tahmin edileceği gibi Evs kabi­lesi mutlak gücü Hazreç kabilesinden birine teslim et­mek istemiyordu ve Hazreç’in daha zayıf kabileleri da İbni Ubey’in yükselmesinden endişeleniyordu.
620 yılındaki hac yolculuğunda Hz. Muhammed kendini Yesrib’den gelen altı hacıya tanıttığında, Al­lah’ın Peygamberi olarak İbni Ubey’den çok daha taraf­sız bir lider olabileceğini hemen anlamışlardı. Tektan- rıcı mesajı onları şoka sokmamıştı. Museviler ile o ka­dar uzun zamandır bir aradaydılar ki artık tek Tanrı fikrine alışmışlardı ve eski tanrıçaları cinlerle melekle­rin seviyesine indirgemek onlar için sorun değildi. Ken­dilerine ait bir kutsal kitapları olmadığı ve “bilgisiz in­sanlar” oldukları için uzun zamandır kendilerini Musevilerden aşağı hissediyorlardı, dolayısıyla Hz. Muhammed’in kendisinin Arapların peygamberi olduğunu ve onlara Arapça Kuran’ı getirdiğini söylemesi karşısında heyecanlanmışlardı. Yesrib için büyük umutlarla kendilerini hemen Allah’a teslim ettiler: “İnsanlarımızı terk ettik, çünkü hiçbir kabile öylesine bir nefretle bö­lünmemiştir. Belki Tanrı senin sayende onları birleşti­rir. Onların yanına gidelim ve hepsini senin dinine da­vet edelim; eğer Tanrı onları birleştirirse, o zaman hiç­bir insan senden daha güçlü olamaz.” Bir yıl içinde Hz. Muhammed’e cevap vereceklerini söylediler. Eğer yandaşlarıyla birlikte oraya gidecekse, Hz. Muhammed’in vahada daha geniş desteğe ihtiyacı vardı. Musevilerin sorun çıkaracağını sanmıyordu, çünkü mesajı­nın onlar için de olduğunu hep hissetmişti ama bu ha­cıların hepsi Hazreç’in küçük kabilelerinden geliyordu. Eğer Hz. Muhammed Yesrib’i birleştirecekse, Evs kabi­lesinden bazılarını da dine çekmeleri gerekiyordu.
Son birkaç yıldır Müslümanların davası tıkanmış gibi görünüyordu ama bu, işlerin daha iyiye doğru değişebile­ceğinin bir işaretiydi. Hz. Muhammed o yıl evinde de bazı önemli değişiklikler yapmıştı. Bir eşe ihtiyacı vardı ve ha­yatında bir kadının varlığını özlüyordu; bu yüzden Amr kabilesinin şefi Süheyl’in baldızı ve kuzeni Şevde ile ev­lenmesi önerilmişti. Kendisi ve kocası Sakran - Süheyl’in kardeşi - 616 yılında Habeşistan’a göç etmişlerdi ve Mek­ke’ye dönüşlerinden kısa süre sonra Sakran ölmüştü. Şev­de bu öneriyi kabul etti ve Süheyl’in başka bir kardeşi olan Hatib İbni Amr, onu Peygamber ile evlendirdi.
Ebu Bekir de bütün bu yıllar boyunca büyük feda­karlıklar ve güçlü bir sadakatle hizmet ettiği Hz. Mu­hammed ile daha yakın bir bağ kurmak istiyordu. Kü­çük kızı Ayşe 620 yılında henüz altı yaşındaydı ve Hz. Muhammed’in yeni koruyucusu Nevfel kabilesinin şefi Mutim’in oğluyla evlenmesine çoktan karar verilmişti, Ama Mutim bu evlilikten vazgeçmeye hazırdı, çünkü eşi oğullarının Müslüman olmasından korkuyordu; bunun üzerine Ayşe, kendisinin bulunmadığı bir törenle Hz. Mu- hammed’e verildi. Sonraki yıllarda yeni konumuyla ilgili hissettiği ilk şey, annesinin diğer çocuklarla birlikte so­kakta oynamasına izin vermemesiyle oldu; ama arkadaş­larım davet edip kendi evlerinde oynayabilirdi.
1. Bölüm’de gördüğümüz gibi, Hz. Muhammed’in eş­lerinden oluşan haremi Batı’da hem büyük dedikodula­ra neden olmuş hem de kıskamlmıştır. Daha sonraları Kuran bir Müslüman’ın sadece dört kadınla evlenebile­ceğini söyledi ama Peygamber olarak Hz. Muhammed’in çok daha fazla kadınla evlenme hakkı vardı. O dönemde Arabistan’da tekeşliliği arzu edilir bir norm olarak gö­ren çok az kişi vardı ve ilerleyen yıllarda Hz. Muham- med büyük bir Arap lideri haline gelirken, geniş haremi de konumunu vurgulayacak hale gelmişti. Kabile top- lumlannda, çokeşlilik normdur. İncil, Kral Davut’un seks maceralarını ya da Kral Süleyman’ın muhteşem haremini eleştirir gibi görünmemektedir; dolayısıyla Hz. Muhammed’in bu konuda eleştirilmesi bir hayli gülünç­tür. Hz. Muhammed gibi, onlar da insanlarının kabile hayatından şehir hayatına geçiş yaptıkları dönemlerde yaşamışlardı. Ama Hz. Muhammed’in dünyevi zevklerle dolu bir bahçede keyif yaptığını düşünmek çok yanlış olurdu; göreceğimiz gibi, eşleri aslında oldukça karışık bir armağandı. Temelde iki şeyi fark etmeliyiz: Birincisi, ne Şevde ne de Ayşe cinsî cazibeleri nedeniyle seçilmiş­lerdi. Ayşe daha küçücük bir kız çocuğuydu ve otuz ya­şındaki Şevde gençliğini geride bırakmış, şişmanlamaya başlamıştı. Onun hakkında daha az şey duymuş olma­mız, bu evliliğin daha ziyade mantığa ve pratik amaçla­ra dayandığım düşündürmektedir. Hz. Muhammed’in evini çekip çevirebilirdi ve buna karşılık kendisi de en azından Müslüman toplum içinde statü sahibi olabilirdi.

İkincisi, iki evliliğin de politik boyutları vardı: Hz. Muhammed, etrafındaki insanlarla bağlarını güçlendiriyor­du. Çok dindar bir adam olan Süheyl ile ilgili hâlâ umut­ları vardı ve Şevde ile evlenerek onunla akraba olmuştu. Ebu Bekir ile daha güçlü bağlar geliştirmek de yine önemliydi; Hz. Muhammed, akrabalığa değil, ideolojiye dayanan alternatif türde bir kabile oluşturmaya başlı­yordu ama kan bağı hâlâ çok önemliydi.
Hz. Muhammed ile böyle bir bağ kurduğu için Ebu Be­kir de memnun olmalıydı, çünkü yaklaşık bu dönem­lerde Mekke’de bir kez daha yalnız kalmıştı. Evinin yanında küçük bir cami inşa etmiş, bu da Cuma kabi­lesinde skandala neden olmuştu. îbni İshak onunla il­gili şunları söylemektedir: “Nazik, şefkatli, duygusal bir adamdı ve Kuran okuduğunda yanaklarından yaş­lar süzülürdü. Kuran okurken gençler, köleler ve ka­dınlar yanında durur, davranışlarına şaşırırlardı.” İbni El-Dugumma’nın koruması altına girdiğinde, Kureyşliler bu şekilde umuma açık yerlerde ibadet etme­yeceğine söz verdirmişlerdi; bu yüzden bir delege gru­bu Bedevi şefine giderek saygısız bir şekilde sordu:
Bu adamı bize zarar verebilmesi için mi koruman altına aldın? Hz. Muhammed’in ürettiği şeyleri okuyup dua ederken kalbi yumuşuyor ve ağlıyor. O kadar etkileyici bir görüntüsü var ki gençlerimizi, kadınlarımızı ve zayıf olan­ları baştan çıkaracağından korkuyoruz. Ona gidip evine kapanmasını ve ne yapacaksa orada yapmasını söyle.
Ama Ebu Bekir camisinden vazgeçmedi: Muhtemelen daha fazla ödün veremeyeceğini ve artık yettiğini dü­şünüyordu. Bunun üzerine bir kez daha hakaretlerle karşılaştı: İnsanlar sokaklarda üzerine pislik atıyordu ve Kureyş liderleri ona bu pisliği üzerine kendisinin çektiğini söylüyordu.
621 yılının hac döneminde, Yesrib’den gelen altı adam Mekke’ye döndü ve yanlarında ikisi Evs üyesi olan yedi kişiyi daha getirdiler. Hz. Muhammed ile yine dere kıyısında buluştular ve sadece Allah’a tapacakları­na ve onun emirlerini izleyeceklerine dair resmi söz verdiler. Daha sonra içlerinden biri şöyle demiştir:
Hiçbir şeyi Tanrı’ya eş koşmayacağımıza, çalmayaca­ğımıza, zina etmeyeceğimize, çocuklarımızı öldürme­yeceğimize, komşularımıza iftira atmayacağımıza dair Peygamber’e söz verdik; neyin doğru olduğu konusun­da Hz. Muhammed’e itaatsizlik etmeyecektik; eğer bunları yaparsak, cenneti hak edecektik; eğer o gü­nahlardan birini işlersek, Tanrı bizi istediği gibi ceza­landırabilir ya da bağışlayabilirdi.
Bu Birinci Akabe adıyla tanınan toplantıda, politika­dan çok din vurgulandı. Eski putperestlik Yesrib’deki krizi çözmekte etkili olamamıştı ve insanlar yeni bir ideolojiye hazırdı. Hz. Muhammed’in dinî şartları, Müslümanların diğer insanlara karşı belli haklara sahip bireyler olarak saygı duymasını sağlayacaktı; bu yeni ahlak değerleri, grubu bireylerden daha önemli kabul eden eski kabile idealinin yerini alacak­tı. Bu yeni bireyselcilik, yeni tür bir toplumun temel­lerini mümkün kılacaktı, çünkü Yesrib’deki insanla­rın, yeterli kaynakların bulunmadığı çöldeki duru­mun aksine, bir kişinin kazancının bir diğerinin kay­bı anlamına gelmediğini anlamasını sağlayacaktı.

Hacılar Yesrib’e döndüklerinde, Hz. Muhammed ya­kın zamanda Habeşistan’dan dönmüş olan bilgili bir Müslüman’ı, Musab İbni Umeyr’i vahadaki insanları eğitmesi ve onlara Kuran’ı okuması için hacılarla bir­likte gönderdi. Kabileler arası nefret öylesine güçlen­mişti ki ne Evs ne Hazreç kabileleri, kutsal kitabı düş­man kabileden birinin okumasına ya da ibadeti yönet­mesine tahammül edemiyordu, bu yüzden okuma göre­vi tamamen yabancı biri tarafından yapılmalıydı. Baş­langıçta, Evs’in önde gelenleri yeni dine son derece düşmanca bakıyorlardı ve bir gün kabilenin önde gelen kabilelerinden birinin şefi olan Sa’d bin Muaz, Mu- sab’m kendi bahçesinde oturup kabile üyelerine vaaz verdiğini duyunca, dehşete kapıldı. Ama Musab, ilk al­tı hacıdan biri olan kuzeni Esad İbni Zurara’nm konu­ğuydu ve Said’in Mekkeli konuğu aşağılaması hiç doğ­ru olmazdı. Bu yüzden, Musab’ı topraklarından kov­mak için yardımcısı Usayd İbi El-Hüdayir’i gönderdi. Usayd mızrağını alıp bahçeye girdi. Musab’ı etrafında oturup ilgiyle dinleyen insanların arasında görünce, öfkeyle parladı ve Müslüman’a daha zayıf kabile üye­lerini baştan çıkararak ne yapmaya çalıştığını sordu. “Sen de oturup dinlemez misin?” diye sordu Musab. “Eğer duyacakların hoşuna giderse kabul edebilirsin; gitmezse, o zaman da rahat bırakabilirsin.” Usayd bu­nun adil bir çözüm olacağına karar verdi; mızrağını bı­rakıp yere oturdu ve Kuran’ı dinlemeye başladı. Her zamanki gibi, ayetlerin kendi güzelliği Usayd’m ruhu­na işledi; kabile üyelerinin gözü önünde yüz ifadesi de­ğişti ve aydınlandı. Musab okumasını bitirdiğinde, Usayd hayranlıkla haykırdı: “Bunlar ne güzel, ne muhteşem sözler! İnsan bu dine girmek isterse ne yap­ması gerekiyor?” Musab ona giysilerini yıkamasını, tek Tanrı’ya olan inancını ilan etmesini ve saygıyla secde etmesini söyledi. Usayd bu gerekleri yerine getirir ge­tirmez, Said’i bulmak için koşarak uzaklaştı.

Said onu gördüğü anda, Usayd’ın kendisini hayal kı­rıklığına uğrattığını anlamıştı. Mızrağını eline alarak, öf­keyle bağırdı: “Allah adına, senin işe yaramazın teki ol­duğunu görebiliyorum!” ve bahçeye gitti. Tam olarak ay­nı şeyler yaşandı; Musab ona oturup dinlemesini söyledi, Said mızrağını toprağa saplayıp yere oturdu ve Kuran’m güzelliği karşısında hayranlığa kapılma sırası ona geldi. Said hemen insanlarını etrafına topladı ve onlara neden liderliğini kabul ettiklerim sordu. “Sen bizim şefimizsin,” diye cevap verdiler, “çıkarlarımızı gözetirsin, yargıların en iyisidir ve liderliğin bizim için bir şanstır.” Said onlar­dan bu konuda da kendisine güvenmelerini istedi ve şöy­le dedi: “Tek Tanrı’ya ve peygamberine inandığını söyle­yene kadar, aranızdan hiç kimseyle konuşmayaca- ğım.” Bunun sonucunda bütün kabile İslam inancım kabul etti. Hikayenin yıllar içinde stilize edildiği ve ro- mantikleştirildiği bellidir ama Said Yesrib’deki Müslü­manların en ateşlisi olacaktı. Öte yandan, muhtemelen onun din değiştirmesi, uzun zamandır güçlü bir liderlik arayışında olan ve çözümsüz sorunlarından kurtulmak isteyen bu insanlar için önemli bir etki yaratmıştı.
Çok geçmeden, vahadaki neredeyse her ailede Müslümanlar vardı. Evs kabilesinde şair ve şef Ebu Kays İbni El-Aslat’m önderliğinde küçük bir putperest dire­nişi sürüyordu. Şairler kabilelerin kimliğini tanımla­makta ve kutlamakta her zaman önemli yer tutmuştu ve günümüzdeki basın gibi, bir insanın ününü alaşağı edebilirlerdi. Düşmanca bir şiirsel propaganda, büyük bir askeri yenilgi kadar yıkım yaratabilirdi ve Hz. Muhammed’in kendisiyle alay eden şairlere karşı öfkesini düşündüğümüzde bunu aklımızdan çıkarmamamız ge­rekir. Yesrib’deki bu deneme yılı süresince, Ebu Kays kabilesindeki Arapları özgün Arap tektanrıcılığına sa­dık kalmaya ve yabancı esinlerden etkilenmiş olan Kuran’ı kabul etmemeye zorladı. Yesrib halkının tek Tanrı olduğunu anladıkları Allah için şunları söyledi:

İnsanoğlunun efendisi, ciddi şeyler oldu.
Hem zor hem de basit şeyler, insanoğlunun efendisi, eğer hata yaptıysak Bizi doğru yola yönlendir.
Tanrımız için Musevi mi olalım Ve Tanrımız için Hıristiyan mı olalım Çelil Dağı rahipleriyle birlikte?
Ama yaratıldığımızda hanefiler olarak yaratıldık Dinimiz bütün kuşaklardan gelmiştir.
Zincire vurulmuş develeri getirip sana kurban ediyoruz Giysiler giymiş ama omuzları çıplak.

Ebu Kays’m, yeni Mekke inancım Kutsal Kitap İnsan­ları ile bağdaştırması şaşırtıcı değildi, çünkü Birinci Akabe Toplantısı’nda bazı önemli Musevi uygulamaları­nı tanıtmıştı. Vahadaki Musevilere ulaştığı belliydi ve uzun bir yalnızlık döneminden sonra bu eski dinin in­sanlarıyla birlikte çalışıp ibadet etmek için sabırsızla­nıyor olmalıydı. Cuma günü öğleden sonraları Musab’dan Müslümanlar için özel bir toplantı yapmasını istemişti ve o saatlerde Museviler Şabat için hazırlanı­yordu; bu, yeni ibadeti Musevi festivaliyle birleştiriyor, aynı zamanda da araya kibar bir mesafe koyuyordu. Sonra Müslümanların Musevi Yom KippuEunda (Kefa­ret Günü) oruç tutmasını istedi. Musevilerin Tişri ayı­nın 10. gününe denk gelen bu gelenek için Müslüman­lar adına Arapça “onuncu” anlamına gelen “Aşura” adı­nı verdiler. Müslümanlar da tıpkı Museviler gibi günün ortasında ibadet edeceklerdi; şimdiye dek sadece sabah­ları ve akşamları ibadet ediyor, geceleri de ibadet etmek için kalkıyorlardı. Müslümanlara Musevi kadınlarla evlenebilecekleri ve Musevi yemekleri yiyebilecekleri söy­lendi. Ama Musevilerin yemek alışkanlığını olduğu gibi izlemiyorlardı ve seçtikleri yemekler daha ziyade Hıris­tiyanlık inancına geçen kişilere önerilenler gibiydi. Hepsinden öte, Müslümanlar da tıpkı Hıristiyanlar ve Museviler gibi yüzlerini Kudüs’e dönerek ibadet ede­ceklerdi. Hz. Muhammed’in yaşadığı miraç deneyimi, bu şehrin Müslümanlar için de kutsal olduğunu göster­mişti ve Kudüs’ü kıble olarak almak, îslam inancının önceki dinlerle bağlantısını gösteriyordu. Müslümanlar şimdi günde üç kez yüzlerini Kudüs’e dönerek ibadet ediyorlardı; fiziksel duruşları onlara yeni bir ruhsal odak kazandıracaktı ve Kutsal Kitap İnsanları ile te­melde aynı hedeflere yöneldiklerini öğretecekti.
Kuran, Musevilerin Yesrib’e verdikleri ismi de benim­semişti; “şehir” anlamına gelen Medine. Arapça’da ise El- Medine deniyor ve “Bizim Medine’miz” anlamına geliyor­du. Beş jal önce Hz. Muhammed yandaşlarından bazıla­rı için güvenli bir yer ararken, Habeşistan’daki Hıristi- yanlara yönelmişti ama tam olarak anlayamadığımız ba­zı nedenlerle bu girişim hayal kırıklığıyla sonuçlanmış gibi görünmektedir. Hz. Muhammed, artık kendisinin de Mekke’de yaşayamayacağını anlıyordu ama Arapların peygamberinin Arabistan’ı terk etmesi düşünülemezdi. Bu kez bütün Müslüman toplumunu, yeni ismiyle Medi­ne vahasına götürecekti ve bu yüzden oradaki Musevi kabilelerinden yardım ve destek istiyordu.
622 yılının hac döneminde, kalabalık bir grup Medi­ne’den Mekke’ye doğru yola çıktı. Bunlardan bazıları hâlâ putperestti ama yetmiş üç erkek ve iki kadın Müs­lüman idi ve Medine’nin en nüfuzlu ailelerini temsil ediyorlardı. Yolculuk sırasında oldukça ilginç bir olay
yaşandı. Hazreç şeflerinden biri olan El-Bara İbni Marar, utangaç bir tavırla diğer Müslüman hacılara hac sı­rasında kıblelerini değiştirmelerini önerdi. Hepsi Al­lah’ın tapınağının bulunduğu Mekke’ye dönerek ibadet edecekti ve çoğu peygamberleriyle ilk kez karşılaşacak­tı. Kudüs’e dönmek için Mekke’ye sırtlarını dönmeleri ters geliyordu. Diğerleri Bera’nın yanıldığına inanıyor­du, çünkü bildikleri kadarıyla Hz. Muhammed’in kıble­si Kudüs idi ve bu onlar için yeterliydi. Bera düşüncesi­ni değiştirmedi ve yolculuk süresince Mekke’ye dönerek ibadet etti. Ama içi rahat etmediği için Mekke’ye gelir gelmez doğruca Kabe’ye gitti ve Hz. Muhammed’i bulup onun görüşünü sordu. Hz. Muhammed’in cevabı belir­sizdi: “Bir kıblen vardı; tek yapacağın onu izlemekti ” Sonra kendisi Kudüs’e dönerek ibadet etmeyi sürdürdü ve Bera da itaatkar bir şekilde aynısını yaptı, daha sonraları kabilesindeki insanlar Bera’nın ileri gö­rüşlülüğünü hatırlayacaklardı. Medine’ye döndükten kısa süre sonra öldü ve ölümü yaklaşan insanların sez­gilerinin ciddiye alınması gerektiğine inanılırdı.
Mine vadisinde kaldıkları süre içinde, Akabe deresi­nin kıyısında bir toplantı daha yapıldı ama bu kez va­kit olarak şafak vaktini seçtiler. Bu yıl içtikleri ant, da­ha sonraları Savaş Yemini olarak bilindi: “Sonu zafer ya da yenilgi olsun, kolay ve zor zamanlarda, peygambere tam bir itaatle savaşmaya; kimseye yanlış davranma­yacağımıza; daima doğruyu söyleyeceğimize; Tanrı’nın hizmetinde kimseden korkmayacağımıza yemin ede­riz.” Savaş Yemini, İslam inancının aniden saldır­ganlaştığı ve askeri bir din haline geldiği anlamım taşı­mıyordu; sadece Hz. Muhammed’in atmak üzere olduğu adım için gerekiyordu. Kendisine inananları Mekke’den Medine’ye göçe ya da hicret etmeye hazırlıyordu ama hicret sadece coğrafi bir değişiklik değildi. Mekke’deki Müslümanlar Kureyşlileri geride bırakacak ve kendile­riyle hiçbir kan bağı bulunmayan yabancı bir kabilenin sürekli koruması altına gireceklerdi. Bu daha önce ben­zeri görülmemiş bir hareketti ve Araplar için en az put­perest tanrıçalarının aşağılanması kadar hakaret anla­mı taşıyordu. Bir bireyin ya da bütün bir kabilenin başka bir kabilenin onur üyeleri olması ve onların koru­masını kabul etmesi geleneği vardı ama bu asla sürek­li bir şekilde olmamıştı. Arabistan’da kan bağı kutsal bir değerdi ve toplumun temeliydi. Hicret kelimesi, Me­dine’ye göçmeye karar veren insanların zihinlerinde acı verici bir ayrılığı çağrıştırıyordu. Kelimenin asıl kökeni olan hajara-hu şöyle tercüme edilebilir: “Kendisini dostça, sevgi dolu komünyondan ya da ilişkiden uzak­laştırdı ve onlarla ilişkisini kesti.”' Medineli Müslü­manlar ise, karı bağları bulunmayan insanları sürekli olarak koruyacaklarına ve yardım edeceklerine dair kendi adlarına söz vermek zorundaydılar. Bundan son­ra, Peygamber’e ve inananlarına yardım eden (nasr) in­sanlar olarak Ensâr adıyla anılacaklardı. “Ensar” keli­mesi genellikle “Yardımcılar” şeklinde tercüme edilir ama bu aslında söz konusu olay için yetersiz bir ifadedir; nasr “yardımını” desteklemeye ve gerektiğinde güç kul­lanmaya hazır olmam gerektiriyordu. Medineli Müslü­manların Savaş Yemini etmelerinin nedeni buydu.
Yemin töreni sessizce yapıldı. Hz. Muhammed sade­ce kendisi ve Mekkeli yandaşları adına daha önce benzeri görülmemiş bir karar alma arifesinde değil, aynı zamanda da büyük tehlike altındaydı. İbni îshak hicre­tin olumlu yönlerini vurgulamakta ve bunun gönüllü bir karar olduğunu göstermektedir, ama Kuran, Müslü­manların Mekke’den “sürüldüklerini” ya da “kovulduk­larını” bildirmektedir. Hz. Muhammed, bazılarının onu öldürmek için komplo kurduklarım biliyordu.' Belki de Taiften dönüşünde Mutim’in ona koruma sağ­lamasının şartı, insanları dinlerinden çevirmeye çalış­maktan vazgeçmesiydi. Kuran hicretin avantajlarından hiç söz etmemekte, sadece Müslümanların kendi istek­leri dışında gitmek zorunda kaldıklarını göstermekte­dir. 622 yılının hac dönemindeki toplantıda, tehlike duygusu hakimdi ve köprüler bir daha onarılamayacak şekilde yıkılıyordu. Toplantının gizli tutulması gereki­yordu; Ensâr Mekke’de hicret konusunda dedikodu ya­pılır ve belki Kureyşliler neler olacağını hisseder diye, bundan hac yolculuğunda kendilerine eşlik eden putpe­rest yoldaşlarına bile söz etmemişlerdi.
Yemin edildiği gece, Ensâr putperest yoldaşlarını uyur halde bırakarak sessizce Akabe deresine gittiler ve orada yanında Abbas ile bekleyen Hz. Muhammed ile buluştular. Abbas henüz İslam inancım kabul et­memişti ama yeğenini çok seviyordu ve erken dönem kaynaklar, Hz. Muhammed’in Medine’de tam anlamıy­la güvence altında olacağından emin olmak istediğini bildirmektedir. Kureyşli Müslümanları korumaya ve yardım sağlamaya yemin etmeden önce çok iyi düşün­meleri konusunda Ensâr’ı uyararak söze girdi: “Ona
verdiğiniz sözü tutabileceğinizi ve onu düşmanlarından koruyabileceğinizi düşünüyorsanız, altına girdiğiniz yü­kü siz takdir edin. Ama sizinle geldikten sonra ona iha­net etmeyi ve yalnız bırakmayı düşünüyorsanız, onu şimdi bırakın.” Ama Ensâr kararlarından dönmediler. Bera, Evs ve Hazreç’in temsilcisi olarak Hz. Muhammed’in elini tuttu ve Müslümanların Peygamberi kendi ailelerini korudukları gibi koruyacaklarına yemin etti. Ama Bera konuşurken, başka bir Ensâr araya girdi; Medineli Müslümanların imzaladığı başka anlaşmalar da vardı ve eğer Mekkeli Müslümanları koruyacaklarsa, ba­zılarını bozmak zorunda kalacaklardı. Ya Hz. Muham- med daha sonra Medinelileri terk eder ve onları eski dostlarının intikamıyla baş başa bırakırsa ne olacaktı? Hz. Muhammed gülümsedi ve şöyle cevap verdi: “Ben sizdenim, siz de bendensiniz. Size savaş açanla savaşı­rım, size banş sunanlara banş sunanm.” İki taraf da tatmin olduktan sonra, Ensâr Savaş Yemini ettiler.
Onlar Medine’ye döndükten sonra, Hz. Muhammed Mekke’deki Müslümanları hicret için ikna etmeye başladı. Bu, geri dönüşü olmayan, korkutucu bir adımdı. İşin sc- nunun nereye varacağını kimse bilmiyordu, çünkü daha önce Arabistan’da buna benzer bir şey olmamıştı. Hz. Mu­hammed, Müslümanlara göç etmelerini emretmiyordu. Bunu yapmak istemeyen ya da gücünü aştığını düşünen herkes, Mekke’de kalmakta serbestti. Bazı önemli Müslümanlar Mekke’de kaldılar ve asla korkaklıkla ya da iha­netle suçlanmadılar. Ama 622 yılının Temmuz ve Ağustos aylarında yaklaşık yetmiş Müslüman aileleriyle birlikte Mekke’den Medine’ye göç etti ve kendi evleri yapılana ka­dar Ensâr’m evlerini paylaştı. Kureyşliler onları alıkoy­mak için özel bir çaba harcamadılar ama bazı kadınlar ve çocuklar zorla alıkondu ve bir adam kendi devesine bağla­narak geri getirildi. Ama Müslümanlar dikkat çekmeme­ye gayret ediyorlardı ve genellikle şehrin dışında bir ara­ya geliyorlardı. Küçük, dikkat çekmeyen gruplar halinde yolculuk yapıyorlardı. Ömer ailesiyle, Osman İbni Affan eşi Rûkiye ile gitti; Peygamberin ailesinden diğerleri ise Zeyd ve Hamza ile gittiler. Hz. Muhammed ve Ebu Bekir, herkes gidene kadar Mekke’de kaldı. Ama bu büyük ek­siklik çok geçmeden şehirde rahatsız edici boşluklar ya­rattı ve bu, Hz. Muhammed’in on yıl öncesinde çok zengin ve güçlü bir birlik ruhuna sahip Kureyş kabilesinde açtığı yarayı sembolize ediyordu. Hz. Muhammed’in kuzeni Ab­dullah İbn Cahş, ailesi ve kız kardeşleriyle birlikte hicret etti; onlar gittikten sonra, Mekke’nin ortasındaki Cahş evi bomboş kaldı. Utbe İbni Rabia için bu metruk ve iç burkan bir görüntüydü; “evin içinde yaşayan kimse kalmamıştı ve kapıları rüzgarla açılıp kapanıyordu.”
Ağustos ayında, Hz. Muhammed’in koruyucusu Mutim öldü. Peygamberin hayatı bir kez daha tehlikedeydi. Onun için yapılan özel toplantıya Ebu Leheb katılmadı. Bazı şef­ler Hz. Muhammed’in şehirden gitmesini istiyordu ama di­ğerleri Hz. Muhammed’in göçmenlere katılmasına izin ve­rilmesinin tehlikeli olabileceğinin farkındaydı. Hicret edenlerin hepsi, kutsal kan bağlarını bir kenara atan umutsuz ve prensipsiz hainlerdi. Artık kaybedecek bir şey­leri yoktu ve başlarında Hz. Muhammed olursa, Mekke’nin güvenliğini tehdit edebilirlerdi. Ebu Cehil, kan davasına yol açmadan Hz. Muhammed’i ortadan kaldırmalarım sağ­layacak bir plan ortaya attı. Her kabilenin temsilcisi ola­rak güçlü ve arkası sağlam birer genç seçecek, bu gençler hep birlikte Hz. Muhammed’i öldürecekti. Bu, bütün kabi­lelerin ortak hareket ettiğini gösterecek, Haşim kabilesi kan parasıyla yetinmek zorunda kalacaktı. Bütün Kureyş kabilesiyle aynı anda savaşmaları mümkün değildi. Çok geçmeden gençler toplandı. Hz. Muhammed’in evi­nin önünde bir araya geldiler ama Sevde’nin ve Peygam­berin kızlarının pencereden gelen seslerini duyunca rahat­sız oldular. Bir adamı ailesindeki kadınların yanında öldür­mek utanç verici olurdu; bu yüzden Hz. Muhammed’in sa­bah evden çıkmasını bekleyeceklerdi. Komploculardan biri pencereden baktı ve Hz. Muhammed’i elbisesine sarınmış halde yatağında yatarken gördü, söylendiğine göre, melek Cebrail’in yardımıyla Hz. Muhammed arka pencerelerden birinden kaçmış, Hz. Muhammed’in işlerini tamamlaması­na yardımcı olmak için hicretini geciktiren Ali’yi kendi kıya­fetleriyle yatakta uyurken bırakmıştı. Ali ertesi sabah Hz. Muhammed’in giysileriyle evden çıktığında, gençler aldatıl­dıklarını anladılar. Kureyşliler, Hz. Muhammed’i ölü ya da diri geri getirecek kişiye yüz dişi deve ödül vaat ettiler.
Bu arada Hz. Muhammed ve Ebu Bekir, şehrin dışında­ki dağlardan birindeki bir mağarada saklanıyorlardı. Üç gün boyunca orada kaldılar. Destekçileri zaman zaman ha­ber ve yemek getirmek için yanlarına geliyor, sonra tekrar şehre dönüyorlardı. Geleneğe göre, arama gruplarından bi­ri o mağaranın önünden geçmişti ama içeri bakmaya gerek bile görmemişlerdi; mağaranın ağzında kocaman bir örüm­cek ağı vardı, önünde bir gecede büyümüş olan bir akasya ağacı duruyordu ve mağaraya girmek isteyen birinin aya­ğım koymak zorunda kalacağı noktada, günlerdir yumur­talarının üzerinde oturduğu belli olan bir kumru vardı. Son üç gündür, Hz. Muhammed son derece dingindi ve Tanrı’nın oradaki varlığını güçlü bir şekilde hissetmişti.
Eğer siz ona (Peygambere) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkar edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, ona bizzat Allah yardım etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, “Üzülme, çünkü. Allah bizimle beraber” diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizinkendilerini görmediğiniz bir takım ordularla onu desteklemiş, böylece inkar edenlerin sözünü alçaltmıştı.
Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir:

Ortalık yeterince güvenli göründüğünde, Hz. Muhammed ve Ebu Bekir kumruyu rahatsız etmemeye çalışa­rak mağaradan çıktılar ve Ebu Bekir’in sağladığı iki de­veye bindiler. Ebu Bekir en iyi deveyi Hz. Muhammed’e vermek istemişti ama kendisi devenin parasını ödemek­te ısrar etmişti; bu onun kişisel hicretiydi, Tanrı’ya bir adağıydı ve dolayısıyla bütün olayı kendisinin gerçekleş­tirmesi çok önemliydi. Deveye Kusva adını verdi ve ha­yatının geri kalanı boyunca en sevdiği hayvan oldu.
Şimdi önlerinde uzanan yolculuk son derece tehlikeliy­di, çünkü yolda Hz. Muhammed kimsenin resmi koruma­sı altında olmayacaktı. Rehberleri onları oldukça dolam­baçlı bir yoldan götürdü ve peşlerinden gelenleri atlatmak için ileri geri zikzaklar çizdiler. Bu arada, Medine’deki Müslümanlar onun gelmesini endişeyle bekliyorlardı. Göçmenlerden bazıları vahanın güney ucundaki Küba’da yaşıyordu ve her sabah ibadet ettikten sonra yakındaki volkanik kayalara tırmanıp etrafı tarıyorlardı. 4 Eylül 622 sabahı, Musevilerden biri grubu gördü ve Ensârü seslen­di: “Kayla oğullan! Geliyor! Geliyor!” Erkekler, kadın­lar ve çocuklar yolculan karşılamak için koşuştular ve on- lan bir hurma ağacının altında dinlenirken buldular.
Hz. Muhammed ve Ebu Bekir, üç gün boyunca Kü­ba’da kaldılar ve o sürenin sonunda Ali de onlara katıldı. Ama şehirdeki (vahanın en yoğun yerleşimli bölgesine bu ismi vermişlerdi) Müslümanlar, onu görmek için sabır­sızlanıyordu, bu yüzden Hz. Muhammed onlarla buluşmaya ve nerede yaşayacağına karar vermeye gitti. İlahi bir gücün etkisinde olduğu söylenen Kusva’ya biniyordu ve kontrolü hayvana bırakmıştı. Yol boyunca birçok kişi ona inmesi ve kendi evlerinde kalması için yalvardı ama Hz. Muhammed nazik bir şekilde hepsini reddetti; so­nunda Kusva iki öksüze ait bir hurma dükkanının önün­de durup çöktü ve yerinden kıpırdamadı. Hz. Muham­med indi, yüklerinin en yakındaki eve taşınmasına izin verdi ve sonra topraklarını satmaları için öksüzlerle pa­zarlığa başladı. Uygun bir fiyatta anlaştıklarında, orada aynı zamanda kendi aile evi olacak bir cami yapılmasını emretti. Bütün Müslümanlar işe koyulduğunda, göçmen­ler ve Ensâr omuz omuza çalışmaya başladılar. Kureyşli- lerin hepsi bedensel çalışmaya alışık değildi ve özellikle Hz. Muhammed’in aristokrat damadı Osman İbni Affan, bu işi çok zor buldu. Bir yandan çalışırken, bir yandan da duruma uygun sözler söylüyorlardı:

Ey Tanrım, bundan sonra önümüzde iyi günler olsun Ensarlara ve Göçmenlere yardım et.

Hz. Muhammed her seferinde son mısrayı değiştirerek rit­mi ve kafiyeyi bozuyordu; bu aslında bir açıdan Hz. Mu­hammed’in okuryazar olmadığını şakacı bir şekilde göste­riyordu; doğal bir şair değildi ve bu konudaki beceriksizli­ği, Kuran’ın ne kadar mucizevi olduğunu kanıtlıyordu.
Göçmenler ve Ensâr’m, ortak bir işten ve şarkıdan daha resmi bir bağa ihtiyacı vardı. Yapılan bir anlaşma şans eseri erken dönem kaynaklarda örneği korumuştur -  ilk İslam toplumunun yapısını göstermektedir. Anlaşma, Hz. Muhammed’in Medine’deki Arap ve Muse­vi kabileleriyle bir akit imzaladığını bildiriyordu. Vaha­daki tüm farklı kabileler eski düşmanlıklarını bir kenara atacaklar ve yeni bir süper kabile oluşturacaklardı. Müslümanlar ve Museviler, Medine’deki putperestlerle barış içinde yaşayacaklardı; ama Peygamberden kurtulmak için Mekke ile gizli bir anlaşma yapmadıkları sürece. Anlaşma­nın 20. Maddesi şöyle diyordu: “Hiçbir putperest, Kureyşlilerden herhangi birine ya da mallarına koruma sağlamaya­cak, inananlara karşı tavır almayacaktır.” Toplumun li­deri ve tek güvenlik kaynağı Tann’nm Kendisi idi. Müs- lümanlara gelince; onlar da tamamen yeni türde bir grup oluşturdular. Bütün kabileler tek bir toplum olacaktı. Bundan böyle kabile toplumun temel birimiydi; ama toplum kan bağından çok, ortak dinle birleşiyordu. Arabistan’da da­ha önce böyle bir şey görülmemişti. Bu aslında Hz. Muhammed’in bir teokrasi oluşturmak için orijinal emri değildi; hatta muhtemelen teokrasinin ne olduğunu bile bilmiyordu. Ama olaylar onu başlangıçtaki önyargılarından arındırıp tamamen yeni bir çözüme itmişti. Son birkaç yıldır, îslam toplumu bölen bir güç olmuştu; Hz. Muhammed çocukları ailelerinden çalmakla suçlanmıştı. Ama hicrete kadar hiç kimse Kureyş kabilesini terk etmeyi düşünmemişti. Şimdi ise eski kabile bağlan parçalanmış, Kureyşliler, Evsler ve Hazreçler tek bir toplum oluşturmuşlardı. İslam artık bölü­cü olmaktan çıkıp, birleştirici bir güç haline geliyordu.
Ama kabile kavramı, ister istemez ilk Müslümanla­rın toplum anlayışını etkiledi. Yeni topluma bakış açıla­rını hâlâ kabile kavramları biçimlendiriyordu. Bu yüz­den Kuran’da şöyle denmiştir:

İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla,
canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin velileridir, iman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret
edinceye kadar, onların velayetleri size ait değildir.
Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça, yardım etmek üzerinize borçtur.
Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.

Artık toplumun bir üyesi olmak için kabilenden vaz­geçmeli, hicret etmeli ve yeni topluma katılmalıydın. Tıpkı kabile gibi, yeni toplum da kendi başına bir dün­yaydı: “Bütün insanlar dışında tek toplum.” Ama geleneksel anlamda, bu diğer kabileleri konfedereleş­tirmek oluyordu. Yeni toplumun birlik ruhunun, ilahi birliği yansıtması gerekiyordu; dolayısıyla Müslümanlara kendi kişisel yaşamlarını biçimlendirmeleri de emredilmişti. Kan bağlarının, eski kabile yandaşlıkla­rının sorun yaratmasına, toplumu birbirleriyle sava­şan gruplara bölmesine izin verilmemeliydi; kabilesi ne olursa olsun, hiçbir Müslüman diğeriyle savaşamazdı. Yine de, toplumun lideri Hz. Muhammed değil­di. Medine’de oldukça mütevazı bir pozisyonu vardı; hatta başlangıçta Sa’d bin Muaz ya da îbni Ubey gibi Medineli şeflerinkinden çok daha aşağıdaydı. Sahip ol­duğu tek özel fonksiyon, Müslümanlar arasındaki an­laşmazlıkları çözen tarafsız bir arabulucu olmasıydı.
Bu devrimci bir çözümdü ama ilk günlerde herkes denemeye hazırdı, çünkü Medine’deki durum o zamana dek çözümsüz kalmıştı ve her türlü değişiklik, bitip tü­kenmek bilmeyen savaşlardan daha iyiydi. Paganlar buna karşı değillerdi. Ebu Emir adlı bir Arap çileci (ba­zen El-Rahib adıyla da biliniyordu) Hz. Muhammed gel­dikten sonra Mekke’ye haber vermişi ama o olaydan sonra İslam inancına dönmeyen putperestlerin hiçbiri sorun çıkarmadı. Ebu Kuays bile İslam inancına döndü ve iyi, sadık bir Müslüman oldu. Museviler başlangıçta yeni sistemi kabul etmeye hazırlardı ve bazıları bu ye­ni Arap tektanncılığına geçmeyi bile düşünmüştü. Ama Hz. Muhammed kendileri din değiştirmeyi istemedikçe, Hz. Muhammed onlardan Allah’ın dinini kabul etmele­rini istemedi. Kuran’daki bir pasaja göre,din değiştir­meyen Museviler bir tür paralel toplum oluşturdular ve kendilerine ilk Museviler dediler. Kendilerine ait son derece özgün bir kutsal metinleri vardı ve Kuran terim­leriyle ele alındığında, îslam inancına dönmelerine ge­rek yoktu. Dolayısıyla, başlangıçta her şey umut verici görünüyordu ve aslı Arap bile olmayan bir Müslüman vardı. Cami inşa edilirken, Beni Kureyza adındaki bir Musevi’nin sahibi olduğu Selman adındaki bir İranlı azad edilmiş köle, kendini Hz. Muhammed’e tanıttı ve hikayesini anlattı. İsfahan yakınlarında doğmuş, Hıris­tiyanlık inancına geçmiş, sonra Suriye’ye gelmiş, bura­da Arabistan’da bir peygamberin gelmek üzere olduğu­nu bildiren bazı hikayeler duymuştu. Hicaz’a gelirken yolda esir alınmıştı ve şansına, Medine’ye getirilmişti. Selman, İslam inancında saygın biri olacaktı; genellik­le yeteneklerini İslam’ın hizmetine sunan ve Arap kö­kenli olmayan Doğuluların öncüsü olarak görülür.
Nisan 623’te, hicretten yaklaşık yedi ay sonra, cami nihayet tamamlandı. Tuğladan yapılmıştı ama Kudüs’e bakan duvarında taşla çevrilmiş bir niş kıbleyi işaret ediyordu. Resmi ibadet için geniş bir avlu vardı. Baş­langıçta insanlar çağrı olmadan ibadete geliyorlardı ama herkes farklı zamanlarda geldiği için, bu pek elve­rişli olmuyordu. Hz. Muhammed Museviler gibi koç boynuzu ya da Doğulu Hıristiyanlar gibi bir ahşap da­vul kullanmayı düşündü ama Göçmenlerden biri bir rü­ya görmüştü: Yeşil renkte elbise giymiş bir adam ona in­sanları ibadete çağırmak için en iyi yolun güçlü bir insan sesi kullanmak olduğunu söylemişti. Önce Müslü- manlara Allah’ın her şeyden daha büyük olduğunu ha­tırlatmak için üç kez “Allahu ekber!” diyecekti. Sonra çağrı şöyle devam edecekti: “Allah’tan başka Tanrı ol­madığına şahadet ederim; Muhammed’in Allah’ın elçi­si olduğuna şahadet ederim. İbadete gel. İbadete gel. İlahi hizmete gel. İlahi hizmete gel. Allahu ekber. Al­lahu ekber. Allah’tan başka tanrı yoktur.” Hz. Muham- med bu fikirden hoşlandı ve Ebu Bekir’in azat edilmiş kölesi olan Bilal’i bu işle görevlendirdi. Bilal her sabah caminin yakınlarındaki en yüksek binanın üzerine çıkıyor, çatıya oturup şafağın sökmesini bekliyordu. Gü­neşin ilk ışıklarını gördüğünde, çağrıya başlamadan önce ellerini gökyüzüne açıp şöyle diyordu: “Ey Tan­rım, Sana inanıyorum, Sana yalvarıyorum, Kureyşlilerin Senin dinini kabul etmelerine yardım et.”
Caminin içinde Hz. Muhammed’in kendisine ait bir bölüm yoktu; sadece doğu duvarına bitişik iki küçük bina vardı. Biri Şevde, diğeri Ayşe içindi. Daha sonra­ları her iki eşinin de camide kendilerine ait odaları olacaktı ve Hz. Muhammed sırayla birinde kalacaktı. Cami hazır olduğunda, hâlâ Mekke’de olan kadınları getirmesi için Zeyd’i gönderdi. Zeyd döndüğünde Şev­de, Ummi Gülsüm ve Fatıma’yı getirdi (Zeynep, put­perest kocası Ebu’l As ile birlikte kalmıştı); kendi eşi Ummi Ayman da yanındaydı. Ebu Bekir’in ailesinden son kalanlar da ona katılmışlardı: Oğlu Abdullah, eşi Ummi Ruman ve kızları Esma ile Ayşe.
Kadınlar geldikten sonra düğünler yapıldı. Hz. Mu­hammed, Zeyd’in Ummi Ayman’dan ziyade kendi yaşı­na daha yakın bir eş daha alması gerektiğine karar verdi ve onun adına, Abdullah İbni Cahş’ın güzel kız kardeşi Zeynep’in elini istedi ama Zeynep bu fikirden hiç memnun olmamıştı. Kısa boylu, esmer, basık bu­runlu Zeyd pek yakışıklı bir adam değildi ve birlikte göreceğimiz gibi, Zeynep’in gözü daha yukarılardaydı. Ama bunun gerçekten Hz. Muhammed’in dileği oldu­ğunu anladığında, kabul etti. Ebu Bekir, ailesini Pey- gamber’in ailesine daha da yakınlaştırmak için kızı Esma’yı Hz. Muhammed’in kuzeni Zübeyr İbni El-Avvam ile evlendirdi.
Son olarak, Mekke’ye geldikten yaklaşık bir ay sonra, Hz. Muhammed’in Ayşe ile evlenme zamanının geldiğine karar verildi. Ayşe henüz dokuz yaşında ol­duğundan, düğün ziyafeti verilmedi ve tören olabildi­ğince asgaride tutuldu. Gerçekten de o kadar tuhaf bir durumdu ki evlenmenin ne anlama geldiğini bil­meyen Ayşe, gün boyunca arkadaşlarıyla saklambaç oynamıştı. Ebu Bekir, Bahreyn’den kırmızı çizgili ka­liteli bir kumaş almıştı; Ayşe’nin düğün elbisesi bu kumaştan yapıldı. Sonra onu caminin yanındaki kü­çük daireye götürdüler. İçeride Hz. Muhammed onu bekliyordu; üzerinde mücevherler, süsler ve güzel bir elbiseyle onu içeri soktuklarında, Peygamber önce gü­lümsedi, sonra neşeyle güldü ve kızın uzun güzel saç­larını taradı. Bir süre sonra bir kase süt getirildi ve Hz. Muhammed ile Ayşe bu kaseden içti. Evlilik Ay­şe’nin hayatında pek bir fark yaratmamıştı. Tabari, kız çok küçük olduğu için ailesinin evinde kalmaya devam ettiğini ve ancak ergenliğe ulaştıktan sonra evliliğin gerçek anlamını kazandığını bildirmiştir. Ay­şe arkadaşlarıyla ve oyuncak bebekleriyle oynamaya devam ediyordu. Bazen Hz. Muhammed onu görmeye gelirdi ve Ayşe’nin anlattığına göre, “küçük kızlar ev­den kaçar, o da benim hatırım için arkalarından gidip onları geri getirirdi.” Hz. Muhammed kendi kızları küçükken onlarla oynamayı severdi ve bazen Ayşe’nin oyunlarına da katılırdı. Ayşe şöyle anlatıyordu: “Bir gün ben bebeklerimle oynarken Peygamber geldi ve
Hey, Ayşe,’ dedi, 'ne oynuyorsun?’ Ben ‘Süleyman’ın atları,’ diye cevap verince gülmeye başladı.”
Ama Ayşe yeni toplum içinde bir hüzün seziyordu. Bir gün babasıyla iki azat edilmiş kölesi Emir ve Bilal’i, Medine’ye geldiklerinden beri göçmenlere musallat olan bir ateşle yerde yatarken buldu. Üçü de delirmiş gibiydi ve Bilal bir köşede tek başına yatıyor, Mekke için yuva özlemini yansıtan bir şarkı söylüyordu.
Fakıh’ta bir gece daha geçirebilecek miyim Tatlı baharatlar ve kekiklerle sarılı bir halde? Mahana deresine geldiğimde, şafak sökecek mi Şama ve Tafil’i bir daha görecek miyim?

Ayşe doğruca Hz. Muhammed’in yanma koştu. O da göçmenlerin çektiği acının ve yaşadıkları boşluğun far­kındaydı. Ayşe’ye güvence verdi ama şu duayı da ekle­di: “Ey Allah’ım, Medine’yi bizim için Mekke kadar, hat­ta daha fazla sevgili kıl.” Ensâr arasında ise daha ciddi bir sorunun giderek daha fazla farkına varıyordu. Medine’deki yeni Müslümanların hepsi kararlı değildi; İslam inancını beklenti ruhuyla kucaklamışlardı, inan­dıkları için değil. Onlara göre din değiştirmek geri çev­rilemez bir trend haline gelmişti ve geride kalmak iste­memişlerdi ama aslında şimdilik bir kenarda oturuyor, bu yeni olayların neler getireceğini görmeyi bekliyorlar­dı. Bu hoşnutsuzlar, Hz. Muhammed gelmese muhte­melen Medine’nin kralı olacak olan Abdullah İbni Ubey’in etrafında toplanmışlardı. îbni Ubey de Müslü­man olmuştu ama pek ateşli görünmüyordu ve muhte­melen bir sorun çıktığı anda hareketin kontrolünü ele almayı umuyordu. Kuran’daki en uzun sure olan 2. Su­re, Medine’de kalışlarının ilk birkaç ayında vahiy edil­miştir ve Hz. Muhammed’in sorunların farkında olduğu­nu göstermektedir. Hz. Muhammed şimdilik İbni Ubey’e karşı sabırlıydı; ona camide saygın bir yer ver­mişti ve her Cuma haftalık ibadet sırasında insanlara seslenmesine izin veriyordu. Buna karşılık, o da genel­likle Hz. Muhammed’e karşı nazikti ama bazen düşman­lık su yüzüne çıkıyordu. Sevimsiz bir olaydan sonra, En- sâbdan biri Hz. Muhammed’i bir köşeye çekti ve yalvar­dı: “Ona karşı sert davranma, çünkü Tanrı seni bize gön­dermeden önce ona taç giydirmek üzereydik ve Tanrı adına, senin onun krallığını çaldığını düşünüyor.” Hoşnutsuz Araplar gibi, başlangıçta Museviler de Hz. Muhammed’e karşı önyargılı davranmamışlardı; özellikle de Musevilik inancına eğilimli olduğunu gör­dükleri için. Ama zaman içinde İbni Ubey’e katılmışlar ve İslam inancına sırt çevirmişlerdi. İbadet sırasında camide toplanmaya, Müslümanların hikayelerini dinle­meye ve dinleriyle alay etmeye başlamışlardı. Kutsal metni çok iyi bildiklerinden, bunu yapmak onlar için çok kolaydı; çeşitli peygamberlerin Tevrat’ta anlatılan­lardan farklı hikayelerine gülüyorlardı. Hz. Muham­med’i kesinlikle gerçek bir peygamber olarak kabul et­miyorlardı ve Tanrı’dan vahiyler getirdiğini iddia eden bir adamın kaybolduğunda devesinin nereye gittiğini bile bilememesinin ne kadar tuhaf olduğunu söylüyor­lardı. Bu kırıcı eleştiriler Müslümanları o kadar öf­kelendiriyordu ki sık sık kavgalar patlak veriyordu; so­nunda Museviler camiden zorla çıkarıldılar. Aslında ken­dilerine göre somut dinî temelleri vardı. Bir Mesih beklemişlerdi ama artık peygamberlik çağının sona erdiğine inanıyorlardı. O dönemde hiçbir Hıristiyan ya da Muse­vi, bir peygamber olduğunu bir melek olduğundan daha fazla iddia edemezdi. Ama Musevilerin başlangıçta Hz. Muhammed’i Medine’ye kabul etmelerinin bir nedeni da­ha vardı; Musevilik, uzun zamandır içinde Tanrı korku­su taşıyanları sinagoglara kabul eden bir dinî gelenekti. Böyle insanlar Musa’nın Yasaları’nı tam olarak izlemez­lerdi ama dost kabul edilirlerdi ve Müslümanlar böyle bir yandaşlık için olası adaylar gibi görünmüştü. Ama Museviler, Hz. Muhammed’in gelişinden beri Medine’de kendi pozisyonlarının nasıl gerilediğini fark etmeye baş­ladıklarından beri, onu ateşli bir şekilde dışlıyorlardı.
Hz. Muhammed’in Museviler tarafından reddedilme­si, muhtemelen hayatında yaşadığı ve bütün dinî pozis­yonunu etkileyen en büyük hayal kırıklığıydı. Ama Me­dine’de dostça davranan Museviler de vardı; ona kendi kutsal metinleri hakkında bilgiler veriyor, diğer saygısız Musevileri kendi kurallarıyla nasıl yeneceğini öğretiyor­lardı. Kuran’daki Musevilere karşı polemik iyi gelişmiş­tir ve eleştirilerinin ne kadar ağır olabildiğini göstermek­tedir ama şimdi edindiği yeni bilgilerle, Hz. Muhammed onların aşağılayıcı yorumlarını bertaraf edebiliyordu. Museviler, kendi kutsal kitaplarında, çoktanrılı dine ge­ri dönerek Tanrı’ya ihanet eden inançsız insanlar olarak anılıyordu; Sözel Kanunları ortaya çıkardıklarında, kabul edilemeyecek bir şey “icat” etmişlerdi; sık sık peygamberlerinin uyarılarına kulak asmadıkları görül­müştü. Hz. Muhammed, Musevi tarihinin kronolojisini de öğrenmiş, daha önceleri aynı dine ait olduklarını sandığı Hıristiyanların ve Musevilerin aslında ciddi fikir ayrılıklarına düştüğünü keşfetmişti. Araplar gibi dışarı­dan bakan insanlar için, iki pozisyon arasında pek fark yoktu ve Kutsal Kitap İnsanları’nın asıl saf vahiylere ba­zı yeni, özgün olmayan unsurlar eklemiş oldukları düşü­nülebilirdi. Ama Museviler ile yaşadığı tartışmalar, Hz. Muhammed’in Hıristiyanlık inancıyla ilgili düşünceleri­ni değiştirmedi. Hatta Kuran bazen Musevilere karşı Hı­ristiyanlık inancının tarafını tutmaktadır; özellikle de Museviler Isa’yı çarmıha gerdiklerini iddia ettiklerinde aynı cevabı tekrarlamakta, îsa’nın aslında Çarmıh’ta öl­mediğini söylemektedir; çarmıhta ölmüş gibi görünen, sadece bir benzeridir. Ama Kuran, Hıristiyanlık inan­cının Tann’nın bir Oğlu olduğu iddiasını ayıplamaktadır; Allah’ın kızlan olduğunu kabul etmediği için bu kadar sı­kıntıya katlanmak zorunda kalan Hz. Muhammed’in böyle bir doktrine sempatiyle bakmayacağı açıktır. Ku­ran bu inancın bir zan örneği oluşturduğunu, Kutsal Ki­tap İnsanları’nı birbiriyle savaşan iki gruba ayıran bölü­cü bir spekülasyon olduğunu ve gerçeği muhtemelen kimsenin bilemeyeceğini tekrar tekrar belirtmektedir.
Ama Hz. Muhammed, kendi bildiriminin eski pey­gamberlerin daha önceki bildirimlerinden birinde bulun­duğunu hâlâ savunuyordu. Bütün Museviler düşmanca değildi ve şimdi yaşadıkları sorunlara rağmen, Müslü­manların Kutsal Kitap İnsanları ile ortak noktalarını vurgulamaları gerektiğinde ısrar ediyordu. Hz. Muham­med muhtemelen Tann’nm bir Oğlu olduğu iddiasına tüm Hıristiyanların inanmadığını da düşünüyor olma­lıydı. Müslümanlar, sadece Kuran’a karşı saygısız davra­nan ya da saf dine kabul edilemeyecek yenilikler getiren Museviler ve Hıristiyanlar ile kavga halindeydi:

İçlerinden zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla mücadele edin ve (onlara) şöyle deyin: “Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilahımız ve sizin ilahınız birdir (aynı ilahtır). Biz sadece ona teslim olmuş kimseleriz.”

Yesrib’deki üç temel Musevi kabilesiyle anlaşmazlık giderek kötüleşse bile, Müslümanların bu resmi poli­tikası hiç değişmedi.
Hz. Muhammed Medine’deyken, İbrahim hakkında da daha fazla bilgi edindi. Kurtuluş tarihiyle ilgili ye­ni kronolojik bilgisiyle, İbrahim’in Musa ya da İsa’dan daha önce yaşamış olmasının önemini artık kavraya­biliyordu. Dolayısıyla, Musa’nın ve İsa’nın sonuçsuz bir tartışmanın içine sıkışıp kalmış gibi görünen ta­kipçilerinin hem Tevrat hem de İncil’den önce yaşamış olan İbrahim’in saf dinine bazı yararsız yenilikler ge­tirmiş olduklarını düşünmek mantıksız değildi.

İbrahim ne Yahudi idi ne de Hıristiyan. Fakat o, hanif (Allah’ı bir bilen, hakka yönelen) bir müslümandı. Allah’a ortak koçanlardan da değildi. Şüphesiz, insanların İbrahim’e en yakın olanı, elbette ona uyanlar, bir de şu peygamber (Muhammed) ve mü’minlerdir. Allah da müminlerin dostudur.

Mekke’de, Musa Müslümanların en sevdiği peygamber­di; Medine’de ise onun yerini İbrahim almıştı ve Hz. Muhammed, Musevilerin eleştirilerine mükemmel bir cevap bulmuştu. Kendisi ve Müslümanlar, Allah’a teslim olan ilk Müslüman’ın saf inanç ruhuna geri dönüyorlardı. Hz. Muhammed’in bazı yerleşik ülkelerdeki Arapların İb­rahim’in dinine dönme arzusunu ne kadar paylaştığını bilmiyoruz; Kuran’da, Mekke’deki küçük hanifiye mezhe­biyle ilgili pek fazla bilgi yok ve İbrahim ile ilgili kayıtlar da daha ziyade Medine surelerinden sonra başlıyor. Ama bu dönemde, Müslümanlar kendi inançlarının İbrahim’in saf dininin adı olan hanifiye ismini verdiklerini anlıyoruz.
Böylelikle, Hz. Muhammed, imanın Tanrı’ya teslim ol­mak olduğu inancından vazgeçmeden Musevilere ağızları­nın payım vermek için bir yol buldu. Gerçekten de, İbra­him’in önemim bu şekilde değerlendirmesi, genel yargıları­nı daha da derinleştirmesini sağlamıştı. İnsanları kendi inançlarını kabul etmeye zorlayan ve diğerlerim dışlayıp aşağılayan Museviler ve Hıristiyanlar, İbrahim’in başlangıç­taki doktrininden ve her biri diğerinin görüşlerim destekle­miş olan ilk peygamberlerin saf mesajından ayrılıyorlardı.

Deyin ki: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab’lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz.
Biz ona teslim olmuş kimseleriz."

Bir insan ifadesini Tann’mn Kendisi’ne tercih etmek, elbet­te ki Tanrı’ya eş koşmak anlamına geliyordu. Vahiyler, da­ha önceki peygamberlerin mesajlanm etkisiz kılmıyordu; tam aksine, onaylıyor, destekliyor ve devam ettiriyorlardı.
İbrahim’in büyük oğlu İsmail, bu büyük peygamber­ler listesinde önemli bir isimdi. Dostça yaklaşan Arap Museviler, ona ilk kez İsmail’in hikayesini anlattılar ve kendilerinden bazı yerel efsaneleri de eklediler. Hz. Muhammed, şimdi Yaratılış kitabında İbrahim’in gözde­si Hacefiden İsmail adında bir oğlu olduğunu öğreniyordu. Ama Sarah, İshak’ı doğurduğunda, Hacer ve İsmail’i kıskanarak İbrahim’den onlardan kurtulmasını istemiş­ti. İbrahim oğlunu kaybetmekten dolayı üzgündü ama Tanrı, ona İsmail’in de büyük bir ulusun babası olacağı­na dair ona söz verdi. İbrahim, üzgün bir şekilde Hacer ve oğlunu doğanın kucağına bıraktı; İsmail vahşi bir adam olarak büyüdü ve büyük bir savaşçı oldu. Arap Museviler, İsmail’in Arapların atası olduğuna inanıyor­lardı ve söylendiğine göre, İbrahim, Hacer ve oğlunu Mekke vadisine getirip bırakmış, onlarla Tanrı ilgilen­mişti. Daha sonra İbrahim, İsmail’i Mekke’de ziyaret et­mişti ve birlikte Arabistan’daki ilk Tanrı tapınağı olan Kâbe’yi inşa etmişlerdi. Dolayısıyla Araplar da tıpkı Ya- hudiler gibi İbrahim’in soyundan geliyordu.
Bu, Hz. Muhammed’in kulaklarına müzik gibi gelmiş ol­malıydı. Kabe’ye yeni bir önem kazandırmıştı ve Tanrı’nın Arapları unutmadığını, bu ulusun daha ilk günlerden beri ilahi planın bir parçası olduğunu göstermişti. Kuran’da an­latıldığına göre, İbrahim ve İsmail Kâbe’yi, Tanrı’nın Evi’ni bitirdikten sonra, Araplara bir peygamber göndermesi için Tann’ya dua etmişlerdi. Hz. Muhammed, Araplara Kitap’ı getiren kişiydi; şimdi onlara atalarının değerlerine da­yanan tamamen özgün bir Arap inancı getiriyordu.
Musevilerin çoğunun düşmanlığının kalıcı olduğu anlaşıldığında, Allah’ın yeni dini eski dinlerden bağım­sızlığını ilan etti. 624 yılının Ocak ayının sonlarına doğ­ru, Şaban ayında, ayni hicretten yaklaşık on sekiz ay sonra, Hz. Muhammed rahmetli Bera İbni Murar kabi­lesinin bölgesinde inşa edilmiş bir camide Cuma nama­zını yönetiyordu. Aniden, özel bir vahiyden ilham ala­rak, Hz. Muhammed bütün cemaati Kudüs yerine Mek­ke’ye doğru döndürdü. Tanrı Müslümanlara ibadetleri için yeni bir odak ve yeni bir kıble vermişti:

(Ey Muhammed!) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz.
(Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) hep o yöne dönün. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bunun Rabblerinden (gelen) bir gerçek olduğunu elbette bilirler.
Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.

Kıblenin değişmesi, Hz. Muhammed’in en yaratıcı dinî hareketi olarak kabul edilmiştir. Yüzlerini Mekke’ye dönmekle, Müslümanlar kurulmuş toplumlardan hiçbi­rine ait olmadıklarını, sadece Tanrı’nm Kendisi’ne yö­neldiklerini ilan ediyorlardı. Yüzleri Tanrı’nın tek dini­ni savaşan mezheplere bölmekten sorumlu iki dinden bağımsız Kâbe’ye dönük halde secde etmekle, o yapıyı inşa eden adamın ilk ve saf inancına dönüyorlardı.

Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra (O), yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir. De ki: “Şüphesiz Rabbim beni doğru bir yola, dosdoğru bir dine, Hakk’a yönelen İbrahim’in dinine iletti.
O, Allah’a ortak koçanlardan değildi.”
Ey Muhammedi De ki: “Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.”
“O’nun hiçbir ortağı yoktur. İşte ben bununla emrolundum. Ben Müslümanların ilkiyim.”
De ki: “Her şeyin Rabbi o iken ben başka bir Rab mı arayayım?

Bir insan sistemini Tanrı’nın Kendisi’ne tercih et­mek, Tanrı’ya eş koşmak demekti ve Müslümanlar bir dinî kurumu ya da geleneği değil, Tanrı’yı hayat­larının odak noktası haline getirmeliydi.
Kuran, Müslümanların bu kıbleyi Kudüs kıblesine tercih edeceklerini söylerken elbette ki haklıydı. Göç­menler ve Ensâr, Kâbe’ye sadıktı; Hz. Muhammed’in Ensâr ile ilk kez hac döneminde karşılaşmış olması tesadüf değildi. Şimdi kendilerini iki eski dine karşı kopuk hissediyor, o dinleri izlerken ayaklarının tö­kezleyeceğini görüyorlardı. Onlar kendi odaklarına sahipti; Araplar için talihsiz emperyalist çağrışımlar yapan dinlerden bağımsız bir odak. Mekke’ye karşı tutkuları, Ensâr’ı ve göçmenleri bir kez daha tek bir toplum haline getiren unsur olacaktı ve göçmenler bu anlayışın hicretten sonra yaşadıkları boşluğu telafi ettiğini göreceklerdi.
Kıblenin değişmesi, yeni bir Müslüman kimliğinin oluştuğunun işaretiydi. Üç farklı kabileden gelmiş ol­malarına rağmen, Müslümanlar giderek onları bir­birlerine daha çok bağlayan bir ortak kimliği algılı­yorlardı. Bilal ibadete çağırdığında hepsi birden aya­ğa kalkıyordu; hepsi birden işlerini bırakıyor, akşam­ları hep birlikte secde ediyorlardı. Dağıttıkları sada­kalar, yoksullara karşı ortak sorumluluklarını hatır­latıyordu. Artık nerede olurlarsa olsunlar, günde üç kez Mekke’ye doğru dönerek secde edeceklerdi. Ama bu yeni bağımsızlık ilanı, Müslümanların zor durum­da olduğu, düşmanlarca her taraftan sarıldıkları bir dönemde gerçekleşmişti. Medine’deki Museviler, kıb­lenin değişmesinin bir isyan ve meydan okuma hare­keti olduğunu düşünmekte gecikmediler. Artık Hz. Muhammed’den kurtulmak konusunda daha da ka­rarlıydılar ve yine bu dönemde, Medine’deki toplum güçlü Mekke şehrinden bir saldırı bekliyordu.

8 - Kutsal Savaş

Hz. Muhammed artık tanınan biri olmuştu. Yıllar sü­ren zulüm ve yenilgilerin ardından, artık kendi ülkesin­de kabul görmeyen bir peygamberdi. Bu, Hıristiyan ge­lenekleriyle yetişmiş olan bizler için anlaşılması ve ka­bullenilmesi kolay bir imajdır. Ama Hicret’ten sonra Hz. Muhammed gerek ruhsal ve gerekse politik anlam­da muazzam bir başarıya kavuşmuştur ki bu da Hıris­tiyan Batılı’nın onun peygamberlik yaşamıyla ilgili her zaman şüphesini çekmiştir. Sadece Arabistan’ı değil, tüm dünya tarihini değiştirmiş zeki ve karizmatik bir politik lider olduğundan, Avrupa’daki eleştirmenler onun dini güç için kullanan bir sahtekar olduğunu söy­lemişlerdir. Hıristiyan dünyasında çarmıha gerilmiş ve kendi krallığının bu dünyada olmadığını söyleyen bir Isa figürü hakim olduğundan, başarısızlığı ve aşağılan­mayı bir dinî liderin en önemli özelliği olarak görmeye alışmışızdır. Ruhsal kahramanlarımızın dünyevi an­lamda muhteşem başarılar kazanmasını beklemeyiz.
Öte yandan, Hz. Muhammed’in barışa, güce ve za­fere uzanan yolunda savaşmak zorunda kalması, bi­zim için kötücül ve hatta bir skandal olarak yorumlan­maktadır. İslam, bir kılıç dini olarak görülmüş, şiddet ve hoşgörüsüzlüğe teşvik ederek gerçek ruhsallığı terk eden bir inanç olarak değerlendirilmiştir. Bu, Orta Çağ’dan beri Hıristiyan Batı dünyasındaki İslam anla­yışını etkileyen bir görüş olmuştur; o dönemde Orta Doğu’da Haçlı Seferleri düzenleyenler Hıristiyanların kendileri olmasına rağmen. Bugün popüler kitaplar ve televizyon programları sık sık “İslam’ın Öfkesi”, “İsla­miyet Kılıcı”, “Kutsal Öfke” veya “Kutsal Terör” gibi ifa­deler kullanılmaktadır. Ama bu gerçeğin saptırılması­dır. Her din kendi dehasına, nihai anlam ve değer ara­yışını karakterize eden bir içgörüye sahiptir. Hıristiyan­lık bir çile ve zorluk dinidir; en azından Batı’da, özellik­le zor zamanlarda kendisini hissettirmiştir.
Erken Kilise dönemindeki zulümle dolu asırlar, çar­mıha gerilmiş İsa imajını güçlendirmiş, Hıristiyan ruhu üzerinde güçlü bir etki yapmıştır. Dolayısıyla başlangıç­tan itibaren, Hıristiyanlar “'dünyayı” reddetmeleri gerek­tiğini hissetmişlerdir; dolayısıyla başkaldırı ya da poli­tik yapılardan uzak durmak, şehitler çağının erdemle­rinden biri olarak görülmüştür. İsa için acı çekmek ve öl­mek nihai ruhsal deneyim olarak algılanmış, Hıristiyan­ların dünyevi güçleri reddetmesinin bir sembolü haline gelmiştir. İnsanın acı çekerek değişebileceği ve ruhunun yüceleceği inancı birçok Hıristiyan’ı esinlendirmiş, mil­yonlarca umutsuz insana teselli kaynağı olmuştur. Ama aynı zamanda kötüye de kullanılmıştır; Hıristiyanlara zalimliğe, haksızlığa ve baskıya dayanmaları söylenmiş­tir; Tann’mn, zengin adam malikanesinde ya da şato­sunda otururken, yoksulun o malikanenin kapısında di­renmesini gerektiren türden bir hiyerarşiyi desteklediği fikri empoze edilmiştir; sömürücü zenginler, yoksulları bu dünyada çektikleri çilelerin ve karşılaştıkları zalimli­ğin cennette ödüllendirileceğine inandırmışlardır. Bu­gün bile, Orta ve Güney Amerika’da hâlâ bu türde vaaz­lar veren Hıristiyan fundamentalistler vardır. Ama öte yandan, baskı altında kalan, zulüm gören ve haksız­lığa uğrayan çaresiz insanlara yardım ederek adil ve saygın bir toplum yaratmak için mücadele eden Hıristiyanlar da vardır. Batılıların genellikle “kutsal savaş” diye adlandırdıkları cihadı bu gözle görmemiz gerekir.
Belirttiğimiz gibi, Hıristiyan geleneklerinde, politik faaliyetleri dinî yaşamın dışında tutmak gibi bir eğilim vardır; Hıristiyanlar, dünyevi başarıları genellikle ruh­sal zaferler olarak görmemektedirler. Avrupa’da, Kilise’yi ve devleti ayıran bir ideal geliştirdik ve sık sık, te­melde ayrı olarak algıladığımız bu iki alanı birleştiren İslam inancını suçladık. Ama Hıristiyan deneyimi, bize farklı şartlar içinde oluşup gelişen diğer kültürel ve dinî geleneklere önyargıyla yaklaşma hakkını vermez. Hz. Muhammed yeni dini insanlarına getirdiğinde, Arabis­tan uygar dünyanın dışındaydı ve gerek politik gerekse sosyal yapısı yıkılmak üzereydi. Öte yandan, Hıristiyan­lık, şiddet uygulanarak korunsa bile belli bir barış ve sosyal güvenlik ortamının sürdüğü güçlü Roma Imparatorluğu’nda doğmuştu. İsa ve Aziz Pavlos, sosyal ve po­litik düzen için endişelenmek zorunda değillerdi, çünkü zaten böyle bir gerek yoktu. Gerçekten de, Pavlos’un uzun misyoner yolculukları, pax Romana dışında im­kansız olurdu; Arabistan’da koruma altında olmayan bir adam sokakta kim vurduya giderdi. Hıristiyanlık dör­düncü yüzyılda imparatorluğun resmi dini haline geldi ama yeni Hıristiyanlık kurumu, tamamen yeni bir poli­tik düzen kurması gerektiğini düşünmüyordu; sadece eski Roma kanunlarını ve kuramlarını vaftiz etmeleri yetmişti. Dolayısıyla politika, hâlâ farklı bir arenaydı.
Ama İsa’nın aksine, Hz. Muhammed bir barış dün­yasında doğmamıştı. Yedinci yüzyıldaki Arabistan’da tam bir kan havuzunun içinde doğmuştu ve o dönem­de eski değerler radikal bir şekilde yıkılıyordu ve yer­lerini alacak yeterince sağlam başka şeyler görünmü­yordu. Başlangıçta Hz. Muhammed hiçbir politik fonk­siyonu olmadığında ısrar etmişti; hatta İbrani pey­gamberleri gibi sosyal adalet temelli bir mesaj veriyor olmasına rağmen. Ama önceden tahmin edemediği ba­zı olaylar, Medine’ye davet edildiğinde onu yeni bir mücadelenin içine girmeye zorlayacaktı. Belki de Arap toplumunda kabilelerin artık birbirleriyle savaşmaya­cağı, hepsinin yeni bir toplum olarak birleşeceği fikri kafasında belirmeye başlamıştı. Yeni bir politik çözü­me acilen ihtiyaç vardı ve yedinci yüzyılda böyle bir çözüm kaçınılmaz bir şekilde dinî olacaktı. Ama Hicret zamanında, Hz. Muhammed’in belirgin bir vizyonu ve yapılandırılmış bir politikası yoktu. Böyle büyük plan­lar kurmak yerine, gelişen olaylara tepkiler veriyor, yönünü ona göre tayin ediyordu. Bu esastı. Yavaş ya­vaş bilinmeyene doğru kayıyordu ve belirgin şekilde biçimlendirilmiş fikirler ya da politikalar, ister iste­mez çürümekte olan eski düzene dayanacaktı. Her şeyden öte, onun en yüksek önceliği Tanrı idi.
Medine’ye Hicret’ten sonra Hz. Muhammed giderek daha politik veya sosyal temelli kararlar almaya baş­ladıkça, Kuran’da, mevcut bazı politik durumlarla il­gili yorumlar ya da yeni kanunlar getirilmiştir. Ama bazı Batılı eleştirmenlerin öne sürdüğünün aksine, Hz. Muhammed’in vizyonu güç şehvetiyle lekelenmemişti. Kuran her ne tartışırsa tartışsın, referans nok­tası asla gözden kaçırılmamıştır. Teosantrik olmayan tek bir Kuran kavramı bile bulunmadığı söylenir: Ya­ni, asla Tanrı merkezli olmaktan uzaklaşmamıştır. Her noktada, Kuran Müslümanlara büyük bir seçim sunar: İnanç konusunda Tanrı’ya teslim olacaklar mı­dır, yoksa kendi sınırlı görüş açılarına geri mi döne­ceklerdir? Bazı ifadeler tercüme edilirken ne kadar dünyevi görünse de, orijinal Arapça metinde yüce bir dil daima korunmuştur. Müzik ve dünya düzeni daima sıradan hayal gücünü yükseltmekte ve ilahi düzene ulaştırmaktadır. Entegrasyon, en önemli deneyimdir: Müslümanlar kısa bir pasajı dinlerken, daima bütünü hatırlarlar. Sürekli tekrarlanan ifadeler ve anıştırma­lar - tercümede çok sıkıcı gibi görünebilir diğer pa­sajları akla getirmekte ve zihnin temel noktaya odak­lanmasını kolaylaştırmaktadır. Hz. Muhammed gide­rek daha fazla devlet adamı haline gelirken, hâlâ viz­yonunu kaybetmemişti ve yavaş yavaş, Araplara barış ve huzur getirecek bir çözüme yöneliyordu.
Ama daha sonraları giderek politik bir role girmiş olmasına rağmen, sosyal mesajı hâlâ dinî vizyonuna dayanıyordu. Müslümanlar Kuran tarafından doğa­daki İlâhi işaretler üzerinde düşünmeye zorlandıkla­rında, kendilerine göre bir ilahi düzen hissi kazanır­lar. Balıklar, kuşlar, hayvanlar, çiçekler, dağlar ve rüzgarlar, ilahi plana uyup uymamak konusunda bir seçim şansına sahip değillerdir; var oldukları her sa­niye, Tanrı’nın iradesini ifade ederler. Kişisel karar vermek zorunda kalmadıklarından, Tanrı’nın irade­sine teslim olan doğal Müslümanlardır ve böylelikle kendi potansiyellerine ulaşabilirler. Özgür irade ni­meti ve sorumluluğu sadece insana bağışlanmıştır. Kuran’daki muhteşem bir pasajda, Tanrı diğer tüm yarattıklarına özgürlük sunarken gösterilir; ama ya­ratıklar bunu reddetmişlerdir. Kabul etme cesaretini sadece insan gösterebilmiştir:

Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi.
Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.

Ama Tanrı insanlığı rehbersiz bırakmamıştır. Dünya üzerindeki tüm halklara sayısız peygamberler gönder­miş, böylece O’nun kendileri için ne planları olduğunu anlamalarını sağlamıştır. Ama ilk peygamber olan Hz. Adem’den beri, insanlar Tanrı’nın iradesini belirten bu vahiyleri dinlememekte inat etmişlerdir. Ya mesajı anlamamışlar ya da günlük hayatlarına uygulayama- mışlardır. Sonuç olarak, olması gerektiği şekilde yapı- landırılmadığı için, uygarlıkları sık sık başlarına yıkıl­mıştır. Kuran sık sık peygamberlerinin en basit emir­lerini bile yerine getirmeyi reddeden insanları göster­mektedir. Bunun yerine, doğal dünyayı kendi bencil amaçlarına alet etmişlerdir ve kendilerini evrenin merkezi olarak görmüşlerdir. İnsan davranışı için be­lirlenen ilahi planı kabul etmediklerinden, “doğal” dü­zeni bozmuşlardır; tıpkı karasal sınırlarını aniden reddetmeye karar verdikleri takdirde denizlerin tüm dünyada yıkım ve katliam yaratacağı gibi. Ama Ku- reyşliler peygamberlerini dinlemeyi reddettiklerin­den, toplumları lanetlenmişti. Hz. Muhammed’in yak­laşan bir felaketi haber vermesinin nedeni Tanrı’nın Mekke’nin üzerine bir yıldırım indirmesi değil, Kureyşlilerin gerçek düzeni saptırmakta inat etmesiydi.
Ama henüz çok geç değildi. Tanrı, Medine’deki in­sanlara Arapça Kuran’ı dinleme fırsatı vermişti ve Hz. Muhammed bu vahada Tanrı’nın planına uygun bir toplum oluşturacaktı. Hz. İbrahim, çok sayıda insanı sadece tek bir Tanrı’nın var olduğuna ikna etmeyi ba­şarmıştı ve Musa ile İsa da Kutsal Kitap İnsanları’nı Tevrat ve İncil’e göre yaşamaya ikna edebilmişlerdi. Hz. Muhammed sadece Medine’deki insanları değil, zaman içinde tüm Arabistan’ı yeni toplumuna kata­caktı ve Müslümanlar, onu en başarılı, en büyük pey­gamber ilan edeceklerdi. Kendi dönemlerini Hz. Muhammed’in doğuşuyla ya da ilk vahiylerin gelişiyle de­ğil, Hicret ile başlatmalarının nedeni buydu, çünkü ancak o zamandan sonra Müslümanlar insanlık tari­hinde ilahi planı uygulamaya başlamışlardı.
Ama bu onlar için son derece tehlikeli bir mücadele olacaktı. Hz. Muhammed 622 yılında Medine’ye geldiğin­de, ölümden kıl payı kurtulmuş bir mülteci konumun­daydı. Sonraki beş yıl boyunca ölüm tehlikesi devam ede­cekti ve bu süre içinde yeni toplum yok olma tehlikesiy­le karşılaşacaktı. Batı’da Hz. Muhammed’i genellikle gö­nülsüz bir dünyada İslam inancını zorla yaymak için kı­lıcını çeken bir savaş lideri olarak görme eğilimindeyizdir. Oysa gerçek bundan çok uzaktır. Hz. Muhammed ve ilk Müslümanlar hayatlarım korumak için savaşmışlar­dı ve şiddetin kaçınılmaz olduğu bir amacı izliyorlardı. Tarih boyunca hiçbir büyük sosyal ve politik değişim kan dökmeden başarılamamıştır ve Hz. Muhammed bir kar­maşa ve dağınıklık döneminde olduğundan, barış ancak kılıçla sağlanabilirdi. Müslümanlar, peygamberlerinin Medine’deki yıllarını Altın Çağ olarak görmektedirler ama aynı zamanda acı, korku ve kan yıllarıdır. Yeni top­lumun Arabistan’daki şiddet olaylarını bitirebilmesinin tek yolu, hiç durmadan çaba göstermekti.
Kuran, Medine’deki Müslümanları cihada hazırla­maya başladı. Savaş ve kan kaçınılmazdı ama cihat kelimesinin temeli, aslında “kutsal savaş”tan fazlasını ifade etmektedir. Fiziksel, ahlaki, ruhsal ve entelektü­el bir çaba anlamına gelmektedir. Eğer Müslümanlar amaçlarını gerçekleştirmek için öncelikle savaş ve şid­deti kullanmayı düşünselerdi, silahlı çatışmaları ifade edebilecek çok farklı Arapça kelimeler de vardı; harb (savaş), sira’a (çatışma), ma’araka. (meydan savaşı) ve­ya kital (öldürme) gibi. Ama bunun yerine daha belir­siz, geniş anlamlar ifade eden bir kelime seçmiştir. Öte yandan, cihat, İslam’ın beş sütunundan biri değildir ve Batı’da yaygın olan görüşe rağmen, dinin merkezinde yer almamaktadır. Ama Müslümanlar yoksul ve za­yıfın sömürülmediği saygın ve adil bir toplum yarata­bilmek için her alanda - ahlaki, ruhsal ve politik - mücadele etmeye hazır olmalıydılar. Bazen savaşmak kaçınılmaz olabilirdi ama bu, cihadın bütününün sa­dece bir parçasıydı. Hz. Muhammed’in bir meydan sa­vaşından dönerken şöyle dediği bilinir: “Küçük cihat­tan daha büyük cihada dönüyoruz.” Çünkü kişinin kendi içindeki ve günlük hayatın tüm detaylarındaki kötülüğü yenmesi çok daha zor ve esastı.
Müslümanlar Hicret ettiklerinde, savaşa hazırlan­mak zorunda kalacaklarını biliyorlardı. Ensâr, İkinci Akabe’de Savaş Yemini etmişlerdi ve Mekke’den gel­dikten kısa süre sonra, Hz. Muhammed Göçmenlere savaş izni veren bir vahiy almıştı:

Kendilerine savaş açılan müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter. Onlar, haksız yere, sırf, “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler muhakkak yerle bir edilirdi. Şüphesiz ki Allah kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.

Kuran, adil savaş konusunda bir teoloji ortaya koyuyor­du: Önemli değerleri korumak için bazen savaşmak ka­çınılmaz olabilirdi. Bazen dindar insanlar saldırılara karşılık vermeye hazır olmazlarsa, tüm ibadet yerleri yok edilebilirdi. Eğer ibadet eder ve zekat verirlerse, adil ve onurlu kanunlar yapıp izlerlerse, saygın ve kimsenin sömürülmediği bir toplum oluştururlarsa, Tanrı Müslümanlara zafer kazandıracaktı.
Bu vahiy, sadece onları Mekke’deki evlerinden sü­ren Kureyşliler tarafından haksızlığa uğramış olan Göçmenleri ilgilendiriyordu; Ensâria henüz savaşma izni verilmemişti, çünkü Mekke ile aralarında resmi bir sorun yoktu. Ama vahiy, bu dönemde Hz. Muham- med’in Mekke’ye karşı büyük ölçekli bir savaşa hazır­landığı şeklinde algılanmamalıdır. Bu tam bir çılgınlık olurdu. Akimda çok daha mütevazı bir saldırı şekli vardı: Daha önce belirttiğimiz gibi, akınlar Arabis­tan’da neredeyse bir spor haline gelmişti ve zor za­manlarda ihtiyaçları gidermek için yaygın şekilde ka­bul gören bir yöntemdi. Göçmenlerin Medine’de hayat­larını kazanmak için çok fazla imkanları yoktu. Çoğu bankacı, yatırımcı ya da tüccardı ve kendi tarım çalış­malarını başlatacak bir toprak bulabilseler bile, ta­rımcılık hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorlardı. Yaşamak için Ensâria ihtiyaçları vardı ve bağımsız bir gelir kaynağı bulamadıkları takdirde toplumda asalak haline geleceklerdi. Akıllı genç tüccar Abdürrahman’ın Medine’ye geldiğinde yaptığı şeyi herkes başaramazdı: Sadece pazarın yerini sormuştu ve hemen ticarete baş­layarak kendine bir gelir kaynağı oluşturmuştu. Medi­ne’de ticaret için çok az fırsat vardı ve Mekke büyük ölçekli girişimler için bir tekel halindeydi.
Akınlar, göçebelik döneminde ihtiyaçları karşılamak için sert ama hızlı bir yoldu. Akıncılar bir düşman kabi­lesinin topraklarına girer, develerin, sığırlarını ve diğer mallarını çalar, bu arada kan dökmekten ve bir kan da­vası başlatmaktan mümkün olduğunca kaçınırlardı. Medine, Mekke kervanlarına saldırmak için ideal bir yerdeydi. Bu kervanlar genellikle birkaç tüccar tarafın­dan korunurdu. 623 yılında Hz. Muhammed Göçmenler arasından iki akın grubu çıkardı ve onları kervanlara sal­dırmakla görevlendirdi. Bu kervanlarda bulunan mallar Mekke müşrikleri tarafından el konulan kendi mallarıydı. Şimdi ise Şam taraflarına satışa gidiyordu. Kendisi gitme­yecek, operasyonları Hamza ya da deneyimli savaşçı Ubey- de İbni El-Haris gibi adamlara bırakacaktı. Arabistan’da hiç kimse bu tür akanları hakaret olarak algılamazdı ama Mekkeliler kendilerine saldırma cüretini gösteren Müslü- manlar karşısında şaşırmışlardı. 623 yılı başlarındaki akınlar çok başarılı değildi. Kervanların hareketleri ve iz­ledikleri yolla ilgili doğru bilgi almak zordu; hiçbir savaş olmamış, hiçbir şey elde edilememişti. Ama Mekkeliler öf­kelenmeye başlamışlardı. Daha önce gerekmeyen türde önlemler alıyorlardı ve Kızıldeniz sahil şeridindeki (tercih edilen ticaret yolu) Bedevi kabileleri, Müslümanlann cesa­retinden etkilenmişlerdi. İlk akıncılar kervanlara saldıramasa bile, yol boyunca çeşitli strateji noktalarındaki kabi­lelerle anlaşmalar yapmışlardı. Eylül 623’te, Ebu Bekir’in eski düşmanı Cuma kabilesinden Ümeyye’nin önderlik et­tiği bir kervana saldıracağı zaman, Hz. Muhammed akı­na kendisi liderlik etmeye karar verdi. Kervanda 2,500 de­ve vardı ve ganimet bu kadar yüksek olacağı için, 200 Müs­lüman gitmeye gönüllü olmuştu, ama yine, kervan Müslü­manları atlatmayı başardı ve bir kez daha savaş olmadı.
Kış aylarında Kureyşliler sadece güneye, Yemen’e ker­van gönderiyorlardı ve dolayısıyla Medine’den geçmeleri gerekmiyordu. Ama Hz. Muhammed onların peşini bırak­madığını göstermek için, kuzeni Abdullah İbni Cahş’m ön­derliğindeki dokuz adamdan oluşan küçük bir akın grubu­nu güneydeki kervanlara gönderdi. Recep ayının sonlarıy­dı (Ocak 624) ve savaş bütün Arabistan’da yasaktı. Hz. Muhammed, Abdullah’a yola çıktıklarının ikinci gününün sonuna kadar açılmaması gereken mühürlü bir belge ver­di ve yoldaşlarına hiçbir şekilde baskı yapmayacağına da­ir söz aldı: Diğer tüm akmlardan farklı bir şekilde Mek­ke’ye yaklaşacaklardı ve bu tehlikeli olabilirdi.

Abdullah, iki gün sonra talimat mektubunu açtı. Kay­naklar metnin farklı versiyonlarını vermektedir. İbni İshak, Müslümanlara Mekke ile Taif arasındaki Nekleh’e gitmelerinin, kervanı izlemelerinin söylendiğini bildir­mektedir ama dokuzuncu yüzyıl tarihçilerinden Muham- med İbni Ömer El-Vakidi, mektubun şöyle dediğini iddia etmektedir: “Nekleh Vadisi’ne gidin ve Kureyşlilere tu­zak kurun.”( Bu, Müslüman akıncıların kutsal aym ku­rallarını çiğnemeleri anlamına geliyordu. Hz. Muham- med muhtemelen bu konuda bazı tereddütler yaşamıştı: Bunlar, bir üstesinden gelmeye çalıştığı bir putperest sis­temin kutsal aylarıydı. Kutsal ayların kanunlarını çiğne­mek, tanrıçaları daha da aşağılamak olacaktı. Ama görü­nüşe bakılırsa akıncılardan ikisi operasyondan geri çe­kilmeye karar vermişlerdi, çünkü bir sonraki konaklama yerinde develerini kaybetmiş, diğerlerine yola onlar ol­madan devam etmelerini söylemişlerdi. Abdullah ve gru­bu Nekleh’e geldiklerinde, yakınlarda kamp yapmış olan küçük bir kervan buldular. Ne yapmaları gerekiyordu? Recep ayının son günüydü ama eğer savaşa izin verilen ertesi güne kadar beklerlerse, kervan Mekke’ye girerek ellerinden kaçabilirdi. Saldırmaya karar verdiler. îlk ok üç tüccardan birini öldürdü ve diğerleri hemen teslim ol­du. Abdullah iki adamı ve malları Medine’ye götürdü.
Ama Medine’deki insanlar onları kahramanlar gibi karşılamak yerine, kutsal ayların kanunlarını çiğne­diklerini öğrenince dehşete kapıldılar. Daha önce gör­düğümüz gibi, Medine’deki Araplar Hz. Muhammed’in tanrıça kültünü reddetmesinden rahatsızlık duymamış­lardı. Museviler onları tektanrıcı görüşe hazırlamıştı ve putperest dininin o kısmını bırakmaya hazırlardı. Ama kutsal ayları onlar için çok önemliydi: Bu dinî değeri terk etmeye henüz hazır değillerdi. Bu yüzden Hz. Muhammed akını tanımadı ve ganimetleri reddetti. Bu ol­dukça ikiyüzlü bir hareket gibi görünse de, aslında öyle değildi. Hz. Muhammed, esaslar konusunda asla taviz vermiyordu; Kureyşliler ile arasındaki çatışmaya çok- tanrıcılığa izin veren bir çözüm getirmeyi reddettiğin­de, Mekke’deki Müslümanları tehlikeye atmıştı. Bu Al­lah dinini yavaş yavaş, olayların akışına göre hareket­lerini planlayarak kuruyordu. Dinin nihai görünüşüyle ilgili kafasında belirgin ve net bir resim yoktu; kurulu bir geleneğin yardımıyla çalışmadığından, deneme ya­nılmalarla yolunu bulmak zorundaydı. Kutsal aylardan vazgeçmeye kesinlikle hazırdı; kendisine göre temel di­nî değerler gibi görünmüyorlardı ve putperest uygula­malarının bütün Arabistan’da değişkenlik gösterdiğini aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Muhtemelen Medi- nelilerin bu konuda bu kadar hassas olduklarını bilmi­yordu ve akıncı grup geri döndüğünde Ensâr arasında patlak veren huzursuzluğu gördüğünde, dinî açıdan hassas oldukları bazı noktalara saldırmış olduğunu an­lamıştı. Öte yandan, fikrinde diretmesinin bir anlamı yoktu. Eğer insanlar kutsal aylardan vazgeçmek istemi­yorlarsa, zorlamaya gerek yoktu, çünkü bu uygulamada tek Tanrı anlayışına ters düşen bir şey yoktu.
Hz. Muhammed akını tanımadığında, Abdullah ve diğerleri çok üzüldüler; görünüşe bakılırsa yanlış karar vermişlerdi ve bazıları tek kurtuluşlarını tehlikeye at­tıklarına inanıyordu. Hz. Muhammed’in onları rahat­latması gerekiyordu ve yine yolunu el yordamıyla ara­yarak, bu olayı adil savaş konusundaki teolojisini bir adım ileri götürmek için kullandı. Evet, kutsal aylarda savaşmak yanlıştı ama bundan daha kötü suçlar da vardı. Kureyşlilerin Müslümanlara zulmettikleri gibi halkı ezmek, onları kabilelerinden atmakla en kutsal Arap değerlerinden birini çiğnemek, bundan çok daha ciddi suçlardı. Bazen bir Tanrı adamı, yanlışı göster­mek için böyleleriyle savaşmak zorunda kalabilirdi.

Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki:
“O ayda savaş büyük bir günahtır. Allah’ın yolundan alıkoymak, onu inkar etmek, Mescid-i Haram’m ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük günahtır. Zulüm ve baskı ise adam öldürmekten daha büyüktür. Onlar, güç yetir ehilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim dininden döner de kafir olarak ölürse öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.

Bu karar durumu hafifletti: Museviler hâlâ öfkeliydi ama Ensâr ve akın grubu rahatlatılmıştı. Hz. Muhammed ganimeti Göçmenler arasında paylaştırdı ve esir alışverişi için Kureyşliler ile pazarlığa başladı. Hâlâ Mekke’de oldukları halde Hicret etmek isteyen iki Müslüman karşılığında, iki tüccarı salıverecekti. Ama Kureyşli esirlerden biri olan Hakem İbni Kayşar, Me­dine’de gördüklerinden o kadar etkilenmişti ki orada kalıp Müslüman olmaya karar vermişti.
Bu olay, Hz. Muhammed’in çalışma tarzına güzel bir örnektir. İnancı için ölmeye hazırdı ama aynı za­manda esas olmayan noktalarda uzlaşmaya varmaya da razıydı. Uzun geçmişe sahip bir etki sistemi yok­ken, olayları dikkatle inceliyor ve onları Tanrı’nın ira­desinin ifadeleri olarak ele alıyordu; bu, tarihi tektanrıcılık açısından çok önemli bir prensipti. Akının böylesine büyük bir protestoya yol açacağını tahmin etme­mişti ama şimdi sonuca bakarken, Tanrı’nın kendisine önemli bir şey gösterdiğine inanıyordu. Olay, İslam için çok önemli olan bir prensibi yapılandırmasını sağ­lamıştı. Müslümanlar İsa’nın barışçıl mesajına saygı duymaktadırlar (Kuran, Hıristiyanların çok kavgacı olabileceklerine işaret etmesine rağmen) ama bazen güç kullanmanın kaçınılmaz ve gerekli olduğunu da görmektedirler. Eğer zalimlere ve nefret verici rejimle­re askeri güçle karşı çıkılmazsa, kötülük bütün dünya­yı sarardı. Bazen peygamberlerin bile savaşıp öldürme­si gerekebilirdi; tıpkı Golyat’ı öldüren Davut gibi.
Ancak o inkar edenler Allah’ın yolundan, yerli ve yabancının eşit hakka sahip olduğu bütün insanlar için yapılan Mescid-i Haram’dan alıkoyanlara ve orada zulüm ve dinsizlik ile yanlış bir yola saptırmak isteyene, ona muhakkak gayet acı bir azap tattırırız.
Çoğu Hıristiyan, örneğin bir Hitler’e karşı verilen bu tür bir savaşın haklı ve böyle bir durumda silahlı güç kul­lanmanın tek yol olduğunda hemfikirdir. Dolayısıyla di­ğer yanağını çeviren barışçıl bir din olmak yerine, İslam zulme ve adaletsizliğe karşı savaşmayı tercih etmekte­dir. Bir Müslüman, zayıf ve ezilen birini korumayı kut­sal bir görev olarak görebilir. Bugün Müslümanlar düş­manlarına karşı cihat başlattıklarında, genellikle Ku­ran ideallerine göre hareket etmektedirler.
Göçmenler şimdi bir kan davası başlamasını bekle­yebilirlerdi, çünkü Kureyşliler Nekleh’in intikamını mutlaka alacaklardı ama Müslümanların özgüveni gi­derek güçleniyordu. Birkaç hafta sonra Ramazan ayı içinde (Mart 624), Ebu Süfyan’m Suriye’den getirmekte olduğu bir Mekke kervanını yakalamak için Hz. Muhammed büyük bir orduyu sahile doğru yürüttü. Bu yı­lın en önemli kervanlarından biriydi ve 350 Müslüman gönüllü olmuştu; bunlardan 70’i Göçmen, diğerleri Ansar idi. Grup, her yıl büyük Arap panayırlarının kuruldu­ğu Kızıldeniz kıyısındaki Bedir Kuyusu’na doğru ilerledi. Burada kervanın yolunu kesmeyi planlıyorlardı. Bedir seferi, erken İslam dönemindeki en önemli olaylardan bi­ri olacaktı ama kimse öyle olacağını tahmin etmiyordu. Sadece başka bir akındı ve birçok Müslüman Hz. Mu- bammed’in damadı Osman İbni Affan da dahil olmak üzere; ölümcül derecede hasta olan eşi Rûkiye’nin yanın­dan ayrılmak istememişti - Medine’de kalmıştı.
Gerçekten de kervan her zamanki gibi ellerinden kaçacak gibi görünüyordu. Ebu Süfyan son derece akıllı ve becerikli bir adamdı; yolda karşılaştığı in­sanları sorguladığında, Müslümanların neyin peşin­de olduklarını hemen anlamıştı. Mekke’ye gitmek için her zamanki gibi Hicaz yolunu seçmek yerine, doğruca sahile yöneldi ve Gifar kabilesinin bir üyesi olan Demdem’i yardım istemek için Mekke’ye gönder­di. Hz. Muhammed’in amcası Abbas, Demdem şehre girdiğinde neler olduğunu şöyle anlatıyordu:
Demdem’in sesi vadinin tabanında yankılanıyordu; eyeri ters dönmüş olduğu için burnu kesilmiş olan de­vesinin üzerinde ayağa kalkmış, üstü başı yırtılmış halde bağırıyordu: “Ey Kureyşliler, deve kervanı! De­ve kervanı! Muhammed ve adamları, Ebu Süfyan’a emanet ettiğiniz mallarınızı ele geçirmek için pusu kurmuş. Çabuk yetişin! İmdat! îmdat!”
Kureyşliler öfkeden deliye dönmüştü. Muhammed, Nekleh’de ele geçirdiği küçük kervanda olduğu gibi, yı­lın en büyük kervanını da kolayca ele geçirebileceğine mi inanıyordu? Kabilenin tüm önde gelenleri savaş için hazırlandı. Yaşlı Ümeyye Bin Halef bile zırhını kuşandı. Ebu Leheb’in arkada kalmasına izin verildi ama Ab- bas, Ebu Talib’in İslam inancına dönmeyen oğullan Talib ve Akil ile birlikte yeğenine karşı savaşmaya hazırlandı. Hatice’nin yeğeni Hakim İbni Hizam da orduya katıldı. O akşam bin adam Mekke’den çıktı ve Bedir yolunu tuttu.
Hz. Muhammed bu korkutucu haberi aldığında, he­men savaş konseyini topladı. Toplumun askeri lideri değildi ve diğer şeflere danışmadan bu acil durumla nasıl başa çıkacağna karar verecek deneyime sahip ol­duğunu düşünmüyordu. Müslüman gönüllüler, bir akında yer almaya gelmişlerdi; bu kadar büyük bir sa­vaş beklemiyorlardı. Hâlâ zaman varken geri mi çekil­meliydiler, yoksa kalıp Kureyşliler’e karşı savaşmalı mıydılar? Ordu gelmeden önce kervanı ele geçirmenin bir yolu var mıydı? Ebu Bekir ve Ömer etkileyici ko­nuşmalar yaptılar ve yetmiş Göçmen, ne olursa olsun, kendi akrabalarına ve eski dostlarına karşı savaşacak olsalar bile, Bedirde kalacaklarına yemin ettiler. Hz. Muhammed onlara teşekkür etti ve Ensâr’a döndü, îkinci Akabe’de, Medine’ye bir saldırı olduğu takdirde sadece Hz. Muhammed’i savunmaya söz vermişlerdi ama onlar adına konuşan Sa’d bin Muaz şöyle dedi: “Sana inanıyoruz, senin gerçeğni savunuyoruz ve bize gerçeğ getirdiğine tanıklık ediyoruz. Sana itaat edece­ğimize söz verdik; sen sadece istediğni yap; Tanrı adı­na, nereye gidersen git, bizden denize yönelip içine dal­mamızı istesen bile, seninle birlikte bunu yaparız; hem de tek bir adam bile arkada kalmadan. Yarın senin düşmanlarına karşı savaşmak bizim için kötü bir fikir değil. Savaşta deneyimli, dövüşte becerikliyiz.”
Bunlar cesur sözlerdi ama doğal olarak, Müslümanlar hâlâ savaşmak zorunda kalmayacaklarım, Mekke ordu­sunun gelişinden önce Tanrı’nm Ebu Süfyan’m kervanını bir şekilde onlara vereceğini, böylece onurlu bir şekil­de geri çekilebileceklerini umuyorlardı. Ama Bedir Kuyusu’nda yakaladıklan iki Mekkeli su taşıyıcısı kervan­la değil, orduyla geldiklerim söyledi. Bu haber Müslü­manlar için o kadar korkutucuydu ki bazıları yalan söy­lediklerine karar vererek esirleri dövmeye başladı. Hz. Muhammed bu olayı hemen durdurdu ve iki adamı ken­disi sorguladı. Kureyşlilefden hangilerinin orduda ol­duğunu söylediklerinde, Hz. Muhammed onlara Mek­ke’nin kabilenin çiçeğini ellerine verdiğini açıkladı.
Bu arada, Ebu Süfyan Müslüman ordusunu atlatma­yı başarmıştı. Kervanı Hz. Muhammed’in ulaşamaya­cağı bir yere çeker çekmez, orduya haber göndermişti: Kervan güvendeydi ve herkes evine dönebilirdi. Muhte­melen Ebu Cehil’in savaşta sermayesini güçlendirme­sinden ve Mekke’de daha da yükselmesinden korkuyor­du. Akıllı ve hesapçı bir adamdı ve tıpkı Hz. Muham­med gibi, o da sonunda bir uzlaşmanın sağlanabileceği­ni umuyordu. Ama Ebu Cehil geri çekilmeye yanaşma­dı. “Allah adına,” dedi adamlarına, “Bedir e girene ka­dar geri dönmeyeceğiz. Orada üç gün geçireceğiz, deve­ler keseceğiz, ziyafetler düzenleyip içki içeceğiz ve ka­dınlar bizim için oynayacak. Araplar bunu duydukla­rında, gelecekte bize karşı daha da saygılı olacaklar.”( Ama kervan artık güvende olduğu için herkes o kadar hevesli değildi. Zühre ve Adi kabileleri, Hz. Muham- med’e karşı kazanılacak askeri bir zaferin Ebu Cehil’e güç kazandırmasından korkarak hemen geri çekildi. Talib İbni Ebu Talib, Haşim ile eve dönmeye karar ver­di, çünkü kendi kabile kardeşlerine karşı savaşamaz- lardı. Ama Abbas ve Hakim orduyla birlikte kaldılar.
Mekkeliler Bedir’e ulaşıp kamplarını kurduklarında, bir kum tepesinin arkasında olan Hz. Muhammed’in or­dusu hakkında bilgi almak için Umeyr İbni Veheb’i gönderdiler. İbni Veheb, Müslümanların yüzlerindeki kararlı ifadeyi gördüğünde afalladı ve Kureyşliler’e kendi orduları Hz. Muhammed’inkinden iki kat büyük olsa bile savaşmamalarını tavsiye etti. Söylediğine gö­re, “Ölüm yüklü develer,” görmüştü, “Yesrib develeri kesin ölümle yüklüydü.” Mekkeliler, bu karşılaşmayı bir spor olarak düşünmüşlerdi ama Müslümanlara bir bakış atmak, İbni Veheb’in hiçbirinin en azından bir Kureyşli’yi kendisiyle birlikte sürüklemeden ölüme git­meyeceğini anlamasına yetmişti. “Eğer kendi sayıları kadar bize zayiat verdirirlerse, sonrasında yaşamanın veya zaferin ne anlamı kalır?”Araplar savaşta ge­reksiz risklere girmezlerdi ve çok sayıda kayıp vermek­ten daima kaçınırlardı; Arabistan’daki zorlu yaşam şartları ve kabileler arasındaki sürekli savaşlar, onları insan gücünü olabildiğince korumaya itmişti. Kureyşli- ler arasında kendi kabile ve aile üyelerine karşı savaş­maktan çekinenler de vardı. Örneğin Hakim İbni Hi­zam durumdan o kadar etkilenmişti ki savaşı önleme­si için yalvarmak üzere Utbe İbni Rabia’ya gitmişti. Utbe, Nekleh’te Müslümanlar tarafından öldürülen adamın hamisiydi ve Hakim onu onurunu kurtarmak için kendisinin intikam alması gerektiğine ikna etmeyi başardı. Utbe bunu mantıklı buldu ve orduya seslendi: “Ey Kureyşliler! Allah adına, Muhammed ve adamları­na karşı savaşmaktan hiçbir kazancınız olmayacak. Eğer bu savaş kararından dönmezseniz, sonrasında hiçbiriniz utançtan birbirinize bakamayacaksınız, çün­kü birbirinizin amcasının ya da dayısının oğlunu veya adamını öldürmüş olacaksınız.”( Kureyşliler savaş düşkünü insanlar değildi. Savaş alanında etkileyici ya da deneyimli oldukları söylenemezdi ve daima pazarlık etmeyi savaşmaya yeğ tutarlardı; ama mantıklı dav­ranmaya yanaşmayan Ebu Cehil, Utbe’nin korkak ol­duğunu söyledi. Sadece, Muhammed’e kaptırdığı ken­di oğlunu öldürebileceğinden korktuğunu iddia etti. Hiçbir Arap korkaklıkla suçlanmaya tahammül ede­mezdi ve İbni İshak’m anlattığına göre, bu olaydan sonra “savaş meşalesi tutuştu, her şey mahvoldu ve halk kendini inatçı bir şekilde kötü yola soktu.”
Müslümanlar da savaşmak istemiyorlardı ama moralleri yüksekti. Hz. Muhammed, Mekke ordusu­nu göremiyordu ve büyüklüğünü bilmiyordu, yoksa muhtemelen savaşmak konusunda bir daha düşünür­dü. Adamlarını kuyunun yakınma yerleştirerek Ku- reyşliler’i su kaynağından yoksun bırakmıştı ve bu da aynı zamanda yüzlerini güneşe karşı dönmeleri gere­keceği anlamına geliyordu. Yağmur yüzünden toprak sertleşmiş olduğundan, Müslümanların hareketi ko­laylaşmıştı ama tepe yukarı savaşmak zorunda olan Mekkeliler’in işi kolay değildi.
Arabistan’da her zaman olduğu gibi, Bedir Savaşı da tekil kavgalar halinde başladı; önde gelen üç Müs­lüman, Hamza, Ali ve Ubeyde İbni El-Haris, üç Ku- reyşli’ye karşı savaşıyordu: Ölen adamın intikamını alan Utbe, Şeybe ve bin Velid İbni Utbe. Üç Kureyşli ölürken, Ubeyde İbni El-Haris ölümcül bir yara aldı ve savaş alanından taşınarak götürüldü. Bunun ardın­dan, savaş tam olarak başladı. Sayıca çok fazla olma­larına rağmen, Kureyşliler çok geçmeden durumları­nın çok kötü olduğunu fark ettiler. Eski Arap tarzında umursamaz bir cesaretle savaşıyorlardı ve şeflerin her biri kendi adamlarını yönettiklerinden, ordu bir bütün olarak hareket edemiyordu. Ama Müslümanlar çok di­siplinli ve çaresizdiler; üstelik her biri Hz. Muhammed tarafından dikkatle hazırlanmıştı. İslam Peygamberi, askeri alanda da dehasını göstermişti. Birbirlerine yakın biçimde durarak önce düşmanı ok yağmuruna tut­muşlar, sonra da ancak ok kullanamayacak kadar ya­kma geldiklerinde kılıçlarım çekmişlerdi. Öğle oldu­ğunda, sadece bir güç gösterisi yapacaklarını düşün­müş olan Kureyşliler, dağılmış, paniğe kapılmış bir halde savaş alanından kaçıyordu; geride kabilenin ön­de gelenlerinden elli adamın cesedini savaş alanında bırakmışlardı ve aralarında Ebu Cehil de vardı.
Müslümanlar çok sevinçliydi. Hemen esirleri top­ladılar ve Arap geleneklerine uygun olarak tek tek öl­dürmeye başladılar ama Hz. Muhammed hemen bu olayı durdurdu. Savaş esirlerinin fidye karşılığında iade edilmesi için bir vahiy gelmişti. Hz. Muhammed, Müslümanların ganimet üzerinde kavga etmelerine de izin vermedi; 150 deve, on at, zırhlar ve silahlar, eşit olarak dağıtıldı. Böylelikle muzaffer ordu eve dö­nüş yolculuğuna koyuldu; yanlarında götürdükleri yetmiş savaş esiri arasında Emir kabilesinin şefinin oğlu Süheyl, Abbas, Hz. Muhamnıed’in kuzenleri Akil ve Nevfel de vardı, eve dönerlerken, Hz. Muhammed esirlerin kendileri için özel bir vahiy aldı:



Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere söyle:
Eğer Allah kalplerinizde (iman, ihlas, iyi niyet gibi) bir hayır (olduğunu) bilirse sizden alman fidyeden daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar.
Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

Bu beklenmedik zaferin ardından gelen coşku ortamında bile, Hz. Muhammed son bir uzlaşma için uğraşıyordu.
Uç büyük Musevi kabilesinin ve İbni Ubey’in gru­bunun hoşnutsuz bakışları altında, ordu coşkulu bir şekilde Medine’de karşılandı. Bediıfin moral katkısı inkar edilemezdi. Hz. Muhammed yıllar boyunca aşağılanmış ve hakarete uğramıştı ama bu muhteşem ve beklenmedik başarıdan sonra, Arabistan’daki herkes onu ciddiye almaya başlayacaktı. Tektanrıcılığm üç dininin hepsindeki kutsal savaş tarihinde, beklenme­dik bir zafer ya da talihin aniden dönüşü, Tanrı’nm bir mucizesi olarak görülmüş ve insanlara daima gü­ven ve inanç aşılamıştır. Benzer şekilde umutsuz bir durumdayken Haçlı Seferleri’nin doğurduğu etki gi­bi, Müslümanlar da melek lejyonlarının kendilerine yardıma geldiği şeklinde kitlesel halüsinasyonlar görmüşlerdi. Her şey Tanrı tarafından yönetilmiş gibi görünüyordu ve kendi güçsüzlüklerine rağmen büyük bir zafer kazanmışlardı. Savaşa girmeyi bekle­memişlerdi, savaşmak istememişlerdi ve düşmanın sayıca üstün olduğunu bilmemeleri bile ilahi planın bir parçası gibi görünüyordu.) Savaş sırasında Tan­rı, Müslümanlara esin vermiş gibiydi. Bir ara Hz. Muhammed muhtemelen geleneksel bir savaş ritüeli olabilecek bir şekilde, düşmana doğru bir avuç çakıl taşı atmıştı ama zaferden sonra Kuran onu ve adam­larını Tanrı’nın askerleri olarak tanımlamıştı:
(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Mü’minleri, tarafından güzel bir imtihanla denemek için Allah öyle yaptı. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
Bedir Savaşı’na kadar, Müslümanların mücadelesi umutsuz gibi görünmüştü. Ama bu olaydan sonra Müs­lümanların güveni güçlenmişti. Onları artık hiçbir şey durduramaz gibi hissediyorlardı.

Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et.
Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkar edenlerden bin kişiye galip gelirler.
Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir.
Şimdi ise Allah yükünüzü hafifletti ve sizde muhakkak bir zaaf olduğunu bildi. Eğer içinizde sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) bin kişi olursa, Allah’ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.

Ama öncelikle sabır vurgulanıyordu ve erken dönem biyograflar, daima cihadı karakterize eden ağırbaşlılık ve ciddiyetten söz etmişlerdir. Bu isterik bir fanatizm değil, zorlu bir dayanıklılık sınavıydı. Hz. Muhammed ve diğerlerinden daha bilge olan yandaşları, bu zaferin onları tehlikeli bir yola soktuğunu biliyorlardı; hatta bu yol Müslüman toplumunun yok olmasına bile yoi açabilirdi. Kureyşliler, başarılarını dayandırdıkları onur ve prestijlerini kurtarmak için mutlaka intikam alacaklardı. Müslümanlar bunu istememiş olsa bile, Tanrı onları Arabistan’ın en güçlü kabilesine karşı bü­yük ölçekli bir savaşa sokmuş görünüyordu.
Tanrı’nın tarihe karışması ve bir savaşta yer alması fikri son derece sıra dışı ve sevimsiz görünebilir ama böylesine ilahi bir eylem, tektanrıcı geleneklerde haya­ti önem taşır. Musevilik ve Hıristiyanlık’ta, olaylar teofaniye dönüşmüş, Tanrı’nın savaşlarda, politik deği­şimlerde ve başarılarda Kendini gösterdiğine inanıl­mıştır. Belli olaylar gerçek anı haline gelmiş, gerçekte olanlar değiştirilip mitoslaştırılırken, geride sadece sembolik önemleri kalmıştır. Tarihin daha derin anlam­larının böylesine yansıtılması ve analiz edilmesi, haya­tın anlamsız akışı içinde hayali bir kalıp arayışı olarakdüşünülebilir. Bu yeniden yapılandırılmış olaylardan en önemlisi, muhtemelen Firavun ve ordusunun Kızıldeniz’de boğulmasıdır. Din adamları, peygamberler ve bilgeler, bu tür olayları ilahi kudretin tarihe karışması olarak görmüş­lerdir. Hıristiyanlar da bu olay üzerinde çok düşünmüş, İsa’nın ölümden yaşama geçişinin sembolik bir habercisi ol­duğu sonucunu çıkarmışlardır; aynı zamanda Hıristiyan’ın umutsuzluk ve çaresizlikten yeni bir yaşama ve umuda ge­çişini simgeleyen bir vaftiz halini de almıştır. Kuran’da Kızıldeniz’den geçiş olayı furkan olarak adlandırılmaktadır; bu, kurtuluş ve adil olanın olmayandan ayrılması anlamı­na gelen bir kelimedir. Kuran’ın kendisine de zaman zaman furkan denir, çünkü inançlıların yaşamlarım belirgin bir şekilde değiştirirken, onları yakınlarından, akrabalarından ve kabile üyelerinden sert bir şekilde ayırmıştır.

Andolsurı, biz Mûsâ ile Harun’a,
Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için o Furkân’ı (Tevrat’ı) bir ışık ve öğüt olarak verdik. Onlar, görmedikleri halde Rablerinden içten içe kor­karlar. Onlar kıyamet gününden de korkarlar, işte bu (Kur’an) da bizim indirdiğimiz mübarek bir öğüttür. Şimdi siz bunu mu inkar ediyorsunuz?

Müslüman toplumu yöneterek ve olayları yorumlaya­rak Kuran’m ortaya çıkışı, Tanrı’nın dünyevi işlerdeki varlığını gösteren bir işaret olarak algılanmıştır.
Bedir Savaşı’mn kendisi de bir furkan, bir kurtuluş işaretidir. Tanrı, Müslümanların zaferiyle adil olanları olmayanlardan ayırmıştır; tıpkı Kızıldeniz’de Mısırlılar ve Yahudiler arasında bir ayrım yaptığı gibi.
“İsrailoğulları’ndan kaçalım,” diye bağırdı Mısırlılar. “Yehova onlar için Mısırlılara karşı savaşıyor!” “Elini denize uzat,” dedi Yehova, Musa’ya, “sular Mısırlıların, savaş arabalarının ve atlılarının üzerine kapansın.” Musa elini denize doğru uzattı ve gün sona ererken, de­niz yatağına geri döndü. Kaçan Mısırlılar doğruca deni­zin içine yürüdüler ve Yehova onları denizin ortasında boğdu ve gün sona ererken, deniz yatağına döndü. Geri dönen sular Firavun’un bütün ordusunu, savaş araba­larını ve atlıları yuttu; hiçbiri kurtulamadı. Ama İsra- iloğulları kuru topraktan yürüyerek denizin içinden geçmiş, su iki taraflarında birer duvar gibi yükselmişti. O gün Yehova İsrailoğulları’m Mısırlılardan kurtardı ve Israiloğulları Mısırlıların kıyıdaki cesetlerini gördü. İsrailoğulları, Yehova’nın Mısırlılara karşı büyük gücüne tanık oldu ve insanlar Yehova’ya taptı; Yehova’ya ve Musa’nın O’nun hizmetkârı olduğuna inandılar.
Hz. Muhammed, İncil’i hiç okumamıştı ama ruhunu anlıyordu, çünkü kendi dinî vizyonu da aynı iç dina­miklere sahipti. Bedir Savaşı’nın yapıldığı gün, Al­lah, Müslümanları Kureyşlilerden kurtarmıştı ve Müslümanlar, Kureyşli liderlerin cesetlerini savaş alanında görmüşlerdi; Müslümanlar, Allah’ın Kureyşlilere karşı büyük gücüne tanık olmuş, Allah’a ve Hz. Muhammed’in O’nun hizmetkârı olduğuna inan­mışlardı. Ama aradaki fark, bu bir tarihi olayın mito­lojik anlatımı değildi; Müslümanların şaşkın bakışla­rı altında gerçekten olmuştu! Museviler, her yıl bu furkanı anarlar; Tabari şöyle demektedir:
Peygamber Medine’ye geldiğinde, Musevilerin Aşure gününde oruç tuttuklarını gördü ve onlara sordu; Museviler, bunun Tanrı’mn Firavun’u ve askerlerini boğarak Musa’yı ve ona inananları kurtardığı gün ol­duğunu söylediler. Hz. Muhammed, “Onlardan daha fazla hakkımız var,” dedi ve o gün kendisi oruç tutar­ken, diğerlerini de oruç tutmaya zorladı.
O dönemde, Hz. Muhammed Müslümanlar için Muse­vilik inancım temel alan bir dinî yaşam tarzı oluştur­maya çalışıyordu ama Bedir Savaşı’ndan birkaç haf­ta önce, kıbleyi değiştirmekle İslamiyet’i eski inanç sistemlerinden ayırmıştı. Zaferden birkaç gün sonra, 9 Ramazan’da, Müslümanların artık Aşure orucu tut­maya mecbur olmadıklarını açıkladı; bunun yerine Bedir Savaşı’ndaki kendi burkanlarının onuruna ken­di özel Ramazan oruçlarını tutacaklardı. İlk kez Mart 625’te tutulan Ramazan orucu, İslam inancının beş temel uygulamasından biri oldu.
Ama Hz. Muhammed yeni durumun daha karanlık bir yanı olduğunu da görebiliyordu, çünkü Müslüman­lar, Kureyşlilere karşı tam bir savaş açmışlardı. Mek­ke, prestijiyle ayakta duruyordu; dolayısıyla eğer bü­yük bir Arap gücü olarak varlıklarını sürdürmek isti­yorlarsa, Kureyşliler Bedir Savaşı’nın intikamını ala­caklardı. Elli ölünün intikamını almalıydılar. Bunun sonucunda, Müslüman toplum yine kendine rağmen yeni bir mücadele dönemine girdi. Ama Kızıldeniz son­rasında tam bir ırk savaşı başlatan İsrailoğulları’nm aksine, Hz. Muhammed’in Kureyşlileri yok etmek gibi bir niyeti yoktu. Onları bir şekilde kazanacaktı ve bu amaçla, savaşın hemen sonrasında Kureyşli esirlere iyi davranılmasını sağlamıştı. Savaştan sonra iki esi­rin öldürülmesine izin vermişti, çünkü o ikisi, Hic­ret’ten önce kendisine zorlu bir saldırıda bulunmuşlar­dı. Ama diğer esirler güvenli bir şekilde Medine’ye ge­tirildi ve onları esir alan insanların evlerinde konuk gibi ağırlanmaları sağlandı. Kuran, savaş esirlerine karşı insanca bir politika geliştirmeye başlamıştı. Ku­ran, savaş esirlerine hiçbir şartla kötü davranılmamasını; ya serbest bırakılmalarını ya da fidye karşılığın­da iade edilmelerini emrediyordu. Eğer fidye ödenmez­se, esirlere özgürlüklerini kazanmak için çalışma şan­sı tanınmalıydı. Onu esir alan kişi, kendi kaynaklarıy­la ödemeyi yapmasına yardımcı olmalıydı ve esirleri serbest bırakmak, erdemli bir hareket olarak görülü­yordu. Daha sonraki bir hadis, Müslümanların esir­lerine kendi ailelerinden insanlar gibi davranmalarını söylemektedir. Hz. Muhammed şöyle demişti: “Onları kendinizi beslediğiniz gibi besleyin, kendiniz giyindi­ğiniz gibi giydirin ve onlara zor bir iş yaptırmanız ge­rekiyorsa, siz de yardım edin.”( Ne var ki bu Kuran yasası, bugün Müslümanlar tarafından alman rehine­lere karşı yapılanlarla kesinlikle zıt düşmektedir. Mevcut mücadelede esir alınırken, aslında hiçbir şey İslam kurallarına uygun değildir. Beyrut’ta ele geçir­dikleri esirlere kötü davranan ve evlerine dönmelerine izin vermeyen Şii Müslümanları, bunu “İslam” adına yapmamaktadırlar; aslında, davranışları dinlerinin kutsal ve merkezi emirlerine aykırıdır.
Bedir Savaşı’nda alman esirler, tanınmayan düş­manlar değil, Göçmenlerin yakın dostları ve akrabala­rıydı. Hz. Muhammed’in eşi Şevde kuzeni ve kayınbira­deri Süheyl’i yüz kızartıcı bir şekilde elleri arkadan bağlanmış halde odanın bir köşesinde otururken gördü­ğünde, kendini tutamamıştı. Eski kabile dürtüleri ani­den yeni Müslüman ideolojisine baskın gelmişti. “Ey Ebu Yezid,” diye azarlamıştı Şevde, “çok çabuk teslim olmuşsun. Oysa soylu bir şekilde ölmen gerekirdi.” Ama o anda odaya giren kocası tarafından hemen azarlandı:

"Sevde! Tanrı’ya ve peygamberine karşı mı geleceksin?” Ama Hz. Muhammed’in kendi akrabalık duy­guları da çok güçlüydü. Amcasının ve kuzenlerinin ne halde olduklarını düşünerek uyuyamamış, salıveril­melerini emretmişti. Öte yandan, insancıl yaklaşım sonuç getirmişti. Esirlerden bazıları Müslüman yakın­larının yeni toplumlarında nasıl yaşadıklarını görünce o kadar etkilenmişlerdi ki İslam inancına dönmüşler­di. Belki de bunlardan en etkileyici olanı, Umeyr İbni Yeheb’in din değiştirmesiydi. Mekke’ye döndüğünde, kabile üyelerinden biri olan Saffan İbni Ümeyye onu Medine’ye geri dönüp Hz. Muhammed’i öldürmesi için ikna etti. İbni Veheb geri döndü ama Hz. Muhammed onu yakaladı ve Umeyr sonunda Müslüman oldu.
Esirlerden biri, Hz. Muhammed’in hâlâ eski putpe­rest dinine sadık olan damadı Ebu’l As idi. Mekke’de yaşayan eşi Zeynep - Hz. Muhammed’in kızı - kendi topladığı fidye parasıyla bir zamanlar Hatice’ye ait olan bir bileziği kocasının kardeşi Emir ile Medine’ye gönderdi. Hz. Muhammed bileziği hemen tanıdı ve yü­zü sarardı. Ebu’l As’ı tutan Müslümanlara onu fidye parası almadan serbest bırakmaları için rica etti ve on­lar da bu ricayı severek kabul etti. Ebu’l As’m İslam inancına dönmesini umuyordu ama bu olmadı; Hz. Mu­hammed, ondan Zeynep’i ve küçük kızları Umame’yi Medine’ye göndermesini istedi. Mücadelenin bu aşama­sında, putperestlerle Müslümanların evliliklerinin yü­rümeyeceği anlaşılmaya başlıyordu. Ebu’l As bunu üzü­lerek kabul etti; eşinin kendisinden ayrılmak istemeye­ceğini biliyordu ama aynı zamanda artık Mekke’de kal­masının mümkün olmayacağını da görüyordu.
Zeynep ile tekrar bir araya gelme olasılığı, Mu­hammed için teselli edici olmuştu, çünkü Bedir Savaşı’ndan döndüğünde, o yokken kızı Rûkiye’nin öldüğü­nü öğrenmişti. Osman’ın acısı dindirilemeyecek boyut­lardaydı ama Hz. Muhammed ona diğer kızı Ümmi Gülsüm’ün elini verdiğinde neşelendi. Hz. Muhammed, en küçük kızı Fatıma ile birlikte Rûkiye’nin mezarını ziyaret etti ve kızının gözyaşını elbisesinin köşesiyle sildi. Fatıma artık yirmi yaşındaydı ve evlenme çağma gelmişti. Ebu Bekir ve Ömer, konuyla ilgili Hz. Mu- hatnmed’e yaklaşmışlardı ama Peygamber, kızını ken­disiyle birlikte büyümüş olan evlatlığı Ali’ye vermek is­tiyordu. Ali son derece yoksul olduğu için, başlangıçta tereddütlüydü; babası Ebu Talib’den ona hiçbir şey kal­mamıştı. Ama Hz. Muhammed onu biraz teşvik edince, Bedir Savaşı’ndan birkaç hafta sonra çift evlendi.
Hemen hemen aynı dönemde, Hz. Muhammed de bir eş daha almaya karar verdi. Ömeıhn kızı Hafsa yakın zamanda dul kalmıştı. Kocası îbni Huzâfe, Habeşis­tan’dan Mekke’ye döndüğü zaman Hafsa ile evlenmişti ama Bedir Savaşı’ndan kısa süre sonra ölmüştü. Hafsa şimdi on sekiz yaşındaydı. Çok güzel ve becerikli bir ka­dındı; babası gibi o da okuyup yazabiliyordu ama yine babası gibi, cazibesine gölge düşüren bir öfkesi vardı. Hafsa’mn yas dönemi bittiğinde, Ömer onu Osman’a önermiş, Hz. Muhammed’in Osman’ı Ümmi Gülsüm ile evlendirmeye niyetli olduğunu fark edememişti. Sonra Ebu Bekir’e önermiş, o da sessiz kalmıştı. Bunun üzeri­ne Ömer iki yakın dostunun bu kabalığından dolayı şi­kayet etmek üzere Hz. Muhammed’e gittiğinde, Pey­gamberin kendisini damat olarak önermesi onu hayrete boğdu. Ebu Bekir, Hz. Muhammed’in Hafsa’yı kendisi için düşündüğünün farkında olduğunu söyleyerek he­men kabalığını telafi etti. 625 valinin başlarında düğün yapıldı ve Peygamberin en yakın iki dostuyla bağları mühürlendi; artık ikisinin de damadı olmuştu.
Ayşe, Hafsa’nm gelişine memnun olmuştu. Hz. Mu­hammed’in daha sonraki eşlerini kıskanacaktı ama babalarının arasındaki dostluğun güçlenmesi, kızları da iki yakın dost haline getirmişti. Ayşe henüz çok küçük olduğundan, muhtemelen Hafsa bu ilk dönemde onun hamisi olmuştu. Başlangıçta daha yaşlı kadınla dalga geçmekten doğal olarak hoşlanmakla birlikte, sonunda Şevde ile aralarında ortak bir rekabet doğmuştu. Bir gün ona bir oyun oynamaya karar verdiler. Sevde’ye, Müslümanlar için korku verici olan sahte peygamber deccahn geldiğini söylediler. Şevde bunu duyunca mut­fak çadırına saklandı. Genç kadınlar kıkırdaşarak Hz. Muhammed’e gidip şakalarını anlattılar ve o da hemen zavallı Sevde’yi kurtarmaya gitti; kadın saklandığı yer­den çıktığında her yeri toz içindeydi ama deccahn ger­çekte gelmediğini öğrenince o kadar rahatlamıştı ki iki “kızkardeş”i - Peygamber’in eşleri kendilerine böyle di­yorlardı - azarlamak bile akima gelmedi.
Ama iki genç kadın için hayat her zaman o kadar eğ­lenceli değildi. Ayşe onlu yaşlarının başlarmdayken bir gün Hz. Muhammed ondan bir savaş esirine göz kulak olmasını istedi. Ayşe’nin dikkati dağıldı ve adam kaçtı. Hz. Muhammed geri dönüp olanları öğrendiğinde çok öf­kelenmişti: “Allah elini koparsın!” diye bağırdı Ayşe’ye, esiri yakalamak için evden koşarak çıkarken. Daha son­ra esir tekrar yakalanıp geri getirildi ve Hz. Muhammed eve döndüğünde Ayşe’yi üzgün bir tavırla ellerine bakar­ken buldu. Bu kızın nesi vardı? îçine cin filan mı girmiş­ti? Ayşe, Allah’ın hangi elini koparacağını merak ettiği­ni söyleyerek durumu açıkladı. Yaptığından utanan Hz. Muhammed, küçük kızdan hemen özür diledi ve Allah’a lanet okuduğu herkesi kutsaması için dua etti.
Bedir Savaşı’ndan sonra Hz. Muhammed’in pozis­yonu iyice güçlenmişti ama bu durumdan bütün Ensâr memnun değildi. Zaferden dolayı heyecanlanmış ve gurur duymuş olan Müslümanlar, başka bir zaman Kureyşlileri yenmenin o kadar kolay olmayacağını bi­liyorlardı. Dolayısıyla Bedir Savaşı’nı izleyen yıl derin endişelerle geçti ve bu endişe, Mekkelilerin Hz. Muhammed’e karşı mücadelelerinde Bedevi kabilelerin­den destek istediği duyulunca daha da arttı. İbni Ubey ve grubu, îslam inancının Medine’ye ölümcül tehlike getirdiğini iddia ederek bu korkulara oynadı­lar. Doğru, Hz. Muhammed gelmeden önce vaha top­lumu yıkılmanın eşiğindeydi ama şimdi bütün Arabis­tan onlara düşman olmuştu. Bu korkular tamamen anlaşılabilirdi. İbni Ubey, vahiylere boyun eğmeye da­ima hazır olduğunu ama Hz. Muhammed’e kişi olarak boyun eğmeyi reddettiğini, çünkü Medine’yi tehlikeli bir savaşa sürüklemekte olduğunu söyledi. Ama Kuran’ın vurguladığı gibi, Hz. Muhammed’in kararlarım vurgulayan ve cihadın gerekli olduğunu doğrulayan vahiyler geldiğinde, muhalefet daha fazla ileri gide­medi ve bazen ölesiye korktukları belliydi.
İbni Ubey, Hz. Muhammed’in Medine’deki yeni po­zisyonundan endişe duyan ve Mekke’yi doğal mütte­fik olarak gören Musevi kabileleri tarafından destek­leniyordu. Örneğin zaferden hemen sonra, Ka’b bir. Eşref Beni Nadihden bir Musevi şair doğruca Mekke’ye gitmiş ve Kureyşlilere ölülerinin intikamı­nı almak için Hz. Muhammed’in üzerine yürümeye teşvik eden şiirler okumuştu.

O dünya ki öldürüldüklerinde Parça parça olup insanları sarar Bilgiyi yayan her kimse Ya mücadeleye itilir ya da yaşar Korkak, kör ve sağır olarak.

Ka’b’ın sözleri, Medine’de herkesin Hz. Muhammedi desteklemediğini Kureyşlilere açıkça gösteriyordu.



Musevi kabileleri inatçıydı. Büyük ordulara, etkileyi­ci savaş güçlerine sahiplerdi ve Mekkelilerin saldır­ması durumunda, hemen Kureyşlilere katılabilirler­di. Arabistan’da şiir çok önemliydi ve Ka’b’ın sözleri, Kureyşlilerin yenilgiden sonra içine düştükleri dep­resyondan ve acıdan sıyrılmasını sağlamıştı.
Felaketten sonra Ebu Süfyan Mekke’de en önemli adamlardan biri olmuştu. Diğer liderlerin birçoğu sa­vaşta ölmüştü ve Hz. Muhammed’in kendisine düşman olan amcası Ebu Leheb da Bedir Savaşı’ndan kısa süre sonra vefat etmişti. Dolayısıyla, Hz. Muhammed’e karşı mücadeleyi Ebu Süfyan yönetecekti. Konseyin özel bir toplantısında, Suriye’den güvenli bir şekilde getirdiği kervanın Medine’ye karşı savaşa adanmasına karar ve­rildi ve Bedir Savaşı’ndan haftalar sonra, Ebu Süfyan yaklaşan şeyin habercisi olarak bir akma liderlik etti. 200 adamla birlikte Medine yakınlarına geliip kamp kurdu ve gece Musevi Beni Nadirin bölgesinde şef Sa­lam İbni Mişkan tarafından ağırlandı; bu görüşmede İb­ni Mişkan onunla durumu tartıştı ve Müslümanlar hak­kında gizli bilgiler verdi. Ertesi gün adamlarıyla birlik­te tarlaları talan etti, hurma ağaçlarını yaktı (bu, Arap prensiplerine tamamen zıt düşen ve savaş ilanı sayılan bir hareketti) ve tarlada çalışmakta olan iki Ensâr’ı öl­dürdü. Hz. Muhammed bunu duyar duymaz Müslüman- lardan oluşan bir grupla peşlerine takıldı ama Kureyşliler hız kazanmak için erzaklarını atarak kaçtılar.
Musevi kabilesi belirgin bir risk haline gelmişti. Eğer en güçlü iki kabilenin bölgesi olan Medine’nin güneyin­de bir Mekke ordusu kamp kurabiliyorsa, Musevi ordu­ları da müttefik olarak gördükleri Kureyşlilere katılabi­lirlerdi. Eğer Kureyşliler şehre kuzeyden saldırırsa, Mu­sevi kabileleri de arkadan saldırarak Müslümanları ara­larına alabilirlerdi. Hz. Muhammed bu gidişata bir son vermesi gerektiğini anladı. İslam inancını seçen eski Museviler, üç kabilenin en küçüğü olan Beni Kaynuka’nın Müslüman topluma özellikle düşman olduğunu ona bildirdiler. Hicret’ten önce, İbni Ubey’in yandaşıydı­lar ve Bedir Savaşı’ndan sonra, Hz. Muhammed ile an­laşmalarını bozmaya ve eski ittifakı yeniden sağlayarak Peygamberden kurtulmaya karar vermişlerdi. Bölgeleri Medine’nin merkezine yakındı; diğer iki kabilenin aksi­ne, erkekler çiftçi değil, demirci ve zanaatkardı. Bedir Savaşı’ndan ve Ka’b’ın Mekke’ye gidişinden kısa süre sonra, Hz. Muhammed onları kendi bölgelerinde ziyaret etti ve ortak dinî gelenekleri adına kendisini peygamber olarak kabul etmelerini istedi. Kaynuka Musevileri si­nirli bir sessizlikle onu dinlediler ve topluma katılmaya niyetleri olmadığını açıkladılar. “Ey Muhammed, bizim senin insanların olduğumuzu düşünüyorsun. Kendini kandırma, çünkü Bedirde savaş bilgisi olmayan insan­larla karşılaştın ve bundan yararlandın; Tanrı adına, eğer seninle savaşırsak, gerçek erkekler olduğumuzu anlayacaksın!” Bu tehditten sonra, Hz. Muhammed geri çekildi ve gelişmeleri görmek için bekledi.
Birkaç gün sonra Kaynuka bölgesinde bir olay ya­şandı. Musevi demircilerden biri, orada alışveriş yapan bir Müslüman kadına oyun oynadı; kadının eteğini giz­lice giysilerinin üst kısmına iğneledi, böylece kadın aya­ğa kalktığında belden aşağısı olduğu gibi ortaya çıktı. O dönemde Müslümanlar ile Museviler arasındaki ger­ginlik öylesine had safhadaydı ki Ensâhdan biri öfkeli bir çığlıkla demircinin üzerine atıldı ve olay büyürken bir Musevi ve bir Müslüman öldü. Kayıplar neredeyse eşitti ve anlaşmazlıkları çözmekle görevli olduğu için Hz. Muhammed çağrıldı. Ama Museviler onun işe ka­rışmasını istemediler, kendilerini kalelerine kapattılar ve Arap müttefiklerini yardıma çağırdılar. Kaynuka’da 700 savaşçı vardı ve eğer Arap müttefikleri çağrıya ce­vap verip gelmiş ve Kaynuka Musevileri ile güçlerini birleştirmiş olsaydı, Hz. Muhammed onları asla yene­mezdi. İbni Ubey, Kaynuka’ya yardım etmek istedi ve di­ğer müttefik Ubeyde İbni Samit’e danıştı. Ama Ubeyde inançlı bir Müslüman idi ve Hz. Muhammed ile anlaşma yaptığı zaman eski Musevi ittifaklarının bozulduğuna işaret etti. İbni Ubey yardım edemeyeceğini anladı, çün­kü Arapların geri kalanı Peygamberi destekliyordu. Kaynuka, Hz. Muhammed ve Göçmenlere karşı bir is­yan başlatmayı ummuştu ama bunun yerine, kendileri­ni Medineli Arapların kuşatması altında bulmuşlardı. İki hafta boyunca İbni Ubey’in bir şeyler yapabilmesini beklediler ama sonunda kayıtsız şartsız teslim oldular.
İbni Ubey hemen Hz. Muhammed’e giderek onlara merhametli davranmasını istedi ve herhangi bir ce­vap alamadığında, Peygamberin yakasına iki eliyle yapıştı. Hz. Muhammed öfkeden bembeyaz kesildi ama İbni Ubey ısrar etti: Geçmişte kendisine sık sık yardım etmiş olan eski yandaşlarını nasıl terk edebi­lirdi? Hz. Muhammed’in kendi açısından sonuna ka­dar haklı olduğunu biliyordu; Arabistan kanunlarına göre, isterse bütün kabileyi kılıçtan geçirebilirdi ama Hz. Muhammed, vahadan hemen gitmeleri şartıyla Kaynuka’yı serbest bıraktı. İbni Ubey, onları Medi­ne’den çıkarmakla görevlendirildi. İbni Ubey’in onla­ra yardım edecek gücü olmadığını gördüklerinde, Mu- seviler gitmeyi kabul ettiler. Bir kumar oynamış ve kaybetmişlerdi, çünkü Hz. Muhammed’in sahip oldu­ğu gücü küçümsemişlerdi; eski sistemin çoktan yıkıl­mış olduğunu anlamamış, Arap yandaşlarının eski sistemi kurtarmak için fırsat kolladığına inanmışlar­dı. Hayatta kalmalarının büyük bir şans olduğunu bildikleri için hiç itiraz bile etmeden vahadan ayrıldı­lar. İslam öncesi dönemde kabileler sık sık vahadan kovulurdu ve bu yüzden, Kaynuka böyle bir cezayı normal bulmuştu. Hadi El-Kura adında başka bir Mu­sevi gruba sığındılar ve Suriye sınırına yerleştiler.

Biz Batılılar için Hz. Muhammed’in Medine’deki Musevilere davranışlarını anlamak çok zordur, çünkü kendi geç­mişimizden çok fazla utanç verici hayaletleri karşımıza ge­tirmektedir. Ama Hz. Muhammed’in vahadaki üç büyük Musevi kabileye karşı tutumu, yaklaşık bin yıl boyunca Hıristiyan Avrupa’yı etkisi altına alan ırksal ve dinî nefret­ten ve Yahudi soykırımından çok farklıydı. Hıristiyanların gerçek dışı korkulan, nihayet Hıtler’in Yahudilere karşı başlattığı dünyevi haçlı seferiyle ifadesini bulmuştu. Hz. Muhammed’in bu tür fantezileri ya da korkulan yoktu; Medine’yi Yahudilerden anndırmaya filan çalışmıyordu. Kaynuka ile kavgası tamamen politikti ve Ahit’e bağlı ka­lıp Müslümanlar ile banş içinde yan yana yaşayan daha küçük Musevi kabilelerine asla yayılmamıştı.
Bu, Müslüman toplum için çok tehlikeli bir dönemdi; her an Mekke’den bir saldırıyla karşılaşabileceklerini biliyorlardı ve içlerinde düşman barındıramazlardı. Kaynuka’nın vahadan kovulması, İbni Ubey ve Beni Na­dir gibi diğer potansiyel düşmanlar için bir uyanydı. Hz. Muhammed’in uğraşılacak bir adam olmadığını gösteri­yordu. Birkaç ay sonra şair Ka’b Medine’ye döndüğünde ve ayaklanma başlatmak için daha kışkırtıcı şiirler yaz­maya başladığında, Hz. Muhammed onu öldürttü. Hz. Muhammed, düşman şairlere karşı daima tetikteydi; daha önce gördüğümüz gibi, sözlerinin yarı büyü gücü olduğuna inanılıyordu. Arabistan’da bir şair ölümcül bir silah olabilirdi ve Hz. Muhammed, onun Medine’deki dostça olmayan grupları kışkırtmasına ya da Bedevile­rin Medine’ye karşı Ebu Süfyan koalisyonuna katılmayı teşvik eden sözlerden etkilenmesine izin veremezdi. Kaynuka’nm yenilgisi Beni Nadirdi uslandırmıştı ve Ka­’b öldürüldüğünde, Hz. Muhammed’e gidip en önemli adamlarından birini öldürttüğünden şikayet ettiler. Hz. Muhammed, onların da Ka’b kadar kendisine düşman olduklarını ama sakin davrandıklarını biliyordu ve onla­ra muhalif görüşlere ve düşüncelere hoşgörü gösterebileceğini ama isyana teşvik edici eylemlere izin vermeye­ceğini söyledi. Sonra sessizliklerini ve güvenliklerini ga­rantilemek için Nadir ile özel bir anlaşma yapmayı öner­di. Beni Nadir bunu memnuniyetle kabul etti. Mekkelilerin saldırmasını beklerken, Hz. Muhammed evdeki muhalefeti başarılı bir şekilde bastırmıştı.
Hz. Muhammed bu krizi çözmekte gösterdiği ustalık sayesinde Medine’deki pozisyonunu daha da güçlendirdi ama hâlâ toplumun lideri konumunda değildi. Ubeyde İbni Samit’in desteği olmadan, Kaynuka ve İbni Ubey ortak tehdidini atlatamazdı. Kaynuka’mn geride bırak­tığı malların beşte biri. Hz. Muhammed’e verildi. Bir şe­fin kabilesi adına bu tür ganimetlerin çeyreğini alması gelenekti. Hediyeler dağıtması, yoksullarla ilgilenmesi ve konuk ağırlaması beklenirdi. Beşte bir olması, Hz. Muhammed’i diğer şeflerden bir parça ayırıyordu ama yine de önemli bir pozisyona sahip olduğunu gösteriyor­du. Mekkelilerin saldırısını gergin bir şekilde beklerken, Hz. Muhammed Bedir Savaşı’nda kazandığı prestiji dik­katle pekiştiriyordu. Mekkelilerin propagandasıyla ha­rekete geçen göçebe kabilelerden birinin Medine bölgesi­ni işgale hazırlandığını öğrendiği her seferinde saldır­gan bir şekilde üzerlerine yürüyor, Müslüman ordusu oraya geldiği anda muhalefet siniyordu. Yaz sonlarına doğru, Kureyşlileri bir kez daha küçük düşürdü. Bedir Savaşı’ndan beri kervanlar Suriye’ye giderken Kızılde- niz yolunu kullanamamıştı ama Saffan İbni Ümeyye, Irak’a giden Necid yolunu izleyerek Medine’nin doğu­sundan geçmeye karar verdi. Bu yol elverişsizdi, çünkü su kaynakları arasındaki mesafe birbirinden çok uzaktı ama Saffan, 100,000 dirhem değerinde gümüş taşıyan­lara ek olarak fazladan su develeri de göndermişti. Hz. Muhammed kervanın haberini aldı ve yolunu kesmek için Zeyd’i yolladı. Zeyd ve adamları, Karada Kuyu- su’nda dinlenen kervanı hazırlıksız yakaladılar; Bedir Savaşı’ndan sonra Müslüman askerler korkuyla anılıyordu ve Mekkeliler onların gelişini gördükleri anda kervanı arkalarında bırakarak korku içinde kaçıştılar.
Kureyşliler Medine’ye yapacakları saldırının hazırlık­larını hızlandırdılar ama kış geçene kadar beklediler. 11 Mart 625’te, 3,000 deveyle 3,000 adam ve 200 atlı Mek­ke’den ayrılarak Medine’ye doğru yola çıktılar. Ehabiş, Sakif ve Abd Menat adlarıyla bilinen Bedevi kabileleri de Kureyşlilere katılmıştı. 21 Mart’ta ordu Medine yakınla­rına ulaştı ve vahanın kuzeybatısındaki Uhud Dağı önle­rinde kamp kurdu. Hz. Muhammed ve Medineliler, ordu­nun nihayet yola çıktığını bir hafta önce öğrenmişlerdi. Tarlalardaki ekinleri kurtaracak zaman yoktu ama ci­vardaki insanların hepsini getirip develer, sığırlar, ko­yunlar ve keçilerle birlikte şehre sokmayı başardılar. Or­du oraya ulaştığında, Medineli şefler bir savaş konseyi topladılar. En deneyimli olanlar, son derece dikkatli dav­ranmaya zorluyordu; herkes şehrin içinde kalmalı ve düşmanla karşılaşmak üzere dışarı çıkmaya yanaşma- malıydı. Arabistan’da bir kuşatmayı sürdürmek çok zor­du ve çeşitli yerlerde bu planı izleyen kabileler, savaşma­dan gitmeye zorlanmışlardı. Ama genç kuşaktan bazıları hareket istiyordu. Bedir Savaşı’nda Hz. Muhammed’in sadece 350 adamla düşmanı yendiğini söylüyorlardı. Tanrı onlara yine yardım ederdi elbette. Kureyşlilerin şehrin dışındaki ekinlerini yakıp yıktıkları düşüncesine tahammül edemeyen çiftçiler de onları destekliyordu.
Ama sonunda herkes yatıştı; özellikle de Sa’d bin Muaz onlara ateşle oynadıklarını söyledikten sonra. Hz. Muhammed’e artık şehirde kalmaya hazır oldukla­rım söylediler ama Hz. Muhammed hâlâ savaşma taraflısıydı. “Bir peygamber zırhını kuşandığında,” diye açıkladı, “savaş bitene kadar çıkarması doğru değil­dir. Bu noktada herhangi bir hata ölümcül sonuçlar doğurabilirdi. 22 Mart’ta, Hz. Muhammed en sevdiği atma bindi ve yaklaşık bin adamı, otuz kilometre kadar ötede bekleyen üç kat daha büyük bir orduyla karşılaş­mak üzere Uhud’a doğru götürdü. Museviler, Şabat gün­leri olduğu için savaşmayı reddettiler ama Müslüman- lar, onların Mekke’nin zafer kazanması için dua ettiğini gayet iyi biliyordu. Ordu Medine ile Uhud arasında kamp kurdu ve sabah İbni Ubey üç yüz adamı şehre ge­ri götürerek fire verdirdi. Kararıyla ilgili Hz. Muhammed’e haber vermeye bile gerek görmedi ama Ensâr dan bazılarına kesin intihar anlamı taşıyan bu saçma sefer­den uzak durmak istediğini söyledi. “Bana itaatsizlik et­ti ve yargı yeteneği olmayan gençlere uydu,” dedi. “Bu­rada neden hayatlarımızı kaybetmemiz gerektiğini an­lamıyorum.”( Karar onursuz olsa bile, anlaşılırdı ama İbni Ubey daha derin bir oyun oynuyor olabilirdi. 617 yı­lında Buas Savaşı’ndan çekildiğinde, tam bir zaferin mümkün olmadığını, bunun kendisi için iyi bir şans ol­duğunu ve Medine’nin kralı bile olabileceğini anlamıştı. Eğer Hz. Muhammed yenilirse - muhtemelen öyle ola­cak gibi görünmüştü - îbni Ubey kendisini felaketten ayrı tutacak ve parçaları toplamak için hazır olacaktı.
Dolayısıyla ertesi sabah Kureyşlilerin karşısına di­kildiklerinde, Müslümanlar tehlikeli bir şekilde zayıf­lamış bir ordu halindeydiler. Ön safları ortasında Ebu Süfyan duruyordu ve sağ tarafta Mahzum kabilesin­den Halid, sol tarafta ise Ebu Cehil’in oğlu İkrime ka­natları tutmuştu. Savaştan önce Ebu Süfyan öne çıka­rak Evs ve Hazreçlere Hz. Muhammed’i terk edip evle­rine dönmelerini söyledi; Mekke’nin onlarla bir alıp ve­remediği yoktu. Ama Ensâr meydan okuyan bir tavırla bağırarak cevap verdi ve Peygamberi asla terk etmeye­ceklerini söyledi. Hz. Muhammed’in vahaya gelişinden sonra Mekke’ye geçen Medineli tektanrıcı Ebu Emir öne çıkarak insanlara seslendi. “Ey Evs adamları,” di­ye seslendi kendi kabilesine, “Ben Ebu Emir’im.” “Al­lah gözünü kör etsin, seni saygısız hain!” diye cevap geldi. Ebu Emir çok şaşırmıştı; Mekke’deyken, tek sö­züyle Evslerin Kureyşlilerin tarafına geçeceğini söyle­yerek övünmüştü. Şimdi savaşçıların arasına çekilir­ken kendi kendine mırıldanıyordu: “Onlardan ayrıldı­ğımdan beri kötülük halkımı ele geçirmiş.”
Ordular birbirlerine doğru ilerlemeye başladılar. Mekkeli savaşçıların arkasında Ebu Süfyan’m eşi Hind, diğer soylu kadınlarla birlikte yürüyor, tef ça­larak şarkı söylüyordu:

Eğer ilerlersen sana sarılırız Ayağının altına yumuşak halılar atarız Eğer geri çekilirsen seni bırakırız Bırakır ve bir daha sevmeyiz.

Hind, Hz. Muhammed’den daima nefret etmişti ama Bedir Savaşı’nda babası Utbe İbni Rabia ve iki oğlunu kaybetmiş, teke tek dövüşte Utbe’yi öldüren Hamza’nın ciğerini yiyeceğine yemin etmişti. Savaş başla­dı. Kaynaklar karışık olduğu için neler olduğunu tam olarak söylemek zor. Başlangıçta Müslümanlar kendi başlarına idare ediyorlardı. Hz. Muhammed, Bedir Savaşı’nda başarılı olan taktiğiyle savaşçılarını yine bir­birlerine yakın dizmişti ve bir noktada, düşmanı nere­deyse püskürtecek gibi görünmüşlerdi. Ama sonra Müslüman okçular emirlere uymamış, safları bozmuş ve zekice bir süvari manevrasıyla arkadan yaklaşan Halid’in saldırısına uğramışlardı. Müslümanlar kaçış­maya başlamışlardı. Hz. Muhammed onları durdurmaya çalıştı ama başına aldığı bir darbeyle bayılıp ye­re düşünce, öldüğü haberi hızla yayıldı.
Oysa Hz. Muhammed sadece sersemlemişti. Bir ko­ruluğa taşındı ve çabucak kendine geldi. Ama Kureyşli- ler haberle ilgilenmediler; öldüğünü duydukları anda savaşmayı bırakmış, zaferlerini sonuna kadar kovala- mamışlardı, dolaysıyla Müslümanlar oldukça düzenli bir şekilde geri çekilebilmişlerdi. Yirmi iki Mekkeli ve altmış beş Müslüman öldürülmüştü ama bu, Kureyşli- ler için büyük bir zafer değildi. Hz. Muhammed’i öldür­meyi başaramamış ve Müslümanlardan kurtulamamış­lardı. Ölen Müslümanlardan sadece üçü Göçmen idi Hamza, Abdullah İbni Cahş ve Musab ve gerisi Ensâr idi. Savaştan sonra cesetlerin kafalarını keserek Bedevi müttefikleri işaretlemişlerdi. Kureyşlilerden biri Hamza’nın karnını yarmış, ciğerini çıkarmış ve Hind’e getir­miş, o da yeminini yerine getirmek için kocaman bir lok­ma ısırıp yemişti. Kadın sonra Hamza’nın burnunu, ku­laklarını ve cinsel organım kesmeye başladı; bu arada diğer kadınları da diğer cesetlere aynı şeyi yapması için teşvik ediyordu. Savaş alanından ayrıldıklarında bile­zikleri, küpeleri ve yakalan kan içindeydi; Bedeviler ve kendi kadınlanndan bazıları bu görüntüden hoşlanma­mış, bunun davalarım kirlettiğini düşünmüştü.
Ordusu savaş alanından aynlmadan önce, Ebu Süf- yan, Hz. Muhammed’in ölmediği haberini aldı. Medine ile mücadele henüz sona ermemişti. “Gelecek yıl Bedir’de!” diye bağırdı, meydan okuyarak. Hz. Muham­med’in adına Müslümanlardan biri bağırarak cevap verdi: “Evet, bu randevumuz olsun!” Verdikleri ağır kayıplara rağmen, Müslümanlar yeterince iyi durum­daydı. Üç gün boyunca Mekke ordusunu izlediler. Hz. Muhammed geceleri ordusuna kamp kurdururken adamlarını birbirlerinden olabildiğince uzağa göndererek ateşler yaktırıyor, böylece orada çok büyük bir ordu ol­duğu izlenimini uyandırıyordu. Bu hile, Medine’ye dönüp Müslümanları yok etmeyi düşünen Kureyşlileri caydırdı.
Ama bu zayıf bir teselliydi. Uhud Savaşı’ndan son­ra Müslümanların morali bozulmuştu. Bedir zaferi kurtuluş işareti ise, Uhud yenilgisi Tanrı’nın Hz. Mu- hammed’i terk ettiği anlamına mı geliyordu? Kuran, üçüncü surede bu endişeleri yanıtladı ve felaketten dolayı suçlanacak tek kişinin Müslümanların kendisi olduğunu bildirdi. Sefer süresince kavgacı, isyankar ve disiplinsiz davranmışlardı. Ama Uhud Savaşı’nın da özgün bir işaret özelliği vardı: Gerçek Müslümanlar ve İbni Ubey ile kaçan korkakları ayırmıştı.
Tahmin edileceği gibi, İbni Ubey ve Museviler se­vinçliydiler. İbni Ubey ve destekçileri, onun politikası izlenmiş olduğu takdirde bu kadar kayıp verilmeyeceği­ni söylüyorlardı. Museviler, Hz. Muhammed’in peygam­berlik özellikleri taşımayan hırslı bir adam olduğunu iddia ediyorlardı; gerçek bir peygamberin bu kadar acı ve kayba yol açtığı görülmüş şey miydi? Ömer bu provo­katörleri öldürmek istedi ama Hz. Muhammed onu ya­tıştırdı. Kureyşlilerin bir daha Müslümanları bu şekil­de aşağılamayacağına ve bir gün yine Kâbe’de ibadet edeceklerine yemin etti. Ama sessiz özgüvenine rağ­men, Uhud Savaşı prestijini sarsmıştı ve îbni Ubey ile arasında bir uçurum yaratmıştı. O zamana kadar Müs­lüman muhalifler belli bir sınırı aşmamışlardı ama Uhud olayından sonra İbni Ubey, Hz. Muhammed’i yık­mak için her yolu denemeye başlamıştı. Savaştan son­raki Cuma günü, İbni Ubey camide toplum içinde aşağılanmıştı. Konuşmak için ayağa kalktığında, iki Ensâr onu kolundan yakalayarak oturtmuş ve ihanetinden sonra çenesini kapalı tutmasının daha doğru olacağını söylemişlerdi. Öfkeyle yürüyerek camiden çıkmış ve Hz. Muhammed’den af dilemeyi reddetmişti. Uhud Savaşı’ndan sonra Kuran ona ve grubuna yeni bir isimverdi; münafıklar, yani ikiyüzlüler. Ama W. Montgomery Watt, “sıçanlar” kelimesinin daha doğru, bir tercü­me olacağını öne sürmektedir, çünkü Uhud Savaşı’nda tıpkı küçük fareler gibi deliklerine kaçmışlardır.'
Çözülmesi gereken başka sorunlar da vardı. Uhud Savaşı’nda altmış beş Müslüman öldükten sonra, ar­kalarında bakıma ihtiyacı olan eşlerini ve ailelerini bırakmışlardı. Bu yenilgiden sonra, Müslümanların dört kadın almasına izin veren bir vahiy geldi.

Yetimlere mallarını verin. Temizi pis olanla (helali haramla) değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katıp yemeyin.
Çünkü bu, büyük bir günahtır.
Eğer, (velisi olduğunuz) yetim kızlar (ile evlenip onlar) hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, (onları değil), size helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın.
Eğer (o kadınlar arasında da) adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız o taktirde bir tane alın veya sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin.
Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.

Hz. Muhammed’in Batılı eleştirmenleri, bu çokeşliliği sadece erkeklerin şovenizmi olarak görmektedirler. Ha­rem gibi popüler filmler, Müslüman şeyhlerin gerçek cinsel yaşamlarından çok, Batıkların bu konudaki fan­tezilerini yansıtmaktadır. Ama çokeşlilik, delikanlıların cinsel yaşamlarını renklendirmek üzere tasarlanmamıştı; sadece bir sosyal yasamaydı. Yetimler peygam­berlik yıllarının başlarından beri Hz. Muhammed’i en­dişelendiren bir konuydu ve Uhud’daki ölümler bunu daha da pekiştirmişti. Ölen adamlar arkalarında sadece dullar değil, yeni bir hamiye ihtiyaç duyan kızlar, baldızlar ve diğer akrabalar da bırakmışlardı.
Muhtemelen Arabistan’da erkek azlığı yaşanıyor, bu da sık sık sömürülen evlenmemiş kadınların sayısında ciddi bir artış sağlıyordu. Kuran bu sorunla ilgilenmek­te ve çokeşliliği bir çözüm olarak görmektedir. Böyle­likle babasız kalan tüm kızlar evlenebilecekti ama ya­sa, ancak eşit davranıldığı takdirde bir erkeğin birden fazla kadın almasına izin veriyordu. Dolayısıyla hiçbir yetim kız iradesi dışında hamisiyle evlendirilmemeli, kendisine bir mal gibi davranılmamalıydı. Kuran, boşanma konusunda da bir kural getirmektedir. İslam öncesi dönemde, kadınlar hâlâ baba evinde yaşarken, bir kadın ya da erkek akrabaları ilişkiyi bitirebiliyor­du. Kuran’da erkeğe boşanma isteğini geri çevirme gü­cü verilmektedir ama aynı zamanda kadını savunan bir madde de vardır. Arabistan’da, bir erkeğin evlene­ceği kadına drahoma (mihir) vermesi gelenekti. Bu, ge­nellikle kadının erkek akrabaları tarafından paylaşı­lırdı ama Kuran, drahomanın doğrudan kadının kendi­sine verilmesini şart koşuyordu. Bugün bile, kadınlar bu parayla istediklerini yapmakta serbesttirler; bir ha­yır kurumuna bağışlayabilir, bir yüzme havuzu yaptı­rabilir ya da bir iş kurabilirler. Ama boşanma duru­munda erkeğin drahomayı geri isteme şansı yoktur, do­layısıyla kadının güvencesi sağlanmıştır.
Batılı eleştirmenler bu konuda sık sık Kuran’ı suçlar ve bunu eşitsizlik olarak görürler, oysa kadınların kur­tuluşu ve güvenliği İslam Peygamberi için çok önemliy­di. Kuran’ın çifte standart uyguladığından şikayet edi­lir: Örneğin miras kanunu, bir kadının erkek kardeşi­nin (aile kurmak için drahomaya ihtiyacı vardır) aldığı­nın sadece yarısını alabileceğini bildirmektedir. Yine, kadınların kanun önünde tanıklıklarına izin verilmekte ama erkeklerin tanıklığının yarısı kadar değerli kabul edilmektedir. Yirminci yüzyıl açısından bakıldığında - şimdi bile kadınlara eşit haklar tanınması için mücade­le verildiğini unutmamamız gerekir - Kuran’daki bu ka­nun yasaklayıcı, kısıtlayıcı gibi görünmektedir. Ama ye­dinci yüzyıldaki Arabistan’da tam bir devrimdi. İslam öncesi çağda kız bebekler öldürülürken, kadınlar hiçbir hakka sahip değilken hayatın kadınlar için nasıl oldu­ğunu bir düşünelim. Tıpkı köleler gibi, kadınlara da ya­sal kimlikleri olmayan aşağı varlıklar gibi davranılıyor­du. Böylesine ilkel bir dünyada Hz. Muhammed’in ka­dınlar için yaptığı şey son derece sıra dışıydı. Bir kadı­nın tanıklık yapabilmesi ya da kendi adına miras hakkı olması fikri, son derece şaşırtıcı ve hatta bazıları için akıl almazdı. Hıristiyan Avrupa’da da kadınların benzer haklara sahip olabilmek için on dokuzuncu yüzyıla ka­dar beklemek zorunda kaldıklarını unutmamak gerekir: O zaman bile, kanun özellikle erkekleri destekliyordu.
Yine, çokeşliliği bu bağlamda ele almalıyız. Yedinci yüzyıldaki Arabistan’da erkekler istedikleri kadar ka­dınla evlenebilirken bu sayının dörtle sınırlanması, ye­ni bir sömürü için izin değildi. Dahası, Müslümanlara dört kadınla evlenme hakkı tanınırken, bunun için çok ciddiye alman bir kriter de söz konusuydu. Bir erkek tüm eşlerine karşı eşit davranabileceğinden emin değil­se, tekeşli kalmalıydı. Müslüman kanunları şu temel üzerine dayandırılmıştı: Bir erkek, eşlerinin her biriyle eşit süre birlikte olmalıdır; yasal ve maddi açıdan tüm eşlerine eşit davranmakla birlikte, bir erkek araların­dan birine özel ilgi göstermemeli, hepsine eşit bir sev­giyle yaklaşmalıdır. İslam dünyasında bu Kuran kriter­lerine yerine getirmek için insan doğasının uygun olma­dığı yaygın bir görüştür: Böylesine bir tarafsızlık ve eşitlik sağlamak imkansızdır ve Hz. Muhammed’in getir­diği kriterlerin doğal bir sonucu olarak, aslında Müslü­man bir erkek, bir kadından fazlasıyla evlenmemelidir. Çokeşliliğin yasak olduğu ülkelerde, otoriteler bu yenili­ği. dünyevi değil, dinî temellere dayandırmaktadırlar.
Uhud yenilgisinden sonra Medine’de Kuran erkekle­rin egzotik haremler kurmasını teşvik etmiyordu. Müs­lümanların evlenebileceği kadınların sayısını sınırla­makla kalmıyor, aynı zamanda onlardan gelecekte de inançlarına sadık kalmalarını istiyordu. Kuran, kız be­beklerin öldürülmesini kesin olarak yasaklamıştır: Bu, îslam inancına dönen herkesin uymak zorunda olduğu bir kuraldır. Bu ölümcül doğum kontrolü yöntemini kul­lanmak yerine, Kuran Müslümanları tüm zayıf insanla­rın - yaşlılar, yetimler ve bebekler - insan haklarına ta­mamen sahip olduğu ve eşit muamele gördüğü bir top­lumda Tanrı’ya güvenmeye teşvik etmektedir. İncil’in en güzel pasajlarından birinde, İsa havarilerine havada uçan kuşlara, kırlardaki çiçeklere bakmalarını ve gele­cek için endişe etmemelerini söylemektedir: Tanrı onla­rın bütün ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Buna benzer bir şekilde, Kuran da Müslümanları Tann’nın merhame­tini doğadaki işaretlerde bulmaya teşvik etmektedir. Zul­me ve cehalet döneminin sömürücü yöntemlerine baş­vurmadan Tanrı’ya güvenmeli, O’nun sağlayacağı bir gü­ven duygusunun tadını çıkarmalıdırlar. İhtiyacı olan ka­dınlarla evlenip büyük aileler kurmalı, Tann’nın onlann hayatta kalmalannı sağlayacağına güvenmelidirler:
Sizden bekar olanları, kölelerinizden ve car iyelerinizden durumu uygun olanları evlendirin. Eğer bunlar yoksul iseler, Allah onları lütfuyla zenginleştirir. Allah lütfü geniş olandır, hakkıyla bilendir.

Bu, belli miktarda cesaret gerektiren bir inanç eylemiy­di. Hz. Muhammed, toplumdaki zayıf kadınlarla ilgili endişesini gösteren kişisel bir örnek sunmuştur. Uhud Savaşı’ndan sonra dördüncü bir eş daha almış, Bedir Savaşı’nda şehit düşen Ubeyde îbni El-Haris’in eşi Zey­nep Bin Huzeyme’ye bir ev sağlamıştır. Zeynep, aynı za­manda Emir Bedevi kabilesinin şefinin kızıdır ve böylece evlilik sayesinde politik bir ittifak da oluşmuştur. Ca­minin yanında onun için bir ev inşa edilmiş, Zeynep de “kız kardeşleri” Şevde, Ayşe ve Hafsa’ya katılmıştır.
Hz. Muhammed, Müslümanları gelecekleriyle ilgili güven duymaya teşvik ediyordu ve birbirlerine adil dav­ranabileceklerine inanırlarsa, Ebu Süfyan’ın Müslüman toplumu yok etmek için kurmaya çalıştığı dev koalisyo­na karşılık yeni sorumluluklar alabilirlerdi. Ama her za­man olduğu gibi, daha normal önlemler de alıyordu. Mekke ittifakına katılmalarını önlemek için, Medine’nin doğusundaki ve batısındaki Bedevi kabilelerinin desteği­ni alması gerektiğinin de farkındaydı. Hz. Muhammed, Bedevi kabilelerini etkilemek için akın grupları gönder­di ama 625 yılının yazında gerçekleşen iki olay, Medi­ne’nin ne kadar kırılgan hale geldiğini açıkça gösterdi.
Necid’deki iki Bedevi kabilesi, Hz. Muhammed’den İslam inancı hakkında bilgi almak istemişlerdi: Üyele­rinden bazıları Müslüman olmuştu ve Kuran’ı nasıl okuyacaklarını öğrenmek istiyorlardı, bu yüzden Hz. Muhammed onlara konuda en yetkin olan adamların­dan altısını gönderdi. Yolculuk sırasında Mekke yakın­larındaki Reci Kuyusu’nda dinlendiler ve o sırada Huzeyl şeflerinden biri onlara saldırdı. Müslümanlardan üçü öldürüldü ve diğer üçü de esir alındı. Bunlardan bi­ri kaçmaya çalıştığı için taşlanarak öldürüldü ve diğer­leri de Kureyşli düşmanlarına satılmak üzere Mek­ke’ye götürüldü. Saffan İbni Ümeyye, babasının öcünü almak için esirlerden birini satın aldı; iki Müslüman Tapmak binasının önüne getirildi ve idam edildi.

Yaklaşık aynı dönemde, Emir kabilesinin şefi ve Hz. Muhammed’in yeni kayınpederi Ebu Bera, halkını İs­lam inancı hakkında eğitmesi için adamlar gönderme­sini istedi. Ama bu aynı zamanda kabilesinde birbirle- riyle savaşan gruplara karşı bir yardım talebiydi. Kırk Müslüman gönderildi ve Emir’in bölgesinin yakınların­daki Mauna Kuyusu’nda hepsi öldürüldü. Ebu Bera’nın kabilesindeki rakiplerinden biri, bu işi yapmala­rı için komşu Sülaym kabilesinin üyelerini ikna etmiş­ti. Ama Müslümanlardan ikisi olay sırasında yakınlar­daki otlakta develeri otlattığından, felaketi ancak tepe­lerinde dönen akbabaları gördükleri zaman fark etmiş­lerdi. Aceleyle geri döndüklerinde, dindaşlarının hepsi­nin öldürüldüğünü görmüşlerdi; kurtulanlardan biri esir alındı ve diğeri Medine’ye dönmeyi başardı. Ama yolda bir ağacın altında huzurlu bir şekilde uyuyan iki Beni Emir üyesine rastladı ve katliamdan Emir’in so­rumlu olduğunu düşünerek, kılıcını çekip ikisini de öl­dürdükten sonra Medine’ye dönüp olanları Hz. Mu- hammed’e anlattı. Ama kendisine hata yaptığı ve Müs­lüman toplumun şimdi kan parası ödemek zorunda ka­lacağı söylendi. Hz. Muhammed, Emir kabilesinin üye­lerinin öldürülmemesi gerektiğine inanıyordu. Katli­amın ardında Emir kabilesinden bazılarının olduğu doğruydu ama teknik olarak bu Sülaym kabilesinin su­çuydu. Ebu Bera’ya kan parası ödemekle, Hz. Muham­med bütün kabileyi İslam inancına döndürmeyi umu­yordu. Şairleri kendi propagandalarını yapmaya başla­mış, Reci ve Mauna şehitleri için yas tutulmuş, Hz. Muhammed yakın zamanda Ebu Bera ile görüştüğün­de, eski düşmanlarının Müslüman toplum hakkında daha yumuşak düşünmeye başladığını görmüştü. Hat­ta söylendiğine göre Sülaym kabilesinden katliamdan sorumlu bazıları Müslümanların ölüm anındaki inanç ve cesaretlerinden o kadar etkilenmişlerdi ki kendilik­lerinden İslam inancına dönmüşlerdi.

Hz. Muhammed, Medine’de kan parası toplamaya başladı. Yaklaştığı gruplardan biri, Ebu Bera’mn da müttefiği olan Nadir kabilesiydi. Ebu Bekir ve Ensâr’dan bi­ri olan Usayd İbni Hudayr ile birlikte katıldığı bir konsey toplantısında bu ricasını dile getirdi. Museviler uzlaşma­cı görünüyordu ve kendileri ricayı düşünürken Müslümanlardan dışarıda beklemelerim rica ettiler. Ama bek­lerlerken, Hz. Muhammed aniden arkadaşlarından uzaklaştı ve eve döndü. Daha sonra onlara Cebrail’in kendisini Musevilerin bir komplosuna karşı uyardığını açıkladı. Aslında öldürülebileceği tehlikesini anlamak için ilahi bir mesaja ihtiyacı da yoktu. Nadirin bazı üye­leri hâlâ öldürülen şair Ka’b bin Eşref’in intikamını al­mak istiyordu ve Müslüman kaynaklan, yakındaki bir çatıdan Hz. Muhammed’in kafasına kaya atmak üzere olan birinin kimliğini bile bildiklerini göstermektedir.
Hz. Muhammed bunun üzerine kendi adına bir ül­timatom vermesi için Ensâr’dan birini gönderdi. Hic­ret’ten önce Nadir kabilesinin dostu olan Evs kabile­sinden Muhammed İbni Mesleme, onlara açıkça şöy­le dedi: “Tanrı’nın Elçisi beni size gönderdi ve diyor ki ‘Beni öldürmeye kalkışarak sizinle yaptığım anlaş­mayı bozdunuz.’” Bu ihanetten sonra artık şehirde kalmaları mümkün değildi. Museviler bir Evs’in böy­le bir mesajı iletmesine şaşırmışlardı: Önceki yıl Kaynuka’nın başına geldiği gibi, eski düzenin tama­men yıkıldığını kabullenmekte hâlâ zorlanıyorlardı. İbni Mesleme onlara şunu söyledi: “Yürekler değişti ve İslam eski ittifakları bozdu.”
Museviler, Hz. Muhammed ile pazarlık etmeyi dene­meye, bir uzlaşma sağlanıp sağlanamayacağını görme­ye karar verdiler ama İbni Ubey bunu Hz. Muhammed’den kurtulmak için başka bir fırsat olarak gördü.

Müslüman toplumdan ayrılmaya karar verdikleri tak­dirde güçlerini birleştireceklerini söyledi. Kendilerin­den önceki Beni Kaynuka gibi, Nadir Musevileri de ka­lelerine çekildiler, Müslümanların kendilerini kuşat­masını izlediler ve İbni Ubey ile grubunun gelip onları kurtarmasını beklediler. Ama hiçbir şey olmadı. İbni Ubey bir kez daha Hz. Muhammed’in pozisyonunun gü­cünü yanlış değerlendirmişti ve Uhud’un onu göründü­ğünden daha çok yaraladığını sanmıştı. İki hafta sonra Nadir Musevileri daha fazla dayanamayacaklarını an­ladıklarında, Hz. Muhammed onların hurma ağaçları­nın kesilmesi için emir verdi. Bu savaş sinyali karşısın­da Museviler dehşete kapıldılar ve Hz. Muhammed’e sadece hayatlarını bağışlaması için yalvararak hemen teslim oldular. Hz. Muhammed, ancak vahadan hemen ayrılmaları şartıyla bunu kabul etti; diğer bir şart ise, yanlarına sadece develeriyle taşıyabilecekleri kadar eş­ya alacaklardı. Nadir kabilesi üyeleri bütün eşyalarını topladılar, Hz. Muhammed’e bırakmaktansa kapılarını bile menteşelerinden söktüler ve zafer kazanmış gibi gururlu bir tavırla vahadan ayrıldılar. Kadınlar güzel elbiseler giyip mücevherler takmışlardı ve kafile ilerler­ken, davullar ve kavallar eşliğinde tef çalıp şarkı söylü­yorlardı. Medine’nin içinden geçip Suriye’ye doğru ku­zey yolunu tuttular. Bazıları yakınlardaki Hayber Mu­sevi yerleşim merkezinde kaldı ve oradan Ebu Süf- yan’ın koalisyonunu kurmasına yardım etti.
Uhud Savaşı’ndan sonraki yıl, Hz. Muhammed kay­bettiği prestiji kısmen toplamıştı ve Beni Nadir olayı, İbni Ubey için bir yenilgi daha olmuştu. Peygamber akınlar yapmaya devam etti ve Nisan 626’da moralle­ri yükselten bir zafer kazandı. Uhud’dan ayrılırlarken, Ebu Süfyan gelecek yıl panayır zamanında Müslümanlar ile Bedidde buluşmaya söz vererek meydan okumuştu; Hz. Muhammed bu yüzden Nisan 626’da 1,500 adamlık bir orduyla yola çıktı ve bütün bir haf­ta Bedir’de kamp kurdu. Ama Ebu Süfyan gelmedi. Hz. Muhammed’in randevuya sadık kalacağını beklemi­yordu ve sadece gösteriş yapmak adına ordusuyla yola çıkmış, Müslümanların Medine’den ayrılmadıklarını öğrenir öğrenmez geri dönmeyi planlamıştı. Ama ku­rak bir yıl olmuştu ve develeri beslemek için tek bir ot bile yoktu. Bu yüzden, birkaç gün sonra Ebu Süfyan ordusunu Mekke’ye geri götürdü. Ama Mekkeliler onu ağır bir şekilde azarladılar, çünkü sözünü tutamama­sı bir yana, Müslümanların Bedir’de ikinci kez kendi­lerinden çok büyük bir orduyla karşılaşmak konusun­daki heves ve cesaretleri, Bedevilerin büyük hayranlı­ğını toplamıştı. Artık Hz. Muhammed’in sadece Medi­ne’de pozisyonu güçlenmiyordu; aynı zamanda Arabis­tan’ın geri kalanında da şansı dönüyor gibiydi.
Müslümanlar İkinci Bedir olayından sonra Mekkelilerin yeni bir saldırı hazırlığına giriştiklerinden emin olmalarına rağmen, Hz. Muhammed hâlâ barış­çıl bir çözüm bulunmasını umuyordu. Ocak 626’da, dü­ğünlerinden sadece altı ay sonra, yeni eşi Zeynep öl­müştü. Birkaç ay sonrasında Hz. Muhammed, kuzeni Ebu Seleme’nin dulu Hind Bin El-Mugira’ya yaklaştı ve elini istedi. Genel olarak bilinen adıyla Ümmü Se­leme, aynı zamanda güçlü Mekke kabilesi Mahzum’un önde gelen üyelerinden birinin kız kardeşiydi ve bu yararlı bir bağlantı olabilirdi. Kadın yirmi dokuz ya­şındaydı ve hâlâ son derece güzeldi; anlaşıldığı kada­rıyla akıllı da bir kadındı ve Hz. Muhammed için iyi bir dost olmuştu. Hz. Muhammed onu büyük seferler­de sık sık yanında götürürdü ve Ümmü Seleme birkaç kez yararlı görüşler sunmuştu. Ama başlangıçta Hz. Muhammed ile evlenmek konusunda isteksizdi. Artık genç değildi ve kıskanç bir yapısı vardı; harem hayatı­na alışabileceğim sanmıyordu. Hz. Muhammed ona kendisinin çok daha yaşlı olduğunu ve Tanrı’nın kıs­kançlık konusunu halledeceğine inandığını söyledi.
Ümmü Seleme harem rekabetinden korkmakta haklıydı; Hz. Muhammed’in onunla evlenmesi, eşleri arasında politik güç için mücadele eden gruplar gibi bir rekabet yarattı. Mahzum kabilesinin üyesi olan Ümmü Seleme, Göçmenler arasında daha aristokrat bir grubu temsil ediyordu; Hz. Muhammed’in en yakın dostları­nın kızları olan Ayşe ve Hafsa ise daha mütevazı bir grubu temsil ediyorlardı. Yeni eşler hareme katıldıkla­rında, bu iki rakip gruptan birine girme eğilimindeydiler. Ümmü Seleme, sık sık üçüncü bir grubun desteği­ni arıyordu; Hz. Muhammed’in yakın ailesinden olan ve Fatıma’yı en büyük umutları olarak gören ev halkı. Hz. Muhammed’in eşleri arasındaki bu hizipleşme, özellikle Peygamberin ölümünden sonra Müslüman toplumda oluşacak son derece ciddi bölünmeleri temsil ediyordu ve benzer sorunlar bugün bile Müslümanları bölmeye devam etmektedir. Fatıma, Ali ve onların ço­cuklarının Müslüman dünyayı yönetmesini umut eden ehli beyt (ev halkı) Şiiler olacaktı. Ümmü Seleme’nin düğününden kısa süre sonra hareme başka bir kadın katılacak ve kendini sürekli olarak aristokrat gruba yakın tutacaktı. Peygamberin kuzeni Zeynep Bin Cahş, Zeyd’den boşanmış ve Hz. Muhammed ile evlen­mişti. Bu olayı saran şartlar birkaç kaşın kalkmasına neden olmuş, Batı’da İslam eleştirmenleri tarafından Peygamberi karalamak için kullanılmıştır.
Voltaire ve Prideaux gibi insanlar, bunu Hz. Muham­med’in tatmin olmak bilmeyen cinsel iştahının ve va­hiyleri kendi isteklerini gerçekleştirmek için kullandı­ğının bir göstergesi olarak almışlardır. Hatta olayı Müslümanların yaptığından daha fazla detaylandırmışlardır. Hz. Muhammed bir gün öğleden sonra azadlı kölesi Zeyd’i ziyarete gitti ve dışarıda olduğunu öğ­rendi. Kapıyı eşi Zeynep açtı ve ziyaretçi beklemediği için üzerinde hafif giysiler vardı. Zeynep otuzlu yaşları­nın ortalarındaydı ama hâlâ çok güzel bir kadındı ve
Hz. Muhammed onun etkisine kapılmıştı. “Allah erkek­lerin kalplerini yoldan çıkarmasın,” gibi bir şey mırılda­narak döndü. Zeynep, Zeyd ile evlenmeyi hiç isteme­mişti ve şimdi Hz. Muhammed’in hayranlığını bir çıkış yolu olarak görüyordu. Peygamber üzerinde yarattığı etkiden Zeyd’e o kadar sık ve heyecanlı bir şekilde söz ediyordu ki artık işleri iyice zorlaştırmaya başlamıştı. Zeyd, Muhammed’e gitti ve eğer kendisi evlenmek is­terse eşinden boşanacağını söyledi ama Hz. Muham­med Tanrı’dan korkmasını ve eşine sahip çıkmasını söy­leyerek onu geri gönderdi. Ama artık evlilik için bir umut kalmamıştı. Zeynep’in dürtüklemeleri Zeyd’i o kadar usandırmıştı ki onu yine de boşadı ve Peygamber sonunda Zeynep ile evlenmeye karar verdi.
Söz konusu evlenmeyle ilgili eleştiriler oldu: Bazıla­rı, Zeynep daha önce Hz. Muhammed’in evlatlık oğluy­la evli olduğu için bunun kanunlara uygun olmadığını söylüyordu ama Hz. Muhammed, evliliğin kesinlikle ensest olmadığını bildiren bir vahiy aldı. Zeyd, Hz. Muhammed’in evlatlık oğluydu ve aralarında bir kan bağı yoktu; Zeynep ile evlenmekle, Peygamber herhan­gi bir yasağı çiğnemiyordu. Vahiy geldiğinde, Hz. Mu­hammed Ayşe ile birlikteydi ve Ayşe ona şöyle demişti: “Tanrı bu evliliğin gerçekleşmesi için acele ediyor.” Ba­tılılar genellikle bu görüşü paylaşmaktadırlar ama bu ilginç hikayenin bugüne kadar korunmuş olması gerçe­ği, Hz. Muhammed’in çağdaşlarının konuya daha tutu­cu bir tavırla yaklaştığını göstermektedir. Hz. Muhammed’i tutkulu bir adam olarak görüyorlardı ve eğer Al­lah, Elçisi’ne birkaç ayrıcalık tanımaya karar vermişse, onlar kim oluyor da eleştiriyorlardı? Bugün Müslümanlar Hz. Muhammed’in Zeynep ile evliliğinin şehvetten kaynaklanmadığına inanmaktadırlar ve gerçekten de. hayatının verimli döneminin sonlarına yaklaşan ve tüm hayatı boyunca Arabistan’ın kavurucu güneşine maruz kalmış olan 39 yaşındaki bir kadının bir erkeği aklını ba­şından alacak kadar heyecanlandırması pek olası görün­memektedir; üstelik de bu erkek, o kadını çocukluğun­dan beri tanıyan bir kuzense. Ama Hz. Muhammed, Zey­nep de dahil olmak üzere Cahş ailesine daima çok yakın­dı. Müslümanların iddiasına göre, artık boşanmış bir ka­dın olduğu için, Hz. Muhammed onunla ilgili endişeleni­yordu. Öte yandan, eğer Zeynep ile cinsel arzudan dola­yı evlenmişse, bunu yıllar önce de yapabilirdi. Bu olay evlatlık ya da üvey ilişkisinin kan bağı barındırmadığ: için evliliğe engel oluşturmadığını da göstermektedir.
Zeynep’in düğününden kısa süre sonra, Hz. Muham- med’in eşlerinin toplumun geri kalanının gözlerinden uzak kalması gerektiğini bildiren bir vahiy geldi. Müslü­man gelenekleri, hicabın kabulünü farklı şekillerde an­latmaktadır. Bazıları, Hz. Muhammed’i meraklı bakışlar­dan uzak tutmak için eşlerini örtmeye teşvik eden kişinir. daha katı görüşlere sahip olan Ömer olduğunu iddia et­mektedir. Yakın zamanda Münafıklar, Hz. Muhammed’ir. eşlerini aşağılayan bazı hareketlerde bulunmuşlardı. Ba­zıları ise Hz. Muhammed’in giderek daha fazla sosyal önem kazandığını ve uygar ülkelerdeki yaşamın daha fazla farkına vararak İran ve Bizans’taki gibi soylu ka­dınların sınıflarını belli eden bir şekilde örtünmeleri ge­leneğini aldığını söylemektedir. Öte yandan, İslam öncesi dönemde Arabistan’da ahlak değerlerinin ayaklar altında olduğu da bilinmektedir. Sık sık edepsiz konuşmalara, ki­nayelere, flörte ve uygunsuz tekliflere rastlanıyordu. Ge­leneksel bir toplumda, cinsel bir skandal son derece cid­di sonuçlar doğurabilir ve güçlü duygular uyandırabilir. Hz. Muhammed, İbni Ubey’in ve destekçilerinin, kendi ailesindeki bir utancı işaret ederek Müslüman topluma zarar vermek isteyeceklerinin kesinlikle farkındaydı.

Söylendiğine göre Zeynep’in düğününde bazı konuk­lar fazla uzun kalmış ve rahatsızlık vermişlerdi. Bu, Hz. Muhammed’in ailesiyle toplumun geri kalanı arası­na mesafe koyan bir vahyin gelmesine neden olmuştu:
Ey iman edenler! Yemek için çağrılmaksızın ve yemeğin pişmesini beklemeksizin (vakitli vakitsiz) Peygamber’in evlerine girmeyin, çağrıldığınız zaman girin. Yemeği yiyince de hemen dağılın. Sohbet için beklemeyin. Çünkii bu davranışınız Peygamber’i rahatsız etmekte, fakat o sizden de çekinmektedir. Allah ise gerçeği söylemekten çekinmez. Peygamberin hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Böyle davranmanız hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temizdir. Allah’ın Resulüne rahatsızlık vermeniz ve kendisinden sonra hanımlarını nikahlamanız ebediyyen söz konusu olamaz.
Çünkü bu Allah katında büyük bir günahtır.

Hz. Muhammed’in camide kendine ait bir odası yok­tu; sadece eşlerinin dairelerinde yatıyordu. Ama Me­dine’de sosyal açıdan giderek daha fazla önem kaza­nırken, evi de giderek daha umumi bir yer olmaya başlamıştı, çünkü giderek daha fazla sayıda insan ki­şisel ya da dinî sorunlarıyla ilgili olarak danışmak için ona geliyordu. Bazı Müslümanlar, dikkatini çek­me umuduyla Hz. Muhammed’in eşlerini ikna etme­ye çalışıyorlardı. Örneğin Ayşe, genç bir adamla bir­kaç kez dostça sohbetlere dalmıştı ve bu, daha sonra neredeyse Müslüman toplumu temelinden sarsacak bir skandal patlak verdiğinde hatırlanacaktı. Hicab, bastırıcı bir önlem değildi. Sadece Hz. Muhammed’in düşmanlarının kendisini karalamak için kullanabile­ceği olası bir skandali önlemek için tasarlanmıştı.

Hicab konusunu ve Müslümanların örtünme şartı­nı düşünmeliyiz. Bu gelenek, Batı’da kadınların bastı­rılması olarak algılanır ama Kuran’dan açıkça anlaşıl­dığına göre, sadece Peygamber’in eşleri için geçerli olan bir protokoldü. Tıpkı erkekler gibi Müslüman ka­dınların da mütevazı giyinmesi istenir ama çarşafa girmeleri ya da kendilerini evin bir bölümüne kapata­rak erkeklerden uzak durmaları istenmez. Bu, sonra­sında gelişen bir gelenektir ve Hz. Muhammed’in ölü­münden üç-dört kuşak sonrasına kadar îslam impara­torluğunda yaygın bir gelenek haline gelmemiştir. Gö­rünüşe bakılırsa, Müslüman dünyasında kadınların örtülmesi ve erkeklerden uzak tutulması geleneği, uzun zamandır kadınlara ikinci sınıf insan muamelesi yapan Perslerden ve BizanslIlardan gelmiştir.
Diğer yandan, peçe veya örtünme şartı, Hz. Muham­med’in eşlerini aşağılamak için değil, tam aksine, yü­celtmek için getirilen bir protokoldü. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, eşleri çok güçlü insanlar haline gel­diler: Dinsel konularda saygı duyulan otoritelerdi ve sık sık Hz. Muhammed’in sünnetleri ya da görüşleri hak­kında onlara danışılırdı. Özellikle Ayşe politik açıdan çok büyük önem kazandı ve 656 yılında Dördüncü Hali­fe Ali’ye karşı bir devrim gerçekleştirdi. Anlaşıldığına göre, daha sonraları diğer kadınlar Hz. Muhammed’in eşlerinin statüsünü kıskanmaya başladılar ve kendile­rinin de örtünmesine izin verilmesini istediler. İslam kültürü son derece eşitlikçiydi ve Peygamber’in eşleri­nin bu şekilde onurlandırılarak seçkin kılınması uygun görülmüyordu. Dolayısıyla ilk örtünen Müslüman ka­dınlar, bunu bir güç ve etki simgesi olarak görmüşlerdi, erkek baskıcılığının bir rozeti olarak değil. Haçlıların eşleri Müslüman kadınlara gösterilen saygıya tanık ol­duklarında, kendi erkeklerine de aynı saygı kavramını öğretmek amacıyla peçe giymeye ve örtünmeye başladı­lar. Ancak, başka bir kültürdeki sembolleri ve uygulamaları anlamak daima zordur. Avrupa’da, eski sömür­gelerimizdeki diğer kültürleri sık sık yanlış anladığımı­zı ve onlara zarar verdiğimizi ancak yeni yeni anlama­ya başlıyoruz. Çoğu din erkeklere önem vermiş ve erkek temelli yapılar geliştirmiştir ama İslam’ın bu konuda hepsinden daha katı olduğunu düşünmek yanlıştır. Ör­neğin Orta Çağ’da durum bunun tam tersiydi: Müslü- manlar, Batılı Hıristiyanların kadınlarına davranışları­nı gördüklerinde dehşete kapılıyorlardı. Üstelik Hıristi­yan aydınlar, kölelere ve kadınlara çok fazla özgürlük ve değer verdikleri için Müslümanları eleştiriyorlardı. Bugün birçok Müslüman kadın kapandığı zaman bu­nun nedeni katı bir din tarafından beyinlerinin yıkan­ması değil, bunun kendi kültürel kökenlerine bir dönüş olarak algılamalarındandır. Bu, diğer uluslara kendi geleneklerini kendilerinden daha iyi anladığını iddia eden Batılı Emperyalizm’e karşı bir reddediştir!
Ocak 627’de, hicabın Peygamberin eşlerine tanıtıl­masından kısa süre sonra, acı verici bir olay ailesine karşı herhangi bir iftiranın Hz. Muhammed’in pozis­yonunu ne kadar kolay sarsabileceğini gösterdi. Hz. Muhammed, Medine’ye akın yapmaya hazırlanan Be­ni Mustalik’e karşı bir sefer yönetmişti. Onları Kızıldeniz kıyısındaki Muraysi Kuyusu’nda hazırlıksız ya­kalamış, bozguna uğratmış, sonuçta 2,000 deve, 5,000 koyun ve keçi, 200 kadın esir ele geçirmişti ve kadın­lar arasında şeflerinin kızı Çevriye Bin El-Haris de vardı. Ayşe’nin sefere katılmasına izin verilmişti ve Cevriye’nin - Hz. Muhammed ile fidyesi için pazarlık ediyordu - çok güzel olduğunu görünce üzülmüştü. “Allah adına, onu daha odamın kapısında görür gör­mez nefret ettim,” diye açıklayacaktı daha sonrasında, her zamanki açık sözlülüğüyle. “Hz. Muhammed’in de onu benim gördüğüm gibi göreceğini biliyordum.”

Gerçekten de, Cevriye İslam inancına döner dönmez Hz. Muhammed ona evlenme teklif etti ve böylece düş­man bir kabile müttefik haline geldi.
Müslümanlar, birkaç gün daha Muraysi Kuyu- su’ndaki kamplarında kaldılar. Büyük ganimet vaat et­tiği için bu sefere her zamankinden daha fazla Münafık gönüllü olmuştu. Aniden, önemsiz bir olay Müslüman toplum içindeki gerilimi ortaya çıkardı. Müslümanların atlarını sulamak için kiralanan yerli kabilenin iki üye­si bir kavgaya tutuştu ve her ikisi de kabilelerinin gele­neksel müttefiklerine başvurdu: Biri Kureyşliler, biri Hazreçler idi. Göçmenler ve Ensâr bu soruna karşılık verirken, birkaç dakika için gırtlak gırtlağa geldiler; bu, Müslümanlar savunmalarını indirdikleri takdirde eski sadakatlerin gücünün onları ne kadar kolay dağı­tabileceğinin bir göstergesiydi. Ömer ve Hz. Muham- med’in diğer yakın dostlarından bazıları, hemen araya girip kavgayı önlediler ama İbni Ubey çok öfkeliydi. Medine halkına ne olmuştu da kendilerine yabancıların emretmesine izin veriyorlardı? “Önceliklerimize karar veriyorlar, sayıları kendi topraklarımızda bizden fazla ve Kureyşlilerin yaptığını açıklamak için eski bir söz­den başka bir şey yok: ‘Köpek besle, seni mahvetsin.’Al­lah adına, Medine’ye döndüğümüzde, güçlü olan zayıfı kovacak.” Ensâhdan biri bunu Hz. Muhammed’e bil­dirdi ve Ömer hemen kılıcına sarıldı. “Ne? Muhammed dostlarını öldürüyor denmesini mi istiyorsun?” dedi Hz. Muhammed, yumuşak bir tavırla. Ama günün en sıcak saatlerinde yolculuk yapacakları anlamına gelse bile hemen harekete geçilmesi için emir verdi. Dönüş yolcu­luğu sırasında 13. Sure geldi ama Hz. Muhammed Me­dine’ye dönene kadar kimseye bir şey söylemedi.
Konaklamalardan birinde Ayşe ihtiyacını gidermeye gitti ve toplanmakta olan kampa geri döndüğünde kolyesini kaybettiğini fark etti. Kolyesini aramaya başladı ve o uzaklaşırken, devesinden sorumlu adamlar Ay­şe’nin içinde olduğunu düşünerek tahtırevanı hayvanın sırtına yerleştirdiler. Kafile hareket etti ve Ayşe kamp yerine döndüğünde herkesin gitmiş olduğunu gördü. Bu onu pek rahatsız etmedi, çünkü kaybolduğu anlaşıldı­ğında geri dönüp kendisini alacaklarını biliyordu; bu yüzden oturup beklemeye başladı. Hicabın getirilme­sinden çok önceleri Ayşe’yi tanımış olan ve o sırada ka­filenin arkasında kalan Saffan İbni Muattal oradan ge­çiyordu ve Ayşe’yi hemen tanıdı. Ayşe hemen peçesini indirdi ve İbni Muattal onu kendi devesine aldı. Yoklu­ğu henüz fark edilmemişti ve aniden Saffan ile birlikte çıkageldiğinde, dedikodular başladı. Göçmenlere karşı kabile düşmanlığını kızıştırmak için fırsat kollayan Münafıklar, skandali hemen yaydılar. Hicret’ten beri Hz. Muhammed’in zaferlerini kutlayan şair Haşan İbni Sabit, eski tanrıçaların terk edilişiyle ilgili ağıtlar yak­maya ve kendini Medine’de mültecilerle sarılı bir halde tanımlamaya başladı. Göçmenlerden bazıları bile Ay­şe’nin masumiyetinden şüphe ettiler; bunlar arasında kendi kuzeni Mistah ve Zeynep’in kız kardeşi Amine Bin Cahş da vardı. Ama Zeynep, Ayşe’yi savunuyordu.
Grup Medine’ye döndüğünde, Ayşe hastaydı ve de­dikoduları ancak sonraları fark edebildi. Hz. Muham­med’in kendisine soğuk davrandığını fark etmiş, hatta ailesinin evine taşınması istenmişti. Hz. Muhammed kendini kaybolmuş gibi hissediyordu. Vahiylerin ani­den kesilmesi, içinde bulunduğu stresli durumun va­hametini gösteren bir işaretti. Bu kez her zamanki gi­bi yardım için dostlarına başvuramazdı. Ebu Bekir’e kendi kızı hakkında danışması mümkün değildi ve ka­dınlara karşı sert tutumuyla tanınan Ömer’e de fikri­ni soramazdı. Bunun yerine, genç kuşağa yöneldi. Zeyd’in oğlu Usame’ye Ayşe ile ilgili düşüncelerini sor­duğunda, delikanlı sıcak bir tavırla konuştu. Hizmetçi ise Hz. Muhammed’e şöyle dedi: “Ondan sadece iyilik gördüm. Ayşe ile ilgili hatırlayabildiğim tek kötü şey, hamur yoğururken Ayşe’ye göz kulak olmasını söyledi­ğimde, evcil kuzusunun gelip hamuru yemesi!” Ama Ali düşmanca ve eleştireldi: “Her yer kadın dolu,” de­di, “birinin yerine bir başkasını her zaman için alabi­lirsin.” Ayşe onu asla affetmeyecekti.
İbni Ubey, Peygamberi karalamak için bulduğu bu fırsatı zevkle değerlendiriyor, sorun yaratmaya devam ediyordu. Hz. Muhammed, ailesine zarar vermek iste­yenlerden birine karşı harekete geçmek zorunda kalabi­leceğini düşünerek, desteklerini istemek için Medineli şefleri topladı. Kendilerinden izin almadan İbni Ubey’e karşı bir şey yaparsa Medineli Müslümanların öfkelene­ceğini biliyordu, bu toplantı, Müslüman toplumun ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Konu, Hazreç ve Evs arasında hâlâ süren derin çatlağı ortaya çıkardı. Ay­şe’nin düşmanlarının çoğunun Hazreç üyeleri olduğunu bilen bazı Evs şefleri, skandali yayanların hepsinin kel­lerinin vurulmasını istedi. Hazreç kabilesinden biri on­ları ikiyüzlülükle suçladı ve iki kabile neredeyse gırtlak gırtlağa geldi. Eğer Müslüman toplumun ayakta kalma­sı sağlanacaksa, bu krize bir çözüm bulunmalıydı.
Hz. Muhammed sonunda Ayşe’nin kendisiyle yüz­leşmeye karar verdi. Ayşe artık iyileşmişti ve öfkeden köpürüyordu. İki gündür sürekli ağlamıştı ve ailesinin de bir yardımı olamıyordu. Annesi Ümmü Ruman, bü­tün güzel kadınların bu tür sorunlarla karşılaştığını söylüyor, Ebu Bekir ise ne düşüneceğini bile bilmiyor­du: Sonunda kızma camideki evine dönmesini tavsiye etti. Hz. Muhammed geldiğinde, anne babası Ayşe’nin yanındaydı ve üçü de ağlıyordu. Ama Peygamberi gö­rünce Ayşe’nin gözyaşları aniden kurudu. Hz. Muham­med, eğer suçluysa ona günahını itiraf etmesini söyledi; Tanrı onu bağışlayacaktı. On dört yaşındaki kız, güçlü bir şekilde kocasına ve anne-babasına baktı. Ko­nuşmasının bir anlamı olmadığını söyledi. Yapmadığı bir şeyi asla itiraf etmeyecekti ve masum olduğunu sa­vunmaya çalışsa bile kimse ona inanmayacaktı. Bütün yapabileceği Kuran’da adı geçen - ismi hatırlamaya çalışmış ama başaramamıştı - her kimse, Yusuf un ba­basıydı, onun söylediğini tekrarlamaktı: “Görevim sa­bırlı olmayı göstermektir ve söylediğiniz şeye karşı Tanrı’nın yardımı istenmelidir.” Bunları söyledikten sonra Ayşe sessizleşti ve yatağına uzandı.
Hz. Muhammed ikna olmuş olmalıydı, çünkü eşi sözlerini bitirdiğinde vahiy aldığı zamanlarda olduğu gibi derin bir transa girdi. Baygınlık geçirdi ve soğuk bir gün olmasına rağmen her tarafı ter içindeydi. Ebu Bekir başının altına deri bir yastık koydu ve üzerine örtü örttü; bu arada kendisi ve eşi Ümmü Ruman, Tann’mn yorumlarını korkuyla bekliyorlardı. Ama asıl büyük tehlike içinde olan Ayşe son derece sakindi; Tanrı’nın kendisine haksızca davranmayacağına ke­sinlikle inanıyordu. Sonunda Hz. Muhammed kendine geldi. “İyi haber, Ayşe!” dedi. “Tanrı senin masum ol­duğunu bildirdi.” Ayşe’nin anne ve babası rahatlaya­rak kızlarını ayağa kaldırıp Hz. Muhammed’in yanma gitmeye zorladılar. Ama Ayşe sadece şöyle cevap verdi: "Ne ona gideceğim ne de teşekkür edeceğim. İftiraları dinleyip inkar etmeyen sizlere de teşekkür etmeyece­ğim. Sadece Allah’a teşekkür edeceğim.” Bu payla­mayı kabul eden Hz. Muhammed, toplanan kalabalık­la yüzleşmek için dışarı çıktı ve Ayşe’yi aklarken ifti­racıları lanetleyen yeni ayetleri bildirdi.

Bu olay, Ayşe’nin gururlu, korkusuz bir kadın olduğu­nu gösterdi ve Hz. Muhammed’in gönlündeki eski yerini alabildi. Duruma yaklaşma tarzı, îslam inancının ka­dınlara verdiği güveni simgelemektedir. Peygamberin eşlerinin hiçbiri ona karşı sinik değildi. Gerektiğinde ona karşı gelmekten çekinmiyorlardı ve Hz. Muhammed de onların dediklerini daima dikkatle dinliyordu. Ama onun en çok Ayşe’yi sevdiği konusunda diğer eşleri sü­rekli sızlanıyorlardı. Hz. Muhammed tarafsız bir tutu­mu sürdürmeye çalışıyordu. Her gece bir eşinin daire­sinde sırayla kalıyor, bir sefere gideceği zaman hangisi­nin kendisine eşlik edeceği konusunda uzun uzun düşü­nüyordu. Ama sonuçta sadece bir insandı ve gerçek ter­cihini bütün Müslüman toplumu biliyordu. Ona hediye­ler göndermeyi seven Müslümanlar, bunu Ayşe ile oldu­ğu günlerde yapmayı tercih ediyor, çünkü bundan mut­lu olacağını biliyorlardı. Bu diğer eşler için aşağılayıcı bir durumdu ve Ümmü Seleme, Hz. Muhammed’e gide­rek Müslümanlara hediyeleri bütün dairelere gönder­melerini söylemesini istedi. Ama Hz. Muhammed ona Ayşe hakkında sızlanmaktan vazgeçmesi için yalvardı ve mevcut eşleri arasında yanında vahiy aldığı tek kişi­nin o olduğunu vurguladı. Bunun üzerine Ümmü Sele­me, kızının babasını ikna etmekte daha başarılı olması­nı umarak Fatıma’yı gönderdi. “Sevgili küçük kızım,” dedi Hz. Muhammed, nazikçe, “benim sevdiğimi sen sevmez misin?” Bu sözler Fatıma’nın kafasını karıştırdı. Sonunda Zeynep itiraz etmeye geldi ve kendini kaybede­rek Ayşe’yi taciz etmeye başladı. Hz. Muhammed, Ay­şe’ye döndü ve kendini savunmasını söyledi. Ayşe bunu öyle bir tutkulu ve ustaca seçilmiş sözlerle yaptı ki Zey­nep sessizleşti. Hz. Muhammed keyiflenmişti; söylediği­ne göre, Ayşe tam babasının, Ebu Bekirin kızıydı. Ama yaptığı her şey Ayşe’nin yanma kalmayacaktı. Bir gün, Hz. Muhammed’in hâlâ Hatice’ye çok değer vermesini kıskanarak, onun için “dişsiz bir yaşlı kadın,” dedi. Hz. Muhammed gerçekten üzülmüştü, çünkü tüm dünya onu reddederken kendisini destekleyen tek insan olan Hatice kadar değer verdiği başka hiç kimse olamazdı.
Mart 627’de, Ayşe ile ilgili skandalin yatışmasından birkaç hafta sonra, Mekkeliler ve Koalisyon güçleri 1.000 kişilik bir orduyla harekete geçti. Hz. Muham­med ise Medine’den ve Bedevi müttefiklerinden sadece 3.000 kişilik bir ordu toplayabilmişti; dolayısıyla Uhud’da mecbur kaldığı gibi gidip doğruca düşman or­dusunun karşısına dikilemezdi. Bütün Müslümanlar, kendilerini şehirlerine kapattılar. Medine’yi savunmak zor değildi. Üç tarafı volkanik kayalıklarla çevriliydi ve vahaya uzanan bu zorlu yola adam koymak nispeten daha kolaydı. Medine’nin en kırılgan olduğu yön kuzey­di ve Hz. Muhammed, muhtemelen çağdaşlarının sıra dışı olarak değerlendirdiği bir çözüm bulmuştu. Kureyşliler ve müttefikleri aceleci görünmüyorlar, rahat bir hızla kuzeye doğru ilerliyorlardı; dolayısıyla Müslü­manların hazırlık yapmak için bol zamanları vardı. Dış bölgelerdeki tarlalarda bulunan ekinler toplandı ve böylece düşman ordusu son defasında olduğu gibi bu kez hayvanları için yem bulmakta zorlanacaktı. Ardın­dan, bütün Müslümanlar, vahanın kuzey kısmının çev­resinde derin bir hendek kazmak için işe koyuldu. Riva­yete göre, bu fikri veren kişi yakın geçmişte azat edilen İranlı köle Selman idi. Hendeğin devamlı olmasına ge­rek yoktu, çünkü bazı bölümlerde orman yeterince ko­runma sağlayan duvarlar vardı ama işi zamanında bi­tirmek, çok büyük bir çaba gerektiriyordu. Her aile hen­değin belli bir bölümünü yapmaktan sorumluydu ve Hz. Muhammed de diğerleriyle birlikte çalışıyor, Hicret’ten sonra camiyi inşa ederken olduğu gibi birlikte ilahiler söylüyorlardı. Moral yüksekti. Yakın dostlan, Hz. Muhammed’in diğer adamlarla birlikte çalışırken, şakala­şırken ve gülüşürken son derece güzel göründüğünü ha­tırlayacaklardı. Onlara yeni bir şarkı öğretmişti:

Tanrım, senden başkasına yönelmedik Senden başkası için sadaka verip ibadet etmedik Bize huzur ver Karşılaşma için ayaklarımızı sağlamlaştır O düşmanlar bizi bastırdı, bizi engellemeye çalıştı Ama biz izin vermedik,

31 Mart 627’de, Kureyşliler ordularıyla geldiler ve de­rin hendeğe şaşkınlıkla bakakaldılar. Hendekten kazı­larak çıkarılan toprak, Müslümanları etkili bir şekil­de gizleyen devasa bir siperlik yapmak için kullanıl­mıştı. Üstelik bu tepe, okçular için mükemmel bir avantaj sağlıyordu. Kureyşliler hendeğe şaşkın şaşkın bakarken üzerlerine yağan bir ok yağmuru, onlara ko­lay hedef olduklarını hatırlattı ve hemen menzil dışı­na kaçtılar. Selman’ın hendeği düşmanları neredeyse komik denebilecek bir duruma düşürmüştü ve Kureyş­liler bununla nasıl başa çıkacaklarını bilmiyorlardı. Ama ordunun başında Ebu Süfyan ve İkrime (Ebu Cehil’in oğlu) vardı; Halid bin Velid ise Amr bin As ile bir­likte süvarilere kumanda ediyordu. Ama karşılaştıkla­rı durumda süvariler tamamen etkisizdi, çünkü atla­rın hendeği aşması mümkün değildi. Bunu başarabi­len bir-iki süvari, karşı tarafa ulaştıkları anda cansız yere yığıldılar. Piyadeyi göndermek çok fazla kayıp an­lamına gelecekti ve yanlarında kuşatma makineleri ya da merdivenler yoktu. Ama Kureyşliler yine de amele­liği küçümsüyorlardı ve görünüşe bakılırsa karşıların­daki en büyük zorluk hendekti; gösterişsizdi, Araplara yakışmıyordu ve süvari savaşlarıyla ilgili tüm gele­neklere tersti. İkrime gibi adamlar zaman zaman ani saldırılarda bulunuyorlardı ama kendilerini afallamış halde buluyor, gerisin geri dönüyorlardı.

Kureyşlilerden bazı süvariler... zırhlarını kuşanıp at sırtında Beni Kinane cephesine doğru ileri atılıyorlar, şöyle diyorlardı: “Savaşa hazırlanın; bugün kimin gerçek şövalyeler olduğunu anlayacağız.” Hendeğe gelene kadar atlarını dörtnala koşturuyorlardı. Hendeği gördüklerinde bağırıyorlardı: “Bu Arapların hiç kullanmadığı bir yöntem.

Daha kurnaz bir yöntem denemeye karar verdiler ve vahanın güneyindeki Kureyza Musevi kabilesinden kendilerini şehre sokmalarını istediler. O yılın başla­rında, kovulan Nadir kabilesinin şefi Huyay İbni Ak- tab, Mekke’de Ebu Süfyan’ı ziyaret etmiş ve Hz. Muhammed’e karşı mücadelesinde kendisini destekleme­ye söz vermişti. Saffan ve diğer Kureyşliler ile birlikte Kabe’ye giderek Tanrı’nın önünde yemin etmiş, Müs­lüman toplumu yok edene kadar durmayacaklarına ve birbirlerini bırakmayacaklarına söz vermişlerdi. Ebu Süfyan, bunu Hz. Muhammed’in dini iddialarıyla ilgi­li görüşlerini öğrenmek için fırsat bilmişti. “Ey Yahudiler, siz ilk kutsal kitap insanlarısınız ve Hz. Muham-med ile çatışmamızın özünü biliyorsunuz. En iyi din bizimki mi, yoksa onunki mi?” Huyay, Kureyşliler’in dininin kesinlikle en iyisi olduğunu söylemişti. Huyay’ın bu şekilde putperestliği savunduğunu öğrenin­ce, Müslümanlar hayrete kapılmışlardı. Hayber Musevileri, Medine’ye büyük bir ordu göndermiş ve kuzeydeki Arap kabilelerini Medine’ye karşı dönmeye ikna etmişlerdi. Dolayısıyla Esad, Gatafan ve Sülaym kabileleri, Ebu Süfyan’m koalisyonuna katılmak üze­re Medine’ye adamlar göndermişlerdi. Şimdi Huyay, Müslümanlara kendilerinin saldırması ya da 2,000 Nadir ve Gatafan’ın bölgelerinden geçip şehre girmelerine izin vermeleri için Beni Kureyza kabilesini ikna etmeye çalışıyordu. Eğer İkincisi olursa, savaşçılar kendilerini içeri kapamış olan kadın ve çocukları öl­dürerek katliama başlayacaklardı. Museviler tered­dütlüydü; Kaynuka ve Nadir kabilelerinin başına ge­lenleri biliyorlardı ve bazıları onun uzun zamandır beklenen peygamber olduğunu düşünmeye başlamış­tı bile. Ama Kureyşlilerin şehir sınırlarından ufuk çizgisine kadar her yeri kaplayan ordusunu gördü­ğünde, Kureyza kabilesinin şefi Koalisyon’a yardım etmeye karar verdi.
Kureyza’nın ihanetini ilk öğrenen, Ömer oldu ve hemen Hz. Muhammed’e bildirdi. Bu olasılıktan hep korkmuştu ve Müslüman ordusunun her yönden gelen saldırılara karşı koyamayacağını biliyordu. Hicret’ten önce Kureyza’nın en önemli Arap müttefiki olan Sa’d bin Muaz’ı bölgede keşfe çıkması için gönderdi ve o da Musevilerin isyankar olduğunu bildirdi. “Tanrı’nın El­çisi kim?” diye sormuşlardı. “Hz. Muhammed ile ara­mızda bir anlaşma yok.” Bir ara kabileden bir grup vahanın güneydoğusundan saldırıya geçtiler ve Müs­lüman kadınların ve çocukların bulunduğu sığınakla­rı sardılar ama bu saldırı sonuç vermedi. Hz. Muham­med, Kureyza arasında kendi diplomatik saldırısına başladı; amacı Museviler arasında moral bozukluğu ve Kureyşlilere karşı güvensizlik yaratmaktı. Ama yaklaşık üç hafta boyunca, Musevilerin ne yöne gide­ceği belirsiz kaldı. Müslüman ordu tükeniyordu; görü­nüşe bakılırsa Münafıklar da huzursuzluk çıkarıyor­lar, Ensâr’ı Hz. Muhammed’i kabilesine teslim etmeye zorluyorlardı. Hatta bazıları Medine’den kaçıp Ebu Süfyan’a katılmıştı. Kuran, Müslümanların umutsuz­luğun eşine geldiğini ve bazılarının inancını kaybet­mekte olduğunu açıkça belirtmektedir.

Hani onlar size hem üst tarafınızdan hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. Hani gözler kaymış ve yürekler ağızlara gelmişti. Siz de Allah’a karşı çeşitli zanlarda bulunuyordunuz, işte orada mü’minler denendiler ve şiddetli bir şekilde sarsıldılar.:

Ama bu Korku Gecesi’nden sıyrılmayı başardılar. Bunun nasıl olduğu tam olarak bilinmiyor ama anlaşıldığı kada­rıyla Kureyza Musevileri, Mekkelilere güvenmemeye başlamışlardı ve kendi güvenliklerim sağlamak için Ku- reyşli rehineler talep ediyorlardı; Mekkeliler kaçar ve Musevileri Hz. Muhammed’in merhametine terk ederler­se ne olacaktı? Kureyşliler de bitkin görünüyordu. Ara­bistan’da bir kuşatmayı uzun süre devam ettirmek da­ima zordu; yanlarında yeterli yiyecek yoktu ve hem adamlar hem de hayvanlar açlıktan ölüyordu. Kureyşli­ler deneyimli ya da becerikli savaşçılar değillerdi ve ani dönüşlerle kolayca sarsılabilirlerdi. Hava aniden değişti­ğinde, kararlılıkları da eriyip gitti. Kuran ısının düşme­sini, rüzgar ve yağmurlan Tann’nm inayeti olarak yo­rumlamaktadır. Ebu Süfyan kararını vermişti:
Ey Kureyşliler, sürekli bir kampta değiliz; atlar ve develer ölüyor; Beni Kureyza bize verdiği sözü tutmadı ve onlardan rahatsız edici haberler aldık. Rüzgarın şiddeti üzerimize çullandı. Ne yemek kaplarımız, ne ateşimiz, ne de çadırlarımız bizi koruyabilir. Haydi geri dönelim.
Böyle diyerek devesinin sırtına atladı ve hâlâ topalla­dığını fark etmeyerek kamçıladı. Kendi kabilesi ve bir süredir huzursuzlanan Bedeviler onu takip ediyordu.

Koalisyon güçleri utanç içinde geri çekilirken, Halid, Ebu Süfyan’a şöyle dedi: “Mantığı olan her adam, Hz. Muhammed’in yalan söylemediğini artık anlar.” Er­tesi sabah Müslümanlar tepenin üzerine çıktıkların­da, arazinin tamamen boş olduğunu gördüler.
Peki Hz. Muhammed, Müslüman toplumunu yok ol­manın eşiğine getiren Kureyza Musevileri ile ilgili ne yapacaktı? Ertesi sabah adamlarının dinlenmesine izin vermek yerine, Cebrail’in söylediklerinden esinlene­rek, Hz. Muhammed Müslüman ordusunu Kureyza kö­yüne soktu. Bu dehşet verici bir hikayedir ve bugün ço­ğumuz için korkunç yönleri vardır. Huyay daha önce söz verdiği gibi Kureyşlilerin ve Koalisyon güçlerinin Medine’den gidişinden sonra Kureyza’ya katılmıştı. Hz. Muhammed’in kendi bölgelerine doğru ilerlediğini duyduklarında, Kureyza kabilesi kendilerini kalelerine kapadılar ve Müslümanları yirmi beş gün boyunca dur­durmayı başardılar. İhanet eden müttefikler olarak ba­ğışlanmalarının mümkün olmadığını biliyorlardı. Hu­yay ve Ka’b onları kaçınılmaza hazırlıyordu. İnsanları­nın önüne üç seçenek koydular: Kayıtsız şartsız Hz. Muhammed’e teslim olabilirlerdi (sonuçta elde ettiği sı­ra dışı başarılardan sonra gerçek bir peygamber olabi­lirdi). Veya kadınlarını ve çocuklarını öldürüp Müslü­man ordusuna saldırabilirlerdi; sonuçta eğer ölürlerse arkada bıraktıkları için endişelenmelerine gerek ol­mazdı ve eğer kazanırlarsa, her zaman için yeni eşler bulabilirlerdi. Son seçenek olarak da Şabat gününde Hz. Muhammed’i hazırlıksız yakalayabilirlerdi, çünkü o gün harekete geçmelerini kesinlikle beklemezdi.
Museviler bütün bu seçenekleri reddettiler ve Hz. Muhammed’den tıpkı Beni NadiPe yaptığı gibi kendi­lerini vahadan kovmasını istediler. Hz. Muhammed bunu kabul etmedi; Nadir, Medine’den ayrıldıktan sonra Müslüman toplumu için büyük tehdit oluştur­muştu, dolayısıyla bu kez tam bir teslimiyet almaya kararlıydı. Kureyza kabilesinin eski müttefiklerin­den birine, Avf kabilesinin şefi Ebu Lubabe İbni Ab-ı dul Münzir’e danışmasına izin verdi. Hikayenin bu bölümü belirsizdir. Musevilerin Ebu Lubabe’ye Hz. Muhammed’in ne yapmaya niyetli olduğunu söyle­diklerinde, Ebu Lubabe açıkça onlara ölüme mah­kum olduklarını bildirdi. Ama o kadar üzülmüştü ki kendini caminin sütunlarından birine bağladı ve an­cak on beş gün sonra Hz. Muhammed onu çözene ka­dar orada kaldı. Musevilere yazgılarını bu şekilde bil­dirmişse, kararlarını etkilemiş gibi görünmüyordu. Ertesi gün Kureyza kabilesi Hz. Muhammed’in yargı­sını kabul etti ve muhtemelen Evs kabilesindeki eski müttefiklerine güvenerek, kalenin kapılarını Müslü­man ordusuna açtılar.
Evs kabilesi Hz. Muhammed’e merhamet etmesi için yalvardı; Hazreç kabilesinden İbni Ubey’in rica­sını kabul ederek Beni Kaynuka kabilesini serbest bı­rakmamış mıydı? Hz. Muhammed onlara kendi önde gelenlerinden birinin kararını kabul edip etmeyecek- " erini sordu; bunu onayladılar. Kuşatma sırasında Sa’d bin Muaz ölümcül yara almıştı ama bir eşek sır­rında taşınarak Kureyza bölgesine getirildi. Diğer şefler ona eski müttefiklerini kurtarması için yalvar­dı ama Sa’d, vereceği kararın Medine’nin de yazgısı­nı belirleyeceğinin farkındaydı. Eski bir ittifaka mı, voksa Müslüman topluma mı sadık kalmalıydı? Sa’d 700 adamın hepsinin öldürülmesi, eşlerinin ve çocuk­larının köle olarak satılması ve mallarının Müslümanlar arasında paylaştırılması gerektiğine karar verdi. Hz. Muhammed yüksek sesle duyurdu: “Yedi cennetin üzerindeki Allah’ın yargısını bildirdin!”

Ertesi gün Hz. Muhammed başka bir hendeğin daha kazılması için emir verdi ama bu kez Medine’nin göbe­ğinde kazılacaktı. Müslümanların ricasıyla bazı kişiler affedildi ama geri kalanlar gruplar halinde bağlandı ve kafaları kesildi; cesetleri kazılan hendeğe atıldı. Öldü­rülenler arasında sadece bir kadın vardı; suçu kuşatma sırasında Müslümanların üzerine bir değirmen taşı at­maktı. Ayşe neler olduğunu çok iyi hatırlıyordu:

Müslümarılar erkeklerini pazar yerinde öldürürken, o benimle oturmuş konuşuyor ve kahkahalarla gülüyordu; o sırada adı söylendi. “Allah adına,” diye bağırdım, “sorun nedir?” “Öldürüleceğim,” diye yanıtladı. “Ne için?” diye sordum. “Yaptığım şey için,” diye cevap verdi. Oradan götürüldü ve kafası kesildi. Öldürüleceğini bile bile benimle konuşurken ne kadar neşeli olduğunu ve nasıl kahkahalarla güldüğünü hiç unutmayacağım.

Bu hikayeyi Nazi katliamından ayırmak bizim için muh­temelen imkansızdır ve birçok kişinin Hz. Muhammed’e nefretle bakmasına neden olacaktır. Ama Maxime Kodin- son ve W. Montgomery Watt gibi Batılı araştırmacılar, bu olayın yirminci yüzyıl standartlarıyla değerlendirilmeme­si gerektiğini söylemektedir. Bu çok ilkel bir toplumdu; 600 yıl öncesinde İsa’nın yaşadığı, sevgi ve merhamet öğ­retisini yaydığı Yahudi toplumundan bile daha ilkeldi. O dönemde Araplar evrensel doğa kanunlarından habersiz­di; antik dünyada büyük bir imparatorluğun direttiği tür­den bir toplum düzeni olmadığı sürece, insanların bu tür kavramları kabul etmesi çok zor, hatta belki de imkansız­dı. Hz. Muhammed’in zamanında Medine daha ziyade Kral Davut’un zamanındaki Kudüs gibiydi; Tanrı düş­manlarının güçlü celladı olan Kral Davut, bir defasında 200 Filistinliyi katletmiş, hepsini hadım etmiş ve sünnet derilerini krallarına göndermişti. Davut’a adanan ilahile­rin birçoğu, aslında asırlar sonra hazırlanmıştı - M.Ö. 550’lerde - ama hâlâ îsrailoğullan’nm düşmanlarına yap­mayı umduğu korkunç şeyleri anlatıyorlardı. Yedinci yüz­yılın başlarında, bir Arap şefinin Kureyza kabilesi gibi ha­inlere merhamet göstermesi beklenemezdi.
Müslüman toplum, kuşatma sırasında katledilmekten kıl payı kurtulmuştu ve duygular hâlâ çok yoğundu. Ku­reyza yüzünden neredeyse tüm Medine yok olacaktı. Hz. Muhammed onların gitmesine izin verirse, Hayber’e var­dıkları anda Musevi direnişine katılacaklardı ve Medine’ye karşı yeni bir güç oluşturacaklardı; bir daha sefere Müslümanlar o kadar şanslı olmayabilirdi ve kanlı mücadele uzun süre devam ederse, daha fazla ölüm ve acı olacağı ke­sindi. Dahası, toplu infazlar Hz. Muhammed’in düşmanla­rım etkileyecekti. Kimse katliam karşısında dehşete kapıl­mış gibi görünmüyordu ve Kureyza kabilesi de bunun ka­çınılmaz olduğunun farkındaydı. Toplu infaz, Hayber’deki Musevilere açık bir mesaj göndermişti ve Arap kabileler de Hz. Muhammed’in Kureyza’mn müttefiklerinin intikamın­dan korkmadığını anlayacaklardı. Bu, kuşatmadan sonra Hz. Muhammed’in elde ettiği sıra dışı gücün bir sembolüy­dü; o artık Arabistan’daki en güçlü grubun lideriydi.
Kureyza katliamı, Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemde Arabistan’daki umutsuz yaşam şartlanmn bir göstergesiy­di. Elbette ki istediğimiz gibi lanetleme hakkına sahibiz ama bugün görüneceği kadar büyük bir suç olmadığını ak­lımızdan çıkarmamalıyız. Hz. Muhammed ne geniş çaplı bir toplum düzenini direten bir imparatorlukta ne de sağ­lam temellere dayanan dinî geleneklerin bulunduğu bir or­tamda yaşamıyordu. Asıl sorun, Hz. Muhammed’in zaferi­nin onu geleneksel kabile yapısında olmayan bir grubun li­deri olarak Arabistan’daki en güçlü şef haline getirmesiy­di. Kabile anlayışını değiştiımeye başlamıştı ve sosyal ge­lişimin iki aşamasının arasında, ıssız diyarlardaydı. Ama bu trajik olayın, Müslümanların Musevilere kar­şı tutumunu sürekli olarak etkilemediğini belirtmemiz gerekir. Müslümanlar kendi dünya imparatorluklarını kurduklarında kendi kutsal kanunlarına uygun olarak bir uygarlık yaratmaya başladıklarında, daha önce ben­zeri görülmemiş bir hoşgörü sistemi yerleştirmişlerdi. Müslüman imparatorluğunda çeşitli dinden gruplar ba­rış içinde yan yana yaşıyordu. Semitizm karşıtlığı Hıris­tiyanlık inancımn ürünü olan bir kavramdır, îslam inan­cının değil; Medine’deki korkunç olayları genellemeye ça­lışırken, bu gerçeği aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Hz. Muhammed’in döneminde bile 627 yılından sonra hâlâ Medine’de yaşayan küçük Musevi gruplar vardı ve hiçbir şekilde rahatsız edilmeden, kendi dinlerini barış içinde sürdürebiliyorlardı. Görünüşe bakılırsa, Medine Anlaşması’mn ikinci kısmı bu tarihten sonra oluşturul­muştur. îslam imparatorluğunda tıpkı Hıristiyanlar gibi Museviler de tanı bir dinî özgürlüğe sahipti; hatta yir­minci yüzyılda İsrail’i devlet olarak kurana kadar, Muse­viler orada huzur içinde yaşamaya devam ettiler. İslam imparatorluğundaki Museviler, asla Hıristiyan toprakla­rındaki Museviler kadar acı çekmedi. Semitizm karşıtı mitler ancak on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Hıristi­yan misyonerler tarafından Orta Doğu’ya getirildi ve ge­nellikle Müslüman halkın tepkisiyle karşılandı. Ama son yıllarda bazı Müslümanlar Kuran’ın Medine’deki isyan­kar Museviler ile ilgili pasajlarıyla daha çok ilgilenmeye başlarken, Museviler ve büyük peygamberleri hakkında ki daha geniş pasajları görmezden gelir oldular. Bu 1,200 yıl boyunca Museviler ve Müslümanlar arasında barışa dayalı olarak süren ilişkide yeni bir dönem açtı.
Kuran, savaşın daima iğrenç olduğunu vurgular. Müs­lümanlar asla savaş açmamalıdırlar, çünkü tek haklı savaş kendini savunmak için yapılandır ama bir kez savaşa başladıklarında, Müslümanlar savaşı en kısa sürede sona erdirmek için mutlak bir kararlılıkla savaşmalıdır.Düşman ateşkes ister ya da barışa yönelik bir eğilim gös­terirse, Kuran Müslümanlara düşmanlıkları hemen sona erdirmeyi emreder ama barış şartlan ahlaksızca ya da utandrıcı şekilde olmadığı sürece. Ama Kuran aynı zamanda savaş sırasında çok hızlı hareket edilmesi ve düşmanla en çabuk şekilde yüzleşilmesini de şart koşar. Çatışmanın belirsiz bir süre uzamasına neden olabilecek kararsızlıklardan veya tereddütlerden kaçmılmalıdır.
Herhangi bir savaşın amacı, barışı en kısa sürede ye­niden sağlamaktır. Mayıs 627’de Medine’de yaşananlar karşısında dehşete kapılsak da, bunun politik açıdan doğru bir karar olduğu ortadadır. Cihadın en kötü aşa­masının sonunu temsil ettiği için, bu tür isyan hareket­lerinin sonuncusu olacaktır. Hz. Muhammed, Hendek Savaşı’nda o zamana dek tek bir düşmana karşı birleş­miş olan en büyük Arap ordusunu yenmişti; üç güçlü Musevi kabilesinin direnişini ezmişti ve Müslüman top­luma karşı daha fazla ihanete ya da komploya izin ver­meyeceğini açıkça göstermişti. Artık Arabistan’daki en güçlü adam olduğunu kanıtlamış, yıllarca sürebilecek kanlı savaşları hızlı bir şekilde sona erdirmişti.
“İslam” kelimesi, uyum, uzlaşma ve barış anlamı­na gelen bir kökenden ortaya çıkmıştır. Kureyza ka­bilesine uygulanan toplu infazdan sonra, cihad politi­kasının belirgin bir şekilde değiştiğini görürüz. Artık hayatını korumak için savaşmadığından, Hz. Mu­hammed Arabistan’da pax Islamica (İslam Paktı) uy­gulamasını başlatabilecektir.


9 - Kutsal Barış

Hz. Muhammed’in Medine kuşatmasında Kureyşlilere karşı kazandığı zafer muhteşemdi. Beş yıl önce vaha­ya geldiğinde yorgun, korku içinde bir mülteciydi ve Mekkeliler tarafından öldürülmek üzere aranıyordu. Şimdi işlerin gidişatını tersine çevirmiş ve tüm Ara­bistan’a Mekke’nin döneminin bittiğini kanıtlamıştı. Hz. Muhammed ve Müslüman toplumdan kurtulmayı başaramamışlardı; üstelik tüm güçlerini ve yaşam tarzlarını dayandırdıkları prestijlerini kaybetmişler­di. Mekke artık yıkılmış bir şehirdi ve Kureyşliler ku­şatmayı kaldırırken Halid bin Velid’in de söylediği gi­bi, Hz. Muhammed artık yaygın şekilde peygamber olarak kabul ediliyordu. Eski kabile sistemi, hilm ide­olojisi ve Kureyşlilerin varlıklarını dayandırdıkları agresif kapitalizm, îslam inancının ahlaki ve politik gücü karşısında etkisiz kalmıştı. Artık cihadın kanlı bölümü sona ermişti. Hz. Muhammed, başından beri hep Kureyşlileri yok etmek yerine onları kendi safına almayı tercih etmişti ve kuşatmanın kalkmasından sonra hiçbir zayıflık ya da kararsızlık belirtisi göster­meden - bu esastı - uzlaşma sürecine giriyordu.
Bu dönemde Hz. Muhammed’in misyonunun kapsa­mı yine değişmiş gibi görünmektedir. Bedirdeki zafer­den beri artık Arabistan’ın birleşmesini imkansız gibi görmüyordu. Şimdi Kureyşlilerin yenilmesi ve Beni Ku- reyza’ya karşı tutumu, Bedevi kabilelerini etkilemişti ve birçoğu Kureyşlileri bırakıp Medine’deki Müslüman toplumla ittifaka girmeye hazırdı. Hz. Muhammed artık Mekke’den daha uzaklara gözünü dikmişti. Şehri kazanması önemliydi, çünkü dinî vizyonunun merkezi olacaktı ama artık Medine’nin kuzeyindeki bölgeyi İs­lam inancının yayılması için bir fırsat olarak görmeye başlıyordu. Bu, dünyayı fethetmeyi hayal ettiği şeklin­de algılanmamalıdır; sadece Arapça Kuran’ı kuzey ka­bilelerine de götürmek istiyordu ve belki uzun zaman­dır Bizans politik ve dinî sistemi içinde asimile olmuş olan Suriye ve Irak’taki Arapları da buna dahil edebilir­di. Erken dönem kaynaklarda belirtilmemesine rağ­men, bir anlatıya göre Hz. Muhammed bu dönemde Bi­zans ve Pers imparatorlarına, Habeşistan kralına ve Mısır’daki Mukavkilere mektuplar göndererek onları İslam inancına dönmeye davet etmiştir. Artık zulüm gö­ren bir mezhebin lideri değildi; artık Medine’deki şef­lerden biri değildi; tam aksine, Arabistan’ın en önemli adamlarından biriydi. Mücadelenin bu son aşamasında belki de Mekkelilerin yabancılardan yardım etmesinin önüne geçmek istemişti. Bize ulaşan mektuplarda, Hz. Muhammed sadece hükümdarlardan kendisinin bir peygamber olduğunu kabul etmelerini istemektedir. Onlardan Hıristiyanlık inancını terk etmelerini istemi­yor, sadece Medine’de kalan Musevi kabileleri gibi Müs­lüman topluma katılmalarını istiyordu.
627-628 yıllarında Hz. Muhammed konfederasyo­nunu oluşturmaya başladı ve Ehabiş’in Kureyş kabile­sinin konfederesi olması gibi çeşitli kabileleri ittifaka davet etti. Bedeviler arasında İslam inancına dönenler vardı ve bazıları gerçekten Medine’ye Hicret etmişler­di; bu yıl Hz. Muhammed’in kurduğu ittifaklar genel­likle sadece politik olmasına rağmen, bunun zaman içinde dinî bir bağlılığa dönüşmesini umuyordu. Bir güç ve kararlılık imajını sürdürmesi çok önemliydi. Bu yıl boyunca yine Esad ve Talaba gibi Mekke Koalisyo­nu üyelerinin üzerine akınlar yaptırmaya devam etti; bu iki kabilenin özel önemi vardı, çünkü sıra dışı kuraklık yüzünden Medine’ye fazla yaklaşmışlardı. Akınların amacı, “ellerinizi çekin” mesajı vermekti. Hayber’deki Museviler ile ittifak görüşmeleri yapan Said kabilesine de bir akın yaptırdı. Bedeviler, Müslü­man toplumun düşmanlarıyla dostça ilişkiler kurma­nın tehlikeli olduğunu görmeye başlıyorlardı ve Medi­ne’nin gücü, Hz. Muhammed’e ve dinine duydukları saygıyı da güçlendiriyordu.
Hz. Muhammed o yıl Mekke’ye saldırmayı planla­mıyordu ama Mekke’nin ticaret tekelini zayıflatmaya çalışıyordu. İslam inancına dönenler arasında gide­rek daha fazla kişi Medine’ye Hicret ettikçe ve nüfus arttıkça, Müslüman toplumun Suriye ile kendi tica­ret bağlarını kurması ve vahaya mallar getirmesi ih­tiyaç haline geldi. Suriye ticaretinin bir kısmını Me­dine’ye çekmek amacıyla, Hz. Muhammed kuzeye gruplar gönderdi ama aynı zamanda dinî mesajını da yaymaya çalışıyordu. Örneğin Abdürrahman, Suriye yolunda her yıl büyük bir panayırın kurulduğu Düv- metül Cendel’e giden bir kervana katıldı. Medine, Be­dir Savaşı’ndan beri Mekke’ye etkili bir ekonomik blokaj uyguluyordu, çünkü Kureyşliler için Kızılde- niz rotası imkansız hale gelmişti. Medine kuşatma­sından sonraki yıl, Hz. Muhammed bu blokajı güçlen­dirmeye ve aynı zamanda da Müslümanlar için tica­ret fırsatlarını güvenceye almaya çalıştı. Zeyd Suriye ile ticaret yapması için gönderildi ama kervanı saldı­rıya uğradı ve öldüğü sanılarak kurtulup Medine’ye dönmeyi başardı. Kısa süre sonra, Suriye’den dön­mekte olan bir Mekke kervanına yapılan akında, Zeyd daha şanslıydı. Bu kervandaki Kureyşli tüccar­lardan biri, Hz. Muhammed’in müşrik damadı Ebu’l As idi. Gece kervandan kaçarak eski eşi Zeynep’i gör­mek için Medine’ye girdi. Ertesi sabah camide ibadet edilirken, Zeynep kendisinin Ebu’l As İbni Rabi’yi ko­ruması altına aldığını açıkladı.

Zeynep, Hz. Muhammed’e Ebu’l As’m mallarım kay­bettiği için çok üzgün olduğunu, çünkü Mekke’deki çe­şitli insanların bu malları kendisine güvenerek teslim ettiklerini söyledi. Hz. Muhammed hemen akıncıları ça­ğırdı ve Ebu’l As’m mallarının iade edilmesini istedi: akıncılar bu isteği yerine getirirken biraz da ileri gitti­ler ve eski deri su torbalarını, şişeleri ve işe yaramaz odun parçalarını da verdiler. Bu işe yaradı. Ebu’l As Mekke’ye döndüğünde, malları sahiplerine dağıttı ve sonra da Medine’ye Hicret edip İslam inancına döndü ve Zeynep ile yeniden evlendi. Pagan inancına sadakati yüzünden sevgili eşinden ve kızından vazgeçmişti ama şimdi halkı çok zor durumdaydı; kaçınılmaz olanı ka­bullenmek zorundaydı. Mekke’deki bazıları da aynı şe­kilde düşünmeye başlıyorlardı ve Hz. Muhammed muh­temelen bunun farkındaydı. Eski tanrılarının onuruna Medine’ye doğru yürümüşlerdi; Uhud’da savaş çığlıkla­rı “Ey Uzza! Ey Hubel!” diye çınlamıştı ama bu ilahlar Hz. Muhammed’in Allah dini karşısında zayıf kalmıştı. Ama Saffan, İkrime ve Süheyl gibi diğerleri, hâlâ Hz. Muhammed’e karşı mücadeleyi sürdürüyorlardı.
Hz. Muhammed bu görüş değişikliğini muhtemelen Ebu’l As gibi İslam inancına dönenlerden ve kendi ca­suslarından (artık oldukça gelişmiş bir istihbarat siste­mi vardı) duymuş olmalıydı, ama Mekke’ye nasıl yak­laşacağına karar vermek çok zordu, çünkü - daha son­ra göreceğimiz gibi - kutsal şehre karşı askeri bir sal­dırı gerçekleştirmeye niyeti yoktu. Her zamanki gibi net bir planı yine yoktu ama muhtemelen sorunu bilin­çaltında değerlendiriyor olmalıydı, çünkü Mart 628’de. geleneksel hac ayında, rüyasında bir uzlaşma ve zafer vizyonu aldı. Kendisini hacılar gibi kafası tıraş edilmiş halde gördü; üzerinde geleneksel hacı kıyafetiyle Kâ- be’de duruyor, anahtarını elinde tutuyordu. Bu ona za­fer konusunda güvence verdi ve daha sonra Kuran’da Tanrı’nın sözleriyle şöyle ifade edildi:

Andolsun, Allah, Peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse, siz güven içinde başlarınızı kazıtmış veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz.
Allah, sizin bilmediğinizi bildi ve size bundan başka yakın bir fetih daha verdi.

Ertesi gün Kabe’ye hacca gideceğini duyurdu ve yakın­larını kendisine eşlik etmeye çağırdı. Bu sıra dışı dave­ti aldıklarında Müslümanların nasıl bir korku, merak ve kararsız bir mutlulukla dolduğunu tahmin etmek zor değil. Hz. Muhammed bunun askeri bir sefer olma­yacağını açıkça ifade etti. Müslümanlar hacıların gele­neksel beyaz kıyafetlerini giyecek ve silah taşımaya­caklardı. Bu elbette ki son derece tehlikeliydi ve Müslü­man toplumdaki Bedeviler daveti geri çevirdiler ama Göçmenler ve Ensâr arasından yaklaşık 1,000 kişi Hz. Muhammed ile gitmeye gönüllü oldu. İbni Ubey ve bazı taraftarları da gidecekti ve bu da Müslümanların zafe­rinden fazlasıyla etkilendiklerini gösteriyordu. Hz. Mu­hammed, eşi Ümmü Seleme’yi yanında götürmeye ka­rar verdi ve İkinci Akabe’de yer alan iki kadının da hac­ca katılmasına izin verildi.
Hacılar hemen hazırlıklarını yaptılar ve yetmiş de­veyle toplandılar; âdetlerine göre, bu develer kutsal top­raklarda kurban edilecekti. Hz. Muhammed geleneksel hacı kıyafetini giydi; bu, biri bele dolanan ve diğeri om­za atılan iki parça dikişsiz kumaştan oluşuyordu. Bu­gün Mekke’ye hacca giden hacılar hâlâ bu kıyafeti giy­mektedirler. Ömer, Kureyşlilerin Müslüman hacılara saldıracağım söyledi ve herhangi bir saldırı durumuna karşı hepsinin yanma silah alması için diretti. Ama Hz. Muhammed kararlıydı: “Silah taşımayacağım,” dedi ke­sin bir tavırla. “Oraya Hac’dan başka bir nedenle gitmiyorum.”(2) Hâlâ güvenliydi ve Kâbe’de bir şekilde birle- şileceği konusunda rüyasının etkisindeydi ama daha sonra göreceğimiz gibi, bunun nasıl olacağını da tam olarak bilmiyordu. Ama bu sefer sırasında savaşmamak konusunda kesinlikle kararlıydı, bu yüzden her hacı sa­dece avlanma için kullanılabilecek bir kısa kılıç taşıyor­du ve herkes kılıcını kınında tutmak zorundaydı.
İlk durakta, Hz. Muhammed geleneksel şekilde de­velerden birini kutsadı, üzerine özel işaretler koydu, boynuna tören süsleri astı ve yüzünü Mekke’ye doğru çevirdi. Sonra Kâbe’ye yaklaşırken “Lebbeyk Allahume Lebbeyk!” demeye başladı. Anlamı şuydu: “İşte bu­radayım, Ey Tanrım, hizmetindeyim!” Hacılardan ba­zıları onu izledi ama diğerleri resmi adakları sonraya ertelemeye karar verdi, çünkü hac sırasında av oyunu konusunda kesin tören sınırlamaları vardı.
Hz. Muhammed, Kureyşlileri son derece zor bir du­ruma soktuğunu biliyordu. Mekke’nin koruyucuları olarak gelenekleri izleyen bir Arap hacının Mekke ta­pınağına girmesini engelledikleri takdirde bir skan­dal olurdu ama bu şekilde kutsal şehre girmek Hz. Muhammed’e muhteşem bir ahlaki zafer kazandırırdı ve Kureyşlileri utandırmış olurdu. Süheyl, İkrime ve Saffan, Bedevi kabileleri hayrete ve tiksintiye boğma pahasına Müslümanların şehre girmesini engelleme­ye kararlıydılar. Ama Ebu Süfyan her nedense ilginç bir şekilde sessizdi. Son derece zeki bir adamdı ve Hz. Muhammed’in artık alışıldık yöntemlerle durdurula- mayacağının muhtemelen farkındaydı.
Ama kabilenin önde gelenleri arasında bu görüşe sahip olan tek kişi kendisiydi. Halid bin Velid, Müslü­manların şehre girişini önlemek üzere 200 süvariyle gönderilmişti ve hacılar Mekke’nin yaklaşık otuz kilo­metre kuzeydoğusundaki Usfan Kuyusu’na ulaştıkla­rında, keşifçiler Halid’in sadece on kilometre ötede ol­duğu haberini getirdiler. Hz. Muhammed güvenli bir şekilde cevap verdi: “Yazık Kureyşlilere, çünkü savaş onları yiyip bitiriyor. Beni ve diğer Arapları rahat bı­raksalardı kim ne zarar görürdü?... Allah adına, mu­zaffer olana ya da ölene kadar O’nun bana emanet et­tiği görevi yerine getirmek için savaşmaya devam ede­ceğim.” Hacılara kendilerini tapınağa götürebilecek yerel bir rehber bulmalarını söyledi; Mekke’nin çevre­sinde tüm şiddet ve savaşın yasak olduğu bölgeye ulaşmaları gerekiyordu. Eşlem kabilesinden biri gö­nüllü oldu ve onları Halid’in ulaşamayacağı çok zorlu bir yoldan götürdü. Harem bölgesinin sınırına ulaştık­larında, Hz. Muhammed hacılara seferlerinin dinî ge­rekçesini hatırlattı. Kutsal bir yere girmek üzereydiler ve ruhsal bir değişim gerçekleştirerek günahlarını ar­kalarında bırakmaları ve şöyle demeleri gerekiyordu: “Tanrı’dan bağışlama diliyoruz ve O’na tövbe ediyo­ruz. Sonra hepsine Harem bölgesinin sınırındaki Hudeybiye yolunu izlemelerini söyledi. Develerinin ilerlerken olabildiğince fazla kum kaldırmasını sağla­maları gerekiyordu, böylece Halid ve adamları onların tehlikeden uzaklaşmış olduklarını anlayacaktı.
Hz. Muhammed’in rüyası, Kureyşlilerin baskı karşı­sında teslim olacaklarını ve Müslüman hacıların şehre girmesine izin vereceklerini düşünmesine neden olmuş­tu ama Halid’in silahlı adamları, Kâbe’ye girmelerine izin vermektense silahsız olsalar bile hepsini öldürme­ye hazır olduklarını gösteriyordu. Her zamanki gibi, iş­lerin neye varacağını tam olarak bilmese göre olayların gelişimine göre tepki veriyordu. Hudeybiye’ye ulaştık­larında, Hz. Muhammed’in devesi Kusva aniden dizle­rinin üzerine çöktü ve ayağa kalkmayı reddetti. Hacı­lar etrafında toplanıp her zaman yaptıkları gibi “Hal! Hal!” diye bağırmaya başladılar ama Kusva yerinden kıpırdamadı ve adamlar onun inadına boyun eğdi. Ama Hz. Muhammed bunun hayvan için sıra dışı bir şey ol­duğunu söyledi ve Fil Yılı’nda Habeşler’in filinin Kâ- be’nin önünde nasıl diz çöktüğünü ve sahiplerinin ye­nilgisine yol açtığını hatırlattı: “Fili Mekke’den uzak tutan, Kusva’yı da uzak tutuyor. Bugün Kureyşliler ak­rabalara karşılık nezaket göstermem için ne yapmamı isterlerse kabul edeceğim.” Bu seferin amacı savaş değil, uzlaşmaydı ve hacılara develerinden inmelerini emretti. Hacılar su olmadığını söyleyerek itiraz ettiler ama rivayete göre, Hz. Muhammed adamlarından biri­ne bir ok verdi ve adam bunu kurumuş su deliklerinden birine soktuğunda, hemen su çıktı.
Develer su içip çömeldiler ve kendilerinden daha kahramanca bir şey yapılması istenmediği için muhte­melen hayal kırıklığına uğramış olan hacılar develeri­nin yanma oturdular. Ortaya çıkan manzara, Bedeviler üzerinde gerçekten güçlü bir etki yaratabilecek bir “oturma eylemi” idi. Şimdi bütün gözler Hz. Muham- med’e dönmüştü; haber kabileden kabileye hızla yayıldı ve göçebeler Kureyşlilerin bir grup silahsız ve barışçıl Arap’a saldırmaya ve tüm Arapların kutsal hakkı oldu­ğu halde Kâbe’ye girmelerini engellemeye hazır olduğu­nu öğrenince dehşete kapıldılar. Üzerinde hacı giysile­riyle Tapmak bölgesinde oturan Hz. Muhammed, bu şe­kilde Müslümanların Kâbe’nin muhafızlarına oranla Arap geleneklerine daha bağlı olduklarını gösteriyordu. Oraya ulaşmalarından kısa süre sonra, Budeyl İbni Va­raka tarafından yönetilen Huza’a kabilesinden bir delege grubu geldi; şeflerden biri Mekke’yi ziyaret etmişti ve durumu öğrenmişti. Budeyl kendisine neden geldiğini sorduğunda, Hz. Muhammed, Müslümanların savaşma­ya değil, kutsal mekanı ziyaret etmeye geldiklerini açık­ladı; silah açısından zayıf olmalarına rağmen, gerektiği takdirde Kâbe’ye giriş haklarını savunmak için savaşa­caklardı ama Kureyşlilere ne yapacakları konusunda karar vermeleri için zaman tanıyorlardı. Budeyl, barış­çıl hacıların bu şekilde kabul edilmemesine öfkelendi ve Hudeybiye’de kaldıkları sürece Huza’a kabilesinin Müslümanlara yiyecek ve haber sağlayacağına söz verdi.
Hemen Mekke’ye döndü ve Kureyşlilerin politikasını öfkeli bir şekilde eleştirdi, çünkü Arapların en kutsal gördüğü gelenekleri çiğniyorlardı. İkrime, Hz. Muhammed’in söylediklerini dinlemeyi bile reddetti ama Saflan mesajı duymak istedi. Budeyl Hz. Muhammed’in barışçıl niyetini vurguladığında, Kureyşlilerden bazıları inana­madı: “Savaş için gelmemiş olabilir,” dediler, “ama Allah adına, buraya asla isteğimiz dışında giremez ve Araplar buna izin verdiğimizi asla söyleyemez.” Şehre girmesi­ne izin vermektense, Hz. Muhammed ile Kâbe arasında durmaya ve son adam ölene kadar savaşmaya yemin et­tiler. Ama Müslüman saflarında bir bölünme yaratmak için İbni Ubey’e haber gönderdiler ve onu Kabe’yi ziyaret etme hakkını kullanmaya çağırdılar, çünkü Mekke’nin dostu olduğunu biliyorlardı. Ama İbni Ubey, Hz. Muhammed’den önce Kabe’yi ziyaret etmek istemediğini bildi­rince şaşırdılar. Önceki görüşleri ne olursa olsun - gele­cekte yine Hz. Muhammed’e karşı gelecekti - Hudeybi- ye’deyken İbni Ubey iyi bir Müslüman gibi davrandı.
Kureyş kabilesinin Saffan ve Süheyl gibi diğer üye­leri Hz. Muhammed ile pazarlığı denemeleri gerektiği­ni düşünüyorlardı. Taif kabilesinden Urve bin Mes’ud aracılık etmeyi önerdi ve Hz. Muhammed’in mantıklı isteğini reddetmenin aksi etki yaratacağını vurguladı; özellikle de barışçıl amaçlarla geldiğini açıkça belirt­mişken. Kureyşliler, Urve’nin teklifini kabul ettiler ama önce Bedevi yandaşlarından birini, El-Haris kabi­lesinin şefi El-Huleys îbni Alkame’yi göndermeye karar verdiler. Ehabiş’in önde gelen adamlarından olan îbni Alkame, inançlı bir putperestti ve Hz. Muhammed onun geldiğini görür görmez yanındakilere şöyle dedi: “İşte dindar insanlardan biri; kurbanlık develeri onu karşılamaya gönderin.” Huleys güzelce süslenmiş yet­miş adak devesinin kendisine doğru geldiğini görünce, yeterince gördüğüne karar verdi. Hz. Muhammed’i sor­gulamaya bile gerek görmedi; bunun yerine doğruca Kureyşlilerin yanma döndü ve bunların gerçekten hacı­lar olduklarını, Kabe’ye kabul edilmeleri gerektiğini söyledi. Ama Saffan ve taraftarları bu habere sevinmemişlerdi. Huleys’e oturup çenesini kapamasını, kendisi­nin sadece cahil bir Bedevi olduğunu söylediler. Ama bu çok büyük bir hataydı ve Huleys saygın bir şekilde aya­ğa kalkıp konuştuğunda bunu hemen anlayacaklardı:
Siz Kureyşliler, sizinle anlaşma yapmamızın ve ittifak kurmamızın nedeni bu değildi. Allah’ın evini onurlan­dırmaya gelen bir adam bundan mahrum edilebilir mi:’ Hayatımı elinde tutan O’nun adına, ya Hz. Muhammed’in yapmaya geldiği şeyi yapmasına izin verirsiniz ya da adamlarımın hepsini götürürümü Kureyşliler telaşla özür dilediler ve Huleys’e herkes: tatmin edecek bir çözüm bulunana kadar kendilerine zaman tanımasını istediler.
Sonra Urve bin Mes’ud’u Hudeybiye’ye gönderdiler, bin Mes’ud, Hz. Muhammed ile oturup konuştu ve ona Kureyşlilerin tepeden tırnağa silahlanmakta olduğunu bildirdi; farklı kabilelere bağlı insanlar tarafından des­teklenirken bir saldırıya karşı koymayı nasıl bekleyebi­lirdi? Üstelik bu kabilelerin bazıları geçmişte birbirleri­ne düşmandı. Ebu Bekir öfkeye kapılarak bağırdı: “Lâfın memesini em sen!” Urve ona bunu borç saydığını, çünkü aksi takdirde hakaretinin bedelini ödetmek zo­runda kalacağını söyleyerek karşılık verdi. Hz. Muhammed’in dikkatini çekmek için, geleneksel Arap hareketiy­le sakalını tuttu ama başka bir Müslüman hemen onun eline vurdu. Urve kamptan ayrıldığında, Müslümanların Hz. Muhammed’e karşı güçlü bağlılıklarından fazlasıyla etkilenmişti. İbni İshak daha sonraları onun gözlemle­riyle ilgili şunları aktaracaktı: “Kafasından bir saç teli düşse, hemen gidip alıyorlardı.” Urve çok yolculuk yapan bir adamdı ve geri döndüğünde, Kureyşlilere Bizans ya da Pers imparatorlarının bile bu kadar saygı görmediği­ni açıkladı. “Onu hiçbir şekilde terk etmeyecek insanlar gördüm; kararınızı buna göre verin,” dedi.(8)
Hz. Muhammed, Mekke’ye kendi elçisini göndermeye karar verdi. Daha az kışkırtıcı olacağını düşünerek önce Ensâf dan birini gönderdi ama Kureyşliler adamın devesi­ni yakaladılar ve Huleys’in savaşçıları araya girmeseydi onu öldüreceklerdi. Hz. Muhammed bunun üzerine Ömer’i görevlendirdi ama o bile tereddütlüydü; kabile üyelerin­den hiçbiri onu koruyabilecek kadar güçlü değildi ve ken­disinin yerine Osman İbni Affan’ın gitmesini önerdi. Os­man’ın şehirde çok sayıda aristokrat bağlantıları vardı; bu yüzden Kureyşliler onu dinlediler ama etkilenmediler. İs­tediği takdirde Kâbe’nin etrafında tavaf edebileceğini söy­lediler ama tıpkı İbni Ubey gibi, Osman da Hz. Muhammed’den önce bunu yapmayı reddetti. Kureyşliler onu re­hin aldılar ve kampa öldürüldüğü haberini gönderdiler.
Hz. Muhammed haberi duyduğunda, düşmanla kar­şılaşmadan Hudeybiye’den ayrılmayacağına yemin etti.

Bir kriz anıydı ve vahiy gibi gelmiş bir fikir olmasına rağmen, bu barışçıl sefer fikri feci şekilde geri tepmiş gi­bi görünüyordu. Bu noktada, yine transa girdi ama bi­lincini kaybetmedi. Bir çözüm bulmak için kendi içine kapanmış olmalıydı. Sonra Müslümanları çağırdı ve on­lara kendisine tam bir bağlılık yemini etmelerini söyle­di. Bin hacı tek tek gelip elini tuttu ve daha sonraları İyi Lütuf Yemini anlamında Beyat El-Rıdvan olarak biline­cek yemini ettiler. Kaynaklar bu yeminin kapsamıyla il­gili birbirleriyle çelişen hikâyeler anlatmaktadırlar. Ba­zıları Müslümanların Kureyşliler ile ölümüne savaşma­ya yemin ettiğini söylüyordu ama bu azınlıkta olan gö­rüştü. Daha yaygın bir gelenek, Müslümanların sadece kaçmayacaklarına yemin ettiğini bildirmekte, Wakidi ise her bir Müslüman’ın Hz. Muhammed’in elini tuta­rak “onun ruhunda olanı” izlemeye ve bu kriz süresince Hz. Muhammed’e kayıtsız şartsız itaat edeceğine yemin ettiğini söylemektedir. İbni Ubey ve hacca katılan Münafıklar da dahil olmak üzere herkes yemin etti.
Burada Vakidi’nin söylediklerine kulak vermeye de­ğer. Hz. Muhammed o yoğun konsantrasyon durumuna girdiğinde, derin ve muhtemelen sezgisel bir seviyede sa­dece hoş karşılanmayacağı belli olan değil, aynı zamanda kendi takipçileri arasında bile isyana neden olabilecek bir eylemi gerçekleştirmeyi düşünüyordu. Olayların akışı ha­cıları Medine’den çıkarırken tahmin etmediği şekilde ge­lişirken, Hz. Muhammed kendi sezgilerini dinliyor gibi­dir. Herkes yemin ettikten kısa süre sonra, Osman’ın öl­mediği haberi geldi. Hz. Muhammed o sırada Süheyl’in yanında iki kişiyle geldiğini gördü ve bu elçilerin gelişinin Kureyşlilerin nihayet pazarlığa hazır olduğunu gösterdi­ğini düşündü. Uzun bir süre Süheyl ile oturdu ve güçlü bir tartışmadan sonra, Hz. Muhammed’in yanındakiler, tiksindiren bazı şartlarla anlaşmaya varıldı.

Hz. Muhammed bu kez Kabe’yi ziyaret etmeden Medi­ne’ye döneceğine söz verdi; böylece Arap kabileleri onun Kureyşlileri mecbur bıraktığını söyleyemeyecekti. Ama ertesi yıl aynı dönemde Müslümanlar bir kez daha hacı olarak Mekke’ye dönecekti ve o zaman Kureyşliler üç gün boyunca şehri boşaltarak Müslümanların barış ve huzur içinde hac görevlerini gerçekleştirmelerine izin verecek­lerdi. Hz. Muhammed’in Müslüman olan ve Kureyşlilerin rızası olmadan Hicret eden kabile üyelerini geri vermesi şartıyla Mekke ve Medine arasında on yıl süreyle ateşkes olacaktı. Son olarak, Bedevi kabileleri önceki yükümlü­lüklerinden azat edilecek, Mekke ya da Medine ile ittifak oluşturmak konusunda seçme özgürlüğüne sahip olacak­tı. Kuran, ateşkes önerisi olduğu takdirde düşmanla uz­laşmaya zorluyordu ama bu şartlar Müslümanlar için küçük düşürücü görünüyordu. Hz. Muhammed hacılar konusunu zorlamadan geri çekilmekle, elde ettiği avan­tajı fırlatıp atıyor gibi görünüyordu. Mekke ile işbirliği yapmak, Müslümanların artık Kureyşli kervanlara saldıramayacağı anlamına geliyordu; Göçmenler hayatlarını nasıl kazanacaklardı ve Mekke’nin ticaret tekeli başarılı bir şekilde yıkılırken Hz. Muhammed neden ekonomik blokajı kaldırıyordu? Hepsinden öte, Mekke Müslüman­ları iade etmezken, Medine neden İslam inancına yeni dönmüş olan Kureyşlileri geri vermeyi kabul ediyordu? Hz. Muhammed cihadı sakince sona erdiriyor, çok fazla Müslüman’ın ölmüş ve diğerlerinin sahip oldukları her şeyi riske atmış olduğunu unutmuş gibi avantajı soğuk­kanlılıkla Mekkelilere veriyordu. İbni İshak’ın dediği gi­bi; “Peygamberin etrafındakiler, kendisinin gördüğü rü­yadan dolayı hiçbir şüphe duymadan Mekke’ye gelmiş­lerdi ve şimdi devam eden barış ve geri çekilme pazarlık­larını izlerken, ölesiye üzülmüşlerdi.”

Daha da kötüsü, havada isyan kokusu vardı. Bu anlaş­ma Ömer’in dayanamayacağı bir şeydi ve aniden ayağa fırlayıp Ebu Beki he gitti: “Biz Müslüman’ız ve onlar put­perest, değil mi?” diye çıkıştı. “Dinimizi aşağılayan bir şe­yi neden kabul edelim?”(llj Ebu Bekir de sarsılmıştı ama Ömer’e hâlâ Hz. Muhammed’e inandığını söyledi. Ömer, kendisi gibi düşünen yüz Müslüman daha bulursa top­lumdan ayrılabileceğini bile belirtti. Ama Hz. Muhammed Hudeybiye’de diğerlerinin göremediği şeyleri görüyordu; hac beklediği gibi sonuçlanmamış olsa bile, barış yoluna girdiklerini anlamıştı. Ani geri adım karşısında tam bir şaşkınlıkla oturan alt seviyedeki Müslümanlar bir yana, en sadık ve en güvenilir yandaşlarının bile anlayışının ötesinde kalan tamamen yeni bir şeyi denemek üzerey- di.Hz. Muhammed, neler olduğunu hissediyor ama karan­lığın içinde yolunu el yordamıyla bulmaya çalışıyordu. Kâ- be’den uzak durduğu sürece, Bedeviler ona katılmakta te­reddüt edecekti. Müslümanların da Arabistan’daki en kutsal yere onlar kadar sadık olduğunu göstermek zorun­daydı. Mekke ile barış yapmakla, Kâbe’ye girebilme hak­kını elde edecekti ve bunun propaganda savaşında önem­li bir silah olması bir yana, şimdi Kureyşliler bu davranış­la Mekke ve Medine’nin eşit olarak görüldüğünü gösteri­yorlardı. Göçebe kabilelerin Kureyşliler ile eski ittifakları­nı bozmasına ve Müslüman toplumun yandaşlan olması­na izin veren madde, bunu özellikle vurguluyordu; Hz. Muhammed’in evlilik yoluyla bağlı olduğu Huza’a kabi­lesi, yeni durumun avantajını hemen kullandı ve Hz. Mu­hammed’e katıldı. Kureyşlileri Medine’de yendikten son­ra, yapılması gereken şey devam etmek ve onları askeri güçle yok etmekti ama Hz. Muhammed bunu asla istemi­yordu. Ekonomik blokajı kaldırmakla Kureyşlileri etkile­meyi ve onları banşçıl yollarla kazanmayı umuyordu. Hz. Muhammed, Araplar için daha önce benzeri görülmemiş bir politik ve dinî çözüme doğru ilerliyor, bu da asla genel olarak beklenen şeyi yapamayacağı anlamına geliyordu.
Anlaşmayı imzalamak için Süheyl ile oturduğunda, Hz. Muhammed Müslümanların sadakatini çok fazla zorladığını biliyordu. Ettikleri yemine sadık kalacaklar mıydı, yoksa bir isyanla mı karşılaşacaktı? Müslümanlar anlaşmanın tam sözlerini duyduklarında, konu daha da hassaslaştı. Hz. Muhammed, sözlerini yazması için Ali’yi çağırdı ve “Bismillahirrahmanirrahim,” diye başladığın­da, Süheyl hemen karşı çıktı. Kureyşliler bu ilahi unvan­lardan daima nefret etmişlerdi ve Süheyl, İslam Peygamberi’nin elçisi olduğunu iddia ettiği tektannnın adını an­laşma metnine koydurmayacaktı: “Bunu kabul etmem,” dedi, “ama ‘Ey Allah, senin adınla,’ diye yazabilirsiniz.” Müslümanların dehşetli bakışları altında, Hz. Muham­med bunu tereddütsüzce kabul etti ve Ali’ye kelimeleri değiştirmesini söyledi. Ama daha en kötüsü gelmemişti. Hz. Muhammed şöyle devam etti: “Tanrı’nın elçisi Mu­hammed, Süheyl îbni Amr ile şu anlaşmaya varmıştır.” Süheyl yine karşı çıktı: “Eğer senin Tanrı’nın elçisi oldu­ğunu kabul etseydim, seninle savaşmazdım,” dedi man­tıklı bir şekilde. “Kendi adını ve babanın adını yaz.” Ali “Tanrı’nın elçisi” kelimelerini bir türlü silemiyordu; Hz. Muhammed ondan kelimeleri göstermesini istedi ve ken­disi sildi. Sonra devam etti: “Muhammed İbni Abdullah, Süheyl İbni Amr ile şu anlaşmaya varmıştır.
Durum yeterince zor değilmiş gibi, Süheyl’in oğlu Ebû Cendel anlaşma imzalanırken aniden yanlarına geldi. İs­lam inancına geçmişti ve babası Süheyl, Hz. Muhammed’e katılmasını engellemek için onu kendi evine kilitlemişti ama Ebû Cendel kaçmıştı ve şimdi bağlarını arkasında sürükleyerek muzaffer bir tavırla karşılarında duruyordu.

Süheyl ayağa fırladı, oğlunun yüzüne bir yumruk patlattı ve zincirlerini yakalayarak Peygamberce döndü. “Muhammed, bu adam gelmeden önce anlaşmayı sonuçlandırmış­tık.” Müslümanlar şaşkınlıkla izliyordu; Hz. Muhammed Ebû Cendel’e ihanet edip onu aşağılanmış bir şekilde ba­basına teslim edemezdi! Ama Hz. Muhammed anlaşmaya sadık kaldı ve babasının izni olmadan Ebû Cendel’in Hic­ret etmesini yasakladı. Süheyl onu kabaca çekiştirerek Mekke’ye geri götürürken, Ebû Cendel avazı çıktığı kadar bağırdı: “Ey Müslümanlar, beni dinimden döndürebilecek putperestlere mi teslim ediyorsunuz?” İbni İshak’m deyi­miyle, bu Müslümanların moralini daha da bozdu. Hz. Muhammed onun arkasından şöyle seslendi: “Ey Ebû Cen­del, sabırlı ol ve kendini kontrol et; Tann sana ve çaresiz olanlara yardım ve bir kaçış fırsatı sunacaktır. Onlarla ba­rış yaptık ve hem onlar hem de biz anlaşmamızda Allah’ın adını kullandık; onlara karşı yanlış davrananlayız!” Ama Ömer için bu bardağı taşıran damla oldu. Hemen ayağa fırladı ve on iki yıl önce kayıtsız şartsız itaat ettiği adama karşı çıktı: O Tann’mn elçisi değil miydi? Müslü­manlar haklı, düşmanlar haksız değil miydi? Neden böylesine küçük düşürücü bir anlaşma yapmışlardı? Hz. Mu­hammed birkaç gün önce Medine’den ayrılmadan önce on­lara yine Kâbe’de ibadet edeceklerine dair söz vermemiş miydi? Hz. Muhammed bu sözü verdiğini kabul etti ve şöyle ekledi: “Ama bunu bu yıl yapacağımızı söyledim mi?” Ömer böyle olmadığını kabul etmek zorundaydı. Hz. Mu­hammed devam etti: “Ben Tanrı’nın elçisiyim. O’nun emir­lerine karşı gelmeyeceğim ve O da kaybetmeme izin ver­meyecek.” Hâlâ gergin ve şaşkın olmasına rağmen, Ömer yatıştı ve Ali, Ebu Bekir, Abdürrahman, Abdullah İbni Süheyl (Ebû Cendel’in ağabeyi) ve Muhammed İbni Mesleme ile birlikte anlaşmaya el basmayı kabul etti.

Ama hacılar hâlâ huzursuzdu ve her an isyan edebilir­ler gibi görünüyordu. Anlaşma imzalandıktan sonra, Hz. Muhammed Kâbe’ye ulaşamamış olsalar bile, haccın ge­reklerini orada, Hudeybiye’de gerçekleştireceklerini ilan etti. Tüm erkekler kafalarını kazıyacaktı ve yanlarında getirdikleri yetmiş deveyi kurban edeceklerdi. Mutlak bir sessizlik hakimdi. Hacılar öfkeyle Hz. Muhammed’e bakı­yorlardı. Bu hassas noktada itaatlerini ve sadakatlerini kaybettiği takdirde her şeyin boşa gideceğini bilerek çadı­rına çekildi. Olan bitenlerin hepsini kırmızı deri çadırın­dan izleyen Ümmü Seleme’ye ne yapması gerektiğini sor­du. Ümmü Seleme durumu mükemmel şekilde değerlen­dirmişti: Hz. Muhammed bir kez daha insanlarına gitme­liydi ama kendi devesi hacıların önünde kurban edilene kadar kimseyle konuşmamalıydı. Bu kesinlikle doğru ka­rardı. Akan kanın görüntüsü, gerilimi hemen dindirdi. Hz. Muhammed çadırından çıktı ve hiç kimseye bakma­dan doğruca adak olarak belirlediği deveye yaklaşıp onu kurban etti. Bu, bütün Arap hacıların tanıdığı kutsal bir hareketti ama aynı zamanda başkaldırı ve bağımsızlık sembolüydü, çünkü Hz. Muhammed Mekke’nin sınırları­nın dışında bir deve kurban ederek gelenekleri yıkıyordu. Sonunda erkekler yerlerinden kalktılar ve belki de niha­yet yapacak bir şeyler bulmuş olmanın rahatlığıyla, ken­di develerine yaklaştılar. Antik Arap sözlerini - Ey Allah, senin adına - söyleyerek ve Müslüman sloganını  Allahu ekber  ekleyerek develeri kestiler. Hz. Muhammed, Ensârklan birini yanına çağırdığında ve ondan saçlarını ka­zımasını istediğinde, Müslümanlar aynı şeyi yapmak için neredeyse birbirleriyle yarıştılar ve birbirlerinin saçlarını öylesine büyük bir hevesle kazıdılar ki Ümmü Seleme da­ha sonraları onları izlerken birbirlerini yaralayacakların­dan korktuğunu söyleyecekti. Anlatıya göre, tam Hudey- biye’den ayrılmak üzereyken ani bir rüzgar yerdeki saç tutamlarından birini kaldırdı ve Tann’nın kurbanı kabul ettiğini gösteren bir şekilde Mekke’ye doğru uçurdu.


Hacılar eve dönerken moralleri daha yüksekti ama yine de biraz öfkeliydiler ve Hz. Muhammed, anlaşmayı tehlikeye atmayacak yeni bir akınla bunu onarması ge­rektiğini biliyordu. Kendisinin de belki bazı şüpheleri vardı, çünkü zorlu bir anlaşma imzalamak zorunda kal­madan Mekke’ye girmeyi gerçekten ummuştu. Yolculuk boyunca sessiz ve uzaktı; Ömer ise isyankarlığı yüzün­den ilişkilerine sürekli bir zarar vermiş olmaktan korku­yordu. Cüretini cezalandıran bir vahyin gelmesinden en­dişeleniyordu ve Hz. Muhammed onun bir sözüne cevap verdiğinde, Ömer en kötüsünden korktu. Aniden bir ha­berci yanına yaklaşmış, Ömer’e Hz. Muhammed’in ken­disini çağırttığını söylemişti; Ömer çok korkmuştu. Ama Peygamberi üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi rahat ve keyifli görünce şaşırdı. “Bir sure geldi,” diye bildirdi Hz. Muhammed, “bu sure benim için güneşin altındaki her şeyden daha değerli.” 48. Sure (El Fetih) Hudey- biye’deki olayların gerçek anlamını açıklıyor ve adil sa­vaş teolojisi için gerekli bir başarı olduğunu bildiriyordu. Batılı eleştirmenler cihat yüzünden İslam inancını sal­dırgan bir din olarak tanımlarken, Hz. Muhammed’in barış teolojisini de dikkate almalıdırlar.
Önceki bölümlerde Hz. Muhammed’in zaman zaman İsa kadar ulaşılabilir şekilde kendini ifade etmediğini ama mesajının Hıristiyanların sandığı kadar farklı ol­madığını vurgulamıştık. Asıl fark, Hz. Muhammed’in öğretisini belli bir politik ya da sosyal durumla bağdaş­tırmaya çalışmasıydı. Gerçek şu ki İsa’nın politik tutu­muyla ilgili çok az bilgimiz var. Son yıllarda, İsa’nın is­yana kalkıştığı için Romalılar tarafından çarmıha gerildiği söylendi; bazı İncil araştırmacıları onun Mabed’de tefecilerin masalarını ters çevirişini bu tür bir hareket olarak yorumlamış, üç gün sonra yandaşlarıyla birlikte Mabed binasını ele geçirişini de buna bağlamışlardı.

Öyle olsa bile, İsa genel olarak barışçıl bir mesaj yayı­yor, diğer yanağını çevirmeyi öğütlüyor, kendini sözel olarak bile savunmayı reddediyor ve kılıçla yaşayanları lanetliyordu. Yenilgisi ve aşağılanması yandaşlarını hayrete boğmuş, birçoğunun o ihtiyaç anında kendisini terk etmesine neden olmuştu. Hudeybiye’de Hz. Muhammed beklenmedik bir durumu ele alıyor, sembolik bir şekilde Kureyşlilere diğer yanağını çeviriyor, nere­deyse en yakın dostlarının bile kendisini terk etmesine neden olacak bir hakareti ve aşağılanmayı kabulleni­yordu. Ama gelen surede, bu dönüşün daha derin anla­mı Müslümanlara açıklanıyordu; tıpkı îsa’nın ölümün­den hemen sonra Aziz Pavlos’un çarmıh skandalinin al­tında yatan önemi vurguladığı gibi.
Suru, Hz. Muhammedi'in görünüşe rağmen Hudeybi­ye’de yenilmediğini bildirerek başlıyordu:

Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik.
Ta ki Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın, sana olan nimetini tamamlasın, seni doğru yola iletsin.
Ve Allah sana, şanlı bir zaferle yardım etsin.

Bedir Savaşı’nda, Tanrı savaşın ortasında varlığını gös­termiş, bu da bir kurtuluş işareti olarak algılanmıştı ama Tanrı, Hudeybiye’deki hakaret durumunda da var­dı; barış ve dinginlik ruhunu göndererek kendini bu şe­kilde ifade etmişti.

O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven indirendir. Göklerin ve yerin orduları Allah ’ındır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Tanrı bunu daha önce bir kez daha yapmıştı; Ebu Bekir ve Hz. Muhammed Mekke dışındaki Mağara’da üç gün boyunca saklanırken ve peşlerinde kendilerini öldür­mek için arayan kabile üyelerinin elinden anlamsız bir ölümle yüzleşmek üzereyken. Dolayısıyla Bedir ve Hudeybiye, Tanrı’nın kendini tarihsel olaylarda ifade etme biçimi olarak kurtuluş “işaretleri” idi. Tanrı savaşta ol­duğu kadar barışta da aktif durumdaydı ve yenilgi gibi görünen bir şeyi zafere dönüştürebilirdi.
Sure, hacılar silahsız olarak Mekke’ye gitmek gibi tehli­keli bir işe kalkıştıklarında, Hz. Muhammed’e eşlik etmeyi reddeden Bedevilerin hazır olmadığı türden bir inancı ka­nıtlamışlardı. Akasya ağacımn altında Hz. Muhammed’e bağlılık yemini ettiklerinde, bir kez daha inançlarını ve gü­venlerini göstermişlerdi. Kureyşliler onları yok edebilirdi ama kendilerini aşağılanmanın karanlık gölgesine sürükle­se bile, Hz. Muhammed’in peşinden ayrılmamışlardı; imza­lanan anlaşma da, Müslümanların görünenin altında yatar derin anlamları araştırıp yorumlaması gereken bir “işaret" idi. Bedir zaferi, savaşta haklıyla haksızı birbirinden ayı­ran bir furkandı; Hudeybiye’deki zafer ise ruhsal huzurla gerçek inananı ve inanmayanı birbirinden ayırmıştı:

Hani inkar edenler kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah ise, Peygamberine ve inananlara huzur ve güvenini indirmiş ve onların takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) sözünü tutmalarını sağlamıştı. Zâten onlar buna lâyık ve ehil idiler. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.

Hz. Muhammed, politik açıdan yaratıcı bir hareketle zo­runlu olanı yapmıştı. Arabistan’da yaşanan değişimin di­namiklerinin derin anlamını algılamıştı. Şimdi Müslüman toplumu yok olmaktan kurtarmışken, bu noktadan sonra cihat da bütün sabrını ve yaratıcılığını sınayan bir barış çabasına dönüşmüştü. Dolayısıyla Bedir ve Hudey- biye, bir madalyonun iki yüzüydü. Bazen önemli değerleri korumak için savaşmak gerekirken, Müslümanlar mutlak bir kararlılıkla savaşmalı ve hiçbir zayıflık göstermeme­liyken, gereksiz yere haddinden fazla kan dökülmesini ön­lemek için düşmanlıkların uzamasını engelliyorlardı. Ama ilk anda kayıp gibi görünse bile barışın da bir zama­nı vardı, çünkü uzun vadede en iyisi bu olabilirdi. îslam inancının uzlaşmazlığı ve düşüncesiz bir fanatizmi empo­ze ettiği fikri doğru değildir. Bunun yerine, Kuran savaş ve barış teolojisiyle ilgili Hıristiyanların da kabul etmekte zorlanmayacağı bir tamamlayıcı sunmaktadır.
Ama Kuran’ın açıkladığı gibi, Hudeybiye güçlü bir inanç gerektiriyordu. Eğer Hz. Muhammed’in dinî viz­yonu çok güçlü olmasaydı, inananlarını peşinden sü­rükleyemezdi. Eğer çoğunluk çabuk bir politik zafer is­teselerdi, bu güven sınavına hazır olamazlardı. Bu su­re, daha önceki iki dinde, Musevilik ve Hıristiyanlık inançlarında kendini gösteren bir dinî ruhla sarılı bir toplumu tanımlayarak sona ermektedir:
Muhammed, Allah’ın Resülüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametli­dirler. Onların, rükû ve secde halinde, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün. Onların secde eseri olan alametleri yüzlerindedir. İşte bu, onların Tevrat’ta ve İn­cirde anlatılan durumlarıdır: Onlar filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, zi­raatçıların hoşuna giden bir ekin gibidirler. Allah kendile­ri sebebiyle inkarcıları öfkelendirmek için onları böyle sağ­lam ve dirençli kılar. Allah, içlerinden salih amel işleyenle­re bir bağışlama ve büyük bir mükafat vaad etmiştir.

Bu dindarlığın agresif bir doğası olduğu ve inanmayanla­rı “öfkelendirmek” üzere tasarlanmış gibi göründüğü dü­şünülebilir. Ama tarihsel tektanrıcılığm tüm gelenekleri, dinî esaslarda bu tür bir uzlaşmacılığı savunur. Barışçıl İsa bile, barışı değil kılıcı getirmek için geldiğini söyle­mişti ve İncil bazen bize genel dindarlık kavramında bulduğumuzdan daha ateşli bir portre sunmaktadır.
Eğer Müslüman toplum var olmaya devam edecekse ve önceki dinler arasında yerini alacaksa, yeni inananları ken­dine çekmeliydi. Hz. Muhammed’in yeni uzlaşmacı politika­sı burada bir kez daha başarılı olarak algılanabilir, çünkü Müslümanlar ile putperestler arasındaki gerilim ortadan kalkıp daha rahat bir atmosfer sağlandığında, farklı görüş­ler de rahat bir şekilde tartışılmaya başlanmıştı. Hudeybi- ye’deki zaferle ilgili olarak İbni İshak şunları söylemiştir:
İslam tarihindeki daha önce gerçekleşen zaferlerin hiç­biri bu kadar görkemli değildi. İnsanlar karşı karşıya geldiğinde savaştan başka bir şey yoktu; ama silahlar indiğinde ve savaş sona erdiğinde, insanlar güven için­de birbirleriyle konuşabildiklerinde, İslam hakkında akıllıca konuşan herkes inanmaya başlıyordu. Bu iki yıl içinde (628-30) daha önce olduğundan iki kat daha faz­la insan İslam inancına döndü.
Hudeybiye’de Hz. Muhammed, İslam inancının kökleri­ni en kutsal Arap geleneklerinden aldığını göstermişti ve dinin Arabistan’daki hızlı yükselişi, görüşün işe yara­dığını kanıtlıyordu. Araplar fanatik değillerdi ama çölde geçirdikleri zorlu yıllar onları fazlasıyla pragmatik hale getirmişti. Müslüman toplumun pratik başarısını dü­şündüklerinde, bunun insanların uzun zamandır bekle­diği değişim olabileceğini anlamaya başlamışlardı.

Ama Hudeybiye anlaşmasıyla, Hz. Muhammed Hic­ret eden tüm inananları Mekke’ye geri göndermek zo­rundaydı. Şimdi bunu yapmaktan kendini kurtarmak için bir yol arıyordu. Örneğin anlaşma kadın inananla­rın geri gönderilmesiyle ilgili bir şey söylemiyordu, dola­yısıyla Osman’ın üvey kardeşi kısa süre sonra Medine’ye Hicret ettiğinde, Hz. Muhammed onu geri göndermeyi kabul etmedi. Bu testten sonra, kadınların Hicret etme­sine izin verildi ama eğer hamilerinin izni olmadan ge­lirlerse, Hz. Muhammed drahomalarını Kureyşlilere ge­ri gönderiyordu. Hemen hemen aynı dönemde, son dere­ce kararlı bir erkek inanan Medine’ye geldi. Zühre kabi­lesinin bir konfederesi olan Ebu Beşir İbni Asid, muha­fızlarını ve hamilerini atlatarak Hicret etmeyi başarmış­tı. Kureyşliler bir elçi gönderdiler ve Hz. Muhammed başka çaresi olmadığını, kendisini Mekke’ye geri gönder­mek zorunda olduğunu Ebu Beşir’e açıkladı. Ama Ebu Beşir o kadar kolay vazgeçmeyecekti. Üç yolcu Medi­ne’nin on kilometre kadar güneyindeki Zül-Hülayfa’da dinlenirken, adam elçinin kılıcını kaptı ve onu öldürdü. Elçinin yanındaki azat edilmiş köle korku içinde Medi­ne’ye döndü ve kendini Hz. Muhammed’in ayaklarının dibine atarak Ebu Beşirin kendisinin camiye geri dön­düğünü kekeleyerek açıkladı. Ebu Beşir, Hz. Muham­med’in yükümlülüğünün sona erdiğini, çünkü Peygam­berin kendisini Kureyşlilere iade ederek onurunu koru­duğunu söyledi; Hicret etmeyi başaramadığı için teknik açıdan bir Müslüman sayılamazdı ve dolayısıyla Hz. Mu­hammed’in elçinin öldürülmesiyle ilgili herhangi bir so­rumluluğu yoktu, ama Hz. Muhammed yine de onu Me­dine’ye kabul etmedi ve onu azat edilmiş köleye teslim etmek istedi; ama adam Ebu Beşir ile 300 kilometrelik yolu tek başına aşma fikrinden ürpererek hayatını kur­tarmak için kaçtı. Hz. Muhammed bunun üzerine Ebu Beşir’e Medine’de kalamayacağını ama istediği yere git­mekte özgür olduğunu söyledi. Hz. Muhammed onun arkasından şöyle dedi: “Ne delifişek bir adam! Yanında başkaları da olsaydı, büyük bir yangın başlatabilirdi.’’ Ebu Beşir son sözlerdeki anlamı kavramıştı; bu yüz­den, Kureyşlilerin ateşkesten beri yeniden kullanmaya başladığı Kızıldeniz ticaret yolu üzerindeki El-Isa kampı­na gitti. Olayın haberi Hz. Muhammed’in yorumuyla bir­likte Mekke’ye ulaştı ve Ebû Cendel İbni Süheyl gibi adamlar tarafından hevesle karşılandı. Hudeybiye’den be­ri muhafızlarının dikkati dağılmıştı, dolayısıyla yetmiş genç adamın Mekke’den kaçması ve Medine’de Hz. Muhammed’e değil ama El-İsa’daki Ebu Beşir’e katılması zor değildi. Hudeybiye anlaşmasında bunu yasaklayan bir madde yoktu ve genç adamlar Müslüman toplumun bir parçası değillerdi. Haydutluğa başladılar ve yoldan geçen tüm Mekkeli kervanlara saldırdılar. Hz. Muhammed on­lardan sorumlu olmadığı için anlaşmaya sadık kalmadığı söylenemezdi ama Kureyşliler, ekonomik boykotun bu şe­kilde kısmen yeniden başladığını fark ettiler. Yenilgilerin­den beri Kureyşlilerin prestiji o kadar zayıflamıştı ki hay­dutları yakalamak için bölgedeki Bedevi kabilelerden yar­dım isteyemiyorlardı. Sonunda Hz. Muhammed’den genç­leri Müslüman topluma kabul etmesini isteyerek bu teh­ditten kurtulmaya karar verdiler. Hz. Muhammed onlara haber göndermekten mutluydu ama çağrı ellerine çok geç ulaşmıştı, çünkü Ebu Beşifin kendisi çoktan ölmüştü.
Hz. Muhammed zekice bir manevrayla anlaşmanın şartlarını bertaraf etmişti. Bu hile Arapların gözünden kaçmadı. Bir yıl kadar sonra Kureyşlilerin de Hz. Mu­hammed ile mücadelelerinde benzer bir şey denediğini daha sonra göreceğiz. Becerikli bir Arap politikacı olarak, Hz. Muhammed kabile sisteminin kurallarını kendi avan­tajına kullanmayı biliyordu ve bu, kabile ahlakını zalim ve keyfi bulan modern bir Batılı için sevimsiz görünebilir. Bizler kabile ya da komün ahlakını çok gerilerde bıraktık ama ilkel çağlarda bir barış ortamını ve düzeni sürdürme­nin en emin yolu buydu. Asırlar boyunca Arabistan’da işe yaramıştı ama artık bu dönem sona eriyordu. Yine de çağ­daşlan gibi Hz. Muhammed de kabile sistemine derinden bağlıydı ve temel prensiplerim kabul ediyordu. Düşünebi­leceği tek sosyal güvenlik sistemi buydu ve bu geçiş döne­minde, radikal bir değişim yaratmak imkansızdı. Ebu Be- sir olayında, Hz. Muhammed toplumunu güçlendirmek için kabile kanunlannı ustalıkla kullanmıştı.
Dolayısıyla Kuran’ın sosyal kanunlarında, Hz. Mu­hammed kabileciliği tamamen geride bırakmamaktadır. Kuran, intikamı bir erdem, sosyal ve dinî bir görev ola­rak görmektedir. Müslümanlar göze göz, dişe diş inti­kam almalıydı. Dağdaki Vaaz ile büyümüş olan in­sanlar için bunu anlamak zordur. Bizler, bir hırsızın eli­nin kesilmesini emreden bir din kitabını anlamakta zor­lanırız ve Hz. Muhammed’in neden intikamı yasaklama­dığını, neden bağışlayıcılık mesajı vermediğini anlaya­mayız. Ama İsa’nın devlet adamı olmadığını, oysa Hz. Muhammed’in Hudeybiye olayından sonra kesinlikle bu konuma geldiğini unutmamalıyız. İsa, toplumsal düzeni korumak zorunda değildi, çünkü bu dinî kuramların de­ğil, Romalı yetkililerin göreviydi. Sosyal yasalardan da sorumlu olsaydı, muhtemelen İsa da benzer yöntemlere başvururdu, çünkü ilkel toplumlarda güvenliğin sağlan­ması ve toplumsal düzenin korunması için bugün bize korkunç gibi görünen bazı önlemler alınmak zorundaydı. Ingiltere’de bile yakın zamana kadar bir hırsızı sakatla­maktan çekinmiyorduk; oldukça önemsiz suçlar için onu öldürebiliyor ya da köle olarak sömürgelerimize gönderi­yorduk. Bazı İslam ülkelerinde bu eski ceza yöntemleri­nin sürmesi çok üzücüdür ama Kuran’ı ve İslam inancı­nı genel olarak zalimlikle suçlamak da adil değildir, ge­lecekteki İslam hükümdarlarının Kuran’ın yasalarının tek başlarına ayakta durmalarına izin veremediğini, çünkü büyük toplumlarda yetersiz kaldıklarını da vur­gulamak zorundayız; sosyal güvenliği korumak adına, yeni yasalarla da desteklemek zorunda kalmışlardı. Hz. Muhammed, Müslüman toplumu bir tür süper ka­bile olarak görüyordu ve düzeni korumak için eski yöntem­leri kullanmaya devam ediyordu. Medine’de ya da Arabis­tan’da polis gücü yoktu; hatırlanamayacak kadar eski za­manlardan beri, bir suçu cezalandırmak yakın akrabalara düşmüştü ve Kuran da buna benzer bir geleneği sürdüre­rek akrabaların intikam alması gerektiğini söylüyordu. Ama bu intikam sınırlı olmalıydı; bir göz için bir göz, bir diş için bir diş alınabilirdi. Aksi takdirde fazladan cezalandı­rılmış olan yeni kurbana yardım edilirdi; yani yeni bir düş­manlık başlar, durdurulamaz bir düşmanlık döngüsü olu­şurdu. Dolayısıyla, Kuran gerekenden azıyla yetinmeyi de bir erdem olarak vurgulamaktadır. Tanrı’nın Tevrat ile İbra­ni peygamberlerine gönderdiği kuralları hatırlatmaktadır:
Onda (Tevrat’ta) üzerlerine şunu da yazdık: Cana can, gö­ze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas edilir. Yaralar da kısasa tabidir. Kim de bu hakkım bağışlar, sa­dakasına sayarsa o, kendisi için keffaret olur. Allah’ın in­dirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.
İsa Tevrat’taki bu sözlere dikkat çektiğinde, inananları­na düşmanlarını sevmelerini söyledi; kendisi esprili bir adamdı ve bu paradoks derin ama anlaşılması her za­man kolay olmayan karmaşık bir dinî görüş barındır­maktadır. Hz. Muhammed, İsa kadar ileri gitmedi. Müs­lümanları birbirlerini bağışlamaya ve intikamdan vaz­geçmeye teşvik ederken, muhtemelen başka bir can almak yerine kan parasıyla yetinmelerini tavsiye ediyor­du. Ama bu bağışlayıcılık ideali her ne kadar sınırlı ol­sa da, Arabistan’da çok yeni bir şeydi ve eski sistemden daha ileri bir ahlak değerini vurguluyordu.
Genellikle denir ki Hıristiyanlık bir sevgi diniyse, İslam da sosyal adalet dinidir. Hıristiyanlık inancın­da komşuyu sevmek gerçek din sınavı olarak algıla­nır; Kuran’daki dinî ruh daha az tutkuludur ama ke­sinlikle daha uygulanabilirdir:
iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahir et gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sergilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır, işte bunlar, doğru olanlardır İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.
Müslüman toplum, eşitlikçi prensiplere dayanmak zorun­daydı; herkesten aynı görevler bekleniyordu ve elitler ya da bir rahipler hiyerarşisi yoktu. Zenginlerle yoksullar arasın­daki uçurumun kapanmasını sağlamak için zekat tavsiye ediliyor, bir köleyi azat etmek erdemli bir hareket olarak görülüyordu. Prensipte toplumdaki herkese aynı şekilde davramlmalıydı; eğer sevgi var olamıyor ya da teşvik edi- lemiyorsa, adalet ve eşitlik yasa olmalıydı. Kuran ve daha sonraki İslami Kutsal Kanunları (şeriat) Müslümanların derin bir eşitlikçi ruh geliştirmesine yardımcı olmuş gibi görünmektedir. Hz. Muhammed’in ölümünden kısa bir süre sonra, Cebel bin Elysem adında önemli bir Bedevi şe­fi Müslüman oldu. Bir gün Müslüman toplumun daha alt seviyelerinde olan biri ona tokat attı. İslami prensip, Ce- bel’in diğer yanağını çevirmesini gerektirmiyordu ve yük­sek pozisyonu yüzünden saldırgana çok ağır bir ceza veril­mesini bekliyordu. Ama bunun yerine kendisine saldırga­na tokat atma izni olduğu söylendi, böylece intikamını tam olarak ve adilce alabilecekti. Cebel o kadar öfkelendi ki İs­lam inancından vazgeçerek Hıristiyanlık inancına döndü.
Herkesi sosyal ve politik açıdan aynı seviyeye indir­geyen eşitlikçi İslam inancının kardeşçe sevgiyi vurgu­lamakta etkili olduğunu söylemek mümkündür. Hic­ret’ten hemen sonra, Hz. Muhammed’in her Göçmen’in bir Ensâria bağlandığı ve onu kardeş gibi gördüğü bir “kardeşlik” uygulaması başladı. Bu, üç kabile grubunu tek bir toplum haline getirme çabasıydı ve yeni dinde kardeşlik duygusunun kan bağının ötesine geçtiğini gösteriyordu. Tektanrıcı geleneğin üç büyük dininde, toplum geleneği mutlak ve kutsal bir değerdir. Bu hem Musevilik hem de Hıristiyanlık inancı için temeldir ve Tanrı da tam ortalarmdadır. Aziz Pavlos, Hıristiyan toplumunun İsa’nın Bedeni’ni oluşturduğunu söylemiş­ti ve Medine’deki toplumun da Müslüman dindarlığının önemini vurgulamakta neredeyse kutsal öneme sahip olduğunu göreceğiz. Hz. Muhammed, Arabistan’da be­lirmeye başlayan bireysellik kavramını destekliyordu; dolayısıyla Kuran, ölen bir adamın intikamını eski sis­temdeki gibi kabilesinden herhangi birinin değil, sadece bir akrabasının alabileceğini söylüyordu. Ama top­lumsal ideal de önemliydi ve tüm Müslümanların kar­deşlik duygusu İslam’da derinden yerleşmiş durumdadır.
Hz. Muhammed ahlak sistemini Arapların eski kabile hümanizmine dayandırmıştı ve bu da toplumun ortak çı­karını, işbirliğini ve zayıfların korunmasını vurguluyor­du. Hz. Muhammed’in bu konuda getirdiği en önemli ye­nilik, bu prensipleri bütün Müslümanlara yaymak, bütün Müslümanları tek bir kabile gibi görmekti. Bütün Müslü­manların artık kardeş olduğu duygusunu güçlendirmek için gelecekteki İslami yönetim biçiminin temellerini de dikkatle atıyordu. Müslümanların Batılı ulus devlet anla­yışını benimsemesi bu yüzden zordur, çünkü yöne toplum potansiyel düşman kabilelere bölünecektir.
Gerçekten, Hz. Muhammed’in kendisi de davranışla­rında bir “kardeşlik” anlayışını benimsiyordu. Düşman­larının ölesiye korktuğu bu adam, karşı karşıya olduğu tehlikeye rağmen çok mutlu olan Müslüman toplum için­de çok seviliyordu. Hz. Muhammed, kendisiyle diğer Müslümanlar arasına bir resmiyet uçurumu koymaya yanaşmamıştı. Abartılı unvanlardan nefret ediyor, genel­likle caminin zemininde oturuyor, sık sık toplumun en yoksul üyelerinin arasında yer alıyordu. Özellikle çocuk­lar ona bayılıyordu. Bir araya geldiklerinde çocukları ku­cağına alıp kucaklıyor ve öpüyordu. Bir seferden döndü­ğünde, çocukların onu karşılayıp bir zafer alayı şeklinde vahaya getirmesi gelenek haline gelmişti. Cuma namazı sırasında camide bir bebeğin ağladığını duyarsa, namazı her seferinde planladığından daha önce bitirirdi; bebeğin annesinin içinde bulunduğu zor duruma dayanamazdı.
Kuran’da belirtilen kanunlar bugün bize acımasız gibi görünmektedir ama Peygamberin kendisinin yumuşak bir kişiliği olduğu biliniyordu. Hz. Muhammed’in küçük bir suç işlemiş olan yoksul bir adama verdiği cezayı anlatan bir hikâye vardır; tövbe etmesi için sadaka vermesi söylenmişti. Adam ne yiyeceği ne de malı olmadığını söyledi. Tam o sırada bir sepet hur­ma Hz. Muhammed’e hediye olarak camiye getirildi. “İşte,” dedi Hz. Muhammed ve adama hurmaları yok­sullara dağıtmasını söyledi. Suçlu, toplum içinde ken­disinden daha kötü durumda olan başka birini tanı­madığını dürüstçe söyledi. Hz. Muhammed güldü ve tövbe etmek için hurmaları yemesini söyledi.
Nezaket ve şefkat, başından beri İslami mesajın merkezi olmuştu. Kanunlar bu dönemde çok kabaca gö­rünebilir ama Müslümanların yapıları biçimlenmeye başlamıştı. Hz. Muhammed yine örnek oluşturuyordu. Bir gün oldukça yorucu bir iş yapan azat edilmiş bir kö­leyi gördü. Sessizce arkasından yaklaştı ve tıpkı çocuk­ların oynadığı gibi elleriyle adamın gözlerini kapadı. Adam, böylesine şefkatli bir hareketle gününü aydınla­tan kişinin ancak Peygamber olabileceğini söyledi.
Bizler Batı’da asırlar boyunca Hz. Muhammed’i asık suratlı, acımasız bir savaşçı ve duyarsız bir politikacı ola­rak gördük; oysa son derece nazik ve duyarlı bir adamdı. Örneğin hayvanlan çok seviyordu ve bir defasında elbise­sinin eteğinin üzerinde uyuyan kediyi uyandırmaya kıya­madığı için eteğini kestiği söylenir. Bir toplumun sınavlarından birinin, hayvanlara karşı davranışı olduğuna ina­nılır. Bütün dinler, doğaya karşı saygılı olmayı ve doğayı sevmeyi teşvik eder; Hz. Muhammed de Müslümanlara bunu öğretiyordu. Cehalet döneminde Araplar hayvanlara çok kötü davranıyorlardı; hayvanlar hâlâ canlıyken yemek için kocaman parçalar halinde etlerini kesiyorlar, devele­rin boyunlarına acı verici tasmalar takıyorlardı. Hz. Mu­hammed, acı verici işaretleme yöntemlerini ve organize hayvan dövüşlerini yasakladı. Söylendiğine göre bir defa­sında susamış bir köpeğe su veren adamın Cennet’e, kedisini açlıktan öldüren bir kadının ise Cehennem’e gittiğini söyleyen bir hikâye anlatmıştı. Bu geleneklerin korunma­sı, bu değerlerin Müslüman dünyasında ne kadar önem kazandığını ve toplumun daha insancıl, daha şefkatli bir vizyona doğru nasıl hızla yöneldiğini göstermektedir.
Şimdi Museviler bu daha insancıl Arabistan ile bütün­leşiyordu. Hudeybiye olayından kısa süre sonra, Hz. Muhammed Habeşistan’a bir mesaj gönderdi ve oradaki Müs­lümanları mücadeleye katılmak üzere Medine’ye davet et­ti. Sonra dikkatini yine kuzeye çevirdi. Medine kuşatma­sında çok tehlikeli olduğu anlaşılan Hayber’deki Musevi yerleşim merkezi, Beni Kureyza olayından sonra yola gel­mişti ama kuzey kabileleri arasında hâlâ huzursuzluk ya­ratıyordu. Hz. Muhammed, Hayber’in bir daha Müslüman toplum için tehlike oluşturmamasının sağlamaya karar­lıydı; bu yüzden, Hudeybiye’den döndükten sonra 600 adamlık bir güçle Haybeke doğru yola çıktı. Bu kez bol ga­nimet vaadi olduğundan, Bedevi müttefikleri de kendisiy­le gelmeye hevesliydi ama Hz. Muhammed onlara izin vermedi: Hudeybiye’de afallayan ve hayal kırıklığına uğ­rayan Müslümanları ödüllendirmek ve hareket ihtiyaçla­rını gidermeleri için bir fırsat sunmak istiyordu. Ama Hayber son derece güçlü bir yerleşim merkeziydi ve zapt edilmez gibi görünüyordu. Medine gibi volkanik kayalarla çevriliydi; üstelik hurma ve meyve bahçeleri yedi büyük kale tarafından korunuyordu. Hz. Muhammed’in bu ap­talca sefere çıktığı haberini aldıklarında, Kureyşliler ina­namadılar; böylesine küçük bir orduyla hareket etmekle Hz. Muhammed’in ölümle dans ettiğini düşünüyorlardı.
Ama Hz. Muhammed’in en önemli kozu, Arabis­tan’daki kabile sisteminin gerileyişiyle ortaya çıkan kronik bölünmelerdi. Müslüman toplumun aksine, Hayber kendi içinde paramparçaydı. Kabilelerin her bi­ri kendi başına hareket ediyordu ve ortak düşmana kar­şı birleşmeyi bile imkansız olarak görüyorlardı. Mütte­fikleri Gatafan’a haber göndermişler ama cevap alamamışlardı. Bazıları, kendilerine bölgelerine dönmelerini söyleyen gizemli bir ses duyduklarını anlatıyordu ama aslında Hz. Muhammed Medine’nin hurma hasadından hatırı sayılır bir bölümü rüşvet olarak vermiş, onları uzak durmaya ikna etmişti. Müslümanlar gece vakti Hayber’e ulaştılar ve ertesi sabah çalışmak için dışarı çıkan işçiler, kendilerini sessizce bekleyen bir ordunun karşısında buldular. “Hz. Muhammed ve ordusu!” diye bağıran adamlar tekrar içeri kaçtılar. “Allahu Ekber!” diye bağırdı Hz. Muhammed. “Hayber yok edildi.”
Ama Hayber kuşatması bütün ay devam etti. Müslü­manlar sistematik bir şekilde her kaleyi sırayla kuşattı­lar, teslim olana kadar ok yağmuruna tuttular ve sonra ganimetleri ve esirleri topladılar. Zaman içinde Musevi- ler kazanamayacaklarını anladıklarında, barış teklifiyle Hz. Muhammed’e yaklaştılar. Kuran’ın kanunlarına uyan Hz. Muhammed, Hayber için çok aşağılayıcı olma­yan barış şartlarını kabul etti. Bu, çeşitli Arap kabilele­rin güçlü savaşçılar olan Bedeviler ile sık sık yaptıkları gibi bir anlaşmaydı. Hurma hasatlarının yarısı karşılı­ğında, Hz. Muhammed Hayber’deki Musevilere askeri korunma sağlayacak, onlar da eski Bedevi koruyucula­rından vazgeçerek Medine’nin vasalları olacaklardı. Hay- beırin kuzeydoğusundaki küçük ama verimli bir vahada yaşayan Fedek Musevileri bu anlaşmayı duyduklannda, olası bir Müslüman saldırısını engellemeye ve aynı şart­larla Hz. Muhammed’e teslim olmaya karar verdiler. An­laşmayı mühürlemek için, Hz. Muhammed on yedi yaşın­daki güzel Safiye (eski düşmanı Huyay’ın sefer sırasında dul kalan kızı) ile evlendi. Söylendiğine göre Musevilerin Medine’de yenileceklerini rüyasında görmüştü ve İslam inancına dönmeye hazırdı. Evlilik, eve dönüş yolculuğu­nun ilk yarısında gerçekleşti ve düğün yapıldı.
Medine’ye döndüklerinde, Habeşistan’daki Müslüman­lar gelmişlerdi ve Hz. Muhammed kuzeni Cafer’i özlemle kucakladı; onu en son on üç yıl önce gördüğünde, yirmi yedi yaşında genç bir adamdı. Onu alnından öperken Hay- ber’deki zaferin mi, yoksa bu yeniden birleşmenin mi ken­disini daha mutlu ettiğini bilemediğini söyledi. O da bir eş daha almıştı. O yıl daha önce diğer kuzeni ve damadı Ubeydullah İbni Cahş’ın Habeşistan’da öldüğü haberini almıştı. Hatırlanacağı gibi, Ubeydullah Hz. Muhammed’in gelişinden önce de tektanncılığa inanıyordu ve Ha­beşistan’da Müslüman kesimi üzen bir şekilde İslam inan­cından vazgeçip Hıristiyan olmuştu. Hz. Muhammed onun eşi Ramla - genellikle takma adıyla Ümmü Habibe olarak anılırdı - ile evlenmeye karar vermişti ve yas döne­mi bittiğinde, evlilik Habeşistan kralının huzurunda ger­çekleşmişti. Bu bir aşk evliliği değil, tamamen politik bir hareketti, çünkü Ümmü Habibe, Ebu Süfyan’ın kızıydı. Caminin yanında ona da bir daire hazırlandı ve Medine’ye geldiğinde, doğruca oraya taşındı; Safiye de kendi dairesi yapılana kadar yakındaki bir evde kalıyordu.
Ayşe bu yeni eşi duyduğunda çok öfkelendi. Ümmü Habibe onun için bir tehdit değildi ama Musevi kızı son derece güzeldi. Hz. Muhammed ona Safiye hakkında, ne düşündüğünü sorduğunda, Ayşe üzerinde bile durmadı. Bütün bu tantananın ne için olduğunu anlayamıyordu ve bütün Musevi kızlarının birbirlerine benzediğini söy­lüyordu. “Böyle söyleme,” dedi Hz. Muhammed, “çünkü İslam inancına döndü ve çok güzel teslim oldu.” Safiye başlangıçta haremde çok zorlandı, çünkü diğer eşler ba­bası Huyay ile ilgili kötü konuşmakta gecikmemişlerdi. Bir gün gözyaşları içinde Hz. Muhammed’e gitti ve Pey­gamber onu rahatlatarak diğerlerine şunları söylemesi­ni istedi: “Benim babam Harun, amcam da Mu­sa’dır. ” Ama bir süre sonra Ayşe ile Safiye çok iyi ar­kadaş oldular ve üç genç kadın - Ayşe, Hafsa ve Safiye diğerlerinden farklı bir üçlü oluşturdular.

Yılın geri kalanı, bazıları kuzeydeki yeni Musevi müttefiklerin ricasıyla gerçekleşen rutin akınlarla geç­ti. Mart 629’da, Hudeybiye anlaşmasına uygun olarak Hz. Muhammed’in bir kez daha hacıları Kâbe’ye götür­me zamanı gelmişti. Bu kez 2,600 hacı ona eşlik etti ve Mekke Tapmağı’na yaklaştıklarında, Kureyşliler Söz verdikleri gibi şehri boşaltarak Müslüman hacıların kutsal yerleri rahatsız olmadan ziyaret etmesine izin verdiler. Şefler, Ebu Kubays dağının tepesinde durup bu sıra dışı manzarayı korkuyla izlediler. Büyük hacı grubu, beyaz giysileriyle yavaş yavaş kutsal şehre do­larken, Hz. Muhammed Kusva’nın sırtındaydı ve vadi Müslümanların sesleriyle inliyordu: “İşte buradayım, Ey Tanrım, hizmetindeyim!” Kâbe’ye ulaştığında, Hz. Muhammed devesinden indi ve Hacer-i Esved’i öptü ve okşadı; sonra diğer hacılarla birlikte Kabe’nin etrafında dönmeye başladı. Arafat Dağı’nı ve Mina Vadisi’ni ziya­ret etmedikleri bu hac seferinde, hacılar bunun yerine Safa ve Merve tepeleri arasında yedi kez koştular.
Bu terk edilmiş şehre dönmek Hz. Muhammed ve Göçmenler için çok tuhaf bir deneyim olmalıydı ve muh­temelen bir zamanlar bu şehirde sadece köle olarak ya­şayan Bilal’in Kâbe’nin tepesine çıkıp günde üç kez ezan okuması da Kureyşliler için şaşırtıcıydı. Hz. Muham­med’in amcası Abbas yeğenini görmek için şehre geldi ve ona yakın zamanda dul kalmış olan kız kardeşi Mey- mune’yi eş olarak önerdi. Muhtemelen nihayet Abbas’ı da İslam inancına döndürebilmeyi uman Hz. Muham­med, bunu kabul etti ve Kureyşlileri düğününe çağırdı. Ama çok ileri gitmişti; Süheyl Ebu Kubays’tan indi ve Hz. Muhammed’e üç günün dolduğunu, şehri hemen terk etmeleri gerektiğini söyledi. O sırada Hz. Muham­med’in yanında olan Ensâbdan biri, Said İbni Ubeyde, bu kabalık karşısında çok öfkelendi ama Hz. Muham­med hemen onu sakinleştirdi: “Ey Said, bizi kampımız­da ziyaret etmeye gelenlere kötü söz söylemek olmaz.” Kureyşlilerin şaşkın bakışları altında hava ka­rarana kadar şehri boşaltan Müslüman hacıların disip­lini, bölünmeler ve disiplinsizlik yüzünden kendi düşüş­lerini hazırlayan Mekkelilere anlaşılmaz geldi.
Kureyş kabilesinin genç üyelerinden bazıları bu hac sırasında çok etkilenmişler, bu olayın Arabistan’da tar­tışılması ise Hz. Muhammed’e büyük bir moral zaferi kazandırmıştı. O andan sonra şehrin sonu artık yavaş yavaş yaklaşıyordu. Giderek daha fazla Bedevi kabilesi Hz. Muhammed’in müttefiki oluyordu ve Mekke’deki genç nüfusun birçoğu Medine’ye Hicret etmişti. Bunlar­dan ikisi özellikle önemliydi; Amr bin As ve Halid bin Velid, Bedir olayından sonra şehirde en önemli savaşçı­lar olmuşlardı ama artık Mekke’de kendileri için bir ge­lecek kalmadığını görebiliyorlardı. Halid’in dediği gibi, “Yolumuz belli. Adam kesinlikle bir peygamber ve Allah adına, ben de Müslüman olacağım.” Hz. Muham­med’in sıra dışı başarısının tek açıklaması, ilahi yardım olabilirdi. Halid ve Amr birlikte Medine’ye göç ettiler ve orada neşeyle karşılandılar. Halid, geçmişte yaptıkla­rından dolayı kötü karşılanmaktan endişeleniyordu. Hem Uhud hem de Hendek savaşlarında kumandandı ve intikamdan korkuyordu. Ama Hz. Muhammed, İslam inancına dönmesinin eski hesapları kapattığını ve artık tamamen yeni bir başlangıç yaptığını söyleyerek onu ra­hatlattı. Bu, Müslüman toplumun önemli bir prensibiy­di. Sadece yeni bir ruhsal doğumu simgelemekle kalmı­yordu, aynı zamanda İslam inancının Arabistan’da barı­şı empoze edebilmesinin tek yolu da buydu.
Hz. Muhammed için hem zafer hem de acı yılıydı. Hac seferinden kısa süre sonra kızı Zeynep öldü ve daha son­ra Suriye sınırına yaptıkları bir seferde ailesinden iki kişiyi kaybetti. Hayatının son yıllarında, Hz. Muhammed dikkatini giderek kuzeye çevirmeye başlamıştı. Neden­lerini tam olarak bilemiyoruz ama Arabistan dışındaki politik durum tamamen değişmişti. Persler ve BizanslI­lar, on yıllardır bitip tükenmek bilmeyen bir savaş sür­dürüyorlardı. Hz. Muhammed’in misyonunun başların­da, Pers İmparatorluğu yükselişteydi; Suriye’yi işgal et­miş, Konstantinopolis’i kuşatmıştı. Bu durum Kureyşli- leri endişelendirmiş, onları kendi tarafsız pozisyonları­nı değerlendirmeye itmişti. Ama son zamanlarda Bi­zans’ın talihi dönmüştü ve 625’te, Uhud Savaşı’nın ya­pıldığı yıl, Heraclius Persler’i püskürtmüş ve bu kez on­ların topraklarını işgal etmeye başlamıştı.
Her olaydan sonra Zeyd ve Cafer’i 3,000 kişilik bir or­dunun başında Suriye sınırına gönderiyordu. Bu sefer­ler gizemini korumaktadır ve çok temel bilgiler kayıptır. Anlaşıldığı kadarıyla, ilerleyişleri sırasında Müslüman- lar Heraclius’un 100,000 adamıyla yakınlarda olduğunu öğrenmişlerdi. Ölü Deniz yakınlarındaki Mûte köyünde, bir Bizans grubunun saldırısına uğradılar. Zeyd, Cafer ve diğer on Müslüman öldürülürken, sefere eşlik etmiş olan Halid orduyu eve geri götürmeye karar verdi.
Hz. Muhammed haberi duyduğunda doğruca Zeyd ve Cafer'in ailelerine gitti. Hz. Muhammed yanına geldiğin­de, Cafer’in eşi Esma ekmek pişiriyordu ve Peygamberin yüzündeki ifadeden korkunç bir şey olduğunu anlamıştı. Hz. Muhammed, Cafer’in iki oğlunu görmek istedi, yan­larına çöktü, onları kucakladı ve ağladı. Esma da yüksek sesle ağlamaya ve Arap tarzında ağıt yakmaya başladı; diğer kadınlar hemen yanına koştular. Hz. Muhammed oradan ayrılmadan önce onlardan aileye bakmalarını, sonraki birkaç gün boyunca yemek getirmelerini istedi. Sokaklardan geçerek camiye geri dönerken, Zeyd’in kü­çük kızı evlerinden dışarı fırladı ve kendini Hz. Muham­med’in kollarına attı. Hz. Muhammed onu kucağına alıp orada durdu, kıza sarıldı ve sarsıla sarsıla ağladı.

Halid’in orduyu neden eve geri getirdiğini tam ola­rak bilmiyoruz, çünkü oldukça hafif kayıplar vermiş­lerdi ama Medine’ye vardıklarında yuhalandıkların­dan, Hz. Muhammed onları güçlü koruması altına al­mak zorunda kaldı. Bir ay kadar sonra Amr bin As sı­nırlarda sorun yaratan kuzey kabilelerinin üzerine başka bir sefere çıktı ve onları kolayca yendi.
Ama o yıl Hz. Muhammed’i sevindiren kişisel bir olay da oldu. Mısır’daki Mukavkisler, Hz. Muham- med’e kıvırcık saçlı Mısırlı bir köle kız göndermişlerdi; Hıristiyan olan Meryem adındaki bu güzel kızı Hz. Muhammed eş olarak aldı. Her gün onu ziyaret ediyor, birlikte giderek daha uzun zaman geçiriyordu. Bunu kimse tuhaf bulmuyordu. İsrailoğulları da göçebelik­ten yerleşik hayata geçiş dönemlerinde benzer olaylar yaşamışlar, Tevrat çok eşliliği serbest kılmıştı. İbra­him’in kendisi de Hacehi eş olarak almıştı ve Arapla­rın babası olan İsmail, bu birleşmeden doğmuştu. Do­layısıyla Meryem’in hamile kalması kimseyi rahatsız etmedi ve ertesi yıl bir oğlu olduğunda, Hz. Muham­med ona İbrahim adını verdi.
Ama tahmin edileceği gibi, Hz. Muhammed’in eşleri çocuğunu taşıyan küçük kızı kıskanmışlardı. Ayşe ve Hafsa, harem içine bir isyan organize ettiler. Bu tuhaf olayı anlamak çok zor, çünkü büyük bir krize neden ol­du ve işin içinde görünenden fazlası olabilir, söylentiye göre kadınlar hakkında militan görüşleri olan Ömer, kadınların görülmesi ama duyulmaması gerektiğine, Göçmenlerin eşlerinin Medine’deki kadınlardan kötü alışkanlıklar öğrendiğine inanıyordu. Hz. Muhammed çok daha yumuşaktı ve kadınlarına karşı daha ılımlıy­dı; bir gün Peygamber’in dairesinde korkunç bir kavga koptuğunu duyunca, Ömer kulaklarına inanamadı. Ka­dınlar yakın zamanda gelen ganimetler üzerinde kavga ediyorlardı ve Hz. Muhammed’in daha büyük kısmını topluma vermektense ailesine ayırması için ısrar ediyorlardı. Ömer, Hz. Muhammed’e seslenip içeri girmek için izin istedi ve o anda sessizlik oldu. İçeri girdiğinde, Peygamberi kahkahalarla gülerken buldu; kadınlar Ömer’in sesini duydukları anda korkuyla örtünmüşler- di. Ömer, kadınlar aynı saygıyı Peygamberi de göste­rirlerse, bunun uygun olacağını ciddi bir ses tonuyla be­lirtti ve perdenin arkasında gizlenen kadınlara bağırdı: “Ey kendinizin düşmanları, Tanrı’mn Elçisi’nden kork­muyorsunuz da, benden mi korkuyorsunuz?” “Kesinlik­le,” dedi kadınlardan biri, “çünkü sen Tann’mn Elçi­si’nden daha sert ve kabasın.”
Ömer, kızı Hafsa’nın kontrolden çıktığından endişele­niyordu ve ona kıskançlığını bir kenara atıp, örneğin, Ayşe kadar güzel olmadığını kabul etmesini söyledi. Ama Hafsa, Meryem ile ilgili o kadar gürültücü olmuştu ki Hz. Muhammed ona kumasını bir daha görmeyeceği­ne söz verdi ama hiçbir şeyin değişmediğini gördü. Ayşe ve Hafsa’nın kışkırttığı kadınlar Meryem’e yükleniyor­lardı ve birbirleriyle kavga etmeyi sürdürüyorlardı. At­mosfer aniden o kadar sevimsizleşti ki Hz. Muhammed bir ay boyunca eşlerinden tamamen uzaklaştı.
Ama çoğu harem hikâyesinde olduğu gibi, bu kavga Müslüman toplum içindeki bir sorunu yansıtıyordu. Hayber zaferinden sonra, Müslümanlar yeni bir zen­ginliğe kavuşmuşlardı; Ayşe, Hayber zaferinden önce hiç o kadar hurma yemediğini söylüyordu. Ama şimdi yeni zenginlik sorunlar yaratıyordu. Çiftçilerden bazı­ları ayaklarını uzatıp keyif sürmeye meraklıydı ve di­ğerleri seferlerden elde edilen ganimetler üzerinde tartışmaya başlamışlardı; şimdi Hz. Muhammed’in kendi ailesi de yoksullara gitmesi gereken özel hediye­lere gözlerini dikmişlerdi. Hz. Muhammed bu durum­dan son derece rahatsızdı. Bu konu, Hz. Muham-med’in eşlerinden ayrılma hikâyesinde kendini açıkça göstermektedir. Hz. Muhammed’in hareminden uzak­laştığını duyunca, bütün Müslümanlar şaşırmışlardı. Kimse başka konudan konuşamıyordu ve caminin önünde bir kalabalık toplanmış, Hz. Muhammed’in tek başına oturduğu küçük dairenin çatısına endişey­le bakıyorlardı. Ömer, birinin evin etrafından dönüp kapısını çok güçlü yumrukladığını, kuzey kabileleri­nin sonunda saldırıya geçtiğini sandığını hatırlıyordu. Bundan daha da kötüydü; ziyaretçi şöyle bağırıyordu: “Muhammed bütün eşlerini uzaklaştırdı!”
Bu bir ev krizi değildi. Hz. Muhammed’in evlilikleri dikkatle planlanmış politik ittifaklardı. Kızlarından bo­şanırsa, Ebu Bekir ve Ömer ile ilişkisi bozulabilirdi. Şimdi birkaç kadının kavgası yüzünden her şey tehlike­deydi. Ömer ne yapabileceğini görmek için aceleyle ca­miye koştu ama başlangıçta Hz. Muhammed onu gör­mek istemedi. Ömer nihayet kabul edildiğinde, acınası küçük odaya baktı; içeride boyasız derilerden başka bir şey yoktu. Hz. Muhammed üzerine bir battaniye bile al­madan asık suratla yer döşeğinde yatıyordu. Hz. Mu­hammed’in eşlerinden boşanmayacağını öğrendiğinde Ömer rahatladı ve Medine’ye geldiklerinden beri kadın­larla yaşadığı zorluklarla ilgili birkaç hikâye anlatarak Peygamberi güldürmeyi başardı. Hz. Muhammed niha­yet rahatladığında, Ömer yanında yere oturdu ve neden Allah’ın Kendi Elçisi’ne evinde biraz huzur vermediğini sordu; sonuçta Bizans ve Pers imparatorları bolluk için­de yaşıyorlardı. Ama Hz. Muhammed onu azarladı; bu dünyada mutlulukları yeterliydi.
Bu, bizler için anlaşılması zor bir hikâyedir. İçinde çok fazla kabul edilemez gibi görünen katı unsurlar vardır. Öte yandan, cinsel kıskançlıktan ziyade Müslü­man toplum içinde giderek artan materyalizm düşkün­lüğüyle ilgiliydi. Hz. Muhammed bir ay boyunca eşle­rinden uzak durdu ve onlara bir seçenek sundu: Ya onun şartlarını kabul edip saygın bir İslami hayat yaşa­yacaklardı ya da onları boşayacaktı. Aşağıdaki ayetler­de Meryem’den ya da kadınların kıskançlığından hiç söz edilmediğini görmek ilginçtir; bunun yerine lüks ve maddi değerlere olan tutku vurgulanmıştır:
Ey Peygamber! Hanımlarına de ki,
“Eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size mut’a vereyim ve sizi güzelce bırakayım.” “Eğer Allah’ı, Resülünü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden iyilik yapanlara büyük bir mükafat hazırlamıştır.”
Kadınlar bu şartları kabul ettiler ve o noktadan sonra Hz. Muhammed’in eşleri toplum için daha da önemli ol­du. Kuran onlara “İnançlının Anneleri” dedi ve Hz. Mu­hammed’in ölümünden sonra tekrar evlenmelerini ya­sakladı; bunun nedeni gelecekteki eşlerin kıskançlığı değil, bu tür evliliklerin toplumu bölebilecek hanedan­lıklar yaratabilecek olmasıydı.
Gerçekten de, Kuran daha sonra toplum içindeki cin­siyetler arasındaki ilişki hakkında daha olumlu bir re­sim çizmekte, kadınların ve erkeklerin eşitlikçi bir top­lumda görevleri, sorumlulukları ve ayrıcalıkları paylaş­tığını göstermektedir:

Şüphesiz müslüman erkeklerle müslüman kadınlar, mü’min erkeklerle mü’min kadınlar, itaatkar erkeklerle itaatkar kadınlar, doğru erkeklerle doğru kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, Allah’a derinden saygı duyan erkekler, Allah’a derinden saygı duyan kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, namuslarını koruyan erkeklerle namuslarını koruyan kadınlar, Allah’ı çokça anan erkeklerle çokça anan kadınlar var ya, işte onlar için Allah bağışlanma ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.
Daha sonraları Müslümanlar Kuran’ın bu eşitlik vizyo­nundan uzaklaştılar ama İslam inancını kadını aşağıla­makla suçlayan Batılı feministler, Hıristiyan geleneği­nin de kadınlara karşı son derece olumsuz bir tutum iz­lediğini hatırlamalıdırlar. Yeni Ahit, kadınlar için olum­lu bir mesaj içeriyor gibi görünmektedir ama İncil asır­lar boyunca “ikinci cinsiyet” için pek de iyi bir şey olmamıştır. Hıristiyanlık inancının kadınlara karşı tutu­mu nevrotiktir, çünkü dünya dinlerinde eşit olarak gö­rülen cinsiyetlerin reddedilmesine dayanmaktadır ve bu özellik ne Musevilik ne de İslam inancında bulun­mamaktadır. Bu açıdan İslam inancını ve Hz. Muhammed’i suçlamak doğru değildir. Eğer bugün Müslüman kadınlar kendilerine sunduğumuz özgürlükleri redde­diyor gibi görünüyorlarsa, bunun nedeni sapıklık değil, Batılıların kadınlar ve cinsiyetler arasındaki ilişki hak- kındaki görüşünün bozulmuş olmasıdır. Eşitlik ve öz­gürlükten söz ediyoruz ama aynı zamanda reklamlar­da, pornografide ve eğlence ortamlarında kadınları sö­mürüyor ve aşağılıyoruz; hem de Müslümanların son derece tuhaf ve sapıkça bulduğu bir şekilde.
Hz. Muhammed’in eşleri arasında haremdeki günlük hayatlarından fazla bir gerilim olduğunu görüyoruz ama mutlu olmadıklarını veya sevilmediklerini düşün­mek yanlış olur. Hz. Muhammed, Kendilerini Serbest Bırakan Ayetleri Ayşe’ye okuduğunda, kararını verme­den önce ona çok iyi düşünmesini söylemişti; hatta an­ne-babasının fikrini de almasını istemişti. Ama Ayşe öneriye kulak asmadı. Düşünmesi bile gerekmiyordu; öneriye kulak asmadı. Düşünmesi bile gerekmiyordu; Allah’ı ve Elçisi’ni seçiyordu. Son derece kıskançtı ve ba­zen başka kadınlarla görüşmediğinden emin olmak için Hz. Muhammed’in peşine casuslar takıyordu. Mer­yem’in hamileliği özellikle acı verici olmalıydı; diğer bü­tün kadınların önceki kocalarından çocukları vardı ama Ayşe’nin çocuğu yoktu. Bir defasında Hz. Muham- med’den diğer eşleri gibi kendisine de bir takma isim vermesini istemişti ve o da Ümmü Abdullah adını ver­mişti, çünkü Ayşe’nin o isimdeki küçük yeğeniyle özel bir ilişkisi vardı, ama Ayşe’nin hayatının dayanılmaya­cak kadar mutsuz olduğunu düşünmemek gerekir. Hz. Muhammed hoşgörülü bir kocaydı; Ayşe’ye babasından bile daha nazik davranıyordu. Ebu Bekir’in kızlarını dövdüğü yaygın şekilde bilinen bir gerçekti. Kanlarının sade bir yaşam sürmesini istiyor olabilirdi ama Ayşe, Hz. Muhammed’in onlara ev işlerinde daima yardım et­tiğini ve her işini kendisinin yaptığını anlatmaktadır. Kendi kıyafetlerini dikip yamar, kendi ayakkabılarını tamir eder, keçilerle ilgilenirdi. Müslümanlara kadınla­ra karşı daha saygılı bir tutum sergilemeyi öğretiyordu ve bu gelenekler öyle bir dönemde bir peygamberin ev işi kadar önemsiz şeylerle ilgilenmesi karşısında insanları şaşırtıyordu; ama Ebu Bekir ve Ömer gibi Müslümanlar, yöntemlerini değiştirmeyi imkansız görüyorlardı.
Kimse Hatice’nin yerini alamamıştı ama en azından Ayşe sayesinde Hz. Muhammed yıkılmamayı başarmıştı. Örneğin bir gün Ayşe’yi yarışa davet etti. Kazandığında öyle bir sevinçle haykırdı ki eşit olduklarını düşündüğü­nü herkes anlayabilirdi; Ayşe Mekke’de daha küçük bir kızken, bir defasında Hz. Muhammed’den kaçmıştı ve Hz. Muhammed onu yakalayamamıştı. Ama daha şefkatli an­lar da vardı. Ayşe, Hz. Muhammed’in saçlarını en sevdiği parfümle ovalamayı, onunla aynı kazandan yıkanmayı ve aynı kaptan içmeyi seviyordu. Hastalandığında kocasına bakıyordu ama fazla mızmızlandığım düşündüğünde takılmadan edemiyordu. Bir gün birlikte otururlarken ve Hz. Muhammed ayakkabılarını tamir ederken, yüzünün bir düşünceyle aydınlandığını fark etti Ayşe. Ayşe bir an onu izledi ve sonra parlak, mutlu yüz ifadesi için övdü. Hz. Muhammed ayağa kalkıp onu alnından öptü ve şöyle dedi: “Ey Ayşe, Allah seni korusun. Ben sana senin bana olduğun kadar neşe kaynağı olamıyorum.”
Ama Ayşe’nin ciddi bir tarafı da vardı ve son derece ze­kiydi. Hz. Muhammed, Medine’de bulunmadığı dönem­lerde dinle ilgili bir sorunları olduğu takdirde Ayşe’ye da­nışmalarını söylerdi. Hz. Muhammed’in ölümünden son­ra, Ayşe Peygamber’in hayatı ve dinî uygulamalarla ilgili önemli bir otorite oldu; bu çok şaşırtıcıydı, özellikle de Ebu Bekir, Ömer ve Ali’nin Peygamber’in kadınlarla ilgi­li görüşlerini paylaşmadığı düşünülürse. Ayşe’ye atfedi­len bu türde tam 2,210 rivayet vardır ama Bukhari ve Müslim, bunların çoğunu dışarıda bırakmışlardır.
Sadece Peygamber’in kendisinin Ayşe’ye söylediği 174 hadisi toplamışlardır. Erken dönem îslam impara­torluğundaki çalkantılı zamanlarda da Ayşe önemli biri olmuştu ve halifeliği döneminde Ali’ye karşı isyan baş­latmıştı. Batılıların düşündüğünün aksine, İslam ka­dınları ezen bir din değildir. Hatta bazıları, kadınların Cehalet Dönemi’nde düşünülemeyecek bir şekilde bir potansiyel oluşturduğuna inanmaktadır.
Yılın sonunda, Mekkeliler Hudeybiye Anlaşması’nı bozdular ve son derece hassas bir durumdaydılar. Bekir kabilesi hâlâ Kureyşlilerin müttefikiydi ama Hz. Muham­med’in koalisyonuna katılmış olan Huza’a kabilesiyle çok uzun zamandan beri can düşmanıydılar. Kasım 629’da Be­kir’in kabilelerinden biri gece vakti Huza’a kabilesine ken­di topraklarında sürpriz bir saldın gerçekleştirdi ve anla­dışıldığı kadarıyla Kureyşlilerden bazıları da bu saldırıya yardım etmişti; Bekir kabilesine silah sağlamışlardı ve Saffan’m saldırıda bile yer aldığı söyleniyordu. Huza’a he­men karşılık verdi ve iki kabile Mekke bölgesinde bile sa­vaştılar; bunun üzerine Huza’a Hz. Muhammed’e başvur­du ve Peygamber, onlara yardım sağlamayı kabul etti.
Hz. Muhammed’e Mekke’ye saldırmak için mükemmel bir fırsat sunduklarını anladıklarında, Kureyşlilerden ba­zıları hemen geri adım attı. Saffan ve İkrime hâlâ bozgun­cuydu ama annesi Huza’a üyesi olan Süheyl bile kendini Bekir’den uzak tutuyordu. Hz. Muhammed kendi istihba­rat ağından bazı bilgiler almıştı ve yandaşlarına Ebu Süf- yan’ı Medine’de görmeye hazır olmalarını söyledi. Hendek Savaşı’ndaki yenilgisinden beri, Ebu Süfyan muhtemelen Hz. Muhammed ile bu kan davasını sürdürmenin bir an­lamı olmadığını anlamaya başlamıştı. Gerçekten de, ateş­kesin bozulmasından kısa bir süre sonra Peygamberin ka­yınpederi barış istemek için Medine’ye geldi; bu daha iki yıl öncesine kadar hayal bile edilemeyecek bir olaydı.
Ebu Süfyan’m Medine’deki barış görüşmeleriyle ilgili çeşitli rivayetler vardır. Hz. Muhammed üzerindeki etkisi­ni kullanması için kızı Ümmü Habibe’yi ziyaret ettiği söy­lenmektedir ama Ümmü Habibe, babasının Hz. Muham- med’in kilimine oturmasına bile izin vermemiştir. Bu muhtemelen doğru değildir, çünkü Hz. Muhammed bu tür saygı gösterilerinden hoşlanmazdı. Sonra, Ebu Süfyan’m Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’den yardım istediği söylen­mektedir ama bu da biraz şüphelidir çünkü hikâye Ebu Süfyan’ı İslam dininin ilk dört halifesiyle sırayla görüştür­mektedir. Ama Ebu Süfyan’m bu dönemde çok önemli bir rol oynadığı kesindir. Bir türlü İslam inancına denemiyor­du ama Hz. Muhammed’in son zaferinin kaçınılmaz oldu­ğunun ve Kureyşlilerin alabilecekleri en iyi şartlarla ye­tinmeleri gerektiğinin farkında olduğu bir gerçekti. Kendi­si ve Süheyl, sorumluluğu Bekir kabilesine atarak Mekke- lileri kurtarmaya çalışıyorlar, Hz. Muhammed’in bir yıl önce Ebu Beşir ile kullandığı tekniğin aynısını tekrarlıyor­lardı. Ama Kureyşliler artık çok zayıftı ve Ali, Ebu Süf- yan’a bu konuyu doğrudan Hz. Muhammed’e danışmasını önerdi. Eğer Hz. Muhammed’e teslim olmak isteyen tüm Mekkelilerin koruyucusu olarak Peygamberi onurlandı­rırsa, Müslümanların şehri fethetmesi durumunda hayat­larını kurtarabilirlerdi, çünkü doğrudan Hz. Muhammed’e değil, kendi adamlarından birine boyun eğeceklerdi.
Ebu Süfyan konuyu düşüneceğini söyleyerek Mek­ke’ye doğru yola çıktı; oraya gittiğinde muhtemelen kabi­le üyelerini kaçınılmaz olanı kabullenmeye ikna etmek için bir hayli çaba harcadı. Onun gidişinden sonra, Hz. Muhammed yeni bir sefere hazırlanmaya başladı ve Müs­lüman toplumunu ve müttefiklerini Müslüman ordusuna katılmaya çağırdı. Seferin hedefi, güvenlik nedenleriyle çok gizli tutuldu ama doğal olarak heyecanlı söylentiler dolaşıyordu. Ramazan ayının 10’unda, yani Ocak 630’da, Hz. Muhammed Medine’den ayrılan en büyük ordunun başında yola koyuldu. Müslüman toplumdaki neredeyse tüm erkekler gönüllü olmuştu ve yol boyunca Bedevi müttefikleri de onlara katılmıştı; böylece sayıları 10,000’i bulmuştu. Ama nereye gittiklerini hâlâ kimse bilmiyordu. Gittikleri yöne bakılırsa, Mekke’ye gidiyor olabilirlerdi ama aynı zamanda güneydeki kabilelere ya da Taif şehri­ne de saldıracak olabilirlerdi. Hz. Munarnmed’in ordusu­nun kendilerine doğru geldiğini duyduklarında, bu olası­lık güneydeki Havazin kabilesinin de aklına geldi ve put­perestlik merkezi ve Lât’ın şehri olan Taifte kendi ordu­larını toplamaya başladılar. Mekke’de ise Kureyşliler el­bette ki en kötüsünü bekliyorlardı. Abbas yaklaşan fela­keti durdurmaları için onlara yalvarmaya başladı: “Hey­hat Kureyşliler, eğer peygamber Mekke’ye güç kullana­rak girerse, bu Kureyşlilerin sonu olur.” Hz. Muhammed’e katılmak için gece yola çıktı ve yolda Ebu Süfyan ile Huza’a kabilesinin şefi Budeyl’i de buldu. Üç adam ge­ceyi Müslüman arasında geçirdiler ve sabah Hz. Muham- med, Ebu Süfyan’a İslam inancına dönmeye hazır olup ol­madığım sordu. Ebu Süfyan, Müslümanların inanç sözü­nün ilk kısmını söyleyebileceğini söyledi, yani putperest ilahların işe yaramaz olduklarını ve Allah’ın tek tanrı ol­duğunu kabul edebilirdi; ama Hz. Muhammed’in pey­gamberliğiyle ilgili hâlâ şüpheleri vardı. Ama sabah iba­det sırasında dev ordunun tüm üyelerinin Mekke’ye doğ­ru secde ettiğini görünce hayrete kapıldı ve çeşitli kabile­lerin Mekke’ye doğru ilerleyişini gördüğünde Kureyşlile- rin teslim olmak zorunda kalacaklarını anladı.
Aceleyle Mekke’ye döndü ve avazı çıktığı kadar bağı­rarak insanları topladı: “Ey Kureyşliler, Hz. Muhammed direnemeyeceğiniz bir güçle üzerinize geliyor.” Son­ra Ali’nin önerdiği fikri onlara açıkladı. Teslim olmak is­teyen herkes kendisinin koruması altına girecekti ve Hz. Muhammed bunu onurlandıracaktı; Müslüman or­dusu geldiğinde ya Ebu Süfyan’ın evine gitmeliydiler ya da kendi evlerinde kalmalıydılar. Karısı Hind yanınday­dı ve öfke içindeydi. Ebu Süfyan’ı bıyıklarından yakala­dı ve insanlarına bağırdı: “Bu şişko yağ torbasını öldü­rün! Bu çürümüş serseri insanlarını nasıl koruyabilir ki?” Ama Ebu Süfyan onlara eşini dinlememeleri için yalvardı; karşı koyma zamanı geçmişti. Gelen, Mek­ke’nin direnemeyeceği bir orduydu. Sonuna kadar prag- matik olan Kureyşliler, bir Arap katliamı yaratmak is­temedikleri için evlerine döndüler ve teslimiyetlerini ifade eden bir şekilde kendilerini içeri kapadılar.
Ama aralarından birkaçı hâlâ savaşmak istiyordu. İkrime, Saffan ve Süheyl, küçük bir güçle Ebu Kays’ın etrafında toplandılar ve şehre girerken ordunun Halid’in yönettiği kısmına saldırdılar. Çabucak yenildiler ve İkrime ile Saffan Mekke’den kaçtılar ama Süheyl tes­lim olmaya karar verdi ve kendi evine gitti. Müslüman ordusunun geri kalanı tek bir fiske bile vurmadan Mek­ke’ye girdi. Hz. Muhammed’in kırmızı çadırı Kâbe’ıiin yakınma kuruldu ve Ümmü Seleme ile Meymune orada ona katıldı; Ali ve Fatıma da yanlarındaydı. Yerleşmele­rinden kısa süre sonra, Ali’nin bir putperestle evlenen ve asla Hicret etmeyen kız kardeşi Ümmü Hani, Halid’e karşı saldırıda yer alan iki akrabasını kurtarmak için yalvarmaya geldi. Ali ve Fatıma onları idam etmek iste­mesine rağmen, Hz. Muhammed ikisini de koruması al­tına alacağına dair hemen söz verdi. Kanlı olaylar baş­latmaya niyeti yoktu. Kimse İslam inancını kabul etmek zorunda değildi ve bunu yapmak zorunda olduğunu hissetmemeliydi. Hz. Muhammed’in amacı insanları kendi inancına döndürmek değil, bir uzlaşma sağlamaktı.
Mekke’ye geliş nedeni Kureyşlileri katletmek değil, onlara hiçbir yarar sağlamayan dinlerini yıkmaktı. Bi­raz uyuduktan sonra kalktı ve namaz kıldı. Sonra Kus- va’ya binerek yedi kez Kâbe’nin etrafında döndü, her seferinde Hacer-i Esved’e dokundu ve “Allahu Ekber!” diye bağırdı. Çığlığını 10,000 asker duydu ve çok geç­meden bütün şehir İslam dininin zaferini temsil eden bu sözlerle sarsıldı. Sonra Hz. Muhammed dikkatini ta­pmağı saran 360 puta çevirdi; kendi çatılarında ve bal­konlarında sinmiş olan Kureyşliler, onun her seferinde şu sözleri söyleyerek putları tek tek kırışını izledi:

De ki: “Hak geldi, batd yok oldu.
Şüphesiz batd, yok olmaya mahkumdur.”

Kâbe’nin içinde duvarlar putperest ilahların resimleriy­le süslenmişti ve Hz. Muhammed onların da yok edilmeşini emretti ama İsa ve Meryem’in freskolarına do­kunulmasına izin vermedi. Zaman içinde İslam inancı tapınma sırasında bütün imgelerin kullanılmasını ya­sakladı, çünkü zihni Tanrı’dan uzaklaştırıp sadece in­sani sembollere odaklıyordu.
Mekkelilerden bazıları evlerinden çıkarak Kabe’ye geldiler ve Hz. Muhammed’in dışarı çıkmasını bekledi­ler. Hz. Muhammed, Allah’ın evinin önünde durarak onlara yeni düzeni kabul etmeleri, Müslüman toplu­mun birliğine katılmaları, putperestlik kibrini bir ke­nara atmaları için rica etti, bunun ayrılıklardan ve haksızlıklardan başka bir işe yaramadığını söyledi. Ku- ran’dan okuduğu bir sure, İslam’ın özgür bir din oldu­ğunu vurguluyordu ve Müslümanlar daha sonraları ay­nı surenin ırkçılığı lanetlediğini söyleyeceklerdi:
Ey Kureyşliler, Tanrı sizi putperestliğin kibrinden kurtardı. İnsan Adem’den, Adem topraktan geldi.

Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdâr olandır:

Sonunda Hz. Muhammed genel af ilan etti. Sadece on kişi Kara Liste’ye alınmıştı. Bunlar arasında İkrime (ama bazı nedenlerle Saffan değil), Müslüman karşıtı propaganda yapan insanlar ve Peygamberin ailesine zarar verenler vardı. Ama bu insanlar bile af dilediklerinde bağışlandılar.
Bu çok akıllıca bir politikaydı. Hz. Muhammed örne­ğin Süheyl’in saklandığını biliyordu ve yandaşlarına ona nazik davranmalarını söylemişti. “Onunla karşılaştığımzda Süheyl’e kötü bakmayacaksınız,” dedi. “Bırakın öz­gürce gelsin, çünkü hayatım adına eminim ki o akıllı ve onurlu bir adam; İslam gerçeğinin saklanması gereken biri değil!” Kâbe’de yaptığı konuşmadan sonra, Hz. Muhammed Safa Tepesi’ne çekildi ve Mekkelileri kendi­sine bağlılık yemini etmeleri için oraya davet etti. Ku- reyşliler teker teker, Ömer ve Ebu Bekir’in arasında du­ran Hz. Muhammed’in yanma geldiler. Önünde duran kadınlardan birinin yüzünde peçe vardı ve konuşurken Hz. Muhammed onu tanıdı: Bu, Ebu Süfyan’ın eşi Hind idi; Hamza’nın cesedine karşı saygısızlığından dolayı la­netliler listesindeydi. “Sen Hind Bin Utbe misin?” diye sordu Hz. Muhammed. “Benim,” diye cevap verdi kadın, meydan okuyan bir tavırla. “Geçmişte olanlar için beni bağışla ve Tanrı da seni bağışlasın.” Hz. Muhammed va­azına devam etti. Zinadan veya hırsızlıktan uzak dura­cak mıydı? Çocuklarını öldürmekten vazgeçecek miydi? Hind bu soruya şöyle cevap verdi: “Onları küçüklüklerin­den beri ben yetiştirdim ve büyüdüklerinde Bedir de on­ları sen öldürdün; onları tanıyan sensin!” Hind, teslim olmaya karar verdi ve Hz. Muhammed’e şöyle dedi: “Al­lah’ın Elçisi, teslim olan bir Müslüman olduğum için ar­tık beni idam edemezsin.” Peygamber gülümsedi; “Elbet­te, özgürsün.” Ebu Süfyan kendileriyle işbirliği yaptı­ğı için, çok geçmeden ona ve oğullarına toplumda önemli pozisyonlar verilerek ödüllendirildiler. Onların soyundan gelenler zaman içinde Ümeyye Hanedam’ın kurdular.
Saffan ve İkrime’nin akrabaları af dilediler ve Hz. Muhammed onlara kendi liderliğini kabul ettikleri tak­dirde özgürce şehre girebileceklerini söyledi. İkisi de ge­ri dönmeye karar verdi ve İkrime İslam inancını kabul etti, buna karşılık, Hz. Muhammed ona çok sıcak dav­randı ve insanların babası Ebu Cehil’i kötülemesini ya­sakladı. Saffan ve Süheyl de Hz. Muhammed’in liderli­ğini kabul ettiler ama henüz îslam inancına dönmemiş­lerdi. Kara Liste’deki adamlardan biri, Şeytan Ayetle­rinde Salman Rüşdi tarafından ölümsüzleştirildi ama Hz. Muhammed’i zalim, soğuk ve intikamcı gibi göste­ren kurgu hikâye, gerçeklerden çok uzaktı. Osman İbni AfFan’ın üvey ağabeyi Abdullah İbni Said, 622 yılında Hicret etmişti ama Hz. Muhammed’e karşı inancını kay­betmiş gibi görünüyordu. Kuran üzerinde küçük deği­şikler yapıyordu. Örneğin Hz. Muhammed “alimun samiun” (Allah bilen ve duyandır) dediğinde, Abdullah “alimun hakimun” (Allah bilen ve bilgedir) diye yazıyor­du. Hz. Muhammed bu detayları fark edemeyince, Ab­dullah Mekke’ye kaçmıştı. Kuran, Hz. Muhammed’in kutsal metni değiştirmeye çalıştığı takdirde ölümcül so­nuçları olacağını söyleyerek uyarıyordu ve bu noktanın vurgulanması belki de Hz. Muhammed’in mesajın bü­tünlüğünü korumak konusundaki endişesinden kaynak­lanıyordu; doğal hatalar çok kolay yapılabilirdi. Ölüme mahkum olduğunu öğrendiğinde, Abdullah Osman’a kaçtı ve fethin heyecanı yatışana kadar onun korunma­sına sığındı. Sonra Hz. Muhammed’in huzuruna getiril­di ve af diledi. Ama Hz. Muhammed onun idam hükmü­nü kaldırmadan önce uzun süre sessiz kaldı ve bu süre içinde yandaşlarına Abdullah’ı öldürmemelerini söyledi. Ama Kara Liste’den çıkarıldıktan sonra Abdullah yine Müslüman oldu ve Hz. Muhammed’in ölümünden sonra İslam imparatorluğunda yüksek bir pozisyona geldi.
Mekke’nin fethi, Bedir ve Hudeybiye zaferlerinin ha­zırlığını oluşturduğu nihai zaferdi. Fetih kelimesi aslın­da “açılış” anlamına gelir ve şehrin ele geçirilişiyle İs­lam için yeni bir kapı açıldığını ifade etmek için kulla­nılmıştır. Mekke’yi fethetmekle, Hz. Muhammed pey­gamberlik iddiasını doğrulamıştı. Ama en önemlisi, bu fetih kan dökmeden gerçekleşmiş ve Hz. Muhammed’in barışçıl politikası sonuç vermişti. Birkaç yıl içinde Mek­ke’de putperestlik neredeyse tamamen öldü ve İkrime ile Süheyl gibi Hz. Muhammed’in en kararlı düşmanla­rından bazıları ateşli ve sadık Müslümanlar oldular.
Ama Hz. Muhammed’in zaferinin tadını çıkarmak için fazla zamanı yoktu, çünkü Havazin’in Taifte bir or­du topladığını duymuştu. Fetihten kısa süre sonra, Hz. Muhammed Halid’i Nekleh’e gönderdi ve oradaki Uzza tapmağını yıkmasını söyledi; daha sonra da Ali Hud- hayl’daki Menat tapmağını yıkmaya gönderildi. Sakif ve müttefikleri, Lât’ın aynı sonla karşılaşmasına izin ver­memeye kararlıydılar ve 20,000 adam savunma için gel­mişti. Her şeyin kaybedilebileceği çok hassas bir andı ama bu kez Kureyşliler de Hz. Muhammed ve Müslü­manların yanında savaşmaya hazırdı: Taif ve Havazin, eski düşmanlarıydı. Mekke fatihi Hz. Muhammed, bir gecede şehrin kahramanı oluvermişti. 630 yılının Ocak ayı sonlarında iki ordu Huneyn vadisinde buluştu. Müs­lümanlar neredeyse kaçacaklardı ama son anda yeniden saldırıya geçtiler ve düşmanı bozguna uğrattılar. Bazıla­rı tepelere saklanırken, diğerleri Taif şehrine sığındılar. Hz. Muhammed şehri kuşatmayı denedi ama çok geçme­den bu defa fethedemeyeceğini anlayarak geri çekildi.
Savaştan sonra ganimetin paylaştırılması, Müslüman toplum içindeki gerginlikleri gün ışığına çıkarak çok zor bir işti. Ebu Süfyan, Saffan ve Süheyl gibi eski düşman­larını kazanmak için, Hz. Muhammed onlara aslan payı­nı vermişti. Saffan o kadar etkilenmişti ki hemen İslam inancına dönmüştü. “Eğer gerçek bir Peygamber değilse, hiçbir ruhun böylesine bir iyiliği barındırabileceğine inanmıyorum!” diye bağırmıştı. “Allah’tan başka tanrı ol­madığında ve senin Onun Elçisi olduğuna şahadet ede­rim.” Süheyl de Müslüman oldu. Hayatı boyunca dindar bir yaşam sürmüştü ve İslam’a yeni katılanlar arasın­da en ateşlisi oydu. Ama Hz. Muhammed’in kendi sadık yandaşlan bu olaya gücenmişlerdi. Özellikle Ensâr, şim­di Kureyşliler ile yeniden birleştiği için zor zamanında kendisine koruma sağlayan Evs ve Hazreç kabilelerini unutacağını düşünüyordu. Hz. Muhammed, Medinelile- rin kendisi için yaptıklarını takdir eden bir konuşma ya­parak durumu kurtardı. Medine’nin hayatının sonuna kadar gerçek evi olacağına söz verdi ve sözlerinin sonun­da Ensâr’ın yanaklarından yaşlar süzüldü:
Bu hayattaki güzel şeyleri Müslüman olsunlar diye başkalarına verirken size îslam inancını teslim ettiğim için rahatsızlık mı duydunuz? İnsanlar hayvan sürüle­ri alırken siz Tanrı’nın Elçisi’ni aldığınız için üzüldünüz mü? Hz. Muhammed’in ruhunu elinde tutan O’nun adı­na, Hicret beni Ensâr’dan biri yaptı. Eğer tüm insanoğ­lu bir yola ve Ensâr başka bir yola gitseydi, ben Ensâr ile giderdim. Tanrı Ensâr’ı, oğullarnı ve oğullarının oğullarını korusun.
En azından bir süre için Ensâr yatışmıştı. Ganimetleri paylaştırdıktan, Havazin’in teslimiyetini ve müttefikli­ğini kabul ettikten sonra, Hz. Muhammed ordusunu topladı ve Medine’ye doğru yola çıktı.
Eski kabile sistemi, her grubun güç dengesini koru­masına dayanıyordu: Kan davası prensiplerinin amacı bunu garantilemekti; eğer bir kabileden biri öldürülür­se, saldırgan kabile de aynı ölçüde zayıflatılıyordu. Ama Hz. Muhammed artık sistem içinde kalamayacak kadar güçlenmişti ve bu da Arabistan’a bir barış ortamı getir­mişti. Göçebe kabileler ya Hz. Muhammed’in müttefiki olacak ya da son derece büyük İslam toplumunun ve müttefiklerinin kolay avı haline geleceklerdi. Sonraki iki yıl boyunca, kabilelerden birbiri ardına elçiler geldi. Bütün putlarını kıracaklarına, gerektiğinde asker gücü sağlayacaklarına, İslam toplumuna ve müttefiklerine saldırmayacaklarına, düzenli olarak zekat ödeyecekle­rine söz verdiler. Göçebelerden bazıları yeni dine döner­ken, diğerleri eski dinlerine bağlı kaldılar ve Hz. Muhammed bunun kesinlikle farkındaydı. Ama yine dinini zorla kabul ettirmeye çalışmadı ve politik teslimiyetin zaman içinde İslam inancına dönmelerini sağlayacağını umdu. Hz. Muhammed neredeyse hiç zorlanmadan pax Islamica’yı empoze etmeyi başarmıştı.
Ama savaşmak ve savaşçı akınlar Arap yaşam tarzı­nın bir parçasıydı ve saldırganlık doğalarında vardı. Hz. Muhammed yeni barış ruhunun bozulmaması için dışa doğru bir ivme kazanması gerektiğini anladı. Gide­rek daha fazla kabile İslam imparatorluğuna bağlanır­ken, enerjilerini kuzey kabilelerine saldırmak için yön­lendirmeyi denedi. On birinci yüzyılda benzer bir du­rum Hıristiyan Avrupa’da da yaşanmıştı; Kilise çeşitli şövalye ve baronların birbirlerine saldırmasını engelle­meye çalışırken, Tanrı’nm Barışı’nı empoze etmişti. 1095 yılında nihayet Papa II. Urban Clermont Konseyi’nde Hıristiyanları birleşmeye ve Kutsal Toprak­lardaki Müslüman kâfirlere karşı Birinci Haçlı Seferi’ni başlatmaya zorladı: Batı’da Tanrı’nın Barışı, Orta Doğu’da ise Tanrı’nın Savaşı olacaktı.
Ekim 630’da, Hz. Muhammed yeni bir sefer başlattı ve bu kez her zamanki geleneklerden farklı olarak, adamların uzun yolculuğa hazırlanmalarına fırsat tanı­mak için Bizans sınırına doğru yürüyeceklerinin bilin­mesine izin verdi. Hz. Muhammed’in genel olarak Müs­lümanların isteksiz olduğu bu sefere neden çıkmak is­tediğini tam olarak bilmiyoruz. Ama çok sıcaktı, hur­maların toplanması gerekiyordu ve Müslümanlar Bi­zans ordusundan çok korkuyorlardı. Hz. Muhammed’in Suriye ve Filistin’i fethetmeyi planlamaya başlamış ol­ması pek olası değildi. Sadece Mûte’nin intikamını al­mak ya da Arabistan’ın kuzeyinde gücünü sağlamlaştır­mak istiyor olabilirdi. Müslümanların çoğu sefer için hazırlanmaya başladı ama kalabalık bir grup homurda­nıyor, ayak sürüyor, hatta gitmeyi reddediyordu. Müna­fıklar tahmin edileceği gibi isteksizdi; Bedevi müttefik­lerden bazıları mazeret bildirmişlerdi; diğer Müslümanlar evlerinde kalmak, hurmalarını toplamak ve pa­ra kazanmak istiyorlardı; ama itiraz edenlerden bazıla­rı kusursuz Müslümanlar idi. Ali bile Medine’de kaldı ama kaynaklar Hz. Muhammed’in kendi yokluğunda ondan ailesine bakmasını istediğini bildirmektedir. So­nunda 30,000 adam kuzeye doğru yola çıktı. Ama dok­san kişi kadar evde kalmıştı; Peygambere karşı komp­lo kuruyor olabilirlerdi: İnsanlar Ebu Süfyan gibi adamların onurlandırılmasmdan ve pahalı hediyeler verilmesinden hoşlanmamıştı ama Ensâr ve Göçmenler bunu unutmuş gibi görünüyorlardı. Hz. Muhammed, eski düşmanlarının İslam hakkında daha olumlu dü­şüncelere sahip olması için dikkatli davranmış ama bu, kendi evinde sorun çıkacağı anlamına geliyordu. Sefere katılanlar arasında bile bu hoşnutsuzluğu belli edenler vardı. İbni Ubey’in kampında sürekli homurdanmalar duyuluyordu; bazıları kasıtlı olarak arkada kalmıştı ve diğerleri ise kendilerini Bizans ordusunun önüne koy­mak konusunda karamsardı. Hz. Muhammed onlara ne hakkında konuştuklarını sorduğunda, şöyle cevap ver­mişlerdi: “Sadece sohbet ediyor ve şakalaşıyoruz, Ey Peygamber.” Ama Kuran’ın da gösterdiği gibi, Hz. Mu­hammedi kandıramazlardı.
Ordu bir süre sonra Medine’nin 400 kilometre ku­zeybatısındaki Tebük’e ulaştı ve Hz. Muhammed on gün orada kaldı. Böylesine büyük bir orduyla Bizans kapılarında uzun süre kalmak başarıydı ve bölgedeki Bedeviler etkilenmişlerdi. Orada kaldığı süre içinde ye­rel yöneticilerle anlaşmalar yaptı. Hıristiyan Eliat Kra­lı Yuhunna ona vergi ödeyecekti; tıpkı Cerbe ve Ez- ruh’taki Musevi kabileleri gibi. Düvmetül Cendel’e diz çöktürmesi için Halid görevlendirildi ve sonunda o da Hz. Muhammed ile barış yaptı.
Mütevazı ama önemli bir başarıydı ve Hz. Muham­med eve dönüş yolculuğunda güvenliydi. Medine’nin dış dünyada böylesine başarılı bir başlangıç yapmasını sağ­ladıktan sonra kendi evindeki sorunları çözmeye karar­lıydı. Ama homurdanmalar ve fısıltılar yol boyunca de­vam etti; hatta bir noktada Hz. Muhammed’i uçurum­dan atmak için bir komplo kuruldu. Vahadan ayrılma­dan önce, yeni bir cami yaptırmaya ve bunu geri döndü­ğünde yapacağına söz vermişti. Şimdi caminin hoşnut­suzluğun odağı olduğuna inanmak için mantıklı neden­leri vardı; Kuran o camiyi yapanların Hz. Muham- med’in eski düşmanlarından bazılarıyla işbirliği yaptı­ğı konusunda imalarda bulunmaktadır. Bu yüzden, Medine’ye girmeden önce, Hz. Muhammed Küba’daki camiyi ateşe vermeleri için iki adam gönderdi. Ertesi sabah Medine’de kalmış olanları sorguya çekti. Çoğu te­laşla özür diledi ve önemli mazeretler sundular ama üçü yaklaşık iki ay süreyle sürgüne gönderildi.
Müslüman ayaklanması böylelikle bastırılmıştı. Te- bük’ten dönüşünden kısa süre sonra Hz. Muhammed saygı ve barış ifadesi olarak eski düşmanı îbni Ubey’in mezarının başında duruyordu. Bu aynı zamanda putpe­rest direnişinin de sonuydu. Hz. Muhammed’in kuşat­mayı kaldırmasından sadece bir yıl sonra, Ocak 631’de son pagan kalesi olan Taif teslim olmaya zorlandı. Huneyn’den sonra Havazin de Hz. Muhammed’in müttefiki olduğundan, Taifliler yalnız kalmışlardı ve tamamen umutsuz bir hale gelene kadar direnmeye devam etmiş­lerdi. Taiften gelen elçiler özel şartlar için Hz. Muhammed’e yalvardılar. Çok uzun yolculuklara çıkan tüccar­lardı ve yolculukları sırasında eşlerinin dışında kadın­larla yatmak için izin istiyorlardı; kendi şaraphanelerin­den şarap içmek istiyorlardı ve hepsinden öte, Lât tapı­nağının birkaç yıl - ya da en azından bir yıl - daha ayakta kalması için yalvarıyorlardı. Hz. Muhammed bu ricaların hepsini geri çevirdi. Sadece Lât’ı kendilerinin yok edeceğini, böylece halkın öfkesini kendi üzerlerine çekeceklerini söyledi. Hz. Muhammed, kendi adına tan­rıçayı yok etmek üzere Ebu Süfyan’ı Taife gönderdi.
Bu sembolik bir andı. Ebu Süfyan beş yıl boyunca Hz. Muhammed’e karşı savaşmıştı ve dudaklarında Lât’ın adıyla savaşa gitmişti. Bu, putperestliğin sona erdiğinin açık bir göstergesiydi. Uzun zamanlar boyun­ca Araplara iyi hizmet etmişti ama yerleşik hayata geç­tiklerinde işe yaramamış, yedinci yüzyılın ihtiyaçlarını karşılayamamıştı. Sosyal değişimin içsel dinamikleri artık Hz. Muhammed’in yanındaydı. Hz. Muhammed’inki sıra dışı bir başarıydı. Sadece ilahi esine da­yanmamış, aynı zamanda Kuran prensiplerine de da­yanmıştı. Bütün doğal kaynaklarını ve kişisel dehasını kullanarak bugünlere gelmişti. Ama 631 yılında artık yaşlı bir adamdı ve sağlığı giderek kötüleşiyordu; o öl­dükten sonra Müslüman toplum ayakta kalmayı başarabilecek miydi?

10 - Peygamberin Ölümü

Hz. Muhammed 622 yılında Hicret ettiğinde, küçük İs­lam toplumu politik güce doğru ilk adımını atmıştı: On yıl sonra neredeyse tüm Arabistan’ı hakimiyeti altına almıştı ve Müslümanların bin yıldan uzun süre ayakta kalacak dev bir imparatorluk kurması için gerekli te­melleri atmıştı. Bu politik başarı, sürekli bir çaba ve ge­rilim gerektirmiş, Medine’de geçen yıllar insan toplumunu Tanrı’nın ilahi planına göre yeniden yapılandır­manın ne kadar zor ve tehlikeli olabileceğini göstermiş­ti. Hz. Muhammed sözlerle açıklanması zor Tanrı Kela- mı’nı insan diline tercüme etmiş, bazen ilahi etkinin ağırlığı altında ezilmişti. Tanrı Kelamı’m insan toplumuna enkarne etmek Müslümanların da dayanıklılık ve algı sınırlarını zorlamış, hatta bazen umutsuzluğa kapılmış ve Hz. Muhammed’i tamamen terk etmenin eşiğine gelmişlerdi. Ama başarısı, sıra dışı ve tartışma­lı politikalarının en güçlü savunucusu olmuştu. Hz. Muhammed Bedihde savaşma, Musevi kabilelerini kov­ma ya da yok etme veya Hudeybiye’deki anlaşmayı yap­ma kararını verdiğinde, doğrudan Tanrı’dan esin alma­mış, yardım istemek ve kendi zekasını kullanmak zo­runda kalmıştı. Kuran Müslümanların kendi doğal sağ­duyularını bir kenara atmalarını veya arkalarına yas­lanıp Tanrı’nın bir mucize yaratarak onları kurtarması­nı beklemelerini önermiyordu. İslam dini, insan zekası­nın ve ilahi esinlerin omuz omuza çalışması gerektiğini savunan gerçekçi bir inanç sistemiydi. 632 yılma gelin­diğinde, Tanrı’nın isteği Arabistan’da gerçekleşecek gi­bi görünüyordu. Kendisinden önceki birçok peygamberin aksine, Hz. Muhammed sadece erkek ve kadınlara bireysel bağlamda yeni bir kişisel umut görüşü getirme­miş, aynı zamanda insan tarihini düzeltmek ve insa­noğlunun gerçek potansiyelini ortaya koyabileceği adil bir toplum yaratmak görevini de üstlenmişti. Dolayısıy­la Medine’deki Müslüman toplumun başarısı, îslam di­ni için kutsal bir görev haline gelmişti; bu olağanüstü başarı, Tanrı’nın aramızdaki görünmez varlığının bir kanıtıydı. Politik faaliyetler kutsal bir sorumluluk ol­maya devam edecekti ve Müslüman imparatorluğunun daha sonraki başarısı da insanoğlunun kendini topye- kün kurtarabileceğinin bir delili olacaktı.
Incil’deki İsa’nın yaptığı gibi dağlarda vaazlar vererek ve şifa dağıtarak dolaşmak yerine, Hz. Muhammed toplumunu yeniden biçimlendirmek için zorlu bir politik mücadelenin ortasına atılmış, ona inananlar da bu mü­cadeleyi sürdürmüşlerdi. Bütün çabalarını Roma İmparatorluğu’ndaki gibi kendi bireysel yaşamlarını yeniden yapılandırmak üzere kullanmak yerine, Hz. Muhammed ve yandaşları toplumlanna ruhsal ve ahlaki gelişim geti­rebilecek toplu bir kurtarma operasyonuna girişmişlerdi. Kuran, kişinin bireysel yazgısının her şeyden daha önemli olduğunu ve Müslümanların sosyal görevlerinin üzerine çıktığını vurgulamaktadır. Tarih ve politik faali­yetler asla kendi başlarına akan olaylar değildir; tam ak­sine, ilahi düzen tarafından yönlendirilmektedir. Bireyin sonsuz yazgısı, sosyal reformdan çok daha önemlidir ve Kuran’daki Son Yargı, Cennet ve Cehennem kavramları bunu açıkça göstermektedir. Kuran bununla kendini Arabistan’da yeni yeni hissettirmeye başlayan yeni bi­reysellik ruhuna karşılık vermektedir ve sosyal yasaları da bu endişeyi yansıtmaktadır. Kabile sisteminin gerile­mesine rağmen, eski komün idealleri hâlâ normları oluş­turuyordu ve bunun farkında olan Hz. Muhammed, bi­zim Batılı liberal ideallerimizi doğrudan uygulamaya ko­yamazdı; ama en azından bir başlangıç yapmıştı. Ama sonsuz kan davaları ve sömürüler Arabistan’da devam ettiği sürece, bireysel kurtuluş mümkün olamazdı, çün­kü soysuzlaşmış, ahlaksızlaşmış bir toplum düzeni kaçı­nılmaz bir şekilde ahlaksızlıkları, kötülükleri ve umut­suzluğu beslerdi. Dolayısıyla yedinci yüzyılın başlarında Arabistan’daki şartlar, bireysel olduğu kadar sosyal bir kurtuluş planını da gerektiriyordu.
Hz. Muhammed, Medine’de güçlü ve çevresel kaos­tan etkilenmeyen bir toplum yaratmayı başarmıştı. Di­ğer kabileler de onlara katılmaya başlıyordu ama he­nüz dinî vizyonlarım paylaşmaya hazır değillerdi. Eğer Müslüman toplum ayakta kalmak istiyorsa, gücünü ko­rumak zorundaydı ama Hz. Muhammed’in öncelikli amacı politik bir güç değil, iyi bir toplum yaratmaktı.
Hz. Muhammed’in başarısı, Kuran’ın bu düzeni reddeden toplumların yok olmaya mahkum olduğu yö­nündeki iddiasını doğrulamaktadır. Ama mücadele he­nüz bitmemişti. Müslümanlar Tebük’ten döndüklerin­de, bazıları kılıçlarını bir kenara atmışlardı ama Hz. Muhammed onlara mücadelenin henüz bitmediğini, yeni bir çabaya hazır olmaları gerektiğini söylemişti. Tanrı’nın insan tarihindeki isteğini gerçekleştirme mücadelesi asla bitmeyecekti; daima üstesinden gelin­mesi gereken yeni tehlikeler, aşılması gereken yeni so­runlar olacaktı. Müslümanlar bazen savaşmak zorun­da kalacaklardı; diğer zamanlarda ise barış içinde ya­şayabilirlerdi. Ama bireysellik kavramıyla birlikte in­sanlık tarihini de yeniden yapılandırmak için dev bir projeye başlamışlardı ve Müslümanlar bugüne kadar bu projeyi fazlasıyla ciddiye almışlardır.
Taifin istemeden teslim olması, birçok Arap’ın hâ­lâ yeni düzeni kabullenmekte gönülsüz olduğunu gös­teriyordu. Bedevi müttefiklerin Hz. Muhammed’e karşı sadakatleri sadece yüzeyseldi ama yine de, ne yapmaya çalıştığını her zaman anlayamasalar da, mesajın özünü kavradıklarını zaman içinde gösterecek olan sadık Müslümanlardan oluşan bir çekirdek grup yaratmayı başarmıştı. Ebu Bekir, Ömer ve Os­man İbni Affan, evlilik yoluyla Peygamberin akraba­ları olmuşlardı , ve bu da yeni ruhsal yakınlıklarını mühürlüyordu. Dinin bir öncelik olduğunu hepsi anlı­yordu: Araplar öncelikle İslam’ın beş “sütununu” uy­gulayarak kendilerini değiştirmeli ve Tanrı’yı hayat­larının merkezi haline getirmeli, bunu yaparken de toplumun daha zayıf üyelerini korumalıydılar.
Hz. Muhammed’in dördüncü yakın öğrencisi, diğer­lerinden daha genç ve dolayısıyla bazen daha sabırsız olan Ali idi. Ama 632 yılında, Hz. Muhammed’in kendi ailesinden geri kalan tek kişi oydu. Ümmü Gülsüm, Te- bük Seferi sırasında ölmüştü ve bu da Fatıma’nın (Ali’nin eşi) Hatice’nin hayatta kalan tek çocuğu oldu­ğu anlamına geliyordu. Hz. Muhammed, Ali’nin iki oğ­lu Haşan ve Hüseyin’e çok düşkündü. Dedelerinin sır­tına binip onunla atçılık oynarlardı. Ama Hz. Muham­med’in Mısırlı eşi Meryem’den doğan ve henüz bebek olan bir oğlu da vardı. Hz. Muhammed, İbrahim’i kuca­ğına alarak Medine’de dolaşmaya bayılırdı. Ama Ayşe bundan hiç etkilenmezdi. “Sence bana benzemiyor mu?” diye sorardı Hz. Muhammed. “Hiçbir benzerlik görmüyorum,” diye terslerdi Ayşe. “Bak ne kadar gür­büz ve güzel bir çocuk!” diye överdi Peygamber. “Koyun sütüyle beslenen her çocuk gürbüz ve açık tenli olur,” derdi Ayşe, muhtemelen İbrahim’in annesine verilen özel sütü kastederek.(1) Ama bu özenli bakıma rağmen, bebek 632 yılının başlarında hastalandı ve bir daha iyi­leşmeyeceği anlaşıldı. Oğlu ölürken, Hz. Muhammed onun yanındaydı ve son anına kadar onu kollarında sı­kıca tutup ağlamış, yakında tekrar buluşacaklarını söyleyerek kendini teselli etmeye çalışmıştı.

Hicretin onuncu alında, Hz. Muhammed yaklaşan ölümünün giderek daha çok farkına varıyordu. Eğer Medine’de olacaksa Ramazan ayında mutlaka inziva­ya çekilirdi ve o yıl yakınlarına her zamankinden da­ha uzun bir inzivaya ihtiyacı olduğunu söylemiş, Fatı- ma’ya zamanının yaklaştığına inandığını gizlice bil­dirmişti. Dolayısıyla geleneksel hac ayında, Hz. Mu­hammed hac seferine o yıl kendisinin önderlik edece­ğini açıkladı. O yıl Kâbe etrafında ve Arafat Dağı’nda- ki tapmaklarda yapılacak antik törenlerde, ilk kez Tek Tanrı’nın inananları toplanacaktı ve Hz. Muhammed yeni dinini Arapların kutsal gelenekleri üzerine kur­maya kararlıydı. Şubat 632’de tüm eşleri ve kalabalık bir hacı grubuyla yola koyularak, 3 Mart’ta Mekke’ye ulaştı. Hacıların geleneksel çığlığını atmaya başladı: “îşte buradayım, Ey Tanrım, hizmetindeyim.” Sonra Araplar için çok değerli eski putperest gelenekleriyle devam etti; bir yandan geçmişin temel olduğunu ve hâlâ devam ettiğini vurgularken, bir yandan da gele­neklere yeni bir anlam kazandırıyordu.
Her Müslüman, şartları el verdiği ölçüde hayatı bo­yunca en az bir kez hacca gitmeliydi. Dışarıdan bakan biri için bu gelenekler çok tuhaf görünebilir - yabancı bir din veya sosyal gelenekler daima öyledir - ama yi­ne de güçlü bir dinî deneyim olduğunu hissettirmekte, Müslümanlar hac yolculuğunu genellikle ruhsallıklarının zirve noktası olarak görmektedirler; gerek birey gerekse toplum olarak. İslam ruhsallığının toplumsal ve kişisel yönleri, hac uygulaması sayesinde belirgin bir saygınlık kazanmaktadır. Bugün her yıl hac görev­lerini yerine getirmek için Mekke’de toplanan binler­ce Müslüman’ın hepsi Arap değildir ama antik Arap geleneklerini benimsemişlerdir. Bütün ırksal veya sı­nıfsal ayrımları ortadan kaldıran hac giysileriyle Kâbe’nin etrafında dönerken, günlük hayatlarının egoist sınırlamalarından özgürleştiklerini ve tek bir odağı, tek bir yönü olan bir toplumun parçası haline geldik­lerini hissederler. îranlı felsefeci Ali Şeriatı, Kâbe’de- ki törenlerle ilgili şunları söylemiştir:
Kâbe’nin etrafında dönerken ve bu kutsal tapınağa gi­derek yaklaşırken, kendinizi büyük bir nehirle birleşen küçük bir çay gibi hissedersiniz. Bir dalgaya kapılırsı­nız ve ayaklarınız yerden kesilir. Aniden kendinizi akıntıyla sürüklenir halde bulursunuz. Merkeze yak­laştıkça kalabalık sizi öylesine sıkar ki yeni bir yaşam­la dolduğunuzu hissedersiniz. Artık İnsanların bir par- çasısınızdır; artık ölümsüz ve canlı bir İnsan’smızdır... Kâbe, sizi yörüngesine çeken Güneş gibidir. Evrensel sistemin bir parçası haline gelirsiniz. Allah’ın etrafında dönerken, çok geçmeden kendinizi unutursunuz... Gide­rek eriyen ve kaybolan bir zerre haline gelirsiniz. Bu zirve noktasındaki mutlak sevgidir.
Toplumun ruhsallığını Museviler ve Hıristiyanlar da vurgulamıştır; Aziz Pavlos’un İsa’nın Vücudu hakkındaki uzun yorumları Kilise’nin birlik ruhunu yansıt­makta, komünyon sayesinde insanlar en yüce sevgiye ulaşmaktadırlar. Hac, her Müslüman’ın merkezinde Tanrı’nın bulunduğu bir toplumla bütünleşme deneyi­mini yaşamasını sağlar.
Hac bir açıdan Müslümanlara tutum ve yön açısından ideal toplum imajını vermektedir. Birçok dinde barış ve uyum önemli hac kavramlarıdır ve hacılar bir kez Tapı­nak bölgesine girdiklerinde, her türlü şiddet eylemi ya­saklanır; hacıların bir böceği öldürmesi veya öfkeli bir söz söylemesi bile yasaktır. 1987 yılında hac sırasında îranlı hacıların 402 kişinin öldürüldüğü ve 649 kişinin yaralandığı bir ayaklanma başlatmaları karşısında Müs­lüman dünyasının o kadar öfkelenmesinin nedeni buydu.

Kuran, bütün canlıların kaçınılmaz bir şekilde so­nunda deneyi inleyecekleri bir Tanrı’ya Dönüş’ten söz eder ve hac, Müslümanların Tanrı’ya dönüş yolculuğu konusundaki güçlü bir ifadeleridir. Hep bir ağızdan at­tıkları hacı çığlığı, onlara gerek bireyler ve gerekse top­lum olarak kendilerini tamamen Tanrı’nın hizmetine adadıklarını hatırlatır ve hac süresince bu bağlılığı her zamankinden daha yoğun bir şekilde yaşayarak kendile­rini diğer endişelere kapatırlar. Hz. Muhammed 632 yı­lında Muhacirler, Ensâr ve Bedevilerden oluşan hacı grubunu Kâbe’ye götürdüğünde, bunun güçlü bir dönüş olduğunu hepsi birden hissetmiş olmalıydı. Hangi din­den olursa olsunlar, birçok hacı hac sırasında kökenine ya da dünyanın başlangıcına döndüğünü hisseder ve muhtemelen Göçmenler de özel bir eve dönüş duygusuy­la doluydular. Ama Hz. Muhammed, kökenlerine dönüş nedenlerinin Kâbe’nin İbrahim ve İsmail tarafından ya­pılmış olması olduğunu tüm Araplara hatırlatıyordu. Bugün Müslümanlar da Müslüman kimliklerinin kö­kenlerine dönüş duygusunu yaşamaktadırlar. Doğal ola­rak Hz. Muhammed’i hatırlamaktadırlar ama hac ayin­leri özellikle gerçek inananların babası olarak kabul edi­len İbrahim ve İsmail’i hatırlamak üzere tasarlanmıştır. Dolayısıyla Safa ve Merve arasında yedi kez koşarak gi­dip gelirken, İbrahim onları çölde bıraktıktan sonra Ha­cetin küçük İsmail için nasıl umutsuzca su aradığını ha­tırlamaktadırlar. Daha sonra Mekke’nin yirmi kilomet­re dışındaki Arafat Dağı’mn eteklerinde dururken kendi ortak kökenlerini ve Tanrı’nın ilk peygamber Adem ile yaptığı anlaşmayı hatırlamaktadırlar. Mina’dakî üç sü­tunu taşlarken, Tanrı’nın hizmetinde olmanın gerektir­diği sürekli mücadeleyi hatırlarlar. Sonra, İbrahim’in oğlunu Tanrı’ya sunmaya kalkışmasından sonra kurban ettiği hayvanın anısına, bir koyun ya da keçi kurban ederler. Bütün dünyadaki Müslümanlar, her yılın belli bir döneminde bu ayinleri uygulayarak Tanrı’nın hizmetinde kendileri için en değerli olan şeyleri bile kurban etmeye hazır olduklarım gösterirler.
Bugün Nemre Camisi, 632 yılında Hz. Muham- med’in Arafat Dağı’nda son Veda Vaazı’nı verdiğine ina­nılan noktada yükselmektedir. Bu vaazında Müslümanlara birbirlerine adil davranmalarını, kadınlara müm­kün olduğunca nazik yaklaşmalarını ve putperest döne­minde başlayan tüm kan davalarını arkalarında bırak­malarını söylemişti. Toplum birdi: “Her Müslüman’ın bir diğeriyle kardeş olduğunu ve tüm Müslümanların kardeş olduklarını bilin. Bir kardeşin ancak gönüllü olarak verdiği bir şeyi almak adildir, bu yüzden kendi­nizi kandırmayın. Ey Tanrım, size söylemedim mi?” Dağdaki Vaaz ya da Aziz Pavlos’un yardımseverlik ila­hisiyle kıyaslandığında, bu emir son derece kısa ve as­gari ölçülerde gibi görünebilir ama Hz. Muhammed ger­çekçiydi ve istediği şeyin devrim anlamına geldiğini bi­liyordu. Farklı kabilelerin üyeleri olmak yerine, Arap Müslümanlar artık tek bir toplumdu; tıpkı Kâbe’deki Tanrı’nın tek olduğu gibi.
Veda Hacı’ndan sonra Medine’ye döndüğünde, Hz. Muhammed çok şiddetli baş ağrıları çekmeye başladı. Ay­şe bir gün baş ağrısıyla kendi dairesinde yatıyordu. “Ah, başım,” diye inlerken, Hz. Muhammed içeri girmiş ve şöy­le demişti: “Hayır, Ayşe, ah, benim başım.” Ama hâlâ Ay­şe’ye nazikçe takılıyordu. Ayşe kendisinden önce ölmek is­ter miydi? O zaman Hz. Muhammed onu mezarın başın­da kollarına alabilir ve son yolculuğuna sevgiyle uğurlayabilirdi. Ayşe her zamanki aksiliğiyle cevap verdi: Hz. Muhammed cenazeden sonra gidip diğer eşlerinden biriy­le yatardı! “Hayır, Ayşe,” diye tekrarladı Hz. Muhammed, yanından ayrılmadan önce, “ah, benim başım.”

Acısı giderek artıyordu ve anlaşıldığı kadarıyla za­man zaman baygınlık nöbetleri de geçiriyordu ama hiç sürekli olarak yatağa çekilmedi. Genellikle ağrıyan şa­kaklarının etrafına bir bez sarıyor, insanlara seslenmek ya da namazları yönetmek için camiye gidiyordu. Ama bir sabah Uhud’da ölen Müslümanlar için özellikle uzun uzadıya konuştu ve şöyle ekledi: “Tanrı hizmetkârların­dan birine bu dünyayla O’nunki arasında bir seçenek sundu ve hizmetkârı İkincisini seçti.” Bu sözlerin Hz. Muhammed’in ölümüyle ilgili olduğunu anlayan tek ki­şi Ebu Bekir idi ve yaşlı adam hıçkırarak ağlamaya baş­lamıştı. “Sakin ol, sakin ol, Ebu Bekir,” dedi Hz. Mu- hammed, nazikçe. Bir süre sonra Peygamber, Meymune’nin kulübesinde yığılıp kaldı. Karıları endişeyle etra­fına toplandılar ve bir soruyu tekrarladığını duydular: ‘“Yarın nerede olacağım? Yarın nerede olacağım?” Ne za­man Ayşe ile birlikte olabileceğini sorduğunu anladıkla­rında, onun dairesine taşımaya karar verdiler.
Hz. Muhammed başını Ayşe’nin kucağına koyarak orada öylece yatıyordu ama insanlar bunun geçici bir rahatsızlık olduğunu düşünüyorlardı, çünkü hâlâ cami­de namazlara katılıyordu. Müslüman toplum Hz. Mu­hammed’in öleceği fikrini o kadar rahatsız edici ve kor­kutucu bulmuştu ki inanmak istemiyor, işaretleri doğ­ru yorumlayamıyorlardı ama Ebu Bekir, Hz. Muham­med’in bu dünyada fazla zamanı kalmadığı konusunda Ayşe’yi uyardı. Arabistan’da başardığı şey eşsizdi ve da­ha önce bir benzeri görülmemişti, dolayısıyla onsuz ha­yat yaşanmaz gibi görünüyordu. Hz. Muhammed bir gün camiye gelip Zeyd’in küçük oğlu Usame’nin kuzeye çıkılacak bir sefere liderlik edecek kadar bilgili ve bece­rikli olduğunu söylediğindeki gibi insanlar en küçük umut ışıltısına bile hevesle sarılıyordu. Hastalığı ilerle­diğinde Ebu Bekir onun yerine namazları kıldırmaya başladı ve Ayşe bile bu karara karşı çıktı. Sonunda Hz. Muhammed sözünü dinletebilmek için sert konuşmak zorunda kaldı. Ayşe daha sonraları buna karşı çıkması­nın nedeninin babasını bu işi yapacak kadar değerli görmemesi değil, insanların Hz. Muhammed’in yerini almaya çalıştığını düşünerek ondan nefret edebilecek olması olduğunu açıkladı. Ama Hz. Muhammed onlara hâlâ umut veriyordu, çünkü kendisi Kuran okuyamaya­cak kadar hasta olmasına rağmen bazen namazlara ka­tılıp Ebu Bekir’in yanında sessizce duruyordu.
8 Haziran 632’de Ebu Bekir namaz sırasında cema­atin dikkatinin dağıldığını ve caminin girişine doğru baktıklarını fark etti. Hz. Muhammed’in gelmiş olması gerektiğini hemen anlamıştı, çünkü aksi takdirde ce­maatin dikkati bu şekilde dağılmazdı. Hz. Muhammed çok daha iyi görünüyordu; hatta birisi onu hiç bu kadar canlı ve neşeli görmediğini söyleyince, camide herkes rahatladı. Ebu Bekir hemen kalkmaya hazırlandı ama Hz. Muhammed ellerini onun omuzlarına bastırarak oturmasını işaret etti ve kendisi de namaz bitene kadar onun yanında oturdu. Sonrasında Ayşe’nin dairesine gitti ve her zamanki gibi başını eşinin kucağına koyup sessizce yattı. O kadar iyi görünüyordu ki Ebu Bekir, Medine’nin dışında yaşayan yeni evlendiği bir eşini zi­yaret etmek için gitmekte sakınca görmedi. Öğleden sonra Ali ve Abbas içeri baktılar ve Peygamberin iyileş­tiği haberini yaydılar; Abdürrahman ziyarete geldiğin­de, Hz. Muhammed onun elinde bir kürdan olduğunu gördü ve kullanmak istedi. Ayşe kürdanı yumuşattı ve Hz. Muhammed her zamankinden daha canlı bir şekil­de işini gördü, ama sonrasında Ayşe kocasının kucağın­da her zamankinden daha ağır yattığını ve bilincini kaybetmek üzere olduğunu hissetti. Ama neler olduğu­nu hâlâ anlayamıyordu. Daha sonra söylediği gibi, “Ce­haletim ve deneyimsizliğim yüzünden Peygamber kol­larımda öldü.” Hz. Muhammed’in mırıldandığını duydu; “Hayır, Cennetteki En Yüce Dost,” ve artık gitmiş olduğunu anladı. Kocasının başını dikkatle yastığın üzerine koydu ve Arap tarzında kendi göğüslerini döv­meye, yüzüne vurmaya ve bağırmaya başladı.
insanlar kadınların bağırışlarım duyduklarında, sa­rarmış yüzlerle camiye koştular. Haber vahada çabucak yayıldı ve Ebu Bekir aceleyle geri döndü. Hz. Muhammed’e baktı, yüzünü öptü ve ona veda etti. Sonra Ömer’in cemaate seslendiği camiye girdi. Ömer, Hz. Muhammed’in öldüğüne inanmak istemedi; ruhunun sadece ge­çici olarak bedeninden ayrılmış olduğunu ve kesinlikle halkına geri döneceğini öne sürdü. Aralarında en son ölen o olacaktı. Ömer güçlü bir isteri krizine tutulmuş ol­malıydı, çünkü Ebu Bekir “Sakin ol, Ömer,” diye mırıl­danmasına rağmen Ömer susmadı. Ebu Bekir’in yapabil­diği tek şey, sakince öne çıkmak oldu; yüzündeki ifade ve duruşu insanları etkilemiş olmalıydı, çünkü Ömer’in ti­radım dinlemeyi bırakıp onun etrafında toplanmışlardı.
Ebu Bekir, Hz. Muhammed’in bütün hayatını Tan- rı’nın tekliği konusunda vaaz vermeye adadığını hatır­lattı. Kuran, sadece Tanrı’ya ait olan onuru başka can­lılara vermemek gerektiği konusunda açıkça uyarıyor­du. Hz. Muhammed de onları Hıristiyanların İsa’yı onurlandırdıkları gibi kendisini onurlandırmamaları konusunda sürekli uyarmıştı; o da tıpkı kendileri gibi bir ölümlüydü. Hz. Muhammed’in öldüğünü inkar et­mek, Hz. Muhammed ile ilgili temel gerçeği yadsımak demekti. Ama Müslümanlar sadece Tanrı’ya tapılması gerektiği inancına sadık kaldıkları sürece, Hz. Muham­med de yaşamaya devam edecekti. “Ey insanlar, Muhammed’e tapınırsanız bilin ki Muhammed ölmüştür,” diye bitirdi sonunda, “ama Tanrıya tapınırsanız, Tanrı ölümsüzdür.”Sonunda, Uhud Savaşı’nda Müslümanlar Peygamberin öldüğü söylentisiyle yıkılmışken son­rasında Hz. Muhammed’e gelen vahyi tekrarladı:
Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez.
Allah şükredenleri mükafatlandıracaktır.
Bu ayetler, insanlar üzerinde sanki daha önce hiç duy­mamışlar gibi bir etki yaptı. Ömer tamamen yıkılmıştı: “Allah adına, Ebu Bekir’in o sözleri söylediğini duydu­ğumda sersemledim; o kadar ki dizlerimin bağı çözüldü ve Peygamberin gerçekten öldüğünü anlayarak yere çöktüm.’
Hz. Muhammed’in ölümü, Müslüman toplumun kar­şılaşmak zorunda kaldığı en büyük krizlerden biriydi. O zamana kadar her adımlarına Hz. Muhammed karar vermiş, onlara yol göstermişti; şimdi o olmadan nasıl devam edeceklerdi? Devam etmeli miydiler? Bedevi ka­bilelerinden bazıları - bağlılıkları sadece politik olanlar - Hz. Muhammed’in ölümünün anlaşmalarının sona er­diği anlamına geldiğini düşünerek Müslüman toplum­dan hemen ayrıldılar. Arabistan’ın eski kabile bölünme­lerine dönmesi gibi ciddi bir tehlike vardı. Daha sadık Müslümanlardan bazıları bile, Hz. Muhammed’in ölü­münün inançlarının sonu anlamına gelip gelmediğini merak ediyorlardı; bir varis ilan etmek isteyenler bi­le hemen rahip gruplara bölünmüşlerdi. Bunlar, Hz. Muhammed’in son yılları boyunca endişelendiği bölün­meleri temsil ediyor olmalıydı.

Muhacirlerin çoğu, Hz. Muhammed’in misyonunun başlarından beri yakın bir dostu olan Ebu Bekirin va­ris olmasını desteklediler. Ömer de bunu destekledi. Ama Ensâr, kendilerinden biri olan Said İbni Ubey- de’nin Hz. Muhammed’in Temsilcisi olarak Halife olma­sını istiyorlardı; Peygamberin ailesi ise, kendisinin ye­rine Ali’nin geçmesini isteyeceğini öne sürüyorlardı. Ama Ebu Bekir’in kriz karşısındaki sükuneti herkesi etkilemişti. Sonunda kendisi seçildiğinde, Ebu Bekir topluma seslenerek bundan sonra tüm Müslüman hü­kümdarların uyması gereken prensipleri belirledi:
Bu yetki bana verildi ama aranızdaki en iyisi ben deği­lim. Eğer doğru hareket edersem, bana yardım edin; yanlış hareket edersem, düzeltin. Sadakatte dürüstlük ve doğruluk, ihanette ise yalan vardır. Aranızda zayıf olanlar, ben Allah’ın izniyle hakkını savunana kadar gözümde güçlü olsun; aranızda, güçlü olanlar, ben hak­kın ondan alana kadar gözümde zayıf olsun. Eğer bir halk Allah adına savaşmaktan uzaklaşırsa, Allah o hal­kı ezer. Halk içinde ahlaksızlık yayılırsa, Allah onları felaketle cezalandırır. Ben Allah’a ve Elçisi’ne itaat et­tiğim sürece bana boyun eğin ve ben onlara itaatsizlik edersem, siz de bana itaatsizlik edin. Kalkın ve dua edin. Allah hepinizi korusun.
Ali başlangıçta Ebu Bekir’e tavır aldı ama sonra o da itaat etti. İki yıl sonra Ebu Bekir öldü ve ondan sonra sırayla Ömer ve Osman halife oldular; 656 yılında Ali Dördüncü Halife oldu. Hz. Muhammed’in prensiplerine tam anlamıyla uyarak yönettikleri için onlara Raşidun dendi. Özellikle Ali, bir Müslüman liderin kesinlikle diktatör ve zalim olmaması gerektiğini vurguladı.

Allah adına, halkına olabildiğince adil davrandı ve za­yıfların, yoksulların üzerindeki yükü hafifletmeye çalış­tı. Bir rejimin ayakta kalmasının tek yolu buydu:
Eğer halkınız bir yükten, toprağın susuz kaldığından, bir sel baskınından, depremden ya da ekinlerin mah­vından yakınırsa, onların yükünü elinizden geldiğince hafifletin. Yüklerini hafifletmek için yaptığınız şeylerin size karşı yük oluşturmasına izin vermeyin, çünkü on­ların yükünün hafiflemesi size zenginlik ve hükümdar­lığınızın sağlamlaşması olarak geri dönecektir... Dünya üzerindeki bir yıkım, yaşayanların yoksulluğundan kaynaklanır ve yaşayanlar ancak hükümdarlar kendi servetlerini büyütmeye odaklandıkları zaman yoksulla­şırlar, çünkü o zaman hükümdarlar kendi kendilerini baltalar, uyarılardan ders almazlar.
Bir hükümdar, kendini halkından ayırmamalıdır. Yük­lerini paylaşmalı, sorunlarını dinlemeli ve tavsiyelerine kulak vermelidir.
Bütün Müslüman liderlerin bu yüksek standartlara uyduğu söylenemez. Aslında Müslümanların Raşidun dönemine Altın Çağ olarak bakmaları, daha sonraki sultan ve halifelerin eşitlikçi prensiplere ve adalete ay­nı tutkuyla bağlanmadıklarını göstermektedir, ama bir Müslüman bazen bu prensiplere göre yaşadığını ve yö­nettiğini göstererek bir imparatorluk da kurabilir. Haç­lılar döneminde hem Nureddin’in hem de Salahaddin’in yoksullara nasıl yardım ettiğini, vergi düzenlemelerini İslam kurallarına uydurduklarını ve halklarıyla bütün­leştiklerini görebiliriz. Modern çağlarda ise, hükümdar­lıkları İslam prensiplerine uymadığı için halkların İran Şahı ve Mısırlı Başkan Sedat gibi yöneticileri nasıl in­dirdiklerini de görüyoruz. Hz. Muhammed ve Raşi- dun’un vurguladığı prensipler, Müslüman toplumunda gücünü korumuştur ve buna aldırmayan bir hükümdar kendini tehlikeye atmaktadır.
Hıristiyanlık dünyasında teolojik tartışmalar konu­sunda büyük bir tutku vardır ve Hıristiyanlık dünya­sındaki bölünmelerin çoğu, doktrinsel çatışmalardan kaynaklanmıştır. Musevilik gibi, İslam dini de benzer bir teolojik “kafirlik” kavramına inanır. En biçimlendi­rici çatışmaları ve en önemli bölünmeleri, politik farklı­lıklardan kaynaklanmıştır. Hz. Muhammed için çok önemli olan toplum bütünlüğü, Müslüman toplumunda temel bir ayrım yaşandığında bozulmuştur; bir nokta­dan sonra Sünniler ve Müslüman toplumu sadece Ali’nin soyundan gelenlerin yönetmesi gerektiğine ina­nan Ali taraftarları ciddi bir çatışma yaşamışlardır. Azınlıkta olan Şiiler, Hz. Muhammed’in torunu Hüse­yin’in simgelediği küçük bir grup olarak toplanmıştır ve Hüseyin, Kerbela Savaşı’nda Halife Yezid tarafından öl­dürülmüştür. Müslüman toplumu kimin yönetmesi ve Müslüman toplumun nasıl olması gerektiği konusunda Şiiler ve Sünniler arasında süren tartışma, ciddi boyut­lara ulaşmıştır. Sadece bu bile, Müslüman toplum için­deki politik yapının kutsal bir İslam değeri olduğunu vurgulamaktadır. Şiiler ve Sünniler arasında doktrin açısından bir farklılık yoktur ama her iki grup da ken­dine has bir dindarlık anlayışı geliştirmiştir. Kuran’ın bu tür dinî bölünmeleri ahlakça alçaltıcı ve nafile ola­rak değerlendirdiğini görmüştük. Ama politikanın İs­lam dünyasında önemli olmasının nedeni sadece Müs­lüman hükümdarların bunu politik güçlerini geliştir­mek için kullanmış olmaları değil, İslam inancının toplum adil ve eşitlikçi kanunlarla yönetilmediği takdirde kaçınılmaz olan kargaşa ve bölünmelerdir. Politik çaba­lar, bir Müslüman’ın kişisel ruhsal hayatından ayrıdır ama Müslüman toplumun kutsal bir önemi vardır.
Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, İslam inancının süren mücadelesi politik çabalan haklı çıkardı ve bir top­lum Tann’mn isteklerine göre kendini yapılandırdığında güçleneceğini kanıtladı. Arap ordulan, çok kısa süre için­de Himalayalar’dan Pirenelehe kadar uzanan bir impa­ratorluk kurdular. Bu olgu, Arap emperyalizminden çok Kuran’dan güç alıyordu. Fethedilen yerlerde halk üzeri­ne asla İslam inancı empoze edilmedi ya da zorlama ya­pılmadı. Nasıl Musevilik İsrailoğulları’nın dini olarak gö­rülüyorsa, İslam da Araplann dini olarak görülüyordu; hatta 700 yıllannda din değiştirmenin kanunlarla ya­saklandığı bir dönem bile yaşandı. Ama Hz. Muham­med’in ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra, halifeler din değişimini teşvik etmeye, insanlar gruplar halinde İslam inancına dönmeye ve böylece Kuran’ın Orta Doğu ve Ku­zey Afrika’daki dinî ihtiyacı karşıladığını kanıtlamaya başladılar. İslam, diğer antik kültürlerin bilgeliklerini asimile ediyor, kendi kültürel geleneklerini çok geçme­den kuruyordu. İslam inancı bölücü değil, toplumda bü­tünlük sağlayıcı bir güç olduğunu kanıtlıyordu.
Müslüman hukukçular, yeni şartlan karşılamak için bir cihat teolojisi geliştirdiler. Tek bir Tanrı olduğu için, bütün dünyanın tek bir politika altında birleşmesi ve dünyanın ilahi prensipleri benimseyerek adil bir toplum yaratması için tüm Müslümanların sürekli mücadele et­mesi gerektiğini öğrettiler. İslam toplumu, Tann’nnı is­teklerinin empoze edildiği kutsal bir yerdi; dünyanın ge­ri kalanı, yani savaş toplumları Tann’nm kanunlarına teslim olması gereken zındık bölgeydi. Bu başarılana kadar, İslam sürekli bir savaş içinde olmalıydı. Ama Hz. Muhammed’in ölümünden yüz yıl sonar İslam impara­torluğu sınırlarına ulaştığında, bu savaşçı teoloji bir kenara atıldı ve Müslümanlar savaşçı dünyadaki komşula­rıyla daha diplomatik ve ekonomik bağlantılar kurmaya başladılar. Musevilere, Hıristiyanlara ya da Zerdüştlere İslam inancına dönmeleri için hiçbir şekilde baskı yapıl­mıyordu; Müslümanlar, Orta Doğu’daki eski dinî çoğul­culuklarına devam ediyorlardı ve diğer dinlerden insan­larla birlikte yaşamayı öğrenmişlerdi.
Çeşitli hanedanlıkların ve imparatorlukların yükse­liş ve çöküşleri, İslam inancının Hindistan ve Endonez­ya’ya doğru yayılışı, Kuran’ın yorumlanmasıyla ilgili yeni ve farklı yöntemlerin geliştirilmesi, İslam diyalo­gunun tarihteki sürekliliği olarak görülebilir. Müslü­manlar, yakın zamana kadar modernliğin zorluklarına yaratıcı çözümler bulmaya devam ettiler. On üçüncü yüzyıldaki Moğol istilalarına karşılık verebilmiş, yeni bir güç ve başarı seviyesine ulaşabilmişlerdi. Kuran, farklı zamanlardan ve ırklardan insanlara felaketleri aşma gücü ve devam etme cesareti vermeyi sürdürmüş­tür. Yeni çabalar, bazen özellikle ruhsal tepkiler haline gelmiştir. İslam imparatorluğunun başkenti olan Bağ­dat’ın Moğol istilacılar tarafından yakılıp yıkılmasın­dan birkaç yıl sonra, büyük mistik Mevlana Celaleddin- i Rumi, ünlü Mesnevi’sini üretmiştir.
Sufiler, politik ve sosyal unsurların Müslüman ruh­sallığını nasıl etkilediğinin farkındaydılar. Topluma sa­dakat, mistik görevlerin daima önemli bir öğesiydi. Sufî mistisizminin büyük uzmanlarından Louis Massignon şöyle açıklamaktadır: “Mistik çağrı, sosyal adalet­sizliklere karşı içsel bir vicdan isyanının sonucudur ve başkalarının değil, kişinin kendi hatalarına karşıdır; her ne pahasına olursa olsun, Tanrı’yı bulmak için içsel saflaşma ve arınma konusunda güçlü bir istek var­dır.’ Sufî mistisizmi, temelde çileciliktir: Adına “büyük cihat” dedikleri (fiziksel savaş anlamına gelen “küçük cihat”a karşılık olarak) bir ruhsal çabaya gi­rişirler. Ama bugüne kadar yoğun bir ruhsallık, Müs­lüman dünyasında kolayca politik aktivizme dönüşe- bilmiştir. Moğol ordusu gibi harici bir düşmana karşı koymak ya da İslam prensiplerine göre yönetemeyen bir hükümdarı devirmek olsun, birçok reform hareke­tinde veya topluma karşı tehditlere tepkilerde Sufiler daima başı çekmişlerdir. Hıristiyan rahiplerin ve ke­şişlerin aksine, Sufiler dünyadan çekilmez, dünyayı Tanrı’yı bulma mücadelelerinde bir sahne olarak gö­rürler.
Bu ruhsallık yapısı, dünyadan çekilmek yerine top- lumunu yeniden biçimlendirme çabasına girişen Pey­gamberin kendi örneğine dayanmaktadır. Bir ütopya­yı ya da bir mucizeyi beklemek yerine, Hz. Muhammed Medine’de kendi ideal toplumunu yaratmak için mücadele etmişti. En başından itibaren, Müslümanlar kendi hayatlarını Hz. Muhammed’in örneğine dayan­dırmışlardır; onun Hicret’i bir politik kampanyanın başlangıcını oluşturmuş, toplumda reform yapmak is­teyen Müslümanlar ahlaki açıdan yozlaştığına inan­dıkları toplumdan uzaklaşarak dışarıdan savaş açmış­lardır. Ebu Bekir, doğru yönetemediği takdirde kendi­sini halifelikten indirmenin Müslümanların görevi ol­duğunu söylemiş, Müslümanlar da bunu gerçekten ciddiye almışlardı. Müslüman toplumun iyiliği ve refa­hı kendi bireysel ruhsal yaşamları için o kadar önem­lidir ki dünyadan çekilmeyi yüce bir ruhsal görev ola­rak görmemektedirler. Bu yüzden fanatik bir öfke ye­rine, fedakarlık, cesaret ve dayanıklılık ruhuyla bir ci­hada girişmelidirler. Şah döneminde Ali Şeriatî’nin îran halkına açıkladığı gibi, benliği öldürmek manas­tıra kapanmak değil, acı çekmek ve ölmek anlamına gelse bile Tanrı’nın insanlarını savunmak için kendini mücadeleye adamaktı:

...Siz kendinizi manastıra değil, topluma kapatacak­sınız; fedakarlık, içtenlik, sınırlamalar, kısıtlamalar, işkenceler, acı ve tehlikeleri kabullenmek adına mü­cadeleye girmeli, insanları korumak için Tanrı’ya yö­nelmelisiniz. Peygamber şöyle demişti: “Her dinde bir manastır anlayışı vardır ve benim dinimin ma­nastır anlayışı cihattır.”
Her dinin kendi özel vurguları vardır ama bu sosyal en­dişe, üç büyük tektanrıcı dinin ruhsallığı için de önem­lidir. Eğer Hıristiyanlar, Müslümanların politik ve sos­yal tutumlarını tuhaf buluyorlarsa, kendi doktrinleri­nin ve tutkularının da Müslümanlar ve Museviler için aynı derecede tuhaf göründüğünü bilmelidirler.
Müslümanların bu derin kardeşlik ve dayanışma an­layışını dayandırdıkları temel noktalardan biri, Hz. Muhammed’e bağlılıklarıdır. Müslümanlar, Hz. Mu- hammed’in kendileri gibi ölümlü bir insan olduğunu vurgulamaya devam etmişlerdir ama asırlar boyunca bir özellik de eklemişlerdir. Evet, Hz. Muhammed diğer insanlardan farklı değildir ama, “taşların arasındaki eşsiz bir mücevher gibidir. ” Sıradan taşlar ağır ve donukken, bir mücevher yanardönerdir ve ışığı geçirir­ken kırarak değiştirir. Hz. Muhammed’in hayatı, Ku- ran’m Müslümanları doğal dünyada görmeye teşvik et­tiği işaretler gibi bir işarettir. Onun peygamberlik yaşa­mı sadece Tanrı’nın dünyadaki gücünü ve varlığını de­ğil, aynı zamanda bir insanın kendini Tanrı’ya mutlak teslim edişini gösteren bir semboldür. İslam idealinin gelişimi, Hz. Muhammed’in hayatının anlamını çözme ve prensiplerini modern hayata uyarlama çabasıdır. Hıristiyanların İsa’ya olan bağlılığının aksine, Müslümanların Hz. Muhammed’e olan bağlılığı kişilik ya da tarihsel karakter özelliği taşımamakta, daha ziya­de gerçekliğin ötesindeki diğer boyuta işaret eden, hayatı aydınlatan ve yeni anlamlar katan bir sembol özelliği taşımaktadır.
Hz. Muhammed bu yüzden sembolik açıdan Mü­kemmel İnsan olarak görülmektedir; yani kendini Tan- rı’ya odaklayan insanın sembolüdür. İşte Hz. Muham- med’in okuryazar olmadığına inanmanın önemi de bundandır, çünkü İlahi Dünya’ya tam açıklığını göster­mektedir; bu, Sufiler’in sözünü ettiği Tann’mn içinde eriyip kaybolma kavramının mükemmel bir örneğidir. Hıristiyanların İsa’yı taklit etmeye çalıştıkları gibi, Müslümanlar da günlük hayatlarında Hz. Muhammed’i taklit etmeye çalışır, böylelikle Tanrı’ya yaklaş­mak için çabalarlar. Bu taklit tarzı, elbette ki İsa’yı taklit etmekten daha pratik ve somuttur. Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda, Müslüman araştırmacılar Hz. Muhammed’in sözlerini (hadisler) ve davranış tarzını (sünnet) inceleyip toplamaya başladılar. Hz. Muham­med’in söylediği veya yaptığı şeyleri öğrenmek için İs­lam imparatorluğunun her yanında dolaştılar ve bun­lar, Kuran ile birlikte, İslami Kutsal Kanunların (şeri­at) temelini oluşturdu. Bunlar aynı zamanda her Müs­lüman’ın günlük hayatının ve ruhsallığının temeli ha­line geldi. Sünnet, Müslümanlara Hz. Muhammed’in konuşma, yeme, sevme, yıkanma ve tapınma tarzlarını taklit etmeyi öğretirken, günlük hayatlarında ona ola­bildiğince benzeyebilmelerini ve sembolik açıdan onu yaşatmaya devam etmelerini sağladı.
Hıristiyanlık inancında böyle bir tutum olmadı­ğından, Hıristiyanlar bu tür bir gözlemi anlamsız bulmaktadırlar. Ama ne Müslümanlar ne de Museviler, Kanunlar’ı yük ya da anlamsız olarak görmemek­tedirler. Müslümanlar, sünneti bir tür kutsal eylem olarak görmektedirler; Hz. Muhammed’in nasıl yaşadığını, neler yaptığını ve neler söylediğini anlayarak, günlük hayatlarında Kuran’ın sözünü ettiği türden bir Tanrı bilincini yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Hadislerden bazıları, gerçekten de Peygamber’in du­daklarından Tanrı’nın söylediği sözlerdir. Bu kutsal gelenekler ya da hadis-i kutsiler, Tanrı’nın bizim dı­şımızda metafiziksel bir Varlık olmadığını, bir açıdan gizemli bir şekilde kendini canlılarla ifade ettiğini göstermektedir, bu ünlü gelenek, kişinin bu içsel var­lığı kavradığı aşamaları listelemektedir; geleneğe gö­re, emirleri gözlemleyerek başlamak ve gönüllü din­darlık eylemleriyle devam etmek gerekir:
Kullarım onlar için görev olarak belirlediğim şeyleri ya­parak bana yaklaşırlar. Kullarım, ben onları sevene ka­dar bu işleri yapmaya devam ederler: Ben onları sevdi­ğimde, duydukları sayesinde kulaklarına, gördükleri sayesinde gözlerine, tuttukları sayesinde ellerine ve yü­rüdükleri yerler sayesinde ayaklarına yaklaşırım. Hıristiyanlık’taki fiziksel unsurlar gibi harici eylem­ler, içsel görkemin dışarıdaki işaretleridir ve saygıy­la gözlemlenip korunmalıdır. Bu, dünya üzerindeki tüm Müslümanların ortak bir yaşam tarzını paylaş­tıkları ve diğer farklılıkları neler olursa olsun, kendi­lerini diğer insanlardan ayıran bir Müslüman kimli­ğine sahip oldukları anlamına gelir. Yıkanma ya da ibadet etme tarzları, sofra adabı veya kişisel hijyen anlayışları, kendine has özellikleri olan bir ortaklık­larıdır. Çin’deki, Endonezya’daki ve Orta Doğu’nun farklı yerlerindeki Müslümanlar, aynı şekilde ve ay­nı zamanda secde ederler.
Hz. Muhammed’e bu sembolik açıdan saygı duyan Müslümanlar, Hz. Muhammed’in tarihsel kimliğini in­celemekle çok fazla uğraşmayacaklardır. Ama Salman Rüşdi konusu, tüm dünyadaki Müslümanlar için kut­sal olan bir alana saldırı olarak algılanmıştır. Hz. Mu­hammedi ya da dinini aşağılamak, İslam imparatorlu­ğu içinde daima büyük bir suçtu ama bugün Müslü­manları yaralamak konusunda özel bir güce sahiptir, çünkü bu durumda İslam inancı Batılı toplumların elinden zarar görmektedir. On sekizinci yüzyılın başla­rında, İslam imparatorluğu gerilemeye başladı ve bu kez yeni bir hayata yükselmekte özellikle zorlandı. Ge- rileyişi ve düşüşü, Batı’da daha önce benzeri görülme­miş ve bu yüzden savaşılması zor olan bir toplumsal yapının yükselişiyle aynı döneme geldi. Bu sadece bir politik aşağılanma değil, aynı zamanda Müslüman kimliğinin temeline dokunan bir olguydu. Eğer İslam inancı tarihte ilk kez olsa bile artık güçlü değilse, iddi­aları nasıl doğru olabilirdi? O zamana kadar Kuran’da- ki sosyal tanımlamalar gerçekliğini kanıtlamış olsa bi­le, eğer Müslüman toplum ilahi planı uygulamak için elinden geleni yaparken parçalanmaktan kurtulamıyorsa, İslam tarihinde ciddi bir yanlış var demekti.
İslam toplumunun başarısının her Müslüman’ın ruhsal yaşamında merkezi ve yarı kutsal bir öneme sa­hip olduğunu unutmamak gerekir. Bu dönemde olanlar, tıpkı Lyell ve Darvvin’in bilimsel teorileri Hıristiyanlık inancının temellerini sarstığında olduğu gibi, İslam dünyasında bir dinî krize yol açtı. İslam inancının Batı ve laik zaferi karşısında yetersizliği nasıl açıklanabilir- di? Kuran’daki sosyal öğretinin temeli, doğru prensipler üzerine kurulmuş bir toplumun başarısız olamayacağı­nı, çünkü evrensel dengeyle uyum içinde olduğunu söy­lüyordu. Hz. Muhammed’in ve arkasındaki gelenlerin liderliğindeki Müslüman toplumun başarısı, böyle bir toplumun güçlendiğini kanıtlamıştı; dolayısıyla başarısının kutsal bir önemi vardı. Hıristiyanlık inancı, zor zamanlarda en iyi dönemlerini yaşamıştır; İslam inan­cı ise bunun tam aksi bir durumla karşı karşıyaydı.
Bu kitabın başlarında Batı’nın Hz. Muhammed ile il­gili görüşlerini incelerken, dokuzuncu yüzyılda Kur- tûba şehitlerinin öfkesini ve umutsuzluğunu görmüş­tük. Bugün İslam dünyasında birçok kişi benzer bir korkuyla hareketlenen yeni bir İslam formuna yönel­mektedir. Tıpkı Kurtûbalılar gibi, birçok Müslüman ye­ni bir kimlik bulmaya ve aynı anda da kökenlerine dön­meye çalışmaktadır. Son yıllarda görülen sözde funda- mentalist hareketlerde bu görüş çok tekrarlanmıştır. Müslümanlar, Batı’nın dış gücü karşısında kendilerini aşağılanmış ve zayıf kalmış hissetmektedir ama aynı zamanda kaybolmuş gibidirler, çünkü kendi gelenekle­ri Batı kültürünün gücü karşısında eziliyor gibi görün­mektedir. Batı’da dikkatle geliştirdiğimiz laiklik anla­yışı, kendi geleneklerimizden kaynaklanmaktadır; ama İslam ülkelerinde bu yabancı ve tuhaf görünmekte, hat­ta olumsuz olarak algılanmaktadır. Evi ne Doğu ne de Batı olmayan bir İslam dünyasında yetişen yeni bir ku­şak, cevabı İslami kökenlerine dönmekte bulmaktadır. Hacın anlamını vurgularken tıpkı Hz. Muhammed’in dinini kutsal Arabistan geleneklerine dayandırması gi­bi, radikal İslamcılar da kendilerini İslami kökenlerine gömerek güven bulmaya çalışmaktadırlar.
Yeni fundamentalizmin bir diğer başlığı, İslam’ın tarihi akışını olması gerektiği yere çekmek ve Müslü­man toplumu yeniden güçlendirmektir. İran devrimi, sadece geçmişe dönüş çabası değil, aynı zamanda İran’daki saygın değerleri yeniden vurgulama çabasıydı. Pakistan’daki ve İran’daki İslam devleti ideali, Ba­tılılara tuhaf görünen bir umut uyandırmıştı, çünkü insanlar İslam sisteminin bir kez daha etkili ve güçlü bir şekilde kendini göstermesini bekliyorlardı. Ama başa çıkılmaz sorunlarla dolu bir dünyada Tanrı Kelamı’nı insanoğlunun diline dökme çabası sonuçsuz kal­mıştı. Geçmişte Müslümanlar çeşitli krizlerden ve yı­kımlardan - Hz. Muhammed’in ölümü, Moğol saldırı­ları vesaire - doğrulup devam etmeyi başarırken, bu kez işin çok daha zor olduğu görülüyordu ve İslam dünyasında belirgin bir umutsuzluk göze çarpıyordu.
İslam fundamentalizmi bir fenomen olarak çok kar­maşıktır; çok büyük acılardan doğmuştur ve Müslü­manların kendi yazgılarını bir kez daha kendi ellerine alma ihtiyacını yansıtmaktadır. İslam’ın bu yeni radi­kal formlarından bazıları sağlıklı görünmemektedir ama tıpkı Kurtûba şehitlerinin yaptığı gibi bir güven­sizlik ve hayal kırıklığını yansıtmaktadır. Süveyş Krizi sırasında, İslam araştırmacısı Wilfred Cantwell Smith, sağlıklı ve işe yarayan bir İslam yapısının yeniden oluş­turulmasının şart olduğunu, çünkü bunun Müslüman­ların bizim de Batı’da aynı ortak gelenekten geldiği için paylaştığımız türden saygın değerleri ve idealleri geliş­tirmesini sağladığını söylemişti. Süveyş’ten bu yana, Batılılar Orta Doğu’daki insanları kendilerinden daha da uzaklaştırdılar ve liberal laikliği yayılmaya çok me­raklı gibi göstererek güvenilmez hale getirdiler. Biz Ba­tıklar, îslam dünyasına asla tahammül edemedik; İs­lam diniyle ilgili fikirlerimiz kaba, baştan savma oldu ve bugün kendimizin hoşgörülü ve şefkatli olduğumuzu iddia ederken, İslam dünyasındaki acıları ve sorunları aşağılıyoruz. İslam inancı ne kaybolacak ne de zayıfla­yacak; sağlıklı ve güçlü kalması ise daha iyidir. Bunun için çok geç olmamasını ummalıyız.
Yirminci yüzyılın sonlarında Müslüman dünyası çeşitli sorunlarla uğraşıyor ama Wilfred Cantwell Smith’in 1956’da dikkat çektiği gibi, Batı’mn da cid­di bir sorunu var:
Batı uygarlığının ve Hıristiyanlık inancının mo­dern dünyadaki “temel zayıflığı,” gezegeni kendilerinden aşağı değil, kendileriyle eşit halklarla paylaştıkla­rını görmemizi engellemektedir. Batı uygarlığı ente­lektüel, sosyal, politik ve ekonomik, Hıristiyan Kilise­si de teolojik açıdan başka halklara saygıyla davran­mayı öğrenemediği sürece, yirminci yüzyılın gerçekle­ri karşısında yıkılmaktan kurtulamayacaklardır. Bu açılardan ele aldığımız sorunlar, en az İslam dünya­sında eleştirdiklerimiz kadar büyüktür.
Gerçek şu ki İslam ve Batı dünyaları, ortak bir gele­neği paylaşıyorlar. Hz. Muhammed Peygamberin za­manından bu yana Müslümanlar bunun farkındaydı ama Batı bir türlü kabullenemedi. Bugün bazı Müs­lümanlar, kendilerini aşağılayan Kutsal Kitap İnsan­larının kültürlerine karşı dönüyorlar. Hatta yeni nefretlerini İslamlaştırmaya başladılar bile. Salman Rüşdi olayında, İslam ve Batı dünyaları arasındaki çatışmada aziz peygamberleri Hz. Muhammed odak noktası haline geldi. Eğer bugün Müslümanlar Batılı geleneklerimizi ve yapılarımızı daha iyi anlamak zo­rundaysalar, biz Batılılar da kendilerimizi eski ön­yargılarımızdan kurtarmak zorundayız. Belki de bu­nu başlatmak için en doğru nokta, bazen bizim için kabul etmesi zor olan şeyler yapmış olan ama güçlü bir düzen ve din kurarak dehasını kanıtlayan karma­şık, tutkulu bir adamı, Hz. Muhammed’in kendisini anlamaktır; sonuçta unutulmaması gereken bir şey vardır ki Batılı efsanelerin aksine, Hz. Muhammed dinini kılıç gücüne değil, barış ve uzlaşma kavramla­rını vurgulayan “İslam” anlayışına dayandırmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder