TEK ÖNDER VE TEK LİDERİMİZ
"EFENDİMİZ"
BİZ BU DÜNYAYI ÇOCUKLARIMIZDAN ÖDÜNÇ ALDIK!
“Şüphesiz, yaratıkların Allah katında en
çok sevileni, genç ve yakışıklı-güzel olmasına rağmen, Allah yolundan çıkmayan
ve (bu nimeti) Allah yolunda ona itaat etmek için kullanan kimsedir. İşte o
gençle Allah, meleklerine iftihar ederek şöyle buyurur: işte budur benim gerçek
kulum.”
“Sizlere gençler hakkında iyiliği
tavsiye ediyorum. Çünkü onların kalbi daha ince ve yumuşaktır. Allah beni
(kullarına) müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdi. Gençler (sözümü kabul
edip) benimle ahitleştiler. Fakat yaşlılar (sözümü reddederek) benimle
muhalefete kalkıştılar”
“Gençliğinde
Allah’a kulluk yapan bir gencin, yaşlandıktan sonra kulluk yapan bir yaşlıya
olan üstünlüğü, peygamberlerin diğer insanlara olan üstülüğü gibidir.”
Bütün bu sözler efendimiz’e ait.
Gençlik ve gençliğe verilen önem konusunda konusunda tartışmasız tarihin işaret
ettiği tek önderdir.
Hz. Peygamber, tüm insanlık âleminin
"rahmet peygamberi"dir.
Hz. Peygamber'in, peygamberlik dışındaki
insani yönünün en çok dikkat çekici örneklerini, çocuklarla olan ilişkilerinde
bulabilmekteyiz. Çünkü O, sıradan bir insandan öte, âdeta "çocuklarla
çocuklaşabilen", bunu başarabilen ve diğer insanlara da
tavsiye eden müstesna bir şahsiyettir. O'nun çocuklara yaklaşımındaki bu
farklılık bile, başlı başına incelenmesi gereken bir özellik arz etmektedir.
Öte yandan, Hz. Peygamber, bugün çocuk psikolojisi üzerine çalışan insanların
tespit edip ortaya koyduğu pek çok gerçeğe, o dönemde dikkat çeken büyük bir
eğitimcidir. İşte bu özellikleriyle O, her yönüyle incelenmesi gereken
güzelliklerle dolu hayatında, çocuklar için müstesna bir yer ayırmış bir baba, bir dede ve
çağındaki tüm çocukların sevgisini kazanmış bir çocuk
eğitimcisidir.
Bilindiği üzere, Hz. Muhammed (sav), Kur'ân-ı
Kerim'de "âlemlere rahmet" olarak tanıtılmaktadır.
O, komutanların, idarecilerin, amirlerin ve
aile reislerinin olduğu kadar, ordudaki askerin, yönetilen halkın ve toplumun
en küçük yapı taşını oluşturan aile fertlerinin de peygamberidir. Nihayet O,
Allah tarafından insanlara hizmet için yaratılan hayvanların, toplumun alt
tabakasına mensup fakirlerin, dul ve yetimlerin, kimsesizlerin ve çocukların da
"rahmet" vesilesidir. Zira insanlar, hayvanlara eziyet etmeyi,
yoksulları hor görmeyi, yetimlerin malına el uzatmayı ve çocuklarını öldürmeyi,
O'nun sayesinde terk etti.
İslam ki Müslümanlara bütün varlıklara saygı
duymayı, onların hayat hakkına ilişmemeyi öğretmektedir. Çünkü her Müslüman,
"Yedi kat gök, yeryüzü ve bunlarda bulunan varlıklar Allah'ı tesbih
ederler. Onu övgüyle tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur " inancını
taşır.
Bizler kurulu bir dünyaya doğmakta, fakat
sosyal hayatın ürettiği bir bilinçle doğal çevremizle ilişki içine girmekteyiz.
Çocukluktan itibaren gerek ailemiz ve gerekse yakın sosyal çevremizden
aldığımız düşünce ve davranış tarzıyla tabii çevremize yaklaşırız. Dolayısıyla
sosyal çevremizin görmediği veya görmezden geldiği pek çok şeyi biz de
görmeyiz. Çevremizde farkına varmamız ve korumamız gereken bir çok şey olmasına
karşın, çoğunlukla bunların farkında bile olmayız. Çünkü bunları ya biz
kurmamışızdır, ya da her gün göre göre alışkanlık kazanmışızdır. Her an
teneffüs ettiğimiz havanın, ışık ve ısısına muhtaç olduğumuz güneşin, havamıza
oksijen üreten ve bize psikolojik bir haz veren yeşilin, içimizi açan berrak
mavi gökyüzünün, zümrüt yeşili rengiyle insanları kendine çeken denizin
varlığını ancak bunlar olmadığı zaman, ya da kullanılamaz hale geldiğinde fark
ederiz. Fark ederiz de insan için ne büyük bir değer olduklarını o zaman
anlarız.
Bu tabii düzen, Yüce Allah tarafından
yaratılmış ve bize bahşedilmiştir. Bu, Allah'ın insafna verdiği değerin bariz
bir göstergesidir. Kur'ân-ı Kerîm yeryüzü ve gökyüzündeki canlı cansız bütün
varlıkların belli bir ölçü ve dengeye göre yaratıldığını beyan ederken ,
insanın tabiattan faydalanma esnasında bu ölçü ve dengeyi bozmaması gerektiğine
de dikkat çekmektedir. Ölçülü ve dengeli
biçimde tabiatla ilişki içine girmek, insan türünün mümkün olan en uzun sürede
tabiattan faydalanması sonucunu doğuracaktır. Bir Kızılderili kabile reisinin
söylediği gibi “biz bu dünyayı atalarımızdan bir miras değil, çocuklarımızdan
ödünç aldık.”
İslam'ın, dini alan kabul edilen sadece inanç
ve ibadet konularında bizlere bir takım görevler yükleyip de hayatın diğer
alanlarını boş bıraktığı düşünülmemelidir. İslam insan hayatının her yönüyle
ilgili emirler, tavsiyeler ve uyarılar yapmaktadır. Dolayısıyla üzerinde
durduğumuz bu konuyla ilgili bir takım emir, tavsiye ve uyarılarda da
bulunmaktadır.
İslam Müslümanlara bütün varlıklara saygı
duymayı, onların hayat hakkına ilişmemeyi öğretmektedir. Çünkü her Müslüman,
"Yedi kat gök, yeryüzü ve bunlarda bulunan varlıklar Allah'ı tesbih
ederler. Onu övgüyle tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur" inancını
taşır. Kur'ân-ı Kerim'in israfı haram, savurganlığı şeytanın kardeşliği sayan
beyanları ile Peygamber Efendimiz'in akarsu dahi olsa abdest alırken
israf edilmemesi gerektiğine dair uyarıları da Müslümanlarda çevre
şuuru oluşturmada önemli bir temel olacaktır.
Müslüman bir insan kendisinin Allah'ın
isimlerine mahzar olduğuna, bu isimlerin kendisinde tecelli ettiğine inanır.
Allah'ın isimlerinden birisi "Kuddüs" ismidir.
Kuddüs, mukaddes, temiz, pak olan demektir. Bu ismin bir tecellisi olarak Yüce
Rabbimiz yeryüzünde sürekli olarak meydana gelen tabii kirlenmeleri, kurmuş
olduğu ekolojik sistemle sürekli olarak temizlemektedir. Bu noktada Müslüman
"Kuddüs" isminin bir yansıması olarak kendisini ve çevresini temiz
tutması gerektiği inancıyla hareket eder ve üzerine düşeni yapar.
Kur'ân-ı Kerîm Allah'ın yeryüzünü imar
görevini insana yüklediğini beyan eder. Bir ayette "Sizi
yeryüzünde yaratıp, orayı imar etmenizi dileyen Allah'tır" buyrulmaktadır. İslam alimleri yukarıda zikrettiğimiz âyete
dayanarak, meskenlerin yapılması, su kanallarının açılması, ağaçlandırma
çalışmaları gibi imar işlerinin topluma farz olduğunu söylemişlerdir. İnsan
tabii veya dinî bir görev olarak elbette ki yeryüzünü imar edecektir. Ama bunu,
tabiatı tahrip etmeden yapmalıdır. Müslüman ahlakı bunu gerektirir.
Hz. Peygamber de bu konuda Müslümanlara örnek
olmuştur. Allah'ın bu emrini çok iyi bilen Peygamber Efendimiz Medine'de imar
faaliyetlerine katılarak yaşadıkları şehrin mamur hale gelmesi için
çalışmıştır. Ayrıca Mekke'nin yanında Medine ve Taif bölgelerini de harem alanı
ilan ederek oralarda ağaç kesmeyi ve avlanmayı yasaklamıştır. Adiy b. Zeyd (ra)
Hz. Peygamber'in Medine'nin her yönden yaklaşık 30 km bir alanı (yaklaşık 1000
kilometrekare) koruluk (harem)bölgesi ilan ettiğini ve ağaçların kesilmesini,
dallarının kırılmasını yasakladığını rivayet etmektedir. Yine Hz. Peygamber gölgesinde yolcuların,
hayvanların gölgelendiği çöl bitkisi “sidr” ağacını kesmeyi yasaklamış ve
kesene beddua etmiştir.
Kur'ân-ı Kerim yeryüzü ve gökyüzündeki canlı
cansız bütün varlıkların belli bir ölçü ve dengeye göre yaratıldığını beyan
ederken, insanın tabiattan faydalanma esnasında bu ölçü ve dengeyi bozmaması
gerektiğine de dikkat çekmektedir.
Ayrıca Efendimiz yaşadıkları şehrin temiz
tutulması yönünde emir ve tavsiyelerde bulunmuş, bitki ve hayvanların
korunmasına özen göstermiştir. Bu noktada Peygamber Efendimiz'in mescidin
temizlenip güzel koku ile kokulanmasına , avluların temiz tutulmasına , durgun
sulara idrar yapılmamasına , içme sularının yakın çevresine çöp dökülmemesine
dair emirleri ile susuzluktan ağzı kurumuş, dili sarkmış bir köpeğe kuyudan
ayakkabısıyla su çıkarıp susuzluğunu gideren adamın cennetlik olduğuna ,
kedisini eve hapsedip açlıktan öldüren yaşlı kadının da cehennemlik olduğuna dair haberleri de hatırlanmalıdır.
Bu örnekler
göstermektedir ki Yüce Peygamberimiz her konuda olduğu gibi çevreyi koruma,
temiz tutma hususunda da ümmetine hep örnek oluyordu. Ayrıca Efendimiz'in ağaç
dikmeye teşvik eden; "Kıyamet kopmaya yakınken elinizde bir
ağaç fidanı var ve onu dikmeye vakit bulabilirseniz onu dikin" , "Kim
bir ağaç dikerse onun için ağaçtan hasıl olan ürün kadar Allah sevap
yazar.", "Her kim boş, kuru ve çorak bir araziyi ihya
ederse bu amelinden dolayı Allah tarafından mükafatlandırılır. Herhangi bir
canlı ondan faydalandıkça orayı ihya edene sadaka yazılır", "Müslümanlardan
bir kimse bir ağaç dikerse o ağaçtan yenen mahsul mutlaka onun için sadakadır.
Yine o ağaçtan çalınan meyve de onun için sadakadır. Vahşi hayvanların yediği
de sadakadır. Kuşların yediği de sadakadır. Herkesin ondan yiyip eksilttiği
mahsul de onu dikene ait bir sadakadır", hadis-i şerifleri bu
duyarlılığın ve çevre bilinci oluşturmaya teşvikin tam bir göstergesidir.
Kur'ân-ı
Kerîm Allah'ın yeryüzünü imar görevini insana yüklediğini beyan eder. Bir
ayette "Sizi yeryüzünde yaratıp, orayı imar etmenizi dileyen
Allah'tır" buyrulmaktadır.
Bizi de, kainatı da bir yaradanın olduğu muhakkak. Peki
yaratıcıyı nerden bilip tanıyacağız? Tarih boyunca insanlık bu konuda mevlasını
arayıp durmuştur. Biz Müslümanların bu soruya cevabı Kuran isimli kitap ile
olmuştur. Biz Kuranla Allah'ı bilmiş, bildikçe de sever olmuşuzdur. Kuranı yani
rabbin kendisini onun mesajını bize getiren elçisini de...Yani bizden biri olan
o insanı da çok sevmişizdir. Anamızdan, babamızdan, hayatımızdan üstün
tutmuşuzdur. Bu konuda da şehadetimiz vardır. Deriz ki "Allah birdir.
Ondan başka ilah yoktur. Onun kulu ve resulu olan Muhammed’e de şehadet
ederim."
Kuran’ın ve Kuran’ı bize getiren elçisinin yolunda gittikçe insanlık huzuru bulmuştur. İnsanlığını bulmuştur. Kuran’ın ve Peygamberin yolundan uzaklaştıkça da yeryüzü insanlığın zulmünden nasibini almıştır.
İşte bizim Allah ve Resulu denklemimizi bilen şer güçler bu hususta ki akaidimizi bozmak için var güçleriyle asırlardır çalışıp durmaktalar.
Rabbimizden uzaklaşmamız için Kuran’ı Müslümanın hayatından uzak tutmaya gayret etmişlerdir. Onu adeta ölüler için indirilmiş bir kitap formatına indirgemişlerdir. Haşa bir cenaze ritüel kitabıdır Kuran’ımız.
Efendimize gelince...Bizim başka efendiler edinmemiz için bir gayretkeşlik içindedirler. Onun sünnetlerini silip atmanın telaşına düşmüşlerdir. Hem de bunu Müslüman görünümlü dinbazlar vasıtasıyla yapmaya çalışmaktadırlar.
Kuran’ı ve peygamberi olmayan ama adı İslam olan bir dinle tanıştırmaya çalışmaktadırlar Müslümanları.
Adeta Hristiyanlar gibi yaşayan Müslüman kalıbına sokmaya çalışıyorlar herbir bireyimizi.
Asla!
Razı olmayız!
Ki dinini koruyacağına ahdetmiş bir Rabbimiz var. Mesele imanını yitirmeyen Müslüman kavramını ihdas etmemiz lazım. Özellikle çocuklarımız ve gençlerimiz üzerinden bizleri cahil bırakarak yok etmenin hesabı içindeler.
Namazımız, orucumuz, haccımız adeta yapılan kültürel işgal neticesinde folklorik bir motif mesabesinde.
Ancak...
Efendimizi anıyoruz adı altında doğum günleri şartanlığına düşmeyelim.O işin arkasında da modernizmin tuzaklarından biri olan doğum günü kavramını normalleştirme işlemi yapılmaktadır.
Ki gençlerimiz özellikle şehirlerde yaşayanlarımız kanıksanan doğum günü kutlama etkinliklerinde olmadık şirretlerin tuzağına çekilmektedirler.
Hasılı...
Bizi ve kainatı yaradan yüce yaratıcımızın Kuran’ın belirttiği Allah olduğunu biliyoruz. Buna iman ettik. Ayrıca inandık ki Kuran’ı nasıl anlayacağımızı ve yaşayacağımızı bize gösteren tek önderimiz, tek liderimiz, rol modelimiz efendimiz Hz. Muhammed'tir.
Bizim kalbimizi başka şeyler dolduramaz.
Kuran’ın ve Kuran’ı bize getiren elçisinin yolunda gittikçe insanlık huzuru bulmuştur. İnsanlığını bulmuştur. Kuran’ın ve Peygamberin yolundan uzaklaştıkça da yeryüzü insanlığın zulmünden nasibini almıştır.
İşte bizim Allah ve Resulu denklemimizi bilen şer güçler bu hususta ki akaidimizi bozmak için var güçleriyle asırlardır çalışıp durmaktalar.
Rabbimizden uzaklaşmamız için Kuran’ı Müslümanın hayatından uzak tutmaya gayret etmişlerdir. Onu adeta ölüler için indirilmiş bir kitap formatına indirgemişlerdir. Haşa bir cenaze ritüel kitabıdır Kuran’ımız.
Efendimize gelince...Bizim başka efendiler edinmemiz için bir gayretkeşlik içindedirler. Onun sünnetlerini silip atmanın telaşına düşmüşlerdir. Hem de bunu Müslüman görünümlü dinbazlar vasıtasıyla yapmaya çalışmaktadırlar.
Kuran’ı ve peygamberi olmayan ama adı İslam olan bir dinle tanıştırmaya çalışmaktadırlar Müslümanları.
Adeta Hristiyanlar gibi yaşayan Müslüman kalıbına sokmaya çalışıyorlar herbir bireyimizi.
Asla!
Razı olmayız!
Ki dinini koruyacağına ahdetmiş bir Rabbimiz var. Mesele imanını yitirmeyen Müslüman kavramını ihdas etmemiz lazım. Özellikle çocuklarımız ve gençlerimiz üzerinden bizleri cahil bırakarak yok etmenin hesabı içindeler.
Namazımız, orucumuz, haccımız adeta yapılan kültürel işgal neticesinde folklorik bir motif mesabesinde.
Ancak...
Efendimizi anıyoruz adı altında doğum günleri şartanlığına düşmeyelim.O işin arkasında da modernizmin tuzaklarından biri olan doğum günü kavramını normalleştirme işlemi yapılmaktadır.
Ki gençlerimiz özellikle şehirlerde yaşayanlarımız kanıksanan doğum günü kutlama etkinliklerinde olmadık şirretlerin tuzağına çekilmektedirler.
Hasılı...
Bizi ve kainatı yaradan yüce yaratıcımızın Kuran’ın belirttiği Allah olduğunu biliyoruz. Buna iman ettik. Ayrıca inandık ki Kuran’ı nasıl anlayacağımızı ve yaşayacağımızı bize gösteren tek önderimiz, tek liderimiz, rol modelimiz efendimiz Hz. Muhammed'tir.
Bizim kalbimizi başka şeyler dolduramaz.
O kadar!
CAHİLİYE DÖNEMİ
“Bir ümit, bir ışık, bir kurtuluş bir mucize yok mu?” diye yakarmaktaydı insanlık.
Arabistan çöllerinde kabileler halinde ve göçebe olarak yaşayan bir millet, kabile reislerinin baskısı altında insanlıktan uzak, hak ve hukukun tanınmadığı, köleliğin hüküm sürdüğü, acımasız bir zulüm ülkesi haline gelmiş, kurtarıcısını bekleyen bir garip mekândı Mekke.
Zulüm, sefalet ve cehaletin karanlığı içinde kıvranan, yalnız Araplar ve Arabistan değil, bütün dünya üzerinde manevi ve ruhî sıkıntılar içinde bunalmış olan insanlık artık bir kurtarıcı beklemekteydi.
Okuma - yazma bilenlerin sayısının son derece azlığı ile birlikte, kırpıntı misali cömertlik ve konukseverlik, sözde durma, düşmanları bile olsa kendilerine sığınanları himaye etmenin yanında cesaret gibi bazı iyi hasletler de umut vaat ediyordu insanlık için. Fakat aynı zamanda “Soygunculuk, faizcilik, zenginleri üstün, fakirleri hor görme, içki ve kumar düşkünlüğü, kabilecilik taraftarlığı ile kan dökme gibi son derece çirkin uygulamaların hüküm sürdüğü bir sistem. İçkinin, kumarın, faizin ve zinanın toplumun bütün zerrelerine kadar nüfuz etmiş olduğu bir buhran dönemi!
En kötüsü de köleliğin, en acımasız kurallarını sürdürdüğü, özellikle kadınlara insan değeri vermeyen, erkeklerin istediği kadar kadını suistimal ettiği vahşi ve keyfi bir düzen. İnsanlığın başlangıcı olarak bilinen Hz. Âdem’den bu yana, İbrahim peygamber ve inşa ettiği Kabe ile birlikte anılan mübarek belde; Mekke’yi putperestliğin merkezi haline getirmiş bir aymazlık.
Kan davaları ve sınır anlaşmazlıkları da huzuru ve güveni bozan en büyük sebeplerdendi. Haklı olanın üstünlüğü değil, güçlü ve kuvvetli olanın üstünlüğü yanında, kendi yaptıkları putlara tapacak kadar cahil ve aciz, insanları para ile alıp satacak kadar da acımasız bir düzen.
Hz. Ömer’e cahiliye döneminde unutamadığı bir hadiseyi sorduklarında şöyle der:
“Yolculuğa çıkmadan önce, yolda tapınmak için hamurdan put yapar, pişirirdik. İhtiyaç duyduğumuzda ona ibadet yapardık. Acıktığımızda ise oturur, o putu yerdik”.
Bu olay bile tek başına bu coğrafyada yaşayan Arap Milletinin İslamiyet’ten önceki içler acısı halini anlatmaya yeter de artar bile. İnanç yönünden hâkim olan zihniyet, tam bir anarşik düzeni beslemekteydi.
Kur’ân-ı Kerîm “Cahiliyet Devri” denilen bu karanlık dönemi, “İnsanların kendi elleriyle işledikleri kötülükler yüzünden, fesat her tarafı kapladı, karada ve denizde yayıldı.” ifadesiyle, en veciz bir şekilde bu bölgede yaşanan hadiseleri özetlemekteydi.
İşte bu karanlık bulutların dağılması için Yüce Allah tarafından gönderilen ahir zaman peygamberi olarak gönderilen Hz. Muhammed (sav) bir kurtarıcı olarak sadece Arap Yarımadasına değil, bütün insanlığa güzel ahlakıyla ve emin kişiliğiyle örnek olmuştur.
***
Cahiliye denilen bu dönemi elbette yalnızca Arap Yarımadası için sınırlandıramayız. Çağı değerlendirmek için kafamızı kaldırıp bakacak olursak dünyanın her tarafına görürüz ki aynı olumsuzluklar bütün dünya için geçerlidir.
İslamiyet’in doğduğu dönemde
Asya’da Göktürkler, Hindistan, Çin, Japonya ve Sasaniler gibi güçlü siyasi
organizasyonlar bulunmaktaydı. Özellikle Göktürkler ticaret yolları üzerinde
büyük bir egemenliğe sahipti.
Orta Asya Türklüğünün en önemli
temsilcisi olan Göktürk Devleti’nde Hristiyanlık, Zerdüşlük, Budizm, Maniheizm ve Yahudilik dinleri
kabul görmesine rağmen Gök Tanrı inancı hakimdir. Kısaca Gök Tanrı inancına
göre Tanrı kainatın yaratıcısıydı, tekti ve ebedi idi. O coğrafyada birden
fazla dinin benimsenmiş olmasının en büyük nedeni coğrafyanın bulunduğu
konumdur. Göktürk Devleti’nin o zamanki kağanlarından olan Tapo Kağan, yönetime
geçtiği zaman ağabeyi gibi Çin ile iyi ilişkiler kurarak, kazanç elde etmek
istemektedir. Bu isteğinde Çin’in o zaman içinde bulunduğu zor koşullar onun
lehinedir. On bin kadar Türk tüccar Çin’e yerleşir ve daha sonra bu tüccarlar
Çin ekonomisini yavaş yavaş ele geçirmeye başlarlar. Ancak kendileri de tersine
bir durum olarak Çin kültürürnün etkisine girerek yozlaşmaya başlarlar. Çin ile
olan bu içli dışlı ilişki sebebiyle Çin kültürü yayılır ve Türk beyleri
arasında bu kültüre biz özentilik oluşur.
Bunun üzerine Tapo Kağan Budist
olur ve bu dini korumak için seferberlik ilan eder. Fakat Türk halkının yaşam
tarzına uymayan bu din, halk tarafından kabul edilmez. Bu sebeple Tapo Kağan
halk tarafından eskisi kadar değer görmemeye başlar. Göktürkler kendi
coğrafyalarında birçok dinin bulunmasına rağmen sadece kendi yaşantılarına en
uygun olan Gök Tanrı İnancı’nı benimseyebilmişlerdir.
Coğrafyada bulunan bu dinsel
ayrım elbette ki bazı sorunlara neden olmuştur. Çünkü o dönemlerde kişiler
genelde kendi dinlerine çok bağlı insanlardır ve bu dinsel ayrım onlar için
büyük bir sorundur. Çin’in kendi prenseslerini entrika kurmak için Göktürk
Devleti’ne sokmaları devletin içten içe çöküşüne sebep olmuştur. Göktürk
tüccarlarının Çin kültürüne olan bu merakları devletin diğer bireyleri
tarafından hoş karşılanmadığı için devlet içi siyasi itaatsizlik oluştuğunu
söyleyebiliriz. Belki bazı kesimler küçük ayaklanmalar yapmış olsa da güçleri
devlet reisinin bu arzusunu -aynı zamanda bu arzunun getirmiş olduğu her türlü
fikir ve siyasi çatışmayı- engelleyememiştir.
Türk topraklarından Hindistan’a
yönelip orası içinde bir değerlendirme yapacak olursak…Hindistan’da en eski
devirlerden beri çeşitli ırk, dil ve kültürden insan bir arada yaşıyordu.
Benimsenen din ise Hinduizm idi. Daha sonradan Budizm ortaya çıkmış olsa da fazla
yaygınlaşamamış ve benimsenememiştir. Hinduizm Kast Sistemi’ne dayalı olan bir
dindir. Kast kelimesinin kökeni ırk ya da soy anlamına gelir. Kast Sistemi ise
toplumdaki insanların belirli ölçütlere göre sınıflandırıldığı sistemdir. Kast
Sistemi’nde insanlar dört ana gruba ayrılmışlardı.
Brahmanlar (Din adamları), Kşatriyalar
(Hükümdar ailesi ve askerler), Vaisyalar (Tüccarlar, çiftçiler, esnaflar), Sudralar
(İşçiler). Aslında bu kast sistemi bugünde dünyanın her yerinde değişik
isimlendirmelerle hakim olan dünya düzeninin geleneksel yapısıdır.
Aristokratlar, burjuvalar ve işçiler! Yöneticiler, bürokratlar ve halk
yığınları!
Kast Sistemi, toplumu kapalı sınıflara
ayırmış, her sınıf kendi dilini geliştirmiştir. Kast Sistemi yüzünden Hint
toplumu asla tek bir bütün olamamış ve siyasi birliğini sağlayamamıştır.
Toplumun sınıflara ayrılmış olduğu ve siyasi birliğin bulunmadığı bir toplumda
da sosyal sıkıntılar elbette kaçınılmaz olmuştur.
Eşitliğin olmadığı sınıflar arasındaki
farklar ve baskılar çok fazladır. Toplum en üst seviyedeki Brahmanlar için
yaşanılabilir bir yer olsa da, daha alt seviyedeki insanlar için sefillik
içerisinde olabilir. Elbette ki bu sistemin kendi içinde de bir yaşanmışlığı
bir düzeni vardır. Kaos’ta bir düzensizlik düzeni değil midir? Bu sistem hatırı sayılır bir dönemdir
uygulanmaktadır. Toplumsal sıkıntıların kaynağı sistemin katı olmasından
kaynaklanmaktadır. Yani bu sistem isimsel bir ayrımdan daha fazlasıdır.
Hindistan’da siyasi birliğin olmaması ayrı bir problemdir. Siyasi birliği
olmayan bir ülke, yapılmamış bir yapboza benzer. Parçaların her ne kadar bir
hikayesi olsa da, bir araya gelip yapboz olamadan kimse onları duvarlarına
asmazlar.
Gelelim Çin’e. Cahiliye döneminin dünyasına
göz atmaya devam ediyoruz. İslamiyet’in doğuşu sırasında Çin’de siyasi birlik
Si Hanedanı tarafından sağlanmıştı. Sui Hanedanı yönetimi sırasında Çinlilerin
Göktürkler ile münasebetleri oldu. Tapo Kağan ölene kadar Göktürklerin Çinliler
üzerindeki baskıları devam etmişti. Bu etki altında kalan Çin daha sonra
Göktürk saldırıları karşısında kendi klasik politikası olan Türk boylarının
arasına ikilik soktu ve Türk prensleri birbirine karşı kışkırttı. Bunun üzerine
Göktürkler 582 yılında Doğu ve Batı Göktürkler olmak üzere ikiye ayrıldılar.
Çin bu yıllarda Türkleri Çinlileştirmeye çalışmıştır. Şipi Kağan (609-619)
zamanında Doğu Göktürkler, yeniden eski güçlerine kavuştular. Çin’e her yıl
ödenen vergiler kesildi. Çin imparatoru yenilgiye uğratıldı. Çinliler ve
Türklerin bu şekilde karşı karşıya gelmelerinin ana nedenlerinden bir tanesi
İpek Yolu egemenliğidir. Tarım geniş ve verimli topraklarda önemli
etkinliklerden bir tanesidir. En önemli ekonomik kazancı İpek Yolu’ndan almış
olan Çin, elbette ki bu verimli topraklar için entrikalar düzenlemiştir.
Bu entrikaları düzenlerken kendi içerisinde
siyasi karşıtlık ve çatışmalara maruz kalan Çin’de çatışmalar eksik olmamıştır.
Bu gibi kumpaslardan önce bulunduğu sıkıntılı durumu yavaş yavaş atlatsa da
toplum içi karışıklıklardan kurtulamamıştır. Aynı zamanda Göktürk baskısı
nedeniyle savunmasız kalmıştır. Kesilen vergilerle ekonomik olarak da sıkıntıya
girmiştir. Fakir kalmıştır. Yani Göktürkler Çin’i birçok bakımdan zor durumda
bırakmıştır; bu da karışıklıklaların temel görünür nedenidir.
Sıra geldi Asya ülkelerinden Japonya’ya göz
gezdirmeye. İslamiyet’in doğuşu sırasında Japonya’da Yamato aileleri hakimdi.
Japonya’nın o dönemde kuvvetli bir merkezi idaresi yoktur ve Çin’in etkisi
altında kalmıştır. Bu nedenle Japonya derebeylik sisteminin kapılarını
açmıştır. Derebeylik, temeli eşitsizliğe dayanan sosyal, ekonomik ve siyasal
düzendir. Japonya, kendi bulunduğu coğrafyada durumu en kötü olan ülkedir. Nedeni
siyasi bakımdan kuvvetli olmaması ve ekonomik açıdan gelişmiş olmamasıdır.
Elbette ki çoğu açıdan gelişmemiş ve başka bir devletin adı altında -ki buna
sömürgecilik de denebilir- yaşayan bir ülke olmak beraberinde sıkıntı ve
karışıklık getirecektir. Bu merkezi idare yoksunluğu Japonya’nın gelişmesini
uzatmış -şu an ne kadar gelişmiş olsa da- ve bir süre sefil kalmasına neden
olmuştur. Zaten temeli eşitsizliğe dayanan bir sistem altında olan bir ülkede
toplum içi sınıfsal kargaşalar veya hak sorunları eksik olmaz.
Avrupa’ya gelecek olursak…İslamiyet’in doğuşu
sırasında Avrupa’da siyasi bir birlik bulunmamaktaydı. Kavimler Göçü ve Batı
Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Avrupa’da merkezi krallıklar gücünü
kaybetmeye başlamışlardır. Bunun yerine soyluların güç kazanması ile feodalite
sistemi ortaya çıkmıştır. Feodalite, toplumsal eşitsizlik üzerine kurulu olduğu
için toplumu sınıflara ayırmıştır. Bunların yanı sıra Avrupa’da hakim olan
Skolastik- Dogmatik dini düşünce, kilise
hakimiyetinin fazlasıyla artmasını sağladı. Bunun sonucunda Tanrıdan
aldıklarını iddia ettikleri yetkileriyle kendilerini sosyal ve siyasi idare gücünde
de gören Papalar kiliseye karşı gelenleri Aforoz ediyorlardı.
Kilise gün geçtikçe zenginleşti ve güç
kazandı. Bu gelişme bilim ve gelişmede stabil olmanın yanı sıra Engizisyon
Mahkemeleri, Papa’nın bir ülkeyi kralı
ile birlikte cezalandırması (Enterdi) gibi yollarda birçok insanın Kilise’ye karşı
gelme nedeniyle ölümüne neden olmuştur. Bu sınıfsal ayrım, siyasi birlikten
yoksunluk ve Kilise’nin güç kazanması gibi nedenler Avrupa’da siyasi ve sosyal
sıkıntılar oluşturmuştur. Kilise’nin bu şekilde etkin olması sonucunda bilimsel
ve sosyal gelişmeler gerilemiştir. Verilen can kayıpları insanların içinde
Kilise hakkında kötü bir düşünce ve hakkını arama isteği yer etmiş bulundursa
da, kimse can kaybı olamaması için sesini çıkartmamıştır. Bu da Kilise’nin
kendisinde daha fazla güç bulmasına ve durumun daha kötüye gitmesine neden
olmuştur.
Bizans ise o zamanlar önemli Yakın Doğu
devletleri arasındaydı. Bizans İmparatorluğu yıkılan Batı Roma
İmparatorluğu’ndan sonra varlığını tek başına sürdürüyordu. En parlak dönemini
Jüstinyen ile yaşamış olan Bizans, onun ölümünden sonra tekrar eski gücünü
toplayamadı. İslamiyet’in doğuşu sırasında başında Heraklius varken
yıpranmasına rağmen Orta Doğu’nun en güçlü devletlerindendi. Mısır ile arasında
Hristiyanlık yüzünden sıkıntılar ortaya çıkmıştı. Ayrıca Afrika’nın kuzey
kısımları Bizans’ın egemenliğindeydi ve Bizans ve Sasani rekabeti nedeniyle
Mısır büyük bir baskı altında kalıyordu. O zamanlar Bizans, Hristiyanlık’ın
Ortodoks mezhebine bağlıydılar. İslamiyet’in doğuşu sırasında Bizans’ın
elindeki yerler hariç Avrupa’da siyasi bir birlik yoktu. Bizans ve Sasani
devleti rekabetinde iki taraf da fazlasıyla yıpranmışlardı.
Kendi içerisinde taht kavgaları ve siyasi
karışıklıklar yaşayan Sasani Devleti, Bizans ile büyük bir mücadele içindeydi.
Birbirlerine uzun süre boyunca akınlar düzenleyen bu iki devlet yine de yan
yana yaşayabilecek şekilde birbirlerine eşitlik tanımışlardı. IV ile VII.
yüzyıllar arasında iki rakip olarak dünya yönetimini paylaşan Bizans ve Sasani
Devletleri dünya tarihine yön vermiş olan iki devletti. Bu iki devlet arasında
askeri, siyasi ve diplomatik ilişkiler bulunmaktaydı ve özellikle nazik
diplomatik söylemlerin arkasında derin düşmanlık yatmaktaydı.
Avrupa gezimize devam ediyoruz. Franklar’a
gelirsek… Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra o coğrafyalarda
yaşayan topluluklar kendilerine ait devletler kurmuşlardı. Bunlar; Fransa’da
Franklar, İspanya’da Vizigotlar ve İtalya’da Ostrogotlar’dır. Franklar’ın
yönetimi askeri güce dayanıyordu. Silah ve donatım yapımı nedeniyle maden
işçiliğinde ilerlemişlerdi. Genelde yağmacılıkla geçinen bir kabileydi.
Normalde Vizigotlar ve Ostrogotlar, Gotlar kavminin üyesiydi. Daha sonra bu
kavmin ayrılması üzerine ikiye ayrılmışlardır. Bu üçü arasındaki savaşlar
yüzünden binlerce kişi can vermiştir.
Kalan toplumun bu şekilde ayrılması tekrar
birleşip eski gücüne kavuşması önünde bir engeldir. Verilen can kayıpları da
toplumun zayıflamasına ve diğer devletlerin onlar üzerindeki egemenlik isteğinden
dolayı yeni tartışma ve kargaşalara neden olmuştur.
***
Dünyanın cahiliye dönemindeki genel hali bu
iken şimdi Araplar’ın durumuna biraz etraflıca bir bakalım. Cahiliye Döneminde Araplar
bir yaratıcının olduğunun farkındaydılar. Bu bağlamda Allah’ı inkâr
etmiyorlardı, Cahiliye Arapları diğer tanrı ve put adlarından ayrı olarak yüce
mâbud ve yaratıcıyı ifade etmek için Allah kelimesini kullanıyorlardı. Bu
kullanım bize Cahiliye Dönemi Araplarında Allah inancının var olduğunu
göstermektedir. Bununla birlikte Cahiliye Döneminde kendilerine Hanif denilen
sayıca az olan insanlar bulunmaktaydı. Hanifler; Hz. İbrahim’in dinine bağlı
olup, Allah’a inanan, puta tapmayı reddeden kişilerdi; ayrıca bu kişilerin
ortak bir ibadetleri de yoktu. Bu bağlamda Cahiliye Döneminde Araplar arasında
yaygın inanç puta tapmaktı. Putların dünyada kendilerine yardımcı olduklarına
inanıyorlardı. Taptıkları putları genellikle taş, ağaç ve bazı madenlerden imal
ediyorlardı. Bazen de yiyeceklerine put şekli verip tapıyorlardı. Cahiliye
Döneminde putların bulunduğu mabetlerin sayısı oldukça fazlaydı. En önemli
mabetlerden biriside Kâbe’ydi. Kâbe’nin içinde ve çevresinde tapınmak için
yüzlerce put bulunmaktaydı.
Araplar Hz. İbrahim döneminde tek tanrı
inancına sahipti. Hz. İbrahim’in bildirdiği tek Tanrı inancının temellerinden
biri de Kabe’yi tavaf etmek yani çevresini dolaşmaktı. Araplar bu nedenle
tarihin bütün dönemlerinde Kabe’ye saygı göstermişlerdi. Diğer bir neden ise
hac döneminde Kabe’nin kentin ticari yaşantısını canlandırmasıydı.
Mekke’de hac görevini yerine getirenler,
Kabe’ye olan saygıları nedeniyle oradaki taşlardan bir tane alıp götürür,
gittikleri bölgede bir yere koyar, Kabe’nin çevresini dolaştıkları gibi bu
taşın çevresini de dolaşırlardı. Böylece zamanla hoşlarına giden ya da
beğendikleri başka taşlara tapma yani puta tapıcılık Araplar’ın arasında hızla
yaygınlaştı, kutsal sayılan Kabe’nin içi yine kutsal saydıkları putlar ile
dolduruldu.
Araplar, kendilerini çevreleyen doğanın,
insanlarınkine üstün, fakat özel yollarla kendi çıkarlarına kullanılabilen
kuvvetlerle dolu olduğuna inanıyorlardı. Bu kuvvetler cinlerdi ve onlar bu
cinleri Tanrının kızları sayıyorlardı. Onlar, cinlerin iyilik ya da kötülük
yapabildiklerine inanırlardı; bu nedenle de onların sevgisini kazanmak, onlara
saygı göstermek, putlarına tapmak gerekirdi.
Ayrıca Cahiliye Döneminde meleklerin, Allah’ın kızı olduğuna inanan bir
kısım insanlar mevcuttu.
Her cinin belirli bir yeri olduğu ve
kayaları, ağaçları ve putların içini mesken tuttukları kabul edilirdi. Her
kabilenin veya birkaç kabile topluluğunun özel bir cini, bir kayası, bir ağacı
veya bir putu bulunup, bunun yakınında belli bir topluluk oturur ve dinî ödevi
yerine getirirdi. Temelini kurban kesmenin oluşturduğu bir ayin yoluyla putlar,
kendilerine tapanların kabilesi ile bir kan akrabalığına dahil olurlar ve
böylece de bu kabilenin koruyucusu olurlardı. Yani Araplar putları Tanrı olarak
değil, Tanrıya yaklaşma, dua ve isteklerini ona ulaştırma aracı olarak kabul
ediyorlardı.
Her kabile kendi özel putuna tapar ancak,
başka kabilelerin Tanrılarının da kendi bölgelerindeki kudretini tanırdı. Yüce
putların yerleri değişmez; onlar burada, kabile göç ettiği zaman, onların
yerine gelenler tarafından da aynı saygı ile sayılırlar.
Bunun dışında her aile bir put edinip onu
kendi evine koyup dualarında aracı olarak kullanıyorlardı. O aileden bir kişi
yola çıkacağı zaman hayvanına binmeden önce evindeki bu puta elini yüzünü
sürer, bu onun yola çıkmadan son yaptığı iş olurdu. Yolculuktan döndüğünde yine
o puta elini yüzünü sürerdi ki, bu iş de ailesini görmeden yaptığı ilk iş
olurdu. Zor kararlar verilmesinin gerektiği durumlarda putlara danışılırdı.
Putlara danışma çoğunlukla put önünde fal okları çekmek yöntemiyle
gerçekleşirdi. “Evet” ya da “Hayır” okundan birinin çıkması ile yapılacak işe
karar verilirdi.
Araplara göre putların içindeki cinler
kahinlerle konuşur ve kahinlere, gökte neler olup biterse haber verirlerdi. Her
kahin, kendine sorulan her şeyi çözmeye çalışmakta idiyse de bazen özel bir
uzmanlığı bulunurdu. Kahinlerin her şeyi bildikleri düşündüklerinden fal
oklarının yön göstericiliği gibi onlara da danışırlardı. Aralarında çıkan
anlaşmazlıklarda onların aracılığına ve verecekleri kararlara önem verirler,
hastalıklarında tavsiyelerine uyarlardı. Bunlardan başka, içinden çıkamadıkları
konularda onların fikirlerini sorarlar, düş gördüklerinde onlara yordururlar,
gelecekte başlarına ne geleceğini onlardan öğrenmek isterlerdi.
Yine de Arapların putlara olan saygılarının
tam olduğu söylenemez. İşlerine geldiği ve duaları tesadüfen isteklerine uygun
düştüğü zaman sevinseler de, ters düştüğü zaman putlara hakaret ettikleri,
hatta küfrettikleri de olurdu. Birçok kez de çıkarları ya da durum neyi
gerektiriyorsa öyle davranırlardı. Örneğin
kıtlık zamanında hurma ve sütten yapılmış putlarını yedikleri gibi.
Arap Yarımadası’nda
Yahudiler ve az da olsa Hıristiyanlar yaşamaktaydı. Yahudiler genellikle
Medine’de hayatlarını sürdürmekteydiler. Hıristiyanlık ise Arap Yarımadası’nın
kuzeyinde, Gassânîler ve Hîreliler arasında yaygın bir inanış olarak varlığını
sürdürmekteydi.
Kabilecilik anlayışıyla yaşayan,
insan hakları geri plana atılmış ve kadınlara hiç değer vermeyen bir toplumun huzura karşı duyduğu özlemi iyi anlamak
zorundayız.
İnsanlık peygamberlerin tebliğlerinin
etkisinden çıktıklarında oldum olası hep karanlık dönemler yaşamıştır.
İnsanlığın son cahiliye dönemi Hz. İsa’dan Hz. Muhammed’e kadar sürmüştür. Hz.
Muhammed’in peygamber olmasıyla birlikte bu dönem yavaş yavaş yok olmaya
başlamıştır. İnsanlar İslamiyet ile nihai bir aydınlanma sürecine girmiştir.
İslam’ın getirdiği aydınlanmadan önce ise Arap toplumu geleneklerine körü
körüne bağlanmış ve bağnaz bir şekilde yaşamaktaydılar.
Diğer Arabistan bölgelerinin tersine
Hicaz’da, Hz. Muhammed dönemine kadar hiç bir zaman hiç bir kral veya emir
yönetim başına geçmemiş, henüz uluslaşma aşaması da tamamlanmadığından kabile
yaşamı hüküm sürmektedir. Her kabile diğerinden ayrı bir devlet gibidir ve
başlarında “şeyh” adı verilen kişiler bulunur. Hükümet olarak
adlandırılabilecek tek kurum ise şeyhlerin katılımıyla oluşturulan fakat
yürütme gücüne sahip olmayan, tavsiye niteliğinde kararlar alan “mele” adlı
kurumdur.
Bazı bölgelerde kentleşme olsa da toplumun
büyük bölümü göçebedir. Yemen bölgesi dışında bütün yarımadanın tarıma
elverişsiz vadiler, çorak topraklar ve çöllerden oluşması Arapların göçebe bir
yaşam sürmesinin ve çoğunlukla ticaretle uğraşmalarının nedenidir. Kentleşmenin
son derece az olduğu dönemde bilgi ise hemen tümüyle bu göçebe yaşantısının zorluklarından
doğan deney, gelenek ve yöntemlerin geliştirdiği bilgilerden ibarettir.
Diğer bölgelerde kurulan devletlerin kültür
ve uygarlıklarının Hicaz’ı hiç etkilemediği iddia edilemezse de coğrafi
koşullardan dolayı oldukça az etkilemiş, bedevi kültürü kendi dünyasını
dışarıdan gelen etkilere daima kapalı tutmuştur. Bu yüzden İslamiyet öncesi
Hicaz’da -zengin bir şiir dili olmasına rağmen- yüksek bir kültür varlığından
söz edilemez. Bu kültürden faydalananlar ise çoğunlukla din adamları, tüccarlar
ve imtiyazlı kişilerdir. Okuma yazma da, hemen hemen sadece ticaretle
uğraşanların veya nüfuzlu ve soylu kişilerin bildiği bir şeydi. Geri kalan
halkın neredeyse tamamı tümüyle cahildi. İslamiyet’in doğuşu sırasında
Peygamberin, Bedir Savaş’ında tutsak olan Mekkelilerden her birinin, on
Medineli gence yazı öğretmesini kurtuluş şartı sayması bu gerçeği açıkça
belirtir.
Okuma yazma oranı yok denecek kadar az olsa
da, Cahiliye dönemi Araplarının bilgi ve deneyimlerini belli alanlarda
aktardıkları bir sözlü birikim oluşturdukları söylenebilir. Soy ilmi,
efsanelerle karışık bir tarih geleneği, su ve hava durumları ile kendileri ve
hayvanlarının sağlıkları ile ilgili kehanetler, iz sürme yeteneği, “Cahiliye
dönemi bilimleri” arasında gösterilebilir.
Cahiliye
dönemi’nde Arapları’nda “insan hakları” gibi bir kavram olmadığından kölelik en
yaygın uygulamalardan biriydi. İnsanlar kölelerini istedikleri gibi alıp satar,
işkence ederlerdi. Sonuçta onların malıydı. Sanki bir eşyaya sahip olmak gibiydi
insanların kölelere sahipliği.
Bunun yanında bilgi üretilen ve ulaşılan bir
şey değildi. Kulaktan dolma, bilgi ediniminde en bariz olan yöntemdi. Dolayısıyla
kitleler okuma-yazma bilmiyorlardı.
Böyle bir toplumda kadınlar da haliyle hiç
değer görmüyordu. Kadınların kölelerden çok bir farkı yoktu. Yine kadınlara ne
istenilse yapılır ve kadın sesini asla çıkaramazdı.
Bu dönemde cinsiyet ayrımı yetmemiş gibi
insanlar kabile halinde yaşadığı için kabileler arası da bir ayrım söz konusu
idi. Güçlü kabile her zaman daha avantajlı olurdu çünkü bu dönemde ve bu
coğrafyada para bakımından güçlü olan her zaman kazanırdı.
Hak ve hukuk kavramları ise ancak güçlünün
hakkından ibaretti. Üstünlerin hukukundan bahsedilebilirdi. Genelde “Kısasa
Kısas” mantığı vardı.
Cahiliye Döneminde kadını tek başına
incelemek gerekirse bir eşyaya benzetmemiz çok doğru olur. Eşyaların belli
sahipleri olur. Sahipler eşyasına istediği gibi davranabilir. İstediği kişiye
tamamen ya da ödünç verebilir. Kadınlar da aynen böyle idi. Bir kadının kocası
ne derse desin o kadın bunu yapmak zorundaydı. Kime verirse versin gitmek
zorundaydı. Bir söz hakkına sahip değillerdi.
Söz hakkına sahip olmama herhangi bir konuda
geçerli idi. Erkek başka kadınla evlenmek istediği zaman ses çıkaramazlardı.
Erkek eşini boşamak istediği zaman ses çıkaramazlardı. Eğer kadın boşanmak
istiyorsa erkeğe bir miktar para teklif edilirdi. Onun dışında eğer koca,
karısını boşamazsa kadın, kocasına bağımlı yaşamaya devam etmek zorunda
kalırdı. Kadınlar bu dönemde çok aşağılanmış bir durumdaydı.
Orta ve aşağı tabakadaki kabilelerin
kadınları daha doğuştan ikinci sınıf insan muamelesine uğruyordu. Bir kişi
erkek çocuğu olduğunda sevinip şenlik düzenlerken, kız çocuğu doğduğunda
utanır, suç işlemiş gibi pişmanlık duyardı. Özellikle aşağı tabakalarda kadının,
kocasının gözündeki değeri, sahip olduğu bir eşyadan daha fazla değildi. Bu
dönemde Arap erkeği, aybaşı gören kadınla aynı odada oturmaz, onunla yemek
yemez hatta kadın geçici olarak evden kovulurdu. Evliliklerin temel amacı da
sevgiden daha çok, ailedeki erkek evlat sayısını çoğaltmak, böylece düşmanlara
karşı daha güçlü olabilmekti.
Cahiliye döneminde gerçekleşen evliliklerde
kadınla erkeği birbirine bağlayan nikâhın dini bir özelliği olmadığından kadın
ancak erkeğine bir çocuk verdikten sonra aileden birisi olarak kabul edilirdi.
Bu nedenle bir kadın çocuk doğurmadan öldüğünde aile bireyi sayılmadığından
başsağlığı için o aileye kimse gelmezdi. Kadınların iyi çocuk doğuranlarına ise
büyük önem verirler ve şiirlerinde onlara işaret ederlerdi. Çocuksuz kadın, diyet vermeye mahkum
edilirse, aile bireyi olmadığından bu diyeti kocası yerine ailesi ödemek
zorundaydı.
Evlilik dönemine gelen bir kızın eşini seçmek
konusunda da en ufak söz hakkı yoktu. Babalar kızlarının yerine karar verir,
onun isteğine aldırmaksızın, taliplinin yaşlı ya da kötü huylu oluşuna
bakmaksızın kızını istediği erkeğe verirdi. Burada temel ölçüt taliplinin
serveti ya da kabilesinin toplumdaki konumuydu.
Arapların öz anneleri, kızları, halaları ve
teyzeleriyle evlenmeleri yasaktı ama üvey anneleriyle evlenmeleri yasak
değildi. Üstelik üvey annesi istemese bile! Miras hırsıyla yapılan bu çok
çirkin evliliklere sık rastlanırdı. Üvey anne öldüğünde, evin en büyük oğlu
analığı ile evlenebilirdi. Evlenmek istemezse ya mehir karşılığı başkasına
verebilirdi, ya da diğer kardeşleri analıklarını nikâhlayabilirlerdi. Kadının
tek şansı elini çabuk tutarak ailesinin yanına kaçabilmesiydi. Ve yine bu
dönemin adeti olarak bir kadının kızı ile beraber aynı şahıs tarafından
nikâhlanabilmesinde de sakınca görülmüyordu.
Boşanan bir kadının yeniden evlenmesi de
oldukça zordu. Karısının bir başkasıyla evlenmesine engel olmak isteyen erkek,
“iddet süresi” (evliliği biten kadının yeniden evlenebilmesi için gereken süre)
tamamlanacağı sırada onunla tekrar evlenip ardından tekrar boşardı. İddet
süresi yeniden başlayacağı için kadın bir yıl daha evlenemezdi. Kocanın
ölümünden sonra ise kadınlar tam bir yıl yas tutarlar ve iddete girerlerdi.
Ölen kocanın mirasından da en ufak pay alamazlardı.
Soy ve kabilenin oldukça önemli olduğu Arap
toplumunda erkekler, soylu bir çocuk sahibi olmak istediklerinde karılarını
soylu kabilelerin erkekleri ile cinsel ilişki kurmaya gönderir, doğan çocuğu
kendi nesebine alırdı.
Kentlerde yaşayan cariyelerin durumu ise çok
daha kötüydü. Cariyeler bir mal gibi alıp satılabilir, ya da sahipleri onları
fuhşa sevk eder, bu yolla kazandıkları paraları ellerinden alırlardı. Kadının
namusuna saygı çölde şehirdekinden daha çoktu.
Yaygın olmamakla birlikte Araplarda kız
çocuklarını diri diri gömme adeti de vardı. Bunun nedeni kızlarının bir gün
istemedikleri bir kimse ile evlenerek ailenin onurunu lekeleyebilecekleri
korkusu, geçim kaygısı ya da kız çocuklarının büyütülmeye değer görülmemesiydi.
Göçebe Araplar, yaşamasını istedikleri kızlarına çoğunlukla deve ya da koyun
güttürürlerdi. Öldürmek istedikleri kızlarını ise doğar doğmaz kum çukuruna
gömerler veya altı yaşına geldiğinde ona güzel giysiler giydirip çölde önceden
hazırladıkları çukura atıp üstüne kum örterlerdi. Bazen çocuklar sakat ya da
çirkin doğduğu için bazen ise sadece namuslarını korumak için insanlar kız
çocuklarını hala canlıyken toprağa gömerlerdi. Başka bir deyişle çoğu insan kız
çocuklarından kurtulmak amacındaydı.
Fuhuş Arap toplumundaki en yaygın illetlerden
birisiydi. Kadın alım satımı bir eşya
alım satımı gibiydi. Zaten kadınların hiç değer görmediği bir toplumdan da bu
beklenirdi. Eğer bir kadının kocası ona bir erkekle ilişkiye gireceğini
söylerse kadının hayır deme şansı yoktu veya bir grup erkek bir kadının evine
girip cinsel ilişki yaşarsa kadın yine hayır diyemezdi. Bazı kadınlar ise
kendileri isteyerek fuhuş yaptığı için evlerine bayrak tarzı kumaş asarlardı.
Fuhuş
dışındaki kadınlarla ilgili olan adet ise kız çocuklarını diri diri toprağa
gömmek idi.
Cahiliye çağında Arap toplumu özgürler,
esirler ve mevali olmak üzere üç sınıfa bölünmüştü. Özgür olanlar aile
topluluğunun veya kabilenin ortak adını taşıyan, aynı haklara sahip kimselerdi.
Bunlar birlikte göç eder, savaşlara gider, her konuda ortak ve eşit bir yaşantı
sürerlerdi.
Esirler, kölelerle cariyelerden oluşurdu.
Köleler veya cariyeler, ya savaşlarda yakalanır ya da tutsak pazarlarından
satın alınırlardı. Cahiliye çağında köle ve cariyeler, mal ve eşya gibi alınıp
satılır, miras yoluyla bir kimseden ötekine geçer, hediye edilir veya gelin
mehri olarak verilirdi. Köle ve cariyelerin işledikleri suçların cezaları,
özgür insanlara verilen cezalarının yarısı kadardı. Cariyelerden doğan çocuklar
da köle veya cariye sayılırdı: ancak bu çocuklar arasında zeki ve üstün
yetenekli olanlarını, babaları isterlerse, kendi evlatları arasına alabilirdi.
Köle veya cariyelere genelde son derece
merhametsizce davranılır, kendileri hayvanlardan daha aşağı tutulurdu. Bir köle
veya cariye sahibi onları istediği gibi, kayıtsız şartsız her türlü muameleye
tâbi tutabilirdi. İsterse onu öldürünceye kadar dövebilir, elini, kulağını,
burnunu keser, gözünü çıkarır, hatta öldürürdü. Bundan dolayı da hiç kimseye
sorumlu olmazdı
Mevali ise köle ile özgürler arasında orta
bir sınıftı. Genel olarak azat edilmiş köleler veya cariyelerden oluşurdu.
Herhangi bir köle azat edildiğinde o kabilenin bir üyesi kabul edilir, akraba
niteliğini kazanırdı. Mevaliler köleler gibi alınıp satılamazdı ama özgür bir
kız veya kadınla da evlenemezdi.
Arap toplumunda şarap çok yaygın bir içkiydi.
Adeta bir kültürdü. İnsanların şarap hakkında bol bol sohbet etmesi görülürdü.
Aynı zamanda şarap edebiyatlarının da büyük bir kısmına sahip olmakla beraber
şairler de sık sık şarap muhabbeti açarlardı. İslamiyet’ten önce de zevkine
düşkün bir millet olduğu için şarabın bu denli önemli olması şaşırtıcı
değildir.
İçkinin yanında kumara da düşkün olan
Araplar, kumar oynamadan edemezlerdi. Hatta o zamanlarda kumar meclisine
katılmamak toplumda ayıp karşılanırdı. İnsanlar geçimini en kolay yollardan
biri olan kumar ile kazanırdı.
Kumar gibi yaygın olan bir diğer etkinlik ise
falcılıktır. İnsanlar “Fal Bakmak” terimine inanırdı. Fal bakmanın bir yöntemi
ise neredeyse bütün Arap toplumunda yaygın olan fal oklarıydı. İnsanlar fal
oklarıyla bir yerin kurak olup olmaması, başlarına kötü bir şeyin gelip
gelmeyeceğini fal oklarıyla belirlediklerini sanırdı.
Yaygın olan bir diğer şey ise tefecilik idi.
İnsanlar ne zaman isterlerse bir borca faiz koyabilir ve bu faizi istedikleri
kadar arttırabilirlerdi. Genelde geçen süreye göre kat kat artardı. Tefecilik
orada bir meslek veya en basitinden bir alışveriş gibiydi. İnsanlar için faiz
arttırma çok normal bir şeydi.
Bu dönemde Arap toplumunun hayvanlarla ilgili
adetleri de vardı. Mesela bir deve 5 batın birlikte doğurduğunda beşincisi
erkek olursa doğuran devenin sütünü sağmak ve o deveye binmek onların inancında
haram sayılırdı. Aynı zamanda bir deve sahibi tarafından putlara adanmışsa aynı
şekilde ondan yararlanmak haram kılınırdı.
Koyunlar için de ayrı bir adetleri vardı.
Eğer doğan kuzu dişi ise onu sahiplenirlerdi ancak eğer erkek olursa bunu
putlara adarlardı ve kutsal sayılırdı.
Bu dönemde anlattıklarımız çerçevesinde
anlaşılmaktadır ki Arap toplumu tamamen karanlık ve cehalet dolu bir çağ
yaşamaktadır. İslamiyet ile tanışana kadar insanlar hak yemiş, adil olmamış,
kölelere ve kadınlara bir hiç gibi davranmıştır. Güçlü güçsüzü ezmiş, içki ve
kumar bir adet haline gelmiştir. İnsanlar tefecilik yoluyla para kazanmış ve
bunu normal karşılamıştır. İslamiyet onlara bir ışık gibi gelmiş ve yaşadıkları
bu dönemden kurtarmıştır.
İslamiyet’in doğuşu sırasında Arap
Yarımadası’ndaki Araplar henüz millet haline gelemedikleri için kabileler
halinde yaşıyorlardı. Her kabile birbirinden ayrı devlet gibiydi ve şeyhler
tarafından yönetiliyorlardı. Arap Yarımadası’nın en önemli bölgeleri Hicaz,
Necid ve Yemen’dir. Yemen, tarıma elverişli topraklara sahiptir. Necid bölgesi
ise hayvancılığa elverişlidir. Bu üç yer önemli ticari yolların üzerinde bulunmuştur.
Elbette ki konu verimli coğrafyalar olunca rekabet kaçınılmaz olur. Bu yüzden
kabileler arasındaki sınır anlaşmazlıkları kan davalarına, kan davaları da
savaşlara dönüştü.
Arap Yarımadası’ndaki bu kan davaları birçok
can kaybına neden olduğu için -ki bu can kayıplarının bir kısmı kabile reisleri
veya kabilede değer gören kişilerdir- kabileler sıkıntıya girmiştir. Ayrıca bu
davalar adadaki her yönden birliğin sağlanmasını geciktirmiştir.
Bir siyasi birliğin olmadığı, topluma kabile
asabiyetinin egemen olduğu bu dönemde kabileler arasında kan davası ve sınır
anlaşmazlıkları gibi nedenlerden sık sık savaşlar yaşanırdı. Toplum yaşamını
düzenleyen hukuksal kurallar değil, atalardan gelen örf ve adetler belirliyordu.
Bu kurallara uymayanlar kabileden ihraç edilirdi ki, kabileden ihraç edilmek
kan bağının kalkması anlamına geldiğinden can güvenliğinin yitirilmesi ile eş
anlamlıydı. Çöl yasalarına göre zayıfı yakalayıp tutsak almak bir haktır. Böyle
bir kimsenin bir kabileye sığınmaksızın çölde yaşaması da bu nedenle olası
değildir.
Kabileleri birbirine kenetleyen ve aralarında
kalıcı bir bağ kuran yalnızca kan ilişkisiydi. Güçlü bir kabileye mensup olmak,
başka kabilelere karşı övünme vesilesi oluyordu. Evlenmelerde bile kabile ve
aile seviyelerinin eşit olmasına dikkat edilir, aşağı kabile mensubu olmak
utanç sayılırdı. Bütün bunlar kabilenin gücünü kanıtlamak ve adını
onurlandırmak için Arapların fırsat bulunca basit nedenlerden dolayı adam
öldürmesine, çapulculuk yapmalarına neden oluyordu.
Zulüm ve zorbalığın hüküm sürdüğü, insanların savaşacak
kimse bulamadıklarında kardeşlerine saldırdığı günlerdi. Kan dökmek için fırsat
kollayanlar, bazen bir deveyi bahane ederek yıllarca savaşırlardı. Gece
uykuya dalan insanlar, ticaret için yollara düşen kervanlar kanlı bir
saldırıya maruz kalmanın endişesini yaşarlardı. Kan davalarının ardı arkası
kesilmez, gücü kuvveti olanlar, mazlumlara rahat vermezdi. Yürekler kin ve
nefretle dolmuş, sevgi ve şefkate yer kalmamıştı. Cahiliye devriydi. Taşa
ve tahtaya tapanlardan merhamet beklenir miydi?
Kabileden birisi yaralandığında ya da
öldürüldüğünde bu hırsıza ya da katile karşı kabileler haklarını kendileri
aramak zorundaydı. Çünkü aile topluluğunun oluşturduğu gruplar arasında devlet
otoritesine benzer bir kurum yoktu ve kolektif sorumluluk anlayışının bir
gereğiydi. Bir aşiret ya da klanın oturduğu yerde, bilinmeyen biri tarafından
öldürülmüş birisi bulunduğu ve bu klana bağlı kişilerin birinden şüphe edildiği
zaman, bütün klan öç alınması için yemin ederdi. Öldürme olayının öcünü almak
öncelikle öldürülenin en yakın mirasçısının ödevidir ama öç almak aynı zamanda
kabileyi oluşturan bütün bireylerin bir borcudur.
Kan davası kuralına göre, bir kişinin
işlediği cürümden bütün soyu sorumlu olurdu. Zaten çok zaman katil, kendi klanı
tarafından korunduğundan, dökülen kanın öcünü alma, çoğu kez kuşaklar boyu
süren ve yeniden bir sürü insanın öldürüldüğü kanlı savaşlara, çarpışmalara
neden olurdu. Bu savaşlar Kabe’ye saygılarını göstermek için, Kabe ziyareti ve
umre sırasında yılda dört ay durdurulurdu. Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep
aylarından oluşan bu aylara Haram Aylar denilirdi. Ticari seyahatler, akraba ziyaretleri bu
günlerde yapılır, cahiliye devrinin meşhur panayırları bu tarihlerde kurulurdu.
Ne var ki yüreği taş kesilmiş kimseler bu aylara dahi saygı göstermez,
kan dökmeye, savaşmaya devam ederlerdi. Haram aylarda yapılan bu savaşlara
Ficar Savaşları denilirdi.
Öç alma şüphesiz diyet olarak deve vermekle
de durdurulabilirdi. Ne var ki Cahiliye dönemi aynı zamanda, kahramanların
mezarları başında deve kurban eden Arapların kahramanlıklarıyla övündükleri bir
dönemdir. Bu nedenle anlaşmak bir şerefsizlik olarak görülür, katili kendileri
öldürmeyi tercih ederlerdi. Çünkü bedevinin bütün işlerini düzenleyen yüksek
şeref duygusu, onun ahlak prensibinin temelini teşkil ederdi.
Araplarda aile toplulukları arasında çıkan
kan davaları müthiş kavgaların ortaya çıkmasına sebep olmuş, bu yüzden de diyet
müessesesi doğmuştur. İslamiyet geldiğinde öç alma geleneği yüzünden Araplarda
her gün yaşanan cinayetler gayet sıradan olaylardan biriydi.
***
Elbette Cahiliye dönemi Arap toplumu
tamamıyla kötü hasletlere sahip değildi. Özellikle konukseverlikleri, her
araştırmacının dikkatini çekecek ölçüdedir.
Cahiliye dönemindeki Arap toplumunun
özelliklerini ve yaşam biçimlerini inceleyenler, yoksulluğun onları devamlı
tehdit ettiğini görür. Yağmur pek az yağar. Yer kurak, bitkiler yok denecek
kadar azdır. Zaman zaman açlıkla karşı karşıya kalmayan Arap sayısı pek azdır.
Bu durum güçlü iken aciz, zengin iken fakir olma korkusu ile gücü yetenleri
servet elde edebilmek için zorluklara katlanmaya sevk ediyordu. Bu durum bir
kısım insanlarda empati duygusunun ortaya çıkmasına neden oluyordu.
İşte bu düşüncenin ışığında, Arap tarihi
cömertlik ve ihsanın çeşitli örnekleri ile doludur. Araplarda mal gaye değil,
araçtı. Mal, onların sıkıntıda olanları kurtarmak, muhtaçlara yardım etmek ve
bunun gibi kutlu gayeleri gerçekleştirmek için bir araç idi.
Geniş, suskun çöl geceleri köyleri ve su
kaynaklarını yutardı. Geceleyin yolculuk yapanların, yollarını kaybetmeleri
işten bile değildi. Yolunu kaybedenlerin yollarını bulmaları için, yüksek
yerlerde ateşler yakmak Arapların geleneği idi. Ateş, Araplar arasında ziyafete
daveti temsil ederdi. Onun için
kölelerine ateşi alevlendirmeye devam etmelerini, onu sürekli odun ve çalılarla
beslemelerini emrederlerdi. Bunu, misafirin ateşe gelmesi umuduyla yapar,
kölelerine de, eğer ateşi görüp de bir konuk gelirse ona özgürlüğünü
bağışlamayı vaat ederlerdi.
Bir diğer adetlerine göre de, yolcu yolunu
şaşırır da ateş göremezse köpek gibi ulur, köpekler de ona cevap verir böylece
kabilenin bulunduğu yeri bulmuş olurdu. Bu kabile gelen misafirlere ikram için
koyun keser, köpeğin payı da unutulmazdı. Misafir sahibi, gelen konukla çok
sevinir, onu konaklatır ve güler yüzle karşılardı. Misafiri kendi çocuklarının
yerine koyardı.
Çölde yaşayan Araplar, yardım sahasında en
gelişmiş toplumların özendikleri dereceye çıkmışlardı. Onlara göre, vermek asil
bir huydu. Araplar, bir görevi yerine getirmek veya yasaya uymak zorunda
oldukları için cömertlik yapmıyordu. Onlar, sadece canı istediği ve kendisine
zevk verdiği için son derece cömertti. Bu cömertlik İslamiyet’in gelişi ile de zirve
yapacaktı.
***
Şiir, Arapların büyük değer verdikleri bir
sanat dalıydı. Zaten Kuran’ın söze dayalı mucizevi özelliği Arapların bu üstün
meziyetlerine karşıda bir meydan okumaydı. Bugünün insanlarının büyük bir
şarkıcının veya meşhur ses sanatçısının etrafında toplandıkları gibi Araplar da
şairlerin çevresinde toplanıp okudukları kasideleri dinlerlerdi. Ukaz, Micenne
ve Zu’l-Mecaz gibi ünlü panayırları vardı. Araplar alış-veriş için buralarda
toplanırlar, şairler de yeni şiirlerini sunmak için panayırları fırsat olarak
değerlendirirlerdi. Şair şiirini okurken kabilesi de etrafında durur, ona
tezahürat yaparak gayrete getirir ve onunla iftihar ederdi. Panayırlarda en iyi
kasideler seçilerek, bir deve derisine yazılır ve mabutlardan uzak olmaması
için Kabe’ye asılırdı. Ukaz panayırı, şiir sahasında panayırların en tanınmışı
idi. Araplar arasında şairin konumu gerçekten yüce idi. İnsanların nezdinde en
üstün mertebede şairler bulunurdu. Bir kabileden adını duyuran bir şair çıktığı
zaman diğer kabilelerden konuklar bu kabileyi kutlamaya gelirlerdi. Şairin
kabilesi buna sevinir, kurbanlar keser, halka yemek ikram ederdi. Kabilenin
kadınları da çalgı çalarlar, dans ederler ve şarkı söylerlerdi. Çünkü şair
kabilesini şiiri ve diliyle bir süvarinin kılıç ve harbesiyle savunmasından çok
daha iyi savunurdu. Aynı zamanda şair olayları şiiriyle tescil eder, diğer
kabilelerin şairleri şiirleriyle kabilesine sataştığı zaman onlara yanıt
verirdi.
Araplar
arasında şiir ve şairlerin etkisi büyüktü. Çünkü şair önemsiz birini övünce
değerini yüceltir, şerefli birini eleştirdiğinde itibarını azaltırdı. Şairler
kabilesi için övünç kaynağı olduğu gibi aynı zamanda korkulan kimselerdir. Zira
sıradan bir insanın elde etmesi olanaksız olan bir ilme vakıf olduğu düşünülen
şairlerin gözle görülmeyen bir takım kuvvetlerle irtibat halinde olduğu
düşünülürdü. Bunun sonucunda bir takım beddualarla düşman üzerine belâ ve
kötülükler yağdırabilirdi.
KABE VE FİL
OLAYI
Sözlük karşılığı “küp şeklinde nesne” mânâsına gelen Kâbe’nin
yeryüzündeki ilk mescid olduğu gerçeğini hatırlatırım. Hz. Âdem yeryüzüne indirildiğinde
Mekke’de Beytullah’ın bulunduğu yerde bir mabed inşa etmekle görevlendirilir. Kuran’da
şöyle buyurulur:
“Şüphesiz, âlemlere bereket ve
hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mabed), Mekke’deki (Kabe)dir.” (Al-i İmran, 96)
Resulullah da yeryüzünde ilk inşa
edilen mescidin “Kabe”,
ikinci inşa edilenin ise “Mescid-i Aksa” olduğunu
beyan buyurmuştur.
Mekke vadisi ilk insanla birlikte
seçilip mukaddes kılınmıştır. Kabe, Nuh Tufanı’ndan sonra, uzunca bir süre
kumlar altında kaldı. Hz. İbrahim, seneler sonra hanımını ve oğlunu bıraktığı Mekke’ye
geldiğinde Hz. İsmail’e;
“–Rabbimin emri var. Bir beyt
inşa edeceğiz. Sen de bana yardım edeceksin!” dedi.
Hz. İsmail taş taşıdı, Hz. İbrahim’de
beytin duvarlarını inşa etti.
Bu durum Kuran’da “Bir zamanlar İbrahim, İsmaîl ile beraber
Beytullah’ın temellerini yükseltiyor, (ve şöyle
diyorlardı:) «Ey Rabbimiz! Bizden
bunu kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin.»” (el-Bakara,
127) diye açıklanmıştır.
Kabe’nin inşası tamamlanınca Hz.
İbrahim ve Hz. İsmail (a.s.), Allah’a şöyle dua ettiler:
“Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslim
olanlardan kıl! Neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar; bize ibadet usüllerimizi
göster; tevbelerimizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli
olan ancak Sen’sin. Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Sen’in ayetlerini
kendilerine okuyacak, Kitap ve hikmeti öğretecek, (nefislerini) tezkiye edecek bir Peygamber gönder! Çünkü
üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız Sen’sin!” (Bakara,
128-129)
Kabe’nin inşası bittikten sonra,
Allah Hz. İbrahim’e (a.s.) bütün insanları hacca davet etmesini emretti:
“İnsanları hacca davet et;
yürüyerek veya zayıflamış binekler üstünde (uzak yollardan) her derin vadiyi
aşarak sana gelsinler.” (El-Hacc, 27)
Bundan sonra yakın ve uzak
beldelerden ziyâretçiler Hicaz bölgesine gelerek Beytullâh’ı ziyârete
başladılar. Kabe önemli bir dini merkez haline gelerek bütün insanların övgüsünü
kazandı.
Öte yandan Kabe, sahip olduğu
kıymet ve kutsiyeti çekemeyen pek çok müşrik kavmin saldırısına da maruz kaldı.
Yemen hükümdarı Ebrehe’nin
meşhur saldırısından önceki asırlarda, putperest olan Yemen hükümdarlarından
üçü daha Kabe’yi yıkmak istemişti.
Hüsranla neticelenen benzeri olaylarla Kabe’nin önemini halk nazarında itibarını daha da yükseltti. Kabe, Mekke ve
Kureyşlilerin ilahi koruma altında oldukları inancı, Arabistan halkı tarafından
benimsendi.
Hz. İbrahim’den sonra Beytullah’ta ibadet,
putperestliğin başladığı zamana kadar tevhid esaslarına uygun bir şekilde devam
etmiştir. Ancak Mekke’de putperestliğin yayılmasıyla beraber, müşrikler tarafından
Kabe’nin içine ve etrafına birçok put dikilmiştir. Buna rağmen Kabe hiçbir
zaman putlara izafe edilmemiş, daima “Beytullah” ismiyle
yad edilmiştir.
Kabe ile ilgili, inşa edildiği
günden itibaren yerine getirilen birtakım özel görevler vardı ki, bunları ilk
zamanlar Hz. İsmail yerine getirmişti.
Kabe’nin güvenliği ve anahtar
koruyuculuğu, Hacılara tatlı su ikram etmek ve Zemzem kuyusunun bakımı, fakir
hacılara yemek ikram etmek, onları barındırıp ağırlamak gibi görevler Kabe
açısından önem arzetmekteydi.
Bu görevleri yerine getirmek en
büyük şeref sayılırdı. Bu hizmetler günümüze kadar önemini yitirmeden devam
etmektedir.
***
52 gün vardı daha alemlerin
efendisinin dünyaya gelişine. Cahiliye karanlığını yok edecek hidayet güneşinin
doğuşuna az zaman kalmıştı. Kabe'ye Hac mevsiminde her taraftan insanların akın akın gelmesi, ziyaret
etmesi çevre topluluklarda birtakım kimseler tarafından hazmedilemiyor ve rahatsızlık duyuyorlardı.
Bunlardan biri de, Ebrehe Esrem idi. Ebrehe, Yemen'de, Aksum
Krallığı'na bağlı Hristiyan bir vali idi ve Arapların her sene hac amacıyla
Mekke'ye gitmelerini istemiyordu. Sana'da büyük bir kilise yaptırdı ve
ismini Kuleys koydu.
Ebrehe Habeş Kralı'na halkın hac
için ancak Kuleys'i ziyaret edebileceklerini, Mekke'ye gidenlere izin
vermeyeceğini yazarak onun da desteğini aldı.
Kilisenin içini büyük masraflar sonucu altın ve gümüşle
süsledi, dışını çeşitli yerlerden getirttiği son derece kıymetli taşlarla
donattı. Öyle ki, o anda yaptırdığı kilisenin bir benzeri başka bir yerde
yoktu!
Bu süs ve tezyinat ile Ebrehe, güya halkı buraya
celbedecekti. Dolayısıyla Kabe'ye karşı gösterilen muazzam ilgiyi aklınca kırmış
olacaktı!
Fakat, Ebrehe'nin bütün bu masraf ve gayretleri boşa
çıktı. Yaptırdığı kilisenin müstesna süslemelerini ve muhteşem yapısını görmek
için birçok kimse etraftan geldi. Ama sadece süsünü püsünü görmek için. Kabe'ye
olan akın, eksilmek şöyle dursun, artarak devam ediyordu!
Ebrehe'nin, Kabe'ye olan teveccühü kırmak niyetiyle muhteşem
bir kilise yaptırdığı, Araplarca da duyulmuştu. Bu arada, Kinane Kabilesinden
Nevfel adında biri, bu kiliseyi kirletmeyi aklına koydu. Bir gece yarısı
giderek Kulleys'in içini dışını pisliğiyle kirletti; sonra da kaçıp memleketine
döndü.
Bu hadise, insanların Kabe'ye teveccühünün devam
etmesinden fazlasıyla öfkelenmiş bulunan Ebrehe'yi bütün bütün çileden çıkardı.
Olayı Araplardan birini yaptığını da öğrenince, "Araplar bunu, Kabe'lerinden yüz çevirttiğim için
yapıyorlar. Ben de onların Kabe'sinde taş üstünde taş bırakmayacağım!"
diye yemin etli; sonra da, Kabe'yi yıkmak gayesiyle Mekke üzerine yürümeye
hazırlandı. Habeş Necaşisinden "Mahmud" adındaki meşhur fili istedi.
Necaşi, o sırada dünyada büyüklük ve kuvvetçe eşsiz olan Mahmud isimli fili,
Ebrehe'ye göndererek arzusunu yerine getirdi. Ebrehe, ordusunu hazırladı,
Mekke'ye doğru yola çıktı.
Bu arada, bazı Arap kabileleri, bu büyük orduya karşı
çıktılar; fakat başarı gösteremediler ve Ebrehe tarafından mağlub edildiler.
Ebrehe, ordusuyla Mekke'ye yaklaşınca, bir süvari
birliğini öncü olarak gönderdi.
Süvari birliği, Mekke civarına kadar sokularak Efendimizin
dedesi Abdulmuttalib'in 200 devesi de dahil Kureyş ve Tihamelilerin sürülerini
gasbetti.
Bu sırada, Abdulmuttalib, Kureyş Kabilesinin reisi idi. Ebrehe
bir elçiyle, Kureyşlilere şu haberi gönderdi:
"Ben sizinle harbetmek için değil, şu mabedi yıkmak
için geldim! Eğer bana karşı koymazsanız, kanınızı akıtmaktan vazgeçerim. Şayet
Kureyş Kabilesinin reisi benimle harbetmek istemiyorsa, yanıma kadar
gelsin!"
Kureyş Reisi Abdulmuttalib'in, elçiye cevabı şu oldu:
"Allah adına yemin ederiz ki, biz kendisiyle
harbetmek istemiyoruz. Zaten, buna gücümüz de yetmez. Yalnız, bu mabed,
Allah'ın evidir. Onu yıkılmaktan ancak Allah koruyabilir. O kendi mukaddes
beytini muhafaza etmezse, bizde Ebrehe'yi bu hareketinden vazgeçirecek güç ve
kuvvet yoktur."
Karşılıklı bu konuşmadan sonra Abdulmuttalib, elçiyle
birlikte Ebrehe'nin yanına vardı.
Abdulmuttalib, isteğini belirtti: "Askerlerin, 200
devemi almıştır. Arzum, develerimin iadesidir."
Ebrehe, bundan pek hoşlanmadı ve alaylı bir tavırla,
"Seni görünce büyük bir adam zannetmiştim; konuşmaya başlayınca, pek de
öyle büyük olmadığını anladım! Ben, senin ve atalarının tapınağı olan Kabe'yi
yıkmaya gelmişken sen, ondan söz etmiyorsun da, aldığım 200 deveden
bahsediyorsun!" diye konuştu.
Abdulmuttalib, Ebrehe'nin alaylı tavrına aldırmadan,
"Ben, develerimin sahibiyim. Kabe'nin de bir sahibi ve koruyucusu vardır;
elbette onu koruyacaktır!" diye karşılık verdi.
Bu sözler, Ebrehe'yi hiddete getirdi ve şöyle konuştu:
"'Onu bana karşı kimse koruyamaz!"
Abdulmuttalib, yine sözün altında kalmadı ve, "Orası
beni ilgilendirmez. İşte sen ve işte o!.."' dedi.
Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Ebrehe,
Abdulmuttalib'in gasbedilen develerini geri verdi. Abdulmuttalib, ordugahı
terkederek Mekke'ye geldi ve olup bitenleri Kureyşlilere anlattı. Ayrıca, 200
deveyi de Allah için kurban etmek üzere işaretleyerek serbest bıraktı.
Abdulmuttalib, ayrıca Ebrehe ordusunun şerrinden ve zulmünden
korunmak için Mekke'yi boşaltmalarını halka tavsiye etti. Kendisi de birkaç
kişiyle birlikte Kabe'nin yanına vardı ve kapısının halkasına yapışarak,
"Allah'ım!.. Bir kul dahi evini barkını korur. Sen de kendi evini koru! Ta
ki, yarın onların kuvvetleri, senin kuvvetine galebe çalmasın." diye dua etti.
Mekke boşaltıldı. Halk, dağ başlarına ve kuytu yerlere
sığınarak, Ebrehe ordusunun yapacaklarını beklemeye koyuldu. Mekke mahzun, Kabe
mahzun, Kureyş mahzundu. Ertesi günün sabahı idi.
Mekke üzerine yürüyüp Kabe'yi yerle bir etmek için,
Ebrehe ordusunda hazırlık tamamdı. Ordu tek bir işaret beklemekteydi.O esnada ordunun
başındaki heybetli fil birdenbire yere çöküverdi. Fili ayağa kaldırmak için her
tedbire başvurdular, fakat bir türlü başaramadılar. Yönünü Yemen'e doğru
çevirdiklerinde koşuyor, Şam'a doğru çevirdiklerinde yine koşuyor, doğu
tarafına yönelttiklerinde aynı şekilde durmadan koşuyordu. Ancak, yüzünü
Mekke'ye doğru çevirdiklerinde, adeta bacaklarındaki kuvvet birdenbire
çekiliveriyor ve Mahmud çöküveriyordu.
Bu
heyecanlı anda, kimsenin filin bu hareketine akıl erdiremeyip düşündüğü sırada,
Cenab-ı Hakk, "Celal" ismiyle tecelli etti ve Kur'an'da
"Ebabil" diye adlandırılan kuşları, deniz tarafından, Ebrehe
ordusunun üzerine salıverdi. Kırlangıçlara benzeyen bu kuşların her biri, biri
ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek tanesi
büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Bu taşların isabet ettiği her asker, anında
yerde debelenip oluveriyordu.
Taş yağmuruyla karşı karşıya kalan askerler, şaşırıp
kaldılar. Bir anda karargah, yıkılan, yere serilen insan ve hayvanlarla doldu.
Kendilerine taş isabet etmeyenler ise, kaçışmaya başladılar. Ebrehe’ de o anda
canlarını zor kurtaranlar arasında idi. Fakat, aldığı bir taş yarasıyla
sonradan o da, arzusuna gerçekleşmeden ölüp gitti.
Bu arada, Kabe üzerine yürümemenin bir mükafatı olarak
Mahmud adındaki fil de sağ kurtuldu.
Yüce yaratıcı Ebrehe ordusuna Ebabil kuşlarını musallat
ettikten sonra, ayrıca arkasından sel halinde yağmur yağdırdı. Yağmur seli,
Ebrehe ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize döktü.
Yüce Rabbimiz, Kur'an-ı Kerim'inde bu hadiseyi Fil
suresinde bize şöyle haber verir:
"(Ey Resulüm!.. Kabe'yi tahrip etmek isteyen)
Ashab-ı Fil'e (fillerle donatılmış Ebrehe ordusuna) Rabbinin ettiğini görmedin
mi? Onların kötü niyet ve teşebbüslerini boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü
sürü kuşlar salıverdi, onlara 'siccipden [pişmiş çamurdan] taşlar atıyorlardı.
Derken, Rabbin, onları (kurtlar tarafından kemirilip doğranan) yenik ekin
yaprakları haline getirdi!"
Bu hadise, Resul-i Eükrem Efendimizin peygamberliğinin
bir deliliydi. Zira, dünyaya gözlerini açmaya pek az bir zaman kala meydana
gelmiş ve doğum yeri, sevgili vatanı ve kıblesi olan Mekke ve Kabe-i Muazzama,
harika ve gaybi bir surette Ebrehe ordusunun tahribinden kurtulmuştur.
Cenab-ı Hakkın rahmet ve hikmeti, elbette Habibinin yüzü
suyu hürmetine bu muazzam mabedi Ebrehe ordusuna çiğnetmeye müsaade etmezdi ve
etmedi de!
Efendimize peygamberlik görevi verilmeden önce, peygamberliğiyle
ilgili olarak meydana gelen harikulade olaylara "irhasat" denir. Bu
hadiseler, Efendimizin peygamberliğine kanıt teşkil ederler. Alimler, Fil
Vak'asını da irhasatdan kabul etmişlerdir.
EFENDİMİZİN DOĞUMUNDAN ÖNCE
Efendimiz dünyaya gelmezden önce ve doğumu esnasında O’nun Allah
tarafından günaha ve cehalete son vermesi için gönderilen son peygamber
olduğuyla ilgili çok sayıda alametler ortaya çıkmıştır.
Evet; dünyaya kıyamete kadar manen reis
olacak, tek önder ve tek lider olacak, dünyanın manevi iklimini iyilikten yana
değiştirecek, dolayısıyla kainatın tek yaratıcı olan Allah’ın iradesinde
olduğunu gösterecek Allah’ın kulu ve elçisi Hz.
Muhammed’den bahsediyoruz.
O ki dünyayı âhirete tarla yapacaktır.
O ki, dünyadaki ve kainattaki yaratılmışların
kıymetlerini Allah'ın sanatları olduklarını ders vermekle ilan edecektir.
O ki, insanlara ve cinlere ebedi mutluluğun
tek yolunu gösterecektir. Onlara ebedi yok olma korkusundan kurtaracaktır.
Dünyanın ve kainatın ve içindekilerinin yaradılış hikmet ve sırlarını
açacaktır. İlmin baş öğretmeni olacaktır.
O ki, kainatı yaratan yüce yaratıcı Allah’ın
maksadını bilecek ve bildirecektir. İmtihan konusunda irade sahibi olan insanın
yaratılmışların en şereflisi olduğunu tescilleyecektir. Allah’ın emir ve
yasaklarından uzaklaşanların ise bu kez yaratılmışların en aşağısı konumuna
düşecekleri konusunda uyaracaktır. Yaratıcıyı yaratılana tanıtacaktır.
Onun ki başarılı ve örnek hayatı kıyamete
kadar insanlara yol göstericiliğini sürdürecektir. Vahye dair sultanlığı ve
saltanatı mesajını idrak etmişlerce günümüzde de devam etmektedir.
O ki, Allah'ın elçisidir. Onun gelişi bütün yaratılmışlar için bir
mutluluk vesilesidir. İnsanlar onun gelişi ile küfür-cehalet karanlıklarından
kurtularak imanın ışığına kavuşacaklardır. İnsanları dalaletten-gafletten
kurtarıp onların sonsuz mutluluğuna, Cennet'e ve Rablerine perdesiz
kavuşmalarına vesile olacaktır. Ve olmuştur da...
Hz. Ali’nin tarifiyle Peygamberimizin
boyu ne çok kısa, ne de çok uzundu, orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa ne düz uzun
saçlı; saçı, kıvırcıkla düz arasında idi. Değirmi (yuvarlak) yüzlü, duru beyaz
tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikliydi.
İri kemikli ve geniş omuzluydu.
Göğsü, ortadan karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları dolgundu. Yürüdüğü
zaman, sanki yokuş aşağı iner gibi rahatlıkla ilerlerdi. Sağına ve soluna
baktığında bütün vücuduyla dönerdi.
İki omuzu arasında "Nübüvvet
mührü" vardı. Bu Onun sonuncu peygamber oluşunun nişanesi idi. O,
insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu, en
arkadaş canlısıydı. Kendilerini ansızın görenler Onun heybeti karşısında
sarsıntı geçirirler, fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise,
Onu her şeyden çok severlerdi.
O’nun doğumuyla müjdelendi bütün
mahlukat. Eğer ki gün gelir, yani günümüzde olduğu gibi cehaletten ve zulümden
karanlığa bürünürse bütün dünya kurtuluşun ve huzurun tek yolu yine o şanlı
tebliğcinin işaret ettiği hususlara dikkat etmek, ona göre de inanmak ve
yaşamak gerekir.
Hz.Aişe validemizin rivayet ettiğine göre,
Mekke’de ticaretle uğraşan bir Yahudi Resulullah’ın doğduğu gece doğuşuna
alamet olan yıldızın doğduğunu görmüş, katıldığı Kureyş meclislerinden bir
mecliste:
-Ey Kureyş cemaati! İçinizde
bugün çocuğu doğan oldu mu? diye sormuş meclistekiler içlerinde çocuğu doğan
kimsenin olmadığını haber vermişlerdi. Yahudi:
- Ey Kureyş topluluğu! Beni iyi
dinleyin, sözlerimi ezberleyin bugün ahir zaman Peygamberi doğdu. Onun iki
kürek kemikleri arasında Peygamberlik mührü vardır.
Meclis dağılıp herkes evlerine
gidince, kimileri ailelerine Yahudi’nin sözlerini haber verdiler. Bunun üzerine
“Abdulmuttalib’in bir torunu olmuş. İsmini de Muhammed koymuşlar” dediler.
Sabah olunca meclistekiler akşam
kendilerine soru soran Yahudi’ye dün gece bir çocuğun doğduğunu söylediler.
Yahudi:
-O çocuk ben size söyledikten
önce mi,yoksa sonra mı doğdu, dedi. Oradakiler çocuğun kendilerine haber
vermeden önce doğduğunu söylediler. Yahudi’yi peygamber efendimizin evine
götürdüler Yahudi çocuğu görmek isteyince Peygamber efendimizi getirdiler.
Yahudi sırtındaki peygamberlik mührünü görünce düşüp bayıldı. Ayılınca:
-Vallahi artık Yahudilerin
elinden peygamberlikte, kitapta gitti. Bu İshakoğullarının hükümlerinin
kalmayacağına, bilginlerinin de itibarlarının kalmayacağına verilmiş bir
hükümdür. Araplar Peygamberlikle büyük bir şeref ve izzet kazanacak…
Yahudiler ki Medine’de Araplarla beraber
yaşıyorlardı. Zaman zaman onlarla kavgalar eder ve atışırlardı.
Atıştıklarında:
-Yakında son peygamber zuhur
edecek. Bizler onunla olup sizleri Ad ve İrem kavimleri gibi helak edeceğiz
diyorlardı.
Peygamber Efendimizin doğduğu
gece bir başka Yahudi gökyüzünde daha önce görmediği bir yıldız görmüştü. Bunu
bir peygamberin doğumuna işaret sayarak damına çıkıp bütün avazıyla:
-Ey Yahudi
topluluğu! Bu gece Ahmet’in yıldızı doğdu demişti.
Annesi, Hz. Amine ‘den
bildirilene göre Efendimize hamile iken hamile kadınların çektiği hiç bir
sıkıntıyı çekmemiş, doğum öncesi ve doğum sonrasında her hangi bir
acı çekmemiştir. Peygamber Efendimiz doğunca kendisinden çıkan bir nurun doğuyu
ve batıyı aydınlattığını görmüştür.
Peygamber Efendimiz’in doğduğu
gece dünyanın zalim idarecelerinden Kisra’nın sarayının ihtişamlı on dört
sütunu yıkılmış,
sarayda dehşet ve korkuya sebep olmuştur.
İran’ın Istahrıbat şehrinde bin yıldır sönmeyen Mecusiler’in kutsal ateşi Peygamber Efendimiz’in doğduğu gece sönmüştü.
Kudsiyet arzedilen Save gölünün
suları çekilip kurumuş, Irak’ta ise Fırat Nehri’nin yakınlarındaki
Semave vadisi ise sularla dolmuştu.
İran’ın baş kadısı ve din adamı
Nubezan rüyasında bazı başıboş develeri bir sürü Yörük atlarını önlerine
katarak Dicle ırmağını geçerek İran topraklarına kadar ulaştıklarını görmüştü.
Bu dört olayın aynı gece ve
saatlerde meydana geldiği Kisra’ya haber verildiğinde, Kisra bunları kâhinlere
yorumlattı. Bütün kâhinler 14 hükümdar sonra Sasani imparatorluğuna Araplar
tarafından son verileceğine yormuşlardır.
Efendimizin doğduğu gece
annesinin yanında bulunan Şifa hatun o gece her tarafı bir nurun kapladığını
şahit olmuş ve bunun daha sonra oğlu Abdurrahman bin Avf(r.a)’ a anlatmıştı.
Bütün bu olaylar yeni bir ufkun aydınlık bir geleceğin tüm dertlere çare olacak
kutlu bir misafirin habercisiydi. Kainat Efendisi dünyaya teşrifleriyle zulüm
ve zorbalığın sembollerini yerle bir etmiş, çirkin tabiatlı, pis kokulu
mekanlar ortadan kalktı. Coşkun gönüller misali akan seller vadileri doldurdu.
Dünya seması nihayet hidayet güneşine kavuştu.
Hz. Muhammed (sav)
Miladdan sonra 571 senesinde, 20 Nisan pazartesi gecesi sabaha karşı, Mekke'de
doğdu. Abdülmuttalib, torununun doğumu şerefine verdiği ziyafette
çocuğun adını soranlara:"Muhammed adını verdim. Dilerim ki, gökte Allah
yeryüzünde halk, O'nu hayırla ansınlar..." cevâbını verdi. Annesi de ona
"Ahmed" dedi. Muhammed, üstünlük ve meziyetleri anılarak çok övülen
demektir. Ahmed ise yaratıcımızı yüce sıfatları ile öven, hamd eden kimse
demektir.
Hz. Peygamber Arap yarımadasının batısındaki
Hicaz bölgesinde yer alan Mekke şehrinde dünyaya geldi. Doğum tarihi kesin
olarak bilinmemektedir. Bunun sebebi o sırada Araplar arasında belirli bir
takvimin kullanılmamasıdır. Genel kabul gören kanaate göre Fil Vakası’ndan
50-55 gün sonra Rebiülevvel ayında (Nisan) Pazartesi günü dünyaya
gelmiştir.
Hz. Muhammed (sav)’in babası, Kureyş’in Beni
Haşim kolundan Abdullah bin Abdülmuttalib, annesi ise Kureyş kabilesinin Beni
Zühre koluna mensup Vehb bin Abdümenaf’ın kızı Amine’dir. Hz. Peygamber onların
evliliklerinden dünyaya gelen biricik çocuklarıdır.
Hz. Peygamber’in babası Abdullah, akranları
arasında çok beğenilen yakışıklı bir gençti. Yüzünde diğer gençlerde bulunmayan
bir güzellik ve parlaklık vardı. Bunun Hz. Peygamber’e ait “nübüvvet nuru”
(peygamberlik nuru) olduğu kabul edilir. Rivayete göre Abdullah’ın babası (Hz.
Peygamber’in dedesi) Abdülmuttalib Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkarıp
onardığı sırada Kureyş’in bazı ileri gelenleri onu alaya alıp küçük düşürmek
istemişlerdi. O sırada Haris’ten başka oğlu olmayan Abdülmuttalib onlara karşı
savunmasız bir durumda olduğundan, on oğlu olursa birini Allah’a kurban
edeceğine dair adakta bulunmuştu. Bir süre sonra duası gerçekleşip on oğlu
dünyaya geldiğinde gördüğü bir rüyada kendisine adağı hatırlatılmış, o da
oğullarından hangisini kurban edeceğini belirlemek için kuraya başvurmuştu.
Kura o sırada en küçük oğlu olan Abdullah’a çıkınca onu kurban etmeye karar
vermiş ancak buna başta kızları olmak üzere pek çok kimse bu karara karşı
çıkmıştı. Adağını yerine getirebilmek için bir çözüm arayan Abdülmuttalib
kendisine yapılan bir tavsiye doğrultusunda Abdullah ile o günkü örfe göre
diyet olarak kabul edilen on deve arasında kura çektirmiş, fakat kura yine
Abdullah’a çıkmıştı. Abdülmuttalib deve sayısını onar onar artırarak kuraya
devam etmiş, sayı yüze ulaşınca kuranın develere çıkması üzerine 100 deve
kurban etmişti. Böylece çok sevdiği oğlu Abdullah’ı da kurtarmıştı. Bundan
dolayı Hz. Peygamber, hem babası Abdullah’ın hem de büyük atası Hz. İbrahim
(as)’in oğlu Hz. İsmail (as)’in kurban edilmekten kurtulmuş olduğunu kastederek
“Ben iki kurbanlığın oğluyum”
demiştir. Ne yazık ki, eski insan topluluklarında insan kurban etme geleneksel
bir davranıştı.
Abdullah gençlik çağına
ulaştığında kendisine gelen birçok evlilik teklifini kabul etmemiş, nihayet
babasının teşebbüsüyle Vehb’in kızı Amine ile evlenmiştir. Abdullah’ın bu
sırada on sekiz yaşında olduğu anlaşılmaktadır. Abdullah ticaret için gittiği
Suriye’den dönerken Yesrib’e (Medine) uğramış ve orada babasının dayıları olan
Adî bin Neccar oğullarını ziyaret etmişti. Ancak bu sırada hastalanıp
akrabalarının yanında bir ay kadar hasta yattıktan sonra vefat etmiş ve
Medine’de defnedilmiştir. Abdülmuttalib Abdullah’ın hastalığını haber alınca
büyük oğlu Haris’i Yesrib’e göndermiş ancak o daha şehre ulaşmadan kardeşi
vefat etmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber yetim olarak dünyaya gelmiştir.
Hz. Peygamber’in annesi Amine Kureyş kızları
arasında iyi bir yere sahipti. Babası Vehb de Zühre oğullarının ileri
gelenlerinden biriydi. Abdülmuttalib, oğlu Abdullah’ı yanına alarak Amine’yi
babasından veya diğer bir rivayete göre amcası Vüheyb’den istemiş, olumlu cevap
verilmesi üzerine evlilik gerçekleşmiştir. Zamanın gelenekleri doğrultusunda
evliliğin ilk üç günü Amine’nin evinde geçmiştir. İslâm kaynaklarında Hz.
Muhammed (sav)’in ana rahmine intikalinden doğumuna kadar geçen zaman içinde
bazı olağanüstü olayların meydana geldiğine dair değişik rivayetler yer
almaktadır. Bir rivayete göre Amine Hz. Peygamber’e hamile olduğu sırada bir
rüya görmüş, rüyada kendisine önemli bir kişiye hamile olduğuna işaret edilerek
doğacak çocuğa Muhammed veya Ahmed adını
vermesi söylenmiştir. Amine’nin doğum sancısı çekmediği de bu rivayetler
arasındadır. Yine meşhur rivayete göre Hz. Peygamber sünnetli olarak doğmuştu.
Ayrıca melekler tarafından yıkanmış ve sırtına peygamberlik mührü vurulmuştu.
ÇOCUKLUĞU ve GENÇLİĞİ
Efendimiz kutlu doğumunun
ardından bir süre annesi Âmine’nin yanında kalır, daha sonra gelenek olduğu
üzere sütanneye verilir. O zamanlar ki inanışa göre çocukların sütanneye
verilmesinde ki temel sebep çocukların şehir yerine daha sağlıklı olan çöl
havasında büyümelerini sağlamak ve konuşma çağında fasih Arapça öğrenmelerine
imkân vermekti. Hz. Peygamber de bu geleneğe uyularak Hevâzin kabilesinin Sad bin
Bekir koluna mensup Halime
bint Ebû Züeyb’e verildi. Halime, sütanneliği
yaparak geçimini sağlayan diğer çöl insanı olan bedevi kadınlarla ve kocası ile
birlikte aynı zamanda bir kıtlık yılı
olan o zamanda Mekke’ye gitmişti. Lakin
geçimlerine kolaylık saplamak için genellikle tercih edildiği üzere zengin bir
aile çocuğu bulamamıştı. Ayrıca Efendimizin yetim olduğunu öğrenince de O’nu
almakta tereddüt göstermişti. Buna
rağmen Mekke’den boş dönmemek için sütanneliği yapmak üzere O’nu yanında
götürmeye karar vermişti. Nihayet efendimiz iki yıl sütannesi Halime’nin
yanında kalır. Sonrasında Mekke’ye geri getirilir. Amine ise, çöl havasının
çocuğuna yaradığını gördüğü, bazı rivayetlere göre ise o sıralarda Mekke’de
veba salgını bulunduğu için onun bir müddet daha Halime’nin yanında kalmasını
ister. Peygamberimiz bu kez dört veya beş yaşına kadar daha sütannesinin
yanında kalır. Sonra da Mekke’ye getirilerek annesine teslim edilir. Hz.
Peygamber’in sütbabası Haris bin Abdüluzza, sütkardeşleri de Abdullah, Üneyse
ve Şeyma idi. Rivayete göre Halime ve Haris, Muhammed (sav)’i yanlarına
aldıktan sonra ailecek bolluk ve berekete kavuştular; deve ve koyunları
eskisinden çok daha fazla süt vermeye başladı. Halime ve Haris’in baştan beri
birçok olağanüstü özelliğine şahit oldukları, efendimiz hakkında olup biteni
izah edememekten kaynaklanan bir endişe yaşadıkları ve bu harikulade çocuğu
ailesine iade etmenin daha doğru olacağını düşünmeye başlamışlardır.
Ailesine bırakılan efendimiz altı
yaşına geldiğinde annesi Amine O’nu da cariyesi Ümmü Eymen’le birlikte yanına
alarak Yesrib’e (Medine) götürdü. Burada hem babası Abdullah’ın mezarını hem de
Abdülmuttalib’in annesi dolayısıyla ailenin dayıları sayılan Beni Neccar
mensuplarını ziyaret ettiler. Amine, Yesrib’de bir ay kadar kaldıktan sonra
Mekke’ye dönerken Medine’ye yaklaşık 190 km. uzaklıkta bulunan Ebva denilen
yerde hastalanır ve genç yaşta rabbine kavuşur. Hz. Amine’nin, ölümünden kısa
süre önce küçük yavrusuna bakarak şöyle söylediği anlatılır: “Her yaşayan ölür.
Her yeni eskir. Her çok azalır. Her büyük yok olur. Şüphesiz ben de öleceğim,
ama devamlı anılacağım. Çünkü dünyaya oğlumu hayırlı bir gelecek olarak
bırakıyorum.” Annesinin beklenmedik ölümüyle öksüz kalan efendimiz, Ümmü Eymen
tarafından Mekke’ye getirilip dedesi Abdülmuttalib’e teslim edildi.
Dede Abdülmuttalib çok sevdiği ve
genç yaşta kaybettiği oğlu Abdullah’ın değerli hatırası olan Muhammed (sav)’e
büyük özen gösteriyordu. Sofraya onunla birlikte oturup yemek yiyor; onu zaman
zaman Kâbe duvarının gölgesindeki minderine oturtuyor; Darünnedve’deki toplantılara
başkanlık ederken yanına alıyor; bütün davranışlarıyla O’na baba şefkati ve
sevgisinin eksikliğini hissettirmemeye çalışıyordu.
Daru’n-Nedve;
cahiliye Mekke’sinde Mekkeli müşriklerin toplantı ve istişare yeridir. Buraya
‘‘şehir meclisi’’ ya da cahiliyye devri ‘‘Mekke şehir devletinin parlamentosu’’
da diyebiliriz. Oligarşinin hâkim olduğu Mekke’de, Daru’n-Nedve;
şehrin idari meclisi, bir nevi hükümeti gibi çalışmaktaydı.
Yaşı seksenin üzerinde olan
Abdülmuttalib o sırada sekiz yaşındaki torunu Muhammed (sav)’in bakım ve
himayesini amcası Ebu Talib’e verdikten kısa bir süre sonra ecel şerbetini
içti. Ebu Talib Hz. Peygamber’in babası Abdullah’ın anne-baba bir kardeşi idi.
Ebu Talib, yeğenini çocuklarından fazla sevdi, O’nun uğurlu olduğuna inandı ve
iyi yetişmesi için de özel bir gayret sarfetti. Çıktığı bazı seyahatlerde onu
da yanına alırdı. Nitekim Hz. Muhammed (sav)’in dokuz (veya on iki) yaşında
bulunduğu sırada amcası ticaret amacıyla Suriye’ye gitmeye karar verdiğinde O
da amcasıyla birlikte yanında gitmek istedi. Yeğeninin bu konudaki ısrarlı
isteğini gören Ebu Talib O’nu yanına aldı. Kervan yola çıktıktan bir süre sonra
Suriye topraklarındaki Busra’da konakladı. Burada bir manastırda yaşayan Bahira
adlı rahip kafileyi yemeğe davet etti. Bahira amca Ebû Talib’e, küçük Muhammed
(sav)’in İncil’de gönderileceği vaad edilen peygamber olduğuna dair işaretler
taşıdığını söyler.Sonra da başına gelebilecek bazı tehlikelere dikkat çekmiş ve
onu iyi korumasını tavsiye etmiştir. Ebu Talib bunun üzerine endişelenerek seyahatini
yarıda kesip Mekke’ye döndü.
Hz. Muhammed (sav)’in henüz on
yaşlarındayken, kalabalık bir aileye sahip bulunan amcası Ebû Tâlib’e yardımcı
olmak amacıyla bir süre çobanlık yaptığı da bilinmektedir. Peygamberliği
döneminde O, bu hatırasına atıfla “Hiçbir peygamber yoktur ki koyun gütmüş
olmasın” buyurmuştur. Etrafında bulunan sahabelerin “Siz de mi koyun güttünüz
ya Rasulallah?” şeklindeki sorusu üzerine “Evet. Ben de Mekkelilerin
koyunlarını güttüm” cevabını vermiştir.
Ebu Talib’in hanımı Fatıma bint
Esed Muhammed (sav)’e kendi çocuklarından daha fazla ilgi gösterdi. Efendimizde
büyüdüğünde yengesinin iyiliklerini hiçbir zaman unutmadı. Onu Medine’deki
evinde ziyaret eder, zaman zaman orada öğle uykusuna yatardı. Yengesi vefat
ettiğinde çok üzülmüş, gömleğini ona kefen yapmış, cenaze namazını da kendisi kıldırmıştır.
Ölümünden duyduğu üzüntüyü etrafındakilere anlatırken şöyle diyerek vefa
duygusunu göstermiştir: “Ben onun himayesine muhtaç öksüz bir çocuktum. O kendi
çocukları aç olduğu halde beni doyururdu. Kendi çocuklarını bırakır benim
saçlarımı tarardı. O benim annem gibiydi.” Ebu Talib, peygamberliğinden sonra
da yeğeninin yanında yer aldı ve onun İslam’ı kabul etmesi için yaptığı ısrarlı
tekliflerini cevapsız bırakmakla birlikte kendisini korumak için elinden geleni
yapmaya çalıştı.
***
Araplar arasında çok oğul sahibi olmak büyük bir güç ve
onur sahibi olmak demekti. Çok oğul sahibi olmak içinde mümkün olduğunca küçük
yaşlarda ve çok kadınla evlenmek gerekiyordu. Arabistan ikliminden dolayı
insanların ergenliğe ulaşmaları bizim coğrafya insanlarına göre daha erken
yaşlardaydı.
Efendimizde yirmi yaşına gelmiş ama henüz evlenmemişti. Arap gelenek
ve göreneklerine göre geç kalmış sayılırdı. Şüphesiz ki evlenememesinin en
büyük nedeni son derece fakir oluşuydu. Ayrıca hem yetim, hem öksüzdü.
Babasından kendisine bir cariye, beş deve, bir kaç koyun, bir kılıç ve bir
miktarda gümüş para miras kalmıştı ki onunda miktarı evlenmek için dönemin
şartlarına göre çok azdı.
Peygamberimiz bu gençlik döneminde Erdemliler Hareketindeki sosyal
statüsünün yükselmesiyle gerek akrabaları tarafından gerekse diğer Kureyşîler
tarafından sık, sık ticaret kervanlarına davet edilmeye başlandı. Bir keresinde
son anda hasta olarak sefere çıkamayan bir tüccarın kervandaki mallarını teslim
almış, akabinde başarılı bir ticaret yapmıştı. Genç Muhammed
(sav) artık Kureyşiler arasında bu konuda aranan bir eleman
durumuna gelmiş, hayatını rahatlıkla kazanmaya başlamıştı. Kazancının artması
ise dolayısıyla evlilik imkânının artması demekti.
Muhammed (sav) sekiz yaşından beri amcası Ebu Talib’in
ailesinin içinde idi. Onlar Muhammed’i, Muhammed’de (sav) onları
sevmekteydi. Bu sevgi son derece içten ve güçlüydü.
Genç
Muhammed (sav) amcası Ebu Talib’in
kızlarından Fahite’yi çok beğeniyordu. Aşık olmuştu. İki genç
arasında güçlü bir sevgi oluşmuştu. Efendimiz hayatını kazanmaya başladığı zaman
amcasından Fahite’yi kendisi için istedi. Ancak o zamanki Araplarda evlilikler
pek çok sosyal ve siyasal nedenlere dayanırdı. Duygusal nedenlere pek de önem
verilmezdi. Ebu Talib’in de kızı Fahite için bazı düşünceleri, planları vardı.
Kısa süre önce Mahzum
kabilesinden dayısının oğlu Hübeyre Fahite’yi istetmişti. Hübeyre kabilesi
içinde iyi bir konuma sahip olduğu gibi Ebu Talip gibi iyi bir şairdi. Şairlik
önemli bir statüydü. Ebu Talib kızını Hübeyre ile evlendirmekle iyi ve zengin
bir damat kazanmakla kalmayıp aralarındaki akrabalık bağları güçlenecekti.
Mahzum oğulları gibi Kureyşîler içinde gün güne gücü artan bir müttefikte
kazanacaktı.
Yeğenini çok sevmekle birlikte
böyle bir evlilik için O’nu henüz bu evliliğe hazır bulmuyordu. Fakat yeğeni
Muhammed’i
de kırmak istemiyordu. Bu nedenle Ebu
Talib’in kızı Fahite konusunda Muhammed’e (sav) verdiği cevap oldukça politik
oldu.
-“Ey Muhammed!
Ey kardeşimin oğlu! Fahite’yi Mahzum oğullarından Hübeyre istemektedir. Onlar
daha önce kızlarından bir kızı bize vermişlerdi. Cömertlik yapanlara cömertlik
yaparak karşılık verilmelidir” dedi.
Ebu Talib burada Mahzum
oğullarının kendilerine verdikleri kız olarak Annesi Fatıma Bint-i Amr’ı
kastetmekteydi.
Genç Muhammed (sav)
amcasının kızını kendisine vermek istemediğini anladı. Bu konuyu da bir daha
hiç açmadı.
Fahite Hübeyre ile evlendirildi.
Ondan Hani isminde bir oğlu oldu ve Ümmü Hani diye künyelendi. Muhammed’in
(sav) Fahite’ye karşı olan duyguları onun evliliğinden sonra güçlü bir saygıya
dönüştü. Sık sık ziyaretlerine gider, kuşluk uykusunu onun evinde uyur, bazı
gecelerde yanlarında misafir kalırdı. Miraç olayı efendimizin Ümmü Hani’lerde
misafir olarak yatıya kaldığı bir gecede gerçekleşmiştir.
Fahite konusunda genç
Muhammed’in (sav) uğradığı düş kırıklığı ve bunun sonucunda
oluşan iç sızlatan gönül yarası ruhunu bir parça daha hassaslaştırdı. O ise her
şeyin olduğu gibi bununda ezelden kurgulanmış mükemmel bir planın gereği
olduğunu henüz bilmiyordu. Eğer Fahite ile evlenseydi daha sonra Hz. Hatice
annemizle evlenmesi mümkün
olmayabilirdi. Şüphesiz ki Hz. Hatice’nin kişiliği daha sonra sırtına yüklenecek olan o
ilâhi görevin ağırlığını kaldırmasında en büyük desteği olacaktı. Fahite’nin
ise kişiliğiyle bu ağır yükü kaldırmasında yardımcı olması ise mümkün değildi.
Bu nedenle genç Muhammed’in (sav) çok istemesine rağmen Fahite ile
değil de Hz. Hatice ile evlenmesi bu ilâhi görevin gerçekleşmesi
yönünden daha uygundu.
***
Cahiliye dönemi’nde Arap
kabileleri arasında çeşitli sebeplerle sık sık savaşların çıktığı
bilinmektedir. Öyle ki, kan dökmenin yasak olduğu haram aylarda (Zilkade,
Zilhicce, Muharrem, Receb) bile savaşların yapıldığı olurdu. Haram aylarda
cereyan ettiği için bu savaşlara Ficâr savaşı adı verilirdi. Efendimizde
gençliğinde böyle bir savaşa katılmak durumunda kalmıştı. O’nun müttefik
Kureyş-Kinâne ve Kays-Aylân kabileleri arasında çıkan şiddetli savaşa
amcalarıyla birlikte katıldığı ancak fiilen savaşmayıp amcalarına ait eşyaları
koruduğu, ayrıca gelen okları da kalkanla karşılayıp toplamak suretiyle
amcalarına verdiği bu konudaki farklı rivayetler içinde tercih edilen bir
görüştür. Onbeş yaşlarındadır.
Hz. Muhammed (sav) yirmi yaşında
olduğu sırada Hilfü’l-fudûl adı verilen antlaşma için yapılan toplantıya katıldı.
Toplantı Mekke’ye hac ve ticaret için gelen zayıf ve güçsüz kimselere yapılan
haksızlıklar, ayrıca sık sık ortaya çıkan kabileler arası savaşlar karşısında
Hz. Peygamber’in amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib’in girişimiyle Mekke’nin en
zengin, yaşlı ve nüfuzlu kabile reisi durumundaki Abdullah b. Cüd‘ân
et-Teymî’nin başkanlığında yapıldı. Bir sivil toplum örgütü konumundaki “Erdemli
insanların yemini” anlamına gelen bu hareket içinde yer alanlar, yerli veya
yabancı olsun haksızlığa uğrayan herkesi koruyacaklarına, hakkı verilinceye
kadar tek bir el gibi hareket edeceklerine ve birbirlerine maddî yardımda
bulunacaklarına yemin etmişlerdi. Kendisi peygamberliğinden sonra da bu
ittifaktan övgüyle bahsetmiş ve şöyle demiştir: “Ben Abdullah b. Cüd‘ân’ın
evinde yapılan bir antlaşmaya katılmıştım ki bunu güzel ve kızıl develere
değişmem. Bugün de böyle bir antlaşmaya çağrılsam tereddüt etmeden giderim.”
Son Ficar
harbinde çok kan dökülmüştü. Mekke’de asayiş alabildiğince bozulmuş, huzur diye
bir şey neredeyse hiç kalmamıştı. Bu dönemde Mekke’de güçlüler zayıfları
acımasızca eziyor, haksızlıklar almış başını gidiyordu. Gerek Mekke
yerlilerinin, gerekse Mekke’ye dışarıdan gelen turist ve tüccarların mal, can
ve namus güvenlikleri yoktu.Yağma ve çapulculuk arapların adeti haline
gelmişti. Kısaca Mekke’de bir azgın, bir kudurmuş karanlık bir devir
yaşanıyordu. Akraba akrabaya düşman olmuş, kardeş kardeşi boğazlar hale
gelmişti. Merhum Mehmet Akif’in ediği gibi, “ Dişsiz mi bir insane, onu kardeşi
yerdi.” Hırsızlık adeta profesyonel bir meslek haline gelmişti. Mal adına ne
bulunursa çalınıp aşırılırdı. Mekke’ye dışarıdan gelenlerin bazen malları ucuza
alınıyor, bazen de hiç para vermeden gasp ediliyordu. Hatta dışarıdan
gelenlerin yanlarında ki eşleri ve kızları ellerinden zorla alınarak Mekke’de
alıkonuluyordu. Aciz ve güçsüzler her türlü kötü muameleye maruz kalıyorlar,
dertlerini anlatacak resmi ve gayri resmi bir makam bulamıyorlar, haksıza da
karşı koyamıyorlardı. Böyle bir dönemde Yemen’in Zebid kabilesinden birisinin,
bir deve yükü malı gasp edilmişti. O da Ebu Kubeys dağına çıkarak uğradığı
zulüm ve hakareti bütün Mekke’lilere yüksek sesle avazı çıktığtnca bağırarak
duyurdu ve insanlardan yardım istedi. Mekke’nin aklı başında ileri gelenlerini,
Haşim, Zühre ve Teym ailelerini, Peygamberimizin amcası Zübeyr bir araya
getirdi. Mekke’nin yaşlı, zengin ve itibarlılarından olan Abdullah b. Cuda’nın
evinde toplandılar. Hilful-fudul (Erdemliler) cemiyetini kurdular. Cemiyetin
gayesi, Mekke’de ister yerli, ister yabancı olsun, zulme uğramış kimse
bırakılmayacaktır. Bu işe, denizlerin suyu kalmayıncaya, Hıra ve Sebir dağları
yerlerinden silinip gidinceye ve gerekirse Kabe’de ibadet ortadan kalkıncaya
kadar devam edilme kararı alındı. Efendimiz de 20 yaşında bir delikanlı olarak
bu asıl duygularla ve güzel gayelerle kurulan cemiyete davet edilmiş, kaydolmuş
ve aktif görev almıştır.
O günlerde Mekke’ye ürettiği malını satmaya
gelen bir yabancının malına şefkat peygamberinin amcası Ebu Cehil, değerinin
çok altında fiyat vermiş, adam da malını o fiyata vermemişti. Fakat Ebu
Cehil’in korkusundan kimse daha fazla para verip bu malı almıyordu. Adam malını
değer fiyatından satamadığı için mağdur olmuştu. Bunu duyan efendimiz pazara
gitmiş, adamın malını değerini vererek satın almış ve Ebu Cehil’e rağmen adamı
mağduriyetten kurtarmıştı. Bu olayla Efendimiz ilk defa Ebu Cehil’e karşı
koymuş oluyordu. Bir gün, Ebu Cehil’e iki yıl önce veresiye yüklü miktarda mal
satan ve hala parasını alamadığı için mağdur olan bir yabancı tüccar, Hilful
Fudul cemiyetine gelerek derdini anlattı ve şikayette bulunarak yardım istedi.
Oradakiler tüccara; “ Muhammed-ül Emine git ve derdini O’na anlat” dediler. Peygamberimizin
lakabı artık Muhammet’ül Emin idi. Yani güvenilir Muhammed! Adam Efendimize
derdini anlatınca, Peygamberimiz tüccarı yanına alarak Ebu Cehil’in evine
gitti. Bunu gören birçok Mekke’li de oraya gelerek geriden olacakları
seyretmeye başladılar. Herkes Ebu Cehil’in Peygamber Efendimize neler
yapacağını görmek istiyordu. Efendimiz kapıyı çaldı. Ebu Cehil kapıyı açtı. Genç
Muhammed (sav) durumu anlatarak, “ Bu adamın parasını hemen getir ver” dedi.
Ebu Cehil içeri girdi, parayı getirerek adamın borcunu ödedi. Efendimiz de
adamı oradan alarak ayrıldı. Olayı seyredenler dışarıda; “ Yazıklar olsun sana,
senin şanına ününe, yirmi yaşındaki Muhammed’in korkusundan dediklerini yaparak
mağlup oldun. Ondan korktun, hani senin şanın şöhretin nerde kaldı, yoksa bizim
bildiğimiz, herkesin korkusundan titrediği Ebu Cehil öldü mü ” diye
bağırıyorlardı. Ebu Cehil hışımla dışarı çıktı, bir türlü dağılmayıp bağırarak
kendisini ayıplayanlara dedi ki; “ Şunu bilin ki, ben Muhammed’ten korkmuş
değilim. Muhammed kapımı çalınca evimde bir zelzele başladı, kapıyı
açmayacaktım amma, ev başımıza yıkılacak diye korktuğum için kapıyı açmak
zorunda kaldım. Muhammed bana; “ Bu adamın sende alacağı varmış, hemen getir ver
parasını” dediğinde, ben parayı vermeyecektim amma, o esnada Muhammad’in sağ ve
sol omzundan başlarını uzatmış ağzı köpüklü iki azgın deve, parçalayacak gibi
bana bakıyorlardı, eğer borcumu ödemezsem bunlar beni de belki hane halkımı da
ezip öldürürler diyerek koktum ve adamın borcunu ödedim, yoksa ben Muhammed’ten
korkmuş değilim” dedi. Ve halk oradan dağıldı. Böylece Peygamber Efendimiz,
Allah’ın izni ve yardımıyla Mekke’lilerin karşı konulmaz sandıkları Ebu Cehil’i
ikinci defa mağlup etmiş oldu. Artık halk Ebu Cehil’in kudretini sorgulayıp, onun
yenilmez bir insan olmadığı kanaatine vardı.
Bildiğimiz
gibi ilk defa Hz. İbrahim (a.s.) ile oğlu Hz. İsmail (a.s.) tarafından Allah’ın
emri üzerine yapılan Kabe, tarih boyunca
zaman zaman küçük ve büyük onarımlar geçirmiştir. Kabe ilk yapıldığında üstü
açıktı. Yağan yağmurlar içeriden ve dışarıdan duvarların zarar görmesine sebep
oluyordu. Kabenin ilk çatısı, Peygamber Efendimizin dedelerinden Kusay b. Kılab
tarafından, Kabe yeniden inşa edilirken yaptırılmıştır. Kabenin içinde bir kuyu
vardı. Burası hazine ambarı gibi kullanılıyor, Kabe’ye gelen hediyeler buraya
konuyordu. Yağmur sularının Kabe’nin bir kısım duvarlarını yıktığı bir sırada,
korumasız kalan bu kuyudan hırsızlar bir şeyler çalmıştı. Bu yüzden Kureyşliler
Kabe’yi yeniden inşa etmeye karar verdiler. Kabe’nin bu onarımı, Efendimizin gençliği döneminde yapılmıştır. Bu
onarımda Kızıldeniz’de Cidde yakınlarında kazaya uğrayan bir Rum tüccarına ait
geminin keresteleri, bu maksatla Cidde’ye gönderilen Velid b. Mugire tarafından
satın alınarak Kabe’nin inşaatında kullanılmıştır. O sırada orada bulunan Yunanlı bir mimarda
Mekke’ye getirilerek, inşaatın yapımına nezaret etmesi sağlanmıştır. Bu büyük
onarım esnasında, Kureyşli aileler arasında “ Hacer-i Esved’i” yerine koyma
konusunda anlaşmazlık çıkmış, sen koyacaksın, ben koyacağım derken kan dökülmek
aşamasına gelmişlerdir. Mekkenin ve Kureyşin en yaşlısı olan Ebu Ümeyye b.
Mugire; “ Durun, kavga edip kan dökmekle elinize bir şey geçmez. Yarın sabah
Safa kapısından girecek ilk zatın hakemliğini kabul edin, hakem nasıl isterse anlaşmazlığı
öyle çözelim, ne dersiniz?”dedi. yapılan bu teklif kabul edildi. Sabahleyin Kureyş ileri
gelenleri, Safa kapısından ilk girecek zatı beklerken, efendimizin geldiğini görünce
hepsi sevindiler. Çünkü O’na, “ El emin” diyorlardı. O’nun doğruluğundan,
dürüstlüğünden ve tarafsızlığından emindiler ve hepsi de O’na güveniyorlardı. Durum
genç Muhammed’e (sav) anlatılınca O da, bir kilim istedi. Kilim getirildi.
Herkes ne yapacağını merak ederken, genç Muhammed (sav) kilimi yere serdi.
Hacer-i Esved’i kilimin üzerine koydu. Her kabileden bir kişi seçti. Bu
kişilere kilimden tutmalarını rica etti. Herkes kilimin bir ucundan tuttu. Böylelikle
Hacer-i Esved’i yerine koyma konusunda herkes ortak şerefe nail olmuştu. Kilimden
tutanlar taşı konacağı yere kadar kaldırdılar. Genç Muhammed (sav) taşı kendi
eliyle yerine yerleştirdi. Böyle basit fakat kimsenin aklına gelmeyen bir
yöntemle hem kavga önlenmiş hem de her kabile Hacer-I Esvet’in yerine konmadaki
şerefe nail olmuş oldu. Efendimizin bu hakemlik olayı, O’nu Mekke halkı
karşısında onurlandırmış, halk nezdinde saygınlığının ve güvenirliliğini daha da artırmıştı.O artık halkın gözünde,
toplumsal olaylarda da, millete önderlik yapacak, halkın ihtiyaçlarının
karşılanması için tedbirler üretecek ve sosyal olaylarda önderlik yapacak
güvenilir bir lider olma kapasitesine sahip bir kişi olmuştu.
Hz. Muhammed (sav) Mekke’deki birçok Kureyşli
gibi ticaret ile meşgul olmuştur. Kumaş ve tahıl ticaretiyle uğraşan Ebû
Tâlib’e yardım etmek suretiyle ticaret hayatına başlayan Hz. Muhammed (sav)
amcasının yaşlandığı yıllarda kendisi ticarete devam etti. Bu dönemde Hz.
Muhammed (sav)’in çeşitli yerlere ticaret amacıyla seyahat ettiği bilinmektedir.
Ergenlik çağında Hubâşe panayırına, bir veya iki defa Yemen’e, ayrıca Doğu
Arabistan’daki Muşakkar ve Debâ panayırlarına, hatta Habeşistan’a gittiği
tesbit edilmektedir. Bu seyahatler sebebiyle bir taraftan ticari hayatın
gereklerini öğrenirken diğer taraftan Arabistan’ın muhtelif yerlerinde yaşayan
insanları yakından tanıma, onların dil ve lehçelerini, dinî, siyasi ve sosyal
durumlarını öğrenme imkânını elde ediyordu. Kaynakların ittifakıyla Cahiliye
döneminin yaygın kötülüklerinin hiçbirine bulaşmaksızın temiz bir hayat yaşayan
ve yirmi beş yaşlarına gelen Hz. Muhammed (sav) çevresinde iffeti, mertliği,
merhameti ve hak severliğinin yanısıra ticaret hayatında da doğruluğu ve
güvenilirliği sebebiyle “Muhammedü’l-emîn” veya sadece “el-emîn” unvanıyla bilinmekteydi. Mekkeli
tacirlerden Kays b. Sâib, Hz. Muhammed (sav)’le birçok ticari iş yaptığını ve
ondan daha iyi bir ortağa rastlamadığını belirterek şöyle demiştir: “O ticari
bir yolculuğa çıkacağı zaman kendisine bazı işleri havale ettiğim olurdu. Seyahatten
döndüğünde benim tamamen memnun kalacağım bir şekilde hesap görmeden kendi
evine çekilip gitmezdi. Buna karşılık ben seyahate çıktığımda bana bir iş
havale ederse dönüşümde herkes bana kendi işleri ile ilgili hususları sorup
dururken O, bana sadece sağlık ve afiyette olup olmadığımı sorardı.”
EFENDİMİZ EVLENİYOR
El Emin 25
yaşlarına ulaşmıştı. Sevdiceği amcası Ebu Talib'in maddi olarak kıt kanaat
geçindiği, zor zamanlar geçirdiği günlerdi. Ekonomik durumların çok iyi
olmaması ile birlikte amca Ebu Talib'in bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi
vardı.
O günlerde Mekke'den kalkacak olan bir
ticaret kervanı vardı. Lakin kervanın başında kimin olacağı henüz belirlenmemişti.
Bu yüzden Ebu Talib genç Muhammed’i karşısına alarak kendisine;
“Ey kardeşimin oğlu, yeğenim! Biliyorsun ki
ben, mal ve mülkü olmayan bir adamım. Gün geçtikçe sıkıntılarımız da giderek
artıyor. Ne yazık ki gelen her yeni sene de, hoşumuza gitmeyecek yeni sıkıntılarla
birlikte geliyor. Ne malımız kaldı ortada, ne de bir ticaretimiz!”dedi.
Bunları söylerken Ebû Tâlib’in yüzünde,
yanlış bir işe adım atma ihtimalinden kaynaklanan bir endişe de okunuyordu.
Belli ki, zor bir kararın arefesindeydi. Aslında sözün gidişatından bir teklif
geleceği belli oluyordu.
“Duydum ki kavmin, Şam taraflarına ticaret
için bir kervan tertip etmiş. Huveylid’in kızı Hatice de, bu kervanda
görevlendireceği, ticaretinde kendisine ortak güvenilir bir adam arıyormuş. Her
ne kadar ben senin, Şam taraflarına gitmenden hoşlanmasam da ve oradaki kıskanç
ve fesat bazı din adamlarının sana bir kötülük yapmalarından endişe edip
korksam da, nihayetinde çaresizim. Hani, ona bir gitsen…Sanıyorum ki, sana
duyduğu güven, emniyet ve senin temiz fıtratın sebebiyle bu iş için başkaları
yerine ihtimal ki seni tercih edecektir”
Peygamberimiz için ise bu zor alınacak bir
karardı. Çünkü o gidip de bir başkasının karşısında kendini ortaya koymaya ve
bir şey istemeye alışık değildi. Bu yüzden de araya El Emin’in teyzesi Atike girdi. Atike aynı zamanda Hatice’nin
erkek kardeşi ile evliydi. İşin aslı iki tarafı da yakından tanıyan birisiydi.
Her şeye karşı tenezzülsüz davranan efendimizin bu işte de kendini ortaya
koymaması için iş, Ebu Talib'e düşüyordu.O da efendimizin onayını almak için bu
konuyu açmıştı zaten. Peygamberimiz de yapılan teklife “Nasıl isterseniz öyle
olsun” diyerek, meseleye olumlu baktığını ifade etmişti.
Efendimizin olumlu cevabını alan amcası Hatice'nin yanına gitti. Bu görüşmedeki niyeti aynı zamanda genç Muhammed’in güvenilirliğinden ve üstün meziyetlerinden
bahsederek alınacak ücretin işe talip diğer kişiler ile aynı olmayacağını
anlatmaktı.
Ebu Talib, Muhammedül Emin'den bahsetmeye
başlayınca, Hatice'de bazı çağrışımlar oluşmaya başladı. Çünkü o amcaoğlu olan
Varaka b. Nevfel'den uzunca zamandır bu özelliklerde birisinin hikayesini
dinlemişti. Küçüklüğünden beri bu özelliklerde birisi kendisine anlatılmıştı.
Aslında o da işi için bu özelliklerde birisini arıyordu ve şimdi de gökte
aradığını adeta karşısında bulmuştu.
Hatice annemiz hayatının en kazançlı
ticaretini yapmak üzereydi. Ebu Talib:
“Ey Hatice! Bu iş için iki deve ücret
vereceğinin haberini aldım; yeğenim Muhammed, Emîn’dir ve ben bunun için senden iki katını isterim”dedi.
“Ey Ebû Tâlib! Doğrusu sen, çok kolay ve hoşa
gidecek bir ücret istemiş bulunuyorsun! Bundan kat be kat daha fazlasını
istemiş olsaydın vallahi de ben, yine kabul eder ve tereddüt etmeden onu da
verirdim. Sen bunu, hiç sevmediğim ve uzak birisi için bile isteseydin yapardım;
kaldı ki sen onu, benim çok takdir ettiğim birisi için talep ediyorsun!”
Ücrette anlaşılmış ve yolculuk için bir mani
kalmamıştı. 3 ay sürecek bir yolculuktu bu. Ebu Talib'in bu yolculukla ilgili kaygıları
vardı. Evladı kadar değer verdiği yeğenine bir önceki yolculukta yaşadıklarını
ve Rahib Bahira'nın söylediklerini hatırlatıyordu. Bu yüzden yolculuk süresince
dikkatli olmasını yeğenine sıkı sıkı tembihlemişti.
Derken nihayet hareket günü geldi ve kervan büyük
umutlarla yola çıktı. Efendimize yolculuğunda Meysere adında birisi de eşlik ediyordu. Meysere, onun yanından
hiç ayrılmıyor ve peygamberimizi yolculuk süresince adım adım takip ediyordu.
Çünkü Hatice onu bu işle görevlendirmişti.
Hatice annemiz, daha önce iki defa evlenmiş,
iki kocası da vefat etmişlerdi. Bu eşlerinden kendisine bir miktar mal mülk kalmış ve o’da bu mal ile ticaret
yapıyordu.
Kendisine konumundan dolayı sürekli bir
evlilik teklifi geliyordu. Hem de Mekke'nin ileri gelenleri ve en zenginleri
tarafından. Ancak o bu teklifleri ısrarla kabul etmiyordu. Gelen bu tekliflerin
bir çoğunun sermayeleri birleştirme ve daha çok zengin olma niyeti taşıdığının
farkındaydı.Hatta kendisine evlenme
teklif edenlerden bir tanesi de Ebu Cehil'di. Onu da reddetmişti. Kimseyle
evlenmeyi düşünmediğini her durumda ortaya koyuyordu.
Hatice yoğun olarak ticaretle uğraşıyordu.
Bunun için kervanlar düzenliyor, ya da düzenlenen kervanlardan bir tanesinde
kendi mallarını da ticaret için değişik güzergahlara gönderiyordu. İşi için gerekli
adamları tutuyor, ortaklıklar kuruyor ve o dönemin uluslararası ticaret
şirketlerinden birisinin başındaki başarılı bir iş kadınıydı.
Uzun bir yolculuğun ardından kervanımız sağ salim Şam'a ulaşmıştı. Kervandaki herkes aceleyle
ticaret için çarşının yolunu tutmuştu. Peygamberimiz de buraya geldiği amacı olanı
gerçekleştirmek, getirdiği malları uygun fiyata satıp, yeni yükler ile geri dönmek
için çarşıya gitti. Karşılaştığı bir tüccarla pazarlık yapmış ve anlaşmıştı.
Ancak adam sonradan Hz. Muhammed'den ticaretlerine yönelik olarak ısrarla yemin
etmesini istemişti. Bu normal bir yemin de değildi. O günün büyük putları
sayılan Lat ve Uzza üzerine yemin edilmesini inatla istiyordu.
Oysa genç Muhammed hayatının hiçbir döneminde bu putlara asla saygı
göstermemiş, onlar üzerine de asla yemin etmemişti. Bu yüzden bu anlamsız isteğe
tepki göstermiş ve adama şunları söylemiştir:
“Ben, onlar adına asla yemin etmem; zaten
onlar kadar bana sevimsiz gelen bir şey de yok.”
Peygamberimiz adama bu şartlar altında katiyen
bir anlaşma yapmayacağını, kendi şartları kabul edilmedikçe de anlaşma
olmayacağını söyler.
Meysere bir kenardan olup bitenleri izlemektedir. Döndüğünde
olan bitenleri patronu Hatice’ye rapor
edeceğinden onun için bu olaylar önemli hadiselerdi.
Peygamberimiz adamın yanından ayrılınca
tüccar Meysere'nin yanına geldi ve:
“Onu tanıyor musun? Kim bu adam?” diye sordu.
Daha Meysere’nin kendisine cevap vermesine fırsat bırakmadan da hükmünü vermiş
ve ardından şunları söylemiştir:
“Sakın O’nun peşini bırakma; şüphesiz O, beklenendir!.”
Şam'daki
alışverişler kısa sürede tamamlanmış ve kervan dönüş için tekrardan yola koyulmuştu.
Herkes uzun yolculuk neticesinde çok yorulmuş ve yolculuğun en sevilen kısmı
olan mola zamanı gelmişti. Bir yerde durdular ve beklenen molayı verdiler. Herkes
bir kenara çekilmiş dinleniyordu. Bir yandan da yaptıkları alışverişten dolayı
oluşan menfaati hesaplıyorlardı.
Genç Muhammed (sav) ise yaşlıca bir ağacın gölgesinden
nasipleniyordu. Biraz sonra uzaktan koşarak mola verilen yere gelen birisi
göründü. Gelen kişi uzaktan kendilerini seyreden Rahip Nastura'dan başkası değildi. Rahip, Meysere'nin yanına geldi
ve soluk soluğa usulca soruverdi:
“Şu ağacın altında oturup gölgelenen kim?”
“O, Muhammed İbn Abdullah. Harem ehlinden bir
genç!” diye sorulan soruyu cevapladı Meysere. Rahib'in aldığı bu kısa cevap hiç te hoşuna
gitmemişti. Çünkü o, sorulan sorunun cevabını aradığı bu kişi bu kadar basitçe
anlatılamazdı. Aslında sorarken de bir şeyler ima ederek sormuştu. Sen onu
tanımıyorsun bile der gibi acınası bir tavır takınarak tekrardan sordu:
“O’nun gözlerinde hiç, bir miktar kırmızılık
var mı?”
“Evet var”dedi Meysere.
Rahibin beklediği cevabın hükmü kesinleşmiş
gibiydi ve yemin ederek şunları söyledi:
“Tanrı şahittir ki bu ağacın altında, bu güne
kadar elçilerden başka kimse konaklamamıştır. Hiç şüphe yok ki O, insanlığın
beklediği peygamberdir. Hem de peygamberlerin en sonuncusudur.”
Meysere şaşkınlık içindeydi.Bütün bu
gelişmelere pek bir anlam verememişti. Sadece, hanımefendisi Hatice’nin
kendisine verdiği görevi hakkıyla yerine getirmenin hassasiyetiyle kulağını
dört açmış; hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan notlarını kaydetmeye çalışıyordu. Rahip
aradığını bu kadar yakınında bulunca yolcuyu
daha yakından tanımak istiyordu ve onun hakkında sorular sormaya devam etti.
Meysere'ye yolculuk esnasında enteresan bir olay olup olmadığını sordu. Meysere
de Şam Çarşısı'nda meydana gelen yemin olayını anlattı. Nastura dinledikleri
karşısında daha da heyecanlanmıştı.
“Tanrı şahittir ki bu, bizim bekleyip
durduğumuz elçidir. Ne olur O’na canın pahasına iyi bak ve göz-kulak ol!” dedi.
Sonra da heyecanla genç Muhammed’in yanına
doğru yöneldi. Önce onu saygıyla alnından öptü ve ardından ayaklarına kapanarak
şunları söyledi:
“Ben şehadet ederim ki Sen, Allah’ın
Tevrat’ta zikrettiği o şahıssın.”
Bir süre sonra kervan tekrardan yola koyuldu.Peygamberimiz
daha 12 yaşında iken amcası Ebu Talib ile Şam'a doğru bir yolculuğa çıkmış
ancak Şam'a varamadan geri dönmüştü.
Çünkü üzerinde onunla birlikte hareket eden bir bulut vardı ve bu bulut
Rahib Bahira'nın dikkatini çekmiş ve Onun gelecek olan peygamber olduğunu
anlamıştı. Amcasını uyarıp Şam'a gitmemelerini, Mekke'ye geri dönmelerini telkin
etmişti.
Bu ikinci yolculukta da yine peygamberimizi
takip eden bir bulut vardı. Bulut Meysere'nin dikkatini çekmişti. Yolda
giderken Meysere iki tane meleğin, bulut şeklinde peygamberimizi gölgelediğini
görmüş ve hayretle onlara bakakalmıştır.
Çöl ikliminin hüküm sürdüğü bu coğrafyada, bu
kadar sıcakta hareket halinde, hem de birisini takip eden bir bulut... Bu
kişinin gittiği yere giden, o durunca duran bir bulut. Ayrıca yolculuk boyunca
şahit oldukları Meysere'yi genç Muhammed’e hayran bırakmış ve Meysere bundan
sonra hayatını bu genç adama adamaya karar vermiştir.
Mekke'ye nihayet yaklaşıyorlardı. Günün en
sıcak saatleriydi. Kervanın geldiğini haber alan Hatice
ise, yüksek bir yere çıkarak uzaktan yaklaşan kervanı izlemeye başlamıştı. Uzaktan
o da iki meleğin kanatları şeklinde bir bulut görmüştü. Bu bulut
Muhammedü'l-Emin'i gölgeliyordu. Gördüklerini arkadaşları ile paylaşmak için hemen onları yanına çağırmıştı. Gerçekten de olağanüstü
bir manzaraydı. Gören herkes şaşkınlığını gizleyemiyordu.
El Emin götürdüğü malları, Şam'da en iyi şekilde değerlendirmiş, beraberinde
getirdikleri de Mekke'de kat kat değerle satılmış ve yapılan ticaretten iyi bir
kar elde edilmişti. Emanetler de yerine itinayla teslim edilmişti. Kervanın
yolunu gözleyen Hatice'nin gözü ise
yapılan kazançta değildi. O daha çok Meysere'nin getireceği haberleri
bekliyordu.
Meysere için ise bu yolculuk, hayatında
yaşadığı daha öncekilerden çok farklıydı; yolculuk esnasında ne bir haksızlığa
şahit olmuş ne de yol boyunca bir huzursuzluk yaşamıştı. Daha önce çok farklı
kimselerle ticaret yapmıştı. Lakin bu seferki bambaşkaydı.
Hatice, şahit olduklarını Meysere’ye büyük bir heyecanla sormaya başladı. Meysere
de heyecanlıydı olan bitenleri hanımına anlatırken.
Yolda şahit olduklarını tekrar tekrar anlatıyor ve genç Muhammed’i öve öve
bitiremiyordu.
Hatice aslında bu anlatılanları arıyordu.
Şimdiye kadar dinleyip durduğu hikayelerdeki kişiyi gerçek dünyada görüyordu.
Bütün bunları öğrendiğinde hemen amcasının oğlu Varaka b. Nevfel'e gitti.
Varaka, Hatice'nin bir nevi akıl hocasıydı. Gelecek peygamberle ilgili bilgileri daha önceleri hep ondan öğrenmişti. Bu yüzden Meysere’den dinlediklerini, bu olaylar hakkında fikrini sormak için de yine Varaka'nın yanına gitti. Varaka:
“Eğer bu anlattıkların doğru ise ey Hatice!
Şüphesiz Muhammed bu ümmetin peygamberidir. Ben de biliyordum ki,insanlığınbeklenen
bir Peygamberi vardır. İşte bu zaman da zaten O’nun zamanıdır.”
Zaten Varaka da gelecek olan son peygamberi
bekliyordu. Hatice aldığı cevapla heyecanlanmıştı. Bu yüzden Muhammed’in yüksek meziyetlerinden
dolayı ona daha yakın olmak istiyordu. Bunun en kolay ve yakınlığın en yüksek olduğu
durum ise onunla evlenmekti. Ancak Hatice'nin
bu düşünceleri sadece kendi içindeydi. Henüz hiç kimseye düşüncelerini
açmamıştı ve bunu nasıl açıklayacağını, nasıl bir teklifte bulunacağını ise bilmiyordu.
Hatice'yi yakından tanıyan arkadaşı Nefise,
Hatice'nin düşünceli halini ve ondaki değişimi fark etmişti. Bu yüzden bir gün
Hatice'ye şöyle der:
“Sana ne oluyor, bu hâlin ne ey Hatice?
Bugüne kadar hep seninle birlikte oldum, ama seni hiç bu kadar düşünceli görmedim!”
Hatice konuyu arkadaşı Nefise'ye anlatma konusunda çekiniktir.
Bir süre susar. Cevap veremez. Ancak bir
adım atmadan düşüncesini nasıl gerçekleştirebilir ki? Böyle hayırlı bir işte de
bir adım atmak gerekir ki maksat ancak hasıl olsun. Bu yüzden aklından
geçenleri bir bir Nefise'ye anlatmaya başladı.
“Ey Nefîse! Şüphe yok ki ben, Abdullah oğlu
Muhammed’de, başkalarında görmediğim bir üstünlük görüyorum. O, dosdoğru, sâdık
ve emîn, şeref ve temiz bir soy sahibi! İnsanın karşısına çıkabilecek en hayırlı
insan. Üstüne üstlük O’nun için bir de, sürpriz ve güzel haberler var! Garip
bir durum… Meysere’nin anlattıklarına bakınca... Rahibin anlattıklarını
dinleyip çarşı-pazardaki gelişmelere şahit olunca... Şam’dan kervanla gelirken
üstünde kendisini gölgeleyen bulutu seyrederken, kalbim neredeyse yerinden
fırlayacak gibi oldu; inandım ki, bu ümmetin beklenen Nebi’si O’ndan başkası
değil!”
Nefîse, arkadaşının derdini, meseleyi
anlamaya çalışıyordu:
“İyi de, senin bu kadar sararıp solman ve kaç
günden bu yana düşünceli bir hal almanla bunun ne alakası var” diye cevap
verdi.
Hatice'nin
daha açık konuşması gerekiyordu.
“ O’nunla evlenmek suretiyle yollarımı
birleştirmeyi umuyorum; ancak buna da nasıl nail olacağımı bilemiyorum.”
Nefise arkadaşının durumunu şimdi anlamıştı.
“İzin verirsen, senin için ben, bir nabız
tutarım!”diye cevapladı arkadaşını. Bu cevapla Hatice heyecanlandı.
“Eğer bunu yapabilirsen ey Nefîse, hiç
gecikme, hemen yap” dedi o’da.
Nefise, Haticenin yanından çarçabuk ayrıldı
ve efendimizi telaşla aramaya başladı. Kısa sürede nerede olduğunu öğrenerek, yanına
gitti. Önce selam verdi ve ardından:
“Yâ Muhammed” diye seslendi,
Peygamberimiz Nefise'yi dinlemeye başladı.
Nefise“Senin evlenmene engel olan ne, Sen neden
evlenmiyorsun?” diye sordu.
Peygamberimizin beklemediği bir soru sorulmuştu.
“Elimde evlenmek için imkânım yok ki.”
Gerçekten de peygamberimizin elinde evlenecek
kadar maddi imkanı yoktu. Evlenmek sorumluluk demekti. Ne yazık ki bu
sorumlulukların bir çoğu maddi olarak
varlıklı olmayı gerektiriyordu. Nefise ise bu durumun bir problem olmadığını
kendisine anlatmaya başladı.
“Şayet senin için bu durum problem olmaktan
çıksa ve karşına, güzellik, mal, şeref ve sana denklik açısından bir kıymet-kısmet
çıksa, olumlu cevap vermez misin?”
Nefise öyle konuşuyordu ki ortada bir aday
olduğu aşikar oluyordu. Bu durumu anlayan efendimiz,
“Peki kim bu?” diye merakla sordu.
“Hatice...”
Peygamberimiz durumu anlamıştı. Daha bir kaç
gün önce onunla ticaret yapmış, onun kervanını Şam'a götürüp getirdiği
Hatice'ydi bu. Ancak evlilik ticaret kadar kolay karar alınacak bir durum
değildi. Bu yüzden şöyle dedi:
“Bu nasıl olacak ki?”
Nefise'nin amacı bu işin nasıl olup
olmayacağı değildi elbette. Onun asıl amacı bu işin olup olmayacağını
anlamaktı. Bu yüzden duyduklarından sonra rahat bir nefes aldı. Çünkü duyduğu cevaplar
olumlu sayılırdı. Genç Muhammed (sav) teklife olmaz dememiş, nasıl olabilir,
demişti. Bundan sonrası Nefise’ye göre kolaydı artık.
“Sen, onu bana bırak. Ben hallederim.”
Efendimiz cevap vermedi. Nefise de “susmak
kabuldendir” mantığıyla, hemen oradan bir
çırpıda ayrılıp Hatice'nin yanına heyecanla döndü. Konuşulanları tane tane
anlattı ve Hatice de rahat bir nefes aldı duyduklarından.
Gelen cevap olumlu olunca Hatice efendimize, bu teklifin arkasındaki
sebepleri de açıkça anlattığı bir haber daha gönderdi.
“ Şüphesiz ben, aramızdaki
akrabalık bağlarının yakınlığından, senin kavmin arasındaki eşsiz
konumundan, güzel ahlakın ve emanete riayetinden ve sözündeki doğruluktan
dolayı sana talip oldum. Amcalarına söyle de, işlerin yönetilmesi için devreye
girsinler!
Peygamberimiz de bu tekliften sonra hemen
amcası Ebu Talib'in yanına gitti. Nefise ile aralarında geçen konuşmayı detaylarıyla
anlattı.
Ebu Talib'in gözünde yeğeni elbette çok
değerliydi. Ancak kendisinden teklif gelen Hatice de yabana atılacak birisi
değildi. İzzet ve onuru ile yaşadığı bir hayatı vardı. Şeref ve nesep yönüyle
de Mekke'nin en önde gelenlerinden birisiydi. Ebu Talib, yeğeninin de bu işe
sıcak baktığını anlamıştı. Bu yüzden neden olmasın diyerek teklifi olumlu
değerlendirdi.
teklifin olumlu olarak değerlendirilmesi ve kabulüyle uzun yıllar sürecek,
mutlu ve acı günlerde hep beraber olunacak, kendilerinden sonra hayırlı bir
nesil olarak devam edecek evlatların doğacağı kutlu bir yuvanın temelleri
atılıyordu.
Kısa zaman
sonra efendimizin amcaları Ebu Talib, Abbas ve Hamza, Hatice'yi
istemek üzere gittiler. Evlenecek kişiler her ne kadar bu işe gönüllü olsalarda,
büyüklerin de gönlünün alınması ve bu işi onaylamaları gerekiyordu. Bununla da
kalmayıp aileler arasında yapılması gereken merasimlerin yapılması ve bu mutlu olayın herkese duyurulması
gerekiyordu. Kız istemede ilk olarak Ebu Talib konuşmaya başladı:
“Bizi, İbrahim neslinden ve İsmail soyundan
kılan Allah’a hamd olsun! Soy itibariyle bizi, insanların hizmetine adayan,
evine hizmetle bizi şereflendiren, Harem’e hizmetle yücelten ; bizim için evini, insanların yönelip emniyet
solukladığı bir mekana çeviren ve bizi, insanlar hakkında hüküm vermekle öne
geçiren şüphesiz O’dur. Kardeşimin oğlu Muhammed’e gelince O, Abdullah’ın oğlu
Muhammed’dir. Onunla kim boy ölçüşmeye kalkışsa, mutlaka Muhammed üstün gelir. Mal ve mülk itibariyle pek bir
varlığı olmasa da şeref, asalet, yiğitlik, cesaret, akıl ve fazilet yönüyle
herkesten üstündür. Zaten mal ve mülk de, kaybolan bir gölge gibidir; emanettir
ve kalıcı olamaz. Ancak şu var ki, gelecek itibariyle O’nun hakkında büyük
haberler, herkesi hayran bırakacak yenilikler var! O sizden, kerimeniz olan
Hatice’yi talep etmektedir.”
Bu sözler karşısında kız tarafının da
söylemesi gereken sözler vardı. Bunun için Hatice annemizin babası Ficar
Savaşlarında vefat ettiği için amcası Amr ibn Esed de Hz. Hatice'nin
faziletlerini anlatan bir konuşma yaptı:
“Senin de zikrettiğin gibi, saydığın
hususlarda bizi insanlara üstün kılan Allah’a hamd olsun! Şüphe yok ki bizler,
Arap’ın önde gelenleri ve efendileriyiz. Sizler de öyle!Araplardan hiç kimse,
sizin faziletinizi inkar edip şeref ve iftihar noktalarınızı yok sayamaz.
Sizinle aynı kökten gelme ve müşterek şerefimizin adına sizler şahit olun ki
ben de, Huveylid kızı Hatice’yi, (zikredilen) mehir karşılığında Abdullah’ın
oğlu Muhammed’e nikahladım.”
Genel kabul gören merasimler de tamamlanmış, artık
iş düğün yemeğine kalmıştı. Böylelikle
efendimizin ve Hatice annemizin 25 yıl sürecek zor; ama huzur dolu bir evlilik
hayatı başlamış oluyordu.
Öte tarafta, zamanın ağır ekonomik şartları
altında zor günler yaşayan Ebû Tâlib’in sevincine de diyecek yoktu; bir kenara
çekilmiş ve yeğenine böyle bir kapı aralayan Allah’a, içtenlikle hamd ediyordu.
Sevinen sadece Ebû Tâlib değildi elbette! Mekkeliler de bu birlikteliği o kadar
içtenlikle onaylamışlardı.
Ancak o gün, hiç kimsenin sevinci, Hz.
Hatice’ninkine denk olamazdı. Efendimizi o kadar yakından takip ediyordu ki,
düğünlerine, artık ayrılmaz bir parçası olan kocasının süt annesi Halime’yi de
davet etmişti. Böylelikle, yetim büyüyen süt yavrusunun mutluluğunu onunla da
paylaşmak istemişti. Sevinci, cömertliğine gölge düşürmeyecek ve yapması
gerekeni de unutturmayacaktı. Sabah ayrılıp giderken Halîme’nin yanında, sütünü
verdiği Abdullah’ın oğlu Muhammed’in yüce hatırına karşılık, bahtiyar Hatice
tarafından hediye edilen kırk baş koyun da.
Birkaç gün amca Ebû Tâlib’in evinde kaldıktan
sonra artık, Hatice validemizin yeğeninden alınan yeni eve yerleşecekler ve
böylelikle, vahiy geleceği zamana kadar 15 yıl süren, herkese örnek, yeni bir
hayat başlayacaktı.
Muhammedü’l-Emîn, bundan böyle herkese örnek
bir aile reisiydi. Yeri geldiğinde, ev işlerinde hanımına yardım ediyor, çoğu
zaman kendi ihtiyaçlarını bizzat kendisi karşılıyor ve böylelikle, karşılıklı
saygı ve sevginin esas olduğu mutlu ve örnek bir yuva inşa ediliyordu.
Bunu yapacak imkanı olmasına rağmen Hatice, kocasına bizzat kendisi hizmet
edebilmek için ev işlerini hizmetçi veya adamlarına bırakmıyor, bütün bunları büyük
bir keyif içinde yürütüyordu. O’nun hoşnutluğuna kendini öylesine adamış, O’na
öylesine kendini vakfetmişti ki, kılının bile incinmesinden rahatsızlık duyuyor
ve O’nu rahatsız edici en küçük bir hareketinin olmaması için büyük gayret
gösteriyordu.
İLK VAHİY
Muhammed (sav) yüce yaratıcıdan ilk mesaj
alışını yani vahiyle muhatap olmasını bize şöyle anlatır:
”Ey Muhammed! Sen Allah’ın elçisisin” dedi.
Ayakta idim dizlerimin üzerine çöktüm. Sonra bana:
”Oku”
dedi. Ben:
”Ben
okuma bilmem” dedim. Bunun üzerine melek beni tuttu ve hiç gücüm kalmayıncaya
kadar sıktı ve bıraktı. Öyle ki, bir an için ölüyorum zannettim. Bırakınca
rahatladım ve yine:
”Oku” dedi. Ben de tekraren:
”Okuma bilmem?” dedim. Bu durum bir defa daha
tekrarlandı ve üçüncüde:
”Oku! Yaratan Rabbi’nin adıyla, O insanı bir
kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir, O kalemle yazmayı
öğretendir, O insana bilmediğini öğretendir” dedi. Bu defa ben de okudum. Ben
okuyunca melek benden ayrıldı. Mağaradan dışarı çıktığımda melek bana:
-”Ey
Muhammed! Sen Allah’ın elçisisin, ben de vahiy meleği Cebrail’im” sözlerini
birkaç defa tekrarladı.
Okuması
olmayan birisine karşı yapılan bu talebi, henüz indirilmiş bir kitap da yokken
ortada, bu “oku” mesajını nasıl okumak gerekiyor? Düşün, sorgula, aklet
kavramlarına bir atıftı bu oku çağrısı! Hayatı vahyin gözünde okumak!..Kainat
ve yaradılış ayetleriyle birlikte Allah’ın kudretinin farkına varmak…
Kendisine
vahyolunan bu ayetler kalbine iyice yerleştirilmiş olan Hz. Muhammed omuzlarına
yüklenen bu büyük ve şerefli görevin heyecanı, kaygısı ve korkusu ile âdeta kalbi titreyerek
Hira’dan inip bir çırpıda evine geldi. İlk inen bu ayetler aslında cehalete,
karanlığa karşı bir meydan okuma idi. El Emin oldukça yorgun ve solgun
görünüyordu. O ki, bundan önce “Kitap nedir, iman nedir bilmiyordu…” Birden peygamberlik gibi yüce bir
görevle yüz yüze gelince kaygı ve endişelerinin kalbini titretmesi gayet
doğaldı. Hz. Hatice O’nu karşısında telaşeli görünce: “Ey Kasım’ın
babası! Neredeydin? Seni aramaları için adamlar gönderdim” diyerek karşıladı.
Hz. Muhammed:
“Üzerimi
ört, üzerimi ört” diyebildi.
Biraz
dinlendikten sonra Hira’da olup bitenleri Hz. Hatice’ye tane tane anlattı ve
korktuğunu söyledi. Kendisine en büyük ve en yüce makam olan peygamberliği
lütfeden Rabbi’ne karşı bu şerefli görevi O’na layık olacak şekilde yerine
getirebilecek mi idi? Yoksa mahcup mu olacaktı? Mahzun mu olacaktı? Utanacak mı
idi? Hz. Muhammed’in yüzündeki endişeyi, içindeki korkuyu ve yüreğindeki
kaygıyı çok iyi anlayan Hatice O’nun şu özelliklerini hatırlatarak
sakinleştirmeye çalıştı:
“Ey
Muhammed! Korkma! Allah’a yemin ederim ki, Allah seni asla mahcup ve mahzun
etmez. Çünkü sen akrabanı, eşini dostunu gözetirsin; işini görmeye gücü
yetmeyenlere yardım edersin; ihtiyacı olana verir, kimsenin kazandıramayacağını
kazandırırsın; misafirlerini ağırlarsın; sen doğru sözlü, son derece
güvenilir ve güzel ahlaklısın; Allah’a yemin ederim senin bu ümmetin peygamberi
olacağına kesinlikle inanıyorum.”
Ramazan
ayının 16 gecesi geride kalmıştı. Ramazan’ın 17’si gecesi, Pazartesi gecesi
idi. Nur dağı, derin ve manalı bir sessizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de
onunla birlikte sessiz ve sakindi. Kim bilir, konuşulacakları dinlemek, söylenenleri
adeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek için! Konuşacak olan ile dinleyene
belki de hürmet için! Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak
basmıştı.
Muhammed (sav) yaşadığı toplumun içinde
bulunduğu olayların gerginliğinden çok sıkıntılı bir süreç geçiriyordu.
Onaylamadığı davranışları, eylemleri
sürekli yapan insanların etrafında var olması, onlara müdahale edememesi, toplumun
ve insanların sorunlarına çözüm üretememesi bu içindeki sıkıntıyı daha da
arttırıyordu.Muhammed’in (sav) bu hal üzereyken kendini az da olsa rahat
hissettiği nefes aldığı iki ortamı vardı. Birincisi kısmen düşüncelerini
kabullendiği Haniflerin ( İbrahim peygamberin kavmine ve onların inançları olan putperestliğe
iltifat etmeyip, Allah'ın dini İslam'a döndüğü için öncü manasındaki, Hanif diye nitelendirilmesi) bulunduğu
mekanlar; ikincisi ise 35 yaşından itibaren inzivaya çekildiği Hira Mağarasıdır.
Muhammed (sav) özellikle kırk yaşına yaklaştığı zaman dilimindeki inzivasını
daha da arttırmıştı. Bazen günler, bazen haftalar boyunca Hira Mağarasında bir
başına kalıyor ve tefekkür ediyordu. Özellikle bu süreçte başına çok garip
hadiseler geldi. Rüya olup olmadığına karar veremediği bazı şeyleri görmeye,
bazı varlıkların ona hitap ettiğini duymaya başladı. Kendisine selam
veriliyor ama selam veren varlığı göremiyordu. Bu süreci yaşarken en büyük
destekçisi Hatice annemizdi. Efendimiz kendisinin kahin veya deli olabileceği
ihtimallerini aklına getirdiğinde Hatice annemiz bu düşüncelerden onu
uzaklaştırıyor ve ona moral olarak destek çıkıyordu. Bu ruh hali ilk vahyin
gelişine kadar da devam etti.
Allah’ın elçisi neden vahiyden önce bu kadar
ilginç olaylar ile karşılaştı, garip rüyalar gördü, anlam veremediği sesler
duydu?
Bunların hepsi aslında insan bedeninin ve
psikolojisinin normal şartlarda kaldıramayacağı 'Vahyin Nüzulü' hadisesine
Allah’ın elçisini hazırlamaktı.
Tüm bu hazırlıklara rağmen Allah’ın elçisi ilk
vahiy geldiği sırada çok sıkıntı çekmişti. Hatta ileriki zamanlarda dahi vahiy
geldiği sırada buna şahitlik eden arkadaşları olayın ne kadar dehşet verici bir
hadise olduğunu görmüşlerdi.
Aslında vahiyden önce gerçekleşen bu tür olaylar
Allah'ın son peygamberine olan merhametinin bir sonucu idi.
Malumdur ki Muhammed (sav), toplumunda ahlaki
olarak parmakla gösterilen örnek bir kişilik edi.
Bunu hak edecek vasıflara fazlasıyla sahip
olan Muhammed (sav) aynı zamanda insanlarda genel olarak aranan bir çok özelliğede
sahipti. İnsanları güzellikle idare edebiliyor, sorunlarına güzel çözümler
üretiyor, kendi aile yaşantısını sorunsuz bir şekilde sürdürüyor, yaptığı
dünyevi işlerde başarı sağlayabiliyordu.
Tüm bunları bir kez daha hatırlatmamızın
sebebi ise şudur:
Allah’ın son elçisi bunca özelliğe sahip
olmasına rağmen toplumu değiştirebilecek bir çözüm önerisi, onları bataklıktan
çıkartacak bir genel kurtuluş reçetesi niçin sunamadı?
Çünkü vahyin nurundan mahrum bir şekilde
yaşıyordu. Tüm bu güzelliklere anlam katan, hayat veren, toplum için faydalı
bir hale çeviren şey ancak ve ancak vahiydi.
Maalesef her cahiliye döneminde olduğu gibi
günümüzde de ölçüler tepe taklak olmuş durumda. İnsanlara kurtuluş reçetesi
sunanlara, önder olarak gösterilenlere 'Vahiy ile besleniyorlar mı?' sorusu
sorulmuyor. Ahlaki ve buna benzer bazı özelliklere sahip mi diye bakılıyor. Bu
vasıflara sahip herkesin peşinden gidiliyor.
Peygamberimiz zamanında, öncesinde veya
sonrasında yaşayan bazı kafirlerde dahi mevcut olan ahlaki vasıflar, bugün din
adına konuşan kimseler için geçerlilik işlevi görüyor.
Hayır! Allah’ın elçisinden daha güzel bir
ahlaka sahip kimse yoktu. Ama bu onun bir beşer olarak karanlıkları tek başına aydınlatmasına
yetmedi. Vahiy onun önünü aydınlattığında ise sahip olduğu bütün güzellikler
Allah'ın ayetlerini anlama, anlatma ve yaşamada onun en büyük destekçisi oldu.
Hatice annemiz Muhammed’in (sav) peygamber
olduğuna ve ona gelen vahyin Allah’tan geldiğine ilk anda tereddütsüz iman etti. Böylece Hz. Muhammed’in
peygamberliğine ilk inanan kişi oldu. Allah Hz. Hatice ile Hz. Muhammed’e destek sağlayarak, onun yükünü bir nebze hafifletti.
Hz. Muhammed hem peygamberliğinin bu ilk günlerinde hem de daha sonraki
yıllarında ne zaman bir sıkıntıya düşse, ne zaman zor bir durumla karşılaşsa onu
eşi Hatice ile paylaşır, onun desteği ile teselli bulur, rahatlardı. Onun
Allah’tan sonra en büyük yardımcısı eşi Hatice idi. Peygamberliğinin bu ilk
günlerinde Cebrail’in kendisine öğrettiği abdesti ve namazı ilk olarak Hz.
Hatice’ye öğretmiş ve ilk namazını ona kıldırmıştı.
Hatice
annemizin Varaka b. Nevfel adında bir amcasının oğlu vardı. Mekke’de doğup
büyüyen ve Mekke’de ölen Varaka putperestliği bırakıp Hristiyan olmuştu.
Tevrat’ı ve İncil’i okumuş, bunları bilenleri de dinlemiş bilgili bir kişiydi.
Ömrünün son yıllarında gözleri görmez olan Varaka ayrıca İbranice bilirdi.
Hatta Kitab-ı Mukaddesi Arapça’ya çevirmişti. Hatice (ra) zaman zaman Varaka’yı
ziyaret eder, ona sorular sorar, onun görüş ve düşüncelerine değer verirdi. Hz.
Muhammed (sav)’in peygamberlik ile müjdelendiğini de Varaka’ya haber vermişti.
Vahiyden kısa süre sonra Varaka b. Nevfel,
Kâbe’ye geldiği bir gün Hz. Muhammed (sav)’in peygamber olduğu iddiasını ayrıca
Mekkelilerden de duydu. Bu sırada tavaf etmek için Kâbe’ye gelen Hz. Muhammed
(sav)’i gördü ve yanına gelerek: “Ey kardeşimin oğlu! Bana gördüğün ve duyduğun
şeyleri haber versene” dedi. Efendimizde ona başından geçenleri anlattı. Bunun
üzerine Varaka: “Allah’a yemin ederim ki sana, Musa’ya gelen Namusu Ekber /
Vahiy / Cebrâil gelmiştir. Sen bu ümmetin peygamberisin. Sen de “daha önceki
bütün peygamberler gibi” yalanlanacak, eziyetlere ve sıkıntılara uğrayacak,
yurdundan çıkarılacak ve savaşlarla karşı karşıya kalacaksın. Senin o günlerine
yetişirsem Allah biliyor, mutlaka sana yardım edeceğim” dedi ve yaklaşıp
alnından öptü.
Efendimiz, aradan çok zaman geçmeden, bir
hadiseyle karşı karşıya geldi: “İnkıta-ı Vahy” hadisesi, yani “vahyin
kesilmesi...” Sebebi (şöyle veya böyle) açıklanmakla beraber, insani-beşeri
aklımızla sebebini-hikmetini tam kavrayamadığımız bu hadise karşısında efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü
duyduğu fark ediliyordu. Öyle ki adeta dünya kendisine dar gelmekteydi. Bu
esnada Cebrail kendisini teselli için birkaç sefer göründü.
Efendimiz tam kırk gün bu üzüntüyle-belirsizlikle karşı
karşıya kaldı. Ancak dünyada olup biten her şey bir sebep silsilesiyle devam
ede gelmektedir. İnsanlığın bu soruları cevaplandırmasının adıdır zaten
imtihan.
Aklımızın küçücük terazisiyle biz, bazen olayların
sebep ve hikmetlerini yakalarız, bazen de yakalamamız ne yazık ki mümkün olmaz.
Olayların Ama sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette olanların hikmetsiz süregeldiğine
hiçbir zaman delil olmaz. Hele, peygamberlik gibi her şeyi hikmet kalemiyle
programlanmış bir görevin içine elbette hikmetsizliğin girmesine olanak ve
ihtimal yoktur. Dolayısıyla, “inkıta-ı vahy”, yani vahyin bir ara kesilmesi olayı,
kesinlikle birçok sebep ve hikmete binaen hasıl olmuştur. Fakat biz hikmetlerin
bütünlüğüne sahip değiliz.
Elbette efendimiz, ilk vahiy karşısında fazla
telaş duymuş ve ruhu adeta vahyin ağırlığıyla sarsılmış olabilir. Bu durumda
ruhunun biraz sükun bulması ve daha
sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hadise vuku bulmuştur.
Yine efendimizin peygamberliği süresince
karşılaşacağı ızdırap ve elemlere
dayanmaya şimdiden alıştırılması gerekmektedir.
Ayrıca vahye karşı , daha fazla istek ve arzu
duymasınının temini açısından hikmetler aranılabilir.
Hasılı endişe ve sıkıntı dolu kırk günlük bir
aradan sonra, Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı.
Vahyin tekrar gelmeye başlaması hadisesini
bizzat kendileri şöyle anlatmışlardır:
“Bir gün giderken, aniden gökyüzünde bir ses
işittim. Başımı kaldırıp baktığımda, Hira’da bana gelen meleği (Cebrail),
yerle gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm.
Evime dönüp, eşime ‘Beni örtünüz, beni
örtünüz!’ dedim. Bunun üzerine Yüce Allah beklenilen mesjı vahyetti:
‘Ey örtüye bürünen Peygamber! Kalk da sana
iman etmeyenleri azapla korkut! Rabbinin büyüklüğünden bahset! Elbiseni temiz
tut! Putperestlik pisliğini bırakmakta devam et!’ ayetlerini indirdi. Artık vahiy gelmeye başladı ve ardı
arkası kesilmedi.”
Vahiy tekrar gelmeye başlayınca, efendimizin
ruhundaki sıkıntılar dindi; iç alemi huzur ve dinginliğe kavuştu.
Ya bizim örtüsüne büründüğümüz
mazeretlerimiz? İlk inen sure Yaradılış (alak) Suresi idi. Hemen sonrasında
Kalem Suresi. Yani yaradılış gayemizi artık kalem ile sorgulamamız gerekmiyor
mu?
DAVET ve İLK MÜSLÜMANLAR
Allah’ın elçisi insanları uyarma-uyandırma
emrini alınca Allah’ın dinine davet işine bir anda ve bütün gücüyle başlamadı.
Temkinli, tedbirli ve ihtiyatlı davrandı. Davetini ilk önce mümkün olduğu kadar
gizli tutmaya çalıştı, bu ferdi ve gizli çalışmalar üç sene kadar devam etti.
Hiç şüphesiz ki onun bu ilk
yıllarda İslam’a daveti gizli tutması, kendi canından korkusu ya da endişesi sebebiyle
değildir. Kendisini bu davetle görevlendiren ve peygamber olarak seçen Rabbinin
onu insanlardan korumaya kudreti olduğuna kesinlikle inanıyordu. İlk günden
itibaren daveti aleni olarak açıklaması emredilseydi, elbette apaçık yapardı.
Fakat Allah, görevini gizli olarak sürdürmesini, ancak çok güvendiği kimselere
açmasını ilham etmişti.
Bu da her asırdaki İslam davetçilerinin,
içinde yaşadıkları zamanın durumuna göre görünür sebep ve tedbirlere
başvurmalarının, aleniliği veya gizliliği tercih etmelerinin meşru olduğuna dair
bir ölçü idi.
Efendimizde bu gerekçeyle ilk yıllarda akrabalarından başlayarak, yakın
çevresindeki dostlarını gizlice İslam’a davet etmiştir.
İlk müslümanlar arasında her
sınıftan insan vardı. Eşraftan kişiler olduğu gibi; daha çok fakirler,
güçsüzler ve köleler iman ediyor, sayı ise günden güne artıyordu. Özellikle
gençlerin efendimize rağbeti dikkat çekmekteydi.
Her ne kadar İslamiyet gizli
tutulmaya çalışılmışsa da, Müslümanlar yine de müşrikler tarafından
gözetlenmekten kurtulamadılar. Bu cehalete karşı olan tavır yavaş yavaş
kulaktan kulağa duyuldu. “Muhammed yeni bir din çıkarmış! Ben Allah’ın
peygamberiyim diye halkı kendi yoluna davet ediyormuş! Hatta ona uyanlar bile
varmış!” diyorlardı.
Mekke toplumu ateist değildi.
Tanrıya inanıyorlardı. Ancak Allah’ı tek otorite olarak görmüyorlardı. Bu
kavramı iyi bilmemiz lazım. Peygamberimizin daveti ile ilerleyen aşamalarda
toplumu ile ters düşmesinin, çatışmasının temel sebebi bu kavramın iyi
anlaşılmasında yatar. Hatta günümüz toplumlarının genel huzursuzluğunun sebebi
de işte bu kavramın anlaşılamamasındandır.
Allah’a inandıklarını
söyledikleri halde onun kudretini dilediklerince kabullenirler. ” Ve eğer dönüp de onlara sorsan: Gökleri ve
yeri yaratan kimdir; ve güneşle ayı emre amade kılan kimdir? diye, hiç kuşkun
olmasın ki Elbette Allah’tır! diyecekler. O halde, nasıl böyle savruluyorlar?
“(Ankebût 61)
Müşrikler
Allah’a yaklaşmak için aracılar edinir onları da kendilerince
kullanırlar!Genelde put adı verilen objeler bu konudaki en belirgin araçlarıdır.
“Değil
mi ki böyle bir borçluluk bilincinin en saf ve samimi olanı, sadece Allah’a has
kılınanıdır! O’ndan başkalarını sığınacak otorite edinenler, “Biz bunlara
sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz!” (derler)….” (Zümer 3)
Müşrikler kendileri için geçmiş zamanlarda
önem arzeden insanların hatırasından, dolayısıyla ölülerinden yardım isterler!
“Ve
Allah’ın peşi sıra, sana ne yararı dokunan ne de senden zararı gideren
varlıklara yalvarıp yakarma! Zira eğer böyle yaparsan, işte o zaman sen de
zalimlerden olursun! (Yûnus 106)
Gelenek, örf onlar için vazgeçilmez hukuk
kurallarıdır. Yani aslında müşrikler bir nevi atalarına taparlar!
“Onlara Allah’ın indirdiklerine uyun!
denildiği zaman, Hayır, biz atalarımızın üzerinde bulunduğu geleneğe uyarız!
derler. Ya ataları hiç akıllarını kullanmamış ve doğru yolu bulamamışsalar? ”
(Bakara 170)
Daha ilk zamanlarda Peygamberimize inen ilk
vahiylere karşı bir reddiye içine girdiler. Müşrikler Kur’an’ın hükümlerini
beğenmediler!
“Bir de ne zaman gerçeğin apaçık kanıtları
olan ayetlerimiz onlara okunsa, huzurumuza çıkacak yüzü olmayan o kimseler
derler ki: Git, bize bundan başka bir hitab getir, ya da onda değişiklik
yap!….” (Yûnus 15 )
En önemli bariz özelliklerinden birisi de din
adamlarına olan mantıksız teslimiyetleridir. İnsanların müşrik olmalarının
önemli sebeplerinden biride dinden geçinen ruhbanlardır.
“Allah’ın peşi sıra, hahamlarını ve
rahiplerini -tabi ki Meryem oğlu Mesih’i de- rabler edindiler. Oysa ki tek bir
ilahtan başkasına asla kulluk etmemekle emr olunmuşlardı; (O ki), O’ndan başka
ilah yok ve O onların putlaştırdıkları her şeyden beri ve yücedir. (Tevbe 31)
Müşrikler ilk sıralarda olanları
anlayamadıklarından, kavrayamadıklarından efendimizin Kabe’de namaz kılmasına
karışmazlardı. Müslümanlar ise namazlarını gizlerler; ya evlerinde ya da ıssız
yerlerde birbirlerine gözcülük etmek suretiyle gizli gizli kılarlardı. Müşrikler
davet haberini öğrendiklerinde, bu meseleye pek fazla önem vermemişlerdi. İslam
dinine tabi olanları; putlara tapmaktan kaçınan, İbrahim peygamberin yolundan
giden hanifler gibi olduklarını zannediyorlardı.
İslamiyet adındaki bu son din
artık giderek Mekke’de yayılmaya başlamış, halk arasında konuşulur olmuştu. Kuran’m erkek ve kadınlara şart koştuğu tek şey, zayıf olanların
korunacağı adil bir toplumun oluşturulmasıdır. Kuran’m ilk mesajı son derece
anlaşılırdır; kişisel servet oluşturmak
için zenginlik yığmak yanlış, sadakalar vermek ve zenginliği topluma yaymak
doğrudur.
Diğer taraftan İslam, sadece algıya
açık, körelmemiş akla yatkın olanlara açıklanıyor, asıl hedefler gizli
tutuluyordu. Müslümanlar müşriklerin işlerine hiçbir surette karışmıyor, onları
eleştirmek veya karşı koymak gibi bir fikir gütmüyorlardı. Çünkü müşrikler dinlerine ve putlarına şiddetle bağlı idiler.
Bir nevi kendilerince dindar bir topluluk idiler.
Kureyşliler
için Kabe kutsallığın merkezinde yer alıyordu. Bu kutsal yerin çevresinde
kurdukları birlik ruhunu zaman içerisinde tehlikeye atmışlardı. Eski toplumsal
ideali bir kenara bırakmış, zayıf kabileleri, yetimleri, yoksulları, yaşlıları
ve düşkünleri dü- sünmemeye, bencilce olara eza etmeye başlamışlardı. Durum onu
göstermekteydi ki eğer bu şekilde cahiliye
yaşantılarına devam ederlerse, dünyadaki gerçek pozisyonlarıyla ilgili
tüm görüşlerini kaybedecek, tarihten de
silinip gideceklerdi.
Bu
erken dönemde Kuran ayetleri, Mekkelilere halen hem yaratılışlarıyla hem de
yaşamalarıyla Allah’a ne kadar çok şey borçlu olduklarını ifade etti.
Yaratıcının doğanın-kainatın her yerinde kendini gösteren iyiliğini ve gücünü
görmeye çalışmalıydılar. Eğer kendi toplumlarında bu yardımseverlik ruhunu
yeniden oluşturamazlarsa, kendilerini doğal yaşamın dışına atmış olacaklardı:
Rahman
suresinin ilk ayetlerinde belirtildi gibi insanları düşünmeye yönelik bir davet
sözkonusudur.
“Rahman;
Kuranı öğretti, insanı yarattı, ona güzel beyanı belletti.
Güneş
ve Ay hesap iledir; çimen, ağaç secde eder dururlar.
Bak
şu güzel göğe, onu yükseltti, mizanı koydu ki, tartıda taşkınlık etmeyesiniz.
Tartıyı
adaletle doğru tutun, teraziyi aksatmayın! Yeryüzünü mahlukat için serdi,
Onda
meyvalar, salkım tomurcuklu hurma ağaçları vardır.
Çimli
taneler ve güzel kokulu bitkiler vardır; simdi Rabbinizin hangi nimetlerine
yalan dersiniz?”
Diğer
bütün yaratıklar yaratanı tanıyıp önünde eğiliyor, O’nu en önemli amaçları
olarak kabul ediyor, kendi varlıklarının kaynağı olduğunu ve O olmadan var
olamayacaklarını biliyorlardı. Allah, her şeyi kapsayan, hareket etmelerini
sağlayan ve güçlü kılan tek ve temel enerjidir. Her şeyi birbiriyle doğru
ilişkiler içinde tutan dengeyi o yaratmıştır ve Kureyşliler kendi
toplumlarında bu dengeyi sağlayamazlarsa, birbirleriyle ilişkilerinde daima
önce kendilerini düşünmeye devam ederlerse, doğal sistemden uzaklaşacaklardı.
İlk Müslümanların bu ilahi sorumluluğu kabul etmesine yardımcı olmak için, Hz.
Muhammed günde iki kez ibadet ederken tıpkı yıldızlar ve ağaçlar gibi
yüzlerini O’na dönmelerini söyledi. Bu ibadet sonrasında İslam dininin beş temel
ilkesinden biri oldu. Görünüşteki bu hareket, Müslümanların içsel duruşlarını
ayarlamalarını, yaşamlarını yeniden düzenlemelerini kolaylaştıracaktı. Hz.
Muhammed’in davet ettiği Allah’ın bu son dini zaman içinde İslam adıyla
tanındı; bu, her inananın kendini tam anlamıyla Tanrı’ya teslim etmesi anlamına
geliyordu. Müslüman, kendini tamamen Allah’a teslim eden kişi demektir. Ama
ilk inananlar, dinlerine “tazakka” adım
vermişlerdi. Bu, tercüme edilmesi kolay olmayan bir kelimedir. Hz. Muhammed’in
takipçileri ibadet sırasında kendilerini bir şefkat ve cömertlik pelerinine
sarıyorlardı; ilgili, şefkatli ve zeki bir ruh oluşturmak için, “zekalarını”
kullanmaları gerekiyordu ve bu da sahip oldukları her şeyi Allah’ın diğer yaratıklarına koşulsuzca vermeyi istemelerine neden oluyordu. Yaratılışın
gizemlerini akıl yoluyla incelerken, Müslümanlar nazik davranmayı öğrenecekti
ve bu cömert tutum da ruhsal bir gelişim içine girecekleri anlamına geliyordu. Vermek
hususunda Allah, mükemmel örnekti. Müslümanlar, O’nun doğaya karşı merhametini
ve büyüklüğünü anlamak için O’nun işaretleri üzerinde düşünmeye teşvik
ediliyordu. Bu cömert zekanın bir sonucu olarak, kargaşa ve bencil barbarlık
yerine düzen ve verimlilik sürüyordu. O’nun emirlerine boyun eğerlerse, kendi
hayatlarının da benzer bir şekilde düzene gireceğini vahyin terbiyesinde zaman
içerisnde anlayacaklardı.
Diğer
bütün yaratıklar, seçme özgürlüğü olmayan ama Allah’ın iradesini yerine getirerek ilahi planı izleyen
doğal Müslümanlardır. Sadece insanoğlu İslam inancını seçme, hayatını
varlığının kaynağına odaklama özgürlüğüne sahiptir. İnsan yaratılmışların en
şereflisidir, iradesini kullandığı için.
Allah’ın elçisi ilk müslümanlardan Erkam’ın Safa tepeciğinin
eteklerinde bulunan evini tebliğ ve toplantı merkezi olarak seçti, kendi evini
bırakarak oraya taşındı.
Orada bir yandan müslümanlara
dinlerini öğretirken, diğer taraftan hakikati arayan insanları İslam’a davet
ediyor, inen ayetleri okuyor ve onlarla birlikte namaz kılıyordu. Birçok insan
gelip Erkam’ın bu mübarek evinde İslâmiyet’le tanışıyorlar, yeni müslümanlar
buraya gizli gizli gelip bir süre kalıyorlardı. Burada toplanan bir avuç
müslüman, hayat ve memat endişesinden tamamen sıyrılarak kendilerini o Nur’un
cezbesine kaptırmışlardı.
“Darü’l-Erkam” olarak meşhur olan bu ev, İslâm’ın ilk yayılma yeri
olduğundan “Darü’l-İslâm” olarak da bilinir. Resulullah’a inen
Mekki surelerin çoğu burada nazil olmuştur.
Üç yıllık gizli tebliğ dönemi
bittikten sonra uzun bir müddet toplanma yeri olarak kalmıştır.
Hz. Muhammmed’in bu evi ikametgah
olarak seçmesi, ilk müslümanların İslamı kabul tarihlerine bir esas teşkil
etmiş; Ashab-ı kiram olarak adlandırılan peygamberin yol arkadaşlarının Müslüman oluşları, Resulullah Aleyhisselam’ın “Darü’l
Erkam”a girmesinden önce veya sonra şeklinde tarihlendirilmiştir.
Hz.
Peygamber İslam'ı tebliğ ederken, toplumun yeniliğe açık, idealist ve enerjik
kesimini oluşturan gençlerden büyük ölçüde destek almıştır. Nitekim ilk
Müslümanlardan birkaç kişi 50 yaş civarında, birkaç kişi 35 yaşın üzerinde,
geri kalan çoğunluk ise 30 yaşın altında bulunuyordu.
Hz.
Peygamber'in hayatını ve sahabeyi düşündüğümüzde, her nedense hep olgun ve
yaşlı insanlar canlanır zihnimizde. Kırk yaşındayken peygamberlik görevine
başlayan Hz. Peygamber'in etrafındaki ilk Müslümanlara baktığımızda, onlardan
çoğunun gençler olduğunu görürüz.
Mesela
genç yaşta İslam'ı kabul edenlerden; Hz. Ali 10, Abdullah bin Ömer ve Ubeyde bin
el-Cerrah 13, Ukbe bin Amir 14, Cabir bin
Abdullah ve Zeyd bin Harise 15, Abdullah
b. Mesud, Habbab bin Eret ve Zubeyr bin Avvam 16, Talha bin Ubeydullah,
Abdurrahman bin Avf, Erkam bin Ebi'l-Erkam, Sa'd bin Ebi Vakkas ve Esma bint
Ebî Bekr 17, Muaz bin Cebel ve Musab bin Umeyr 18, Ebu Musa el-Eşari 19, Cafer
bin Ebî Talip 22, Osman b. Huveyris, Osman bin Affan, Ebû Ubeyde, Ebu Hureyre
ve Hz. Ömer 25-31 yaşlarında idiler.
Hz.
Peygamber'in yanında bulunan, O'nunla birlikte mücadele edenler gençlerdi. Bu
yüzden Hz. Peygamber gençlere ayrı bir önem atfetmiştir. İslam’ı bir gençlik
hareketi olarak değerlendirebiliriz. Ayrıca kölelerin ve mazlumların efendimize
olan iltifatlarından dolayı İslam’ı ayrıca devrimci bir hareket olarak da
düşünebiliriz.
Hz.
Peygamber arkadaşlarına, savaşlarda bile müşriklerin gençlerini
öldürmemeleri talimatını vermişti. O,"Yaşlı neredeyse İslam'a girmez! Genç
ise İslam'a yaşlıdan daha yakındır." demiştir diyerek gençlere olan özel
tavrını hatırlamamız gerekir.
Yine demiştir ki, “Kıyamet günü Ademoğlu şu
beş şeyden sorgulanmadıkça Rabbinin huzurunda sorgudan kurtulamayacaktır:
Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede geçirdiğinden, malını nereden
kazanıp nereye harcadığından, bildiklerini hayata ne kadar aktarabildiğinden.”
Peygamberimiz'in
gençlerle ilgili bütün ilişkilerine baktığımızda O'nun bütün gayret ve
hedefinin, inançlı, dindar, ahlaklı ve iffetli bir gençlik oluşturabilmek
olduğunu görürüz.
Zira
Efendimiz, "Allah'ın (arşının) gölgesinden başka hiçbir gölgenin
olmadığı o günde yedi sınıf insanın Allah'ın gölgesinde gölgeleneceği" haberini
vermiştir. Bu hadiste ilk olarak "adaletli yönetici",
ikinci sırada da "Rabbine ibadetle yetişen genç"i
zikretmektedir.
Başka
rivayetlerde ise "Allah, gençliğini Allah'a itaatle geçiren genci
sever."; "Allah tevbe eden genci sever." buyurulmaktadır.
"Yaşından dolayı bir ihtiyara ikramda
bulunan genç için, Allah Teâlâ ona ikram edecek kimseler hazırlar."
Hz.
Peygamber'in gençleri teşvik eden bu sıcak ve samimi ilgisi sayesinde, genç
sahabiler, canlarını, mallarını, ailelerini Allah yolunda feda edecek kıvama
gelmişlerdi. Müslüman olur olmaz birçoklarının başta ailesi olmak üzere,
Mekkelilerden gördükleri baskılar, korkunç işkenceler, açlık ve abluka yılları
onları asla yıldırmamıştır. Onlar, Allah Rasûlü'nden aldıkları inanç ve ahlakın
gereği olarak, yalnız Mekke'den ayrılmayı değil, zamanı geldiğinde dünyadan
ayrılmayı dahi göze almışlardır.
Peygamber Efendimiz’in çocuklara karşı
muamelesi, merhamet ve sevgisi, ümmeti ve bütün insanlık için muazzam bir
örnektir.
Allah Rasûlü bir çocuk gördüğünde başını okşar, kucağına alır, sever, öperdi. Mübarek yüzü özellikle çocuklara karşı hep yumuşak ve güleçti. Çocuklara selam verirdi, halini hatırını sorar, binekliyse onları atın terkisine alır gideceği yere kadar götürürdü. Çocuklarla birlikteyken çocuklaşır, onlarla sohbet eder şakalaşırdı.
Allah Rasûlü bir çocuk gördüğünde başını okşar, kucağına alır, sever, öperdi. Mübarek yüzü özellikle çocuklara karşı hep yumuşak ve güleçti. Çocuklara selam verirdi, halini hatırını sorar, binekliyse onları atın terkisine alır gideceği yere kadar götürürdü. Çocuklarla birlikteyken çocuklaşır, onlarla sohbet eder şakalaşırdı.
“Kimin
çocuğu varsa, onunla çocuklaşsın.”
Allah
Rasûlü bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onlarla birlikte
koşmuştu. O, çocukların neşesine ortak, üzüntüsüne teselli olurdu.
Kuşu
ölen Zeyd’e taziyeye gitmiş, onu teselli etmişti. Zeyd, 3 ya da 5 yaşlarında
iken çok sevdiği ve adını Umeyr koyduğu küçük bir kuşu vardı. Efendimiz her
gördüğünde ona “Umeyr’in Babası” anlamına gelen “Ebu Umeyr” diye hitap ederdi.
Bir gün Zeyd’in kuşu öldü ve Zeyd çok üzüldü. Zeyd’in üzüntüsünü duyan
Peygamber Efendimiz o günlerde çocuğun evine taziyeye gitti. Zeyd’i
neşelendirmek için, “Ya Ebu Umeyr! Senin Nüğayr (serçeye benzeyen küçük kuş) ne
oldu, hayvanı ne yaptın?” diye sordu. Bu soru Zeyd’i güldürdü. Allah Rasûlü
Zeyd’i kucağına aldı, saçını okşayıp öptü, teselli etti.
Merhamet
Peygamberiydi, babaydı, dedeydi. Mübarek yüzü çocuklara karşı hiç asılmadı,
onları kınamadı, zorlamadı, azarlamadı.
Peygamber
Efendimiz’in yanında yetişen Hz. Enes, şöyle anlatıyordu:
"Allah
Rasûlü’ne on yıl hizmet ettim. Bana bir kere bile ‘öf’ demedi. Yaptığım bir iş
hakkında hiçbir zaman ‘niçin böyle yaptın’, ‘şöyle yapsaydın’ dediğini
duymadım. Bir işi güzel yapamadığımda bana kızmadı, beni kınamadı. Ben, Allah
Rasûlü’nün surat astığını bile görmedim."
Allah
Rasûlü çocukların kişiliklerine saygı gösterir ve onlara iltifat ederdi. Bazen
onların kıyafetlerini över, hastalandıklarında ziyarete giderdi.
Namaz
kıldırırken cemaatin içinde ağlayan bir çocuk sesi duysa dayanamaz, kıraati
kısa tutarak namazı bir an evvel bitirirdi. Kendisine mevsimin ilk meyvesi
sunulduğunda bereket duası yapar ve meyveyi orada bulunan en küçük çocuğa ikram
ederdi.
“Küçüklerimize sevgi, şefkat ve merhamet;
büyüklerimize de saygı göstermeyen bizden değildir.” diyerek bir
müslüman’ın nasıl oması gerektiğinin özetini vermiştir.
Asr-ı
saadet olarak isimlendirilen o dönemin çocukları, bütün zamanların en mutlu
çocuklarıydı. Çünkü, onları çok seven, koruyan, gözeten ve kıymet veren bir
Peygamberleri vardı.
Asr-ı
saadetin çocukları bütün zamanların en şanslı çocuklarıydı. Onlarla şakalaşan,
oyunlar oynayan, dua edip başlarını okşayan, sırtına bindirip taşıyan Peygamberle
birlikte hatıraları vardı.
Abdullah
bin Ömer küçük bir çocukken, babasıyla birlikte Hz. Peygamber’in de bulunduğu
bir yolculuğa çıkmıştı. Abdullah, babasının devesine binmişti. Abdullah küçük,
deve hızlıydı ve deve hep kafilenin önüne geçiyordu. Babası sık sık kafilenin
önüne geçip deveyi geri çevirmek zorunda kalıyor, “Abdullah, kafilenin önüne
geçme, Allah Resulü’nün önüne geçilmez” diye çocuğu sürekli ikaz ediyor,
azarlıyordu.
Babanın çocuğu sık sık azarlaması Hz.
Peygamber’i üzmüştü. Babaya, “şu deveyi bana satar mısın” dedi. Baba satmayı
kabul etmeyip, “Allah Resulü, deve senindir” dediyse de efendimiz kabul etmedi
ve babayı deveyi satması konusunda ikna etti. Deveyi satın alan Peygamber
Efendimiz Abdullah’a seslendi:
“Abdullah! Deve artık senindir, ona istediğin gibi binebilirsin”
“Abdullah! Deve artık senindir, ona istediğin gibi binebilirsin”
Kız
çocuklarının evlattan sayılmadığı bir zamanda o, kızı Fatıma yanına gelince
ayağa kalkar, onu öper ve kalkıp kendi yerine oturturdu. Bir sefere çıkacağı
zaman önce Fatıma’yı görür, dönünce evvela Fatıma’ya uğrardı.
"Muhakkak ki siz, kıyamet günü
isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. O halde
çocuklarınıza güzel isimler koyun.”
Peygamber
Efendimiz çocuklara hoşlarına gidecek lakaplar takar, bu lakaplarla seslenerek
onları neşelendirirdi. İsmi güzel olmayan çocukların isimlerini değiştirir,
onlara “yavrucuğum” diye hitap ederdi.
O, alemlere
rahmet olarak gönderilmişti. Sevgisi ve merhameti alemlere yetecek kadar
derindi. Müminler yani hem iman edip hem iman ettikleri şekilde yaşayanlar
birbirini sevmeliydi, müminler çocuklara muhabbet göstermeliydi, çocuklar
emanetti.
Peygamber
Efendimiz ve Hz. Ebubekir Medine’ye hicret ettiklerinde onları ilk
karşılayanlar çocuklardı. Çocuklar, müjdelerin en güzelini alacaklarından
habersiz ellerindeki defleri çalıyor, şarkılar söylüyorlardı. Sevinçten
yerlerinde duramayan çocuklar “Muhammed (sav) geldi! Peygamber geldi” diye
bağırıp koşturuyorlardı. Bu sırada kutlu misafir çocukların yanına gelip sordu:
”Beni
seviyor musunuz?”
Çocuklar
coşkuyla ve hep bir ağızdan, “Evet, çok seviyoruz ya Rasulullah” dediler. Hz.
Peygamberin yüzü aydınlandı, tebessüm etti ve çocuklara:
“Andolsun
ki ben de sizi seviyorum” diyerek kendi zamanının ve bütün zamanların
çocuklarına en büyük müjdeyi, en güzel hediyeyi verdi.
Doğal olarak elbette ki Hz.Peygambere ilk
inananlar ailesi ve yakın çevresindeki insanlardı. Eşi Hz.Hatice,yanlarında
kalan amcasının oğlu Ali, kölelikten azad ettiği ve kendisine evlat edindiği
Zeyd, yakın arkadaşı Ebubekir ilk Müslümanlar oldular. Sonra sayıları yavaş
yavaş artmaya başladı. Özellikle Ebubekir, yumuşak huylu, bilgili, çevresinde
sevilen ve saygı gösterilen bir kimseydi. Bir çok kişinin İslam’a girmesi onun
aracılığıyla gerçekleşti.
Müslümanlar önceleri Peygamber (sav)in
kendilerine öğrettiği şekilde namaz kılmaya başladılar. Namaz kıldıklarını
çevrelerindekilerden gizliyorlardı. Namazlar ya kapıları üzerlerine kilitli
evlerde ya da ıssız ve kuytu yerlerde kılınıyordu. Fakat Müslümanlıklarını
gizli tutmaya çalışsalar da gözlenmek ve izlenmekten kurtulamıyorlardı.
Bu arada, bir yandan Hz.Peygamber, bir yandan
da Ebubekir (r.a), yanlarına gelenleri İslam’a davet ediyor, insanlardan
İslam’a girenler de hızla çoğalıyordu. İslam, Mekke’de yayılmaya ve halk
arasında konuşulmaya başlamıştı. İlk üç yıllık dönem, bu şekilde halkı gizlice
İslam’a davet ile geçti.
Dördüncü yıla girilmişti ki, inen ayetlerle
davet yeni bir döneme girdi:
“(Önce) en yakın akrabanı uyar (ve davet et).
Mü'minlerden sana uyanlara (şefkat) kanadını indir.
Eğer sana karşı gelirlerse: "Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım (sorumlu değilim)" de.Sen (sadece) mutlak galip ve çok merhametli olan (Allah')a güvenip dayan.”
(Şuara suresi)
Resulullah (sav) önceki peygamberler gibi bir belde ve bir kavme değil bütün çağlara, bütün aleme ve insanlara gönderildiği için Kur'an'ı tebliğ ve İslam'a davet görevini, özelde (bu ayetle) yakınlarına, genelde ise kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa yapmış; özel daveti, genel daveti erteletmemiştir.
Mü'minlerden sana uyanlara (şefkat) kanadını indir.
Eğer sana karşı gelirlerse: "Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım (sorumlu değilim)" de.Sen (sadece) mutlak galip ve çok merhametli olan (Allah')a güvenip dayan.”
(Şuara suresi)
Resulullah (sav) önceki peygamberler gibi bir belde ve bir kavme değil bütün çağlara, bütün aleme ve insanlara gönderildiği için Kur'an'ı tebliğ ve İslam'a davet görevini, özelde (bu ayetle) yakınlarına, genelde ise kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa yapmış; özel daveti, genel daveti erteletmemiştir.
Bu ilahi emir, Hz.Peygambere (sav) o kadar
ağır geldi, o kadar kaygı verdi ki bir aya yakın bir süre evinden dışarı
çıkamadı. Hatta insanlar, hastalandı sanarak hastalığını sormaya geldiler.
Sonunda Ali’yi yanına çağırdı.
Ali olanları şöyle anlatır.
Ali olanları şöyle anlatır.
“Resulullah beni yanına çağırdı:
- Ey Ali! Yüce Allah’ın, en yakın akrabalarımı uyarmamı emretmesi bana çok ağır geldi. İyi biliyorum ki, ben onlara bu işi açmaya kalksam, muhakkak hoşuma gitmeyecek şeylerle karşılaşacağım.
Bir süre sustu, sonra devam etti:
- Ya Ali! Bize bir sa’ (eskiden kullanılan ve dört avuç kadar tutan bir ölçü) yemek yap ve üzerine, koyun budundan et koy! Bir kaba da süt hazırla ve Abdülmuttalib oğullarını benim için topla! Onlarla konuşup, emr olunduğum şeyi kendilerine ulaştıracağım.
Emrettiği şeyleri yaptım. Abdülmuttalib oğulları evde toplandılar. Kırk kişi kadardılar. Amcaları Ebu Talib, Hz.Hazma, Hz.Abbas ve Ebu Leheb de gelenler arasında bulunuyordu. Resulullah yaptığım yemeği kendisine getirmemi emretti. Getirip önüne koydum. Eti parçalayarak çanağın çevresine birer parça koyduktan sonra,
“Haydi yiyin! Bismillah!”buyurdu. Hepsi ondan yediler ve tamamen doydular. Allah’a yemin ederim ki, sunduğum yemeği, onlardan tek bir adam bile, yalnız başına yiyebilirdi. Sonra,
“Ya Ali! Onlara süt de içir!” buyurdu. Onlara süt kabını getirdim. Hepsi kana kana içtiler. Vallahi, o kaptaki süt kadarını, onlardan tek bir adam bile, yalnız başına içebilirdi. Yemeğin ve sütün kalanları sanki hiç el dokunulmamış gibiydi. Resulullah konuşmaya başlayacaktı ki, amcası Ebu Leheb sözü ele aldı:
“Şaşılacak şey! Arkadaşınız sizi büyük bir sihirle sihirledi! Doğrusu biz, bugünkü gibi bir sihir hiç görmedik!”
Sonra da Resulullah ’a dönerek:
“Bunlar senin amcaların ve amcalarının oğullarıdır. Sen onlara istediğini söyledin. Dinde sapkınlığı bırak! İyi bil ki kavmin, Senin için bütün Arap topluluklarına karşı koymayı göze alacak değildir! Bütün Kureyş kabileleri ile Araplar, üzerlerine çullanmadan önce onların seni hapsetmeleri gerekir! Böyle yapmaları, bütün Araplar’a karşı savaşmalarından daha kolaydır. Ey kardeşimin oğlu! Ben, senin getirdiğin gibi kötülük getiren bir kimse daha görmedim!”
Resulullah’ın konuşmasına fırsat vermediler ve dağıldılar. Amcası Ebu Leheb’in sözleri, Resulullah’ın çok ağırına gitmişti. (Hz. Peygamber'e inkar ve azgınlıkla en çok karşı gelen amcası Ebu Leheb olmuştur.)
Sabahleyin, Resulullah (s.a.s) beni çağırdı:
“Ya Ali! Şu adam, erken davranıp önüme geçti de ben konuşamadan dağılıverdiler. Sen yine önceki akşam bizim için yapmış olduğun kadar yiyecek ve içecek hazırla. Sonra da onları yanıma topla!”
Dediklerini yaptım. Abdulmuttalib oğulları yine toplandılar. Hz.Peygamber, yemeği getirmem için beni yanına çağırdı. Yemeği getirip önüne koydum. Yine eti parçaladı ve tabağın etrafına dizdi ve
“Hadi yiyiniz! Bismillah!” dedi. Hepsi doyuncaya kadar yediler ve içtiler. Vallahi, onların tümünü, onlardan bir adam yiyip içebilirdi. Sonra konuşmaya başladı:
“Hamd Allah’a (c.c) mahsustur!
Ben Ona hamd ederim.
Yardımı da Ondan dilerim.
Ona inanır, Ona dayanırım.
Şüphesiz, Allah’tan (c.c) başka ilah yoktur.
O birdir, eşi ve ortağı yoktur.
Vallahi ben, bütün insanlara yalan söylemiş olsam, yine size karşı yalan söylemem. Bütün insanları aldatmış olsam, sizi aldatmam. Sizi, kendisine inanmaya davet ettiğim Allah, öyle bir Allah’tır ki, Ondan başka ilah yoktur. Sizler, uyur gibi ölecek, uykudan uyanır gibi de dirilecek ve yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükafatını görecek, kötülüklerinizin de cezasını çekeceksiniz. İnsanlardan ilk uyardığım da sizlersiniz.
Ben sizi, söylemesi kolay, tartıda ise ağır iki kelimeye davet ediyorum ki, o da “Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim de Allah’ın kulu ve peygamberi olduğuma” şahitlik etmenizdir.
Ey Abdulmuttalib oğulları! Aranızdan kim bana yardımcı olmayı kabul eder?”
Hiç kimse ayağa kalkmadı. Hemen ben ayağa kalktım. Yaşça orada bulunanların en küçüğüydüm. Resulullah,
“Sen otur!” buyurdu. Sorusunu üç kere tekrarladı. Her defasında ben ayağa kalkıyordum. O da, “Sen otur” buyuruyordu. Sorularının üçüncüsünden sonra
“Ya Resulullah! Bunların yaşça en küçükleri ve en zayıfları olsam da ben sana yardımcı olurum!” dedim. Hepsi sustular. Elini elimin üzerine koydu.
“İçinizden bu, benim kardeşim ve vekilimdir. Sözlerini dinleyin ve itaat edin! Bu işe amcamsız, amcamın oğlu varis oldu.” buyurdu. Davetliler gülüşerek ayağa kalktılar ve Ebu Talib’e,
“Bak, sana oğlunu dinlemeni emrediyor. İtaat et!” dediler. Ebu Talib de, onlara cevap verdi:
“Bırakınız onu! Amcasının oğlu, onun başına hayırdan başkasını getirmez.”
Yakın akrabanın İslam’a çağrılmasının ardından sıra tüm Mekke’nin açıkça İslam’a davet edilmesine gelmişti. Bununla ilgili emir de gelmekte gecikmedi.
- Ey Ali! Yüce Allah’ın, en yakın akrabalarımı uyarmamı emretmesi bana çok ağır geldi. İyi biliyorum ki, ben onlara bu işi açmaya kalksam, muhakkak hoşuma gitmeyecek şeylerle karşılaşacağım.
Bir süre sustu, sonra devam etti:
- Ya Ali! Bize bir sa’ (eskiden kullanılan ve dört avuç kadar tutan bir ölçü) yemek yap ve üzerine, koyun budundan et koy! Bir kaba da süt hazırla ve Abdülmuttalib oğullarını benim için topla! Onlarla konuşup, emr olunduğum şeyi kendilerine ulaştıracağım.
Emrettiği şeyleri yaptım. Abdülmuttalib oğulları evde toplandılar. Kırk kişi kadardılar. Amcaları Ebu Talib, Hz.Hazma, Hz.Abbas ve Ebu Leheb de gelenler arasında bulunuyordu. Resulullah yaptığım yemeği kendisine getirmemi emretti. Getirip önüne koydum. Eti parçalayarak çanağın çevresine birer parça koyduktan sonra,
“Haydi yiyin! Bismillah!”buyurdu. Hepsi ondan yediler ve tamamen doydular. Allah’a yemin ederim ki, sunduğum yemeği, onlardan tek bir adam bile, yalnız başına yiyebilirdi. Sonra,
“Ya Ali! Onlara süt de içir!” buyurdu. Onlara süt kabını getirdim. Hepsi kana kana içtiler. Vallahi, o kaptaki süt kadarını, onlardan tek bir adam bile, yalnız başına içebilirdi. Yemeğin ve sütün kalanları sanki hiç el dokunulmamış gibiydi. Resulullah konuşmaya başlayacaktı ki, amcası Ebu Leheb sözü ele aldı:
“Şaşılacak şey! Arkadaşınız sizi büyük bir sihirle sihirledi! Doğrusu biz, bugünkü gibi bir sihir hiç görmedik!”
Sonra da Resulullah ’a dönerek:
“Bunlar senin amcaların ve amcalarının oğullarıdır. Sen onlara istediğini söyledin. Dinde sapkınlığı bırak! İyi bil ki kavmin, Senin için bütün Arap topluluklarına karşı koymayı göze alacak değildir! Bütün Kureyş kabileleri ile Araplar, üzerlerine çullanmadan önce onların seni hapsetmeleri gerekir! Böyle yapmaları, bütün Araplar’a karşı savaşmalarından daha kolaydır. Ey kardeşimin oğlu! Ben, senin getirdiğin gibi kötülük getiren bir kimse daha görmedim!”
Resulullah’ın konuşmasına fırsat vermediler ve dağıldılar. Amcası Ebu Leheb’in sözleri, Resulullah’ın çok ağırına gitmişti. (Hz. Peygamber'e inkar ve azgınlıkla en çok karşı gelen amcası Ebu Leheb olmuştur.)
Sabahleyin, Resulullah (s.a.s) beni çağırdı:
“Ya Ali! Şu adam, erken davranıp önüme geçti de ben konuşamadan dağılıverdiler. Sen yine önceki akşam bizim için yapmış olduğun kadar yiyecek ve içecek hazırla. Sonra da onları yanıma topla!”
Dediklerini yaptım. Abdulmuttalib oğulları yine toplandılar. Hz.Peygamber, yemeği getirmem için beni yanına çağırdı. Yemeği getirip önüne koydum. Yine eti parçaladı ve tabağın etrafına dizdi ve
“Hadi yiyiniz! Bismillah!” dedi. Hepsi doyuncaya kadar yediler ve içtiler. Vallahi, onların tümünü, onlardan bir adam yiyip içebilirdi. Sonra konuşmaya başladı:
“Hamd Allah’a (c.c) mahsustur!
Ben Ona hamd ederim.
Yardımı da Ondan dilerim.
Ona inanır, Ona dayanırım.
Şüphesiz, Allah’tan (c.c) başka ilah yoktur.
O birdir, eşi ve ortağı yoktur.
Vallahi ben, bütün insanlara yalan söylemiş olsam, yine size karşı yalan söylemem. Bütün insanları aldatmış olsam, sizi aldatmam. Sizi, kendisine inanmaya davet ettiğim Allah, öyle bir Allah’tır ki, Ondan başka ilah yoktur. Sizler, uyur gibi ölecek, uykudan uyanır gibi de dirilecek ve yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükafatını görecek, kötülüklerinizin de cezasını çekeceksiniz. İnsanlardan ilk uyardığım da sizlersiniz.
Ben sizi, söylemesi kolay, tartıda ise ağır iki kelimeye davet ediyorum ki, o da “Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim de Allah’ın kulu ve peygamberi olduğuma” şahitlik etmenizdir.
Ey Abdulmuttalib oğulları! Aranızdan kim bana yardımcı olmayı kabul eder?”
Hiç kimse ayağa kalkmadı. Hemen ben ayağa kalktım. Yaşça orada bulunanların en küçüğüydüm. Resulullah,
“Sen otur!” buyurdu. Sorusunu üç kere tekrarladı. Her defasında ben ayağa kalkıyordum. O da, “Sen otur” buyuruyordu. Sorularının üçüncüsünden sonra
“Ya Resulullah! Bunların yaşça en küçükleri ve en zayıfları olsam da ben sana yardımcı olurum!” dedim. Hepsi sustular. Elini elimin üzerine koydu.
“İçinizden bu, benim kardeşim ve vekilimdir. Sözlerini dinleyin ve itaat edin! Bu işe amcamsız, amcamın oğlu varis oldu.” buyurdu. Davetliler gülüşerek ayağa kalktılar ve Ebu Talib’e,
“Bak, sana oğlunu dinlemeni emrediyor. İtaat et!” dediler. Ebu Talib de, onlara cevap verdi:
“Bırakınız onu! Amcasının oğlu, onun başına hayırdan başkasını getirmez.”
Yakın akrabanın İslam’a çağrılmasının ardından sıra tüm Mekke’nin açıkça İslam’a davet edilmesine gelmişti. Bununla ilgili emir de gelmekte gecikmedi.
“Artık sana emredilen şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırma (onlara itibar etme)!
Andolsun ki, onların söyledikleri şeylerle göğsünün cidden daraldığını biz biliyoruz.
Hemen Rabbini hamd ile tesbih et
("Sübhanallahi ve bihamdih" de) ve secde edenlerden ol.
Sana yakin (yani ölüm) gelinceye kadar da Rabbine ibadet et.
Sana yakin (yani ölüm) gelinceye kadar da Rabbine ibadet et.
(Hicr Suresi)
Hz.Peygamber nihayet tüm Mekke halkına
peygamberliğini açıklayacaktı. Araplar, bir tehlike durumunda diğerlerini
uyarmak için yüksekçe bir yere çıkarlar ve “düşman tarafından kuşatıldık, sabah
vakti gelip çattı, çarpışmaya hazırlanın” anlamına gelen “Sabahah! Sabahah!“diye
seslenirlerdi.
Hz.Peygamber’de Kabe’nin yakınında bulunan Safa tepeciğinin üzerine çıktı ve “Ya Sabahah! Ya Sabahah!” diye seslenmeye başladı. Sesi işiten insanlar çevresine toplandılar. Gelenler merak içinde, “Ey Muhammed! Ne oldu, ne haber var?” diye soruyorlardı. Efendimiz konuşmaya başladı:
“Benimle sizin durumunuz, düşman görünce ailesini uyarmak için koşan ve “Ya Sabahah!” diye bağıran adamın haline benzer. Söyleyin! Ben, “şu dağın eteğinden atlılar var, sabaha baskına uğrayacaksınız” desem, bana inanır mısınız?”
“Evet inanırız! Bugüne kadar senin yalan söylediğini duymadık.”
“Öyle ise sizi, şiddetli bir azap ile uyarıyorum. Yüce Allah, akrabalarımı, başlarına gelecek azapla uyarmamı emretti. “La ilahe İllallah” demedikçe, ben size ne dünyada, ne de Ahirette bir yarar sağlayabilirim.”
Amcası Ebu Leheb, Hz.Peygamber’e atmak için eline bir taş aldı.
“Yuh sana! Bizi bunun için mi buraya topladın!”dedi. Toplananlar ise söylenerek dağıldılar.
Hz.Peygamber’de Kabe’nin yakınında bulunan Safa tepeciğinin üzerine çıktı ve “Ya Sabahah! Ya Sabahah!” diye seslenmeye başladı. Sesi işiten insanlar çevresine toplandılar. Gelenler merak içinde, “Ey Muhammed! Ne oldu, ne haber var?” diye soruyorlardı. Efendimiz konuşmaya başladı:
“Benimle sizin durumunuz, düşman görünce ailesini uyarmak için koşan ve “Ya Sabahah!” diye bağıran adamın haline benzer. Söyleyin! Ben, “şu dağın eteğinden atlılar var, sabaha baskına uğrayacaksınız” desem, bana inanır mısınız?”
“Evet inanırız! Bugüne kadar senin yalan söylediğini duymadık.”
“Öyle ise sizi, şiddetli bir azap ile uyarıyorum. Yüce Allah, akrabalarımı, başlarına gelecek azapla uyarmamı emretti. “La ilahe İllallah” demedikçe, ben size ne dünyada, ne de Ahirette bir yarar sağlayabilirim.”
Amcası Ebu Leheb, Hz.Peygamber’e atmak için eline bir taş aldı.
“Yuh sana! Bizi bunun için mi buraya topladın!”dedi. Toplananlar ise söylenerek dağıldılar.
Yüce Allah ise elçisine moralini bozmaması
gerektiğini vahyediyordu.
“Seninle ve Kuran ile alay eden ve Allah ile
beraber başka bir tanrı tanıyanlara karşı biz sana yeteriz. Onlar yakında
(başlarına gelecek felaketleri) bilecekler.” (Hicr 95)
EZİYET VE İŞKENCELER
Yavaş yavaş İslam tarihinin Mekke
dönemini karakterize eden olaylar başlar. Başta Efendimiz olmak üzere bütün
Müslümanlar 10 uzun sene boyunca kan kusacaktır. Hem de giderek artan bir
biçimde!
İlk saldırılar en yakın
olanlardan gelir. Bu konuda gerekli taktiği ise Hz. Muhammed düşmanlığının
beyni durumunda olan Ebu Cehil vermiştir:
“Muhammed’i kendi kendiyle meşgul edin!”
Ebu
Cehil, bu ismi almadan önce Ebul Hakem olarak tanınmakta ve Mekke’nin ileri
gelenleri arasında yer almaktaydı. Hakem olarak anılmasının sebebi; tarafsız ve
dürüst bir kişiliğe sahip olmasındandı. Sonralarında İslam’a karşı amansızca ve
düşmanca hareketleri sebebiyle Ebu Cehil olarak isimlendirildi. Ticari bağları
bulunan ve büyük bir serveti olan Ebu Cehil’in hayatı İslamiyet düşmanlığı ile
geçti. Bu bağlamda, kendisi Müslüman olanları dinlerinden çevirmek için çeşitli
işler yaptı. İtibarlı kimseleri bunu kaybetmekle, ticaretle uğraşanları ise
iflas ettirmekle tehdit etti. Güçsüz ve kimsesiz olan insanları da İslam
yolundan eziyet ederek çevirmeye çalıştı.
Müslümanlara
karşı nefreti uygulamayı
başlatanlar ise amca Ebu Leheb ve eşi Ümmü Cemil olur. Peygamberimizin kızları Rukiyye ve Ümmü Gülsüm Ebu Leheb’in oğulları
Utbe ve Uteybe ile nişanlıdır. Utbe’ye Hz. Muhammed’in kızını boşadığı takdirde
Kureyş kabilesinden dilediği kızı seçmesi teklif edilir. O da yapılan teklifi
kabullenerek Ümeyye oğullarından güzel bir kızı seçer. Hatta kızını boşadığı
haberini, babası Ebu Leheb’in kışkırtmasıyla, Hz. Muhammed’in yakasını
çekiştirip, yüzüne tükürerek verir. Hakaretin bu derecesine dayanamayan efendimiz
ise ona beddua eder:
“ALLAH sana bir itini musallat
etsin!” Dua kabul edilir. Ticaret için Şam yolunda oldukları ve
mola verdikleri bir gece kamp yerini basan bir aslan tarafından parçalanır. Son
sözleri:
“Ben size Muhammed insanların en
doğru sözlüsüdür, dememiş miydim?” olur.
Aynı
girişim en büyük kızı olan Zeyneb için
de gündeme gelir. O, Ebul As ile evlidir. Babasının peygamber olmasından bir sene
önce evlenmişlerdir. Ve Ebul As, Utbe ile Uteybe’den farklı bir kişiliğe
sahiptir. Bütün baskılara göğüs gerer, bütün göz alıcı tekliflere dudak büker
ve eşi Zeyneb’ten ayrılmayı kabul etmez:
“Ben eşimi boşamayacağım” der ve
ekler, “o dünyanın en güzel kadınıdır.”
Ama
karısının sözüne uydu denilmesinden ve kılıbık bir erkek olarak görülmesinden
endişe ettiği için ne yazık ki Müslüman da olmaz.
Efendimiz
için kızlarının boşanması sadece işkencelerin başlangıç olur. Ebu Leheb tarafından sabahları
evinden çıkarken sık sık taşa tutulur. Öyle ki o sıralarda arkasına siper
aldığı kaya yüzyıllar boyunca Mekke’de bilinmeye devam edecektir. Kaderin
cilvesi, kapı komşusudurlar. Kureyş’in başka azgınları ile birlikte sık sık efendimizin
kapısı ve kapı önü, geceden dışkı ile sıvanır. Sabah kapısını açar açmaz ilk
karşılaştığı şey amca Ebu Leheb’in ve arkadaşlarının o gece ki marifetleri
olur. Bu olay o kadar çok tekrarlanır ki efendimiz, yüksek bir duvar örerek
onların evleriyle kendisinkinin arasını iyice ayırmak zorunda kalır. Abdest
almak için kullandığı çömleğin içine koyun dışkısı doldururlar. Namaz kılarken
de aynı şeyi doğrudan üzerine atarlar. Bazen de evinin avlusunda yemek
pişirilirken aynı şeyleri yemek tenceresinin üzerine atarlar. Bütün bu
saldırılar karşısında Hz. Muhammed’in tek yapabildiği, aradaki akrabalık bağını
hatırlatarak:
“Ey Abdimenaf oğulları! Bu nasıl
komşuluk?” demekten ibaret kalır.
Ümmü
Cemil ise geceleri efendimizin geçeceği
yollara diken serper. Ebu Leheb’in kinini, öfkesini her fırsatı kullanarak
körükler. En sonunda “Tebbet” suresinde
kendisine de özel bir yer ayrılıp, “odun hammalı” olarak
vasıflandırıldığını öğrendiğinde eline irice bir taş alıp, efendimize vurmak
için Kabe’yi basar fakat karşısında durduğu halde bir türlü O’nu göremez, gözü
dönmüş bir şekilde dolanır durur.
Hz.
Muhammed’e acı çektirme uğrunda hiçbir ahlak kuralı tanımazlar. Vicdanları ise
zaten yoktur. İslam’ın muhatabı da vicdanlı insandır. Efendimizin ilk doğan
çocuğu Kasım’dan sonra Abdullah’ın da peygamberlik yılları içinde vefat edip
hiç oğlu kalmamış olması bile onlar için sevinmeye bir fırsat olur. Efendimize soyu kesilmiş anlamında “Ebter” diye isim
takar, evlat acısıyla bile alay ederler. Bunda da başı çeken amcası Ebu Leheb
olur. Küçük Abdullah’ın vefat haberini alınca sevinç içinde diğer putperestlere
koşar, müjde verir: “Muhammed bugün
oğulsuz kaldı” der ve ekler, “yani kökü kazındı!”
Rabbi
ise üzüntü içerindeki elçisine “Kevser” suresini indirir, onu teselli eder.
Yine
o günlerde Dimad isminde, işi akıl hastalarına tılsımlı sözler okumak olan biri
Mekke’ye gelir. Kureyşliler Dimad’ı efendimize gönderir: “O’na da oku!” derler, “belki sayende şifa bulur, aklını başına
toplar.” Dimad, becerisinden emin olarak cevap verir: “Ben ona bir okuyayım hiçbir şeyi
kalmaz!” der. Yanına gittiğinde, Hz. Muhammed’e ilk sözü:
“Ey Muhammed! Ben hastalara okur,
onları iyileştiririm. Ne dersin sana da okuyayım mı?”Efendimiz
bütün sükuneti ve ciddiyetiyle tılsımcıya seslenir:
“Hamd (yücelik) ancak Allah’a özgüdür!” der ve devam
eder. “O’na hamd eder, O’dan yardım
dileriz. Allah kimi doğru yola iletirse artık onu kimse saptıramaz. Kimi de
saptırırsa onu kimse doğru yola yöneltemez. Ben tanıklık ederim ki, Allah’tan
başka hiçbir ilah yoktur. O, birdir, ortağı yoktur. Yine tanıklık ederim
ki, Muhammed, O’nun kulu ve elçisidir.” Dimad duyduğu bu
sözler karşısında afallamıştır:
“Şu sözleri bir daha tekrar
edebilir misin?” der şaşkınlıkla. Ve onları efendimize tam üç kez tekrar
ettirir. Sonra da:
“Ben birçok kahin, sihirbaz ve
şairlerin sözlerini duydum. Senin sözlerinin bir benzerini ise onların
hiçbirinden dinlemedim. Bu sözler insanı denizlerin dibine bile ulaştırır. Ey
Muhammed! Uzat elini sana iman edeyim!”Güya efendimizi yolundan döndürmek için
gönderilen Dimad ilk Müslümanlardan olur.
Fakat
o günlerde bu gibi olaylar, kızgın çölde insanın yüzüne düşen birkaç damla su
gibidir. Efendimize ve O’na inananlara uygulanan baskı ve zulüm şiddetini her
gün biraz daha arttırır. Bu zalimlerin içinde öyle biri vardır ki onun yanında
amca Ebu Leheb bile insaflı kalır. İsmi tarihte kinin, vahşetin, cehaletin ve
din düşmanlığının simgesi haline dönüşüp, ebedileşecektir. Bu insan Ebu
Cehil’dir. Evlenmeyi çok istediği Hatice’nin kendisinin yerine Muhammed’i seçmiş
olmasından derin bir nefret duymaktadır. Buyeni din olayı yüzünden efendimizin bütün
Kureyş ile karşı karşıya gelmiş olması Ebu Cehil için arayıp da bulamayacağı
bir fırsat olur. Yılların kini ile yüklenir. Kin ve düşmanlığı sadece O’na da
değil bütün Müslümanlara da yöneliktir. İnkarının temel nedeni kibirdir ve
kıskançlıktır. İslam’ın açıktan tebliğ edilmeye başlandığı ilk günlerde tavrını
ve kibrini net bir biçimde ortaya koyar.
O günlerde efendimiz ile Mekke’de, bir sokakta karşılaşırlar. Efendimiz,
“Ey Ebu’l-Hikem!” der, “Ben seni Allah’a davet ediyorum!”
Ebu
Cehil “Muhammed! Sen bizim
tanrılarımızı kötülemekten vazgeçmeyecek misin? Sen bizden yarın Allah katında
elçilik görevini yaptığına dair tanıklık etmemizi istiyorsan, söz, sana
tanıklık ederiz. Yemin olsun ki bu anlattıklarının gerçek olduğunu bilseydim
sana iman ederdim. Fakat bir şey beni, sana iman etmekten alıkoyuyor. İçimizden
Kusay oğulları (Hz. Muhammed’in soyu) ‘Hicabet’ (Kabe’nin anahtarlarını
bulundurmak) onuru bizimdir dediler, evet dedik. ‘Sikayet’ (Hacılara su
dağıtmak) onuru bizimdir dediler, evet dedik. ‘Nedved’ (Mekke’nin yönetimi ile
ilgili toplantıları organize etme) onuru bizimdir dediler, ona da evet dedik.
Sonra ‘Liva’ (Savaşta bayrağı taşıma ve orduya komuta etme) onuru bizimdir
dediler, ona da evet dedik. Ve şimdi bizden bir de peygamber çıktı diyorlar. Allah’a
yemin ederim ki ben buna da evet demeyeceğim!”
Kısacası
kibiri imanına perde olur. Kibri Hz. Muhammed gerçeğini görmesini engeller. O, Hz. Muhammed’i bir peygamber olarak göremedi, hep Ebu Talib’in yetimi Muhammed’i
gördü.
Bu
düşmanlık her gün biraz daha artarak kısa sürede aklı zorlayan, vicdanları
yaralayan boyutlara ulaşır. Hem o sıralar Hz. Muhammed’e ve Müslümanlara
saldırmak, kişiye Kureyş içerinde oldukça prim kazandıran bir davranış haline
dönüşür. Ebu Cehil öğünerek, etrafına hava atar:
“Muhammed’in yüzünü yere değdirerek
(secde ederek) namaz kıldığını gördünüz mü? Bunu yapmayı O’na yasak ettim! Ve
Lat ile Uzza üzerine yemin ederim benim emrimi dinlemeyecek olursa, yüzü
yerdeyken ayağımı ensesine bastırıp yüzünü yerlerde sürteceğim!” Çok geçmez,
yeminini yerine getirme fırsatını yakalar. Efendimiz Kabe’de namaz kılmaktadır.
Meraklı bakışların önünde hışımla üstüne yürür. Tam ayağını kaldırdığı sırada
elleriyle yüzünü perdeleyip, dehşet içinde geri çekildiği görülür. Yüzü korku
içinde bembeyaz olmuştur:
“Benimle O’nun arasında” der, “ateşle dolu bir hendek, dev kanatlar ve korkunç şeyler
belirdi!” Kaderin kendisine çizdiği sınırı
zorlamış ve Cehennem’le karşılaşmıştır. Sonra bu olayı anlatan bir vahiy iner
efendimize.
“Namaz
kıldığı zaman, bir kulu engelleyeni gördün mü?
Gördün mü (ne dersin?), ya o (kul) doğru yolda olur,
Veya kötülüklerden sakınmayı emrederse?
Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar, yüzçevirirse,
O adam, Allah'ın kendini gördüğünü hiç bilmiyor mu?
Hayır, hayır! Eğer o, bu davranışından vazgeçmezse, and olsun ki biz, onu perçeminden, o günahkâr ve yalancı perçeminden tutup cehenneme sürükleriz.
O zaman o taraftarlarını yardıma çağırsın.
Biz de Zebanileri çağıracağız.
Hayır, sakın onu dinleme de, secde et ve yaklaş!” (Alak Suresi)
Gördün mü (ne dersin?), ya o (kul) doğru yolda olur,
Veya kötülüklerden sakınmayı emrederse?
Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar, yüzçevirirse,
O adam, Allah'ın kendini gördüğünü hiç bilmiyor mu?
Hayır, hayır! Eğer o, bu davranışından vazgeçmezse, and olsun ki biz, onu perçeminden, o günahkâr ve yalancı perçeminden tutup cehenneme sürükleriz.
O zaman o taraftarlarını yardıma çağırsın.
Biz de Zebanileri çağıracağız.
Hayır, sakın onu dinleme de, secde et ve yaklaş!” (Alak Suresi)
Başka bir defa da yine secde de
iken efendimizin başını taşla ezip, O’nu
öldürmeye kalkışır ve aynı olay bir kez daha yinelenir. Bu yıllar içindeki Hz.
Muhammed - Ebu Cehil çatışması İslam’ın sadece inanç ve ibadet boyutuyla
sınırlı kalmaz. Toplumsal bir karakter de kazanır. Efendimiz, Ebu Cehil’in
kimsesiz ve yoksul insanlar üzerindeki zulmü nedeniyle de onun karşısına
dikilir. Sadece bir ahiret peygamberinin ötesinde dünyadan da sorumlu olduğunu
sergiler. Hem de maddi açıdan en zayıf olduğu dönemde ve en zor koşullar
altında!
Çölden gelmiş yalnız bir bedevi
Ebu Cehil’e mal satar, parasını ise alamaz. Kendisine sürekli “bugün git,
yarın gel” denir ve en sonunda Ebu Cehil’den
hakkını almaktan ümit kesen bedevi, Kabe’de oturmakta olan Kureyş ulularına
giderek durumunu anlatır, onlardan yardım ister. Garip bir bedevi için devrin
otoritesi Ebu Cehil’le çatışmayı kim göze alabilir ki? Yardım yerine bedeviyi
alaya alırlar. Ciddiyetlerini hiç bozmadan az ötede oturmakta olan Hz.
Muhammed’i göstererek:
“İşte” derler, “senin hakkını
Ebu Cehil’den ancak şu adam alabilir!” Kendisine
oynanan oyundan habersiz zavallı, ümitle efendimizin yanına gider, derdini anlatır. Efendimiz bedeviyi
ve arkada birbirlerini dürterek gülen Mekkelileri bir kez süzer“Düş
arkama” der, bedeviye “gidip, paranı,
Ebu Cehil’den alalım!” Kureyş’in
uluları bu durum karşısında ellerini ovuşturarak “Bugün bize iyi
bir eğlence çıktı.” derler. Hz.
Muhammed önde, bedevi O’nun peşinde ve “eğlence meraklıları” da en geride, hep beraber Ebu Cehil’in evine varılır. Kapıyı Hz.
Muhammed çalar. Kapıyı açan Ebu Cehil şaşkındır. Efendimiz ona sadece:
“Öde bu adamın parasını!” der. Karşısındaki hiç yanıt vermeden içeri döner ve az sonra bedevi
alacağını tahsil etmiş olur. Bu kez şaşkınlık
sırası “Kureyş’in uluları”na gelir.
Bir araya geldiklerinde Ebu Cehil’e merakla sorarlar. “Neden” derler, “Muhammed’in sözünü ikiletmedin?” Ebu Cehil, zavallı bir biçimde cevaplar meraklıları: “O sırada
yanında azgın bir deve gördüm. Az daha beni yiyecekti!”
Efendimize eziyet etmeyi, çile çektirmeyi kendine görev
bilen tek Mekkeli elbette Ebu Cehil değildir. Her zalim ve güçten yana tavır
almaktan başka bir değer ölçüsüne sahip olmayan zayıf ve alçak kimlikteki
kişilikler o günlerde kendini apaçık belli
ederler. Başta Hz. Muhammed olmak üzere bütün Müslümanlar onlar için
hedeftirler. Cesaret edip, şimdilik, denemedikleri tek şey efendimizi öldürmeye
kalkışmaktır. Onları Ebu Talib’e
duydukları saygı/korku ve Kureyş içinde bir kan davası başlatma endişesi durdurmaktadır. Ama sadece o kadar! Lakin bunun dışında 10 sene boyunca öyle günler yaşanır ki efendimiz
bunları daha sonraları şöyle tarif eder:
“Andolsun hiç kimse aynı nedenle korkutulmazken ben Allah
yolunda olduğum için korkutuldum. Hiç kimse aynı nedenden ötürü eziyet
görmezken, ben Allah uğrunda eziyete uğradım. Üzerimden öyle bir otuz gün ve
gece geçti ki, benim de Bilal’in de canlı bir kimsenin yiyebileceği-Bilal’in
koltuk altında gizleyebildiği az bir şeyden başka-hiçbir şey yoktu.”
Bütün insanlık dışı baskı ve
eziyetler karşısında, dayanabildiği tek insani sığınak, eşi Hatice annemizdir. Hz. Hadice hem karı-koca,
hem peygamber-ümmet, hem öğretmen öğrenci ve hem de arkadaş ve birbirlerine
destek, yoldaştırlar. Hz. Hatice, O’nu güçlendirmiş, yükünü
hafifletmiş ve onun mutlak doğru söylediğine inanmıştı.
Süreç içerisinde her Müslüman
değişik ölçülerde Müslüman oluşunun bedelini öder. Mekke yıllarından baskı ve
eziyetten kendini koruyabilen hiç kimse olamaz. Köle ya da Kureyş’ten olmayan,
dolayısıyla kendisini savunabilecek bir soya sahip bulunmayan zavallılar için
yaşadıkları baskı ve eziyet tahammül boyutlarını çok aşar. Yaşanılanlar
kelimenin gerçek anlamıyla adeta bir işkence ve sadizm gösterisine dönüşür. 10
sene boyunca çok sayıda insan Müslüman olduğu için ya sakat bırakılır, kör
edilir veya öldürülür. Fakat sadist putperestler bütün zalimliklerine rağmen bir
şeyin farkında değildirler. Hak eziyet gördükçe kuvvetlenir. Demirin çeliğe
dönüşmesi gibidir. İslam’ın kaderi de işte tam bu noktada belirginleşecektir.
O günler çile günleridir. İşte o
çile dolu günleri anlatmak adına Yasir ailesinden bahsetmemek olmaz. Yasir
ailesi, köle değildir ama Kureyş’e de mensup değildir. Yani onları Mekke’de
koruyup, kollayacak hiçbir yakınları bulunmamaktadır. Zengin de değildirler. Mekke
yönetiminin hoşuna gitmeyeceğini bildikleri halde Müslüman olmuşlardır.
Müslümanlıkları da alenidir, bilinmektedir. İşte bütün bu durum Yasir ailesini
putperest sadistler için ideal bir hedef haline getirir. Yaşlı baba Yasir, anne
Sümeyye ile genç oğulları Ammar ve Abdullah’tan oluşan bu ailenin belalısı Ebu
Cehil’dir. Aile, öğlenin en sıcak zamanında güneşin kızdırdığı Mekke
kayalıklarına sırt üstü yatırılır ve akla gelen her tür işkence kendilerine
uygulanır. Bunlardan birinde efendimizin yanlarına geldiğini gören yaşlı Yasir,
acılar içerisindeyken dayanamayıp sorar. “Allah’ın Elçisi! Günler
hep böyle işkenceli mi olacak?” Efendimiz
elinden bir şey gelmemesinin çaresizliğiyle alabildiğine üzgündür.
“Sabredin Yasir ailesi!” diyebilir
sadece. Sonra da Allah’a yönelir: “Allah’ım Yasir ailesini bağışla, zaten
mutlaka bağışlamışsındır!” İşkence
sürecinin sonunda baba Yasir, Ebu Cehil tarafından oklanarak öldürülür. Sonra
da oğul Abdullah! Sıra anne Sümeyye’ye gelir. Yaşlı bir kadındır Sümeyye.
“Sen Muhammed’e âşık olduğun için Müslüman oldun!” der Ebu Cehil. Fiziki işkence ve hakaret, aşağılama bir arada uygulanmaktadır
putperestlerce. En sonunda da gözü tamamen dönen Ebu Cehil, bu yaşlı kadının
bir ayağından bir deveye, diğer ayağından da başka deveye bağlanmasını emreder.
Develer aksi yönlere doğru kırbaçlanır. Yaşlı kadının kemikleri çatırdamaya
başlar, vücudu parçalanmak üzeredir. Fakat sadist Ebu Cehil, daha fazla
beklemez karşısındaki görüntünün verdiği coşkuyla, elindeki mızrağı Sümeyye anaya
saplar ve sonra da yukarı doğru çekerek bütün gövdesini parçalar. O da şehit
olur. İslam’ın ilk kadın şehidi… Dünyadan ayrılırken son sözleri, “Allah, birdir,
Muhammed de O’nun kulu ve elçisidir.”
Son sırada ailenin son bireyi,
Ammar vardır. O da günün en sıcak saatlerinde Mekke’nin, “Ramda” ismi verilen kayalıklarına götürülür. Demir bir gömlek giydirilip,
vücud yağları eriyinceye kadar yakıcı güneş altında tutulur. En sonunda ne
söylediğini bilemeyecek hale gelir. Aynı şey günlerce tekrarlanır. Bazen de
sırtı ateşle yakılır. Ateşin sırtında bıraktığı izler ölünceye dek kapanmaz.
Ona uygulanan başka bir işkence metodu da, güneşin altında göğsüne ağır kaya
parçaları konmasıdır. Bazen de boğulacağı ana kadar suya batırılır. Bu
işkencenin yapıldığı sırada efendimiz onun yanına gelir. Delikanlı Ammar, takatince
hıçkırıklarla ağlamaktadır. Ammar’ın hali O’nun içini acıtır. Elini Ammar’ın
gözlerine sürer ve kulağına:
“Bir daha inançsızlar seni suya batırıp, onların putlarına
tekrar döndüğünü söylemeni isterlerse, sen de istediklerini söyle ellerinden
kurtul!” diye fısıldar. Birkaç gün sonra Ammar kendisine verilen izni
kullanır. Haber, Mekke’de hızla duyulur. Müslümanlar üzülmüştür. Hz. Muhammed’e
gelip “Allah’ın Elçisi!” derler,”Ammar,
dininden dönmüş!” “Hayır! Ammar,
tepesinden tırnağına kadar iman ile doludur! İman onun etine, kanına
işlemiştir!” Bir süre sonra da Ammar’ın
kendisi çıka gelir. Yine ağlamaktadır ama bu kez acıdan değil suçluluk duygusu
ve pişmanlıktan… Efendimiz onun gözyaşlarını siler.
“Allah’ın Elçisi!
Sana sövmedikçe ve onların putlarının senin dininden daha üstün olduğunu
söylemedikçe beni bırakmadılar!”
Efendimiz sorar. “Onların istediklerini söylerken kalbin
nasıldı?” “Allah’a,
sana ve dinime olan
bağlılığım, demirden bile daha sağlamdı.”
“Öyle ise senin için çekineceğin bir şey yok! Ammar! Aynı
duruma bir daha düşersen yine aynı şekilde kendini kurtarabilirsin!” Ammar’ın başına gelenler, ayet inmesine neden olur ve o günden kıyamete
kadar aynı koşullarla karşılaşan Müslümanlar için Allah tarafından bir çıkış
kapısı açılır.
“Kalbi imanla dolu olduğu halde dinden dönmeye zorlanan
hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr edip, gönlünü inançsızlığa açarsa,
onların üzerine Allah’tan bir gazap ve büyük bir ceza vardır.” (Nahl Suresi)
O gün efendimizin Yasir oğlu
Ammar’a son sözü “Allah, anneni katledenleri kahretsin!”
Şeklindedir. Duanın kabul vadesi ise Bedir gününedir!
Mekke
zalimlerinin işkencelerine maruz kalmış bir başka İslam’ın sembol isimlerinden
birisi de Rebah oğlu Bilaldir. Kendisi Mekke’nin
en kibirli aristokratlarından Halef oğlu Ümeyye’nin oniki kölesinden biridir.
Görevi ise , Ümeyye’nin özel puthanesinin bekçiliğidir.O günlerde
Müslümanlığını gizlemeyip açığa vurabilen yedi kişiden de biridir. Üstelik Kabe’deki
putlar hakkında da ileri geri konuştuğu duyulur ve bir gün de bekçisi olduğu
putların hepsini secde durumuna getirip, yüz üstü yere yatırır ve yaptığını
inkar etmez de. Başlarında Ebu Cehil olduğu halde Kureyş’in uzman işkence ekibi
tarafından, sahibi Ümeyye’den teslim alınır, Bilal.
“Zaten beş para etmez zenci bir
köle” der, Ümeyye, “alın sizin olsun. Ne
yaparsanız yapın!” Bilal Ebu Cehil’in insafına terk edilmiştir.
Yani Cehil’in hiç sahip olmadığı şeye!
Açık sözlülüğünün bedeli Bilal için çok ağır olur. Ona da Ammar gibi Ramda
kayalıklarında, kızgın güneşin altında ağır kaya parçaları yüklenir, o da bir
gün bir gece susuz bırakıldıktan sonra üzerine demir gömlek giydirilip, vücut
yağları eritilir. Boynuna bir ip takılıp, çocukların ellerine teslim edilir ve
Mekke sokaklarında alay, hakaret, tükürük ve taş yağmuru altında sahipsiz bir
sokak hayvanı gibi koşturulur, tekmelenir. Ancak bunların hiç biri Bilal’i yıldırmaz.
Kendisine teklif edilen, putlara iman ve Hz. Muhammed’i inkar sözlerine
direnir.
“Dilim onlara dönmüyor!” diye cevap
verir. Bilal’in dili gerçekten dönmez ama sadece “Ş”lere onları “S” olarak
telaffuz eder. Mekkeli sadistler hırslarından çıldıracak gibi olur, işkence son
haddine ulaştığında Bilal canının acısını “Ah! Of!” gibi ünlemlerle dışarıya vurmaz. Bu kadarcık
bile olsa, sadistleri sevindirmez. Ama o da bir insandır kendini tutamadığı
anlarda ciğerinin bütün gücüyle “Ehad!” (Allah
Bir!) diye bağırır. İçinin yangınını dışarıya ancak o şekilde vurur. Batha’nın, Ramda’nın kayalıkları zenci köle
Bilal’in “Ehad! Ehad!” haykırışlarıyla
çınılar. Haftalar, aylar boyu sürer işkenceler. Öyle günler yaşanır ki Müslüman
oldukları için sahiplerinden ya da Ebu Cehil’in uzman ekibinden işkence gören
kölelerin hepsi, Hz. Muhammed’in verdiği izne dayanarak, işkencecilerin
istediklerini söyler, sadece Bilal hariç! O kölelere Bilal de aralarında olduğu
halde toplu olarak işkence yapıldığı günlerde akşam olup da hava karardığı ve
işkenceciler yorulup işin devamı ertesi güne bırakıldığı zamanlarda her
zavallının, kendisi ziyaret edip, birkaç yudum su veren, sırtına ıslak bir bez
koyan, ailesinden birileri olur, sadece Bilal hariç, onun hiç teselli edeni
olmaz. Bilal, akşamları da yalnız geçirir. Nihayet zenci köle Bilal’in çilesi
mutlu biter. Mekke putperestlerinin elinde işkence görmekte olan altı köleyle
birlikte Rebah oğlu Bilal de Ebubekir
tarafından sahibi Halef oğlu Ümeyye’den satın alınıp azad edilir. İslam’ı
tercih edişi, aylarca işkence görmesi bir yana bırakılırsa, Bilal’e dünyada da
büyük bir ödül kazandırır. Özgürlüğüne kavuşturur. Ebubekir ile Ümeyye
arasındaki pazarlık ise ilginç bir seyir takip eder. Ümeyye Bilal için on altın
ister, Ebubekir’den ve o da kabul eder. İş bittikten sonra Ümeyye, pişkin
pişkin:
“Pazarlık etseydin bu siyah
köleyi bir altına da bırakacaktım”der. Kendince Ebubekir’i duyarlılığına pişman
etmeye çalışır. Fakat Ebubekir’in gülerek verdiği yanıt Ümeyye’nin içine oturur.
“Sen derdine yan! Eğer onun için yüz altın da
isteseydin gözden çıkarmıştım, verecektim.”
Bu
dönem içinde Ebubekir, servetinin büyük bölümünü işkence gören Müslüman
köleleri özgürlüklerine kavuşturmak için harcar. Kadın ve erkek toplam yedi
kişidir bunlar. Bu uğurda babası Ebu Kuhafe’yle bile karşı karşıya gelir. Ebu
Kuhafe hala bir putperesttir ve oğlunun yaptığı şeyin gerçek nedenini
anlayabilme bilincinden de uzaktır. Sadece Allah rızası ve Müslüman kardeşliği
için koca bir servetin harcanmasını aklı alamadığından oğluna çıkışır:
“Görüyorum ki” der, “bazı zayıf, işe yaramaz köleleri azad edip
duruyorsun. Bari ihtiyaç duyduğunda işine yarayacak, zor zamanında yanında yer
alıp sana güç katacak, kuvvetli adamları azad etsen!”
“Babacığım!” diye cevap
verir, Ebubekir, “Ben bununla kendimi
güçlendirmek değil Rabbimin rızasını kazanmak istiyorum!” Baba
Ebu Kuhafe gene anlamaz, sadece dudak büker.
Bilal’in
Ebubekir tarafından özgürlüğüne kavuşturulma haberinin Müslümanlar arasında
veriliş biçimi ise Efendimizin Devrimi’nin
daha ilk yıllardan itibaren kurulu toplumsal düzeni ve egemen eşitliksiz
yargıları dönüştürmede ne kadar etkin olduğunun bir delilidir. Müslümanlar
birbirlerine “Ebubekir Bilal ‘i özgürlüğüne
kavuşturmuş!” diyerek olayı haber verirler.
Mekke
zalimlerinin en amansız işkencelerine uğrayanlardan biri de azadlı köle Ered
oğlu Habbab olur. Bir demirci köledir, Habbab. Ona da artık standart yöntem
olan Ramda kayalıklarında demirden gömlek giydirilip, kızgın güneşe bırakma
cezası uygulanır. Farklı olarak da çıplak vücudu dikenler içinde sürüklenir.
Bir gün yere ateş korları döşenir ve Habbab boylu boyunca onların üzerine
yatırılır. Yıllar sonra bu olayı “Allah’a yemin olsun
ki” diyecektir, “o gün, o korlar ancak
sırtımdan akan etimin yağlarıyla söndü!”
Habbab
o işkence dolu günlerin hatırası olan yumruları ölünceye kadar sırtında taşır.
Eski sahibesi Ümmü Enmar, Habbab’a sahip çıkan kimse olmayacağını bilmenin
güveni ile ateşte kızdırılan demirlerle onun başını dağlar.
İşkencelerde
erkek, kadın ayrımı gözetmez zalimler. Özellikle köle kadınların payına, bu
zulüm sağanağından büyük bir pay düşer. İşte onlardan birinin ismi Zinnire’dir.
Bizans kökenli bir cariye olan Zinnire ilk iman edenlerdendir.Kolları iki yana
düşüp, öldü zannedilecek hale gelene kadar boğazını sıkarlar. Ebu cehil,
yaptığı işkencelerle bu mazlumun kör olmasına neden olur. Sonra da pişkin bir
tavırla,“Gördün mü?” der, “Lat ve Uzza senin gözlerini kör
etti!” Zinnire, öyle bir anda bile imanıyla konuşur. “Hayır!” diye yanıt verir.
“Senin putların hiçbir şey yapamaz. Hiçbir zarar
ya da yarar veremezler. Bu, göklerde verilmiş bir karardır. Dilerse benim
Rabbim bana gözlerimi geri verecek gücü olandır!” Nihayetinde Zinnire’
de Ebubekir tarafından satın alınıp, özgürlüğüne kavuşturulur.
Lübeyne
de bir cariyedir. O da henüz iman etmemiş olan Ömer’den çeker. Öldüresiye Lübeyne’yi
döver ve yorulunca da onunla alay eder. “Senden özür
dilerim.” der, “Sadece yorulduğum
için ara verdim. Biraz dinleneyim tekrar devam ederim.” Lübeyne’nin
de imdadına Ebubekir yetişir.
İşkence
yüzünden gözlerini kaybeden kadınlardan biri de Guzeyye’dir. Diğerlerinden
farklı olarak o, özgür bir kadındır. Devs kabilesine mensuptur. Erken bir
tarihte Müslüman olan Guzeyye, dinini gizler ve ticaret bahanesiyle Kureyş
kadınları arasına karışıp, İslam’ı anlatır. Fakat bir süre sonra eylemleri
belirlenir ve o da Ebu Cehil’e teslim edilir. Ağır işkencelere uğratıldıktan
sonra da Mekke’den sürülür. Kendi kabilesi olan Devs’e sığınır. Fakat bu,
Guzeyye için her şeyin daha da kötüleşmesi demek olur. Kureyş egemenlerine
yaranma isteğiyle Devsliler de bu hanımefendiye işkenceye başlarlar. Guzeyye
kendi kabilesi tarafından kör edilir. Yine de yılmaz, İslam’ı anlatmaya bütün
azmiyle devam eder. Sonunda kazanan
Guzeyye olur. Yıllar sonra onun çalışmaları sonunda nihayet bütün Devs kabilesi
İslam’ı kabul edecektir.
İşkenceye
uğrayanlardan biri de Bizans kökenli azadlıı kölelerden Sinan oğlu Süheyb
hafızasını yitirir, ne dediğini anlamaz bir hal alır.
Ebu
Fükeyhe, Ümeyye tarafından ayağından bir iple taşların üzerinde sürüklenerek
Ramda işkenceliğine götürülür. İşkence sırasında efendisi Ümeyye, yanlarından
geçmekte olan bir “Cual” (osurgaç)
böceğini göstererek: “Benim rabbim şu
‘Cual’ böceğidir de, seni bırakayım.” Ebu Fükeyhe,
Müslümanlık izzet ve onuruyla “Benim Rabbim Allah’tır.” der. “Beni de yaratan, seni de yaratan O’dur. Cual
böceğini de O yaratmıştır.” Ümeyye deliye döner. Ancak
öldüğünü zannederek Ebu Fükeyhe’yi bırakır. Onu da Ebubekir kurtarır.
Fakat
Hz. Ebubekir bile zulüm o boyuttadır ki kendisini baskı ve eziyetten tamamen
koruyacak halde değildir. “Kureyş Aslanı” denen
Mekke’nin belalılarından Huveylid oğlu Nevfel, Ubeydullah oğlu Talha ile
ikisini namaz kılmalarına engel olmak için iple birbirlerine bağlar. Nevfel’in korkusundan kimse onları çözmeye cesaret
edemez. Bu halleri onlara yaşam boyu devam edecek bir unvan kazandırır. “Ayrılmaz iki arkadaş” anlamında “Karineyn” denilir
kendilerine. Talha, kendi ailesinden bile zulüm görür. Öz kardeşi Osman
yetmezmiş gibi annesi Saba bile onu Kabe’nin yanında elleri boynuna bağlı, öz oğluna
küfürler ve lanetler okuyarak önüne katar, aşağılar.
Avvam
oğlu Zübeyr’e, amcası tarafından işkence yapılır. Amca Nevfel, son metot
olarak, yeğenini bir iple bağlayıp bir hasırın içine sarar ve ikisini birlikte bir
duvara asar. Sonra da altından hasırı ateşe verir, Zübeyr dumandan boğulacak
gibi olur. Gün bitimine kadar yanmış hasırın içinde duvarda asılı kalır. Bu
orijinal işkence bittiğinde, derisi dumandan simsiyah olmuş, gözleri de dumanın
etkisiyle nar gibi kızarmıştır.
Hz.
Osman da yine kendi amcası tarafından aynı cezaya uğratılır. Herkes bir şekilde
zalimlerin işkencelerine düçar olurlar. Fakat bütün bunlar putperestleri
istedikleri sonuca götüremez. Anlık sarsıntılar hariç Müslümanların
cesaretleri, gayretleri ve inançları asla zayıflamaz. Tam aksine güçlendikçe güçlenir.
Mekke putperestleri kendilerini bu şanlı direniş karşısında çaresiz hissetmeye
başlarlar. Bu gerçeğin bir kanıtı o günlerde Mesud oğlu Abdullah’ın Kabe’de Kuran
okuması olur. Ufak tefek biridir Abdullah. Üstelik kendisini koruyacak güçlü
akrabaları da yoktur. Kabe’de ilk defa açıkça Kuran okuyan Müslüman olma
onuruna sahip olmak ister. Arkadaşları kendisini vazgeçirmeye çalışırlar ama
boşuna. Bir sabah Kabe’nin karşısında ayakta durur ve “Rahman” suresini yüksek sesle
ağır ağır okumaya başlar. Putperestler önce şaşırır. Okunan şeyin ne olduğunu bir
anlam veremezler. Hem bu ölçüde bir meydan okuma da düşünebilecekleri şey
değildir. Sonra anlarlar ve var güçleriyle çullanırlar Mesud oğlu Abdullah’a! O
ise her yandan üzerine yağan tekme yumruk yağmurunun altında okuyabildiği kadar
okur. Müslüman arkadaşlarının yanına döndüğünde yüzü gözü kan içindedir.
Arkadaşları hayıflanarak “Keşke bizi
dinleseydin!” derler. Fakat Abdullah, halinden memnundur. “O putperestler benim gözüme hiç bugünkü
kadar zayıf ve zavallı görünmemişlerdi.” olur. “Yarın da gidip, aynı
şeyi tekrar edeceğim.” Fakat bu kez arkadaşları önüne geçer,
bırakmazlar.
Bu
kadar işkence ve zulümden sonra psikolojik baskı ve alay etme gibi eylemleri de
bir kenara koyalım. O tür söz ve davranışlar, Müslümanlar için günlük
yaşamlarının önemsiz bir parçası olmuştur.
Bu
noktada insan aklına zorunlu olarak bir soru gelir: Nasıl olur da Allah bütün
bunlara izin verir? Kendisine samimiyetle iman eden o bir avuç insanın, sadist
putperestlerin elinde her çeşit zulmü ve işkenceyi yaşamalarına, sakat
kalmalarına hatta ölmelerine göz yumar?
Bu ve
benzeri sorulara verilecek ilk cevap, bu dünyanın bir sınav meydanı olduğudur.
İkinci olarak ise, bilinmelidir ki Müslümanların dinlerini yaşamalarının ödülü
ahirette verilecektir, burada değil. Daha kısa bir ifade ile bu dünya sınav
yeridir; ahiret ise ödül. Konuya özel cevap ise yukarıda işaret ettiğimiz
gerçektir: Hak, yumruklandıkça kuvvetlenir, yeni bir toplumsal oluşumu hedef
alan saldırı ve baskılar onu ortadan kaldırmayı başaramazsa sonuçta onu daha
güçlü kılar. Mekke Müslümanları da bu on sene boyunca yaşadıkları baskı ve
saldırılar sayesinde polatlaşırlar, dinleri onlar için canları da dahil bütün
varlıklarından daha değerli hale gelir. Sonrasında da ona göre sahip çıkarlar.
Yaklaşık 1450 seneden beridir devam ede gelen İslam gerçeği de varlığını işte
bu birkaç yüz kişiye borçludur. Ama bu “çok özel” birkaç yüz kişiye!
İmanın, feragatin ve fedakarlığın timsali bir avuç insana!
Efendimizin tarihin bu dönemini
okuyuşu da, bu dönemde yaşanan işkenceleri yorumlayışı da çok farklıdır. Kendisi
de o işkencelerden hem fiziken, hem ruhen en çok etkilenenlerden biri olmasına
rağmen! Sırtında ateş söndürülenlerden biri, Ered oğlu Habbab zulmün en ağır
yaşandığı günler içinde Hz. Muhammed’e yalvararak bir temennide bulunur.
“Allah’ın elçisi!” der, “Ne olur,
Rabbimize dua etsen de bu sıkıntıyı bizden artık giderse ve Müslümanları hâkim
hale getirse!” Hz. Muhammed, oturduğu
yerden toparlanır. Yüzünün rengi değişir. Kızmıştır. Cevabı kaşları çatık
olduğu halde verir. “Sizden önceki iman eden topluluklar öyle işkencelere
uğratılmışlardı ki, testereyle vücutları ortadan ikiye ayrılırdı ya da demirden
taraklarla etleri ve sinirleri kemiklerinin üzerlerinden taranırdı fakat onlar
yine de dinlerinden dönmezlerdi.
Allah’tan korkun ve sabırlı olun. Allah bu işi mutlaka
sonucuna ulaştıracaktır. Öyle ki bir insan tek başına devesine binecek, Allah’tan ve koyunlarına kurdun saldırmasından başka hiç bir şeyden
korkmayacaktır. Fakat siz sabırsızlanıyorsunuz.”
Efendimizin cevabında ilginç
olan, işaret ettiği hedeftir. Vurguladığı şey sadece Müslümanlara ait bir
başarı, egemenlik ya da siyasi bir zafer değil elde edilecek olan toplumsal huzurdur.
O, bu cevabıyla işkenceleri çeken insanlara, katlandıkları zulmün hem nedenini
hem de sonucunu açıklamış olur. Dikkat edilmesi gereken hedefin ne olduğunu
öğretir. Hem onlara, hem de kıyamet kopuncaya kadar yaşayacak bütün
Müslümanlara…
ÇİLE VE BOYKOT
Hamza, Peygamberimizin amcalarındandır. Efendimiz ile aynı zamanda süt kardeştir. Mekke Devri'nin 6'ıncı (616 M.) yılında Müslüman olmuştur.
Peygamberimiz bir gün Safa tepesinde otururken yanından Ebu Cehil geçti. Efendimize çirkin sözlerle hakarette bulundu. Peygamberimiz ise hiç bir karşılık vermedi.
Hamza o gün ava gitmişti. Dönüşünde, bir cariye, olayı Hamza'ya anlattı. Hamza henüz Müslüman olmamıştı. Yeğenine hakaret edilmesine dayanamadı, silahını çıkarmadan, derhal Kureyşin toplantı yerine gitti. "Kardeşimin oğluna hakaret eden sen misin?" diyerek yayı ile Ebu Cehil'in kafasına vurup yaraladı. Ebu Cehil, Hamza’da Müslüman oluverir korkusu ile ses çıkarmadı. Ebu Cehil'den, Peygamberimize yaptığı hakaretin öcünü alan Hamza, Efendimize giderek O'nu teselli etmek istedi. Efendimizin ancak onun iman etmesi ile memnun olacağını söylemesi üzerine, şehadet getirip Müslüman oldu.
Hz. Hamza son derece cesur, kuvvetli, yiğit gözünü budaktan sakınmaz bir kişiydi. Kendisinden üç gün sonra da Ömer Müslüman oldu. Bu ikisinin Müslüman olmalarıyla, Müslümanlar moral olarak büyük destek buldular.
Hamza'nın İslam'ı kabulü, Müslümanları sevindirmiş fakat müşrikleri telaşlandırmıştı. Kureyş ileri gelenleri hemen Darün-Nedve de toplandılar. "Bunlar gittikce çoğalıp kuvvetleniyorlar, çabuk çaresine bakmazsak, ileride önünü alamayacağımız tehlikeler doğacak. Buna kesin çare bulmalıyız" dediler. Çeşitli teklifler ortaya atıldı. Ebu Cehil "Muhammed 'i öldürmekten başka çıkar yol yok. Bu işi yapana şu kadar deve ve altın verelim," deyince Ömer ayağa kalkarak "Bu işi ancak Hattab oğlu yapar"? dedi. Ömer alkışlar arasında peygamberimizi öldürme niyetiyle yola çıktı. Silahlarını kuşanıp giderken yolda Abdullah oğlu Nuaym'e rastladı. Onun bu aceleci davranışı karşısında "Nereye böyle ya Ömer"? diye sordu.
"Araplar arasına ayrılık sokan Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmağa"diye cevap verdi, Ömer.
"Ya Ömer, sen çok zor bir işe kalkışmışsın. Müslümanlar Muhammed 'in etrafında pervane gibi dönüyor, seni O'na yaklaştırmazlar. Yapabildiğini kabul etsek, Haşimoğulları seni yaşatmaz." dedi. Ömer bu sözlere hiddetlendi.
"Yoksa sen de mi onlardansın"? diye çıkıştı. Nuaym’da "Sen benden önce kendi yakınlarına bak. Enişten Said ile kız kardeşin Fatıma Müslüman oldular," dedi.
Ömer bu cevabın gerçek olduğuna hiç ihtimal vermedi. Fakat içine düşen şüpheyi gidermek için, yolunu değiştirip doğru eniştesi Said bin Zeyd'in evine vardı. Bu esnada içeride Kuran-ı Kerim okunuyordu. Ömer, kapı önünde okunanları işitti. Kapıyı kırarcasına öfkeyle vurdu.
İçerdekiler Ömer'i görünce telaşlandılar. Ömer'in İslam'a olan düşmanlığını biliyorlardı. Hemen Kuran sahifesini sakladılar ve kapıyı açtılar. Ömer:
"Nedir o okuduğunuz şey"? diye bağırdı. Eniştesi "Bir şey yok", diye cevap verdi. "İşittiklerim doğruymuş" diyerek, hiddetle eniştesinin üzerine atıldı. Araya giren kız kardeşinin, bir tokatla yüzünü kan içinde bıraktı. Canı yanan kızkardeşi Fatıma "Ya Ömer, Allah'tan kork. Ben ve eşim Müslüman olduk, bundan gurur duyuyoruz ve senden de korkmuyoruz. Öldürsen de dinimizden dönmeyiz" dedi ve arkasından şehadet getirdi. Yüzü kan içindeki kız kardeşinin bu hali ve sözleri Ömer'i sarstı, kalbinde bir yumuşama başladı, adeta yaptıklarına pişmandı. Olduğu yere oturdu. Kısık bir sesle "Hele şu okuduğunuz şeyi getirin, göreyim", dedi. Kız kardeşi Kuran sahifesini ona verdi. Ömer büyük bir ilgi ile sahifeyi okumaya başladı.
"Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ı tesbîh ederler.
Yegane galip ve hikmet sahibi olan O'dur. Göklerin ve yerin hükümranlığı
O'nundur, hem diriltir, hem öldürür. O her şeye hakkıyla kadirdir. O her şeyden
öncedir. Kendisinden sonra hiç bir şeyin kalmayacağı Son'dur, varlığı
aşikardır, gerçek mahiyeti insan için gizlidir, O her şeyi bilir" (El- Hadid Suresi)
Ömer bu ayetleri okuduktan sonra derin bir düşünceye daldı. Allah Kelamı'nın yüksek anlamı onun kalbine işlemişti. "Göklerde ve yerde olan şeyler hepsi Allah'ın, bizim putlarımızın bir şeyi yok" diye düşündü. "Beni Allah’ın elçisinin yanına götürün" dedi O esnada efendimiz Safa semtindeki Erkam'ın evindeydi.
Ömer'in silahlı olarak yanlarına geldiğini gören Müslümanlar telaşlandılar. Yalnızca Hamza:
“İyilik için gelirse ne ala, aksi halde geleceği varsa, göreceği de var, telaşa gerek yok”dedi. Ömer’in sağından ve solundan iki kişi tutarak efendimizin huzuruna götürdüler. Ömer Allah’ın elçisinin önünde diz çökerek şehadet getirdi. Orada bulunanlar sevinçlerinden hep birden tekbir getirdiler. Safa tepesinde yükselen "Allahü Ekber" sedası ile Mekke ufuklarını çınlattılar.
Ömer, "Kaç kişiyiz"? diye sordu. "Seninle 40 olduk," dediler. Ömer "O halde ne duruyoruz? Hemen çıkalım, Harem-i Şerif'e gidelim,” dedi. Bütün Müslümanlar toplu halde umut ve mutluluk içinde Kabe'ye gittiler.
Kureyş ise Darun Nedve'de Muhammed’in ölüm haberini merak içinde beklemekteydi. Müslümanların toplu halde Harem-i Şerif'e ilerlediğini görünce, keyifle "İşte Ömer, hepsini önüne katmış getiriyor" dediler.
Ömer Kureyşlilere yaklaşınca"Beni bilen bilsin, bilmeyen öğrensin, Ben Hattab oğlu Ömer'im. İşte Müslüman oldum" dedi ve şehadet getirdi. Kureyşliler şaşkına döndüler. Her biri bir tarafa savuştu. O gün Müslümanlar ilk defa Harem-i Şerif’te saf olup topluca namaz kıldılar.
Hamza ve Ömer'in Müslüman olmalarıyla, İslâm'ın yayılması hız kazandı. Daha önce 6 yılda sayıları ancak 40 kişiye ulaşabilmişken bir yıl sonra Müslümanların sayısı 300'ü geçmiş, bunlardan 90 kişi Habeşistan'a hicret etmişti.
Ömer bu ayetleri okuduktan sonra derin bir düşünceye daldı. Allah Kelamı'nın yüksek anlamı onun kalbine işlemişti. "Göklerde ve yerde olan şeyler hepsi Allah'ın, bizim putlarımızın bir şeyi yok" diye düşündü. "Beni Allah’ın elçisinin yanına götürün" dedi O esnada efendimiz Safa semtindeki Erkam'ın evindeydi.
Ömer'in silahlı olarak yanlarına geldiğini gören Müslümanlar telaşlandılar. Yalnızca Hamza:
“İyilik için gelirse ne ala, aksi halde geleceği varsa, göreceği de var, telaşa gerek yok”dedi. Ömer’in sağından ve solundan iki kişi tutarak efendimizin huzuruna götürdüler. Ömer Allah’ın elçisinin önünde diz çökerek şehadet getirdi. Orada bulunanlar sevinçlerinden hep birden tekbir getirdiler. Safa tepesinde yükselen "Allahü Ekber" sedası ile Mekke ufuklarını çınlattılar.
Ömer, "Kaç kişiyiz"? diye sordu. "Seninle 40 olduk," dediler. Ömer "O halde ne duruyoruz? Hemen çıkalım, Harem-i Şerif'e gidelim,” dedi. Bütün Müslümanlar toplu halde umut ve mutluluk içinde Kabe'ye gittiler.
Kureyş ise Darun Nedve'de Muhammed’in ölüm haberini merak içinde beklemekteydi. Müslümanların toplu halde Harem-i Şerif'e ilerlediğini görünce, keyifle "İşte Ömer, hepsini önüne katmış getiriyor" dediler.
Ömer Kureyşlilere yaklaşınca"Beni bilen bilsin, bilmeyen öğrensin, Ben Hattab oğlu Ömer'im. İşte Müslüman oldum" dedi ve şehadet getirdi. Kureyşliler şaşkına döndüler. Her biri bir tarafa savuştu. O gün Müslümanlar ilk defa Harem-i Şerif’te saf olup topluca namaz kıldılar.
Hamza ve Ömer'in Müslüman olmalarıyla, İslâm'ın yayılması hız kazandı. Daha önce 6 yılda sayıları ancak 40 kişiye ulaşabilmişken bir yıl sonra Müslümanların sayısı 300'ü geçmiş, bunlardan 90 kişi Habeşistan'a hicret etmişti.
Müşriklerin her gün biraz daha şiddetini arttıran eziyet, hakaret ve
işkenceleri neticesinde Mekke, Müslümanlar için yaşanmaz bir şehir haline
gelmişti! Günden güne artan bu eza ve cefalar, dini ibadetlerini de gönül
rahatlığı içinde yapma imkanını ellerinden almıştı.
Müşriklerin, bu gaddarca ve merhametsizce davranışlarından kolay kolay
vazgeçmeye de niyetleri yoktu.
Bunun için Efendimiz, bir gün Müslümanlara, "Siz bari yeryüzüne dağılın. Allah sizi yine bir araya getirir."dedi.
Sahabiler, "Ya Resulallah, nereye gidelim?" diye
sorunca da eliyle Habeşistan`ın bulunduğu tarafı işaret ederek,"Siz Habeş ülkesine gitseniz iyi olur.
Habeş Hükümdarının yanında hiç kimse zulme uğramaz. Orası doğruluk yurdudur.
Umulur ki, Allah, sizi orada ferahlığa kavuşturur." buyurdu.
Efendimizin bu müsaade ve tavsiyeleri üzerine ilk olarak 10`u erkek 5`i
kadın on beş kişilik bir Müslüman kafilesi, dinlerini ve inançlarını korumak
mukaddes gayesiyle yerlerini, yurtlarını, bağ ve bahçelerini, anne ve
babalarını, akraba ve komşularını terk ederek, yabancı bir diyara doğru gizlice
yola koyuldular. Kızıldeniz yoluyla Habeşistan`a varan ve Habeş Necaşisi
(hükümdarı) tarafından gayet olumlu karşılandılar.
Efendimizin Habeşistan`ı tercih edişi birkaç sebebe dayanıyordu: Her
şeyden evvel, orası Mekkeliler tarafından gayet iyi bilinen bir yerdi. Zira, bu
ülke ile eskiden beri ticari ilişkileri vardı.
Habeş Necaşi`sinin adil hükümdar oluşu, bu ülkenin tercih edilmesine
ikinci bir sebepti. Adaletiyle şöhret bulmuş Necaşi, elbette bu mazlum
topluluğa haksızlık etmeyecekti.
Bir diğer sebep olarak da, Habeşistan halkının Ehl-i kitap oluşları,
Hristiyan dinine mensup bulunmalarıydı. Ehl-i Kitap oluşları sebebiyle şüphesiz
Müslümanlara karşı tavır ve davranışları, müşriklerin Ehl-i İslama karşı
hareket ve davranışlarından farklı olacaktı!
Nitekim, Mekke`yi sessiz sedasız terk eden adı geçen sahabiler, Habeş
Necaşi`si ve halkı tarafından gerçekten çok güzel karşılandılar. Buraya
yerleştikten sonra da, ibadetlerini ifa, dini inançlarını yaşama hususunda
herhangi bir engel ve zorlukla karşılaşmadılar.
Bütün bunlarla birlikte, bu hicret hadisesi çok daha mühim bazı olumlu
neticelerin doğmasına sebep oldu. Bu sayede İslamiyet etraftan
da duyuldu. Hicret olayının arkasında bu yüksek gayenin bulunuşundan dolayıdır
ki, müşrikler göç eden bu bir avuç Müslümanın Habeşistan`a sığınmalarından
endişe duydular ve telaşa kapıldılar. Bu uzak diyarda dahi onları rahat
bırakmak istemediler.
Mekke müşrikleri, İslam nurunun sönmesi için, ellerinden gelen
her şeyi yaptılar. Alay, hakaret ve işkencenin her çeşidini denediler. Bütün bu
insafsız uygulamalar İslam'ın yayılmasına, Müslümanların sayılarının günden
güne artmasına engel olamıyordu.
Peygamberliğin gelmesinin üzerinden altı yıl geçmiş,
yedinci yıla girilmişti. Müslümanların bir kısmı, Habeş ülkesine hicret ederek
emniyete kavuşmuş, İslam, diğer Arap kabileleri arasında da duyulmaya
başlamıştı. Çok geç olmadan bu gidişe bir son vermek gerektiğini düşünen
Kureyşli müşrikler, Hz.Peygamberi yine öldürmek için aralarında anlaşmaya vardılar.
Müşriklerin aralarında yaptıkları anlaşmanın haberi, amca
Ebu Talib’in kulağına kadar gelmekte gecikmedi. Yeğeni hakkında endişeye
kapılan Ebu Talib, Haşimoğullarını toplantıya çağırdı. Müslüman olsun, olmasın
hepsi kimisi din, kimisi akrabalık gayretiyle efendimizi koruma hususunda anlaştılar.
Haşimoğullarının yaptıkları toplantıyı haber alan müşrikler
de ayrı bir yerde yeni bir toplantı daha yaptılar. Toplantıda, Muhammed (sav)
öldürülmek üzere kendilerine verilinceye kadar devam etmek üzere şu konularda
anlaşmaya vardılar:
- Haşimoğullarına kız verilmeyecek, onlardan kız alınmayacak,
- Yapılan her türlü ticari faaliyet durdurulacak,
- Onlarla oturulmayacak, görüşülmeyecek, konuşulmayacak,
- Barış istekleri asla kabul edilmeyecek ve acınmayacak
Üzerinde anlaştıkları maddeleri bir kağıda yazıp mühürlediler ve verdikleri sözden dönmemek için de Kabe’nin içine astılar.
Ebu Talib, “anlaşmadan vazgeçmeleri, dostluk bağlarını koparmamaları, bunun kabileler arasında kanlı savaşlara sebep olabileceği” yönünde uyarılarda bulunduysa da bir sonuç alamadı. Haşimoğulları için yıllar sürecek, zorluklarla dolu bir dönem başlıyordu.
- Haşimoğullarına kız verilmeyecek, onlardan kız alınmayacak,
- Yapılan her türlü ticari faaliyet durdurulacak,
- Onlarla oturulmayacak, görüşülmeyecek, konuşulmayacak,
- Barış istekleri asla kabul edilmeyecek ve acınmayacak
Üzerinde anlaştıkları maddeleri bir kağıda yazıp mühürlediler ve verdikleri sözden dönmemek için de Kabe’nin içine astılar.
Ebu Talib, “anlaşmadan vazgeçmeleri, dostluk bağlarını koparmamaları, bunun kabileler arasında kanlı savaşlara sebep olabileceği” yönünde uyarılarda bulunduysa da bir sonuç alamadı. Haşimoğulları için yıllar sürecek, zorluklarla dolu bir dönem başlıyordu.
Bu karardan sonra, şurada-burada dağınık halde olan bütün
Müslümanlar Ebu Talib mahallesi'nde Haşimi'lerle birleştiler. Ebu Leheb, Haşimi'lerden
olduğu halde, müşriklerle beraber oldu ve mahalleden çıktı. Ebu Talib, Müslüman
olmadığı halde, Müslümanların başına geçti. Hz. Peygamber de üç yıldan beri
ikamet etmekte olduğu Erkam'ın evinden, Ebu Talib mahallesine taşındı.
Müslümanlar burada üç yıl (616-619 M.) abluka altında kaldılar.
Müslümanlar abluka altında kaldıkları bu üç yıl içinde çok
sıkıntı çektiler. Yeteri kadar erzak temin edemedikleri için, açlıktan ağaç
yapraklarını yediler. Bazı küçük çocuklar, gıdasızlıktan öldü. Ebu Cehil
gece-gündüz Ebu Talib mahallesi'ne girip çıkanları kontrol ediyor, mahalleye
gizlice yiyecek maddesi sokulmasına imkan vermiyordu. Hamza ve Ömer gibi cesur
olanların dışında kimse çarşıya çıkıp alış-veriş yapamıyordu. Sad Bin Ebi
Vakkas, bir defa bulduğu bir deri parçasını ıslatmış, ateşte kavurarak yemişti.
Kadınların ve çocukların açlıktan feryatları mahalle dışından duyuluyordu.
Müslümanlar yıllık yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını ancak "Eşhür-i
hurum" denilen kan dökülmesi yasak dört ayda (Zilkade, Zilhicce, Muharrem
ve Recep) temin etmeğe çalışıyorlardı. Peygamber Efendimiz de davet ve tebliğ
vazifesini, özellikle Mekke'ye dışarıdan gelenlere ancak bu aylarda
yapabiliyordu. Müslümanlar üç yıl süren bu boykot esnasında dayanılmaz
sıkıntılara katlandılar. Fakat Kureyş bundan da hiç bir netice alamadı.
Müslümanların bu acıklı durumu müşriklerden bazı insaflı
kimseleri de rahatsız etmeğe başladı. İçlerinden Züheyr ismindeki kişi, "Ey
Kureyş topluluğu, şu yaptığımız şey, insanlığa yakışmaz. Biz her imkandan
yararlanırken, bizim kabilemizin bir kolu olan Haşimoğullarının aç bırıkılması
insafla bağdaşmaz. Bu kararın bozulması gerekir. Yemin ederim ki bu zalim sözleşme
yırtılmadıkça buradan ayrılmıyacağım." diye söze başladı. Ebu Cehil,
Züheyr'i susturmak istediyse de, diğerleri de onu destekledikleri için muvaffak
olamadı.
Haşim Oğullarına uygulanan boykot üçüncü yılını doldurmak üzereydi. Hz.Peygamber (sav) amcası Ebu Talib’in yanına geldi:
“Ey amca! Rabbim olan Allah Kureyşlilerin Kabe’ye astıkları sayfaya ağaç kurdunu (güvesini) musallat etti. Allah’ın isminden başka, yazılan anlaşma maddelerinden hiç birini bırakmadı, hepsini kemirdi.”
“Bunu sana Rabbin mi haber verdi?”
“Evet!”
“Ey kardeşimin oğlu! Bu haber verdiğin şey gerçek midir?”
“Evet! Vallahi gerçektir!”
Ebu Talib, haberi kardeşlerine anlattı. Kardeşleri:
“Bu hususta kanaatin nedir?”
“Vallahi, O bana hiçbir zaman yalan söylememiştir. En güzel şekilde giyinerek Kureyşlilerin yanlarına gidelim ve bu haberi onlara bildirelim. Hep birlikte hazırlanarak Kabe’ye gittiler. Kureyşlilerin ileri gelenleri Kabe’nin yanında oturuyorlardı. Ebu Talib ile yanındakileri görünce, efendimizi kendilerine teslim etmeyi kabul etmek zorunda kaldıklarını düşünerek heyeti hemen meclislerine aldılar. Ebu Talib “Ey Kureyş topluluğu! Hiçbir zaman yalan söylememiş olan kardeşimin oğlu bana, anlaşmayı yazmış olduğunuz sayfanıza, Allah’ın ağaç kurdunu musallat kıldığını ve anlaşma maddelerinin tamamının kemirildiğini haber verdi. Haydi anlaşmayı yazmış olduğunuz sayfanızı getirin! Eğer söylediği doğru çıkarsa, vallahi en sonuncumuz ölünceye kadar Onu size teslim etmeyiz! Ama siz de bu yaptıklarınızdan vazgeçin! Eğer dediği doğru çıkmazsa, kardeşimin oğlunu size teslim ederim. Siz de Ona istediğiniz gibi davranırsınız!”
Haşim Oğullarına uygulanan boykot üçüncü yılını doldurmak üzereydi. Hz.Peygamber (sav) amcası Ebu Talib’in yanına geldi:
“Ey amca! Rabbim olan Allah Kureyşlilerin Kabe’ye astıkları sayfaya ağaç kurdunu (güvesini) musallat etti. Allah’ın isminden başka, yazılan anlaşma maddelerinden hiç birini bırakmadı, hepsini kemirdi.”
“Bunu sana Rabbin mi haber verdi?”
“Evet!”
“Ey kardeşimin oğlu! Bu haber verdiğin şey gerçek midir?”
“Evet! Vallahi gerçektir!”
Ebu Talib, haberi kardeşlerine anlattı. Kardeşleri:
“Bu hususta kanaatin nedir?”
“Vallahi, O bana hiçbir zaman yalan söylememiştir. En güzel şekilde giyinerek Kureyşlilerin yanlarına gidelim ve bu haberi onlara bildirelim. Hep birlikte hazırlanarak Kabe’ye gittiler. Kureyşlilerin ileri gelenleri Kabe’nin yanında oturuyorlardı. Ebu Talib ile yanındakileri görünce, efendimizi kendilerine teslim etmeyi kabul etmek zorunda kaldıklarını düşünerek heyeti hemen meclislerine aldılar. Ebu Talib “Ey Kureyş topluluğu! Hiçbir zaman yalan söylememiş olan kardeşimin oğlu bana, anlaşmayı yazmış olduğunuz sayfanıza, Allah’ın ağaç kurdunu musallat kıldığını ve anlaşma maddelerinin tamamının kemirildiğini haber verdi. Haydi anlaşmayı yazmış olduğunuz sayfanızı getirin! Eğer söylediği doğru çıkarsa, vallahi en sonuncumuz ölünceye kadar Onu size teslim etmeyiz! Ama siz de bu yaptıklarınızdan vazgeçin! Eğer dediği doğru çıkmazsa, kardeşimin oğlunu size teslim ederim. Siz de Ona istediğiniz gibi davranırsınız!”
Müşrikler teklifi kabul ettiler. Anlaşma sayfası
getirildi. Aynen efendimizin söylediği gibi her şey kurtlar tarafından
kemirilmiş, yalnız Allah’ın isminin bulunduğu bölüm sağlam kalmıştı. Müşrikler
yine de verdikleri sözü yerine getirmekten kaçındılar ve “bu bir sihirdir!”
dediler. Ama içlerinde Haşimoğullarına karşı haksızlık ettiklerini düşünenlerin
sayısı gün geçtikçe artıyordu.
Peygamberliğin 10. yılına girilmişti. Uygulanan
boykot, artık çoğu kimseye insafsızca gelmeye başlamıştı. Kureyşlilerden,
Haşimoğullarına yakınlığı olan birkaç kişi, aralarında anlaşıp bir toplantı
sırasında anlaşmayı eleştirdiler ve bundan sonra uymayacaklarını bildirdiler.
Zaten zayıflamış bulunan boykot cephesi, bu girişimden sonra daha fazla devam
edemedi. Haşimoğulları da tekrar halkın arasına karıştılar.
Müslümanlar ablukadan kurtuldukları için sevindiler. Çektikleri
sıkıntıları unutmağa, yaralarını sarmaya çalıştılar. Fakat sevinçleri uzun
sürmedi. Boykotun kalkmasından 8 ay kadar sonra, iki büyük acı ile
karşılaştılar. Mekke Devri'nin 10'uncu yılı Şevval ayında önce Ebu Talib, üç
gün sonra da Hatice annemiz vefat etti.
Ebu Talib, Müslüman olmamıştı.Ancak efendimize son derece bağlıydı. O'nu çok seviyor, bu yüzden her fedakarlığa katlanarak, müşriklerden gelecek kötülüklere karşı O'nu koruyordu. Ölürken bile, Haşimoğullarına, "O'na bağlı kalmalarını, uğrunda her fedakarlığı yapmalarını, sözünden çıkmamalarını" vasiyet etmişti.
Hz. Hatice O'nun gam ortağı, şefkatli bir hayat arkadaşıydı. En sıkıntılı anlarında O'nu teselli ediyor, bütün varlığı ile O'na destek oluyordu.
En büyük destekleri olan, sevdiği iki insanı peşpeşe kaybettiği için efendimiz çok üzüldü. Bu sebeple bu yıla "Senetü'l-huzn" (Hüzün yılı ) denildi.
Müşrikler, Ebu Talib'in sağlığında, efendimizin şahsına pek ilişemiyorlardı. O'nun ölümünden sonra, efendimizin şahsına da her türlü kötülüğü yapmağa başladılar. Bir defa, Kabe'de namaz kılarken, Ebu Cehil'in teşviki ile Ebu Muayt oğlu Ukbe, yeni kesilmiş bir devenin barsaklarını getirip, secdede iken üzerine koymuş, efendimiz başını secdeden kaldıramamıştı. Kızı Fatıma yetişerek, üzerini temizlemiş, efendimiz namazını bitirdikten sonra etrafında gülüşen müşrikleri işaret ederek üç defa"Allah'ım Kureyşten şu zümreyi sana havale ediyorum" dedikten sonra isimlerini birer birer saymıştı. Efendimizin isimlerini saydığı bu azılı müşriklerin hepsi de Bedir Savaşı'nda katledilip, leşleri Bedir'deki "Kalib" denilen kuyuya atılmıştır.
Kureyş'in zulümleri artık katlanılamaz bir duruma gelmişti. Bu yüzden efendimiz yanına evlatlığı Harise oğlu Zeyd'i de alarak Taif'e gitti. Taiflileri putlarından kurtulup bir olan Allah’a teslim davet edecekti.
Ebu Talib, Müslüman olmamıştı.Ancak efendimize son derece bağlıydı. O'nu çok seviyor, bu yüzden her fedakarlığa katlanarak, müşriklerden gelecek kötülüklere karşı O'nu koruyordu. Ölürken bile, Haşimoğullarına, "O'na bağlı kalmalarını, uğrunda her fedakarlığı yapmalarını, sözünden çıkmamalarını" vasiyet etmişti.
Hz. Hatice O'nun gam ortağı, şefkatli bir hayat arkadaşıydı. En sıkıntılı anlarında O'nu teselli ediyor, bütün varlığı ile O'na destek oluyordu.
En büyük destekleri olan, sevdiği iki insanı peşpeşe kaybettiği için efendimiz çok üzüldü. Bu sebeple bu yıla "Senetü'l-huzn" (Hüzün yılı ) denildi.
Müşrikler, Ebu Talib'in sağlığında, efendimizin şahsına pek ilişemiyorlardı. O'nun ölümünden sonra, efendimizin şahsına da her türlü kötülüğü yapmağa başladılar. Bir defa, Kabe'de namaz kılarken, Ebu Cehil'in teşviki ile Ebu Muayt oğlu Ukbe, yeni kesilmiş bir devenin barsaklarını getirip, secdede iken üzerine koymuş, efendimiz başını secdeden kaldıramamıştı. Kızı Fatıma yetişerek, üzerini temizlemiş, efendimiz namazını bitirdikten sonra etrafında gülüşen müşrikleri işaret ederek üç defa"Allah'ım Kureyşten şu zümreyi sana havale ediyorum" dedikten sonra isimlerini birer birer saymıştı. Efendimizin isimlerini saydığı bu azılı müşriklerin hepsi de Bedir Savaşı'nda katledilip, leşleri Bedir'deki "Kalib" denilen kuyuya atılmıştır.
Kureyş'in zulümleri artık katlanılamaz bir duruma gelmişti. Bu yüzden efendimiz yanına evlatlığı Harise oğlu Zeyd'i de alarak Taif'e gitti. Taiflileri putlarından kurtulup bir olan Allah’a teslim davet edecekti.
Tâif'te Sakiyf adında bir Kabile vardı ve onlar da putperestti. Efendimiz
10 gün kadar, onlara İslam'ı anlatmağa
çalıştı, ileri gelenleri ile görüştü. Hiç biri Müslüman olmadığı gibi,
"Senden başka Peygamberlik gelecek kimse kalmadı mı?" diye de alay
ettiler. "Memleketimizden çık da nereye gidersen git!" diye Allah elçisini
kovup hakaret ettiler. Taif'ten ayrılırken de çoluk çocuğu ve ayak takımı olan düşük
tabiatlı kişileri yolun iki tarafına sıralayıp taşlattılar. Efendimizin
ayakları, atılan taşlarla yara-bere içinde kaldı, ayakkabıları kanla doldu.
Ayaklarındaki yaraların verdiği acıdan adeta yürüyemez hale gelip oturmak
istedikçe, zorla kaldırıp yaralı ayaklarını taşlamağa devam ediyorlar, bu
yürekler parçalayan acıklı haline gülüp eğleniyorlardı. Vücudunu atılan taşlara
siper eden evlatlığı Zeyd’de, bir kaç yerinden fena halde yaralandı. Efendimiz
hayatı boyunca karşılaştığı bedeni sıkıntılardan en büyüğünü o gün yaşamıştı. Bir
şekilde nihayetinde Rabia'nın oğulları Utbe ve Şeybe'nin yol üstündeki bağına
sığınarak ayak takımının takiplerinden kurtulabildi. Burada bir çardağın gölgesinde,
ellerini kaldırıp şu hazin duayı yaptı:
"İlâhi, kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresizliğimi, halkın gözünde hor ve hakir görüldüğümü ancak sana arzederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi, herkesin zayıf görüp de dalına bindiği biçarelerin Rabbi sensin! İlahi, huysuz ve yüzsüz bir düşmanın eline beni düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline verdiğim akrabamdan bir dosta bile bırakmayacak kadar bana merhametlisin.
Ya Rabb! Eğer bana karşı gazablı değilsen, çektiğim bela ve sıkıntılara hiç aldırmam, fakat senin esirgeyiciliğin bunları da göstermeyecek kadar geniştir.
Ya Rabb! Gazabına uğramaktan, rızandan mahrum kalmaktan, senin karanlıkları aydınlatan, din ve dünya işlerini dengeleyen yüzünün nuruna sığınırım. Razı oluncaya kadar işte affını diliyorum. Bütün kuvvet ve kudret ancak seninledir!"
Görüldüğü üzere yapılan bunca eziyet ve cefaya rağmen insanlara beddua etmemiş, hatta yolda Mekke'ye iki konak mesafede Karn denilen yerde kendisine Cebrail gelerek,
"Ey Allah'ın Resulü, Allah kavminin sana söylediklerini işitti, yaptıklarını gördü, sana şu Dağlar Meleği'ni gönderdi. Kavmin hakkında ne dilersen, bu meleğe emredebilirsin" dedi. Dağlar emrine verilmiş olan melek de kendisini selamladıktan sonra,
"Ya Muhammed, emrine hazırım. (Ebu Kubeys ile Kayakan denilen) Şu iki yalçın dağı üzerlerine devrilip, birbirine kavuşarak müşrikleri tamamen ezmelerini istersen emret" dedi.
"Onlar bilmiyorlar! Hayır, onların ezilip yok olmalarını değil, Rabbimin bu müşriklerin soyundan, O'na hiç bir şeyi ortak kılmayan ve yalnız Allah'a ibadet eden bir nesil meydana getirmesini istiyorum" demiştir.
Rabia'nın oğulları, Efendimizin perişan halini gördüler. Hristiyan köle Addas ile O'na bir salkım üzüm gönderdiler. Efendimiz "Bismillah!" diyerek üzümü yemeğe başlayınca, Addas hayretle "Bu bölge halkı böyle söz söylemezler, onlar Allah adını anmazlar", dedi.Efendimiz ona nereli olduğunu sordu. "Ninovalıyım, Hristiyanım", diye cevap verdi Addas. Efendimiz gülümseyerek "Demek kardeşim Yunus Peygamberin memleketindensin"dedi. Addas “Sen Yunus'u nerden biliyorsun? diye sordu efendimize.
“Yunus benim kardeşim, O'da benim gibi Peygamberdi” dedi efendimizde. Daha sonra efendimiz Addas'a İslamiyeti anlattı. Addas da orada Müslüman oldu. Efendimiz en zor ve en sıkıntılı anlarında bile Peygamberlik görevini ihmal etmiyor, insanların hidayetlerine vesile olmaya gayret ediyordu.
"İlâhi, kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresizliğimi, halkın gözünde hor ve hakir görüldüğümü ancak sana arzederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi, herkesin zayıf görüp de dalına bindiği biçarelerin Rabbi sensin! İlahi, huysuz ve yüzsüz bir düşmanın eline beni düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline verdiğim akrabamdan bir dosta bile bırakmayacak kadar bana merhametlisin.
Ya Rabb! Eğer bana karşı gazablı değilsen, çektiğim bela ve sıkıntılara hiç aldırmam, fakat senin esirgeyiciliğin bunları da göstermeyecek kadar geniştir.
Ya Rabb! Gazabına uğramaktan, rızandan mahrum kalmaktan, senin karanlıkları aydınlatan, din ve dünya işlerini dengeleyen yüzünün nuruna sığınırım. Razı oluncaya kadar işte affını diliyorum. Bütün kuvvet ve kudret ancak seninledir!"
Görüldüğü üzere yapılan bunca eziyet ve cefaya rağmen insanlara beddua etmemiş, hatta yolda Mekke'ye iki konak mesafede Karn denilen yerde kendisine Cebrail gelerek,
"Ey Allah'ın Resulü, Allah kavminin sana söylediklerini işitti, yaptıklarını gördü, sana şu Dağlar Meleği'ni gönderdi. Kavmin hakkında ne dilersen, bu meleğe emredebilirsin" dedi. Dağlar emrine verilmiş olan melek de kendisini selamladıktan sonra,
"Ya Muhammed, emrine hazırım. (Ebu Kubeys ile Kayakan denilen) Şu iki yalçın dağı üzerlerine devrilip, birbirine kavuşarak müşrikleri tamamen ezmelerini istersen emret" dedi.
"Onlar bilmiyorlar! Hayır, onların ezilip yok olmalarını değil, Rabbimin bu müşriklerin soyundan, O'na hiç bir şeyi ortak kılmayan ve yalnız Allah'a ibadet eden bir nesil meydana getirmesini istiyorum" demiştir.
Rabia'nın oğulları, Efendimizin perişan halini gördüler. Hristiyan köle Addas ile O'na bir salkım üzüm gönderdiler. Efendimiz "Bismillah!" diyerek üzümü yemeğe başlayınca, Addas hayretle "Bu bölge halkı böyle söz söylemezler, onlar Allah adını anmazlar", dedi.Efendimiz ona nereli olduğunu sordu. "Ninovalıyım, Hristiyanım", diye cevap verdi Addas. Efendimiz gülümseyerek "Demek kardeşim Yunus Peygamberin memleketindensin"dedi. Addas “Sen Yunus'u nerden biliyorsun? diye sordu efendimize.
“Yunus benim kardeşim, O'da benim gibi Peygamberdi” dedi efendimizde. Daha sonra efendimiz Addas'a İslamiyeti anlattı. Addas da orada Müslüman oldu. Efendimiz en zor ve en sıkıntılı anlarında bile Peygamberlik görevini ihmal etmiyor, insanların hidayetlerine vesile olmaya gayret ediyordu.
Mekke’ye dönüş zamanı gelmişti. Efendimizin himayesiz Mekke'ye girmesi imkansızdı.
Esasen, hayatı tehlikede olduğu için Mekke'den Taif'e gitmişti. Bu sebeple
dönüşte, Hira Dağına çıkarak, Kureyşin hatırı sayılır
büyüklerinden Adiyy oğlu Mutim'e haber gönderdi. Ancak onun himayesinde gece
vakti Mekke'ye girebildi. Kabe'yi tavaf edip Harem-i Şerif'de iki rekat namaz
kıldıktan sonra evine döndü. Arap geleneklerine göre, bir kimse himayesine
aldığı kişiyi korumağa mecburdu. Bu sebeple, Mutim ve çocukları silahlanıp Kabe'nin
dört bir tarafını tuttular. Böylelikle Peygamber Efendimizin Mekke'ye girip serbestçe
tavaf etmesini ve evine gitmesini sağladılar.
Ne yazık ki Mutim, Bedir savaşında müşrik olarak öldü. Peygamber Efendimiz, Mutim'in bu iyiliğini unutmamış, Bedir esirlerinin kurtarılması için Medine'ye gelen oğlu Cübeyr’e "Eğer senin o ihtiyar baban, sağ olsaydı da bu murdar herifleri benden isteseydi, hepsini ona bağışlardım." demiştir.
Ne yazık ki Mutim, Bedir savaşında müşrik olarak öldü. Peygamber Efendimiz, Mutim'in bu iyiliğini unutmamış, Bedir esirlerinin kurtarılması için Medine'ye gelen oğlu Cübeyr’e "Eğer senin o ihtiyar baban, sağ olsaydı da bu murdar herifleri benden isteseydi, hepsini ona bağışlardım." demiştir.
DEVAM EDECEK...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder