17 Haziran 2020 Çarşamba


TEK ÖNDER VE TEK LİDERİMİZ

"EFENDİMİZ"


BİZ BU DÜNYAYI ÇOCUKLARIMIZDAN ÖDÜNÇ ALDIK!

“Şüphesiz, yaratıkların Allah katında en çok sevileni, genç ve yakışıklı-güzel olmasına rağmen, Allah yolundan çıkmayan ve (bu nimeti) Allah yolunda ona itaat etmek için kullanan kimsedir. İşte o gençle Allah, meleklerine iftihar ederek şöyle buyurur: işte budur benim gerçek kulum.”

“Sizlere gençler hakkında iyiliği tavsiye ediyorum. Çünkü onların kalbi daha ince ve yumuşaktır. Allah beni (kullarına) müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdi. Gençler (sözümü kabul edip) benimle ahitleştiler. Fakat yaşlılar (sözümü reddederek) benimle muhalefete kalkıştılar”

“Gençliğinde Allah’a kulluk yapan bir gencin, yaşlandıktan sonra kulluk yapan bir yaşlıya olan üstünlüğü, peygamberlerin diğer insanlara olan üstülüğü gibidir.”

Bütün bu sözler efendimiz’e ait. Gençlik ve gençliğe verilen önem konusunda konusunda tartışmasız tarihin işaret ettiği tek önderdir.
Hz. Peygamber, tüm insanlık âleminin "rahmet peygamberi"dir.
Hz. Peygamber'in, peygamberlik dışındaki insani yönünün en çok dikkat çekici örneklerini, çocuklarla olan ilişkilerinde bulabilmekteyiz. Çünkü O, sıradan bir insandan öte, âdeta "çocuklarla çocuklaşabilen", bunu başarabilen ve diğer insanlara da tavsiye eden müstesna bir şahsiyettir. O'nun çocuklara yaklaşımındaki bu farklılık bile, başlı başına incelenmesi gereken bir özellik arz etmektedir. Öte yandan, Hz. Peygamber, bugün çocuk psikolojisi üzerine çalışan insanların tespit edip ortaya koyduğu pek çok gerçeğe, o dönemde dikkat çeken büyük bir eğitimcidir. İşte bu özellikleriyle O, her yönüyle incelenmesi gereken güzelliklerle dolu hayatında, çocuklar için müstesna bir yer ayırmış bir bababir dede ve çağındaki tüm çocukların sevgisini kazanmış bir çocuk eğitimcisidir.

Bilindiği üzere, Hz. Muhammed (sav), Kur'ân-ı Kerim'de "âlemlere rahmet" olarak tanıtılmaktadır. 
O, komutanların, idarecilerin, amirlerin ve aile reislerinin olduğu kadar, ordudaki askerin, yönetilen halkın ve toplumun en küçük yapı taşını oluşturan aile fertlerinin de peygamberidir. Nihayet O, Allah tarafından insanlara hizmet için yaratılan hayvanların, toplumun alt tabakasına mensup fakirlerin, dul ve yetimlerin, kimsesizlerin ve çocukların da "rahmet" vesilesidir. Zira insanlar, hayvanlara eziyet etmeyi, yoksulları hor görmeyi, yetimlerin malına el uzatmayı ve çocuklarını öldürmeyi, O'nun sayesinde terk etti.  

İslam ki Müslümanlara bütün varlıklara saygı duymayı, onların hayat hakkına ilişmemeyi öğretmektedir. Çünkü her Müslüman, "Yedi kat gök, yeryüzü ve bunlarda bulunan varlıklar Allah'ı tesbih ederler. Onu övgüyle tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur " inancını taşır. 
Bizler kurulu bir dünyaya doğmakta, fakat sosyal hayatın ürettiği bir bilinçle doğal çevremizle ilişki içine girmekteyiz. Çocukluktan itibaren gerek ailemiz ve gerekse yakın sosyal çevremizden aldığımız düşünce ve davranış tarzıyla tabii çevremize yaklaşırız. Dolayısıyla sosyal çevremizin görmediği veya görmezden geldiği pek çok şeyi biz de görmeyiz. Çevremizde farkına varmamız ve korumamız gereken bir çok şey olmasına karşın, çoğunlukla bunların farkında bile olmayız. Çünkü bunları ya biz kurmamışızdır, ya da her gün göre göre alışkanlık kazanmışızdır. Her an teneffüs ettiğimiz havanın, ışık ve ısısına muhtaç olduğumuz güneşin, havamıza oksijen üreten ve bize psikolojik bir haz veren yeşilin, içimizi açan berrak mavi gökyüzünün, zümrüt yeşili rengiyle insanları kendine çeken denizin varlığını ancak bunlar olmadığı zaman, ya da kullanılamaz hale geldiğinde fark ederiz. Fark ederiz de insan için ne büyük bir değer olduklarını o zaman anlarız.
Bu tabii düzen, Yüce Allah tarafından yaratılmış ve bize bahşedilmiştir. Bu, Allah'ın insafna verdiği değerin bariz bir göstergesidir. Kur'ân-ı Kerîm yeryüzü ve gökyüzündeki canlı cansız bütün varlıkların belli bir ölçü ve dengeye göre yaratıldığını beyan ederken , insanın tabiattan faydalanma esnasında bu ölçü ve dengeyi bozmaması gerektiğine de dikkat çekmektedir.  Ölçülü ve dengeli biçimde tabiatla ilişki içine girmek, insan türünün mümkün olan en uzun sürede tabiattan faydalanması sonucunu doğuracaktır. Bir Kızılderili kabile reisinin söylediği gibi “biz bu dünyayı atalarımızdan bir miras değil, çocuklarımızdan ödünç aldık.”
İslam'ın, dini alan kabul edilen sadece inanç ve ibadet konularında bizlere bir takım görevler yükleyip de hayatın diğer alanlarını boş bıraktığı düşünülmemelidir. İslam insan hayatının her yönüyle ilgili emirler, tavsiyeler ve uyarılar yapmaktadır. Dolayısıyla üzerinde durduğumuz bu konuyla ilgili bir takım emir, tavsiye ve uyarılarda da bulunmaktadır. 
İslam Müslümanlara bütün varlıklara saygı duymayı, onların hayat hakkına ilişmemeyi öğretmektedir. Çünkü her Müslüman, "Yedi kat gök, yeryüzü ve bunlarda bulunan varlıklar Allah'ı tesbih ederler. Onu övgüyle tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur"  inancını taşır. Kur'ân-ı Kerim'in israfı haram, savurganlığı şeytanın kardeşliği sayan beyanları ile Peygamber Efendimiz'in akarsu dahi olsa abdest alırken israf edilmemesi gerektiğine dair uyarıları da Müslümanlarda çevre şuuru oluşturmada önemli bir temel olacaktır.

Müslüman bir insan kendisinin Allah'ın isimlerine mahzar olduğuna, bu isimlerin kendisinde tecelli ettiğine inanır. Allah'ın isimlerinden birisi "Kuddüs" ismidir. Kuddüs, mukaddes, temiz, pak olan demektir. Bu ismin bir tecellisi olarak Yüce Rabbimiz yeryüzünde sürekli olarak meydana gelen tabii kirlenmeleri, kurmuş olduğu ekolojik sistemle sürekli olarak temizlemektedir. Bu noktada Müslüman "Kuddüs" isminin bir yansıması olarak kendisini ve çevresini temiz tutması gerektiği inancıyla hareket eder ve üzerine düşeni yapar.

Kur'ân-ı Kerîm Allah'ın yeryüzünü imar görevini insana yüklediğini beyan eder. Bir ayette "Sizi yeryüzünde yaratıp, orayı imar etmenizi dileyen Allah'tır" buyrulmaktadır.  İslam alimleri yukarıda zikrettiğimiz âyete dayanarak, meskenlerin yapılması, su kanallarının açılması, ağaçlandırma çalışmaları gibi imar işlerinin topluma farz olduğunu söylemişlerdir. İnsan tabii veya dinî bir görev olarak elbette ki yeryüzünü imar edecektir. Ama bunu, tabiatı tahrip etmeden yapmalıdır. Müslüman ahlakı bunu gerektirir.

Hz. Peygamber de bu konuda Müslümanlara örnek olmuştur. Allah'ın bu emrini çok iyi bilen Peygamber Efendimiz Medine'de imar faaliyetlerine katılarak yaşadıkları şehrin mamur hale gelmesi için çalışmıştır. Ayrıca Mekke'nin yanında Medine ve Taif bölgelerini de harem alanı ilan ederek oralarda ağaç kesmeyi ve avlanmayı yasaklamıştır. Adiy b. Zeyd (ra) Hz. Peygamber'in Medine'nin her yönden yaklaşık 30 km bir alanı (yaklaşık 1000 kilometrekare) koruluk (harem)bölgesi ilan ettiğini ve ağaçların kesilmesini, dallarının kırılmasını yasakladığını rivayet etmektedir.   Yine Hz. Peygamber gölgesinde yolcuların, hayvanların gölgelendiği çöl bitkisi “sidr” ağacını kesmeyi yasaklamış ve kesene beddua etmiştir. 

Kur'ân-ı Kerim yeryüzü ve gökyüzündeki canlı cansız bütün varlıkların belli bir ölçü ve dengeye göre yaratıldığını beyan ederken, insanın tabiattan faydalanma esnasında bu ölçü ve dengeyi bozmaması gerektiğine de dikkat çekmektedir.
Ayrıca Efendimiz yaşadıkları şehrin temiz tutulması yönünde emir ve tavsiyelerde bulunmuş, bitki ve hayvanların korunmasına özen göstermiştir. Bu noktada Peygamber Efendimiz'in mescidin temizlenip güzel koku ile kokulanmasına , avluların temiz tutulmasına , durgun sulara idrar yapılmamasına , içme sularının yakın çevresine çöp dökülmemesine dair emirleri ile susuzluktan ağzı kurumuş, dili sarkmış bir köpeğe kuyudan ayakkabısıyla su çıkarıp susuzluğunu gideren adamın cennetlik olduğuna , kedisini eve hapsedip açlıktan öldüren yaşlı kadının da cehennemlik olduğuna  dair haberleri de hatırlanmalıdır.
Bu örnekler göstermektedir ki Yüce Peygamberimiz her konuda olduğu gibi çevreyi koruma, temiz tutma hususunda da ümmetine hep örnek oluyordu. Ayrıca Efendimiz'in ağaç dikmeye teşvik eden; "Kıyamet kopmaya yakınken elinizde bir ağaç fidanı var ve onu dikmeye vakit bulabilirseniz onu dikin" , "Kim bir ağaç dikerse onun için ağaçtan hasıl olan ürün kadar Allah sevap yazar.""Her kim boş, kuru ve çorak bir araziyi ihya ederse bu amelinden dolayı Allah tarafından mükafatlandırılır. Herhangi bir canlı ondan faydalandıkça orayı ihya edene sadaka yazılır""Müslümanlardan bir kimse bir ağaç dikerse o ağaçtan yenen mahsul mutlaka onun için sadakadır. Yine o ağaçtan çalınan meyve de onun için sadakadır. Vahşi hayvanların yediği de sadakadır. Kuşların yediği de sadakadır. Herkesin ondan yiyip eksilttiği mahsul de onu dikene ait bir sadakadır", hadis-i şerifleri bu duyarlılığın ve çevre bilinci oluşturmaya teşvikin tam bir göstergesidir.
Kur'ân-ı Kerîm Allah'ın yeryüzünü imar görevini insana yüklediğini beyan eder. Bir ayette "Sizi yeryüzünde yaratıp, orayı imar etmenizi dileyen Allah'tır" buyrulmaktadır.

Bizi de, kainatı da bir yaradanın olduğu muhakkak. Peki yaratıcıyı nerden bilip tanıyacağız? Tarih boyunca insanlık bu konuda mevlasını arayıp durmuştur. Biz Müslümanların bu soruya cevabı Kuran isimli kitap ile olmuştur. Biz Kuranla Allah'ı bilmiş, bildikçe de sever olmuşuzdur. Kuranı yani rabbin kendisini onun mesajını bize getiren elçisini de...Yani bizden biri olan o insanı da çok sevmişizdir. Anamızdan, babamızdan, hayatımızdan üstün tutmuşuzdur. Bu konuda da şehadetimiz vardır. Deriz ki "Allah birdir. Ondan başka ilah yoktur. Onun kulu ve resulu olan Muhammed’e de şehadet ederim."
Kuran’ın ve Kuran’ı bize getiren elçisinin yolunda gittikçe insanlık huzuru bulmuştur. İnsanlığını bulmuştur. Kuran’ın ve Peygamberin yolundan uzaklaştıkça da yeryüzü insanlığın zulmünden nasibini almıştır.
İşte bizim Allah ve Resulu denklemimizi bilen şer güçler bu hususta ki akaidimizi bozmak için var güçleriyle asırlardır çalışıp durmaktalar.
Rabbimizden uzaklaşmamız için Kuran’ı Müslümanın hayatından uzak tutmaya gayret etmişlerdir. Onu adeta ölüler için indirilmiş bir kitap formatına indirgemişlerdir. Haşa bir cenaze ritüel kitabıdır Kuran’ımız.
Efendimize gelince...Bizim başka efendiler edinmemiz için bir gayretkeşlik içindedirler. Onun sünnetlerini silip atmanın telaşına düşmüşlerdir. Hem de bunu Müslüman görünümlü dinbazlar vasıtasıyla yapmaya çalışmaktadırlar.
Kuran’ı ve peygamberi olmayan ama adı İslam olan bir dinle tanıştırmaya çalışmaktadırlar Müslümanları.
Adeta Hristiyanlar gibi yaşayan Müslüman kalıbına sokmaya çalışıyorlar herbir bireyimizi.
Asla!
Razı olmayız!
Ki dinini koruyacağına ahdetmiş bir Rabbimiz var. Mesele imanını yitirmeyen Müslüman kavramını ihdas etmemiz lazım. Özellikle çocuklarımız ve gençlerimiz üzerinden bizleri cahil bırakarak yok etmenin hesabı içindeler.
Namazımız, orucumuz, haccımız adeta yapılan kültürel işgal neticesinde folklorik bir motif mesabesinde.
Ancak...
Efendimizi anıyoruz adı altında doğum günleri şartanlığına düşmeyelim.O işin arkasında da modernizmin tuzaklarından biri olan doğum günü kavramını normalleştirme işlemi yapılmaktadır.
Ki gençlerimiz özellikle şehirlerde yaşayanlarımız kanıksanan doğum günü kutlama etkinliklerinde olmadık şirretlerin tuzağına çekilmektedirler.
Hasılı...
Bizi ve kainatı yaradan yüce yaratıcımızın Kuran’ın belirttiği Allah olduğunu biliyoruz. Buna iman ettik. Ayrıca inandık ki Kuran’ı nasıl anlayacağımızı ve yaşayacağımızı bize gösteren tek önderimiz, tek liderimiz, rol modelimiz efendimiz Hz. Muhammed'tir.
Bizim kalbimizi başka şeyler dolduramaz.
O kadar!


CAHİLİYE DÖNEMİ

İnsanlığın ve değerlerinin kaybolduğu, vahşetin, dehşetin, zalimliğin, cehaletin ve acımasızlığın hüküm sürdüğü bir dönem; kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü karanlık bir çağdı. Zalimler dışında kimsenin hayata dair bir güvencesi yoktu.
 “Bir ümit, bir ışık, bir kurtuluş bir mucize yok mu?” diye yakarmaktaydı insanlık.
Arabistan çöllerinde kabileler halinde ve göçebe olarak yaşayan bir millet, kabile reislerinin baskısı altında insanlıktan uzak, hak ve hukukun tanınmadığı, köleliğin hüküm sürdüğü, acımasız bir zulüm ülkesi haline gelmiş, kurtarıcısını bekleyen bir garip mekândı Mekke.
Zulüm, sefalet ve cehaletin karanlığı içinde kıvranan, yalnız Araplar ve Arabistan değil, bütün dünya üzerinde manevi ve ruhî sıkıntılar içinde bunalmış olan insanlık artık bir kurtarıcı beklemekteydi.
Okuma - yazma bilenlerin sayısının son derece azlığı ile birlikte, kırpıntı misali cömertlik ve konukseverlik, sözde durma, düşmanları bile olsa kendilerine sığınanları himaye etmenin yanında cesaret gibi bazı iyi hasletler de umut vaat ediyordu insanlık için. Fakat aynı zamanda “Soygunculuk, faizcilik, zenginleri üstün, fakirleri hor görme, içki ve kumar düşkünlüğü, kabilecilik taraftarlığı ile kan dökme gibi son derece çirkin uygulamaların hüküm sürdüğü bir sistem. İçkinin, kumarın, faizin ve zinanın toplumun bütün zerrelerine kadar nüfuz etmiş olduğu bir buhran dönemi!
En kötüsü de köleliğin, en acımasız kurallarını sürdürdüğü, özellikle kadınlara insan değeri vermeyen, erkeklerin istediği kadar kadını suistimal ettiği vahşi ve keyfi bir düzen. İnsanlığın başlangıcı olarak bilinen Hz. Âdem’den bu yana, İbrahim peygamber ve inşa ettiği Kabe ile birlikte anılan mübarek belde; Mekke’yi putperestliğin merkezi haline getirmiş bir aymazlık.
Kan davaları ve sınır anlaşmazlıkları da huzuru ve güveni bozan en büyük sebeplerdendi. Haklı olanın üstünlüğü değil, güçlü ve kuvvetli olanın üstünlüğü yanında, kendi yaptıkları putlara tapacak kadar cahil ve aciz, insanları para ile alıp satacak kadar da acımasız bir düzen.
Hz. Ömer’e cahiliye döneminde unutamadığı bir hadiseyi sorduklarında şöyle der:
“Yolculuğa çıkmadan önce, yolda tapınmak için hamurdan put yapar, pişirirdik. İhtiyaç duyduğumuzda ona ibadet yapardık. Acıktığımızda ise oturur, o putu yerdik”.
Bu olay bile tek başına bu coğrafyada yaşayan Arap Milletinin İslamiyet’ten önceki içler acısı halini anlatmaya yeter de artar bile. İnanç yönünden hâkim olan zihniyet, tam bir anarşik düzeni beslemekteydi.
Kur’ân-ı Kerîm “Cahiliyet Devri” denilen bu karanlık dönemi, “İnsanların kendi elleriyle işledikleri kötülükler yüzünden, fesat her tarafı kapladı, karada ve denizde yayıldı.” ifadesiyle, en veciz bir şekilde bu bölgede yaşanan hadiseleri özetlemekteydi.
İşte bu karanlık bulutların dağılması için Yüce Allah tarafından gönderilen ahir zaman peygamberi olarak gönderilen Hz. Muhammed (sav) bir kurtarıcı olarak sadece Arap Yarımadasına değil, bütün insanlığa güzel ahlakıyla ve emin kişiliğiyle örnek olmuştur.
***
 Cahiliye denilen bu dönemi elbette yalnızca Arap Yarımadası için sınırlandıramayız. Çağı değerlendirmek için kafamızı kaldırıp bakacak olursak dünyanın her tarafına görürüz ki aynı olumsuzluklar bütün dünya için geçerlidir.
İslamiyet’in doğduğu dönemde Asya’da Göktürkler, Hindistan, Çin, Japonya ve Sasaniler gibi güçlü siyasi organizasyonlar bulunmaktaydı. Özellikle Göktürkler ticaret yolları üzerinde büyük bir egemenliğe sahipti. 
Orta Asya Türklüğünün en önemli temsilcisi olan Göktürk Devleti’nde Hristiyanlık, Zerdüşlük, Budizm, Maniheizm ve Yahudilik dinleri kabul görmesine rağmen Gök Tanrı inancı hakimdir. Kısaca Gök Tanrı inancına göre Tanrı kainatın yaratıcısıydı, tekti ve ebedi idi. O coğrafyada birden fazla dinin benimsenmiş olmasının en büyük nedeni coğrafyanın bulunduğu konumdur. Göktürk Devleti’nin o zamanki kağanlarından olan Tapo Kağan, yönetime geçtiği zaman ağabeyi gibi Çin ile iyi ilişkiler kurarak, kazanç elde etmek istemektedir. Bu isteğinde Çin’in o zaman içinde bulunduğu zor koşullar onun lehinedir. On bin kadar Türk tüccar Çin’e yerleşir ve daha sonra bu tüccarlar Çin ekonomisini yavaş yavaş ele geçirmeye başlarlar. Ancak kendileri de tersine bir durum olarak Çin kültürürnün etkisine girerek yozlaşmaya başlarlar. Çin ile olan bu içli dışlı ilişki sebebiyle Çin kültürü yayılır ve Türk beyleri arasında bu kültüre biz özentilik oluşur.
Bunun üzerine Tapo Kağan Budist olur ve bu dini korumak için seferberlik ilan eder. Fakat Türk halkının yaşam tarzına uymayan bu din, halk tarafından kabul edilmez. Bu sebeple Tapo Kağan halk tarafından eskisi kadar değer görmemeye başlar. Göktürkler kendi coğrafyalarında birçok dinin bulunmasına rağmen sadece kendi yaşantılarına en uygun olan Gök Tanrı İnancı’nı benimseyebilmişlerdir.
Coğrafyada bulunan bu dinsel ayrım elbette ki bazı sorunlara neden olmuştur. Çünkü o dönemlerde kişiler genelde kendi dinlerine çok bağlı insanlardır ve bu dinsel ayrım onlar için büyük bir sorundur. Çin’in kendi prenseslerini entrika kurmak için Göktürk Devleti’ne sokmaları devletin içten içe çöküşüne sebep olmuştur. Göktürk tüccarlarının Çin kültürüne olan bu merakları devletin diğer bireyleri tarafından hoş karşılanmadığı için devlet içi siyasi itaatsizlik oluştuğunu söyleyebiliriz. Belki bazı kesimler küçük ayaklanmalar yapmış olsa da güçleri devlet reisinin bu arzusunu -aynı zamanda bu arzunun getirmiş olduğu her türlü fikir ve siyasi çatışmayı- engelleyememiştir.
Türk topraklarından Hindistan’a yönelip orası içinde bir değerlendirme yapacak olursak…Hindistan’da en eski devirlerden beri çeşitli ırk, dil ve kültürden insan bir arada yaşıyordu. Benimsenen din ise Hinduizm idi. Daha sonradan Budizm ortaya çıkmış olsa da fazla yaygınlaşamamış ve benimsenememiştir. Hinduizm Kast Sistemi’ne dayalı olan bir dindir. Kast kelimesinin kökeni ırk ya da soy anlamına gelir. Kast Sistemi ise toplumdaki insanların belirli ölçütlere göre sınıflandırıldığı sistemdir. Kast Sistemi’nde insanlar dört ana gruba ayrılmışlardı.
Brahmanlar (Din adamları), Kşatriyalar (Hükümdar ailesi ve askerler), Vaisyalar (Tüccarlar, çiftçiler, esnaflar), Sudralar (İşçiler). Aslında bu kast sistemi bugünde dünyanın her yerinde değişik isimlendirmelerle hakim olan dünya düzeninin geleneksel yapısıdır. Aristokratlar, burjuvalar ve işçiler! Yöneticiler, bürokratlar ve halk yığınları!
Kast Sistemi, toplumu kapalı sınıflara ayırmış, her sınıf kendi dilini geliştirmiştir. Kast Sistemi yüzünden Hint toplumu asla tek bir bütün olamamış ve siyasi birliğini sağlayamamıştır. Toplumun sınıflara ayrılmış olduğu ve siyasi birliğin bulunmadığı bir toplumda da sosyal sıkıntılar elbette kaçınılmaz olmuştur.
Eşitliğin olmadığı sınıflar arasındaki farklar ve baskılar çok fazladır. Toplum en üst seviyedeki Brahmanlar için yaşanılabilir bir yer olsa da, daha alt seviyedeki insanlar için sefillik içerisinde olabilir. Elbette ki bu sistemin kendi içinde de bir yaşanmışlığı bir düzeni vardır. Kaos’ta bir düzensizlik düzeni değil midir?  Bu sistem hatırı sayılır bir dönemdir uygulanmaktadır. Toplumsal sıkıntıların kaynağı sistemin katı olmasından kaynaklanmaktadır. Yani bu sistem isimsel bir ayrımdan daha fazlasıdır. Hindistan’da siyasi birliğin olmaması ayrı bir problemdir. Siyasi birliği olmayan bir ülke, yapılmamış bir yapboza benzer. Parçaların her ne kadar bir hikayesi olsa da, bir araya gelip yapboz olamadan kimse onları duvarlarına asmazlar.

Gelelim Çin’e. Cahiliye döneminin dünyasına göz atmaya devam ediyoruz. İslamiyet’in doğuşu sırasında Çin’de siyasi birlik Si Hanedanı tarafından sağlanmıştı. Sui Hanedanı yönetimi sırasında Çinlilerin Göktürkler ile münasebetleri oldu. Tapo Kağan ölene kadar Göktürklerin Çinliler üzerindeki baskıları devam etmişti. Bu etki altında kalan Çin daha sonra Göktürk saldırıları karşısında kendi klasik politikası olan Türk boylarının arasına ikilik soktu ve Türk prensleri birbirine karşı kışkırttı. Bunun üzerine Göktürkler 582 yılında Doğu ve Batı Göktürkler olmak üzere ikiye ayrıldılar. Çin bu yıllarda Türkleri Çinlileştirmeye çalışmıştır. Şipi Kağan (609-619) zamanında Doğu Göktürkler, yeniden eski güçlerine kavuştular. Çin’e her yıl ödenen vergiler kesildi. Çin imparatoru yenilgiye uğratıldı. Çinliler ve Türklerin bu şekilde karşı karşıya gelmelerinin ana nedenlerinden bir tanesi İpek Yolu egemenliğidir. Tarım geniş ve verimli topraklarda önemli etkinliklerden bir tanesidir. En önemli ekonomik kazancı İpek Yolu’ndan almış olan Çin, elbette ki bu verimli topraklar için entrikalar düzenlemiştir.
Bu entrikaları düzenlerken kendi içerisinde siyasi karşıtlık ve çatışmalara maruz kalan Çin’de çatışmalar eksik olmamıştır. Bu gibi kumpaslardan önce bulunduğu sıkıntılı durumu yavaş yavaş atlatsa da toplum içi karışıklıklardan kurtulamamıştır. Aynı zamanda Göktürk baskısı nedeniyle savunmasız kalmıştır. Kesilen vergilerle ekonomik olarak da sıkıntıya girmiştir. Fakir kalmıştır. Yani Göktürkler Çin’i birçok bakımdan zor durumda bırakmıştır; bu da karışıklıklaların temel görünür nedenidir.

Sıra geldi Asya ülkelerinden Japonya’ya göz gezdirmeye. İslamiyet’in doğuşu sırasında Japonya’da Yamato aileleri hakimdi. Japonya’nın o dönemde kuvvetli bir merkezi idaresi yoktur ve Çin’in etkisi altında kalmıştır. Bu nedenle Japonya derebeylik sisteminin kapılarını açmıştır. Derebeylik, temeli eşitsizliğe dayanan sosyal, ekonomik ve siyasal düzendir. Japonya, kendi bulunduğu coğrafyada durumu en kötü olan ülkedir. Nedeni siyasi bakımdan kuvvetli olmaması ve ekonomik açıdan gelişmiş olmamasıdır. Elbette ki çoğu açıdan gelişmemiş ve başka bir devletin adı altında -ki buna sömürgecilik de denebilir- yaşayan bir ülke olmak beraberinde sıkıntı ve karışıklık getirecektir. Bu merkezi idare yoksunluğu Japonya’nın gelişmesini uzatmış -şu an ne kadar gelişmiş olsa da- ve bir süre sefil kalmasına neden olmuştur. Zaten temeli eşitsizliğe dayanan bir sistem altında olan bir ülkede toplum içi sınıfsal kargaşalar veya hak sorunları eksik olmaz.

Avrupa’ya gelecek olursak…İslamiyet’in doğuşu sırasında Avrupa’da siyasi bir birlik bulunmamaktaydı. Kavimler Göçü ve Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Avrupa’da merkezi krallıklar gücünü kaybetmeye başlamışlardır. Bunun yerine soyluların güç kazanması ile feodalite sistemi ortaya çıkmıştır. Feodalite, toplumsal eşitsizlik üzerine kurulu olduğu için toplumu sınıflara ayırmıştır. Bunların yanı sıra Avrupa’da hakim olan Skolastik-  Dogmatik dini düşünce, kilise hakimiyetinin fazlasıyla artmasını sağladı. Bunun sonucunda Tanrıdan aldıklarını iddia ettikleri yetkileriyle kendilerini sosyal ve siyasi idare gücünde de gören Papalar kiliseye karşı gelenleri Aforoz ediyorlardı.
Kilise gün geçtikçe zenginleşti ve güç kazandı. Bu gelişme bilim ve gelişmede stabil olmanın yanı sıra Engizisyon Mahkemeleri,  Papa’nın bir ülkeyi kralı ile birlikte cezalandırması (Enterdi)  gibi yollarda birçok insanın Kilise’ye karşı gelme nedeniyle ölümüne neden olmuştur. Bu sınıfsal ayrım, siyasi birlikten yoksunluk ve Kilise’nin güç kazanması gibi nedenler Avrupa’da siyasi ve sosyal sıkıntılar oluşturmuştur. Kilise’nin bu şekilde etkin olması sonucunda bilimsel ve sosyal gelişmeler gerilemiştir. Verilen can kayıpları insanların içinde Kilise hakkında kötü bir düşünce ve hakkını arama isteği yer etmiş bulundursa da, kimse can kaybı olamaması için sesini çıkartmamıştır. Bu da Kilise’nin kendisinde daha fazla güç bulmasına ve durumun daha kötüye gitmesine neden olmuştur.
Bizans ise o zamanlar önemli Yakın Doğu devletleri arasındaydı. Bizans İmparatorluğu yıkılan Batı Roma İmparatorluğu’ndan sonra varlığını tek başına sürdürüyordu. En parlak dönemini Jüstinyen ile yaşamış olan Bizans, onun ölümünden sonra tekrar eski gücünü toplayamadı. İslamiyet’in doğuşu sırasında başında Heraklius varken yıpranmasına rağmen Orta Doğu’nun en güçlü devletlerindendi. Mısır ile arasında Hristiyanlık yüzünden sıkıntılar ortaya çıkmıştı. Ayrıca Afrika’nın kuzey kısımları Bizans’ın egemenliğindeydi ve Bizans ve Sasani rekabeti nedeniyle Mısır büyük bir baskı altında kalıyordu. O zamanlar Bizans, Hristiyanlık’ın Ortodoks mezhebine bağlıydılar. İslamiyet’in doğuşu sırasında Bizans’ın elindeki yerler hariç Avrupa’da siyasi bir birlik yoktu. Bizans ve Sasani devleti rekabetinde iki taraf da fazlasıyla yıpranmışlardı.

Kendi içerisinde taht kavgaları ve siyasi karışıklıklar yaşayan Sasani Devleti, Bizans ile büyük bir mücadele içindeydi. Birbirlerine uzun süre boyunca akınlar düzenleyen bu iki devlet yine de yan yana yaşayabilecek şekilde birbirlerine eşitlik tanımışlardı. IV ile VII. yüzyıllar arasında iki rakip olarak dünya yönetimini paylaşan Bizans ve Sasani Devletleri dünya tarihine yön vermiş olan iki devletti. Bu iki devlet arasında askeri, siyasi ve diplomatik ilişkiler bulunmaktaydı ve özellikle nazik diplomatik söylemlerin arkasında derin düşmanlık yatmaktaydı.

Avrupa gezimize devam ediyoruz. Franklar’a gelirsek… Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra o coğrafyalarda yaşayan topluluklar kendilerine ait devletler kurmuşlardı. Bunlar; Fransa’da Franklar, İspanya’da Vizigotlar ve İtalya’da Ostrogotlar’dır. Franklar’ın yönetimi askeri güce dayanıyordu. Silah ve donatım yapımı nedeniyle maden işçiliğinde ilerlemişlerdi. Genelde yağmacılıkla geçinen bir kabileydi. Normalde Vizigotlar ve Ostrogotlar, Gotlar kavminin üyesiydi. Daha sonra bu kavmin ayrılması üzerine ikiye ayrılmışlardır. Bu üçü arasındaki savaşlar yüzünden binlerce kişi can vermiştir.
Kalan toplumun bu şekilde ayrılması tekrar birleşip eski gücüne kavuşması önünde bir engeldir. Verilen can kayıpları da toplumun zayıflamasına ve diğer devletlerin onlar üzerindeki egemenlik isteğinden dolayı yeni tartışma ve kargaşalara neden olmuştur.

***

Dünyanın cahiliye dönemindeki genel hali bu iken şimdi Araplar’ın durumuna biraz etraflıca bir bakalım. Cahiliye Döneminde Araplar bir yaratıcının olduğunun farkındaydılar. Bu bağlamda Allah’ı inkâr etmiyorlardı, Cahiliye Arapları diğer tanrı ve put adlarından ayrı olarak yüce mâbud ve yaratıcıyı ifade etmek için Allah kelimesini kullanıyorlardı. Bu kullanım bize Cahiliye Dönemi Araplarında Allah inancının var olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte Cahiliye Döneminde kendilerine Hanif denilen sayıca az olan insanlar bulunmaktaydı. Hanifler; Hz. İbrahim’in dinine bağlı olup, Allah’a inanan, puta tapmayı reddeden kişilerdi; ayrıca bu kişilerin ortak bir ibadetleri de yoktu. Bu bağlamda Cahiliye Döneminde Araplar arasında yaygın inanç puta tapmaktı. Putların dünyada kendilerine yardımcı olduklarına inanıyorlardı. Taptıkları putları genellikle taş, ağaç ve bazı madenlerden imal ediyorlardı. Bazen de yiyeceklerine put şekli verip tapıyorlardı. Cahiliye Döneminde putların bulunduğu mabetlerin sayısı oldukça fazlaydı. En önemli mabetlerden biriside Kâbe’ydi. Kâbe’nin içinde ve çevresinde tapınmak için yüzlerce put bulunmaktaydı.

Araplar Hz. İbrahim döneminde tek tanrı inancına sahipti. Hz. İbrahim’in bildirdiği tek Tanrı inancının temellerinden biri de Kabe’yi tavaf etmek yani çevresini dolaşmaktı. Araplar bu nedenle tarihin bütün dönemlerinde Kabe’ye saygı göstermişlerdi. Diğer bir neden ise hac döneminde Kabe’nin kentin ticari yaşantısını canlandırmasıydı.
Mekke’de hac görevini yerine getirenler, Kabe’ye olan saygıları nedeniyle oradaki taşlardan bir tane alıp götürür, gittikleri bölgede bir yere koyar, Kabe’nin çevresini dolaştıkları gibi bu taşın çevresini de dolaşırlardı. Böylece zamanla hoşlarına giden ya da beğendikleri başka taşlara tapma yani puta tapıcılık Araplar’ın arasında hızla yaygınlaştı, kutsal sayılan Kabe’nin içi yine kutsal saydıkları putlar ile dolduruldu.
Araplar, kendilerini çevreleyen doğanın, insanlarınkine üstün, fakat özel yollarla kendi çıkarlarına kullanılabilen kuvvetlerle dolu olduğuna inanıyorlardı. Bu kuvvetler cinlerdi ve onlar bu cinleri Tanrının kızları sayıyorlardı. Onlar, cinlerin iyilik ya da kötülük yapabildiklerine inanırlardı; bu nedenle de onların sevgisini kazanmak, onlara saygı göstermek, putlarına tapmak gerekirdi.  Ayrıca Cahiliye Döneminde meleklerin, Allah’ın kızı olduğuna inanan bir kısım insanlar mevcuttu.
Her cinin belirli bir yeri olduğu ve kayaları, ağaçları ve putların içini mesken tuttukları kabul edilirdi. Her kabilenin veya birkaç kabile topluluğunun özel bir cini, bir kayası, bir ağacı veya bir putu bulunup, bunun yakınında belli bir topluluk oturur ve dinî ödevi yerine getirirdi. Temelini kurban kesmenin oluşturduğu bir ayin yoluyla putlar, kendilerine tapanların kabilesi ile bir kan akrabalığına dahil olurlar ve böylece de bu kabilenin koruyucusu olurlardı. Yani Araplar putları Tanrı olarak değil, Tanrıya yaklaşma, dua ve isteklerini ona ulaştırma aracı olarak kabul ediyorlardı.
Her kabile kendi özel putuna tapar ancak, başka kabilelerin Tanrılarının da kendi bölgelerindeki kudretini tanırdı. Yüce putların yerleri değişmez; onlar burada, kabile göç ettiği zaman, onların yerine gelenler tarafından da aynı saygı ile sayılırlar.
Bunun dışında her aile bir put edinip onu kendi evine koyup dualarında aracı olarak kullanıyorlardı. O aileden bir kişi yola çıkacağı zaman hayvanına binmeden önce evindeki bu puta elini yüzünü sürer, bu onun yola çıkmadan son yaptığı iş olurdu. Yolculuktan döndüğünde yine o puta elini yüzünü sürerdi ki, bu iş de ailesini görmeden yaptığı ilk iş olurdu. Zor kararlar verilmesinin gerektiği durumlarda putlara danışılırdı. Putlara danışma çoğunlukla put önünde fal okları çekmek yöntemiyle gerçekleşirdi. “Evet” ya da “Hayır” okundan birinin çıkması ile yapılacak işe karar verilirdi.
Araplara göre putların içindeki cinler kahinlerle konuşur ve kahinlere, gökte neler olup biterse haber verirlerdi. Her kahin, kendine sorulan her şeyi çözmeye çalışmakta idiyse de bazen özel bir uzmanlığı bulunurdu. Kahinlerin her şeyi bildikleri düşündüklerinden fal oklarının yön göstericiliği gibi onlara da danışırlardı. Aralarında çıkan anlaşmazlıklarda onların aracılığına ve verecekleri kararlara önem verirler, hastalıklarında tavsiyelerine uyarlardı. Bunlardan başka, içinden çıkamadıkları konularda onların fikirlerini sorarlar, düş gördüklerinde onlara yordururlar, gelecekte başlarına ne geleceğini onlardan öğrenmek isterlerdi.
Yine de Arapların putlara olan saygılarının tam olduğu söylenemez. İşlerine geldiği ve duaları tesadüfen isteklerine uygun düştüğü zaman sevinseler de, ters düştüğü zaman putlara hakaret ettikleri, hatta küfrettikleri de olurdu. Birçok kez de çıkarları ya da durum neyi gerektiriyorsa öyle davranırlardı. Örneğin  kıtlık zamanında hurma ve sütten yapılmış putlarını yedikleri gibi.

Arap Yarımadası’nda Yahudiler ve az da olsa Hıristiyanlar yaşamaktaydı. Yahudiler genellikle Medine’de hayatlarını sürdürmekteydiler. Hıristiyanlık ise Arap Yarımadası’nın kuzeyinde, Gassânîler ve Hîreliler arasında yaygın bir inanış olarak varlığını sürdürmekteydi.
Kabilecilik anlayışıyla yaşayan, insan hakları geri plana atılmış ve kadınlara hiç değer vermeyen bir toplumun  huzura karşı duyduğu özlemi iyi anlamak zorundayız.

İnsanlık peygamberlerin tebliğlerinin etkisinden çıktıklarında oldum olası hep karanlık dönemler yaşamıştır. İnsanlığın son cahiliye dönemi Hz. İsa’dan Hz. Muhammed’e kadar sürmüştür. Hz. Muhammed’in peygamber olmasıyla birlikte bu dönem yavaş yavaş yok olmaya başlamıştır. İnsanlar İslamiyet ile nihai bir aydınlanma sürecine girmiştir. İslam’ın getirdiği aydınlanmadan önce ise Arap toplumu geleneklerine körü körüne bağlanmış ve bağnaz bir şekilde yaşamaktaydılar.
Diğer Arabistan bölgelerinin tersine Hicaz’da, Hz. Muhammed dönemine kadar hiç bir zaman hiç bir kral veya emir yönetim başına geçmemiş, henüz uluslaşma aşaması da tamamlanmadığından kabile yaşamı hüküm sürmektedir. Her kabile diğerinden ayrı bir devlet gibidir ve başlarında “şeyh” adı verilen kişiler bulunur. Hükümet olarak adlandırılabilecek tek kurum ise şeyhlerin katılımıyla oluşturulan fakat yürütme gücüne sahip olmayan, tavsiye niteliğinde kararlar alan “mele” adlı kurumdur.
Bazı bölgelerde kentleşme olsa da toplumun büyük bölümü göçebedir. Yemen bölgesi dışında bütün yarımadanın tarıma elverişsiz vadiler, çorak topraklar ve çöllerden oluşması Arapların göçebe bir yaşam sürmesinin ve çoğunlukla ticaretle uğraşmalarının nedenidir. Kentleşmenin son derece az olduğu dönemde bilgi ise hemen tümüyle bu göçebe yaşantısının zorluklarından doğan deney, gelenek ve yöntemlerin geliştirdiği bilgilerden ibarettir.
Diğer bölgelerde kurulan devletlerin kültür ve uygarlıklarının Hicaz’ı hiç etkilemediği iddia edilemezse de coğrafi koşullardan dolayı oldukça az etkilemiş, bedevi kültürü kendi dünyasını dışarıdan gelen etkilere daima kapalı tutmuştur. Bu yüzden İslamiyet öncesi Hicaz’da -zengin bir şiir dili olmasına rağmen- yüksek bir kültür varlığından söz edilemez. Bu kültürden faydalananlar ise çoğunlukla din adamları, tüccarlar ve imtiyazlı kişilerdir. Okuma yazma da, hemen hemen sadece ticaretle uğraşanların veya nüfuzlu ve soylu kişilerin bildiği bir şeydi. Geri kalan halkın neredeyse tamamı tümüyle cahildi. İslamiyet’in doğuşu sırasında Peygamberin, Bedir Savaş’ında tutsak olan Mekkelilerden her birinin, on Medineli gence yazı öğretmesini kurtuluş şartı sayması bu gerçeği açıkça belirtir.
Okuma yazma oranı yok denecek kadar az olsa da, Cahiliye dönemi Araplarının bilgi ve deneyimlerini belli alanlarda aktardıkları bir sözlü birikim oluşturdukları söylenebilir. Soy ilmi, efsanelerle karışık bir tarih geleneği, su ve hava durumları ile kendileri ve hayvanlarının sağlıkları ile ilgili kehanetler, iz sürme yeteneği, “Cahiliye dönemi bilimleri” arasında gösterilebilir.

 Cahiliye dönemi’nde Arapları’nda “insan hakları” gibi bir kavram olmadığından kölelik en yaygın uygulamalardan biriydi. İnsanlar kölelerini istedikleri gibi alıp satar, işkence ederlerdi. Sonuçta onların malıydı. Sanki bir eşyaya sahip olmak gibiydi insanların kölelere sahipliği.
Bunun yanında bilgi üretilen ve ulaşılan bir şey değildi. Kulaktan dolma, bilgi ediniminde en bariz olan yöntemdi. Dolayısıyla kitleler okuma-yazma bilmiyorlardı.
Böyle bir toplumda kadınlar da haliyle hiç değer görmüyordu. Kadınların kölelerden çok bir farkı yoktu. Yine kadınlara ne istenilse yapılır ve kadın sesini asla çıkaramazdı.
Bu dönemde cinsiyet ayrımı yetmemiş gibi insanlar kabile halinde yaşadığı için kabileler arası da bir ayrım söz konusu idi. Güçlü kabile her zaman daha avantajlı olurdu çünkü bu dönemde ve bu coğrafyada para bakımından güçlü olan her zaman kazanırdı.
Hak ve hukuk kavramları ise ancak güçlünün hakkından ibaretti. Üstünlerin hukukundan bahsedilebilirdi. Genelde “Kısasa Kısas” mantığı vardı.

Cahiliye Döneminde kadını tek başına incelemek gerekirse bir eşyaya benzetmemiz çok doğru olur. Eşyaların belli sahipleri olur. Sahipler eşyasına istediği gibi davranabilir. İstediği kişiye tamamen ya da ödünç verebilir. Kadınlar da aynen böyle idi. Bir kadının kocası ne derse desin o kadın bunu yapmak zorundaydı. Kime verirse versin gitmek zorundaydı. Bir söz hakkına sahip değillerdi.
Söz hakkına sahip olmama herhangi bir konuda geçerli idi. Erkek başka kadınla evlenmek istediği zaman ses çıkaramazlardı. Erkek eşini boşamak istediği zaman ses çıkaramazlardı. Eğer kadın boşanmak istiyorsa erkeğe bir miktar para teklif edilirdi. Onun dışında eğer koca, karısını boşamazsa kadın, kocasına bağımlı yaşamaya devam etmek zorunda kalırdı. Kadınlar bu dönemde çok aşağılanmış bir durumdaydı.

Orta ve aşağı tabakadaki kabilelerin kadınları daha doğuştan ikinci sınıf insan muamelesine uğruyordu. Bir kişi erkek çocuğu olduğunda sevinip şenlik düzenlerken, kız çocuğu doğduğunda utanır, suç işlemiş gibi pişmanlık duyardı. Özellikle aşağı tabakalarda kadının, kocasının gözündeki değeri, sahip olduğu bir eşyadan daha fazla değildi. Bu dönemde Arap erkeği, aybaşı gören kadınla aynı odada oturmaz, onunla yemek yemez hatta kadın geçici olarak evden kovulurdu. Evliliklerin temel amacı da sevgiden daha çok, ailedeki erkek evlat sayısını çoğaltmak, böylece düşmanlara karşı daha güçlü olabilmekti.
Cahiliye döneminde gerçekleşen evliliklerde kadınla erkeği birbirine bağlayan nikâhın dini bir özelliği olmadığından kadın ancak erkeğine bir çocuk verdikten sonra aileden birisi olarak kabul edilirdi. Bu nedenle bir kadın çocuk doğurmadan öldüğünde aile bireyi sayılmadığından başsağlığı için o aileye kimse gelmezdi. Kadınların iyi çocuk doğuranlarına ise büyük önem verirler ve şiirlerinde onlara işaret ederlerdi.  Çocuksuz kadın, diyet vermeye mahkum edilirse, aile bireyi olmadığından bu diyeti kocası yerine ailesi ödemek zorundaydı.
Evlilik dönemine gelen bir kızın eşini seçmek konusunda da en ufak söz hakkı yoktu. Babalar kızlarının yerine karar verir, onun isteğine aldırmaksızın, taliplinin yaşlı ya da kötü huylu oluşuna bakmaksızın kızını istediği erkeğe verirdi. Burada temel ölçüt taliplinin serveti ya da kabilesinin toplumdaki konumuydu.
Arapların öz anneleri, kızları, halaları ve teyzeleriyle evlenmeleri yasaktı ama üvey anneleriyle evlenmeleri yasak değildi. Üstelik üvey annesi istemese bile! Miras hırsıyla yapılan bu çok çirkin evliliklere sık rastlanırdı. Üvey anne öldüğünde, evin en büyük oğlu analığı ile evlenebilirdi. Evlenmek istemezse ya mehir karşılığı başkasına verebilirdi, ya da diğer kardeşleri analıklarını nikâhlayabilirlerdi. Kadının tek şansı elini çabuk tutarak ailesinin yanına kaçabilmesiydi. Ve yine bu dönemin adeti olarak bir kadının kızı ile beraber aynı şahıs tarafından nikâhlanabilmesinde de sakınca görülmüyordu.
Boşanan bir kadının yeniden evlenmesi de oldukça zordu. Karısının bir başkasıyla evlenmesine engel olmak isteyen erkek, “iddet süresi” (evliliği biten kadının yeniden evlenebilmesi için gereken süre) tamamlanacağı sırada onunla tekrar evlenip ardından tekrar boşardı. İddet süresi yeniden başlayacağı için kadın bir yıl daha evlenemezdi. Kocanın ölümünden sonra ise kadınlar tam bir yıl yas tutarlar ve iddete girerlerdi. Ölen kocanın mirasından da en ufak pay alamazlardı.
Soy ve kabilenin oldukça önemli olduğu Arap toplumunda erkekler, soylu bir çocuk sahibi olmak istediklerinde karılarını soylu kabilelerin erkekleri ile cinsel ilişki kurmaya gönderir, doğan çocuğu kendi nesebine alırdı.
Kentlerde yaşayan cariyelerin durumu ise çok daha kötüydü. Cariyeler bir mal gibi alıp satılabilir, ya da sahipleri onları fuhşa sevk eder, bu yolla kazandıkları paraları ellerinden alırlardı. Kadının namusuna saygı çölde şehirdekinden daha çoktu.
Yaygın olmamakla birlikte Araplarda kız çocuklarını diri diri gömme adeti de vardı. Bunun nedeni kızlarının bir gün istemedikleri bir kimse ile evlenerek ailenin onurunu lekeleyebilecekleri korkusu, geçim kaygısı ya da kız çocuklarının büyütülmeye değer görülmemesiydi. Göçebe Araplar, yaşamasını istedikleri kızlarına çoğunlukla deve ya da koyun güttürürlerdi. Öldürmek istedikleri kızlarını ise doğar doğmaz kum çukuruna gömerler veya altı yaşına geldiğinde ona güzel giysiler giydirip çölde önceden hazırladıkları çukura atıp üstüne kum örterlerdi. Bazen çocuklar sakat ya da çirkin doğduğu için bazen ise sadece namuslarını korumak için insanlar kız çocuklarını hala canlıyken toprağa gömerlerdi. Başka bir deyişle çoğu insan kız çocuklarından kurtulmak amacındaydı.
Fuhuş Arap toplumundaki en yaygın illetlerden birisiydi.  Kadın alım satımı bir eşya alım satımı gibiydi. Zaten kadınların hiç değer görmediği bir toplumdan da bu beklenirdi. Eğer bir kadının kocası ona bir erkekle ilişkiye gireceğini söylerse kadının hayır deme şansı yoktu veya bir grup erkek bir kadının evine girip cinsel ilişki yaşarsa kadın yine hayır diyemezdi. Bazı kadınlar ise kendileri isteyerek fuhuş yaptığı için evlerine bayrak tarzı kumaş asarlardı.
 Fuhuş dışındaki kadınlarla ilgili olan adet ise kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek idi.
Cahiliye çağında Arap toplumu özgürler, esirler ve mevali olmak üzere üç sınıfa bölünmüştü. Özgür olanlar aile topluluğunun veya kabilenin ortak adını taşıyan, aynı haklara sahip kimselerdi. Bunlar birlikte göç eder, savaşlara gider, her konuda ortak ve eşit bir yaşantı sürerlerdi.
Esirler, kölelerle cariyelerden oluşurdu. Köleler veya cariyeler, ya savaşlarda yakalanır ya da tutsak pazarlarından satın alınırlardı. Cahiliye çağında köle ve cariyeler, mal ve eşya gibi alınıp satılır, miras yoluyla bir kimseden ötekine geçer, hediye edilir veya gelin mehri olarak verilirdi. Köle ve cariyelerin işledikleri suçların cezaları, özgür insanlara verilen cezalarının yarısı kadardı. Cariyelerden doğan çocuklar da köle veya cariye sayılırdı: ancak bu çocuklar arasında zeki ve üstün yetenekli olanlarını, babaları isterlerse, kendi evlatları arasına alabilirdi.
Köle veya cariyelere genelde son derece merhametsizce davranılır, kendileri hayvanlardan daha aşağı tutulurdu. Bir köle veya cariye sahibi onları istediği gibi, kayıtsız şartsız her türlü muameleye tâbi tutabilirdi. İsterse onu öldürünceye kadar dövebilir, elini, kulağını, burnunu keser, gözünü çıkarır, hatta öldürürdü. Bundan dolayı da hiç kimseye sorumlu olmazdı
Mevali ise köle ile özgürler arasında orta bir sınıftı. Genel olarak azat edilmiş köleler veya cariyelerden oluşurdu. Herhangi bir köle azat edildiğinde o kabilenin bir üyesi kabul edilir, akraba niteliğini kazanırdı. Mevaliler köleler gibi alınıp satılamazdı ama özgür bir kız veya kadınla da evlenemezdi.
Arap toplumunda şarap çok yaygın bir içkiydi. Adeta bir kültürdü. İnsanların şarap hakkında bol bol sohbet etmesi görülürdü. Aynı zamanda şarap edebiyatlarının da büyük bir kısmına sahip olmakla beraber şairler de sık sık şarap muhabbeti açarlardı. İslamiyet’ten önce de zevkine düşkün bir millet olduğu için şarabın bu denli önemli olması şaşırtıcı değildir.
İçkinin yanında kumara da düşkün olan Araplar, kumar oynamadan edemezlerdi. Hatta o zamanlarda kumar meclisine katılmamak toplumda ayıp karşılanırdı. İnsanlar geçimini en kolay yollardan biri olan kumar ile kazanırdı.
Kumar gibi yaygın olan bir diğer etkinlik ise falcılıktır. İnsanlar “Fal Bakmak” terimine inanırdı. Fal bakmanın bir yöntemi ise neredeyse bütün Arap toplumunda yaygın olan fal oklarıydı. İnsanlar fal oklarıyla bir yerin kurak olup olmaması, başlarına kötü bir şeyin gelip gelmeyeceğini fal oklarıyla belirlediklerini sanırdı.

Yaygın olan bir diğer şey ise tefecilik idi. İnsanlar ne zaman isterlerse bir borca faiz koyabilir ve bu faizi istedikleri kadar arttırabilirlerdi. Genelde geçen süreye göre kat kat artardı. Tefecilik orada bir meslek veya en basitinden bir alışveriş gibiydi. İnsanlar için faiz arttırma çok normal bir şeydi.
Bu dönemde Arap toplumunun hayvanlarla ilgili adetleri de vardı. Mesela bir deve 5 batın birlikte doğurduğunda beşincisi erkek olursa doğuran devenin sütünü sağmak ve o deveye binmek onların inancında haram sayılırdı. Aynı zamanda bir deve sahibi tarafından putlara adanmışsa aynı şekilde ondan yararlanmak haram kılınırdı.
Koyunlar için de ayrı bir adetleri vardı. Eğer doğan kuzu dişi ise onu sahiplenirlerdi ancak eğer erkek olursa bunu putlara adarlardı ve kutsal sayılırdı.
Bu dönemde anlattıklarımız çerçevesinde anlaşılmaktadır ki Arap toplumu tamamen karanlık ve cehalet dolu bir çağ yaşamaktadır. İslamiyet ile tanışana kadar insanlar hak yemiş, adil olmamış, kölelere ve kadınlara bir hiç gibi davranmıştır. Güçlü güçsüzü ezmiş, içki ve kumar bir adet haline gelmiştir. İnsanlar tefecilik yoluyla para kazanmış ve bunu normal karşılamıştır. İslamiyet onlara bir ışık gibi gelmiş ve yaşadıkları bu dönemden kurtarmıştır.

İslamiyet’in doğuşu sırasında Arap Yarımadası’ndaki Araplar henüz millet haline gelemedikleri için kabileler halinde yaşıyorlardı. Her kabile birbirinden ayrı devlet gibiydi ve şeyhler tarafından yönetiliyorlardı. Arap Yarımadası’nın en önemli bölgeleri Hicaz, Necid ve Yemen’dir. Yemen, tarıma elverişli topraklara sahiptir. Necid bölgesi ise hayvancılığa elverişlidir. Bu üç yer önemli ticari yolların üzerinde bulunmuştur. Elbette ki konu verimli coğrafyalar olunca rekabet kaçınılmaz olur. Bu yüzden kabileler arasındaki sınır anlaşmazlıkları kan davalarına, kan davaları da savaşlara dönüştü.  
Arap Yarımadası’ndaki bu kan davaları birçok can kaybına neden olduğu için -ki bu can kayıplarının bir kısmı kabile reisleri veya kabilede değer gören kişilerdir- kabileler sıkıntıya girmiştir. Ayrıca bu davalar adadaki her yönden birliğin sağlanmasını geciktirmiştir.

Bir siyasi birliğin olmadığı, topluma kabile asabiyetinin egemen olduğu bu dönemde kabileler arasında kan davası ve sınır anlaşmazlıkları gibi nedenlerden sık sık savaşlar yaşanırdı. Toplum yaşamını düzenleyen hukuksal kurallar değil, atalardan gelen örf ve adetler belirliyordu. Bu kurallara uymayanlar kabileden ihraç edilirdi ki, kabileden ihraç edilmek kan bağının kalkması anlamına geldiğinden can güvenliğinin yitirilmesi ile eş anlamlıydı. Çöl yasalarına göre zayıfı yakalayıp tutsak almak bir haktır. Böyle bir kimsenin bir kabileye sığınmaksızın çölde yaşaması da bu nedenle olası değildir.
Kabileleri birbirine kenetleyen ve aralarında kalıcı bir bağ kuran yalnızca kan ilişkisiydi. Güçlü bir kabileye mensup olmak, başka kabilelere karşı övünme vesilesi oluyordu. Evlenmelerde bile kabile ve aile seviyelerinin eşit olmasına dikkat edilir, aşağı kabile mensubu olmak utanç sayılırdı. Bütün bunlar kabilenin gücünü kanıtlamak ve adını onurlandırmak için Arapların fırsat bulunca basit nedenlerden dolayı adam öldürmesine, çapulculuk yapmalarına neden oluyordu.
Zulüm ve zorbalığın hüküm sürdüğü, insanların savaşacak kimse bulamadıklarında kardeşlerine saldırdığı günlerdi. Kan dökmek için fırsat kollayanlar, bazen bir deveyi bahane ederek yıllarca savaşırlardı. Gece  uykuya dalan  insanlar, ticaret için yollara düşen kervanlar kanlı bir saldırıya maruz kalmanın endişesini yaşarlardı. Kan davalarının ardı arkası kesilmez, gücü kuvveti olanlar, mazlumlara rahat vermezdi. Yürekler kin ve nefretle dolmuş, sevgi ve şefkate yer kalmamıştı.  Cahiliye devriydi. Taşa ve tahtaya  tapanlardan merhamet beklenir miydi?
Kabileden birisi yaralandığında ya da öldürüldüğünde bu hırsıza ya da katile karşı kabileler haklarını kendileri aramak zorundaydı. Çünkü aile topluluğunun oluşturduğu gruplar arasında devlet otoritesine benzer bir kurum yoktu ve kolektif sorumluluk anlayışının bir gereğiydi. Bir aşiret ya da klanın oturduğu yerde, bilinmeyen biri tarafından öldürülmüş birisi bulunduğu ve bu klana bağlı kişilerin birinden şüphe edildiği zaman, bütün klan öç alınması için yemin ederdi. Öldürme olayının öcünü almak öncelikle öldürülenin en yakın mirasçısının ödevidir ama öç almak aynı zamanda kabileyi oluşturan bütün bireylerin bir borcudur.
Kan davası kuralına göre, bir kişinin işlediği cürümden bütün soyu sorumlu olurdu. Zaten çok zaman katil, kendi klanı tarafından korunduğundan, dökülen kanın öcünü alma, çoğu kez kuşaklar boyu süren ve yeniden bir sürü insanın öldürüldüğü kanlı savaşlara, çarpışmalara neden olurdu. Bu savaşlar Kabe’ye saygılarını göstermek için, Kabe ziyareti ve umre sırasında yılda dört ay durdurulurdu. Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarından oluşan bu aylara   Haram Aylar denilirdi. Ticari seyahatler, akraba ziyaretleri bu günlerde yapılır, cahiliye devrinin meşhur panayırları bu tarihlerde kurulurdu. Ne var ki yüreği taş kesilmiş kimseler bu aylara dahi saygı göstermez,  kan dökmeye, savaşmaya devam ederlerdi. Haram aylarda yapılan bu savaşlara Ficar Savaşları denilirdi.
Öç alma şüphesiz diyet olarak deve vermekle de durdurulabilirdi. Ne var ki Cahiliye dönemi aynı zamanda, kahramanların mezarları başında deve kurban eden Arapların kahramanlıklarıyla övündükleri bir dönemdir. Bu nedenle anlaşmak bir şerefsizlik olarak görülür, katili kendileri öldürmeyi tercih ederlerdi. Çünkü bedevinin bütün işlerini düzenleyen yüksek şeref duygusu, onun ahlak prensibinin temelini teşkil ederdi.
Araplarda aile toplulukları arasında çıkan kan davaları müthiş kavgaların ortaya çıkmasına sebep olmuş, bu yüzden de diyet müessesesi doğmuştur. İslamiyet geldiğinde öç alma geleneği yüzünden Araplarda her gün yaşanan cinayetler gayet sıradan olaylardan biriydi.

***
Elbette Cahiliye dönemi Arap toplumu tamamıyla kötü hasletlere sahip değildi. Özellikle konukseverlikleri, her araştırmacının dikkatini çekecek ölçüdedir.
Cahiliye dönemindeki Arap toplumunun özelliklerini ve yaşam biçimlerini inceleyenler, yoksulluğun onları devamlı tehdit ettiğini görür. Yağmur pek az yağar. Yer kurak, bitkiler yok denecek kadar azdır. Zaman zaman açlıkla karşı karşıya kalmayan Arap sayısı pek azdır. Bu durum güçlü iken aciz, zengin iken fakir olma korkusu ile gücü yetenleri servet elde edebilmek için zorluklara katlanmaya sevk ediyordu. Bu durum bir kısım insanlarda empati duygusunun ortaya çıkmasına neden oluyordu.
İşte bu düşüncenin ışığında, Arap tarihi cömertlik ve ihsanın çeşitli örnekleri ile doludur. Araplarda mal gaye değil, araçtı. Mal, onların sıkıntıda olanları kurtarmak, muhtaçlara yardım etmek ve bunun gibi kutlu gayeleri gerçekleştirmek için bir araç idi.
Geniş, suskun çöl geceleri köyleri ve su kaynaklarını yutardı. Geceleyin yolculuk yapanların, yollarını kaybetmeleri işten bile değildi. Yolunu kaybedenlerin yollarını bulmaları için, yüksek yerlerde ateşler yakmak Arapların geleneği idi. Ateş, Araplar arasında ziyafete daveti temsil ederdi.  Onun için kölelerine ateşi alevlendirmeye devam etmelerini, onu sürekli odun ve çalılarla beslemelerini emrederlerdi. Bunu, misafirin ateşe gelmesi umuduyla yapar, kölelerine de, eğer ateşi görüp de bir konuk gelirse ona özgürlüğünü bağışlamayı vaat ederlerdi.
Bir diğer adetlerine göre de, yolcu yolunu şaşırır da ateş göremezse köpek gibi ulur, köpekler de ona cevap verir böylece kabilenin bulunduğu yeri bulmuş olurdu. Bu kabile gelen misafirlere ikram için koyun keser, köpeğin payı da unutulmazdı. Misafir sahibi, gelen konukla çok sevinir, onu konaklatır ve güler yüzle karşılardı. Misafiri kendi çocuklarının yerine koyardı.
Çölde yaşayan Araplar, yardım sahasında en gelişmiş toplumların özendikleri dereceye çıkmışlardı. Onlara göre, vermek asil bir huydu. Araplar, bir görevi yerine getirmek veya yasaya uymak zorunda oldukları için cömertlik yapmıyordu. Onlar, sadece canı istediği ve kendisine zevk verdiği için son derece cömertti. Bu cömertlik İslamiyet’in gelişi ile de zirve yapacaktı.
***
Şiir, Arapların büyük değer verdikleri bir sanat dalıydı. Zaten Kuran’ın söze dayalı mucizevi özelliği Arapların bu üstün meziyetlerine karşıda bir meydan okumaydı. Bugünün insanlarının büyük bir şarkıcının veya meşhur ses sanatçısının etrafında toplandıkları gibi Araplar da şairlerin çevresinde toplanıp okudukları kasideleri dinlerlerdi. Ukaz, Micenne ve Zu’l-Mecaz gibi ünlü panayırları vardı. Araplar alış-veriş için buralarda toplanırlar, şairler de yeni şiirlerini sunmak için panayırları fırsat olarak değerlendirirlerdi. Şair şiirini okurken kabilesi de etrafında durur, ona tezahürat yaparak gayrete getirir ve onunla iftihar ederdi. Panayırlarda en iyi kasideler seçilerek, bir deve derisine yazılır ve mabutlardan uzak olmaması için Kabe’ye asılırdı. Ukaz panayırı, şiir sahasında panayırların en tanınmışı idi. Araplar arasında şairin konumu gerçekten yüce idi. İnsanların nezdinde en üstün mertebede şairler bulunurdu. Bir kabileden adını duyuran bir şair çıktığı zaman diğer kabilelerden konuklar bu kabileyi kutlamaya gelirlerdi. Şairin kabilesi buna sevinir, kurbanlar keser, halka yemek ikram ederdi. Kabilenin kadınları da çalgı çalarlar, dans ederler ve şarkı söylerlerdi. Çünkü şair kabilesini şiiri ve diliyle bir süvarinin kılıç ve harbesiyle savunmasından çok daha iyi savunurdu. Aynı zamanda şair olayları şiiriyle tescil eder, diğer kabilelerin şairleri şiirleriyle kabilesine sataştığı zaman onlara yanıt verirdi.
Araplar arasında şiir ve şairlerin etkisi büyüktü. Çünkü şair önemsiz birini övünce değerini yüceltir, şerefli birini eleştirdiğinde itibarını azaltırdı. Şairler kabilesi için övünç kaynağı olduğu gibi aynı zamanda korkulan kimselerdir. Zira sıradan bir insanın elde etmesi olanaksız olan bir ilme vakıf olduğu düşünülen şairlerin gözle görülmeyen bir takım kuvvetlerle irtibat halinde olduğu düşünülürdü. Bunun sonucunda bir takım beddualarla düşman üzerine belâ ve kötülükler yağdırabilirdi.

KABE VE FİL OLAYI

Sözlük karşılığı “küp şeklinde nesne” mânâsına gelen Kâbe’nin yeryüzündeki ilk mescid olduğu gerçeğini hatırlatırım. Hz. Âdem yeryüzüne indirildiğinde Mekke’de Beytullah’ın bulunduğu yerde bir mabed inşa etmekle görevlendirilir. Kuran’da şöyle buyurulur:
“Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mabed), Mekke’deki (Kabe)dir.” (Al-i İmran, 96)
Resulullah da yeryüzünde ilk inşa edilen mescidin “Kabe”, ikinci inşa edilenin ise “Mescid-i Aksa” olduğunu beyan buyurmuştur.
Mekke vadisi ilk insanla birlikte seçilip mukaddes kılınmıştır. Kabe, Nuh Tufanı’ndan sonra, uzunca bir süre kumlar altında kaldı. Hz. İbrahim, seneler sonra hanımını ve oğlunu bıraktığı Mekke’ye geldiğinde Hz. İsmail’e;
“–Rabbimin emri var. Bir beyt inşa edeceğiz. Sen de bana yardım edeceksin!” dedi.
Hz. İsmail taş taşıdı, Hz. İbrahim’de beytin duvarlarını inşa etti.
Bu durum Kuran’da “Bir zamanlar İbrahim, İsmaîl ile beraber Beytullah’ın temellerini yükseltiyor, (ve şöyle diyorlardı:) «Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin.»” (el-Bakara, 127) diye açıklanmıştır.
Kabe’nin inşası tamamlanınca Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (a.s.), Allah’a şöyle dua ettiler:
“Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslim olanlardan kıl! Neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar; bize ibadet usüllerimizi göster; tevbelerimizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sen’sin. Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Sen’in ayetlerini kendilerine okuyacak, Kitap ve hikmeti öğretecek, (nefislerini) tezkiye edecek bir Peygamber gönder! Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız Sen’sin!” (Bakara, 128-129)
Kabe’nin inşası bittikten sonra, Allah Hz. İbrahim’e (a.s.) bütün insanları hacca davet etmesini emretti:
“İnsanları hacca davet et; yürüyerek veya zayıflamış binekler üstünde (uzak yollardan) her derin vadiyi aşarak sana gelsinler.” (El-Hacc, 27)
Bundan sonra yakın ve uzak beldelerden ziyâretçiler Hicaz bölgesine gelerek Beytullâh’ı ziyârete başladılar. Kabe önemli bir dini merkez haline gelerek bütün insanların övgüsünü kazandı.
Öte yandan Kabe, sahip olduğu kıymet ve kutsiyeti çekemeyen pek çok müşrik kavmin saldırısına da maruz kaldı. Yemen hükümdarı Ebrehe’nin meşhur saldırısından önceki asırlarda, putperest olan Yemen hükümdarlarından üçü daha Kabe’yi yıkmak istemişti. Hüsranla neticelenen benzeri olaylarla Kabe’nin önemini halk nazarında  itibarını daha da yükseltti. Kabe, Mekke ve Kureyşlilerin ilahi koruma altında oldukları inancı, Arabistan halkı tarafından benimsendi.
Hz. İbrahim’den sonra Beytullah’ta ibadet, putperestliğin başladığı zamana kadar tevhid esaslarına uygun bir şekilde devam etmiştir. Ancak Mekke’de putperestliğin yayılmasıyla beraber, müşrikler tarafından Kabe’nin içine ve etrafına birçok put dikilmiştir. Buna rağmen Kabe hiçbir zaman putlara izafe edilmemiş, daima “Beytullah” ismiyle yad edilmiştir.
Kabe ile ilgili, inşa edildiği günden itibaren yerine getirilen birtakım özel görevler vardı ki, bunları ilk zamanlar Hz. İsmail yerine getirmişti.
Kabe’nin güvenliği ve anahtar koruyuculuğu, Hacılara tatlı su ikram etmek ve Zemzem kuyusunun bakımı, fakir hacılara yemek ikram etmek, onları barındırıp ağırlamak gibi görevler Kabe açısından önem arzetmekteydi.
Bu görevleri yerine getirmek en büyük şeref sayılırdı. Bu hizmetler günümüze kadar önemini yitirmeden devam etmektedir.

***
52 gün vardı daha alemlerin efendisinin dünyaya gelişine. Cahiliye karanlığını yok edecek hidayet güneşinin doğuşuna az zaman kalmıştı. Kabe'ye Hac mevsiminde  her taraftan insanların akın akın gelmesi, ziyaret etmesi çevre topluluklarda birtakım kimseler tarafından  hazmedilemiyor ve rahatsızlık duyuyorlardı. Bunlardan biri de,   Ebrehe Esrem idi. Ebrehe, Yemen'de, Aksum Krallığı'na bağlı Hristiyan bir vali idi ve Arapların her sene hac amacıyla Mekke'ye gitmelerini istemiyordu. Sana'da büyük bir kilise yaptırdı ve ismini Kuleys koydu.
Ebrehe Habeş Kralı'na halkın hac için ancak Kuleys'i ziyaret edebileceklerini, Mekke'ye gidenlere izin vermeyeceğini yazarak onun da desteğini aldı.
Kilisenin içini büyük masraflar sonucu altın ve gümüşle süsledi, dışını çeşitli yerlerden getirttiği son derece kıymetli taşlarla donattı. Öyle ki, o anda yaptırdığı kilisenin bir benzeri başka bir yerde yoktu!

Bu süs ve tezyinat ile Ebrehe, güya halkı buraya celbedecekti. Dolayısıyla Kabe'ye karşı gösterilen muazzam ilgiyi aklınca kırmış olacaktı!

Fakat, Ebrehe'nin bütün bu masraf ve gayretleri boşa çıktı. Yaptırdığı kilisenin müstesna süslemelerini ve muhteşem yapısını görmek için birçok kimse etraftan geldi. Ama sadece süsünü püsünü görmek için. Kabe'ye olan akın, eksilmek şöyle dursun, artarak devam ediyordu!

Ebrehe'nin, Kabe'ye olan teveccühü kırmak niyetiyle muhteşem bir kilise yaptırdığı, Araplarca da duyulmuştu. Bu arada, Kinane Kabilesinden Nevfel adında biri, bu kiliseyi kirletmeyi aklına koydu. Bir gece yarısı giderek Kulleys'in içini dışını pisliğiyle kirletti; sonra da kaçıp memleketine döndü.

Bu hadise, insanların Kabe'ye teveccühünün devam etmesinden fazlasıyla öfkelenmiş bulunan Ebrehe'yi bütün bütün çileden çıkardı. Olayı Araplardan birini yaptığını da öğrenince, "Araplar  bunu, Kabe'lerinden yüz çevirttiğim için yapıyorlar. Ben de onların Kabe'sinde taş üstünde taş bırakmayacağım!" diye yemin etli; sonra da, Kabe'yi yıkmak gayesiyle Mekke üzerine yürümeye hazırlandı. Habeş Necaşisinden "Mahmud" adındaki meşhur fili istedi. Necaşi, o sırada dünyada büyüklük ve kuvvetçe eşsiz olan Mahmud isimli fili, Ebrehe'ye göndererek arzusunu yerine getirdi. Ebrehe, ordusunu hazırladı, Mekke'ye doğru yola çıktı.
Bu arada, bazı Arap kabileleri, bu büyük orduya karşı çıktılar; fakat başarı gösteremediler ve Ebrehe tarafından mağlub edildiler.
Ebrehe, ordusuyla Mekke'ye yaklaşınca, bir süvari birliğini öncü olarak gönderdi.
Süvari birliği, Mekke civarına kadar sokularak Efendimizin dedesi Abdulmuttalib'in 200 devesi de dahil Kureyş ve Tihamelilerin sürülerini gasbetti.
Bu sırada, Abdulmuttalib, Kureyş Kabilesinin reisi idi. Ebrehe bir elçiyle, Kureyşlilere şu haberi gönderdi:

"Ben sizinle harbetmek için değil, şu mabedi yıkmak için geldim! Eğer bana karşı koymazsanız, kanınızı akıtmaktan vazgeçerim. Şayet Kureyş Kabilesinin reisi benimle harbetmek istemiyorsa, yanıma kadar gelsin!"

Kureyş Reisi Abdulmuttalib'in, elçiye cevabı şu oldu:
"Allah adına yemin ederiz ki, biz kendisiyle harbetmek istemiyoruz. Zaten, buna gücümüz de yetmez. Yalnız, bu mabed, Allah'ın evidir. Onu yıkılmaktan ancak Allah koruyabilir. O kendi mukaddes beytini muhafaza etmezse, bizde Ebrehe'yi bu hareketinden vazgeçirecek güç ve kuvvet yoktur."
Karşılıklı bu konuşmadan sonra Abdulmuttalib, elçiyle birlikte Ebrehe'nin yanına vardı.
Abdulmuttalib, isteğini belirtti: "Askerlerin, 200 devemi almıştır. Arzum, develerimin iadesidir."
Ebrehe, bundan pek hoşlanmadı ve alaylı bir tavırla, "Seni görünce büyük bir adam zannetmiştim; konuşmaya başlayınca, pek de öyle büyük olmadığını anladım! Ben, senin ve atalarının tapınağı olan Kabe'yi yıkmaya gelmişken sen, ondan söz etmiyorsun da, aldığım 200 deveden bahsediyorsun!" diye konuştu.
Abdulmuttalib, Ebrehe'nin alaylı tavrına aldırmadan, "Ben, develerimin sahibiyim. Kabe'nin de bir sahibi ve koruyucusu vardır; elbette onu koruyacaktır!" diye karşılık verdi.
Bu sözler, Ebrehe'yi hiddete getirdi ve şöyle konuştu: "'Onu bana karşı kimse koruyamaz!"
Abdulmuttalib, yine sözün altında kalmadı ve, "Orası beni ilgilendirmez. İşte sen ve işte o!.."'  dedi.
Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Ebrehe, Abdulmuttalib'in gasbedilen develerini geri verdi. Abdulmuttalib, ordugahı terkederek Mekke'ye geldi ve olup bitenleri Kureyşlilere anlattı. Ayrıca, 200 deveyi de Allah için kurban etmek üzere işaretleyerek serbest bıraktı.
Abdulmuttalib, ayrıca Ebrehe ordusunun şerrinden ve zulmünden korunmak için Mekke'yi boşaltmalarını halka tavsiye etti. Kendisi de birkaç kişiyle birlikte Kabe'nin yanına vardı ve kapısının halkasına yapışarak, "Allah'ım!.. Bir kul dahi evini barkını korur. Sen de kendi evini koru! Ta ki, yarın onların kuvvetleri, senin kuvvetine galebe çalmasın."  diye dua etti.
Mekke boşaltıldı. Halk, dağ başlarına ve kuytu yerlere sığınarak, Ebrehe ordusunun yapacaklarını beklemeye koyuldu. Mekke mahzun, Kabe mahzun, Kureyş mahzundu. Ertesi günün sabahı idi.
Mekke üzerine yürüyüp Kabe'yi yerle bir etmek için, Ebrehe ordusunda hazırlık tamamdı. Ordu tek bir işaret beklemekteydi.O esnada ordunun başındaki heybetli fil birdenbire yere çöküverdi. Fili ayağa kaldırmak için her tedbire başvurdular, fakat bir türlü başaramadılar. Yönünü Yemen'e doğru çevirdiklerinde koşuyor, Şam'a doğru çevirdiklerinde yine koşuyor, doğu tarafına yönelttiklerinde aynı şekilde durmadan koşuyordu. Ancak, yüzünü Mekke'ye doğru çevirdiklerinde, adeta bacaklarındaki kuvvet birdenbire çekiliveriyor ve Mahmud çöküveriyordu.

Bu heyecanlı anda, kimsenin filin bu hareketine akıl erdiremeyip düşündüğü sırada, Cenab-ı Hakk, "Celal" ismiyle tecelli etti ve Kur'an'da "Ebabil" diye adlandırılan kuşları, deniz tarafından, Ebrehe ordusunun üzerine salıverdi. Kırlangıçlara benzeyen bu kuşların her biri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek tanesi büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Bu taşların isabet ettiği her asker, anında yerde debelenip oluveriyordu.
Taş yağmuruyla karşı karşıya kalan askerler, şaşırıp kaldılar. Bir anda karargah, yıkılan, yere serilen insan ve hayvanlarla doldu. Kendilerine taş isabet etmeyenler ise, kaçışmaya başladılar. Ebrehe’ de o anda canlarını zor kurtaranlar arasında idi. Fakat, aldığı bir taş yarasıyla sonradan o da, arzusuna gerçekleşmeden ölüp gitti.
Bu arada, Kabe üzerine yürümemenin bir mükafatı olarak Mahmud adındaki fil de sağ kurtuldu.

Yüce yaratıcı Ebrehe ordusuna Ebabil kuşlarını musallat ettikten sonra, ayrıca arkasından sel halinde yağmur yağdırdı. Yağmur seli, Ebrehe ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize döktü.
Yüce Rabbimiz, Kur'an-ı Kerim'inde bu hadiseyi Fil suresinde bize şöyle haber verir:

"(Ey Resulüm!.. Kabe'yi tahrip etmek isteyen) Ashab-ı Fil'e (fillerle donatılmış Ebrehe ordusuna) Rabbinin ettiğini görmedin mi? Onların kötü niyet ve teşebbüslerini boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar salıverdi, onlara 'siccipden [pişmiş çamurdan] taşlar atıyorlardı. Derken, Rabbin, onları (kurtlar tarafından kemirilip doğranan) yenik ekin yaprakları haline getirdi!"

Bu hadise, Resul-i Eükrem Efendimizin peygamberliğinin bir deliliydi. Zira, dünyaya gözlerini açmaya pek az bir zaman kala meydana gelmiş ve doğum yeri, sevgili vatanı ve kıblesi olan Mekke ve Kabe-i Muazzama, harika ve gaybi bir surette Ebrehe ordusunun tahribinden kurtulmuştur.
Cenab-ı Hakkın rahmet ve hikmeti, elbette Habibinin yüzü suyu hürmetine bu muazzam mabedi Ebrehe ordusuna çiğnetmeye müsaade etmezdi ve etmedi de!
Efendimize peygamberlik görevi verilmeden önce, peygamberliğiyle ilgili olarak meydana gelen harikulade olaylara "irhasat" denir. Bu hadiseler, Efendimizin peygamberliğine kanıt teşkil ederler. Alimler, Fil Vak'asını da irhasatdan kabul etmişlerdir.


EFENDİMİZİN DOĞUMUNDAN ÖNCE
Efendimiz dünyaya gelmezden önce ve doğumu esnasında O’nun Allah tarafından günaha ve cehalete son vermesi için gönderilen son peygamber olduğuyla ilgili çok sayıda alametler ortaya çıkmıştır.
Evet; dünyaya kıyamete kadar manen reis olacak, tek önder ve tek lider olacak, dünyanın manevi iklimini iyilikten yana değiştirecek, dolayısıyla kainatın tek yaratıcı olan Allah’ın iradesinde olduğunu gösterecek Allah’ın kulu ve elçisi Hz. Muhammed’den bahsediyoruz.
O ki dünyayı âhirete  tarla yapacaktır.
O ki, dünyadaki ve kainattaki yaratılmışların kıymetlerini Allah'ın sanatları olduklarını ders vermekle  ilan edecektir.
O ki, insanlara ve cinlere ebedi mutluluğun tek yolunu gösterecektir. Onlara ebedi yok olma korkusundan kurtaracaktır. Dünyanın ve kainatın ve içindekilerinin yaradılış hikmet ve sırlarını açacaktır. İlmin baş öğretmeni olacaktır.
O ki, kainatı yaratan yüce yaratıcı Allah’ın maksadını bilecek ve bildirecektir. İmtihan konusunda irade sahibi olan insanın yaratılmışların en şereflisi olduğunu tescilleyecektir. Allah’ın emir ve yasaklarından uzaklaşanların ise bu kez yaratılmışların en aşağısı konumuna düşecekleri konusunda uyaracaktır. Yaratıcıyı yaratılana tanıtacaktır. 
Onun ki başarılı ve örnek hayatı kıyamete kadar insanlara yol göstericiliğini sürdürecektir. Vahye dair sultanlığı ve saltanatı mesajını idrak etmişlerce günümüzde de devam etmektedir.  
O ki, Allah'ın elçisidir. Onun gelişi bütün yaratılmışlar için bir mutluluk vesilesidir. İnsanlar onun gelişi ile küfür-cehalet karanlıklarından kurtularak imanın ışığına kavuşacaklardır. İnsanları dalaletten-gafletten kurtarıp onların sonsuz mutluluğuna, Cennet'e ve Rablerine perdesiz kavuşmalarına vesile olacaktır. Ve olmuştur da...
Hz. Ali’nin tarifiyle Peygamberimizin boyu ne çok kısa, ne de çok uzundu, orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa ne düz uzun saçlı; saçı, kıvırcıkla düz arasında idi. Değirmi (yuvarlak) yüzlü, duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikliydi.
İri kemikli ve geniş omuzluydu. Göğsü, ortadan karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları dolgundu. Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı iner gibi rahatlıkla ilerlerdi. Sağına ve soluna baktığında bütün vücuduyla dönerdi.
İki omuzu arasında "Nübüvvet mührü" vardı. Bu Onun sonuncu peygamber oluşunun nişanesi idi. O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu, en arkadaş canlısıydı. Kendilerini ansızın görenler Onun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler, fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, Onu her şeyden çok severlerdi.
O’nun doğumuyla müjdelendi bütün mahlukat. Eğer ki gün gelir, yani günümüzde olduğu gibi cehaletten ve zulümden karanlığa bürünürse bütün dünya kurtuluşun ve huzurun tek yolu yine o şanlı tebliğcinin işaret ettiği hususlara dikkat etmek, ona göre de inanmak ve yaşamak gerekir.
 Hz.Aişe validemizin rivayet ettiğine göre, Mekke’de ticaretle uğraşan bir Yahudi Resulullah’ın doğduğu gece doğuşuna alamet olan yıldızın doğduğunu görmüş, katıldığı Kureyş meclislerinden bir mecliste:
-Ey Kureyş cemaati! İçinizde bugün çocuğu doğan oldu mu? diye sormuş meclistekiler içlerinde çocuğu doğan kimsenin olmadığını haber vermişlerdi. Yahudi:
- Ey Kureyş topluluğu! Beni iyi dinleyin, sözlerimi ezberleyin bugün ahir zaman Peygamberi doğdu. Onun iki kürek kemikleri arasında Peygamberlik mührü vardır.
Meclis dağılıp herkes evlerine gidince, kimileri ailelerine Yahudi’nin sözlerini haber verdiler. Bunun üzerine “Abdulmuttalib’in bir torunu olmuş. İsmini de Muhammed koymuşlar” dediler.
Sabah olunca meclistekiler akşam kendilerine soru soran Yahudi’ye dün gece bir çocuğun doğduğunu söylediler. Yahudi:
-O çocuk ben size söyledikten önce mi,yoksa sonra mı doğdu, dedi. Oradakiler çocuğun kendilerine haber vermeden önce doğduğunu söylediler. Yahudi’yi peygamber efendimizin evine götürdüler Yahudi çocuğu görmek isteyince Peygamber efendimizi getirdiler. Yahudi sırtındaki peygamberlik mührünü görünce düşüp bayıldı. Ayılınca:
-Vallahi artık Yahudilerin elinden peygamberlikte, kitapta gitti. Bu İshakoğullarının hükümlerinin kalmayacağına, bilginlerinin de itibarlarının kalmayacağına verilmiş bir hükümdür. Araplar Peygamberlikle büyük bir şeref ve izzet kazanacak…
 Yahudiler ki Medine’de Araplarla beraber yaşıyorlardı.  Zaman zaman onlarla kavgalar eder ve atışırlardı. Atıştıklarında:
-Yakında son peygamber zuhur edecek. Bizler onunla olup sizleri Ad ve İrem kavimleri gibi helak edeceğiz diyorlardı.  
Peygamber Efendimizin doğduğu gece bir başka Yahudi gökyüzünde daha önce görmediği bir yıldız görmüştü. Bunu bir peygamberin doğumuna işaret sayarak damına çıkıp bütün avazıyla:
-Ey Yahudi topluluğu!  Bu gece Ahmet’in yıldızı doğdu demişti.
Annesi, Hz. Amine ‘den bildirilene göre Efendimize hamile iken hamile kadınların çektiği hiç bir sıkıntıyı çekmemiş,  doğum öncesi ve doğum sonrasında her hangi bir acı çekmemiştir. Peygamber Efendimiz doğunca kendisinden çıkan bir nurun doğuyu ve batıyı aydınlattığını görmüştür.
Peygamber Efendimiz’in doğduğu gece dünyanın zalim idarecelerinden Kisra’nın sarayının ihtişamlı on dört sütunu yıkılmış, sarayda  dehşet  ve  korkuya  sebep  olmuştur.
İran’ın  Istahrıbat  şehrinde  bin  yıldır  sönmeyen  Mecusiler’in    kutsal  ateşi  Peygamber  Efendimiz’in  doğduğu  gece  sönmüştü.
Kudsiyet arzedilen Save  gölünün suları çekilip  kurumuş,  Irak’ta ise Fırat  Nehri’nin  yakınlarındaki Semave vadisi ise sularla dolmuştu.
İran’ın baş kadısı ve din adamı Nubezan rüyasında bazı başıboş develeri bir sürü Yörük atlarını önlerine katarak Dicle ırmağını geçerek İran topraklarına kadar ulaştıklarını görmüştü.
Bu dört olayın aynı gece ve saatlerde meydana geldiği Kisra’ya haber verildiğinde, Kisra bunları kâhinlere yorumlattı. Bütün kâhinler 14 hükümdar sonra Sasani imparatorluğuna Araplar tarafından son verileceğine yormuşlardır.
Efendimizin doğduğu gece annesinin yanında bulunan Şifa hatun o gece her tarafı bir nurun kapladığını şahit olmuş ve bunun daha sonra oğlu Abdurrahman bin Avf(r.a)’ a anlatmıştı. Bütün bu olaylar yeni bir ufkun aydınlık bir geleceğin tüm dertlere çare olacak kutlu bir misafirin habercisiydi. Kainat Efendisi dünyaya teşrifleriyle zulüm ve zorbalığın sembollerini yerle bir etmiş, çirkin tabiatlı, pis kokulu mekanlar ortadan kalktı. Coşkun gönüller misali akan seller vadileri doldurdu. Dünya seması nihayet hidayet güneşine kavuştu. 
Hz. Muhammed (sav) Miladdan sonra 571 senesinde, 20 Nisan pazartesi gecesi sabaha karşı, Mekke'de doğdu. Abdülmuttalib, torununun doğumu şerefine verdiği ziyafette çocuğun adını soranlara:"Muhammed adını verdim. Dilerim ki, gökte Allah yeryüzünde halk, O'nu hayırla ansınlar..." cevâbını verdi. Annesi de ona "Ahmed" dedi. Muhammed, üstünlük ve meziyetleri anılarak çok övülen demektir. Ahmed ise yaratıcımızı yüce sıfatları ile öven, hamd eden kimse demektir.
Hz. Peygamber Arap yarımadasının batısındaki Hicaz bölgesinde yer alan Mekke şehrinde dünyaya geldi. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bunun sebebi o sırada Araplar arasında belirli bir takvimin kullanılmamasıdır. Genel kabul gören kanaate göre Fil Vakası’ndan 50-55 gün sonra Rebiülevvel ayında (Nisan) Pazartesi günü dünyaya gelmiştir. 
Hz. Muhammed (sav)’in babası, Kureyş’in Beni Haşim kolundan Abdullah bin Abdülmuttalib, annesi ise Kureyş kabilesinin Beni Zühre koluna mensup Vehb bin Abdümenaf’ın kızı Amine’dir. Hz. Peygamber onların evliliklerinden dünyaya gelen biricik çocuklarıdır.
Hz. Peygamber’in babası Abdullah, akranları arasında çok beğenilen yakışıklı bir gençti. Yüzünde diğer gençlerde bulunmayan bir güzellik ve parlaklık vardı. Bunun Hz. Peygamber’e ait “nübüvvet nuru” (peygamberlik nuru) olduğu kabul edilir. Rivayete göre Abdullah’ın babası (Hz. Peygamber’in dedesi) Abdülmuttalib Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkarıp onardığı sırada Kureyş’in bazı ileri gelenleri onu alaya alıp küçük düşürmek istemişlerdi. O sırada Haris’ten başka oğlu olmayan Abdülmuttalib onlara karşı savunmasız bir durumda olduğundan, on oğlu olursa birini Allah’a kurban edeceğine dair adakta bulunmuştu. Bir süre sonra duası gerçekleşip on oğlu dünyaya geldiğinde gördüğü bir rüyada kendisine adağı hatırlatılmış, o da oğullarından hangisini kurban edeceğini belirlemek için kuraya başvurmuştu. Kura o sırada en küçük oğlu olan Abdullah’a çıkınca onu kurban etmeye karar vermiş ancak buna başta kızları olmak üzere pek çok kimse bu karara karşı çıkmıştı. Adağını yerine getirebilmek için bir çözüm arayan Abdülmuttalib kendisine yapılan bir tavsiye doğrultusunda Abdullah ile o günkü örfe göre diyet olarak kabul edilen on deve arasında kura çektirmiş, fakat kura yine Abdullah’a çıkmıştı. Abdülmuttalib deve sayısını onar onar artırarak kuraya devam etmiş, sayı yüze ulaşınca kuranın develere çıkması üzerine 100 deve kurban etmişti. Böylece çok sevdiği oğlu Abdullah’ı da kurtarmıştı. Bundan dolayı Hz. Peygamber, hem babası Abdullah’ın hem de büyük atası Hz. İbrahim (as)’in oğlu Hz. İsmail (as)’in kurban edilmekten kurtulmuş olduğunu kastederek “Ben iki kurbanlığın oğluyum” demiştir. Ne yazık ki, eski insan topluluklarında insan kurban etme geleneksel bir davranıştı.
Abdullah gençlik çağına ulaştığında kendisine gelen birçok evlilik teklifini kabul etmemiş, nihayet babasının teşebbüsüyle Vehb’in kızı Amine ile evlenmiştir. Abdullah’ın bu sırada on sekiz yaşında olduğu anlaşılmaktadır. Abdullah ticaret için gittiği Suriye’den dönerken Yesrib’e (Medine) uğramış ve orada babasının dayıları olan Adî bin Neccar oğullarını ziyaret etmişti. Ancak bu sırada hastalanıp akrabalarının yanında bir ay kadar hasta yattıktan sonra vefat etmiş ve Medine’de defnedilmiştir. Abdülmuttalib Abdullah’ın hastalığını haber alınca büyük oğlu Haris’i Yesrib’e göndermiş ancak o daha şehre ulaşmadan kardeşi vefat etmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber yetim olarak dünyaya gelmiştir.
Hz. Peygamber’in annesi Amine Kureyş kızları arasında iyi bir yere sahipti. Babası Vehb de Zühre oğullarının ileri gelenlerinden biriydi. Abdülmuttalib, oğlu Abdullah’ı yanına alarak Amine’yi babasından veya diğer bir rivayete göre amcası Vüheyb’den istemiş, olumlu cevap verilmesi üzerine evlilik gerçekleşmiştir. Zamanın gelenekleri doğrultusunda evliliğin ilk üç günü Amine’nin evinde geçmiştir. İslâm kaynaklarında Hz. Muhammed (sav)’in ana rahmine intikalinden doğumuna kadar geçen zaman içinde bazı olağanüstü olayların meydana geldiğine dair değişik rivayetler yer almaktadır. Bir rivayete göre Amine Hz. Peygamber’e hamile olduğu sırada bir rüya görmüş, rüyada kendisine önemli bir kişiye hamile olduğuna işaret edilerek doğacak çocuğa Muhammed veya Ahmed adını vermesi söylenmiştir. Amine’nin doğum sancısı çekmediği de bu rivayetler arasındadır. Yine meşhur rivayete göre Hz. Peygamber sünnetli olarak doğmuştu. Ayrıca melekler tarafından yıkanmış ve sırtına peygamberlik mührü vurulmuştu.

ÇOCUKLUĞU ve GENÇLİĞİ

Efendimiz kutlu doğumunun ardından bir süre annesi Âmine’nin yanında kalır, daha sonra gelenek olduğu üzere sütanneye verilir. O zamanlar ki inanışa göre çocukların sütanneye verilmesinde ki temel sebep çocukların şehir yerine daha sağlıklı olan çöl havasında büyümelerini sağlamak ve konuşma çağında fasih Arapça öğrenmelerine imkân vermekti. Hz. Peygamber de bu geleneğe uyularak Hevâzin kabilesinin Sad bin Bekir koluna mensup Halime bint Ebû Züeyb’e verildi. Halime, sütanneliği yaparak geçimini sağlayan diğer çöl insanı olan bedevi kadınlarla ve kocası ile birlikte  aynı zamanda bir kıtlık yılı olan o zamanda  Mekke’ye gitmişti. Lakin geçimlerine kolaylık saplamak için genellikle tercih edildiği üzere zengin bir aile çocuğu bulamamıştı. Ayrıca Efendimizin yetim olduğunu öğrenince de O’nu almakta tereddüt göstermişti.  Buna rağmen Mekke’den boş dönmemek için sütanneliği yapmak üzere O’nu yanında götürmeye karar vermişti. Nihayet efendimiz iki yıl sütannesi Halime’nin yanında kalır. Sonrasında Mekke’ye geri getirilir. Amine ise, çöl havasının çocuğuna yaradığını gördüğü, bazı rivayetlere göre ise o sıralarda Mekke’de veba salgını bulunduğu için onun bir müddet daha Halime’nin yanında kalmasını ister. Peygamberimiz bu kez dört veya beş yaşına kadar daha sütannesinin yanında kalır. Sonra da Mekke’ye getirilerek annesine teslim edilir. Hz. Peygamber’in sütbabası Haris bin Abdüluzza, sütkardeşleri de Abdullah, Üneyse ve Şeyma idi. Rivayete göre Halime ve Haris, Muhammed (sav)’i yanlarına aldıktan sonra ailecek bolluk ve berekete kavuştular; deve ve koyunları eskisinden çok daha fazla süt vermeye başladı. Halime ve Haris’in baştan beri birçok olağanüstü özelliğine şahit oldukları, efendimiz hakkında olup biteni izah edememekten kaynaklanan bir endişe yaşadıkları ve bu harikulade çocuğu ailesine iade etmenin daha doğru olacağını düşünmeye başlamışlardır.
Ailesine bırakılan efendimiz altı yaşına geldiğinde annesi Amine O’nu da cariyesi Ümmü Eymen’le birlikte yanına alarak Yesrib’e (Medine) götürdü. Burada hem babası Abdullah’ın mezarını hem de Abdülmuttalib’in annesi dolayısıyla ailenin dayıları sayılan Beni Neccar mensuplarını ziyaret ettiler. Amine, Yesrib’de bir ay kadar kaldıktan sonra Mekke’ye dönerken Medine’ye yaklaşık 190 km. uzaklıkta bulunan Ebva denilen yerde hastalanır ve genç yaşta rabbine kavuşur. Hz. Amine’nin, ölümünden kısa süre önce küçük yavrusuna bakarak şöyle söylediği anlatılır: “Her yaşayan ölür. Her yeni eskir. Her çok azalır. Her büyük yok olur. Şüphesiz ben de öleceğim, ama devamlı anılacağım. Çünkü dünyaya oğlumu hayırlı bir gelecek olarak bırakıyorum.” Annesinin beklenmedik ölümüyle öksüz kalan efendimiz, Ümmü Eymen tarafından Mekke’ye getirilip dedesi Abdülmuttalib’e teslim edildi.
Dede Abdülmuttalib çok sevdiği ve genç yaşta kaybettiği oğlu Abdullah’ın değerli hatırası olan Muhammed (sav)’e büyük özen gösteriyordu. Sofraya onunla birlikte oturup yemek yiyor; onu zaman zaman Kâbe duvarının gölgesindeki minderine oturtuyor; Darünnedve’deki toplantılara başkanlık ederken yanına alıyor; bütün davranışlarıyla O’na baba şefkati ve sevgisinin eksikliğini hissettirmemeye çalışıyordu.
Daru’n-Nedve; cahiliye Mekke’sinde Mekkeli müşriklerin toplantı ve istişare yeridir. Buraya ‘‘şehir meclisi’’ ya da cahiliyye devri ‘‘Mekke şehir devletinin parlamentosu’’ da diyebiliriz.  Oligarşinin hâkim olduğu Mekke’de, Daru’n-Nedve; şehrin idari meclisi, bir nevi hükümeti gibi çalışmaktaydı.
Yaşı seksenin üzerinde olan Abdülmuttalib o sırada sekiz yaşındaki torunu Muhammed (sav)’in bakım ve himayesini amcası Ebu Talib’e verdikten kısa bir süre sonra ecel şerbetini içti. Ebu Talib Hz. Peygamber’in babası Abdullah’ın anne-baba bir kardeşi idi. Ebu Talib, yeğenini çocuklarından fazla sevdi, O’nun uğurlu olduğuna inandı ve iyi yetişmesi için de özel bir gayret sarfetti. Çıktığı bazı seyahatlerde onu da yanına alırdı. Nitekim Hz. Muhammed (sav)’in dokuz (veya on iki) yaşında bulunduğu sırada amcası ticaret amacıyla Suriye’ye gitmeye karar verdiğinde O da amcasıyla birlikte yanında gitmek istedi. Yeğeninin bu konudaki ısrarlı isteğini gören Ebu Talib O’nu yanına aldı. Kervan yola çıktıktan bir süre sonra Suriye topraklarındaki Busra’da konakladı. Burada bir manastırda yaşayan Bahira adlı rahip kafileyi yemeğe davet etti. Bahira amca Ebû Talib’e, küçük Muhammed (sav)’in İncil’de gönderileceği vaad edilen peygamber olduğuna dair işaretler taşıdığını söyler.Sonra da başına gelebilecek bazı tehlikelere dikkat çekmiş ve onu iyi korumasını tavsiye etmiştir. Ebu Talib bunun üzerine endişelenerek seyahatini yarıda kesip Mekke’ye döndü.
Hz. Muhammed (sav)’in henüz on yaşlarındayken, kalabalık bir aileye sahip bulunan amcası Ebû Tâlib’e yardımcı olmak amacıyla bir süre çobanlık yaptığı da bilinmektedir. Peygamberliği döneminde O, bu hatırasına atıfla “Hiçbir peygamber yoktur ki koyun gütmüş olmasın” buyurmuştur. Etrafında bulunan sahabelerin “Siz de mi koyun güttünüz ya Rasulallah?” şeklindeki sorusu üzerine “Evet. Ben de Mekkelilerin koyunlarını güttüm” cevabını vermiştir.
Ebu Talib’in hanımı Fatıma bint Esed Muhammed (sav)’e kendi çocuklarından daha fazla ilgi gösterdi. Efendimizde büyüdüğünde yengesinin iyiliklerini hiçbir zaman unutmadı. Onu Medine’deki evinde ziyaret eder, zaman zaman orada öğle uykusuna yatardı. Yengesi vefat ettiğinde çok üzülmüş, gömleğini ona kefen yapmış, cenaze namazını da kendisi kıldırmıştır. Ölümünden duyduğu üzüntüyü etrafındakilere anlatırken şöyle diyerek vefa duygusunu göstermiştir: “Ben onun himayesine muhtaç öksüz bir çocuktum. O kendi çocukları aç olduğu halde beni doyururdu. Kendi çocuklarını bırakır benim saçlarımı tarardı. O benim annem gibiydi.” Ebu Talib, peygamberliğinden sonra da yeğeninin yanında yer aldı ve onun İslam’ı kabul etmesi için yaptığı ısrarlı tekliflerini cevapsız bırakmakla birlikte kendisini korumak için elinden geleni yapmaya çalıştı.
***  

Araplar arasında çok oğul sahibi olmak büyük bir güç ve onur sahibi olmak demekti. Çok oğul sahibi olmak içinde mümkün olduğunca küçük yaşlarda ve çok kadınla evlenmek gerekiyordu. Arabistan ikliminden dolayı insanların ergenliğe ulaşmaları bizim coğrafya insanlarına göre daha erken yaşlardaydı.   
Efendimizde yirmi yaşına gelmiş ama henüz evlenmemişti. Arap gelenek ve göreneklerine göre geç kalmış sayılırdı. Şüphesiz ki evlenememesinin en büyük nedeni son derece fakir oluşuydu. Ayrıca hem yetim, hem öksüzdü. Babasından kendisine bir cariye, beş deve, bir kaç koyun, bir kılıç ve bir miktarda gümüş para miras kalmıştı ki onunda miktarı evlenmek için dönemin şartlarına göre çok azdı.
Peygamberimiz bu gençlik döneminde Erdemliler Hareketindeki sosyal statüsünün yükselmesiyle gerek akrabaları tarafından gerekse diğer Kureyşîler tarafından sık, sık ticaret kervanlarına davet edilmeye başlandı. Bir keresinde son anda hasta olarak sefere çıkamayan bir tüccarın kervandaki mallarını teslim almış, akabinde başarılı bir ticaret yapmıştı. Genç Muhammed (sav) artık Kureyşiler arasında bu konuda aranan bir eleman durumuna gelmiş, hayatını rahatlıkla kazanmaya başlamıştı. Kazancının artması ise dolayısıyla evlilik imkânının artması demekti.
Muhammed (sav) sekiz yaşından beri amcası Ebu Talib’in ailesinin içinde idi. Onlar Muhammed’i, Muhammed’de (sav) onları sevmekteydi. Bu sevgi son derece içten ve güçlüydü.
Genç Muhammed (sav) amcası Ebu Talib’in kızlarından Fahite’yi çok beğeniyordu. Aşık olmuştu. İki genç arasında güçlü bir sevgi oluşmuştu. Efendimiz hayatını kazanmaya başladığı zaman amcasından Fahite’yi kendisi için istedi. Ancak o zamanki Araplarda evlilikler pek çok sosyal ve siyasal nedenlere dayanırdı. Duygusal nedenlere pek de önem verilmezdi. Ebu Talib’in de kızı Fahite için bazı düşünceleri, planları vardı.
Kısa süre önce Mahzum kabilesinden dayısının oğlu Hübeyre Fahite’yi istetmişti. Hübeyre kabilesi içinde iyi bir konuma sahip olduğu gibi Ebu Talip gibi iyi bir şairdi. Şairlik önemli bir statüydü. Ebu Talib kızını Hübeyre ile evlendirmekle iyi ve zengin bir damat kazanmakla kalmayıp aralarındaki akrabalık bağları güçlenecekti. Mahzum oğulları gibi Kureyşîler içinde gün güne gücü artan bir müttefikte kazanacaktı.
Yeğenini çok sevmekle birlikte böyle bir evlilik için O’nu henüz bu evliliğe hazır bulmuyordu. Fakat yeğeni Muhammed’i de  kırmak istemiyordu. Bu nedenle Ebu Talib’in kızı Fahite konusunda Muhammed’e (sav) verdiği cevap oldukça politik oldu.
 -“Ey Muhammed! Ey kardeşimin oğlu! Fahite’yi Mahzum oğullarından Hübeyre istemektedir. Onlar daha önce kızlarından bir kızı bize vermişlerdi. Cömertlik yapanlara cömertlik yaparak karşılık verilmelidir” dedi.
Ebu Talib burada Mahzum oğullarının kendilerine verdikleri kız olarak Annesi Fatıma Bint-i Amr’ı kastetmekteydi.
Genç Muhammed (sav) amcasının kızını kendisine vermek istemediğini anladı. Bu konuyu da bir daha hiç açmadı.
Fahite Hübeyre ile evlendirildi. Ondan Hani isminde bir oğlu oldu ve Ümmü Hani  diye künyelendi. Muhammed’in (sav) Fahite’ye karşı olan duyguları onun evliliğinden sonra güçlü bir saygıya dönüştü. Sık sık ziyaretlerine gider, kuşluk uykusunu onun evinde uyur, bazı gecelerde yanlarında misafir kalırdı. Miraç olayı efendimizin Ümmü Hani’lerde misafir olarak yatıya kaldığı bir gecede gerçekleşmiştir.
Fahite konusunda genç Muhammed’in (sav) uğradığı düş kırıklığı ve bunun sonucunda oluşan iç sızlatan gönül yarası ruhunu bir parça daha hassaslaştırdı. O ise her şeyin olduğu gibi bununda ezelden kurgulanmış mükemmel bir planın gereği olduğunu henüz bilmiyordu. Eğer Fahite ile evlenseydi daha sonra Hz. Hatice  annemizle  evlenmesi mümkün olmayabilirdi. Şüphesiz ki Hz. Hatice’nin   kişiliği daha sonra sırtına yüklenecek olan o ilâhi görevin ağırlığını kaldırmasında en büyük desteği olacaktı. Fahite’nin ise kişiliğiyle bu ağır yükü kaldırmasında yardımcı olması ise mümkün değildi. Bu nedenle genç Muhammed’in (sav) çok istemesine rağmen Fahite ile değil de Hz. Hatice ile evlenmesi bu ilâhi görevin gerçekleşmesi yönünden daha uygundu.

***
Cahiliye dönemi’nde Arap kabileleri arasında çeşitli sebeplerle sık sık savaşların çıktığı bilinmektedir. Öyle ki, kan dökmenin yasak olduğu haram aylarda (Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Receb) bile savaşların yapıldığı olurdu. Haram aylarda cereyan ettiği için bu savaşlara Ficâr savaşı adı verilirdi. Efendimizde gençliğinde böyle bir savaşa katılmak durumunda kalmıştı. O’nun müttefik Kureyş-Kinâne ve Kays-Aylân kabileleri arasında çıkan şiddetli savaşa amcalarıyla birlikte katıldığı ancak fiilen savaşmayıp amcalarına ait eşyaları koruduğu, ayrıca gelen okları da kalkanla karşılayıp toplamak suretiyle amcalarına verdiği bu konudaki farklı rivayetler içinde tercih edilen bir görüştür. Onbeş yaşlarındadır.
Hz. Muhammed (sav) yirmi yaşında olduğu sırada Hilfü’l-fudûl adı verilen antlaşma için yapılan toplantıya katıldı. Toplantı Mekke’ye hac ve ticaret için gelen zayıf ve güçsüz kimselere yapılan haksızlıklar, ayrıca sık sık ortaya çıkan kabileler arası savaşlar karşısında Hz. Peygamber’in amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib’in girişimiyle Mekke’nin en zengin, yaşlı ve nüfuzlu kabile reisi durumundaki Abdullah b. Cüd‘ân et-Teymî’nin başkanlığında yapıldı. Bir sivil toplum örgütü konumundaki “Erdemli insanların yemini” anlamına gelen bu hareket içinde yer alanlar, yerli veya yabancı olsun haksızlığa uğrayan herkesi koruyacaklarına, hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceklerine ve birbirlerine maddî yardımda bulunacaklarına yemin etmişlerdi. Kendisi peygamberliğinden sonra da bu ittifaktan övgüyle bahsetmiş ve şöyle demiştir: “Ben Abdullah b. Cüd‘ân’ın evinde yapılan bir antlaşmaya katılmıştım ki bunu güzel ve kızıl develere değişmem. Bugün de böyle bir antlaşmaya çağrılsam tereddüt etmeden giderim.”
Son Ficar harbinde çok kan dökülmüştü. Mekke’de asayiş alabildiğince bozulmuş, huzur diye bir şey neredeyse hiç kalmamıştı. Bu dönemde Mekke’de güçlüler zayıfları acımasızca eziyor, haksızlıklar almış başını gidiyordu. Gerek Mekke yerlilerinin, gerekse Mekke’ye dışarıdan gelen turist ve tüccarların mal, can ve namus güvenlikleri yoktu.Yağma ve çapulculuk arapların adeti haline gelmişti. Kısaca Mekke’de bir azgın, bir kudurmuş karanlık bir devir yaşanıyordu. Akraba akrabaya düşman olmuş, kardeş kardeşi boğazlar hale gelmişti. Merhum Mehmet Akif’in ediği gibi, “ Dişsiz mi bir insane, onu kardeşi yerdi.” Hırsızlık adeta profesyonel bir meslek haline gelmişti. Mal adına ne bulunursa çalınıp aşırılırdı. Mekke’ye dışarıdan gelenlerin bazen malları ucuza alınıyor, bazen de hiç para vermeden gasp ediliyordu. Hatta dışarıdan gelenlerin yanlarında ki eşleri ve kızları ellerinden zorla alınarak Mekke’de alıkonuluyordu. Aciz ve güçsüzler her türlü kötü muameleye maruz kalıyorlar, dertlerini anlatacak resmi ve gayri resmi bir makam bulamıyorlar, haksıza da karşı koyamıyorlardı. Böyle bir dönemde Yemen’in Zebid kabilesinden birisinin, bir deve yükü malı gasp edilmişti. O da Ebu Kubeys dağına çıkarak uğradığı zulüm ve hakareti bütün Mekke’lilere yüksek sesle avazı çıktığtnca bağırarak duyurdu ve insanlardan yardım istedi. Mekke’nin aklı başında ileri gelenlerini, Haşim, Zühre ve Teym ailelerini, Peygamberimizin amcası Zübeyr bir araya getirdi. Mekke’nin yaşlı, zengin ve itibarlılarından olan Abdullah b. Cuda’nın evinde toplandılar. Hilful-fudul (Erdemliler) cemiyetini kurdular. Cemiyetin gayesi, Mekke’de ister yerli, ister yabancı olsun, zulme uğramış kimse bırakılmayacaktır. Bu işe, denizlerin suyu kalmayıncaya, Hıra ve Sebir dağları yerlerinden silinip gidinceye ve gerekirse Kabe’de ibadet ortadan kalkıncaya kadar devam edilme kararı alındı. Efendimiz de 20 yaşında bir delikanlı olarak bu asıl duygularla ve güzel gayelerle kurulan cemiyete davet edilmiş, kaydolmuş ve aktif görev almıştır.
 O günlerde Mekke’ye ürettiği malını satmaya gelen bir yabancının malına şefkat peygamberinin amcası Ebu Cehil, değerinin çok altında fiyat vermiş, adam da malını o fiyata vermemişti. Fakat Ebu Cehil’in korkusundan kimse daha fazla para verip bu malı almıyordu. Adam malını değer fiyatından satamadığı için mağdur olmuştu. Bunu duyan efendimiz pazara gitmiş, adamın malını değerini vererek satın almış ve Ebu Cehil’e rağmen adamı mağduriyetten kurtarmıştı. Bu olayla Efendimiz ilk defa Ebu Cehil’e karşı koymuş oluyordu. Bir gün, Ebu Cehil’e iki yıl önce veresiye yüklü miktarda mal satan ve hala parasını alamadığı için mağdur olan bir yabancı tüccar, Hilful Fudul cemiyetine gelerek derdini anlattı ve şikayette bulunarak yardım istedi. Oradakiler tüccara; “ Muhammed-ül Emine git ve derdini O’na anlat” dediler. Peygamberimizin lakabı artık Muhammet’ül Emin idi. Yani güvenilir Muhammed! Adam Efendimize derdini anlatınca, Peygamberimiz tüccarı yanına alarak Ebu Cehil’in evine gitti. Bunu gören birçok Mekke’li de oraya gelerek geriden olacakları seyretmeye başladılar. Herkes Ebu Cehil’in Peygamber Efendimize neler yapacağını görmek istiyordu. Efendimiz kapıyı çaldı. Ebu Cehil kapıyı açtı. Genç Muhammed (sav) durumu anlatarak, “ Bu adamın parasını hemen getir ver” dedi. Ebu Cehil içeri girdi, parayı getirerek adamın borcunu ödedi. Efendimiz de adamı oradan alarak ayrıldı. Olayı seyredenler dışarıda; “ Yazıklar olsun sana, senin şanına ününe, yirmi yaşındaki Muhammed’in korkusundan dediklerini yaparak mağlup oldun. Ondan korktun, hani senin şanın şöhretin nerde kaldı, yoksa bizim bildiğimiz, herkesin korkusundan titrediği Ebu Cehil öldü mü ” diye bağırıyorlardı. Ebu Cehil hışımla dışarı çıktı, bir türlü dağılmayıp bağırarak kendisini ayıplayanlara dedi ki; “ Şunu bilin ki, ben Muhammed’ten korkmuş değilim. Muhammed kapımı çalınca evimde bir zelzele başladı, kapıyı açmayacaktım amma, ev başımıza yıkılacak diye korktuğum için kapıyı açmak zorunda kaldım. Muhammed bana; “ Bu adamın sende alacağı varmış, hemen getir ver parasını” dediğinde, ben parayı vermeyecektim amma, o esnada Muhammad’in sağ ve sol omzundan başlarını uzatmış ağzı köpüklü iki azgın deve, parçalayacak gibi bana bakıyorlardı, eğer borcumu ödemezsem bunlar beni de belki hane halkımı da ezip öldürürler diyerek koktum ve adamın borcunu ödedim, yoksa ben Muhammed’ten korkmuş değilim” dedi. Ve halk oradan dağıldı. Böylece Peygamber Efendimiz, Allah’ın izni ve yardımıyla Mekke’lilerin karşı konulmaz sandıkları Ebu Cehil’i ikinci defa mağlup etmiş oldu. Artık halk Ebu Cehil’in kudretini sorgulayıp, onun yenilmez bir insan olmadığı kanaatine vardı.
Bildiğimiz gibi ilk defa Hz. İbrahim (a.s.) ile oğlu Hz. İsmail (a.s.) tarafından Allah’ın emri üzerine yapılan Kabe, tarih  boyunca zaman zaman küçük ve büyük onarımlar geçirmiştir. Kabe ilk yapıldığında üstü açıktı. Yağan yağmurlar içeriden ve dışarıdan duvarların zarar görmesine sebep oluyordu. Kabenin ilk çatısı, Peygamber Efendimizin dedelerinden Kusay b. Kılab tarafından, Kabe yeniden inşa edilirken yaptırılmıştır. Kabenin içinde bir kuyu vardı. Burası hazine ambarı gibi kullanılıyor, Kabe’ye gelen hediyeler buraya konuyordu. Yağmur sularının Kabe’nin bir kısım duvarlarını yıktığı bir sırada, korumasız kalan bu kuyudan hırsızlar bir şeyler çalmıştı. Bu yüzden Kureyşliler Kabe’yi yeniden inşa etmeye karar verdiler. Kabe’nin bu onarımı,  Efendimizin gençliği döneminde yapılmıştır. Bu onarımda Kızıldeniz’de Cidde yakınlarında kazaya uğrayan bir Rum tüccarına ait geminin keresteleri, bu maksatla Cidde’ye gönderilen Velid b. Mugire tarafından satın alınarak Kabe’nin inşaatında kullanılmıştır.  O sırada orada bulunan Yunanlı bir mimarda Mekke’ye getirilerek, inşaatın yapımına nezaret etmesi sağlanmıştır. Bu büyük onarım esnasında, Kureyşli aileler arasında “ Hacer-i Esved’i” yerine koyma konusunda anlaşmazlık çıkmış, sen koyacaksın, ben koyacağım derken kan dökülmek aşamasına gelmişlerdir. Mekkenin ve Kureyşin en yaşlısı olan Ebu Ümeyye b. Mugire; “ Durun, kavga edip kan dökmekle elinize bir şey geçmez. Yarın sabah Safa kapısından girecek ilk zatın hakemliğini kabul edin, hakem nasıl isterse anlaşmazlığı öyle çözelim, ne dersiniz?”dedi. yapılan bu  teklif kabul edildi. Sabahleyin Kureyş ileri gelenleri, Safa kapısından ilk girecek zatı beklerken, efendimizin geldiğini görünce hepsi sevindiler. Çünkü O’na, “ El emin” diyorlardı. O’nun doğruluğundan, dürüstlüğünden ve tarafsızlığından emindiler ve hepsi de O’na güveniyorlardı. Durum genç Muhammed’e (sav) anlatılınca O da, bir kilim istedi. Kilim getirildi. Herkes ne yapacağını merak ederken, genç Muhammed (sav) kilimi yere serdi. Hacer-i Esved’i kilimin üzerine koydu. Her kabileden bir kişi seçti. Bu kişilere kilimden tutmalarını rica etti. Herkes kilimin bir ucundan tuttu. Böylelikle Hacer-i Esved’i yerine koyma konusunda herkes ortak şerefe nail olmuştu. Kilimden tutanlar taşı konacağı yere kadar kaldırdılar. Genç Muhammed (sav) taşı kendi eliyle yerine yerleştirdi. Böyle basit fakat kimsenin aklına gelmeyen bir yöntemle hem kavga önlenmiş   hem de  her kabile Hacer-I Esvet’in yerine konmadaki şerefe nail olmuş oldu. Efendimizin bu hakemlik olayı, O’nu Mekke halkı karşısında onurlandırmış, halk nezdinde saygınlığının ve güvenirliliğini  daha da artırmıştı.O artık halkın gözünde, toplumsal olaylarda da, millete önderlik yapacak, halkın ihtiyaçlarının karşılanması için tedbirler üretecek ve sosyal olaylarda önderlik yapacak güvenilir bir lider olma kapasitesine sahip bir kişi olmuştu.   
 Hz. Muhammed (sav) Mekke’deki birçok Kureyşli gibi ticaret ile meşgul olmuştur. Kumaş ve tahıl ticaretiyle uğraşan Ebû Tâlib’e yardım etmek suretiyle ticaret hayatına başlayan Hz. Muhammed (sav) amcasının yaşlandığı yıllarda kendisi ticarete devam etti. Bu dönemde Hz. Muhammed (sav)’in çeşitli yerlere ticaret amacıyla seyahat ettiği bilinmektedir. Ergenlik çağında Hubâşe panayırına, bir veya iki defa Yemen’e, ayrıca Doğu Arabistan’daki Muşakkar ve Debâ panayırlarına, hatta Habeşistan’a gittiği tesbit edilmektedir. Bu seyahatler sebebiyle bir taraftan ticari hayatın gereklerini öğrenirken diğer taraftan Arabistan’ın muhtelif yerlerinde yaşayan insanları yakından tanıma, onların dil ve lehçelerini, dinî, siyasi ve sosyal durumlarını öğrenme imkânını elde ediyordu. Kaynakların ittifakıyla Cahiliye döneminin yaygın kötülüklerinin hiçbirine bulaşmaksızın temiz bir hayat yaşayan ve yirmi beş yaşlarına gelen Hz. Muhammed (sav) çevresinde iffeti, mertliği, merhameti ve hak severliğinin yanısıra ticaret hayatında da doğruluğu ve güvenilirliği sebebiyle “Muhammedü’l-emîn” veya sadece “el-emîn” unvanıyla bilinmekteydi. Mekkeli tacirlerden Kays b. Sâib, Hz. Muhammed (sav)’le birçok ticari iş yaptığını ve ondan daha iyi bir ortağa rastlamadığını belirterek şöyle demiştir: “O ticari bir yolculuğa çıkacağı zaman kendisine bazı işleri havale ettiğim olurdu. Seyahatten döndüğünde benim tamamen memnun kalacağım bir şekilde hesap görmeden kendi evine çekilip gitmezdi. Buna karşılık ben seyahate çıktığımda bana bir iş havale ederse dönüşümde herkes bana kendi işleri ile ilgili hususları sorup dururken O, bana sadece sağlık ve afiyette olup olmadığımı sorardı.”

EFENDİMİZ EVLENİYOR

El Emin 25 yaşlarına ulaşmıştı. Sevdiceği amcası Ebu Talib'in maddi olarak kıt kanaat geçindiği, zor zamanlar geçirdiği günlerdi. Ekonomik durumların çok iyi olmaması ile birlikte amca Ebu Talib'in bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi vardı.
O günlerde Mekke'den kalkacak olan bir ticaret kervanı vardı. Lakin kervanın başında kimin olacağı henüz belirlenmemişti. Bu yüzden Ebu Talib genç Muhammed’i  karşısına alarak kendisine;
“Ey kardeşimin oğlu, yeğenim! Biliyorsun ki ben, mal ve mülkü olmayan bir adamım. Gün geçtikçe sıkıntılarımız da giderek artıyor. Ne yazık ki gelen her yeni sene de, hoşumuza gitmeyecek yeni sıkıntılarla birlikte geliyor. Ne malımız kaldı ortada, ne de bir ticaretimiz!”dedi.
Bunları söylerken Ebû Tâlib’in yüzünde, yanlış bir işe adım atma ihtimalinden kaynaklanan bir endişe de okunuyordu. Belli ki, zor bir kararın arefesindeydi. Aslında sözün gidişatından bir teklif geleceği belli oluyordu. 
“Duydum ki kavmin, Şam taraflarına ticaret için bir kervan tertip etmiş. Huveylid’in kızı Hatice de, bu kervanda görevlendireceği, ticaretinde kendisine ortak güvenilir bir adam arıyormuş. Her ne kadar ben senin, Şam taraflarına gitmenden hoşlanmasam da ve oradaki kıskanç ve fesat bazı din adamlarının sana bir kötülük yapmalarından endişe edip korksam da, nihayetinde çaresizim. Hani, ona bir gitsen…Sanıyorum ki, sana duyduğu güven, emniyet ve senin temiz fıtratın sebebiyle bu iş için başkaları yerine ihtimal ki seni tercih edecektir”
Peygamberimiz için ise bu zor alınacak bir karardı. Çünkü o gidip de bir başkasının karşısında kendini ortaya koymaya ve bir şey istemeye alışık değildi. Bu yüzden de araya El Emin’in teyzesi Atike girdi. Atike aynı zamanda Hatice’nin erkek kardeşi ile evliydi. İşin aslı iki tarafı da yakından tanıyan birisiydi. Her şeye karşı tenezzülsüz davranan efendimizin bu işte de kendini ortaya koymaması için iş, Ebu Talib'e düşüyordu.O da efendimizin onayını almak için bu konuyu açmıştı zaten. Peygamberimiz de yapılan teklife “Nasıl isterseniz öyle olsun” diyerek, meseleye olumlu baktığını ifade etmişti.
Efendimizin olumlu cevabını alan amcası  Hatice'nin yanına gitti. Bu görüşmedeki  niyeti aynı zamanda genç Muhammed’in  güvenilirliğinden ve üstün meziyetlerinden bahsederek alınacak ücretin işe talip diğer kişiler ile aynı olmayacağını anlatmaktı.
Ebu Talib, Muhammedül Emin'den bahsetmeye başlayınca, Hatice'de bazı çağrışımlar oluşmaya başladı. Çünkü o amcaoğlu olan Varaka b. Nevfel'den uzunca zamandır bu özelliklerde birisinin hikayesini dinlemişti. Küçüklüğünden beri bu özelliklerde birisi kendisine anlatılmıştı. Aslında o da işi için bu özelliklerde birisini arıyordu ve şimdi de gökte aradığını adeta karşısında bulmuştu.
Hatice annemiz hayatının en kazançlı ticaretini yapmak üzereydi. Ebu Talib:
“Ey Hatice! Bu iş için iki deve ücret vereceğinin haberini aldım; yeğenim Muhammed, Emîn’dir ve ben  bunun için senden iki katını isterim”dedi.

“Ey Ebû Tâlib! Doğrusu sen, çok kolay ve hoşa gidecek bir ücret istemiş bulunuyorsun! Bundan kat be kat daha fazlasını istemiş olsaydın vallahi de ben, yine kabul eder ve tereddüt etmeden onu da verirdim. Sen bunu, hiç sevmediğim ve uzak birisi için bile isteseydin yapardım; kaldı ki sen onu, benim çok takdir ettiğim birisi için talep ediyorsun!”
Ücrette anlaşılmış ve yolculuk için bir mani kalmamıştı. 3 ay sürecek bir yolculuktu bu. Ebu Talib'in bu yolculukla ilgili kaygıları vardı. Evladı kadar değer verdiği yeğenine bir önceki yolculukta yaşadıklarını ve Rahib Bahira'nın söylediklerini hatırlatıyordu. Bu yüzden yolculuk süresince dikkatli olmasını yeğenine sıkı sıkı tembihlemişti.
Derken nihayet hareket günü geldi ve kervan büyük umutlarla yola çıktı. Efendimize yolculuğunda Meysere adında birisi de eşlik ediyordu. Meysere, onun yanından hiç ayrılmıyor ve peygamberimizi yolculuk süresince adım adım takip ediyordu. Çünkü Hatice onu bu işle görevlendirmişti.
Hatice annemiz, daha önce iki defa evlenmiş, iki kocası da vefat etmişlerdi. Bu eşlerinden kendisine bir miktar  mal mülk kalmış ve o’da bu mal ile ticaret yapıyordu.
Kendisine konumundan dolayı sürekli bir evlilik teklifi geliyordu. Hem de Mekke'nin ileri gelenleri ve en zenginleri tarafından. Ancak o bu teklifleri ısrarla kabul etmiyordu. Gelen bu tekliflerin bir çoğunun sermayeleri birleştirme ve daha çok zengin olma niyeti taşıdığının farkındaydı.Hatta  kendisine evlenme teklif edenlerden bir tanesi de Ebu Cehil'di. Onu da reddetmişti. Kimseyle evlenmeyi düşünmediğini her durumda ortaya koyuyordu.
Hatice yoğun olarak ticaretle uğraşıyordu. Bunun için kervanlar düzenliyor, ya da düzenlenen kervanlardan bir tanesinde kendi mallarını da ticaret için değişik güzergahlara gönderiyordu. İşi için gerekli adamları tutuyor, ortaklıklar kuruyor ve o dönemin uluslararası ticaret şirketlerinden birisinin başındaki başarılı bir iş kadınıydı.
Uzun bir yolculuğun ardından kervanımız  sağ salim Şam'a ulaşmıştı. Kervandaki herkes aceleyle ticaret için çarşının yolunu tutmuştu. Peygamberimiz de buraya geldiği amacı olanı gerçekleştirmek, getirdiği malları uygun fiyata satıp, yeni yükler ile geri dönmek için çarşıya gitti. Karşılaştığı bir tüccarla pazarlık yapmış ve anlaşmıştı. Ancak adam sonradan Hz. Muhammed'den ticaretlerine yönelik olarak ısrarla yemin etmesini istemişti. Bu normal bir yemin de değildi. O günün büyük putları sayılan Lat ve Uzza üzerine yemin edilmesini inatla istiyordu.
Oysa genç Muhammed  hayatının hiçbir döneminde bu putlara asla saygı göstermemiş, onlar üzerine de asla yemin etmemişti. Bu yüzden bu anlamsız isteğe tepki göstermiş ve adama şunları söylemiştir:
“Ben, onlar adına asla yemin etmem; zaten onlar kadar bana sevimsiz gelen bir şey de yok.”
Peygamberimiz adama bu şartlar altında katiyen bir anlaşma yapmayacağını, kendi şartları kabul edilmedikçe de anlaşma olmayacağını  söyler.
Meysere  bir kenardan olup bitenleri izlemektedir. Döndüğünde olan bitenleri patronu Hatice’ye  rapor edeceğinden onun için bu olaylar önemli hadiselerdi.   
Peygamberimiz adamın yanından ayrılınca tüccar Meysere'nin yanına geldi ve:
“Onu tanıyor musun? Kim bu adam?” diye sordu.
Daha Meysere’nin kendisine cevap  vermesine fırsat bırakmadan da hükmünü vermiş ve ardından şunları söylemiştir:
“Sakın O’nun peşini bırakma; şüphesiz O, beklenendir!.”

 Şam'daki alışverişler kısa sürede tamamlanmış ve kervan dönüş için tekrardan yola koyulmuştu. Herkes uzun yolculuk neticesinde çok yorulmuş ve yolculuğun en sevilen kısmı olan mola zamanı gelmişti. Bir yerde durdular ve beklenen molayı verdiler. Herkes bir kenara çekilmiş dinleniyordu. Bir yandan da yaptıkları alışverişten dolayı oluşan menfaati hesaplıyorlardı.

Genç Muhammed (sav) ise yaşlıca bir ağacın gölgesinden nasipleniyordu. Biraz sonra uzaktan koşarak mola verilen yere gelen birisi göründü. Gelen kişi uzaktan kendilerini seyreden Rahip Nastura'dan başkası değildi. Rahip, Meysere'nin yanına geldi ve soluk soluğa usulca soruverdi:
“Şu ağacın altında oturup gölgelenen kim?”
“O, Muhammed İbn Abdullah. Harem ehlinden bir genç!” diye sorulan soruyu cevapladı Meysere. Rahib'in aldığı bu kısa cevap hiç te hoşuna gitmemişti. Çünkü o, sorulan sorunun cevabını aradığı bu kişi bu kadar basitçe anlatılamazdı. Aslında sorarken de bir şeyler ima ederek sormuştu. Sen onu tanımıyorsun bile der gibi acınası bir tavır takınarak tekrardan sordu:
“O’nun gözlerinde hiç, bir miktar kırmızılık var mı?”
“Evet var”dedi Meysere.
Rahibin beklediği cevabın hükmü kesinleşmiş gibiydi ve yemin ederek şunları söyledi:
“Tanrı şahittir ki bu ağacın altında, bu güne kadar elçilerden başka kimse konaklamamıştır. Hiç şüphe yok ki O, insanlığın beklediği peygamberdir. Hem de peygamberlerin en sonuncusudur.”
Meysere şaşkınlık içindeydi.Bütün bu gelişmelere pek bir anlam verememişti. Sadece, hanımefendisi Hatice’nin kendisine verdiği görevi hakkıyla yerine getirmenin hassasiyetiyle kulağını dört açmış; hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan notlarını kaydetmeye çalışıyordu. Rahip  aradığını bu kadar yakınında bulunca yolcuyu daha yakından tanımak istiyordu ve onun hakkında sorular sormaya devam etti. Meysere'ye yolculuk esnasında enteresan bir olay olup olmadığını sordu. Meysere de Şam Çarşısı'nda meydana gelen yemin olayını anlattı. Nastura dinledikleri karşısında daha da heyecanlanmıştı.
“Tanrı şahittir ki bu, bizim bekleyip durduğumuz elçidir. Ne olur O’na canın pahasına iyi bak ve göz-kulak ol!” dedi.
Sonra da heyecanla genç Muhammed’in yanına doğru yöneldi. Önce onu saygıyla alnından öptü ve ardından ayaklarına kapanarak şunları söyledi:
“Ben şehadet ederim ki Sen, Allah’ın Tevrat’ta zikrettiği o şahıssın.”
Bir süre sonra kervan tekrardan yola koyuldu.Peygamberimiz daha 12 yaşında iken amcası Ebu Talib ile Şam'a doğru bir yolculuğa çıkmış ancak Şam'a varamadan geri dönmüştü.  Çünkü üzerinde onunla birlikte hareket eden bir bulut vardı ve bu bulut Rahib Bahira'nın dikkatini çekmiş ve Onun gelecek olan peygamber olduğunu anlamıştı. Amcasını uyarıp Şam'a gitmemelerini, Mekke'ye geri dönmelerini telkin etmişti.
Bu ikinci yolculukta da yine peygamberimizi takip eden bir bulut vardı. Bulut Meysere'nin dikkatini çekmişti. Yolda giderken Meysere iki tane meleğin, bulut şeklinde peygamberimizi gölgelediğini görmüş ve hayretle onlara bakakalmıştır.
Çöl ikliminin hüküm sürdüğü bu coğrafyada, bu kadar sıcakta hareket halinde, hem de birisini takip eden bir bulut... Bu kişinin gittiği yere giden, o durunca duran bir bulut. Ayrıca yolculuk boyunca şahit oldukları Meysere'yi genç Muhammed’e hayran bırakmış ve Meysere bundan sonra hayatını bu genç adama adamaya karar vermiştir.
Mekke'ye nihayet yaklaşıyorlardı. Günün en sıcak saatleriydi. Kervanın geldiğini haber alan   Hatice ise, yüksek bir yere çıkarak uzaktan yaklaşan kervanı izlemeye başlamıştı. Uzaktan o da iki meleğin kanatları şeklinde bir bulut görmüştü. Bu bulut Muhammedü'l-Emin'i gölgeliyordu. Gördüklerini arkadaşları ile paylaşmak için  hemen onları yanına çağırmıştı. Gerçekten de olağanüstü bir manzaraydı. Gören herkes şaşkınlığını gizleyemiyordu.

El Emin götürdüğü malları, Şam'da en iyi şekilde değerlendirmiş, beraberinde getirdikleri de Mekke'de kat kat değerle satılmış ve yapılan ticaretten iyi bir kar elde edilmişti. Emanetler de yerine itinayla teslim edilmişti. Kervanın yolunu gözleyen  Hatice'nin gözü ise yapılan kazançta değildi. O daha çok Meysere'nin getireceği haberleri bekliyordu.

Meysere için ise bu yolculuk, hayatında yaşadığı daha öncekilerden çok farklıydı; yolculuk esnasında ne bir haksızlığa şahit olmuş ne de yol boyunca bir huzursuzluk yaşamıştı. Daha önce çok farklı kimselerle ticaret yapmıştı. Lakin bu seferki bambaşkaydı.
Hatice, şahit olduklarını Meysere’ye   büyük bir heyecanla sormaya başladı. Meysere de heyecanlıydı  olan bitenleri hanımına anlatırken. Yolda şahit olduklarını tekrar tekrar anlatıyor ve genç Muhammed’i öve öve bitiremiyordu.
Hatice aslında bu anlatılanları arıyordu. Şimdiye kadar dinleyip durduğu hikayelerdeki kişiyi gerçek dünyada görüyordu. Bütün bunları öğrendiğinde hemen amcasının oğlu Varaka b. Nevfel'e gitti.


Varaka,  Hatice'nin bir nevi  akıl hocasıydı. Gelecek peygamberle ilgili bilgileri daha önceleri hep ondan öğrenmişti. Bu yüzden Meysere’den dinlediklerini, bu olaylar hakkında fikrini sormak için de yine Varaka'nın yanına gitti. Varaka:

“Eğer bu anlattıkların doğru ise ey Hatice! Şüphesiz Muhammed bu ümmetin peygamberidir. Ben de biliyordum ki,insanlığınbeklenen bir Peygamberi vardır. İşte bu zaman da zaten O’nun zamanıdır.”
Zaten Varaka da gelecek olan son peygamberi bekliyordu. Hatice aldığı cevapla heyecanlanmıştı.  Bu yüzden Muhammed’in yüksek meziyetlerinden dolayı ona daha yakın olmak istiyordu. Bunun en kolay ve yakınlığın en yüksek olduğu durum ise onunla evlenmekti.  Ancak Hatice'nin bu düşünceleri sadece kendi içindeydi. Henüz hiç kimseye düşüncelerini açmamıştı ve bunu nasıl açıklayacağını, nasıl bir teklifte bulunacağını ise bilmiyordu.
Hatice'yi yakından tanıyan arkadaşı Nefise, Hatice'nin düşünceli halini ve ondaki değişimi fark etmişti. Bu yüzden bir gün Hatice'ye şöyle der:
“Sana ne oluyor, bu hâlin ne ey Hatice? Bugüne kadar hep seninle birlikte oldum, ama seni hiç bu kadar düşünceli görmedim!”
Hatice  konuyu arkadaşı Nefise'ye anlatma konusunda çekiniktir.  Bir süre susar. Cevap veremez. Ancak bir adım atmadan düşüncesini nasıl gerçekleştirebilir ki? Böyle hayırlı bir işte de bir adım atmak gerekir ki maksat ancak hasıl olsun. Bu yüzden aklından geçenleri bir bir Nefise'ye anlatmaya başladı.
“Ey Nefîse! Şüphe yok ki ben, Abdullah oğlu Muhammed’de, başkalarında görmediğim bir üstünlük görüyorum. O, dosdoğru, sâdık ve emîn, şeref ve temiz bir soy sahibi! İnsanın karşısına çıkabilecek en hayırlı insan. Üstüne üstlük O’nun için bir de, sürpriz ve güzel haberler var! Garip bir durum… Meysere’nin anlattıklarına bakınca... Rahibin anlattıklarını dinleyip çarşı-pazardaki gelişmelere şahit olunca... Şam’dan kervanla gelirken üstünde kendisini gölgeleyen bulutu seyrederken, kalbim neredeyse yerinden fırlayacak gibi oldu; inandım ki, bu ümmetin beklenen Nebi’si O’ndan başkası değil!”
Nefîse, arkadaşının derdini, meseleyi anlamaya çalışıyordu:
“İyi de, senin bu kadar sararıp solman ve kaç günden bu yana düşünceli bir hal almanla bunun ne alakası var” diye cevap verdi.
 Hatice'nin daha açık konuşması gerekiyordu.  
“ O’nunla evlenmek suretiyle yollarımı birleştirmeyi umuyorum; ancak buna da nasıl nail olacağımı bilemiyorum.”
Nefise arkadaşının durumunu şimdi anlamıştı.
“İzin verirsen, senin için ben, bir nabız tutarım!”diye cevapladı arkadaşını. Bu cevapla Hatice heyecanlandı.
“Eğer bunu yapabilirsen ey Nefîse, hiç gecikme, hemen yap” dedi o’da.
Nefise, Haticenin yanından çarçabuk ayrıldı ve efendimizi telaşla aramaya başladı. Kısa sürede nerede olduğunu öğrenerek, yanına gitti. Önce selam verdi ve ardından:
“Yâ Muhammed” diye seslendi,
Peygamberimiz  Nefise'yi dinlemeye başladı.
Nefise“Senin evlenmene engel olan ne, Sen neden evlenmiyorsun?” diye sordu.
Peygamberimizin beklemediği bir soru sorulmuştu.
“Elimde evlenmek için imkânım yok ki.”
Gerçekten de peygamberimizin elinde evlenecek kadar maddi imkanı yoktu. Evlenmek sorumluluk demekti. Ne yazık ki bu sorumlulukların bir çoğu  maddi olarak varlıklı olmayı gerektiriyordu. Nefise ise bu durumun bir problem olmadığını kendisine anlatmaya başladı.
“Şayet senin için bu durum problem olmaktan çıksa ve karşına, güzellik, mal, şeref ve sana denklik açısından bir kıymet-kısmet çıksa, olumlu cevap vermez misin?”  
Nefise öyle konuşuyordu ki ortada bir aday olduğu aşikar oluyordu. Bu durumu anlayan efendimiz,
“Peki kim bu?” diye merakla sordu.
“Hatice...”
Peygamberimiz durumu anlamıştı. Daha bir kaç gün önce onunla ticaret yapmış, onun kervanını Şam'a götürüp getirdiği Hatice'ydi bu. Ancak evlilik ticaret kadar kolay karar alınacak bir durum değildi. Bu yüzden şöyle dedi:
“Bu nasıl olacak ki?”
Nefise'nin amacı bu işin nasıl olup olmayacağı değildi elbette. Onun asıl amacı bu işin olup olmayacağını anlamaktı. Bu yüzden duyduklarından sonra rahat bir nefes aldı. Çünkü duyduğu cevaplar olumlu sayılırdı. Genç Muhammed (sav) teklife olmaz dememiş, nasıl olabilir, demişti. Bundan sonrası Nefise’ye göre kolaydı artık.
“Sen, onu bana bırak. Ben hallederim.”
Efendimiz cevap vermedi. Nefise de “susmak kabuldendir”  mantığıyla, hemen oradan bir çırpıda ayrılıp Hatice'nin yanına heyecanla döndü. Konuşulanları tane tane anlattı ve Hatice de rahat bir nefes aldı duyduklarından.
Gelen cevap olumlu olunca  Hatice efendimize, bu teklifin arkasındaki sebepleri de açıkça anlattığı bir haber daha gönderdi.  
“ Şüphesiz ben, aramızdaki akrabalık bağlarının yakınlığından, senin kavmin arasındaki eşsiz konumundan, güzel ahlakın ve emanete riayetinden ve sözündeki doğruluktan dolayı sana talip oldum. Amcalarına söyle de, işlerin yönetilmesi için devreye girsinler!
Peygamberimiz de bu tekliften sonra hemen amcası Ebu Talib'in yanına gitti. Nefise ile aralarında geçen konuşmayı detaylarıyla anlattı.
Ebu Talib'in gözünde yeğeni elbette çok değerliydi. Ancak kendisinden teklif gelen Hatice de yabana atılacak birisi değildi. İzzet ve onuru ile yaşadığı bir hayatı vardı. Şeref ve nesep yönüyle de Mekke'nin en önde gelenlerinden birisiydi. Ebu Talib, yeğeninin de bu işe sıcak baktığını anlamıştı. Bu yüzden neden olmasın diyerek teklifi olumlu değerlendirdi.

teklifin olumlu olarak değerlendirilmesi ve kabulüyle uzun yıllar sürecek, mutlu ve acı günlerde hep beraber olunacak, kendilerinden sonra hayırlı bir nesil olarak devam edecek evlatların doğacağı kutlu bir yuvanın temelleri atılıyordu.

Kısa zaman sonra  efendimizin  amcaları Ebu Talib, Abbas ve Hamza, Hatice'yi istemek üzere gittiler. Evlenecek kişiler her ne kadar bu işe gönüllü olsalarda, büyüklerin de gönlünün alınması ve bu işi onaylamaları gerekiyordu. Bununla da kalmayıp aileler arasında yapılması gereken merasimlerin yapılması ve  bu mutlu olayın herkese duyurulması gerekiyordu. Kız istemede ilk olarak Ebu Talib konuşmaya başladı:

“Bizi, İbrahim neslinden ve İsmail soyundan kılan Allah’a hamd olsun! Soy itibariyle bizi, insanların hizmetine adayan, evine hizmetle bizi şereflendiren, Harem’e hizmetle yücelten  ; bizim için evini, insanların yönelip emniyet solukladığı bir mekana çeviren ve bizi, insanlar hakkında hüküm vermekle öne geçiren şüphesiz O’dur. Kardeşimin oğlu Muhammed’e gelince O, Abdullah’ın oğlu Muhammed’dir. Onunla kim boy ölçüşmeye kalkışsa, mutlaka Muhammed  üstün gelir. Mal ve mülk itibariyle pek bir varlığı olmasa da şeref, asalet, yiğitlik, cesaret, akıl ve fazilet yönüyle herkesten üstündür. Zaten mal ve mülk de, kaybolan bir gölge gibidir; emanettir ve kalıcı olamaz. Ancak şu var ki, gelecek itibariyle O’nun hakkında büyük haberler, herkesi hayran bırakacak yenilikler var! O sizden, kerimeniz olan Hatice’yi talep etmektedir.”
Bu sözler karşısında kız tarafının da söylemesi gereken sözler vardı. Bunun için Hatice annemizin babası Ficar Savaşlarında vefat ettiği için amcası Amr ibn Esed de Hz. Hatice'nin faziletlerini anlatan bir konuşma yaptı:
“Senin de zikrettiğin gibi, saydığın hususlarda bizi insanlara üstün kılan Allah’a hamd olsun! Şüphe yok ki bizler, Arap’ın önde gelenleri ve efendileriyiz. Sizler de öyle!Araplardan hiç kimse, sizin faziletinizi inkar edip şeref ve iftihar noktalarınızı yok sayamaz. Sizinle aynı kökten gelme ve müşterek şerefimizin adına sizler şahit olun ki ben de, Huveylid kızı Hatice’yi, (zikredilen) mehir karşılığında Abdullah’ın oğlu Muhammed’e nikahladım.”
Genel kabul gören merasimler de tamamlanmış, artık iş düğün yemeğine  kalmıştı. Böylelikle efendimizin ve Hatice annemizin 25 yıl sürecek zor; ama huzur dolu bir evlilik hayatı başlamış oluyordu.
Öte tarafta, zamanın ağır ekonomik şartları altında zor günler yaşayan Ebû Tâlib’in sevincine de diyecek yoktu; bir kenara çekilmiş ve yeğenine böyle bir kapı aralayan Allah’a, içtenlikle hamd ediyordu. Sevinen sadece Ebû Tâlib değildi elbette! Mekkeliler de bu birlikteliği o kadar içtenlikle onaylamışlardı.
Ancak o gün, hiç kimsenin sevinci, Hz. Hatice’ninkine denk olamazdı. Efendimizi o kadar yakından takip ediyordu ki, düğünlerine, artık ayrılmaz bir parçası olan kocasının süt annesi Halime’yi de davet etmişti. Böylelikle, yetim büyüyen süt yavrusunun mutluluğunu onunla da paylaşmak istemişti. Sevinci, cömertliğine gölge düşürmeyecek ve yapması gerekeni de unutturmayacaktı. Sabah ayrılıp giderken Halîme’nin yanında, sütünü verdiği Abdullah’ın oğlu Muhammed’in yüce hatırına karşılık, bahtiyar Hatice tarafından hediye edilen kırk baş koyun da.
Birkaç gün amca Ebû Tâlib’in evinde kaldıktan sonra artık, Hatice validemizin yeğeninden alınan yeni eve yerleşecekler ve böylelikle, vahiy geleceği zamana kadar 15 yıl süren, herkese örnek, yeni bir hayat başlayacaktı.
Muhammedü’l-Emîn, bundan böyle herkese örnek bir aile reisiydi. Yeri geldiğinde, ev işlerinde hanımına yardım ediyor, çoğu zaman kendi ihtiyaçlarını bizzat kendisi karşılıyor ve böylelikle, karşılıklı saygı ve sevginin esas olduğu mutlu ve örnek bir yuva inşa ediliyordu.
Bunu yapacak imkanı olmasına rağmen  Hatice, kocasına bizzat kendisi hizmet edebilmek için ev işlerini hizmetçi veya adamlarına bırakmıyor, bütün bunları büyük bir keyif içinde yürütüyordu. O’nun hoşnutluğuna kendini öylesine adamış, O’na öylesine kendini vakfetmişti ki, kılının bile incinmesinden rahatsızlık duyuyor ve O’nu rahatsız edici en küçük bir hareketinin olmaması için büyük gayret gösteriyordu.


İLK VAHİY


Muhammed (sav) yüce yaratıcıdan ilk mesaj alışını yani vahiyle muhatap olmasını bize şöyle anlatır:
“Yine Hira’da olduğum bir gün  ‘Cebrâil olduğunu söyleyen’ melek geldi ve bana:
”Ey Muhammed! Sen Allah’ın elçisisin” dedi. Ayakta idim dizlerimin üzerine çöktüm. Sonra bana:
 ”Oku” dedi. Ben:
 ”Ben okuma bilmem” dedim. Bunun üzerine melek beni tuttu ve hiç gücüm kalmayıncaya kadar sıktı ve bıraktı. Öyle ki, bir an için ölüyorum zannettim. Bırakınca rahatladım ve yine:
”Oku” dedi. Ben de tekraren:
”Okuma bilmem?” dedim. Bu durum bir defa daha tekrarlandı ve üçüncüde:
”Oku! Yaratan Rabbi’nin adıyla, O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir, O kalemle yazmayı öğretendir, O insana bilmediğini öğretendir”  dedi. Bu defa ben de okudum. Ben okuyunca melek benden ayrıldı. Mağaradan dışarı çıktığımda melek bana:
-”Ey Muhammed! Sen Allah’ın elçisisin, ben de vahiy meleği Cebrail’im” sözlerini birkaç defa tekrarladı.
Okuması olmayan birisine karşı yapılan bu talebi, henüz indirilmiş bir kitap da yokken ortada, bu “oku” mesajını nasıl okumak gerekiyor? Düşün, sorgula, aklet kavramlarına bir atıftı bu oku çağrısı! Hayatı vahyin gözünde okumak!..Kainat ve yaradılış ayetleriyle birlikte Allah’ın kudretinin farkına varmak…
Kendisine vahyolunan bu ayetler kalbine iyice yerleştirilmiş olan Hz. Muhammed omuzlarına yüklenen bu büyük ve şerefli görevin heyecanı, kaygısı ve korkusu  ile âdeta kalbi titreyerek Hira’dan inip bir çırpıda evine geldi. İlk inen bu ayetler aslında cehalete, karanlığa karşı bir meydan okuma idi. El Emin oldukça yorgun ve solgun görünüyordu. O ki, bundan önce “Kitap nedir, iman nedir bilmiyordu…” Birden peygamberlik gibi yüce bir görevle yüz yüze gelince kaygı ve endişelerinin kalbini titretmesi gayet doğaldı.  Hz. Hatice O’nu karşısında telaşeli görünce: “Ey Kasım’ın babası! Neredeydin? Seni aramaları için adamlar gönderdim” diyerek karşıladı. Hz. Muhammed:
“Üzerimi ört, üzerimi ört” diyebildi.
Biraz dinlendikten sonra Hira’da olup bitenleri Hz. Hatice’ye tane tane anlattı ve korktuğunu söyledi. Kendisine en büyük ve en yüce makam olan peygamberliği lütfeden Rabbi’ne karşı bu şerefli görevi O’na layık olacak şekilde yerine getirebilecek mi idi? Yoksa mahcup mu olacaktı? Mahzun mu olacaktı? Utanacak mı idi? Hz. Muhammed’in yüzündeki endişeyi, içindeki korkuyu ve yüreğindeki kaygıyı çok iyi anlayan Hatice O’nun şu özelliklerini hatırlatarak sakinleştirmeye çalıştı:
“Ey Muhammed! Korkma! Allah’a yemin ederim ki, Allah seni asla mahcup ve mahzun etmez. Çünkü sen akrabanı, eşini dostunu gözetirsin; işini görmeye gücü yetmeyenlere yardım edersin; ihtiyacı olana verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın; misafirlerini ağırlarsın;  sen doğru sözlü, son derece güvenilir ve güzel ahlaklısın; Allah’a yemin ederim senin bu ümmetin peygamberi olacağına kesinlikle inanıyorum.”
Ramazan ayının 16 gecesi geride kalmıştı. Ramazan’ın 17’si gecesi, Pazartesi gecesi idi. Nur dağı, derin ve manalı bir sessizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sakindi. Kim bilir, konuşulacakları dinlemek, söyle­nenleri adeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek için! Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için! Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı.

Muhammed (sav) yaşadığı toplumun içinde bulunduğu olayların gerginliğinden çok sıkıntılı bir süreç geçiriyordu. Onaylamadığı   davranışları, eylemleri sürekli yapan insanların etrafında var olması, onlara müdahale edememesi, toplumun ve insanların sorunlarına çözüm üretememesi bu içindeki sıkıntıyı daha da arttırıyordu.Muhammed’in (sav) bu hal üzereyken kendini az da olsa rahat hissettiği nefes aldığı iki ortamı vardı. Birincisi kısmen düşüncelerini kabullendiği Haniflerin ( İbrahim peygamberin kavmine ve onların inançları olan putperestliğe iltifat etmeyip, Allah'ın dini İslam'a döndüğü için öncü manasındaki, Hanif diye nitelendirilmesi)  bulunduğu mekanlar; ikincisi ise 35 yaşından itibaren inzivaya çekildiği Hira Mağarasıdır. Muhammed (sav) özellikle kırk yaşına yaklaştığı zaman dilimindeki inzivasını daha da arttırmıştı. Bazen günler, bazen haftalar boyunca Hira Mağarasında bir başına kalıyor ve tefekkür ediyordu. Özellikle bu süreçte başına çok garip hadiseler geldi. Rüya olup olmadığına karar veremediği bazı şeyleri görmeye, bazı varlıkların ona hitap ettiğini duymaya başladı.  Kendisine selam veriliyor ama selam veren varlığı göremiyordu. Bu süreci yaşarken en büyük destekçisi Hatice annemizdi. Efendimiz kendisinin kahin veya deli olabileceği ihtimallerini aklına getirdiğinde Hatice annemiz bu düşüncelerden onu uzaklaştırıyor ve ona moral olarak destek çıkıyordu. Bu ruh hali ilk vahyin gelişine kadar da devam etti.  
Allah’ın elçisi neden vahiyden önce bu kadar ilginç olaylar ile karşılaştı, garip rüyalar gördü, anlam veremediği sesler duydu?
Bunların hepsi aslında insan bedeninin ve psikolojisinin normal şartlarda kaldıramayacağı 'Vahyin Nüzulü' hadisesine Allah’ın elçisini hazırlamaktı.
Tüm bu hazırlıklara rağmen Allah’ın elçisi ilk vahiy geldiği sırada çok sıkıntı çekmişti. Hatta ileriki zamanlarda dahi vahiy geldiği sırada buna şahitlik eden arkadaşları olayın ne kadar dehşet verici bir hadise olduğunu görmüşlerdi.
Aslında vahiyden önce gerçekleşen bu tür olaylar Allah'ın son peygamberine olan merhametinin bir sonucu idi.
Malumdur ki Muhammed (sav), toplumunda ahlaki olarak parmakla gösterilen örnek bir kişilik edi.
Bunu hak edecek vasıflara fazlasıyla sahip olan Muhammed (sav) aynı zamanda insanlarda genel olarak aranan bir çok özelliğede sahipti. İnsanları güzellikle idare edebiliyor, sorunlarına güzel çözümler üretiyor, kendi aile yaşantısını sorunsuz bir şekilde sürdürüyor, yaptığı dünyevi işlerde başarı sağlayabiliyordu.
Tüm bunları bir kez daha hatırlatmamızın sebebi ise şudur:
Allah’ın son elçisi bunca özelliğe sahip olmasına rağmen toplumu değiştirebilecek bir çözüm önerisi, onları bataklıktan çıkartacak bir genel kurtuluş reçetesi niçin sunamadı?
Çünkü vahyin nurundan mahrum bir şekilde yaşıyordu. Tüm bu güzelliklere anlam katan, hayat veren, toplum için faydalı bir hale çeviren şey ancak ve ancak vahiydi.
Maalesef her cahiliye döneminde olduğu gibi günümüzde de ölçüler tepe taklak olmuş durumda. İnsanlara kurtuluş reçetesi sunanlara, önder olarak gösterilenlere 'Vahiy ile besleniyorlar mı?' sorusu sorulmuyor. Ahlaki ve buna benzer bazı özelliklere sahip mi diye bakılıyor. Bu vasıflara sahip herkesin peşinden gidiliyor.
Peygamberimiz zamanında, öncesinde veya sonrasında yaşayan bazı kafirlerde dahi mevcut olan ahlaki vasıflar, bugün din adına konuşan kimseler için geçerlilik işlevi görüyor.
Hayır! Allah’ın elçisinden daha güzel bir ahlaka sahip kimse yoktu. Ama bu onun bir beşer olarak karanlıkları tek başına aydınlatmasına yetmedi. Vahiy onun önünü aydınlattığında ise sahip olduğu bütün güzellikler Allah'ın ayetlerini anlama, anlatma ve yaşamada onun en büyük destekçisi oldu.
Hatice annemiz Muhammed’in (sav) peygamber olduğuna ve ona gelen vahyin Allah’tan geldiğine ilk anda tereddütsüz  iman etti. Böylece Hz. Muhammed’in peygamberliğine ilk inanan kişi oldu. Allah Hz. Hatice ile Hz. Muhammed’e  destek sağlayarak, onun yükünü bir nebze hafifletti. Hz. Muhammed hem peygamberliğinin bu ilk günlerinde hem de daha sonraki yıllarında ne zaman bir sıkıntıya düşse, ne zaman zor bir durumla karşılaşsa onu eşi Hatice ile paylaşır, onun desteği ile teselli bulur, rahatlardı. Onun Allah’tan sonra en büyük yardımcısı eşi Hatice idi. Peygamberliğinin bu ilk günlerinde Cebrail’in kendisine öğrettiği abdesti ve namazı ilk olarak Hz. Hatice’ye öğretmiş ve ilk namazını ona kıldırmıştı.

Hatice annemizin Varaka b. Nevfel adında bir amcasının oğlu vardı. Mekke’de doğup büyüyen ve Mekke’de ölen Varaka putperestliği bırakıp Hristiyan olmuştu. Tevrat’ı ve İncil’i okumuş, bunları bilenleri de dinlemiş bilgili bir kişiydi. Ömrünün son yıllarında gözleri görmez olan Varaka ayrıca İbranice bilirdi. Hatta Kitab-ı Mukaddesi Arapça’ya çevirmişti. Hatice (ra) zaman zaman Varaka’yı ziyaret eder, ona sorular sorar, onun görüş ve düşüncelerine değer verirdi. Hz. Muhammed (sav)’in peygamberlik ile müjdelendiğini de Varaka’ya haber vermişti.
Vahiyden kısa süre sonra Varaka b. Nevfel, Kâbe’ye geldiği bir gün Hz. Muhammed (sav)’in peygamber olduğu iddiasını ayrıca Mekkelilerden de duydu. Bu sırada tavaf etmek için Kâbe’ye gelen Hz. Muhammed (sav)’i gördü ve yanına gelerek: “Ey kardeşimin oğlu! Bana gördüğün ve duyduğun şeyleri haber versene” dedi. Efendimizde ona başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Varaka: “Allah’a yemin ederim ki sana, Musa’ya gelen Namusu Ekber / Vahiy / Cebrâil gelmiştir. Sen bu ümmetin peygamberisin. Sen de “daha önceki bütün peygamberler gibi” yalanlanacak, eziyetlere ve sıkıntılara uğrayacak, yurdundan çıkarılacak ve savaşlarla karşı karşıya kalacaksın. Senin o günlerine yetişirsem Allah biliyor, mutlaka sana yardım edeceğim” dedi ve yaklaşıp alnından öptü. 

Efendimiz, aradan çok zaman geçmeden, bir hadiseyle karşı kar­şıya geldi: “İnkıta-ı Vahy” hadisesi, yani “vah­yin kesilmesi...” Sebebi (şöyle ve­ya böyle) açıklanmakla beraber, insani-beşeri aklımızla sebebini-hikmetini tam kav­ra­ya­madığımız bu hadise karşısında  efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu fark ediliyordu. Öyle ki adeta dünya kendisine dar gelmek­teydi. Bu esnada Cebrail kendisini teselli için birkaç sefer göründü.
Efendimiz  tam kırk gün bu üzüntüyle-belirsizlikle karşı karşıya kaldı. Ancak dünyada olup biten her şey bir sebep silsilesiyle devam ede gelmektedir. İnsanlığın bu soruları cevaplandırmasının adıdır zaten imtihan.
Aklımızın küçücük terazisiyle biz, bazen olayların sebep ve hikmetlerini yakalarız, bazen de yakalamamız ne yazık ki mümkün olmaz. Olayların Ama sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette olanların hikmetsiz süregeldiğine hiç­bir zaman delil olmaz. Hele, peygamberlik gibi her şeyi hikmet kale­miyle programlanmış bir görevin içine elbette hikmetsizliğin girmesine olanak ve ihtimal yoktur. Dolayısıyla, “inkıta-ı vahy”, yani vahyin bir ara kesilmesi olayı, kesinlikle birçok sebep ve hikmete binaen hasıl olmuştur. Fakat biz hik­met­lerin bütünlüğüne sahip değiliz.
Elbette efendimiz, ilk vahiy karşısında fazla telaş duymuş ve ruhu adeta vah­yin ağırlığıyla sarsılmış olabilir. Bu durumda ruhunun  biraz sü­kun bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hadise vuku bulmuştur.
Yine efendimizin peygamberliği süresince karşılaşacağı  ızdırap ve elemlere dayanmaya şimdiden alıştı­rılması gerekmektedir.
Ayrıca vahye karşı , daha fazla istek ve arzu duymasınının temini açısından hikmetler aranılabilir.
Hasılı endişe ve sıkıntı dolu kırk günlük bir aradan sonra, Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı.
Vahyin tekrar gelmeye başlaması hadisesini bizzat ken­di­leri şöy­le anlat­mışlardır:
“Bir gün giderken, aniden gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp bak­tı­ğımda, Hira’da bana gelen meleği (Cebrail), yerle gök arasında bir kürsü üze­rinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm. Evime dönüp,  eşime ‘Beni örtünüz, beni örtünüz!’ dedim. Bunun üzerine Yüce Allah beklenilen mesjı vahyetti:
‘Ey örtüye bürünen Peygamber! Kalk da sana iman etmeyenleri azapla kor­kut! Rabbinin büyüklüğünden bahset! Elbiseni temiz tut! Putperestlik pisliğini bırakmakta devam et!’ ayetlerini indirdi. Artık vahiy gelmeye başladı ve ardı arkası kesilmedi.”
Vahiy tekrar gelmeye başlayınca, efendi­mizin ruhundaki sıkıntılar dindi; iç alemi huzur ve dinginliğe kavuştu.  
Ya bizim örtüsüne büründüğümüz mazeretlerimiz? İlk inen sure Yaradılış (alak) Suresi idi. Hemen sonrasında Kalem Suresi. Yani yaradılış gayemizi artık kalem ile sorgulamamız gerekmiyor mu?



DAVET ve İLK MÜSLÜMANLAR

Allah’ın elçisi insanları uyarma-uyandırma emrini alınca Allah’ın dinine davet işine bir anda ve bütün gücüyle başlamadı. Temkinli, tedbirli ve ihtiyatlı davrandı. Davetini ilk önce mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalıştı, bu ferdi ve gizli çalışmalar üç sene kadar devam etti.
Hiç şüphesiz ki onun bu ilk yıllarda İslam’a daveti gizli tutması, kendi canından korkusu ya da endişesi sebebiyle değildir. Kendisini bu davetle görevlendiren ve peygamber olarak seçen Rabbinin onu insanlardan korumaya kudreti olduğuna kesinlikle inanıyordu. İlk günden itibaren daveti aleni olarak açıklaması emredilseydi, elbette apaçık yapardı. Fakat Allah, görevini gizli olarak sürdürmesini, ancak çok güvendiği kimselere açmasını ilham etmişti.
Bu da her asırdaki İslam davetçilerinin, içinde yaşadıkları zamanın durumuna göre görünür sebep ve tedbirlere başvurmalarının, aleniliği veya gizliliği tercih etmelerinin meşru olduğuna dair bir ölçü idi.
Efendimizde bu gerekçeyle  ilk yıllarda akrabalarından başlayarak, yakın çevresindeki dostlarını gizlice İslam’a davet etmiştir.
İlk müslümanlar arasında her sınıftan insan vardı. Eşraftan kişiler olduğu gibi; daha çok fakirler, güçsüzler ve köleler iman ediyor, sayı ise günden güne artıyordu. Özellikle gençlerin efendimize rağbeti dikkat çekmekteydi.
Her ne kadar İslamiyet gizli tutulmaya çalışılmışsa da, Müslümanlar yine de müşrikler tarafından gözetlenmekten kurtulamadılar. Bu cehalete karşı olan tavır yavaş yavaş kulaktan kulağa duyuldu. “Muhammed yeni bir din çıkarmış! Ben Allah’ın peygamberiyim diye halkı kendi yoluna davet ediyormuş! Hatta ona uyanlar bile varmış!” diyorlardı.
Mekke toplumu ateist değildi. Tanrıya inanıyorlardı. Ancak Allah’ı tek otorite olarak görmüyorlardı. Bu kavramı iyi bilmemiz lazım. Peygamberimizin daveti ile ilerleyen aşamalarda toplumu ile ters düşmesinin, çatışmasının temel sebebi bu kavramın iyi anlaşılmasında yatar. Hatta günümüz toplumlarının genel huzursuzluğunun sebebi de işte bu kavramın anlaşılamamasındandır.
Allah’a inandıklarını söyledikleri halde onun kudretini dilediklerince kabullenirler.  ” Ve eğer dönüp de onlara sorsan: Gökleri ve yeri yaratan kimdir; ve güneşle ayı emre amade kılan kimdir? diye, hiç kuşkun olmasın ki Elbette Allah’tır! diyecekler. O halde, nasıl böyle savruluyorlar? “(Ankebût 61)
Müşrikler Allah’a yaklaşmak için aracılar edinir onları da kendilerince kullanırlar!Genelde put adı verilen objeler bu konudaki en belirgin araçlarıdır.
“Değil mi ki böyle bir borçluluk bilincinin en saf ve samimi olanı, sadece Allah’a has kılınanıdır! O’ndan başkalarını sığınacak otorite edinenler, “Biz bunlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz!” (derler)….” (Zümer 3)
Müşrikler kendileri için geçmiş zamanlarda önem arzeden insanların hatırasından, dolayısıyla ölülerinden yardım isterler!
“Ve Allah’ın peşi sıra, sana ne yararı dokunan ne de senden zararı gideren varlıklara yalvarıp yakarma! Zira eğer böyle yaparsan, işte o zaman sen de zalimlerden olursun! (Yûnus 106)
Gelenek, örf onlar için vazgeçilmez hukuk kurallarıdır. Yani aslında müşrikler bir nevi atalarına taparlar!
 “Onlara Allah’ın indirdiklerine uyun! denildiği zaman, Hayır, biz atalarımızın üzerinde bulunduğu geleneğe uyarız! derler. Ya ataları hiç akıllarını kullanmamış ve doğru yolu bulamamışsalar? ” (Bakara 170)

Daha ilk zamanlarda Peygamberimize inen ilk vahiylere karşı bir reddiye içine girdiler. Müşrikler Kur’an’ın hükümlerini beğenmediler!
“Bir de ne zaman gerçeğin apaçık kanıtları olan ayetlerimiz onlara okunsa, huzurumuza çıkacak yüzü olmayan o kimseler derler ki: Git, bize bundan başka bir hitab getir, ya da onda değişiklik yap!….” (Yûnus 15 )

En önemli bariz özelliklerinden birisi de din adamlarına olan mantıksız teslimiyetleridir. İnsanların müşrik olmalarının önemli sebeplerinden biride dinden geçinen ruhbanlardır.
“Allah’ın peşi sıra, hahamlarını ve rahiplerini -tabi ki Meryem oğlu Mesih’i de- rabler edindiler. Oysa ki tek bir ilahtan başkasına asla kulluk etmemekle emr olunmuşlardı; (O ki), O’ndan başka ilah yok ve O onların putlaştırdıkları her şeyden beri ve yücedir. (Tevbe 31)
Müşrikler ilk sıralarda olanları anlayamadıklarından, kavrayamadıklarından efendimizin Kabe’de namaz kılmasına karışmazlardı. Müslümanlar ise namazlarını gizlerler; ya evlerinde ya da ıssız yerlerde birbirlerine gözcülük etmek suretiyle gizli gizli kılarlardı. Müşrikler davet haberini öğrendiklerinde, bu meseleye pek fazla önem vermemişlerdi. İslam dinine tabi olanları; putlara tapmaktan kaçınan, İbrahim peygamberin yolundan giden hanifler gibi olduklarını zannediyorlardı.
İslamiyet adındaki bu son din artık giderek Mekke’de yayılmaya başlamış, halk arasında konuşulur olmuştu.  Kuran’m erkek ve kadınlara şart koştuğu tek şey, zayıf olanların korunacağı adil bir toplumun oluşturulmasıdır. Kuran’m ilk mesajı son derece anlaşılırdır;  kişisel servet oluşturmak için zenginlik yığ­mak yanlış, sadakalar vermek ve zenginliği topluma yaymak doğrudur.
Diğer taraftan İslam, sadece algıya açık, körelmemiş akla yatkın olanlara açıklanıyor, asıl hedefler gizli tutuluyordu. Müslümanlar müşriklerin işlerine hiçbir surette karışmıyor, onları eleştirmek veya karşı koymak gibi bir fikir gütmüyorlardı. Çünkü müşrikler  dinlerine ve putlarına şiddetle bağlı idiler. Bir nevi kendilerince dindar bir topluluk idiler.
Kureyşliler için Kabe kutsallığın merkezinde yer alıyordu. Bu kutsal yerin çevresinde kurdukları birlik ruhunu zaman içerisinde tehlikeye atmışlardı. Eski toplumsal ideali bir kenara bırakmış, zayıf kabileleri, yetimleri, yoksulları, yaşlıları ve düşkünleri dü- sünmemeye, bencilce olara eza etmeye başlamışlardı. Durum onu göstermekteydi ki eğer bu şekilde cahiliye  yaşantılarına devam ederlerse, dünyadaki gerçek pozisyonlarıyla ilgi­li tüm görüşlerini kaybedecek, tarihten de  silinip gideceklerdi.
Bu erken dönemde Kuran ayetleri, Mekkelilere halen hem yaratılışlarıyla hem de yaşamalarıyla Allah’a ne kadar çok şey borçlu olduklarını ifade etti. Yaratıcının doğanın-kainatın her yerinde kendini gösteren iyiliğini ve gücünü görmeye çalışmalıydılar. Eğer kendi toplumlarında bu yardımseverlik ruhunu yeniden oluşturamazlarsa, kendilerini doğal yaşamın dışına atmış olacaklardı:
Rahman suresinin ilk ayetlerinde belirtildi gibi insanları düşünmeye yönelik bir davet sözkonusudur.
“Rahman; Kuranı öğretti, insanı yarattı, ona güzel beyanı belletti.
Güneş ve Ay hesap iledir; çimen, ağaç secde eder dururlar.
Bak şu güzel göğe, onu yükseltti, mizanı koydu ki, tartıda taşkınlık etmeyesiniz.
Tartıyı adaletle doğru tutun, teraziyi aksatmayın! Yeryüzünü mahlukat için serdi,
Onda meyvalar, salkım tomurcuklu hurma ağaçları vardır.
Çimli taneler ve güzel kokulu bitkiler vardır; simdi Rabbinizin hangi nimetlerine yalan dersiniz?”
Diğer bütün yaratıklar yaratanı tanıyıp önünde eğiliyor, O’nu en önemli amaçları olarak kabul ediyor, kendi var­lıklarının kaynağı olduğunu ve O olmadan var olama­yacaklarını biliyorlardı. Allah, her şeyi kapsayan, hare­ket etmelerini sağlayan ve güçlü kılan tek ve temel enerjidir. Her şeyi birbiriyle doğru ilişkiler içinde tutan dengeyi o yaratmıştır ve Kureyşliler kendi toplumlarında bu denge­yi sağlayamazlarsa, birbirleriyle ilişkilerinde daima önce kendilerini düşünmeye devam ederlerse, doğal sistemden uzaklaşacaklardı. İlk Müslümanların bu ilahi sorumlulu­ğu kabul etmesine yardımcı olmak için, Hz. Muhammed günde iki kez ibadet ederken tıpkı yıldızlar ve ağaçlar gi­bi yüzlerini O’na dönmelerini söyledi. Bu ibadet sonrasında İslam di­ninin beş temel ilkesinden biri oldu. Görünüşteki bu hare­ket, Müslümanların içsel duruşlarını ayarlamalarını, ya­şamlarını yeniden düzenlemelerini kolaylaştıracaktı. Hz. Muhammed’in davet ettiği Allah’ın bu son dini zaman içinde İslam adıyla tanındı; bu, her inananın kendini tam anlamıyla Tanrı’ya teslim etmesi anlamına geliyordu. Müslü­man, kendini tamamen Allah’a teslim eden kişi demektir. Ama ilk inananlar, dinlerine “tazakka” adım vermişlerdi. Bu, tercüme edilmesi kolay olmayan bir kelimedir. Hz. Mu­hammed’in takipçileri ibadet sırasında kendilerini bir şefkat ve cömertlik pelerinine sarıyorlardı; ilgili, şefkatli ve zeki bir ruh oluşturmak için, “zekalarını” kullanmaları gerekiyordu ve bu da sahip oldukları her şeyi Allah’ın diğer  yaratıklarına koşulsuzca  vermeyi istemelerine neden oluyordu. Ya­ratılışın gizemlerini akıl yoluyla incelerken, Müslümanlar nazik davranmayı öğrenecekti ve bu cömert tutum da ruhsal bir gelişim içine girecekleri anlamına geliyordu. Vermek hususunda Allah, mükemmel örnekti. Müslümanlar, O’nun doğaya karşı merhametini ve büyüklüğünü anlamak için O’nun işaretleri üzerinde düşünmeye teşvik ediliyordu. Bu cö­mert zekanın bir sonucu olarak, kargaşa ve bencil bar­barlık yerine düzen ve verimlilik sürüyordu. O’nun emir­lerine boyun eğerlerse, kendi hayatlarının da benzer bir şekilde düzene gireceğini vahyin terbiyesinde zaman içerisnde anlayacaklardı.
Diğer bütün yaratıklar, seçme özgürlüğü olmayan ama Allah’ın  iradesini yerine getirerek ilahi planı izle­yen doğal Müslümanlardır. Sadece insanoğlu İslam inancını seçme, hayatını varlığının kaynağına odakla­ma özgürlüğüne sahiptir. İnsan yaratılmışların en şereflisidir, iradesini kullandığı için.
Allah’ın elçisi  ilk müslümanlardan Erkam’ın Safa tepeciğinin eteklerinde bulunan evini tebliğ ve toplantı merkezi olarak seçti, kendi evini bırakarak oraya taşındı.
Orada bir yandan müslümanlara dinlerini öğretirken, diğer taraftan hakikati arayan insanları İslam’a davet ediyor, inen ayetleri okuyor ve onlarla birlikte namaz kılıyordu. Birçok insan gelip Erkam’ın bu mübarek evinde İslâmiyet’le tanışıyorlar, yeni müslümanlar buraya gizli gizli gelip bir süre kalıyorlardı. Burada toplanan bir avuç müslüman, hayat ve memat endişesinden tamamen sıyrılarak kendilerini o Nur’un cezbesine kaptırmışlardı. 
“Darü’l-Erkam” olarak meşhur olan bu ev, İslâm’ın ilk yayılma yeri olduğundan “Darü’l-İslâm” olarak da bilinir. Resulullah’a inen Mekki surelerin çoğu burada nazil olmuştur.
Üç yıllık gizli tebliğ dönemi bittikten sonra uzun bir müddet toplanma yeri olarak kalmıştır.
Hz. Muhammmed’in bu evi ikametgah olarak seçmesi, ilk müslümanların İslamı kabul tarihlerine bir esas teşkil etmiş; Ashab-ı kiram olarak adlandırılan peygamberin yol arkadaşlarının  Müslüman oluşları, Resulullah Aleyhisselam’ın “Darü’l Erkam”a girmesinden önce veya sonra şeklinde tarihlendirilmiştir.
Hz. Peygamber İslam'ı tebliğ ederken, toplumun yeniliğe açık, idealist ve enerjik kesimini oluşturan gençlerden büyük ölçüde destek almıştır. Nitekim ilk Müslümanlardan birkaç kişi 50 yaş civarında, birkaç kişi 35 yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk ise 30 yaşın altında bulunuyordu.
Hz. Peygamber'in hayatını ve sahabeyi düşündüğümüzde, her nedense hep olgun ve yaşlı insanlar canlanır zihnimizde. Kırk yaşındayken peygamberlik görevine başlayan Hz. Peygamber'in etrafındaki ilk Müslümanlara baktığımızda, onlardan çoğunun gençler olduğunu görürüz.
Mesela genç yaşta İslam'ı kabul edenlerden; Hz. Ali 10, Abdullah bin Ömer ve Ubeyde bin el-Cerrah 13,  Ukbe bin Amir 14, Cabir bin Abdullah ve Zeyd bin Harise 15,  Abdullah b. Mesud, Habbab bin Eret ve Zubeyr bin Avvam 16, Talha bin Ubeydullah, Abdurrahman bin Avf, Erkam bin Ebi'l-Erkam, Sa'd bin Ebi Vakkas ve Esma bint Ebî Bekr 17, Muaz bin Cebel ve Musab bin Umeyr 18, Ebu Musa el-Eşari 19, Cafer bin Ebî Talip 22, Osman b. Huveyris, Osman bin Affan, Ebû Ubeyde, Ebu Hureyre ve Hz. Ömer 25-31 yaşlarında idiler.
Hz. Peygamber'in yanında bulunan, O'nunla birlikte mücadele edenler gençlerdi. Bu yüzden Hz. Peygamber gençlere ayrı bir önem atfetmiştir. İslam’ı bir gençlik hareketi olarak değerlendirebiliriz. Ayrıca kölelerin ve mazlumların efendimize olan iltifatlarından dolayı İslam’ı ayrıca devrimci bir hareket olarak da düşünebiliriz.
Hz. Peygamber arkadaşlarına,   savaşlarda bile müşriklerin gençlerini öldürmemeleri talimatını vermişti. O,"Yaşlı neredeyse İslam'a girmez! Genç ise İslam'a yaşlıdan daha yakındır." demiştir diyerek gençlere olan özel tavrını hatırlamamız gerekir.
Yine demiştir ki, “Kıyamet günü Ademoğlu şu beş şeyden sorgulanmadıkça Rabbinin huzurunda sorgudan kurtulamayacaktır: Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede geçirdiğinden, malını nereden kazanıp nereye harcadığından, bildiklerini hayata ne kadar aktarabildiğinden.”
Peygamberimiz'in gençlerle ilgili bütün ilişkilerine baktığımızda O'nun bütün gayret ve hedefinin, inançlı, dindar, ahlaklı ve iffetli bir gençlik oluşturabilmek olduğunu görürüz.
Zira Efendimiz, "Allah'ın (arşının) gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmadığı o günde yedi sınıf insanın Allah'ın gölgesinde gölgeleneceği" haberini vermiştir. Bu hadiste ilk olarak "adaletli yönetici", ikinci sırada da "Rabbine ibadetle yetişen genç"i zikretmektedir.
Başka rivayetlerde ise "Allah, gençliğini Allah'a itaatle geçiren genci sever.""Allah tevbe eden genci sever." buyurulmaktadır.
 "Yaşından dolayı bir ihtiyara ikramda bulunan genç için, Allah Teâlâ ona ikram edecek kimseler hazırlar."
Hz. Peygamber'in gençleri teşvik eden bu sıcak ve samimi ilgisi sayesinde, genç sahabiler, canlarını, mallarını, ailelerini Allah yolunda feda edecek kıvama gelmişlerdi. Müslüman olur olmaz birçoklarının başta ailesi olmak üzere, Mekkelilerden gördükleri baskılar, korkunç işkenceler, açlık ve abluka yılları onları asla yıldırmamıştır. Onlar, Allah Rasûlü'nden aldıkları inanç ve ahlakın gereği olarak, yalnız Mekke'den ayrılmayı değil, zamanı geldiğinde dünyadan ayrılmayı dahi göze almışlardır.
Peygamber Efendimiz’in çocuklara karşı muamelesi, merhamet ve sevgisi, ümmeti ve bütün insanlık için muazzam bir örnektir.

Allah Rasûlü bir çocuk gördüğünde başını okşar, kucağına alır, sever, öperdi. Mübarek yüzü özellikle çocuklara karşı hep yumuşak ve güleçti. Çocuklara selam verirdi, halini hatırını sorar, binekliyse onları atın terkisine alır gideceği yere kadar götürürdü. Çocuklarla birlikteyken çocuklaşır, onlarla sohbet eder şakalaşırdı.
“Kimin çocuğu varsa, onunla çocuklaşsın.” 
Allah Rasûlü bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onlarla birlikte koşmuştu. O, çocukların neşesine ortak, üzüntüsüne teselli olurdu.
Kuşu ölen Zeyd’e taziyeye gitmiş, onu teselli etmişti. Zeyd, 3 ya da 5 yaşlarında iken çok sevdiği ve adını Umeyr koyduğu küçük bir kuşu vardı. Efendimiz her gördüğünde ona “Umeyr’in Babası” anlamına gelen “Ebu Umeyr” diye hitap ederdi. Bir gün Zeyd’in kuşu öldü ve Zeyd çok üzüldü. Zeyd’in üzüntüsünü duyan Peygamber Efendimiz o günlerde çocuğun evine taziyeye gitti. Zeyd’i neşelendirmek için, “Ya Ebu Umeyr! Senin Nüğayr (serçeye benzeyen küçük kuş) ne oldu, hayvanı ne yaptın?” diye sordu. Bu soru Zeyd’i güldürdü. Allah Rasûlü Zeyd’i kucağına aldı, saçını okşayıp öptü, teselli etti. 
Merhamet Peygamberiydi, babaydı, dedeydi. Mübarek yüzü çocuklara karşı hiç asılmadı, onları kınamadı, zorlamadı, azarlamadı.
Peygamber Efendimiz’in yanında yetişen Hz. Enes, şöyle anlatıyordu:
"Allah Rasûlü’ne on yıl hizmet ettim. Bana bir kere bile ‘öf’ demedi. Yaptığım bir iş hakkında hiçbir zaman ‘niçin böyle yaptın’, ‘şöyle yapsaydın’ dediğini duymadım. Bir işi güzel yapamadığımda bana kızmadı, beni kınamadı. Ben, Allah Rasûlü’nün surat astığını bile görmedim."
Allah Rasûlü çocukların kişiliklerine saygı gösterir ve onlara iltifat ederdi. Bazen onların kıyafetlerini över, hastalandıklarında ziyarete giderdi.
Namaz kıldırırken cemaatin içinde ağlayan bir çocuk sesi duysa dayanamaz, kıraati kısa tutarak namazı bir an evvel bitirirdi. Kendisine mevsimin ilk meyvesi sunulduğunda bereket duası yapar ve meyveyi orada bulunan en küçük çocuğa ikram ederdi.
“Küçüklerimize sevgi, şefkat ve merhamet; büyüklerimize de saygı göstermeyen bizden değildir.” diyerek bir müslüman’ın nasıl oması gerektiğinin özetini vermiştir.
Asr-ı saadet olarak isimlendirilen o dönemin çocukları, bütün zamanların en mutlu çocuklarıydı. Çünkü, onları çok seven, koruyan, gözeten ve kıymet veren bir Peygamberleri vardı.
Asr-ı saadetin çocukları bütün zamanların en şanslı çocuklarıydı. Onlarla şakalaşan, oyunlar oynayan, dua edip başlarını okşayan, sırtına bindirip taşıyan Peygamberle birlikte hatıraları vardı.
Abdullah bin Ömer küçük bir çocukken, babasıyla birlikte Hz. Peygamber’in de bulunduğu bir yolculuğa çıkmıştı. Abdullah, babasının devesine binmişti. Abdullah küçük, deve hızlıydı ve deve hep kafilenin önüne geçiyordu. Babası sık sık kafilenin önüne geçip deveyi geri çevirmek zorunda kalıyor, “Abdullah, kafilenin önüne geçme, Allah Resulü’nün önüne geçilmez” diye çocuğu sürekli ikaz ediyor, azarlıyordu. 
Babanın çocuğu sık sık azarlaması Hz. Peygamber’i üzmüştü. Babaya, “şu deveyi bana satar mısın” dedi. Baba satmayı kabul etmeyip, “Allah Resulü, deve senindir” dediyse de efendimiz kabul etmedi ve babayı deveyi satması konusunda ikna etti. Deveyi satın alan Peygamber Efendimiz Abdullah’a seslendi:
“Abdullah! Deve artık senindir, ona istediğin gibi binebilirsin”
Kız çocuklarının evlattan sayılmadığı bir zamanda o, kızı Fatıma yanına gelince ayağa kalkar, onu öper ve kalkıp kendi yerine oturturdu. Bir sefere çıkacağı zaman önce Fatıma’yı görür, dönünce evvela Fatıma’ya uğrardı. 
"Muhakkak ki siz, kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. O halde çocuklarınıza güzel isimler koyun.”
Peygamber Efendimiz çocuklara hoşlarına gidecek lakaplar takar, bu lakaplarla seslenerek onları neşelendirirdi. İsmi güzel olmayan çocukların isimlerini değiştirir, onlara “yavrucuğum” diye hitap ederdi.
O, alemlere rahmet olarak gönderilmişti. Sevgisi ve merhameti alemlere yetecek kadar derindi. Müminler yani hem iman edip hem iman ettikleri şekilde yaşayanlar birbirini sevmeliydi, müminler çocuklara muhabbet göstermeliydi, çocuklar emanetti.
Peygamber Efendimiz ve Hz. Ebubekir Medine’ye hicret ettiklerinde onları ilk karşılayanlar çocuklardı. Çocuklar, müjdelerin en güzelini alacaklarından habersiz ellerindeki defleri çalıyor, şarkılar söylüyorlardı.  Sevinçten yerlerinde duramayan çocuklar “Muhammed (sav) geldi! Peygamber geldi” diye bağırıp koşturuyorlardı. Bu sırada kutlu misafir çocukların yanına gelip sordu:
”Beni seviyor musunuz?”
Çocuklar coşkuyla ve hep bir ağızdan, “Evet, çok seviyoruz ya Rasulullah” dediler. Hz. Peygamberin yüzü aydınlandı, tebessüm etti ve çocuklara:
“Andolsun ki ben de sizi seviyorum” diyerek kendi zamanının ve bütün zamanların çocuklarına en büyük müjdeyi, en güzel hediyeyi verdi.
Doğal olarak elbette ki Hz.Peygambere ilk inananlar ailesi ve yakın çevresindeki insanlardı. Eşi Hz.Hatice,yanlarında kalan amcasının oğlu Ali, kölelikten azad ettiği ve kendisine evlat edindiği Zeyd, yakın arkadaşı Ebubekir ilk Müslümanlar oldular. Sonra sayıları yavaş yavaş artmaya başladı. Özellikle Ebubekir, yumuşak huylu, bilgili, çevresinde sevilen ve saygı gösterilen bir kimseydi. Bir çok kişinin İslam’a girmesi onun aracılığıyla gerçekleşti.
Müslümanlar önceleri Peygamber (sav)in kendilerine öğrettiği şekilde namaz kılmaya başladılar. Namaz kıldıklarını çevrelerindekilerden gizliyorlardı. Namazlar ya kapıları üzerlerine kilitli evlerde ya da ıssız ve kuytu yerlerde kılınıyordu. Fakat Müslümanlıklarını gizli tutmaya çalışsalar da gözlenmek ve izlenmekten kurtulamıyorlardı.
Bu arada, bir yandan Hz.Peygamber, bir yandan da Ebubekir (r.a), yanlarına gelenleri İslam’a davet ediyor, insanlardan İslam’a girenler de hızla çoğalıyordu. İslam, Mekke’de yayılmaya ve halk arasında konuşulmaya başlamıştı. İlk üç yıllık dönem, bu şekilde halkı gizlice İslam’a davet ile geçti.
Dördüncü yıla girilmişti ki, inen ayetlerle davet yeni bir döneme girdi:
“(Önce) en yakın akrabanı uyar (ve davet et).
 Mü'minlerden sana uyanlara (şefkat) kanadını indir.
 Eğer sana karşı gelirlerse: "Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım (sorumlu değilim)" de.Sen (sadece) mutlak galip ve çok merhametli olan (Allah')a güvenip dayan.”
(Şuara suresi)
 
Resulullah (sav) önceki peygamberler gibi bir belde ve bir kavme değil bütün çağlara, bütün aleme ve insanlara gönderildiği için Kur'an'ı tebliğ ve İslam'a davet görevini, özelde (bu ayetle) yakınlarına, genelde ise kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa yapmış; özel daveti, genel daveti erteletmemiştir. 
Bu ilahi emir, Hz.Peygambere (sav) o kadar ağır geldi, o kadar kaygı verdi ki bir aya yakın bir süre evinden dışarı çıkamadı. Hatta insanlar, hastalandı sanarak hastalığını sormaya geldiler. Sonunda Ali’yi yanına çağırdı.
 Ali olanları şöyle anlatır.
“Resulullah  beni yanına çağırdı:
- Ey Ali! Yüce Allah’ın, en yakın akrabalarımı uyarmamı emretmesi bana çok ağır geldi. İyi biliyorum ki, ben onlara bu işi açmaya kalksam, muhakkak hoşuma gitmeyecek şeylerle karşılaşacağım.
Bir süre sustu, sonra devam etti:
- Ya Ali! Bize bir sa’ (eskiden kullanılan ve dört avuç kadar tutan bir ölçü) yemek yap ve üzerine, koyun budundan et koy! Bir kaba da süt hazırla ve Abdülmuttalib oğullarını benim için topla! Onlarla konuşup, emr olunduğum şeyi kendilerine ulaştıracağım.
Emrettiği şeyleri yaptım. Abdülmuttalib oğulları evde toplandılar. Kırk kişi kadardılar. Amcaları Ebu Talib, Hz.Hazma, Hz.Abbas ve Ebu Leheb de gelenler arasında bulunuyordu. Resulullah  yaptığım yemeği kendisine getirmemi emretti. Getirip önüne koydum. Eti parçalayarak çanağın çevresine birer parça koyduktan sonra,
“Haydi yiyin! Bismillah!”buyurdu. Hepsi ondan yediler ve tamamen doydular. Allah’a yemin ederim ki, sunduğum yemeği, onlardan tek bir adam bile, yalnız başına yiyebilirdi. Sonra,
“Ya Ali! Onlara süt de içir!” buyurdu. Onlara süt kabını getirdim. Hepsi kana kana içtiler. Vallahi, o kaptaki süt kadarını, onlardan tek bir adam bile, yalnız başına içebilirdi. Yemeğin ve sütün kalanları sanki hiç el dokunulmamış gibiydi. Resulullah  konuşmaya başlayacaktı ki, amcası Ebu Leheb sözü ele aldı:
“Şaşılacak şey! Arkadaşınız sizi büyük bir sihirle sihirledi! Doğrusu biz, bugünkü gibi bir sihir hiç görmedik!”
Sonra da Resulullah ’a dönerek:
“Bunlar senin amcaların ve amcalarının oğullarıdır. Sen onlara istediğini söyledin. Dinde sapkınlığı bırak! İyi bil ki kavmin, Senin için bütün Arap topluluklarına karşı koymayı göze alacak değildir! Bütün Kureyş kabileleri ile Araplar, üzerlerine çullanmadan önce onların seni hapsetmeleri gerekir! Böyle yapmaları, bütün Araplar’a karşı savaşmalarından daha kolaydır. Ey kardeşimin oğlu! Ben, senin getirdiğin gibi kötülük getiren bir kimse daha görmedim!”
Resulullah’ın konuşmasına fırsat vermediler ve dağıldılar. Amcası Ebu Leheb’in sözleri, Resulullah’ın  çok ağırına gitmişti. (Hz. Peygamber'e inkar ve azgınlıkla en çok karşı gelen amcası Ebu Leheb olmuştur.)

Sabahleyin, Resulullah (s.a.s) beni çağırdı:
“Ya Ali! Şu adam, erken davranıp önüme geçti de ben konuşamadan dağılıverdiler. Sen yine önceki akşam bizim için yapmış olduğun kadar yiyecek ve içecek hazırla. Sonra da onları yanıma topla!”
Dediklerini yaptım. Abdulmuttalib oğulları yine toplandılar. Hz.Peygamber, yemeği getirmem için beni yanına çağırdı. Yemeği getirip önüne koydum. Yine eti parçaladı ve tabağın etrafına dizdi ve
“Hadi yiyiniz! Bismillah!” dedi. Hepsi doyuncaya kadar yediler ve içtiler. Vallahi, onların tümünü, onlardan bir adam yiyip içebilirdi. Sonra konuşmaya başladı:
“Hamd Allah’a (c.c) mahsustur!
Ben Ona hamd ederim.
Yardımı da Ondan dilerim.
Ona inanır, Ona dayanırım.
Şüphesiz, Allah’tan (c.c) başka ilah yoktur.
O birdir, eşi ve ortağı yoktur.
Vallahi ben, bütün insanlara yalan söylemiş olsam, yine size karşı yalan söylemem. Bütün insanları aldatmış olsam, sizi aldatmam. Sizi, kendisine inanmaya davet ettiğim Allah, öyle bir Allah’tır ki, Ondan başka ilah yoktur. Sizler, uyur gibi ölecek, uykudan uyanır gibi de dirilecek ve yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükafatını görecek, kötülüklerinizin de cezasını çekeceksiniz. İnsanlardan ilk uyardığım da sizlersiniz.

Ben sizi, söylemesi kolay, tartıda ise ağır iki kelimeye davet ediyorum ki, o da “Allah’tan  başka ilah olmadığına ve benim de Allah’ın  kulu ve peygamberi olduğuma” şahitlik etmenizdir.
Ey Abdulmuttalib oğulları! Aranızdan kim bana yardımcı olmayı kabul eder?”

Hiç kimse ayağa kalkmadı. Hemen ben ayağa kalktım. Yaşça orada bulunanların en küçüğüydüm. Resulullah,
“Sen otur!” buyurdu. Sorusunu üç kere tekrarladı. Her defasında ben ayağa kalkıyordum. O da, “Sen otur” buyuruyordu. Sorularının üçüncüsünden sonra
“Ya Resulullah! Bunların yaşça en küçükleri ve en zayıfları olsam da ben sana yardımcı olurum!” dedim. Hepsi sustular. Elini elimin üzerine koydu.
“İçinizden bu, benim kardeşim ve vekilimdir. Sözlerini dinleyin ve itaat edin! Bu işe amcamsız, amcamın oğlu varis oldu.” buyurdu. Davetliler gülüşerek ayağa kalktılar ve Ebu Talib’e,
“Bak, sana oğlunu dinlemeni emrediyor. İtaat et!” dediler. Ebu Talib de, onlara cevap verdi:
“Bırakınız onu! Amcasının oğlu, onun başına hayırdan başkasını getirmez.”

 Yakın akrabanın İslam’a çağrılmasının ardından sıra tüm Mekke’nin açıkça İslam’a davet edilmesine gelmişti. Bununla ilgili emir de gelmekte gecikmedi.

“Artık sana emredilen şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırma (onlara itibar etme)!
Andolsun ki, onların söyledikleri şeylerle göğsünün cidden daraldığını biz biliyoruz.
Hemen Rabbini hamd ile tesbih et ("Sübhanallahi ve bihamdih" de) ve secde edenlerden ol.
Sana yakin (yani ölüm) gelinceye kadar da Rabbine ibadet et.
(Hicr Suresi)
Hz.Peygamber nihayet tüm Mekke halkına peygamberliğini açıklayacaktı. Araplar, bir tehlike durumunda diğerlerini uyarmak için yüksekçe bir yere çıkarlar ve “düşman tarafından kuşatıldık, sabah vakti gelip çattı, çarpışmaya hazırlanın” anlamına gelen “Sabahah! Sabahah!“diye seslenirlerdi.

Hz.Peygamber’de Kabe’nin yakınında bulunan Safa tepeciğinin üzerine çıktı ve “Ya Sabahah! Ya Sabahah!” diye seslenmeye başladı. Sesi işiten insanlar çevresine toplandılar. Gelenler merak içinde,  “Ey Muhammed! Ne oldu, ne haber var?” diye soruyorlardı. Efendimiz konuşmaya başladı:
“Benimle sizin durumunuz, düşman görünce ailesini uyarmak için koşan ve “Ya Sabahah!” diye bağıran adamın haline benzer. Söyleyin! Ben, “şu dağın eteğinden atlılar var, sabaha baskına uğrayacaksınız” desem, bana inanır mısınız?”
“Evet inanırız! Bugüne kadar senin yalan söylediğini duymadık.”
“Öyle ise sizi, şiddetli bir azap ile uyarıyorum. Yüce Allah, akrabalarımı, başlarına gelecek azapla uyarmamı emretti. “La ilahe İllallah” demedikçe, ben size ne dünyada, ne de Ahirette bir yarar sağlayabilirim.”
Amcası Ebu Leheb, Hz.Peygamber’e atmak için eline bir taş aldı.
“Yuh sana! Bizi bunun için mi buraya topladın!”dedi. Toplananlar ise söylenerek dağıldılar.
Yüce Allah ise elçisine moralini bozmaması gerektiğini vahyediyordu.
“Seninle ve Kuran ile alay eden ve Allah ile beraber başka bir tanrı tanıyanlara karşı biz sana yeteriz. Onlar yakında (başlarına gelecek felaketleri) bilecekler.” (Hicr 95)

EZİYET VE İŞKENCELER

Yavaş yavaş İslam tarihinin Mekke dönemini karakterize eden olaylar başlar. Başta Efendimiz olmak üzere bütün Müslümanlar 10 uzun sene boyunca kan kusacaktır. Hem de giderek artan bir biçimde!
İlk saldırılar en yakın olanlardan gelir. Bu konuda gerekli taktiği ise Hz. Muhammed düşmanlığının beyni durumunda olan Ebu Cehil vermiştir:
“Muhammed’i kendi kendiyle meşgul edin!”
 Ebu Cehil, bu ismi almadan önce Ebul Hakem olarak tanınmakta ve Mekke’nin ileri gelenleri arasında yer almaktaydı. Hakem olarak anılmasının sebebi; tarafsız ve dürüst bir kişiliğe sahip olmasındandı. Sonralarında İslam’a karşı amansızca ve düşmanca hareketleri sebebiyle Ebu Cehil olarak isimlendirildi. Ticari bağları bulunan ve büyük bir serveti olan Ebu Cehil’in hayatı İslamiyet düşmanlığı ile geçti. Bu bağlamda, kendisi Müslüman olanları dinlerinden çevirmek için çeşitli işler yaptı. İtibarlı kimseleri bunu kaybetmekle, ticaretle uğraşanları ise iflas ettirmekle tehdit etti. Güçsüz ve kimsesiz olan insanları da İslam yolundan eziyet ederek çevirmeye çalıştı.
Müslümanlara karşı nefreti uygulamayı başlatanlar ise amca Ebu Leheb ve eşi Ümmü Cemil olur. Peygamberimizin  kızları Rukiyye ve Ümmü Gülsüm Ebu Leheb’in oğulları Utbe ve Uteybe ile nişanlıdır. Utbe’ye Hz. Muhammed’in kızını boşadığı takdirde Kureyş kabilesinden dilediği kızı seçmesi teklif edilir. O da yapılan teklifi kabullenerek Ümeyye oğullarından güzel bir kızı seçer. Hatta kızını boşadığı haberini, babası Ebu Leheb’in kışkırtmasıyla, Hz. Muhammed’in yakasını çekiştirip, yüzüne tükürerek verir. Hakaretin bu derecesine dayanamayan efendimiz ise ona beddua eder:
“ALLAH sana bir itini musallat etsin!” Dua kabul edilir. Ticaret için Şam yolunda oldukları ve mola verdikleri bir gece kamp yerini basan bir aslan tarafından parçalanır. Son sözleri:
“Ben size Muhammed insanların en doğru sözlüsüdür, dememiş miydim?” olur.
Aynı girişim en büyük kızı olan  Zeyneb için de gündeme gelir. O, Ebul As ile evlidir. Babasının peygamber olmasından bir sene önce evlenmişlerdir. Ve Ebul As, Utbe ile Uteybe’den farklı bir kişiliğe sahiptir. Bütün baskılara göğüs gerer, bütün göz alıcı tekliflere dudak büker ve eşi   Zeyneb’ten ayrılmayı kabul etmez:
“Ben eşimi boşamayacağım” der ve ekler, “o dünyanın en güzel kadınıdır.”
Ama karısının sözüne uydu denilmesinden ve kılıbık bir erkek olarak görülmesinden endişe ettiği için ne yazık ki Müslüman da olmaz.
Efendimiz için kızlarının boşanması sadece işkencelerin  başlangıç olur. Ebu Leheb tarafından sabahları evinden çıkarken sık sık taşa tutulur. Öyle ki o sıralarda arkasına siper aldığı kaya yüzyıllar boyunca Mekke’de bilinmeye devam edecektir. Kaderin cilvesi, kapı komşusudurlar. Kureyş’in başka azgınları ile birlikte sık sık efendimizin kapısı ve kapı önü, geceden dışkı ile sıvanır. Sabah kapısını açar açmaz ilk karşılaştığı şey amca Ebu Leheb’in ve arkadaşlarının o gece ki marifetleri olur. Bu olay o kadar çok tekrarlanır ki efendimiz, yüksek bir duvar örerek onların evleriyle kendisinkinin arasını iyice ayırmak zorunda kalır. Abdest almak için kullandığı çömleğin içine koyun dışkısı doldururlar. Namaz kılarken de aynı şeyi doğrudan üzerine atarlar. Bazen de evinin avlusunda yemek pişirilirken aynı şeyleri yemek tenceresinin üzerine atarlar. Bütün bu saldırılar karşısında Hz. Muhammed’in tek yapabildiği, aradaki akrabalık bağını hatırlatarak:
“Ey Abdimenaf oğulları! Bu nasıl komşuluk?” demekten ibaret kalır.
Ümmü Cemil ise geceleri efendimizin  geçeceği yollara diken serper. Ebu Leheb’in kinini, öfkesini her fırsatı kullanarak körükler. En sonunda “Tebbet”  suresinde kendisine de özel bir yer ayrılıp, “odun hammalı” olarak vasıflandırıldığını öğrendiğinde eline irice bir taş alıp, efendimize vurmak için Kabe’yi basar fakat karşısında durduğu halde bir türlü O’nu göremez, gözü dönmüş bir şekilde dolanır durur.
Hz. Muhammed’e acı çektirme uğrunda hiçbir ahlak kuralı tanımazlar. Vicdanları ise zaten yoktur. İslam’ın muhatabı da vicdanlı insandır. Efendimizin ilk doğan çocuğu Kasım’dan sonra Abdullah’ın da peygamberlik yılları içinde vefat edip hiç oğlu kalmamış olması bile onlar için sevinmeye bir fırsat olur. Efendimize  soyu kesilmiş anlamında “Ebter” diye isim takar, evlat acısıyla bile alay ederler. Bunda da başı çeken amcası Ebu Leheb olur. Küçük Abdullah’ın vefat haberini alınca sevinç içinde diğer putperestlere koşar, müjde verir: “Muhammed bugün oğulsuz kaldı” der ve ekler, “yani kökü kazındı!”
Rabbi ise üzüntü içerindeki elçisine “Kevser” suresini indirir, onu teselli eder.
Yine o günlerde Dimad isminde, işi akıl hastalarına tılsımlı sözler okumak olan biri Mekke’ye gelir. Kureyşliler Dimad’ı efendimize gönderir: “O’na da oku!” derler, “belki sayende şifa bulur, aklını başına toplar.” Dimad, becerisinden emin olarak cevap verir: “Ben ona bir okuyayım hiçbir şeyi kalmaz!” der. Yanına gittiğinde, Hz. Muhammed’e ilk sözü:
“Ey Muhammed! Ben hastalara okur, onları iyileştiririm. Ne dersin sana da okuyayım mı?”Efendimiz bütün sükuneti ve ciddiyetiyle tılsımcıya seslenir:
“Hamd (yücelik)  ancak Allah’a özgüdür!” der ve devam eder. “O’na hamd eder, O’dan yardım dileriz. Allah kimi doğru yola iletirse artık onu kimse saptıramaz. Kimi de saptırırsa onu kimse doğru yola yöneltemez. Ben tanıklık ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilah  yoktur. O, birdir, ortağı yoktur. Yine tanıklık ederim ki, Muhammed, O’nun kulu ve elçisidir.” Dimad duyduğu bu sözler karşısında  afallamıştır:
“Şu sözleri bir daha tekrar edebilir misin?” der şaşkınlıkla. Ve onları efendimize tam üç kez tekrar ettirir. Sonra da:
“Ben birçok kahin, sihirbaz ve şairlerin sözlerini duydum. Senin sözlerinin bir benzerini ise onların hiçbirinden dinlemedim. Bu sözler insanı denizlerin dibine bile ulaştırır. Ey Muhammed! Uzat elini sana iman edeyim!”Güya efendimizi yolundan döndürmek için gönderilen  Dimad ilk Müslümanlardan olur.
Fakat o günlerde bu gibi olaylar, kızgın çölde insanın yüzüne düşen birkaç damla su gibidir. Efendimize ve O’na inananlara uygulanan baskı ve zulüm şiddetini her gün biraz daha arttırır. Bu zalimlerin içinde öyle biri vardır ki onun yanında amca Ebu Leheb bile insaflı kalır. İsmi tarihte kinin, vahşetin, cehaletin ve din düşmanlığının simgesi haline dönüşüp, ebedileşecektir. Bu insan Ebu Cehil’dir.  Evlenmeyi çok istediği  Hatice’nin kendisinin yerine Muhammed’i seçmiş olmasından derin bir nefret duymaktadır. Buyeni din olayı yüzünden efendimizin bütün Kureyş ile karşı karşıya gelmiş olması Ebu Cehil için arayıp da bulamayacağı bir fırsat olur. Yılların kini ile yüklenir. Kin ve düşmanlığı sadece O’na da değil bütün Müslümanlara da yöneliktir. İnkarının temel nedeni kibirdir ve kıskançlıktır. İslam’ın açıktan tebliğ edilmeye başlandığı ilk günlerde tavrını ve kibrini net bir biçimde ortaya koyar.
 O günlerde efendimiz  ile Mekke’de, bir sokakta karşılaşırlar. Efendimiz, “Ey Ebu’l-Hikem!” der, “Ben seni Allah’a davet ediyorum!” 
Ebu Cehil “Muhammed! Sen bizim tanrılarımızı kötülemekten vazgeçmeyecek misin? Sen bizden yarın Allah katında elçilik görevini yaptığına dair tanıklık etmemizi istiyorsan, söz, sana tanıklık ederiz. Yemin olsun ki bu anlattıklarının gerçek olduğunu bilseydim sana iman ederdim. Fakat bir şey beni, sana iman etmekten alıkoyuyor. İçimizden Kusay oğulları (Hz. Muhammed’in soyu) ‘Hicabet’ (Kabe’nin anahtarlarını bulundurmak) onuru bizimdir dediler, evet dedik. ‘Sikayet’ (Hacılara su dağıtmak) onuru bizimdir dediler, evet dedik. ‘Nedved’ (Mekke’nin yönetimi ile ilgili toplantıları organize etme) onuru bizimdir dediler, ona da evet dedik. Sonra ‘Liva’ (Savaşta bayrağı taşıma ve orduya komuta etme) onuru bizimdir dediler, ona da evet dedik. Ve şimdi bizden bir de peygamber çıktı diyorlar. Allah’a yemin ederim ki ben buna da evet demeyeceğim!”
Kısacası kibiri imanına perde olur. Kibri Hz. Muhammed gerçeğini görmesini engeller. O, Hz. Muhammed’i bir peygamber olarak  göremedi, hep Ebu Talib’in yetimi Muhammed’i gördü.
Bu düşmanlık her gün biraz daha artarak kısa sürede aklı zorlayan, vicdanları yaralayan boyutlara ulaşır. Hem o sıralar Hz. Muhammed’e ve Müslümanlara saldırmak, kişiye Kureyş içerinde oldukça prim kazandıran bir davranış haline dönüşür. Ebu Cehil öğünerek, etrafına hava atar:
“Muhammed’in yüzünü yere değdirerek (secde ederek) namaz kıldığını gördünüz mü? Bunu yapmayı O’na yasak ettim! Ve Lat ile Uzza üzerine yemin ederim benim emrimi dinlemeyecek olursa, yüzü yerdeyken ayağımı ensesine bastırıp yüzünü yerlerde sürteceğim!” Çok geçmez, yeminini yerine getirme fırsatını yakalar. Efendimiz Kabe’de namaz kılmaktadır. Meraklı bakışların önünde hışımla üstüne yürür. Tam ayağını kaldırdığı sırada elleriyle yüzünü perdeleyip, dehşet içinde geri çekildiği görülür. Yüzü korku içinde bembeyaz olmuştur:
“Benimle O’nun arasında” der, “ateşle dolu bir hendek, dev kanatlar ve korkunç şeyler belirdi!” Kaderin kendisine çizdiği sınırı zorlamış ve Cehennem’le karşılaşmıştır. Sonra bu olayı anlatan bir vahiy iner efendimize.
Namaz kıldığı zaman, bir kulu engelleyeni gördün mü?
 Gördün mü (ne dersin?), ya o (kul) doğru yolda olur,
 Veya kötülüklerden sakınmayı emrederse?
 Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar, yüzçevirirse,
 O adam, Allah'ın kendini gördüğünü hiç bilmiyor mu?
 Hayır, hayır! Eğer o, bu davranışından vazgeçmezse, and olsun ki biz, onu perçeminden, o günahkâr ve yalancı perçeminden tutup cehenneme sürükleriz.
 O zaman o taraftarlarını yardıma çağırsın.
 Biz de Zebanileri çağıracağız.
Hayır, sakın onu dinleme de, secde et ve yaklaş!”
(Alak Suresi)
Başka bir defa da yine secde de iken  efendimizin başını taşla ezip, O’nu öldürmeye kalkışır ve aynı olay bir kez daha yinelenir. Bu yıllar içindeki Hz. Muhammed - Ebu Cehil çatışması İslam’ın sadece inanç ve ibadet boyutuyla sınırlı kalmaz. Toplumsal bir karakter de kazanır. Efendimiz, Ebu Cehil’in kimsesiz ve yoksul insanlar üzerindeki zulmü nedeniyle de onun karşısına dikilir. Sadece bir ahiret peygamberinin ötesinde dünyadan da sorumlu olduğunu sergiler. Hem de maddi açıdan en zayıf olduğu dönemde ve en zor koşullar altında!
Çölden gelmiş yalnız bir bedevi Ebu Cehil’e mal satar, parasını ise alamaz. Kendisine sürekli “bugün git, yarın gel” denir ve en sonunda Ebu Cehil’den hakkını almaktan ümit kesen bedevi, Kabe’de oturmakta olan Kureyş ulularına giderek durumunu anlatır, onlardan yardım ister. Garip bir bedevi için devrin otoritesi Ebu Cehil’le çatışmayı kim göze alabilir ki? Yardım yerine bedeviyi alaya alırlar. Ciddiyetlerini hiç bozmadan az ötede oturmakta olan Hz. Muhammed’i göstererek:
“İşte” derler, “senin hakkını Ebu Cehil’den ancak şu adam alabilir!” Kendisine oynanan oyundan habersiz zavallı, ümitle efendimizin  yanına gider, derdini anlatır. Efendimiz bedeviyi ve arkada birbirlerini dürterek gülen Mekkelileri bir kez süzer“Düş arkama” der, bedeviye “gidip, paranı, Ebu Cehil’den alalım!” Kureyş’in uluları bu durum karşısında ellerini ovuşturarak “Bugün bize iyi bir eğlence çıktı.” derler. Hz. Muhammed önde, bedevi O’nun peşinde ve “eğlence meraklıları” da en geride, hep beraber Ebu Cehil’in evine varılır. Kapıyı Hz. Muhammed çalar. Kapıyı açan Ebu Cehil şaşkındır. Efendimiz ona sadece:
“Öde bu adamın parasını!” der. Karşısındaki hiç yanıt vermeden içeri döner ve az sonra bedevi alacağını tahsil etmiş olur. Bu kez  şaşkınlık sırası “Kureyş’in uluları”na gelir. Bir araya geldiklerinde Ebu Cehil’e merakla sorarlar. “Neden” derler, “Muhammed’in sözünü ikiletmedin?” Ebu Cehil, zavallı bir biçimde cevaplar meraklıları: “O sırada yanında azgın bir deve gördüm. Az daha beni yiyecekti!”
Efendimize  eziyet etmeyi, çile çektirmeyi kendine görev bilen tek Mekkeli elbette Ebu Cehil değildir. Her zalim ve güçten yana tavır almaktan başka bir değer ölçüsüne sahip olmayan zayıf ve alçak kimlikteki kişilikler  o günlerde kendini apaçık belli ederler. Başta Hz. Muhammed olmak üzere bütün Müslümanlar onlar için hedeftirler. Cesaret edip, şimdilik, denemedikleri tek şey efendimizi öldürmeye kalkışmaktır. Onları  Ebu Talib’e duydukları saygı/korku ve Kureyş içinde bir kan davası başlatma endişesi  durdurmaktadır. Ama sadece o kadar! Lakin  bunun dışında  10 sene boyunca öyle günler yaşanır ki efendimiz bunları daha sonraları şöyle tarif eder:
“Andolsun hiç kimse aynı nedenle korkutulmazken ben Allah yolunda olduğum için korkutuldum. Hiç kimse aynı nedenden ötürü eziyet görmezken, ben Allah uğrunda eziyete uğradım. Üzerimden öyle bir otuz gün ve gece geçti ki, benim de Bilal’in de canlı bir kimsenin yiyebileceği-Bilal’in koltuk altında gizleyebildiği az bir şeyden başka-hiçbir şey yoktu.”
Bütün insanlık dışı baskı ve eziyetler karşısında, dayanabildiği tek insani sığınak, eşi  Hatice annemizdir. Hz. Hadice hem karı-koca, hem peygamber-ümmet, hem öğretmen öğrenci ve hem de arkadaş ve birbirlerine destek, yoldaştırlar. Hz. Hatice, O’nu güçlendirmiş, yükünü hafifletmiş ve onun mutlak doğru söylediğine inanmıştı.
Süreç içerisinde her Müslüman değişik ölçülerde Müslüman oluşunun bedelini öder. Mekke yıllarından baskı ve eziyetten kendini koruyabilen hiç kimse olamaz. Köle ya da Kureyş’ten olmayan, dolayısıyla kendisini savunabilecek bir soya sahip bulunmayan zavallılar için yaşadıkları baskı ve eziyet tahammül boyutlarını çok aşar. Yaşanılanlar kelimenin gerçek anlamıyla adeta bir işkence ve sadizm gösterisine dönüşür. 10 sene boyunca çok sayıda insan Müslüman olduğu için ya sakat bırakılır, kör edilir veya öldürülür. Fakat sadist putperestler bütün zalimliklerine rağmen bir şeyin farkında değildirler. Hak eziyet gördükçe kuvvetlenir. Demirin çeliğe dönüşmesi gibidir. İslam’ın kaderi de işte tam bu noktada  belirginleşecektir.
O günler çile günleridir. İşte o çile dolu günleri anlatmak adına Yasir ailesinden bahsetmemek olmaz. Yasir ailesi, köle değildir ama Kureyş’e de mensup değildir. Yani onları Mekke’de koruyup, kollayacak hiçbir yakınları bulunmamaktadır. Zengin de değildirler. Mekke yönetiminin hoşuna gitmeyeceğini bildikleri halde Müslüman olmuşlardır. Müslümanlıkları da alenidir, bilinmektedir. İşte bütün bu durum Yasir ailesini putperest sadistler için ideal bir hedef haline getirir. Yaşlı baba Yasir, anne Sümeyye ile genç oğulları Ammar ve Abdullah’tan oluşan bu ailenin belalısı Ebu Cehil’dir. Aile, öğlenin en sıcak zamanında güneşin kızdırdığı Mekke kayalıklarına sırt üstü yatırılır ve akla gelen her tür işkence kendilerine uygulanır. Bunlardan birinde efendimizin yanlarına geldiğini gören yaşlı Yasir, acılar içerisindeyken dayanamayıp sorar. “Allah’ın Elçisi! Günler hep böyle işkenceli mi olacak?” Efendimiz elinden bir şey gelmemesinin çaresizliğiyle alabildiğine üzgündür.
“Sabredin Yasir ailesi!” diyebilir sadece. Sonra da Allah’a yönelir: “Allah’ım Yasir ailesini bağışla, zaten mutlaka bağışlamışsındır!”  İşkence sürecinin sonunda baba Yasir, Ebu Cehil tarafından oklanarak öldürülür. Sonra da oğul Abdullah! Sıra anne Sümeyye’ye gelir. Yaşlı bir kadındır Sümeyye.   
“Sen Muhammed’e âşık olduğun için Müslüman oldun!” der Ebu Cehil. Fiziki işkence ve hakaret, aşağılama bir arada uygulanmaktadır putperestlerce. En sonunda da gözü tamamen dönen Ebu Cehil, bu yaşlı kadının bir ayağından bir deveye, diğer ayağından da başka deveye bağlanmasını emreder. Develer aksi yönlere doğru kırbaçlanır. Yaşlı kadının kemikleri çatırdamaya başlar, vücudu parçalanmak üzeredir. Fakat sadist Ebu Cehil, daha fazla beklemez karşısındaki görüntünün verdiği coşkuyla, elindeki mızrağı Sümeyye anaya saplar ve sonra da yukarı doğru çekerek bütün gövdesini parçalar. O da şehit olur. İslam’ın ilk kadın şehidi… Dünyadan ayrılırken son sözleri, “Allah, birdir, Muhammed de O’nun kulu ve elçisidir.” 
Son sırada ailenin son bireyi, Ammar vardır. O da günün en sıcak saatlerinde Mekke’nin, “Ramda” ismi verilen kayalıklarına götürülür. Demir bir gömlek giydirilip, vücud yağları eriyinceye kadar yakıcı güneş altında tutulur. En sonunda ne söylediğini bilemeyecek hale gelir. Aynı şey günlerce tekrarlanır. Bazen de sırtı ateşle yakılır. Ateşin sırtında bıraktığı izler ölünceye dek kapanmaz. Ona uygulanan başka bir işkence metodu da, güneşin altında göğsüne ağır kaya parçaları konmasıdır. Bazen de boğulacağı ana kadar suya batırılır. Bu işkencenin yapıldığı sırada efendimiz onun yanına gelir. Delikanlı Ammar, takatince hıçkırıklarla ağlamaktadır. Ammar’ın hali O’nun içini acıtır. Elini Ammar’ın gözlerine sürer ve kulağına:
“Bir daha inançsızlar seni suya batırıp, onların putlarına tekrar döndüğünü söylemeni isterlerse, sen de istediklerini söyle ellerinden kurtul!” diye fısıldar.  Birkaç gün sonra Ammar kendisine verilen izni kullanır. Haber, Mekke’de hızla duyulur. Müslümanlar üzülmüştür. Hz. Muhammed’e gelip “Allah’ın Elçisi!” derler,”Ammar, dininden dönmüş!”  “Hayır! Ammar, tepesinden tırnağına kadar iman ile doludur! İman onun etine, kanına işlemiştir!” Bir süre sonra da Ammar’ın kendisi çıka gelir. Yine ağlamaktadır ama bu kez acıdan değil suçluluk duygusu ve pişmanlıktan… Efendimiz onun gözyaşlarını siler.  
 “Allah’ın Elçisi! Sana sövmedikçe ve onların putlarının senin dininden daha üstün olduğunu söylemedikçe beni bırakmadılar!”
Efendimiz sorar. “Onların istediklerini söylerken kalbin nasıldı?” “Allah’a, sana ve dinime olan bağlılığım, demirden bile daha sağlamdı.”
“Öyle ise senin için çekineceğin bir şey yok! Ammar! Aynı duruma bir daha düşersen yine aynı şekilde kendini kurtarabilirsin!” Ammar’ın başına gelenler, ayet inmesine neden olur ve o günden kıyamete kadar aynı koşullarla karşılaşan Müslümanlar için Allah tarafından bir çıkış kapısı açılır.
“Kalbi imanla dolu olduğu halde dinden dönmeye zorlanan hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr edip, gönlünü inançsızlığa açarsa, onların üzerine Allah’tan bir gazap ve büyük bir ceza vardır.” (Nahl Suresi)
O gün efendimizin Yasir oğlu Ammar’a son sözü “Allah, anneni katledenleri kahretsin!” 
Şeklindedir. Duanın kabul vadesi ise Bedir gününedir!
Mekke zalimlerinin işkencelerine maruz kalmış bir başka İslam’ın sembol isimlerinden birisi de  Rebah oğlu Bilaldir. Kendisi Mekke’nin en kibirli aristokratlarından Halef oğlu Ümeyye’nin oniki kölesinden biridir. Görevi ise , Ümeyye’nin özel puthanesinin bekçiliğidir.O günlerde Müslümanlığını gizlemeyip açığa vurabilen yedi kişiden de biridir. Üstelik Kabe’deki putlar hakkında da ileri geri konuştuğu duyulur ve bir gün de bekçisi olduğu putların hepsini secde durumuna getirip, yüz üstü yere yatırır ve yaptığını inkar etmez de. Başlarında Ebu Cehil olduğu halde Kureyş’in uzman işkence ekibi tarafından, sahibi Ümeyye’den teslim alınır, Bilal.
“Zaten beş para etmez zenci bir köle” der, Ümeyye, “alın sizin olsun. Ne yaparsanız yapın!” Bilal Ebu Cehil’in insafına terk edilmiştir. Yani Cehil’in hiç sahip olmadığı  şeye!   Açık sözlülüğünün bedeli Bilal için çok ağır olur. Ona da Ammar gibi Ramda kayalıklarında, kızgın güneşin altında ağır kaya parçaları yüklenir, o da bir gün bir gece susuz bırakıldıktan sonra üzerine demir gömlek giydirilip, vücut yağları eritilir. Boynuna bir ip takılıp, çocukların ellerine teslim edilir ve Mekke sokaklarında alay, hakaret, tükürük ve taş yağmuru altında sahipsiz bir sokak hayvanı gibi koşturulur, tekmelenir. Ancak bunların hiç biri Bilal’i yıldırmaz. Kendisine teklif edilen, putlara iman ve Hz. Muhammed’i inkar sözlerine direnir.
“Dilim onlara dönmüyor!” diye cevap verir. Bilal’in dili gerçekten dönmez ama sadece “Ş”lere onları “S” olarak telaffuz eder. Mekkeli sadistler hırslarından çıldıracak gibi olur, işkence son haddine ulaştığında Bilal canının acısını “Ah! Of!” gibi ünlemlerle dışarıya vurmaz. Bu kadarcık bile olsa, sadistleri sevindirmez. Ama o da bir insandır kendini tutamadığı anlarda ciğerinin bütün gücüyle “Ehad!” (Allah Bir!) diye bağırır. İçinin yangınını dışarıya ancak o şekilde vurur.  Batha’nın, Ramda’nın kayalıkları zenci köle Bilal’in “Ehad! Ehad!” haykırışlarıyla çınılar. Haftalar, aylar boyu sürer işkenceler. Öyle günler yaşanır ki Müslüman oldukları için sahiplerinden ya da Ebu Cehil’in uzman ekibinden işkence gören kölelerin hepsi, Hz. Muhammed’in verdiği izne dayanarak, işkencecilerin istediklerini söyler, sadece Bilal hariç! O kölelere Bilal de aralarında olduğu halde toplu olarak işkence yapıldığı günlerde akşam olup da hava karardığı ve işkenceciler yorulup işin devamı ertesi güne bırakıldığı zamanlarda her zavallının, kendisi ziyaret edip, birkaç yudum su veren, sırtına ıslak bir bez koyan, ailesinden birileri olur, sadece Bilal hariç, onun hiç teselli edeni olmaz. Bilal, akşamları da yalnız geçirir. Nihayet zenci köle Bilal’in çilesi mutlu biter. Mekke putperestlerinin elinde işkence görmekte olan altı köleyle birlikte Rebah oğlu Bilal de  Ebubekir tarafından sahibi Halef oğlu Ümeyye’den satın alınıp azad edilir. İslam’ı tercih edişi, aylarca işkence görmesi bir yana bırakılırsa, Bilal’e dünyada da büyük bir ödül kazandırır. Özgürlüğüne kavuşturur. Ebubekir ile Ümeyye arasındaki pazarlık ise ilginç bir seyir takip eder. Ümeyye Bilal için on altın ister, Ebubekir’den ve o da kabul eder. İş bittikten sonra Ümeyye, pişkin pişkin:
“Pazarlık etseydin bu siyah köleyi bir altına da bırakacaktım”der. Kendince Ebubekir’i duyarlılığına pişman etmeye çalışır. Fakat Ebubekir’in gülerek verdiği yanıt Ümeyye’nin içine oturur. “Sen derdine yan! Eğer onun için yüz altın da isteseydin gözden çıkarmıştım, verecektim.”
Bu dönem içinde Ebubekir, servetinin büyük bölümünü işkence gören Müslüman köleleri özgürlüklerine kavuşturmak için harcar. Kadın ve erkek toplam yedi kişidir bunlar. Bu uğurda babası Ebu Kuhafe’yle bile karşı karşıya gelir. Ebu Kuhafe hala bir putperesttir ve oğlunun yaptığı şeyin gerçek nedenini anlayabilme bilincinden de uzaktır. Sadece Allah rızası ve Müslüman kardeşliği için koca bir servetin harcanmasını aklı alamadığından oğluna çıkışır:
“Görüyorum ki” der, “bazı zayıf, işe yaramaz köleleri azad edip duruyorsun. Bari ihtiyaç duyduğunda işine yarayacak, zor zamanında yanında yer alıp sana güç katacak, kuvvetli adamları azad etsen!” 
“Babacığım!” diye cevap verir, Ebubekir, “Ben bununla kendimi güçlendirmek değil Rabbimin rızasını kazanmak istiyorum!” Baba Ebu Kuhafe gene anlamaz, sadece dudak büker.
Bilal’in Ebubekir tarafından özgürlüğüne kavuşturulma haberinin Müslümanlar arasında veriliş biçimi ise Efendimizin  Devrimi’nin daha ilk yıllardan itibaren kurulu toplumsal düzeni ve egemen eşitliksiz yargıları dönüştürmede ne kadar etkin olduğunun bir delilidir. Müslümanlar birbirlerine “Ebubekir Bilal ‘i özgürlüğüne kavuşturmuş!” diyerek olayı haber verirler.
Mekke zalimlerinin en amansız işkencelerine uğrayanlardan biri de azadlı köle Ered oğlu Habbab olur. Bir demirci köledir, Habbab. Ona da artık standart yöntem olan Ramda kayalıklarında demirden gömlek giydirilip, kızgın güneşe bırakma cezası uygulanır. Farklı olarak da çıplak vücudu dikenler içinde sürüklenir. Bir gün yere ateş korları döşenir ve Habbab boylu boyunca onların üzerine yatırılır. Yıllar sonra bu olayı “Allah’a yemin olsun ki” diyecektir, “o gün, o korlar ancak sırtımdan akan etimin yağlarıyla söndü!” 
Habbab o işkence dolu günlerin hatırası olan yumruları ölünceye kadar sırtında taşır. Eski sahibesi Ümmü Enmar, Habbab’a sahip çıkan kimse olmayacağını bilmenin güveni ile ateşte kızdırılan demirlerle onun başını dağlar.
İşkencelerde erkek, kadın ayrımı gözetmez zalimler. Özellikle köle kadınların payına, bu zulüm sağanağından büyük bir pay düşer. İşte onlardan birinin ismi Zinnire’dir. Bizans kökenli bir cariye olan Zinnire ilk iman edenlerdendir.Kolları iki yana düşüp, öldü zannedilecek hale gelene kadar boğazını sıkarlar. Ebu cehil, yaptığı işkencelerle bu mazlumun kör olmasına neden olur. Sonra da pişkin bir tavırla,“Gördün mü?” der, “Lat ve Uzza senin gözlerini kör etti!” Zinnire, öyle bir anda bile imanıyla konuşur. “Hayır!” diye yanıt verir. “Senin putların hiçbir şey yapamaz. Hiçbir zarar ya da yarar veremezler. Bu, göklerde verilmiş bir karardır. Dilerse benim Rabbim bana gözlerimi geri verecek gücü olandır!” Nihayetinde Zinnire’ de Ebubekir tarafından satın alınıp, özgürlüğüne kavuşturulur.
Lübeyne de bir cariyedir. O da henüz iman etmemiş olan Ömer’den çeker. Öldüresiye Lübeyne’yi döver ve yorulunca da onunla alay eder. “Senden özür dilerim.” der, “Sadece yorulduğum için ara verdim. Biraz dinleneyim tekrar devam ederim.” Lübeyne’nin de imdadına Ebubekir yetişir.
İşkence yüzünden gözlerini kaybeden kadınlardan biri de Guzeyye’dir. Diğerlerinden farklı olarak o, özgür bir kadındır. Devs kabilesine mensuptur. Erken bir tarihte Müslüman olan Guzeyye, dinini gizler ve ticaret bahanesiyle Kureyş kadınları arasına karışıp, İslam’ı anlatır. Fakat bir süre sonra eylemleri belirlenir ve o da Ebu Cehil’e teslim edilir. Ağır işkencelere uğratıldıktan sonra da Mekke’den sürülür. Kendi kabilesi olan Devs’e sığınır. Fakat bu, Guzeyye için her şeyin daha da kötüleşmesi demek olur. Kureyş egemenlerine yaranma isteğiyle Devsliler de bu hanımefendiye işkenceye başlarlar. Guzeyye kendi kabilesi tarafından kör edilir. Yine de yılmaz, İslam’ı anlatmaya bütün azmiyle devam eder.  Sonunda kazanan Guzeyye olur. Yıllar sonra onun çalışmaları sonunda nihayet bütün Devs kabilesi İslam’ı kabul edecektir.
İşkenceye uğrayanlardan biri de Bizans kökenli azadlıı kölelerden Sinan oğlu Süheyb hafızasını yitirir, ne dediğini anlamaz bir hal alır.
Ebu Fükeyhe, Ümeyye tarafından ayağından bir iple taşların üzerinde sürüklenerek Ramda işkenceliğine götürülür. İşkence sırasında efendisi Ümeyye, yanlarından geçmekte olan bir “Cual” (osurgaç) böceğini göstererek: “Benim rabbim şu ‘Cual’ böceğidir de, seni bırakayım.”  Ebu Fükeyhe, Müslümanlık izzet ve onuruyla “Benim Rabbim Allah’tır.” der. “Beni de yaratan, seni de yaratan O’dur. Cual böceğini de O yaratmıştır.” Ümeyye deliye döner. Ancak öldüğünü zannederek Ebu Fükeyhe’yi bırakır. Onu da Ebubekir kurtarır.
Fakat Hz. Ebubekir bile zulüm o boyuttadır ki kendisini baskı ve eziyetten tamamen koruyacak halde değildir. “Kureyş Aslanı” denen Mekke’nin belalılarından Huveylid oğlu Nevfel, Ubeydullah oğlu Talha ile ikisini namaz kılmalarına engel olmak için iple birbirlerine bağlar. Nevfel’in  korkusundan kimse onları çözmeye cesaret edemez. Bu halleri onlara yaşam boyu devam edecek bir unvan kazandırır. “Ayrılmaz iki arkadaş” anlamında “Karineyn” denilir kendilerine. Talha, kendi ailesinden bile zulüm görür. Öz kardeşi Osman yetmezmiş gibi annesi Saba bile onu Kabe’nin yanında elleri boynuna bağlı, öz oğluna küfürler ve lanetler okuyarak önüne katar, aşağılar.
Avvam oğlu Zübeyr’e, amcası tarafından işkence yapılır. Amca Nevfel, son metot olarak, yeğenini bir iple bağlayıp bir hasırın içine sarar ve ikisini birlikte bir duvara asar. Sonra da altından hasırı ateşe verir, Zübeyr dumandan boğulacak gibi olur. Gün bitimine kadar yanmış hasırın içinde duvarda asılı kalır. Bu orijinal işkence bittiğinde, derisi dumandan simsiyah olmuş, gözleri de dumanın etkisiyle nar gibi kızarmıştır.
Hz. Osman da yine kendi amcası tarafından aynı cezaya uğratılır. Herkes bir şekilde zalimlerin işkencelerine düçar olurlar. Fakat bütün bunlar putperestleri istedikleri sonuca götüremez. Anlık sarsıntılar hariç Müslümanların cesaretleri, gayretleri ve inançları asla zayıflamaz. Tam aksine güçlendikçe güçlenir. Mekke putperestleri kendilerini bu şanlı direniş karşısında çaresiz hissetmeye başlarlar. Bu gerçeğin bir kanıtı o günlerde Mesud oğlu Abdullah’ın Kabe’de Kuran okuması olur. Ufak tefek biridir Abdullah. Üstelik kendisini koruyacak güçlü akrabaları da yoktur. Kabe’de ilk defa açıkça Kuran okuyan Müslüman olma onuruna sahip olmak ister. Arkadaşları kendisini vazgeçirmeye çalışırlar ama boşuna. Bir sabah Kabe’nin karşısında ayakta durur ve “Rahman” suresini yüksek sesle ağır ağır okumaya başlar. Putperestler önce şaşırır. Okunan şeyin ne olduğunu bir anlam veremezler. Hem bu ölçüde bir meydan okuma da düşünebilecekleri şey değildir. Sonra anlarlar ve var güçleriyle çullanırlar Mesud oğlu Abdullah’a! O ise her yandan üzerine yağan tekme yumruk yağmurunun altında okuyabildiği kadar okur. Müslüman arkadaşlarının yanına döndüğünde yüzü gözü kan içindedir. Arkadaşları hayıflanarak “Keşke bizi dinleseydin!” derler. Fakat Abdullah, halinden memnundur. “O putperestler benim gözüme hiç bugünkü kadar zayıf ve zavallı görünmemişlerdi.” olur.  “Yarın da gidip, aynı şeyi tekrar edeceğim.” Fakat bu kez arkadaşları önüne geçer, bırakmazlar.
Bu kadar işkence ve zulümden sonra psikolojik baskı ve alay etme gibi eylemleri de bir kenara koyalım. O tür söz ve davranışlar, Müslümanlar için günlük yaşamlarının önemsiz bir parçası olmuştur.
Bu noktada insan aklına zorunlu olarak bir soru gelir: Nasıl olur da Allah bütün bunlara izin verir? Kendisine samimiyetle iman eden o bir avuç insanın, sadist putperestlerin elinde her çeşit zulmü ve işkenceyi yaşamalarına, sakat kalmalarına hatta ölmelerine göz yumar?
Bu ve benzeri sorulara verilecek ilk cevap, bu dünyanın bir sınav meydanı olduğudur. İkinci olarak ise, bilinmelidir ki Müslümanların dinlerini yaşamalarının ödülü ahirette verilecektir, burada değil. Daha kısa bir ifade ile bu dünya sınav yeridir; ahiret ise ödül. Konuya özel cevap ise yukarıda işaret ettiğimiz gerçektir: Hak, yumruklandıkça kuvvetlenir, yeni bir toplumsal oluşumu hedef alan saldırı ve baskılar onu ortadan kaldırmayı başaramazsa sonuçta onu daha güçlü kılar. Mekke Müslümanları da bu on sene boyunca yaşadıkları baskı ve saldırılar sayesinde polatlaşırlar, dinleri onlar için canları da dahil bütün varlıklarından daha değerli hale gelir. Sonrasında da ona göre sahip çıkarlar. Yaklaşık 1450 seneden beridir devam ede gelen İslam gerçeği de varlığını işte bu birkaç yüz kişiye borçludur. Ama bu  “çok özel” birkaç yüz kişiye! İmanın, feragatin ve fedakarlığın timsali bir avuç insana!
Efendimizin tarihin bu dönemini okuyuşu da, bu dönemde yaşanan işkenceleri yorumlayışı da çok farklıdır. Kendisi de o işkencelerden hem fiziken, hem ruhen en çok etkilenenlerden biri olmasına rağmen! Sırtında ateş söndürülenlerden biri, Ered oğlu Habbab zulmün en ağır yaşandığı günler içinde Hz. Muhammed’e yalvararak bir temennide bulunur.
“Allah’ın elçisi!” der, “Ne olur, Rabbimize dua etsen de bu sıkıntıyı bizden artık giderse ve Müslümanları hâkim hale getirse!” Hz. Muhammed, oturduğu yerden toparlanır. Yüzünün rengi değişir. Kızmıştır. Cevabı kaşları çatık olduğu halde verir. “Sizden önceki iman eden topluluklar öyle işkencelere uğratılmışlardı ki, testereyle vücutları ortadan ikiye ayrılırdı ya da demirden taraklarla etleri ve sinirleri kemiklerinin üzerlerinden taranırdı fakat onlar yine de dinlerinden dönmezlerdi.
Allah’tan korkun ve sabırlı olun. Allah bu işi mutlaka sonucuna ulaştıracaktır. Öyle ki bir insan tek başına devesine binecek, Allah’tan ve koyunlarına kurdun saldırmasından başka hiç bir şeyden korkmayacaktır. Fakat siz sabırsızlanıyorsunuz.”
Efendimizin cevabında ilginç olan, işaret ettiği hedeftir. Vurguladığı şey sadece Müslümanlara ait bir başarı, egemenlik ya da siyasi bir zafer değil elde edilecek olan toplumsal huzurdur. O, bu cevabıyla işkenceleri çeken insanlara, katlandıkları zulmün hem nedenini hem de sonucunu açıklamış olur. Dikkat edilmesi gereken hedefin ne olduğunu öğretir. Hem onlara, hem de kıyamet kopuncaya kadar yaşayacak bütün Müslümanlara…


ÇİLE VE BOYKOT


Hamza, Peygamberimizin amcalarındandır.   Efendimiz ile aynı zamanda süt kardeştir. Mekke Devri'nin 6'ıncı (616 M.) yılında Müslüman olmuştur.
Peygamberimiz bir gün Safa tepesinde otururken yanından Ebu Cehil geçti. Efendimize çirkin sözlerle hakarette bulundu. Peygamberimiz ise hiç bir karşılık vermedi.
Hamza o gün ava gitmişti. Dönüşünde, bir cariye, olayı Hamza'ya anlattı. Hamza henüz Müslüman olmamıştı. Yeğenine hakaret edilmesine dayanamadı, silahını çıkarmadan, derhal Kureyşin toplantı yerine gitti. "Kardeşimin oğluna hakaret eden sen misin?" diyerek yayı ile Ebu Cehil'in kafasına vurup yaraladı. Ebu Cehil, Hamza’da Müslüman oluverir korkusu ile ses çıkarmadı. Ebu Cehil'den, Peygamberimize yaptığı hakaretin öcünü alan Hamza, Efendimize giderek O'nu teselli etmek istedi. Efendimizin ancak onun iman etmesi ile memnun olacağını söylemesi üzerine, şehadet getirip Müslüman oldu.

Hz. Hamza son derece cesur, kuvvetli, yiğit gözünü budaktan sakınmaz bir kişiydi. Kendisinden üç gün sonra da Ömer Müslüman oldu. Bu ikisinin Müslüman olmalarıyla, Müslümanlar moral olarak büyük destek buldular.

Hamza'nın İslam'ı kabulü, Müslümanları sevindirmiş fakat müşrikleri telaşlandırmıştı. Kureyş ileri gelenleri hemen Darün-Nedve de toplandılar. "Bunlar gittikce çoğalıp kuvvetleniyorlar, çabuk çaresine bakmazsak, ileride önünü alamayacağımız tehlikeler doğacak. Buna kesin çare bulmalıyız" dediler. Çeşitli teklifler ortaya atıldı. Ebu Cehil "Muhammed 'i öldürmekten başka çıkar yol yok. Bu işi yapana şu kadar deve ve altın verelim," deyince Ömer ayağa kalkarak "Bu işi ancak Hattab oğlu yapar"? dedi. Ömer alkışlar arasında peygamberimizi öldürme niyetiyle yola çıktı. Silahlarını kuşanıp giderken yolda Abdullah oğlu Nuaym'e rastladı. Onun bu aceleci davranışı karşısında "Nereye böyle ya Ömer"? diye sordu.
"Araplar arasına ayrılık sokan Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmağa"diye cevap verdi, Ömer.
"Ya Ömer, sen çok zor bir işe kalkışmışsın. Müslümanlar Muhammed 'in etrafında pervane gibi dönüyor, seni O'na yaklaştırmazlar. Yapabildiğini kabul etsek, Haşimoğulları seni yaşatmaz." dedi. Ömer bu sözlere hiddetlendi.
"Yoksa sen de mi onlardansın"? diye çıkıştı. Nuaym’da "Sen benden önce kendi yakınlarına bak. Enişten Said ile kız kardeşin Fatıma Müslüman oldular," dedi.

Ömer bu cevabın gerçek olduğuna hiç ihtimal vermedi. Fakat içine düşen şüpheyi gidermek için, yolunu değiştirip doğru eniştesi Said bin Zeyd'in evine vardı. Bu esnada içeride Kuran-ı Kerim okunuyordu. Ömer, kapı önünde okunanları işitti. Kapıyı kırarcasına öfkeyle vurdu.
İçerdekiler Ömer'i görünce telaşlandılar. Ömer'in İslam'a olan düşmanlığını biliyorlardı. Hemen Kuran sahifesini sakladılar ve kapıyı açtılar. Ömer:
"Nedir o okuduğunuz şey"? diye bağırdı. Eniştesi "Bir şey yok", diye cevap verdi. "İşittiklerim doğruymuş" diyerek, hiddetle eniştesinin üzerine atıldı. Araya giren kız kardeşinin, bir tokatla yüzünü kan içinde bıraktı. Canı yanan kızkardeşi Fatıma "Ya Ömer, Allah'tan kork. Ben ve eşim Müslüman olduk, bundan gurur duyuyoruz ve senden de korkmuyoruz. Öldürsen de dinimizden dönmeyiz" dedi ve arkasından şehadet getirdi. Yüzü kan içindeki kız kardeşinin bu hali ve sözleri Ömer'i sarstı, kalbinde bir yumuşama başladı, adeta yaptıklarına pişmandı. Olduğu yere oturdu. Kısık bir sesle "Hele şu okuduğunuz şeyi getirin, göreyim", dedi. Kız kardeşi Kuran sahifesini ona verdi. Ömer büyük bir ilgi ile sahifeyi okumaya başladı. 

"Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ı tesbîh ederler. Yegane galip ve hikmet sahibi olan O'dur. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur, hem diriltir, hem öldürür. O her şeye hakkıyla kadirdir. O her şeyden öncedir. Kendisinden sonra hiç bir şeyin kalmayacağı Son'dur, varlığı aşikardır, gerçek mahiyeti insan için gizlidir, O her şeyi bilir"  (El- Hadid Suresi)

Ömer bu ayetleri okuduktan sonra derin bir düşünceye daldı. Allah Kelamı'nın yüksek anlamı   onun kalbine işlemişti. "Göklerde ve yerde olan şeyler hepsi Allah'ın, bizim putlarımızın bir şeyi yok" diye düşündü. "Beni Allah’ın elçisinin  yanına götürün" dedi O esnada efendimiz Safa semtindeki Erkam'ın evindeydi.

Ömer'in silahlı olarak yanlarına geldiğini gören Müslümanlar telaşlandılar. Yalnızca Hamza:
“İyilik için gelirse ne ala, aksi halde geleceği varsa, göreceği de var, telaşa gerek yok”dedi. Ömer’in sağından ve solundan iki kişi tutarak efendimizin huzuruna götürdüler. Ömer Allah’ın elçisinin önünde diz çökerek şehadet getirdi. Orada bulunanlar sevinçlerinden hep birden tekbir getirdiler. Safa tepesinde yükselen "Allahü Ekber" sedası ile Mekke ufuklarını çınlattılar.

Ömer, "Kaç kişiyiz"? diye sordu. "Seninle 40 olduk," dediler. Ömer  "O halde ne duruyoruz? Hemen çıkalım, Harem-i Şerif'e gidelim,” dedi. Bütün Müslümanlar toplu halde umut ve mutluluk içinde Kabe'ye gittiler.
Kureyş ise  Darun Nedve'de Muhammed’in ölüm haberini merak içinde beklemekteydi. Müslümanların toplu halde Harem-i Şerif'e ilerlediğini görünce, keyifle "İşte Ömer, hepsini önüne katmış getiriyor" dediler.

Ömer Kureyşlilere yaklaşınca"Beni bilen bilsin, bilmeyen öğrensin, Ben Hattab oğlu Ömer'im. İşte Müslüman oldum" dedi ve şehadet getirdi. Kureyşliler şaşkına döndüler. Her biri bir tarafa savuştu. O gün Müslümanlar ilk defa Harem-i Şerif’te saf olup topluca namaz kıldılar.

Hamza ve Ömer'in Müslüman olmalarıyla, İslâm'ın yayılması hız kazandı. Daha önce 6 yılda sayıları ancak 40 kişiye ulaşabilmişken bir yıl sonra Müslümanların sayısı 300'ü geçmiş, bunlardan 90 kişi Habeşistan'a hicret etmişti. 

Müşriklerin her gün biraz daha şiddetini arttıran eziyet, hakaret ve işkenceleri neticesinde Mekke, Müslümanlar için yaşanmaz bir şehir haline gelmişti! Günden güne artan bu eza ve cefalar, dini ibadetlerini de gönül rahatlığı içinde yapma imkanını ellerinden almıştı.
Müşriklerin, bu gaddarca ve merhametsizce davranışlarından kolay kolay vazgeçmeye de niyetleri yoktu.
Bunun için Efendimiz, bir gün Müslümanlara, "Siz bari yeryüzüne dağılın. Allah  sizi yine bir araya getirir."dedi.
Sahabiler, "Ya Resulallah, nereye gidelim?" diye sorunca da eliyle Habeşistan`ın bulunduğu tarafı işaret ederek,"Siz Habeş ülkesine gitseniz iyi olur. Habeş Hükümdarının yanında hiç kimse zulme uğramaz. Orası doğruluk yurdudur. Umulur ki, Allah, sizi orada ferahlığa kavuşturur." buyurdu.
Efendimizin bu müsaade ve tavsiyeleri üzerine ilk olarak 10`u erkek 5`i kadın on beş kişilik bir Müslüman kafilesi, dinlerini ve inançlarını korumak mukaddes gayesiyle yerlerini, yurtlarını, bağ ve bahçelerini, anne ve babalarını, akraba ve komşularını terk ederek, yabancı bir diyara doğru gizlice yola koyuldular. Kızıldeniz yoluyla Habeşistan`a varan ve Habeş Necaşisi (hükümdarı) tarafından gayet olumlu karşılandılar. 
Efendimizin Habeşistan`ı tercih edişi birkaç sebebe dayanıyordu: Her şeyden evvel, orası Mekkeliler tarafından gayet iyi bilinen bir yerdi. Zira, bu ülke ile eskiden beri ticari ilişkileri vardı.
Habeş Necaşi`sinin adil hükümdar oluşu, bu ülkenin tercih edilmesine ikinci bir sebepti. Adaletiyle şöhret bulmuş Necaşi, elbette bu mazlum topluluğa haksızlık etmeyecekti.
Bir diğer sebep olarak da, Habeşistan halkının Ehl-i kitap oluşları, Hristiyan dinine mensup bulunmalarıydı. Ehl-i Kitap oluşları sebebiyle şüphesiz Müslümanlara karşı tavır ve davranışları, müşriklerin Ehl-i İslama karşı hareket ve davranışlarından farklı olacaktı!
Nitekim, Mekke`yi sessiz sedasız terk eden adı geçen sahabiler, Habeş Necaşi`si ve halkı tarafından gerçekten çok güzel karşılandılar. Buraya yerleştikten sonra da, ibadetlerini ifa, dini inançlarını yaşama hususunda herhangi bir engel ve zorlukla karşılaşmadılar.  Bütün bunlarla birlikte, bu hicret hadisesi çok daha mühim bazı olumlu neticelerin doğmasına sebep oldu. Bu sayede İslamiyet etraftan da duyuldu. Hicret olayının arkasında bu yüksek gayenin bulunuşundan dolayıdır ki, müşrikler göç eden bu bir avuç Müslümanın Habeşistan`a sığınmalarından endişe duydular ve telaşa kapıldılar. Bu uzak diyarda dahi onları rahat bırakmak istemediler.
Mekke müşrikleri, İslam nurunun sönmesi için, ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Alay, hakaret ve işkencenin her çeşidini denediler. Bütün bu insafsız uygulamalar İslam'ın yayılmasına, Müslümanların sayılarının günden güne artmasına engel olamıyordu.
Peygamberliğin gelmesinin üzerinden altı yıl geçmiş, yedinci yıla girilmişti. Müslümanların bir kısmı, Habeş ülkesine hicret ederek emniyete kavuşmuş, İslam, diğer Arap kabileleri arasında da duyulmaya başlamıştı. Çok geç olmadan bu gidişe bir son vermek gerektiğini düşünen Kureyşli müşrikler, Hz.Peygamberi yine  öldürmek için aralarında anlaşmaya vardılar.
Müşriklerin aralarında yaptıkları anlaşmanın haberi, amca Ebu Talib’in kulağına kadar gelmekte gecikmedi. Yeğeni hakkında endişeye kapılan Ebu Talib, Haşimoğullarını toplantıya çağırdı. Müslüman olsun, olmasın hepsi kimisi din, kimisi akrabalık gayretiyle  efendimizi  koruma hususunda anlaştılar.
Haşimoğullarının yaptıkları toplantıyı haber alan müşrikler de ayrı bir yerde yeni bir toplantı daha yaptılar. Toplantıda, Muhammed (sav) öldürülmek üzere kendilerine verilinceye kadar devam etmek üzere şu konularda anlaşmaya vardılar:
- Haşimoğullarına kız verilmeyecek, onlardan kız alınmayacak,
- Yapılan her türlü ticari faaliyet durdurulacak,
- Onlarla oturulmayacak, görüşülmeyecek, konuşulmayacak,
- Barış istekleri asla kabul edilmeyecek ve acınmayacak
Üzerinde anlaştıkları maddeleri bir kağıda yazıp mühürlediler ve verdikleri sözden dönmemek için de Kabe’nin içine astılar.

Ebu Talib, “anlaşmadan vazgeçmeleri, dostluk bağlarını koparmamaları, bunun kabileler arasında kanlı savaşlara sebep olabileceği” yönünde uyarılarda bulunduysa da bir sonuç alamadı. Haşimoğulları için yıllar sürecek, zorluklarla dolu bir dönem başlıyordu.
Bu karardan sonra, şurada-burada dağınık halde olan bütün Müslümanlar Ebu Talib mahallesi'nde Haşimi'lerle birleştiler. Ebu Leheb, Haşimi'lerden olduğu halde, müşriklerle beraber oldu ve mahalleden çıktı. Ebu Talib, Müslüman olmadığı halde, Müslümanların başına geçti. Hz. Peygamber de üç yıldan beri ikamet etmekte olduğu Erkam'ın evinden, Ebu Talib mahallesine taşındı. Müslümanlar burada üç yıl (616-619 M.) abluka altında kaldılar. 
Müslümanlar abluka altında kaldıkları bu üç yıl içinde çok sıkıntı çektiler. Yeteri kadar erzak temin edemedikleri için, açlıktan ağaç yapraklarını yediler. Bazı küçük çocuklar, gıdasızlıktan öldü. Ebu Cehil gece-gündüz Ebu Talib mahallesi'ne girip çıkanları kontrol ediyor, mahalleye gizlice yiyecek maddesi sokulmasına imkan vermiyordu. Hamza ve Ömer gibi cesur olanların dışında kimse çarşıya çıkıp alış-veriş yapamıyordu. Sad Bin Ebi Vakkas, bir defa bulduğu bir deri parçasını ıslatmış, ateşte kavurarak yemişti. Kadınların ve çocukların açlıktan feryatları mahalle dışından duyuluyordu. Müslümanlar yıllık yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını ancak "Eşhür-i hurum" denilen kan dökülmesi yasak dört ayda (Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep) temin etmeğe çalışıyorlardı. Peygamber Efendimiz de davet ve tebliğ vazifesini, özellikle Mekke'ye dışarıdan gelenlere ancak bu aylarda yapabiliyordu. Müslümanlar üç yıl süren bu boykot esnasında dayanılmaz sıkıntılara katlandılar. Fakat Kureyş bundan da hiç bir netice alamadı.
Müslümanların bu acıklı durumu müşriklerden bazı insaflı kimseleri de rahatsız etmeğe başladı. İçlerinden Züheyr ismindeki kişi, "Ey Kureyş topluluğu, şu yaptığımız şey, insanlığa yakışmaz. Biz her imkandan yararlanırken, bizim kabilemizin bir kolu olan Haşimoğullarının aç bırıkılması insafla bağdaşmaz. Bu kararın bozulması gerekir. Yemin ederim ki bu zalim sözleşme yırtılmadıkça buradan ayrılmıyacağım." diye söze başladı. Ebu Cehil, Züheyr'i susturmak istediyse de, diğerleri de onu destekledikleri için muvaffak olamadı.

Haşim Oğullarına uygulanan boykot üçüncü yılını doldurmak üzereydi. Hz.Peygamber (sav) amcası Ebu Talib’in yanına geldi:
“Ey amca! Rabbim olan Allah Kureyşlilerin Kabe’ye astıkları sayfaya ağaç kurdunu (güvesini) musallat etti. Allah’ın isminden başka, yazılan anlaşma maddelerinden hiç birini bırakmadı, hepsini kemirdi.”
“Bunu sana Rabbin mi haber verdi?”
“Evet!”
“Ey kardeşimin oğlu! Bu haber verdiğin şey gerçek midir?”
“Evet! Vallahi gerçektir!”
Ebu Talib, haberi kardeşlerine anlattı. Kardeşleri:
“Bu hususta kanaatin nedir?”
“Vallahi, O bana hiçbir zaman yalan söylememiştir. En güzel şekilde giyinerek Kureyşlilerin yanlarına gidelim ve bu haberi onlara bildirelim. Hep birlikte hazırlanarak Kabe’ye gittiler. Kureyşlilerin ileri gelenleri Kabe’nin yanında oturuyorlardı. Ebu Talib ile yanındakileri görünce, efendimizi  kendilerine teslim etmeyi kabul etmek zorunda kaldıklarını düşünerek heyeti hemen meclislerine aldılar. Ebu Talib “Ey Kureyş topluluğu! Hiçbir zaman yalan söylememiş olan kardeşimin oğlu bana, anlaşmayı yazmış olduğunuz sayfanıza, Allah’ın ağaç kurdunu musallat kıldığını ve anlaşma maddelerinin tamamının kemirildiğini haber verdi. Haydi anlaşmayı yazmış olduğunuz sayfanızı getirin! Eğer söylediği doğru çıkarsa, vallahi en sonuncumuz ölünceye kadar Onu size teslim etmeyiz! Ama siz de bu yaptıklarınızdan vazgeçin! Eğer dediği doğru çıkmazsa, kardeşimin oğlunu size teslim ederim. Siz de Ona istediğiniz gibi davranırsınız!”
Müşrikler teklifi kabul ettiler. Anlaşma sayfası getirildi. Aynen efendimizin söylediği gibi her şey kurtlar tarafından kemirilmiş, yalnız Allah’ın isminin bulunduğu bölüm sağlam kalmıştı. Müşrikler yine de verdikleri sözü yerine getirmekten kaçındılar ve “bu bir sihirdir!” dediler. Ama içlerinde Haşimoğullarına karşı haksızlık ettiklerini düşünenlerin sayısı gün geçtikçe artıyordu.
Peygamberliğin 10. yılına girilmişti. Uygulanan boykot, artık çoğu kimseye insafsızca gelmeye başlamıştı. Kureyşlilerden, Haşimoğullarına yakınlığı olan birkaç kişi, aralarında anlaşıp bir toplantı sırasında anlaşmayı eleştirdiler ve bundan sonra uymayacaklarını bildirdiler. Zaten zayıflamış bulunan boykot cephesi, bu girişimden sonra daha fazla devam edemedi. Haşimoğulları da tekrar halkın arasına karıştılar.
Müslümanlar ablukadan kurtuldukları için sevindiler. Çektikleri sıkıntıları unutmağa, yaralarını sarmaya çalıştılar. Fakat sevinçleri uzun sürmedi. Boykotun kalkmasından 8 ay kadar sonra, iki büyük acı ile karşılaştılar. Mekke Devri'nin 10'uncu yılı Şevval ayında önce Ebu Talib, üç gün sonra da  Hatice annemiz vefat etti.

Ebu Talib, Müslüman olmamıştı.Ancak efendimize son derece bağlıydı. O'nu çok seviyor, bu yüzden her fedakarlığa katlanarak, müşriklerden gelecek kötülüklere karşı O'nu koruyordu. Ölürken bile, Haşimoğullarına, "O'na bağlı kalmalarını, uğrunda her fedakarlığı yapmalarını, sözünden çıkmamalarını" vasiyet etmişti.
Hz. Hatice O'nun gam ortağı, şefkatli bir hayat arkadaşıydı. En sıkıntılı anlarında O'nu teselli ediyor, bütün varlığı ile O'na destek oluyordu.
En büyük destekleri olan, sevdiği iki insanı peşpeşe kaybettiği için efendimiz çok üzüldü. Bu sebeple bu yıla "Senetü'l-huzn" (Hüzün yılı ) denildi.

Müşrikler, Ebu Talib'in sağlığında, efendimizin  şahsına pek ilişemiyorlardı. O'nun ölümünden sonra, efendimizin şahsına da her türlü kötülüğü yapmağa başladılar. Bir defa, Kabe'de namaz kılarken, Ebu Cehil'in teşviki ile Ebu Muayt oğlu Ukbe, yeni kesilmiş bir devenin barsaklarını getirip, secdede iken üzerine koymuş, efendimiz başını secdeden kaldıramamıştı. Kızı Fatıma yetişerek, üzerini temizlemiş, efendimiz namazını bitirdikten sonra etrafında gülüşen müşrikleri işaret ederek üç defa"Allah'ım Kureyşten şu zümreyi sana havale ediyorum" dedikten sonra isimlerini birer birer saymıştı. Efendimizin isimlerini saydığı bu azılı müşriklerin hepsi de Bedir Savaşı'nda katledilip, leşleri Bedir'deki "Kalib" denilen kuyuya atılmıştır.
Kureyş'in zulümleri artık katlanılamaz bir duruma gelmişti. Bu yüzden efendimiz yanına evlatlığı Harise oğlu Zeyd'i de alarak Taif'e gitti. Taiflileri putlarından kurtulup bir olan Allah’a teslim davet edecekti. 

Tâif'te Sakiyf adında bir Kabile vardı ve onlar da putperestti. Efendimiz  10 gün kadar, onlara İslam'ı anlatmağa çalıştı, ileri gelenleri ile görüştü. Hiç biri Müslüman olmadığı gibi, "Senden başka Peygamberlik gelecek kimse kalmadı mı?" diye de alay ettiler. "Memleketimizden çık da nereye gidersen git!" diye Allah elçisini kovup hakaret ettiler. Taif'ten ayrılırken de çoluk çocuğu ve ayak takımı olan düşük tabiatlı kişileri yolun iki tarafına sıralayıp taşlattılar. Efendimizin ayakları, atılan taşlarla yara-bere içinde kaldı, ayakkabıları kanla doldu. Ayaklarındaki yaraların verdiği acıdan adeta yürüyemez hale gelip oturmak istedikçe, zorla kaldırıp yaralı ayaklarını taşlamağa devam ediyorlar, bu yürekler parçalayan acıklı haline gülüp eğleniyorlardı. Vücudunu atılan taşlara siper eden evlatlığı Zeyd’de, bir kaç yerinden fena halde yaralandı. Efendimiz hayatı boyunca karşılaştığı bedeni sıkıntılardan en büyüğünü o gün yaşamıştı. Bir şekilde nihayetinde Rabia'nın oğulları Utbe ve Şeybe'nin yol üstündeki bağına sığınarak ayak takımının takiplerinden kurtulabildi. Burada bir çardağın gölgesinde, ellerini kaldırıp şu hazin duayı yaptı:

"İlâhi, kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresizliğimi, halkın gözünde hor ve hakir görüldüğümü ancak sana arzederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi, herkesin zayıf görüp de dalına bindiği biçarelerin Rabbi sensin! İlahi, huysuz ve yüzsüz bir düşmanın eline beni düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline verdiğim akrabamdan bir dosta bile bırakmayacak kadar bana merhametlisin.
Ya Rabb! Eğer bana karşı gazablı değilsen, çektiğim bela ve sıkıntılara hiç aldırmam, fakat senin esirgeyiciliğin bunları da göstermeyecek kadar geniştir.

Ya Rabb! Gazabına uğramaktan, rızandan mahrum kalmaktan, senin karanlıkları aydınlatan, din ve dünya işlerini dengeleyen yüzünün nuruna sığınırım. Razı oluncaya kadar işte affını diliyorum. Bütün kuvvet ve kudret ancak seninledir!"  

Görüldüğü üzere yapılan bunca eziyet ve cefaya rağmen insanlara beddua etmemiş, hatta yolda Mekke'ye iki konak mesafede  Karn  denilen yerde kendisine Cebrail gelerek,
"Ey Allah'ın Resulü, Allah kavminin sana söylediklerini işitti, yaptıklarını gördü, sana şu Dağlar Meleği'ni gönderdi. Kavmin hakkında ne dilersen, bu meleğe emredebilirsin" dedi. Dağlar emrine verilmiş olan melek de kendisini selamladıktan sonra,
"Ya Muhammed, emrine hazırım. (Ebu Kubeys ile Kayakan denilen) Şu iki yalçın dağı  üzerlerine devrilip, birbirine kavuşarak müşrikleri tamamen ezmelerini istersen emret" dedi.
"Onlar bilmiyorlar! Hayır, onların ezilip yok olmalarını değil, Rabbimin bu müşriklerin soyundan, O'na hiç bir şeyi ortak kılmayan ve yalnız Allah'a ibadet eden bir nesil meydana getirmesini istiyorum" demiştir.
Rabia'nın oğulları, Efendimizin perişan halini gördüler. Hristiyan köle Addas ile O'na bir salkım üzüm gönderdiler. Efendimiz "Bismillah!" diyerek üzümü yemeğe başlayınca, Addas hayretle "Bu bölge halkı böyle söz söylemezler, onlar Allah adını anmazlar", dedi.Efendimiz  ona nereli olduğunu sordu. "Ninovalıyım, Hristiyanım", diye cevap verdi Addas. Efendimiz gülümseyerek "Demek kardeşim Yunus Peygamberin memleketindensin"dedi. Addas “Sen Yunus'u nerden biliyorsun? diye sordu efendimize.
“Yunus benim kardeşim, O'da benim gibi Peygamberdi” dedi efendimizde. Daha sonra efendimiz Addas'a İslamiyeti anlattı. Addas da orada Müslüman oldu. Efendimiz  en zor ve en sıkıntılı anlarında bile Peygamberlik görevini ihmal etmiyor, insanların hidayetlerine vesile olmaya gayret ediyordu. 
Mekke’ye dönüş zamanı gelmişti.  Efendimizin himayesiz Mekke'ye girmesi imkansızdı. Esasen, hayatı tehlikede olduğu için Mekke'den Taif'e gitmişti. Bu sebeple dönüşte, Hira   Dağına çıkarak, Kureyşin hatırı sayılır büyüklerinden Adiyy oğlu Mutim'e haber gönderdi. Ancak onun himayesinde gece vakti Mekke'ye girebildi. Kabe'yi tavaf edip Harem-i Şerif'de iki rekat namaz kıldıktan sonra evine döndü. Arap geleneklerine göre, bir kimse himayesine aldığı kişiyi korumağa mecburdu. Bu sebeple, Mutim ve çocukları silahlanıp Kabe'nin dört bir tarafını tuttular. Böylelikle  Peygamber Efendimizin Mekke'ye girip serbestçe tavaf etmesini ve evine gitmesini sağladılar.

Ne yazık ki Mutim, Bedir savaşında müşrik olarak öldü. Peygamber Efendimiz, Mutim'in bu iyiliğini unutmamış, Bedir esirlerinin kurtarılması için Medine'ye gelen oğlu Cübeyr’e "Eğer senin o ihtiyar baban, sağ olsaydı da bu murdar herifleri benden isteseydi, hepsini ona bağışlardım." demiştir.


DEVAM EDECEK...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder