12 Eylül 2018 Çarşamba

ÖLÜMSÜZLÜK YOLUNDA (1)
“N’ABER KANKİ”
Sabah Namazını Ertuğrul ile birlikte Kılıç Ali Paşa Camiinde eda ettik. Hani Mimar Sinan’ın Ayasofya’ya nazire yaparcasına “Ayasofya’yı ben yapsaydım, nasıl yapardım” diye cevaplandırdığı eşsiz eserlerinden birisinden bahsediyorum. Hani “Donkişot” nam meşhur eserin yazarı Cervantes’in inşaatında bir taş işçisi olarak çalıştığı camide.
Bugün Arvalap Adasına yolcuyuz. Namaz sonrası Ertuğrul ile yola koyulduk. Ertuğrul’u tanımayanınız yoktur. Herotürk romanlarımın, çizgiromanlarımın kahramanı Ertuğrul’dan bahsediyorum. 15 yaşındaki Türkiyemin ilk ve tek sanal milli çizgiroman kahramanından. 16 yaşındaki Spiderman’in aksine öyle mucizevi hikayesi olan birisi değil, bizden biri. Zaten bizim kahramanlıktan anladığımız “normalsen, üzerine düşen vazifeleri yapıyorsan kahramansın” gibi bir tezimiz var. Kahraman olmak için pelerine de ihtiyacın yok diyoruz. Ki pelerin batının tarihinde seyyar wc dir.
Artık çocuklarımızı batının sanal kültür kahramanlarıyla tek yönlü olarak yetiştirmeyelim noktasındaki iddiam üzerine, çocuklarımız bizim kendi değerlerimizi rol model alsınlar diye Ertuğrul’u okuyucularla tanıştırmıştım 15 yıl önce. Ülkesinde basılan kitapların % 90 ı tercümeyken bizim hayta pek dikkatini çekmedi Türk milletinin. Bir de Herotürk demiştim ki kahramanımıza, aman Allah’ım! “Madem milli, madem Türk neden Hero dedin diye çokta eleştiri almıştım. Hele bir de Fetöden sonra Defacto isimli markanın Hero isimli tişörtleri mevzuu olunca…Heryer, herşey gavurcayla ifade edilir olmuş memleketimde bunları görmezden gelenler bizim cansiparene gayretimize bile saygı göstermediler.Nelerle itham edilmedi ki benim yavrucak?
Lan oğlum 25 milyon öğrencisi olan ülkede kitap okuma alışkanlığı % 3…Bu garabete kafa yorması gerekenler benim Ertuğrul’a pek şans tanımadılar. Kültür ekonomisinden habersizler, kültürel yozlaşmanın farkına varmayanlar ilmin, kültürün, sanatın, edebiyatın…dolayısıyla ahlakın yalnızca okullarda okutulan bir ders olduğunu sanmakla yetindiler.
İki Ertuğrul arası diye betimlemiştim süreci. Ertuğrul Gazi ile başlayıp, “Sizin en hayrlınız insanlara karşı en faydalı olanınızdır” diyeni tek önder ve tek lider olarak benimseyenlerin dünya hakimiyetine giden yolculuğu ile…
Son kertede “banane, sanane, onane” deyip cahillere ve zalimlere karşı susma hakkı kullanan güruhun…Ertuğrul Fırkateyni ile son çırpınışlarını…Ertuğrul Körfezinde, Nusret Mayın Gemisine, Çanakkale’de…Mayınları dizmesi için rota veren pırpır uçağımız Ertuğrul’un havadaki son süzülmelerini…15 yaşındakilerin…Gerçek kahramanların, okul çocuklarının hatıralarını bilemediler Harry Potter’in maceraları karşısında. Markalarla işgal edildiklerinin farkına varmayan bu gönüllü kölelerin sessizliği bozmadı yine de moralimizi, hedeflerimizi.
Arvalap Adasına bu kez Kılıç Ali Paşa Caminin minberinin hemen altındaki dehlizden yol almaya başladık. Yakın zamanda Ertuğrul ile Süperman’in ölümsüzlüğü üzerine bir konuşmamız olmuştu. O da duymuş ki Ölümsüzlük Suyu diye bilinen Ab-ı Hayat Suyu Arvalap Adasında yer almaktaymış. “Fehmi Abi, beni oraya götür” dedi.
Dedim “bu ölümsüzlük arayışları batı kafasının işleri. Her nefs ölümü tadar! Biz buna inanırız. Dünya imtihan dünyası. Takma kafanı böyle şeylere. Hem bir iyiliğe sebep olursan ya da bir kötülüğe, o iyilik ve kötülük devam ettiği sürece ruhun bedenden ayrılsa da amel defterin açık olur ve karşılığını kıyamete kadar alırsın.”
Sonra başladım ona batının bu ölümsüzlük hikayelerinin arka planlarını anlatmaya. İsa nasıl ölümsüz ise kendileri de nasıl ölümsüz olacaklarının arayışına girmişlerdir.
"Longinus’un Mızrağı" ya da "Kutsal Mızrak", çarmıha gerili olan İsa’nın göğsüne saplandığı söylenen mızraktır. İncil’in anlatısına göre; İsa’nın çarmıha gerildiği Cuma gününde Yahudiler, Romalı Vali Plate’den, kendisiyle birlikte çarmıha gerilen hırsızlarla birlikte (çarmıha germe cezası sadece aşağı sınıflardan olanlara ve yüz kızartıcı suç işleyenlere, aşağılayıcı bir ceza olarak uygulanıyordu) cesetlerinin kutsal gün Cumartesi de asılı kalmaması için kaldırmasını istemişlerdi; ancak çarmıha gerilen insanların ölümleri birkaç günü alabiliyordu. Ölümlerini hızlandırmanın bir yolu, kurbanın bacaklarını kırmaktı. Bu şekilde hırsızların ölümleri hızlandırılmıştı. Sıra İsa’ya gelince, onun zaten ölmüş olduğunu gören bir asker (Longinus), bunu arkadaşlarına göstermek için mızrağını İsa’nın göğsüne sapladı. Artık onun bacaklarını kırmaya gerek kalmamıştı.
Bu eylem, Hıristiyanlar tarafından bir kehanetin gerçekleşmesi olarak kabul edilir; çünkü kehanete göre Mesih bıçaklanacak; fakat kemikleri kırılmayacaktı. Bu mızraklama olayı, onun ölümünün ve üç gün sonra da dirilmesinin delili olarak kullanılagelmiştir. Öte yandan İncil’de haber verilen bir kehanetin gerçekleşmesine hizmet ettiği için de Longinus’un mızrağı kutsal ilan edilmiştir.
Günümüzde bu hikayede kullanıldığı varsayılan birçok mızrak mevcuttur. Bunlardan gerçeğe en yakın mızrak olarak kabul edileni Viyana’nın, Avusturya, Hofburg Müzesi’nde muhafaza edilmektedir. Mızrağın ilk defa 4. yüzyılda Hıristiyanlığı ilk kez Roma’nın resmî dini hâline getiren Roma İmparatoru Büyük Konstantin tarafından kullanıldığı kabul edilmektedir. (Bugün kü Hristiyanlık inancı Roma’nın çok tanrılı din anlayışının harmanlanmasından ibarettir. Zeus Tanrı olur, Apollon İsa…Diğer tanrılar Azizlerin yerini alırlar.)
Bu mızrak etrafında oluşturulan efsaneye göre, bu mızrağa sahip olan dünyayı fethetme kudretine de sahip olur. Size karşısındaki düşmanları yaşamı boyunca korkudan tir tir titreten,gözüpek cesur bir savaşçıdan bahsetsem kızıl sakal unvanıyla tanınan bu tarihi şahsiyet kimdir desem, tabii ki Barbaros Hayrettin Paşa akla gelecek, Cezayir fatihi yürekli denizci. Yalnız benim bahsedeceğim kişinin denizle arası pek yok ama yine de yolu tıpkı Hayrettin Paşa gibi, Anadolu’dan geçen biri: Friedrich Barbarossa.
Yaklaşık 820 yıl önce, Selahaddin Eyyubi’nin Haçlıların elinden Kudüs’ü alması üzerine Avrupa’da yeni bir Haçlı seferi düzenlenmesi gündeme gelir. Papa’nın çağrısına ivedilikle cevap veren Kutsal Roma Germen İmparatoru bu sefere katılacak Alman haçlılara komuta edeceğini halka ilan eder. Ancak bu haçlı seferi sırasında müttefikleri İngiliz kralı Richard ve Fransız kralı Philippe August göreceli olarak, daha az tehlikeli olan deniz yolculuğunu tercih ederken Friedrich bilinmezliklerle dolu karayoluyla Kudus’e ulaşmayı planlar. Ve 11 Mayıs 1189 yılında yaklaşık yüzbin kişilik bir orduyla Almanya’dan yola çıkar, Haçlı ordusunun Bizans topraklarında bulunmasından Bizanslılar hoşnutsuzdur ancak bugüne kadar toplanmış en kalabalık Haçlı ordusunun karşısında barışçıl davranmayı tercih ederler. Bizans imparatoru 2. İsakios Friedrich’ten Trakya’dan Anadolu’ya geçişte Çanakkale boğazını kullanmasını rica eder. Barbarossa bu isteği kırmayarak Constantinople yerine Gelibolu’dan Anadoluya geçerek sefere devam eder.
Anadolu Selçuklu hükümdarı 2.Kılıçarslan da bu orduyla savaşmak niyetinde değildi, Alman imparatorluğuyla bu konuda anlaşma sağlar. Ancak haçlı ordusu Konya önlerine geldiğinde işler değişir ve Haçlı ordusu Konya’yı beş gün süreyle zapteder. Bazı kaynaklara göre bunun nedeni 2. Kılıçarslan’ın oğullarının yaşlı babalarının yaptığı bu anlaşmayı tanımak istemememesi ve Haçlılarla savaşma niyetinde olmalarıdır. 5 günlük işgalin ardından Haçlı ordusu Mersin’e doğru yollarına devam ederler.
Alman Haçlı ordusu Silifke civarına geldiği zaman hiç beklenmedik bir olay olur ve İmparator I. Friedrich Barbarossa Göksu Irmağı içinde boğularak ölür. Bunun nedenleri çeşitli şekillerde anlatılmıştır. Bazı tarihçilere göre İmparator yıkanmak için ırmağa atlamış ancak hızlı su akışına karşı koyamayıp boğulmuştu. Bazı tarihçilere göreyse atının sürçmesi sonucunda ırmağa düşmüş ve çok ağır zırh giydiği için yahut başını bir kayaya çarptığı için suya batarak boğulmuştur. Bu olay üzerine ordu dağılmış ve çoğu geri dönmüştür. Barbarossa kendisi suya düşe düşmezden önce elindeki mızrağını düşürmüştür.
Birgün rafting yapmaya yaklaşık 260 km uzunluğundaki Göksu nehrine gitmeye karar verirseniz veya herhangi bir nedenle yolunuz Slifke’den geçerse yeni yapılan duble yolun hemen yanında bu büyük Alman imparatorunun anıtı gözünüze çarpacaktır.
Mızrağın önemli savaşçılar tarafından kullanıldığı kabul edilmektedir, bu savaşçıların arasında Theodosius´un, Roma´yı yağmalayan Alaric´in, 733´de İslam savaşçılarının ilerlemesini durduran Charles Martel´in, Büyük Kral Charlemagne’nin ve Alman Barbarossa’nın. Mızrağın çevresinde oluşan efsane öylesine gelişmiştir ki, ele geçirenin dünyayı fethedeceğine inanılmıştır. Napolyon, Austerlitz Savaşı´nın ardından mızrağın bulunması ve kendisine getirilmesini emretti ama mızrak kent dışına kaçırıldı ve Napolyon´un eline geçmesi yaşamlar pahasına engellendi. Efsaneye göre, elinde taşıdığı bu mızrakla 47 savaş kazandı, ölümünün nedeni bir kaza geçirmesiydi, elinden mızrağını düşürünce atından yuvarlanmış ve ölümcül bir yara almıştı.
Çeşitli kayıtlara göre Tapınakçılar, gizli bilgilere ulaşmayı başarmışlardır.Bu bilgiler, İsa'nın yaşamı Esseniler ile olan bağlantıları ve gnostiklerle ilgilidir.Ayrıca Musa'ya verildiği söylenen tabletlerde bulunmuştur.Bütün bu bulguların yanında – ahit sandığı ve Longinus'un mızrağı da olma ihtimali güçlüdür.
15 Haziran 1098’de Antakya’da Peter Bartholomew adlı bir köylünün kendisine göründüğüne dair iddiasıdır. Haçlı askerlerini heyecanlandıran ve morallerini artıran bu haber, Antakya’daki Haçlıları kuşatan Türk komutan Kürboğa’nın kaybetmesinin temel sebeplerinden biri olarak anlatılmaktadır. Haçlıların 1098’de Antakya’yı kuşatması sırasında Peter Bartholomew adlı bir köylü, Kont Raymond’a ve Piskopos Adhemar’a gelerek Kutsal Mızrağın St. Peter Katedrali’nde gömülü olduğunu St. Andrew’nun kendisine aylardır bildirmekte olduğunu söyledi. Böylece, bu mızrakla ilgili efsanelerin yardımıyla Haçlı askerlerine, bütün Ortadoğu’yu Hıristiyanlaştırma hayallerini besleyen bir motivasyon aşılanmış oldu. I. Haçlı Seferi’nin bu bağlamda en önemli olaylarından biri, Kutsal Mızrağın yüzyıllardır elden ele dolaşan bu mızrağın büyülü bir gücü olduğuna inanılırdı. Söz gelimi İngiltere Kralı Arthur, “Kutsal Mızrak” adıyla bilinen bu büyülü mızrak sayesinde bir çok zaferler kazanmıştı. Kelt gelenekleri kutsal mızrak efsaneleri ile doluydu. İşte, Adolf Hitler de her gün bu mızrağın karşısında saatlerce durarak hayaller kurardı. Kendisinin de, geçmişteki krallar ve imparatorlar gibi, bu mızrağa sahip olunduğunda büyük zaferler kazanacağına ve daha da önemlisi, milyonlarca insanı egemenliği altına alacağına inanıyordu. 1938 yılında Hitler'in Viyana’yı işgal etmesindeki en büyük amaçlarından biri Habsburg hanedanına ait görkemli hazineyi ve en önemlisi de hazinenin içindeki Kutsal Mızrak’ı ele geçirmekti.
Hitler, bu mızrağı ele geçirmek uğruna Avusturya’yı işgal etti. 1796’da Nuremberg’te mızrağın da yer aldığı Roma İmparatorluğu hazineleri, güvenlik nedeniyle Viyana’ya gönderildi. İşgalden sonra Hitler’in eline geçti ve müttefiklerin saldırısına kadar altı yıl süreyle Almanya’da St. Catherine Kilisesi’nde tutuldu. 3. Ordu Komutanı General Patton ve müttefiklerle beraber 30 Nisan 1945’te Berlin’i ele geçirdiğinde mızrağı arattı ve buldu. Yapılan testlerden sonra mızrak, Viyana’ya yollandı. O tarihten bu yana Schatzkammer (İmparatorluk Hazinesi) ile beraber tutuluyor. En son 2003 yılında yapılan testlerde mızrağın M.S. 7. yüzyıla ait olduğu, ucunda yer alan çivi şeklindeki uzun parçanın da (İsa’nın gerildiği çarmıhtan alındığı düşünülen Roma Çivisi) M.S 1. yüzyıldan kalma olduğu anlaşıldı. Rivayete göre mızrağın el değiştirdiği gün Hitler’in intihar ederek kendini öldürdüğü gündür.
Mızrağın gücünün ardında ne var? Gücü gerçek mi? Sıradan bir eşyanın ötesine geçen bir enerjiyi gerçekten harekete geçiriyor mu? Savaşın güçlü ismi Amerikalı General George S. Patton böyle düşünüyor; savaşın ardından mızrağın kendisini büyülediğini söylemiş ve tarihsel araştırmalar yapmıştı. Ama hala kesin olarak ele geçirilmiş bir ipucu yok. Acaba mızrağın bir tür mistik gücü mü var? İncil ona özel bir yer vermiyor; göründüğü kadarıyla sadece bir Romalı´nın silahı. Belki de daha önemlisi, kuşkucuların dikkat çektikleri konu yani III. Reich´ın yıkılışıdır. Hitler´in mızrağı yitirmesinden önce, mızrağın gücü sahibinin kafasında çoktan yok olmuş, tükenmişti. Hitler, artık Kutsal Mızrağa inanmıyordu.
Üçüncü Reich’in gizli tarihine merak duyanların özel ilgi alanlarından biri de, Hitler’in “Spear of Destiny”e (Kader Mızrağı) olan düşkünlüğüdür. Longinus’un mızrağı olarak da bilinen bu silah, Avusturya İmparatorluk Müzesinde bulunmaktadır ve iddialara göre çarmıhtaki İsa’nın böğrünü deşen mızrak budur.
1913 yılında Adolf Hitler, Viyana sokaklarında suluboya resimler satarak geçimini sağlarken, soğuktan donmamak için sık sık Hofburg müzesine giderdi. Müzedeki onca değerli eşya arasında bir tanesi vardı ki bu çok dikkatini çekiyordu. Bu, Hz.İsa'nın çarmıha gerildiği sırada bir Romalı askerin ona sapladığı öne sürülen bir mızraktı. Mızrağa sahip olanın dünyaya da egemenlik kurmaya başlayacağına inanılmaktadır, nitekim Hitler 1938 yılında Viyana'ya girip mızrağı ele geçirdikten 1 yıl sonra Polonya'yı işgal etmiştir ve 1945 yılında intihar ettikten sonra mızrak Amerikanın eline geçmiştir ve bu olayı takiben birkaç ay sonra Amerika atom bombasını keşfetmiştir.
Bu mızrağı tüm Avusturyalı Kutsal Roma İmparatorları yanlarında savaşa götürmüşlerdir. Walter Stein, Hitler’in bu silah tarafından adeta büyülendiğini ve Longinus’un mızrağına sahip olunca Nazilerin dünya egemenliğinin ve Hıristiyanlık üzerindeki zaferlerinin kesinleşeceğine inandığını yazmaktadır. Bu silahın Hitler için ne denli önem taşıdığı belli değildir, çünkü sonunda mızrak Nazilerce ele geçirildiğinde Hitler, en azından herkesin arasındayken hiçbir ilgi ve sevinç göstermez.
Nazilerin kayıp kutsal eşyalara, özellikle Hıristiyanlığa ait olanlara, özel ilgi besledikleri bilinmektedir. Edilgenlik, eşitliğe inanç gibi Batı uygarlığını yozlaştırdıklarına inandıkları tüm değerlerin yabancı ve Doğulu bir din olan Hıristiyanlıkça Ari ırka zorla yutturulduğunu düşünen Nazilerin, Hıristiyanlık karşıtı bu güdüleri göz önüne alınınca, Hıristiyanlığın kutsal eşyaları için bu ilgileri oldukça şaşırtıcı duruma gelir.
1923 yılında Hitler misyonu için hazırlanırken, Almanya’da başka bir önemli olay daha oluyordu. Thule örgütünün anahtar üyeleri, Aleister Crowley’in Locası“Astrum Argentinum” (İlluminati’nin Gümüş Yıldızı Tarikatı) ile birlikte“Phisummum” denilen ortak bir gizli projeyi yürürlüğe sokmuşlardı. Bu proje ve gizli tarikatın bütün amacı “Zaman Yolculuğu”nu gerçekleştirmek idi. Bu projeyi yürüten gizli örgüt,Thule’nin içindeki çekirdek kadronun oluşturduğu, “Kara Güneş Tarikatı” idi. Bu arada şunu da belirtmeden geçmeyeyim, gerek Thule, gerekse Vril örgütü, bugün hem Almanya’da hem de dünyada mevcuttur ve faaliyetlerine devam etmektedir.
“Phisummum” projesinde, “Kara Güneş Tarikatı”, “Kutsal Kase”yi (Graal) geçmiş yüzyıllardan günümüze getirerek, “Deccal”in yardımcılarının eline bir güç olarak vermeyi düşünmüştü. Bu majikal işleme, Aleister Crowley ve diğer büyücüler de katılmıştı. Bu büyücülerden bazıları yüksek rütbeli Nazi’lerdi.
Bu işlem sırasında “Longinus’un Mızrağı”, majikal güç kaynağı olarak kullanılmış ve sex majisi de uygulanmıştı. Sonuçlarını “Kara Güneş” örgütünün kontrol ettiği bu majikal işlemler sonunda, zamanda küçük fakat çarpık bir pencere açılmıştı.
Mızrağın asıl kerametine gelince…Mızrak ile döşü yarılan İsa’nın kanı akmıştı. Çarmıhtaki İsa’nın akan kanını Romalı asker bir kadehe doldurur ve içer. Bu batı için normal bir durumdur. Batı tarihi bu tür vahşiliklerle doludur. Hatta yakın zamanda Amerikan seçimlerinde bir Pizzagate skandalı patladı ki akıllara seza. İddia o ki 8-10 yaşındaki çocuklar bir ayin odasında başları gövdelerinden alınır, kanlar içindeki ölü bedenlerine tecavüz edilir.
Romalı askerin kullandığı kadeh güya İsa’nın son akşam yemeğinde kullandığı kadehtir. Sonrası malum. İsa’nın dirilmesi olayı. İşte bu olaydan yola çıkarak Kutsal diye adlandırılan kadehin peşinden koşmaya başlar batının tarihi. Tapınakçılar, masonlar filan derken…Dert ölümsüzlüğü elde etmektir.
Gelelim Ab-ı Hayat suyuna…
İnsan her zaman uzun yaşamak, hatta hiç ölmemek ister. Ölümsüzlük suyunu arayan kahramanların serüveni, en eski efsanelerde geçer. Hazreti Hızır'ın bu sudan içtiği söylenir. Abı hayat nedir? Nerededir? Hazret-i Hızır hâlâ hayatta mıdır? Âb-ı Hayat, Farsça hayat suyu demektir. İçenin ölümsüzlük kazanacağına inanılan sudur. Saf ve berrak su için de kullanılır. İnce ve derin mânâlı söz için de kullanılır. Bir şeyin kıymetini ifâde etmek için de kullanılır. Âb-ı Hızır, Âb-ı Zindegânî, Âb-ı Bekâ, Aynü'l-Hayât, Nehrü'l-Hayât da denir. Ölümsüzlük, acaba insana uygun bir vasıf mı? Ölümsüzlük suyundan içen birinin, sevdiklerini hep kaybedince, büyük bir bedbahtlığa düştüğü hikâye edilir.
Kur'an-ı Kerîm'de Hazret-i Musa ile Hızır aleyhimesselâm kıssası anlatılırken âb-ı hayata bir ima vardır (Kehf, 60-82). Hazret-i Musa ve genç arkadaşı Yûşâ, çalışarak elde edilemeyen, ancak Allah tarafından ihsan edilen ledünnî ilme sahip Hızır'ı aramak üzere Mecma'ül-Bahreyn'e, yani iki denizin birleştiği yere doğru yola çıkarlar. Yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu balığın canlanıp denize atlaması üzerine buluşma yerine geldiklerini anlarlar. Su, hadis-i şerifte bildirildiğine göre, balığa değip canlandırmıştır. Hazret-i Musa, bu hâdisenin olduğu yerde Hızır ile buluşup fevkalâde şeylere şahit olacağı gezintiye çıkar. Buhârî, "Mecmaü'l-Bahreyn'den maksat hayat pınarıdır" der. Burasının İstanbul olduğunu söyleyen, Boğaz'daki Yuşa Tepesi'ni de delil gösteren rivayetler de vardır.
Bu sudan içen kimsenin uzun yaşayacağı veya ölümsüzlüğü elde edeceğine inanılır. Tefsirlerdeki rivayete göre, İskender-i Zülkarneyn, "Karanlıklar Ülkesi"nde bununan hayat suyunu işitip aramaya karar verir. Hızır diye anılan halazadesi Elyesa'nın refakatinde ordusu ile yola çıkar. Yolda fırtına yüzünden ordudan ayrı düşerler. Karanlıklar ülkesine gelince Zülkarneyn sağa, Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar. Günlerce yol aldıktan sonra, Hızır ilâhî bir ses duyar ve bir nur görür. Orada âb-ı hayâtı bulur. Bu sudan içer ve yıkanır. Böylece hem sonsuz bir hayata kavuşur ve hem de fevkalâde güçler kazanır. Sonra Zülkarneyn'le karşılaşır. O da, âb-ı hayâtı ararsa da bulamaz ve bir müddet sonra vefat eder. Halk edebiyatındaki İskendernâmeler bu mevzuya dair tafsilatla doludur.
Bir başka efsanede, İskender, âlimlerden âb-ı hayatı öğrenir. Onu aramak üzere ordusuyla yola çıkar. Askerlerini kaybeder. Yalnızca aşçısı kalır. Aşçı elindeki tuzlu balığı yıkamak üzere bir çeşmenin yanına gider; balığı yıkayınca canlanır. Aşçı da vaziyeti anlayıp sudan içer. Başına gelenleri İskender'e anlatır. iskender, tarif edilen çeşmeyi bulamaz. Aşçıya kızıp, öldürmeye çalışır. Öldüremeyince de boynuna taş bağlayıp suya atar. Aşçı bir deniz cinnine dönüşür. Kur'an-ı kerimde Zülkarneyn'in bir sudan geçerken askerlerine "Kim bu sudan içerse benden değildir!" dediği anlatılır. Burada acaba âb-ı hayata işaret mi vardır? Ölümsüz insan var mı?
Halk arasında Hızır ile İlyas adında iki aziz zâtın, âb-ı hayat içerek ölümsüzlük kazandığına inanılır. İlki karadakilerin, ikincisi denizdekilerin kurtarıcısıdır. Zaman zaman ehil kimselere gözükürler. İnsanlar bu iki zâtı görmeyi büyük bir lutf sayar. Mayıs'ın 6'sında buluşup, mantar közleyip yerler. Bu güne Hızırilyas denir. Bütün bu halk inanışları bir yana, Kur'an-ı kerîm, Hazret-i Peygamber'den önce kimsenin ölümsüz kılınmadığını söyler (Enbiyâ suresi, 34). Hazret-i Peygamber de vefatlarından bir ay evvel, "Şu anda yeryüzünde bulunanların hiçbiri yüz sene sonra hayatta kalmaz" buyurmuştur. Bu sebeple İmam Rabbânî gibi âlimler, Hızır ve İlyas aleyhisselâmın vefat ettiğini; ancak ruhlarının bedene girerek insanlara yardım ettiğini söyler. Hızır'ın hayatta olduğunu söyleyenlerden bazıları, "Hazret-i Peygamber, öyle buyurduğunda, Hızır yeryüzünde değil, su yüzünde idi" der. Muhyiddin Arabî'nin hârikulâde sözleri, hep Hızır'dan öğrendiği söylenir. Tefsirlerde, Hızır ve İlyas, Benî İsrâil'den iki peygamber olsa gerektir, diyor.
Âb-ı hayatın tasavvufî manaları da vardır. Allahü teâlânın Hayy (hayat verme) isminin tecellisine delâlet eder. Hayy isminin sırrına erenler, âb-ı hayât içmiş olurlar. İmam Rabbânî der ki: Evliyânın bâtınları, kalbleri âb-ı hayâttır. Bir katre (bir damla) tadan, ölümsüz hayâtı bulmuş ve sonsuz seâdete, mutluluğa kavuşmuş olur. Mevlânâ, Divan-ı Kebîr'inde üstadı Şems'i âb-ı hayata benzetir. "Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalır derler/Meğer Hızır, İlyas ola âb-ı hayât içmiş gibi" mısraları bu hakikata işaret eder. Son devir âşıkları, "Zemin, ne kadar zulmet (karanlık) içinde oldu!" diye şikâyet etmiş; sonra da "Lâkin âb-ı hayât zulûmâtta (karanlıklarda) bulunur" diye teselli olmuşlardır. Nitekim zahmet etmeden, rahmete kavuşulamaz. Zeyneb Hanım adında bir hanım Osmanlı şairi de der ki: Âb-ı hayât olmayıcak kısmet ey gönül/ Bin yıl gerekse Hızır ile Seyr-i Skender et! [Ey gönül, nasib değilse eğer, kavuşamazsın sen âb-ı hayata/Hızır ile İskender'in dolaştığı yerleri bin yıl dolaşsan da!]
Sümerlerin Gılgamış Destanı, âb-ı hayat üzerinedir. ME 2700'lerde yaşamış Kral Gılgamış, Tufan'dan kurtulan ve hikâyesi Hazret-i Nuh'a benzeyen ölümsüz tek insan Utnapişim'i bulmak için yola düşer. Çok zahmetler çektikten sonra bulur. Utnapişim, uzakta, nehirler ağzında, denizin dibindeki bir bitkinin adını verir. Gılgamış o yeri bulur; buz gibi suya dalar; bitkiyi koparır; ama biltinin güzel kokusunu alan bir yılan otu kapıp kaçar. Gılgamış "Ben onu memleketimin yaşlılarına götürecektim" diyerek ağlar. Memleketine eli boş döner.
Evliya Çelebi'ye bakarsanız, âb-ı hayat Anadolu'dadır. İskender, bu suyu bulduğu yere cennet suyu manasına Çabakçur demiş ve buraya bir kale inşa ettirmiştir. Bir avcı, vurduğu kekliğin bu suya düşünce canlandığını görür; ama sırrı ifşa edince, su bin parçaya bölünür. İşte Bingöl hikâyesi.
1513'te Florida'ya çıkan İspanyol kâşif ve Porto Rico valisi Juan Honce de Leon, yerlilerden işittiği bir efsanenin ardına düşer ve içenlerin gençleştiği Gençlik Çeşmesi'ni bulur. Burası şimdi bir millî park ve kaplıcadır.
***
Ertuğrul ile Arvalap Adası yolculuğuna gelince…
Hadi onu da başka bir zaman anlatayım.
Manyak bir macera sizi bekliyor olacak.
FEHMİ DEMİRBAĞ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder