30 Ekim 2022 Pazar

ÇANAKKALE'DE VURULDUK / TİYATRO OYUNU

ÇANAKKALE’DE VURULDUK FEHMİ DEMİRBAĞ 1. BÖLÜM: OYUNCULAR: KAYZER 2. WİLHEİM OPPENHEİM SEBOTTENDORF YAVER HANS GAZETECİ ADOLF … Almanya’nın İstanbul konsolosluğunda önemli ve gizli toplantı yapılmaktadır. Çalışma masasında evrakların arasına adeta boğulmuş Kayser bir yandan da ayakta kendisini dinleyen gazeteci Adolf’e konuşmaktadır. KAYZER: Cihad eylem planımızı uygulamaya geçebiliriz artık. İngilizlerin, Fransızların, Rusların kontrolündeki İslam topraklarında ayaklanma çıkarmalıyız. Bunun için Halife bayrağının altındaki Türklerin aktif bir işbirliğine ihtiyacımız var. Masanın üzerindeki bir raporu eline alır. Odada dolaşmaya başlar. Ara sırada gazeteciye bakınır. KAYZER: Bu söylediklerimi ve göreceklerini ben söyleyene kadar sakın gazeteye basma. Yalnızca tarihe kayıt olarak düş Adolf. ADOLF: Ben güvenilir bir gazeteciyim. Biliyorum her gazeteciye güvenilmez ama bana güvenebilirsiniz sayın Kayzer. KAYZER: Bu rapora göre propaganda faaliyetinin en önemli odağı, Mısır ve Hindistan olmalıdır. Daha sonra Osmanlı’nın, Kafkasya’da Rusya’ya karşı başarılı bir savaş yürütmesi ikinci adımdır. ADOLF: Biraz yavaş söyler misiniz sayın Kayzer? KAYZER: Üçüncü sırada ise Tunus, Cezayir ve Fas’taki Fransız sömürge alanlarının ayaklandırılması gelmektedir. Bir gerilla hareketi başlatmalıyız. Sonra tekrar masanın başına geçti. Elindeki raporu masaya bıraktıktan sonra bir başka raporu eline alır. Raporu hızlıca gözden geçirirken konuşmaya devam eder. Gözleri uzaklardadır. KAYZER: Bakü petrol hatlarına sabotaj eylemleri yapılmasından, Süveyş Kanalı’nın ablukaya alınmasına, siyasetçilere suikast planlarından istihbaratla ilgili eylemlere ve broşürlerle propaganda taktiklerine kadar pek çok çalışmayı aynı anda başlatmalıyız. ADOLF: Bütün bunlar Almanya’ya pahalıya mal olmaz mı efendim? KAYZER: Bunun için tam 300 milyon mark bütçe ayırdık. Nasıl olsa bu parayı Müslümanlardan fitil fitil geri alacağız. Yeter ki Tanrı Euro ya Almanım desin! Kayzer bir an durdu. Bakışlarını kapıya doğrulttu. Bağırdı. KAYZER: Hansss! Bir yandan da raporlara bakarak konuşmasını sürdürdü. KAYZER: Şu meseleyi iyice anlayalım sevgili Adolf. ADOLF: Anlamaya çalışıyorum efendim. Şansölye Bismarck’tan beri bütün dünya sizi anlamaya çalışıyor. KAYZER: Nasıl İngiltere Mısır’da, Fransa Tunus’da, İtalya Trablus’da, Avusturya Bosna’da ve Rusya Sırbistan ve dolaylı olarak Balkanlarda hak sahibi durumdaysa Almanya’nın da yeni yaşam alanı olarak Osmanlı üzerinde nüfuz kurması gerekiyor. ADOLF: Osmanlı’da buna müsait yani. İçeride ne çok bizlerle, İngilizlerle, Fransızlarla hatta Ruslarla işbirliği yapan, yapmaya hazır insanı varmış; hayret! KAYZER: Bin yıldır bunun şartlarını olgunlaştırmaya çalıştık. Nihayet emeklerimizin karşılığını alıyoruz, alacağız. ADOLF: İngiliz sömürge bakanı Glagstone’nin dediği gibi; Kafir Türkleri ya diyalog, hoşgörüyle ya da Hristiyanlara benzeterek alt edebiliriz diyorsunuz yani. KAYZER: Hatta bu bir varoluş savaşımızdır. Osmanlı’nın her yerden kuşatıldığı şu süreçte bir doğal müttefik olarak bize de ihtiyacı var. Odanın kapısı açıldı. İçeri Yaveri Hans girdi. Asker selamını çaktı. HANS: Emredin Kayzerim. KAYZER: Gelmediler mi daha? HANS: Geldiler efendim. İçeri kabul için emrinizi beklemekteler. KAYZER: Bekletme…Hemen al içeri. Odaya Oppenheim önde Sebottendorf arkada girerler. Asker selamı vermeden başlarını öne eğerek Kayzer’i selamlarlar. Gazeteci Adolf’le de gözleriyle selamlaşırlar. Kayzer masa başında olduğu halde gözlerini elindeki evraklardan kaldırır. Seri bir hareketle elindekileri masaya bırakır. Oppenheim’e gülerek yanına gelir. İki eliyle omuzlarından kavrar onu. Bir yandan da kahkaha atmaktadır. KAYZER: “Hacı Wilhelm Muhammed!” “Hacı Wilhelm Muhammed!” “Hacı Wilhelm Muhammed!” İşte bunu çok sevdim sevgili Ebu Cihad! Demek yaptığınız yayınlarla beni Müslümanlara Hacı Wilhelm Yusuf Muhammed diye tanıtıyorsunuz? Kılık değiştirerek Hacc’a gittiğimden bahsediyorsunuz. ADOLF: Biz gazeteciler bile bir yalanı bu kadar inandırıcı söyleyemeyiz. KAYZER: Propaganda esnasında yalan söyleyin, inananlar olacaktır. Şayet başarısız olduysanız devam edin. Başka inananlar olacaktır. OPPENHEİM: Propagandada kullanılan yalanlar ne kadar büyük olursa insanların onlara inanması kolaylaşır, yalanın etkisi artar. ADOLF: Ya Müslümanlar? Bildiğim kadarıyla bir Müslüman asla yalan söyleyemez. KAYZER: Ama cahil Müslümanlar yalanlara çabuk inanırlar. Hem bu Müslümanlar tarihin bahsettiği o Müslümanlar değiller. Onun için bu haldeler. ADOLF: Demek sizin Müslüman olduğunuza inanıyorlar? OPPENHEİM: Sadece sizin mi? Hatta Alman halkının topluca İslam dinini seçtiğine inanıyorlar. KAYZER: (Gülerek) Ne yani şimdi namaz kılıp, oruç tutmaya mı başlayacağım? ADOLF: Gerek yok sayın Kayzer. Benim kalbim temiz der geçersiniz, günümüz Müslümanları gibi. KAYZER: 19. Yüzyıl Müslümanlar için zor geçeceğe benziyor. ADOLF: Sızlanmaya başladığınıza göre cidden Müslüman mı oluyorsunuz yoksa, efendim. (Gülüşürler) OPPENHEİM: Efendim. Müminleri kafirlerin boyunduruğundan kurtarmak için Allah tarafından görevlendirildiğinizi de söylüyoruz Müslümanlara. KAYZER: Çok güzel…İnanıyorlar değil mi safdirikler. Kuşkulanmıyorlar değil mi? OPPENHEİM: Burada, İstanbul’da Doğu haber ajansını kurmamız iyi oldu sayın Kayzer. El Cihad adını verdiğimiz gazete bu konuda üzerimizdeki kuşkuları gidermekte. Ayrıca bu doğrultuda yaptığımız tüm propaganda materyalleri bizi hedefimize daha da yaklaştırmaktadır. ADOLF: Bir tavsiyem olsun. Bu Türkler okumayı pek sevmezler. Okuma oranları da pek düşüktür. Gazetenin dışında diğer mecralarıda kullanınız. OPPENHEİM: Ne yani instegram hesabı da açalım mı? Tik tok? Diğer bütün sosyal medya hesapları. Twitter, Facebook…Trol de besleyelim mi? Şöyle bir hastag’e ne dersiniz? #hastaosmanlı ADOLF: Bu casusların espri anlayışına da hastayım…007 bond, James bond…Tafa, Mus..tafa gibi bir şey… OPPENHEİM: Pek muhterem bir kısım medya…Elbette resim, karikatür, film, kitap, şiir ve diğer resmi propaganda malzemeleriyle propaganda çalışmalarımızda ayrıca radyo, telgraf, fotoğraflar ve kartpostallar da kullanıyoruz. ADOLF: Ayrıca uluslarası basına da kaynak sunacak şekilde propaganda metinleri de hazırlamalısınız. Gazeteler halkın mazlumlardan nefret etmesini, zalimleri ise çok sevmesini sağlar. KAYZER: Danke schöne… Wunderbar! Unutmayın! Propagandanın özünü, Osmanlı İmparatorluğu’nun İslam birliğini sağlayıp başı çekmesi ve Almanya ile birleşerek İngiltere ve Fransa’yı saf dışı etmesi oluşturmalı. OPPENHEİM: Hiç kaygınız olmasın sayın Kayzer. Ben organizyonun başı Oppenheim olarak sizi temin ederim ki büyük Almanya yolunda var gücümüzle mücadele etmekten bir an bile geri durmayacağız. Hile Kayzer! Hile Führer! (Eliyle Hitler selamı verir.) YAVER: Efendim. Davetiniz üzere sayın Sebottendorf’ta burada. Daha önce odaya giren Sebottendorf’un varlığından habersiz gibi davranan Kayzer yaverinin uyarısıyla bu kez ona yönelir. İki eliyle omuzlarını kavrar onun da. SEBOTTENDORF: Onur duydum efendim. KAYZER: Çalışmalarını takip ediyorum Baron Rudolf von Sebbottendorf. Kahire’ye seni gönderdiğimizden beri haftalık bütün raporlarını okuyorum. Demek sen de Bektaşi oldun ha İstanbul’da? Kahkaha atar. KAYZER: Yaver sen hariç odadaki herkes Müslüman, bir sen kafirsin. Ben Hacı Muhammed Yusuf. Oppenheim, Ebu Cihad. Şefik Hüsnü’de Rudolf! Sana da bir Müslüman adı verelim mi, ne dersin? Gazeteci Adolf ne dersin, sen de kelime-i şehadet getirecek misin? SEBOTTENDORF: Efendim talimatınız üzerine Mısır Hidiv’i Abbas Hilmi Paşa’nın yakın adamlarından Hüseyin Fahri Paşa ile yakınlık kurdum. İstanbul Beykoz’da Bektaşi oldum. Hem Arapça’yı hem de Osmanlı Türkçe’sini öğrendim. ADOLF: İşte tarihin en gizemli kişisi. Demek o meşhur, gizemli Baron sizsiniz? SEBOTTENDORF: (Adolfe cevap vermez. Konuşmasını ciddiyetle sürdürür.) Efendim bir yandan da Gül Haç ve Thule örgütlerini kurmak için Sabetaylarla temaslarımı sürdürmekteyim. Sultan Abdulhamid’e bağlı Yıldız Teşkilatını sonlandırarak yeni kurulan Teşkilat-ı Mahsusa’yı kontrolümüze almak için uğraş veriyoruz. ADOLF: İşte tarihin en gizemli kişisi. Demek o meşhur, gizemli Baron sizsiniz öyle mi? SEBOTTENDORF: Başta Enver Paşa olmak üzere tüm İttihat Terakki örgütünde etkimiz yerinde…Kızılay’ın başkanlığını yürütüyorum. Türk vatandaşlığını aldım ayrıca. Yalnız… KAYZER: Yalnız ne?… OPPENHEİM: Efendim…İngilizlerle ciddi sorunlar yaşıyoruz. Benim gibi asıl mesleği arkeolog olan Lawrence gibi İngiliz ajanlar çalışmalarımızı sekteye uğratmak istiyorlar. Osmanlı’nın her taşının altında casuslar cirit atıyor. KAYZER: Uçan şeyh lakaplı şu İngiliz mi? Gertrude Bell’in yetiştirmesi…Meraklanmayın Abdulhamid bize güveniyor. O İngilizlere, Fransızlara, Ruslara fırsat vermez. ADOLF: Abdulhamid kimseye güvenmez efendim. O Allah’tan başkasına güvenmez. KAYZER: Olasılıklara karşı bizim de bir planımız var. Yahudi Emmanuel Karaso, Ermeni Aram Efendi, Arnavut Esad Toptani ve Gürcü Arif Hikmet Paşa ne güne duruyor? Lakin aynı adamlarla İngilizler de temasta. OPPENHEİM: Biz İngiliz, Fransız ve Ruslara karşı faaliyetler yürütmekteyken Lawrence’ de, Arapları Alman ve Osmanlılara karşı ayaklandırmaya çalışıyor. KAYZER: Kudüs’e boşuna mı koskoca Protestan kilisesini diktik? Son haçlı seferinin kumandanlığı biz Almanlar’a ait? Korkmayın, başaramazlar. Hem Türkler İngilizleri düşman bellediler. Bizim farkımızda bile değiller. OPPENHEİM: Ben İstanbul’da Arap Yarımadası’nda Alman propagandasının başarılı olması adına Şerif Hüseyin ve oğlu ile görüşmeler yaparken, Lawrence de aynı kişilerle farklı amaçlarla buluştu. Ben Enver Paşa ile görüşüp kendisini o bölgede hazırladığı savaş stratejisine ikna ederken Lawrence da İngiltere’nin çıkarları için Şerif Hüseyin’i Osmanlı’ya karşı ayaklanmaya ikna etti. KAYZER: Ortalık karışacağa benzer. Bölge barut fıçısı. Çıkarlarımız için Osmanlı’yı yanımızda tutmalıyız. Bakın ben İstanbul’da Abdulhamid’e yakın olmak için bir çeşme yaptırıp hediye etmedim mi? Kudüs gezimizde Selahattin Eyyubi’ye methiler düzmedim mi? 300 milyon Müslüman’ın hamisi olduğumuzu her şartta söylemiyor muyuz? Büyük Almanya yolunda durmak yok. YAVER: Efendim, sözünüzü kesmek istemem ama. İkramlara geçebilir miyiz? KAYZER: Kusura bakmayın. Oturun bile diyemedim. Buyurun oturun. Hepimize Türk kahvesi söyleyeyim mi? Yanına da Türk lokumu… Yemek olarak da saray mutfağına ne dersiniz? Hans servise geçebiliriz. Yaver dışarı çıkar. Herkes bir koltuğa oturur. OPPENHEİM: İngiliz, Fransız sömürgelerindeki Müslümanları ordusuna kattı malumunuz. Biz de onlardan esir aldıklarımızı ayrı kamplara alıyoruz. Cihad fikri ile tekrardan onları İngiliz’lerin, Fransızların üzerine salmak istiyoruz. KAYZER: Bu güzel. Öncelikle Berlin’de Hilal ismini vereceğimiz bir kamp açın. Onu örnekleyin diğer kamplar içinde. Napolyon’nun Mısır’ı işgal ettiğinde yaptığı gibi kampa bir de cami inşa edin. Asla Müslümanları huylandırmayın. Uyanırlarsa biz Almanlar’ında, İngilizler’inde, Fransızlar’ında, Ruslarında işi zor… OPPENHEİM: Bir küçük örnek vereyim müsadenizle. Hintli Müslüman askerler savaştıkları askerlerin Halifenin askerleri olduğunu anlayınca tetik basan parmaklarını taşlarla ezdiler. Müslümanların arasındaki kardeşlik ruhu uyanırsa bu kez hepimizin başlarını taşlarla ezerler. SEBOTTENDORF: Almanlar olarak siyasi birliğimizi çok yakın zamanda ancak gerçekleştik. Ancak diğer bütün ülkeler dünyanın zayıf olan coğrafyasını kısa zamanda sömürgeleştirdiler. Hızlı bir sanayileşme hamlesine girişen Alman İmparatorluğu hammadde ve sömürge ihtiyacı nedeniyle Osmanlı topraklarına yönelmesinden doğal ne olabilir? ADOLF:Aynı nedenlerle Osmanlı topraklarında faaliyetleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya ile karşı karşıya gelmemizde normal yani. Doğru hamleleri doğru zamanda yapan bu çatışmanın galibi olacaktır. OPPENHEİM: Bir Hristiyan Devletler Topluluğu olan Avrupa ülkelerinin mazisi zaten çatışmalardan ibaret değil mi? Biz alışığız birbirlerimizi otuzyıl, yüzyıl savaşlarıyla kırmaya. Bu durumda Osmanlı’ya acıyacak halimiz yok ya… SEBOTTENDORF:Hem Osmanlı-Almanya yakınlaşmasını organize eder hem de İngiliz, Rus ve Fransız sömürgelerindeki Müslümanların ayaklandırılması için gayretlerimizi artırmalıyız. ADOLF: Bunu somutlandırmak adına ne öneriyorsun? SEBOTTENDORF:Parayı elinde tutan Yahudilerin kontrolünü siz bana bırakın. Londra Yahudi Cemiyeti üzerinden Avrupa mason teşkilatlarını Pancermen politikalarımızla biz yönlendiriyoruz. Tıpkı Osmanlı’da başlattığımız Panislamist ve Pantürkist hareketler gibi. KAYZER: Danke schöne… Wunderbar! Sıra geldi son hamleye. İngilizler parasını ödedikleri halde sipariş verdikleri gemilerini alamayan Osmanlı’yı iyice kızdırdılar. Onların yanlarında olduğumuzu göstermek için Akdeniz’e biz de Goeben ve Breslau isimli gemilerimizi gönderelim. Oradan da gemilerimiz Karadeniz’e açılsınlar. OPPENHEİM: Osmanlı ordusunun başına da Limon Von Sanders’i getirelim derim. Hani şu Siyonist paşayı… SEBOTTENDORF: Efendim acele etmeyin. Benden haber bekleyin. Başımızın belası Avusturya-Macaristan tahtının veliahdı Arşidük Franz Ferdinand'ın hele bir icabına bakalım. Sonrası kolay… KAYZER: Sonrası Rusya! Rusya’nın uçsuz bucaksız toprakları da iştahımızı kabartmakta. ADOLF: Ama bir Engel var.Rus Çarı II’nci Nikola… Rusya’ya egemen olmak dünyadaki parayı kontrol etmek kadar önemlidir. Zira Rusya’yı kontrol etmek bütün dünyayı kontrol etmenin ilk ve en önemli adımıdır. SEBETTENDORF: Rothschild Ailesi, Lord Alfred Milner üzerinden maddi destek vererek Bolşevik ihtilalinin planlayıcıları arasına katıldı. Alman Yahudisi Marks ve Ukrayna Yahudisi Lenin Rusları batıya teslim edecektir. SEBOTTENDORF: Bir de efendim; Şehzade Yusuf İzzettin meselesi var. Almanlarla ilişkiyi bitirelim der her ortamda. Şu Abdülaziz’in oğlu. OPPENHEİM: Meraklanmayın onun da sonu babası gibi olacaktır. Keseriz onun da bileklerini, intihar etti der geçeriz. KAYZER: Takılmayın beyler böyle şeylere. Bekle bizi tarih! Bundan böyle yalnızca Almanya’yı yazacaksın! Geri kalmışlığı ve kaybolmuşluğumuz gerilerde kaldı. Goethe Faust’unda şeytanla anlaşmadı mı? Schiller, insanın vahşi doğasını dizelere dökmedi mi bizim için? Fichte yazmadı mı amentümüzü? Wagner yazdı notalarla anlattı ezik geçmişimizi ve ondan kurtuluşun “destansı” reçetesini. Hep birlikte ayağa kalkarlar. Birlikte bağırırlar. KORO: Es lebe Deutschland! Tolles Deutschland! Hile Kayzer! Hile Führer! ADOLF: (Şiddele bağırır.) Hile Hitler! HEP BERABER: O kim yahu? ADOLF: Şimdilik korkmayın yahu. Ben Adolf. Gazeteci…(Pis pis sırıtır) BİRİNCİ PERDENİN SONU İKİNCİ PERDE OYUNCULAR: ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN ENVER PAŞA DOKTOR TARIK 1.GAZİ 2.GAZİ 3.GAZİ Çanakkale cephesinde bir sargı çadırındayız. Uzaklardan top tüfek sesleri gelmektedir. Çadırda tedavi olan 3 gazi ve başlarında bir doktor bulunmaktadır. 1.GAZİ: Gurbanın olayım tabip bey. Ben iyiyim, bir şeyim yok. Sal beni taburuma gideyim. (Diğer gazilerden iniltiler gelir.) DOKTOR TARIK: Hastane gemisi Reşit Paşa sahile yanaşmak üzere. Seni ve buradaki arkadaşlarını İstanbul’daki Haydarpaşa Hastanesi’ne yolluyorum. Burada yaralarınıza sadece pansuman yapabildik. 1.GAZİ: Ne yani taburcu etmiycen mi beni? DOKTOR TARIK: Hastanede şifa bulun çabucak. Taburunuza geri dönersiniz inşallah. 1.GAZİ: Taburcu olup dönecem bende kısa zamanda cepheye. DOKTOR TARIK: Şifanı bul, önce köyüne dön. Avradın var mı senin? Bak burada evli olanları kısa süreliğine evlerine gönderiyorlar. Nüfus çok kırıldı Çanakkale’de. Artık çocuklar savaşıyor cephede. Sonra gelirsin cepheye. 1.GAZİ:Yediğim kurşun yaraları değil, şarapnel parçaları değil tabip bey, içimi ençok bu çocukların hali parçalar. Okul çocukları bunlar. Daha el kadarlar. 2.GAZİ: Tabip bey…İstanbul’da, Anadolu’da okullar boşalmış öyle mi? DOKTOR TARIK: Sadece kurşunlar, uçaklardan dökülen bombalar öldürmez ki Mehmedi. İspanyol gribi taaa Siirt’e, Nusaybin’e kadar ulaşmış. Kırıp geçirir milleti. 3.GAZİ: Bir de yokluk ve yoksulluk. Memleket dört koldan kuşatıldı. Düşman, hastalık, açlık ve yokluk. 2.GAZİ: Gardaş sen ona bir de hainleri ekle… Bir de cehaleti…En beterleri de bunlar. (İçeri bağırarak iki kişi girer; öndeYusuf İzzettin, arkada Enver Paşa.) ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Bu ne densizlik? Yorgunluk ve hastalık sebebiyle harbe tahammülü kalmayıp geri çekilen bazı askerlere sen nasıl olur da ateş emri verirsin? Hem de Alman mitralyözlerine! Asker senin mermilerine mi düşmanın mermilerine mi karşı koysun? ENVER PAŞA: Ama sayın Şehzadem!.. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Koca devleti yiyip bitireceksiniz. Bıktım sizin ahmaklıklarınızdan. Nedir bu memleketin senin gibi ittihatçılardan çektiği? ENVER PAŞA: Ama sayın Şehzadem!.. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: İngiliz’i, Rus’u, Alman’ı emperyal amaçları için birbirlerine düşmüşken devletimizi neden araya soktunuz? Bu savaşın kaybedeni yalnızca biz olacağız, görmüyor musunuz? ENVER PAŞA: Ama sayın Şehzadem!.. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Masonlara, dönmelere, devşirmelere aldandınız babam Abdülaziz’i katlettiniz. ENVER PAŞA: Ama sayın Şehzadem!.. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Yetmedi amcazadem Abdülhamid’i tard eylediniz saltanattan. Korkarım bana da bir hainlik düşünürsünüz. Öyle ya vatana, vatan evlatlarına acımayanın devlet erbabına ne merhameti ola ki? ENVER PAŞA: Ama sayın Şehzadem!.. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Görmez misin yalnızca Çanakkale’de 254 bin vatan evladı toprağın altını yurt edindi. Bir o kadarda İstanbul’da hastanelerde şehid olanlar. Selatin camilerimiz doldu taştı yaralılarla. İngiliz uçaklarının bombaları altında Reşit Paşa gemimiz yaralı taşır durur İstanbul’a. ENVER PAŞA: Ama sayın Şehzadem!.. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Ama sayın şehzadem! Başka laf bilmez misin sen? Söyle bu nasıl bir gaflettir, bu nasıl bir dalalettir, bu nasıl bir ihanettir. ENVER PAŞA: Devlet güçsüz düşmüştür. Lakin Avrupalılar’ın birbirlerine düşmeleri bizim için bir fırsat vermiştir. Yeniden eski şaşaalı günlerimize dönebiliriz şehzadem. Türk ve İslam dünyasını bir araya getirebiliriz. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Ah bu ittihatçıların romantik düşleri. Eğitim, kültür, sanat çalışmaları ile…İman, tebliğ ve irşad çalışmaları olmadan yalnızca askeri olarak birlik olmaz Enver. Yılların enkazı üzerimizde. Lakin savaş sonumuzu getirir. Önce madden ve manen toparlanmalıyız. ENVER PAŞA: Bütün gayretimiz bunun içindir Şehzadem. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Gördük gayretinizi paşa. Sarıkamış faciasını unuttum mu sanırsın? 120 bin vatan evladını soğukta yaktınız, kavurdunuz; donarak şehid oldular. Tarih bu ihanetinizi unutmayacak. ENVER PAŞA: Ama sayın Şehzadem!.. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Yıkıl karşımdan! O yakın arkadaşların Cemal ve Talat paşaları da uyar! Yeter artık, milleti keyfinize yem eyledikleriniz. ENVER PAŞA: Ama sayın Şehzadem!.. (Şehzade öfkelenir, eldivenleriyle Enver’e vurur.) ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Yıkıl dedim Enver! Defol huzurdan! (Ortalık sessizliğe bürünür bir an için. Şehzade yatan gazilerin yanına gelir.) ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Geçmiş olsun Gazim. Şanslıymışsınız…Kurtulmuşsunuz…Sabredin yaralarınızda iyileşir elbet. 1.GAZİ: Bizim şanslılarımız…Şehid oldular şehzadem. 2.GAZİ:Vatan sağolsun efendim. 3.GAZİ: Devletimiz varolsun! ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: (Doktora yönelir.) Durumlar nasıldır tabip bey. Moraller nasıldır. DOKTOR TARIK: Allahım’ıza şükür şehzadem. Lakin sargı yerinde morfin sıkıntısı çekmekteyiz. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Söyleyin tüm eksiklerinizi elimizden geldiğince tedarik edelim en kısa sürede. DOKTOR TARIK: Morfin mühim efendim. Yaralı askerlere ağrı kesici yapmak durumundayız. 1.GAZİ: Anlatsana başından geçeni şehzademize, tabibim. DOKTOR TARIK: Mühim bir şey değil efendim. 1.GAZİ: Nasıl mühim değil? Söyle tabip bey. Söyle de tüm dünya bilsin burada neler yaşandığını. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Buyurun tabip efendi. Merak eyledim ben de durumunuzu. DOKTOR TARIK: Siperlerin gerisinde yaralı askerlerin en çok ihtiyaç duyduğu şey “morfin“dir. Tabipler olarak yaralı askerlere ağrı kesici bulmakta zorlanıyoruz. Bu yüzden de bir nöbet tutuyoruz. Kısa süre önce hastaların ameliyatı için hazırlanan çadırın önüne bir masa kurmuştuk. Sedye ile gelen her yaralı, burada masaya koyuluyordu. Tabiplerin elinde enjektör, enjektörün içinde ağrı kesici. 2.GAZİ:Bin kez anlatsan hep dinlerim seni Tabip bey. Çok etkileyici yaşadığın. 3.GAZİ:Susta dinleyelim. DOKTOR TARIK: Tabipler olarak ilk muayeneyi yapıyorduk ve yaşama olasılığı olan, ameliyat edilmesi halinde yaşayacağına inandığımızı askerlere ağrı kesiciyi yapıyorduk. Oysa gelen her yaralının ağrı kesiciye ihtiyacı vardı. Fakat herkese yetecek kadar ağrı kesicimiz yoktu. Duygusal karar vermemek için yaralıların yüzüne bakmamakta, iyileşme şansı yüksek olan yaralılara ağrı kesici yapmaktaydık. 1.GAZİ:Ah ah! Buna nasıl yürek dayanır? DOKTOR TARIK: Benim de o gün önüme bir asker getirildi. Yaralının ağır yaralarına baktım. Askerin iyileşemeyeceğini öngördüm. Ona ağrı kesiciyi yapmadım. O sırada askerden iniltili bir ses duydum. “Baba!” 1.GAZİ:Allahhhh! DOKTOR TARIK: Çadırdaki herkesin gözü üzerimdeydi. Kafamı çevirip inileyen yaralıya baktım ki…Yaralar içinde kıvranan asker oğlumdu. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Üzüldüm. Umarım şifa bulmuştur, iyileşmiştir. DOKTOR TARIK: Oğluma ağrı kesiciyi yapamadım efendim. Biliyordum ki durumu iyi değildi ve eceli yakındı. 1.GAZİ:Allahhhh! DOKTOR TARIK: Kısa süre sonra cansız bedenine sarıldım. Dudaklarımdan yalnızca şu sözler döküldü; “Affet oğlum, o senin hakkın değildi.” 3.GAZİ:İnna lillahi ve inne ileyhi raciun. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Allahuekber! Siz nasıl asil bir milletsiniz! Sizlerin hadimi olmak bizler için şereftir. 2.GAZİ:Muhakkak ki biz Allah’dan geldik ve O’na dönücüleriz! (Biranlık sessizlik olur) 1.GAZİ: Şehzadem söyleyin de Lapsekili’nin de hikayesini anlatsın tabip bey. DOKTOR TARIK: Arkadaşlar Şehzademizi meşgul etmeyelim. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Estağfirullah…Ben sizleri meşgul etmeyeyim. 3.GAZİ:Tabibin anlattıkları biz de ağrı kesici etkisi yapıyor şehzadem. İlaç ne ki? ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN:Anlatmak isterseniz dinlemek isteriz Tarık efendi. DOKTOR TARIK: Kocadere köyünde büyük bir sargı yeri kurulmuştu. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Adıyamanlı, kimi Gürünlü, kimi Halepli çok sayıda yaralı getiriliyordu... Bunlardan biri Lapseki'nin Beybaş Köyündendi ve yarası oldukça ağırdı. 3.GAZİ:Ben de Tokat’lıyım şehzadem. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Bilmez miyim, bütün ümmet coğrafyası burada. Hacc’a gitmek için yola çıkmış Özbek Müslümanları duymuşlar ki Serpuşlular dayanmış mahremimize…Onlar da istikameti Çanakkale bilmişler, varıp gelmişler cepheye. DOKTOR TARIK: Yaralı zor nefes alıp vermekteydi. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için elbisemin yakasına yapıştı. Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşmıştı. Ama tane tane kelimeler döküldü dudaklarından. "Ölme ihtimalim çok fazla. Ben bir pusula yazdım arkadaşıma ulaştırın..." 3.GAZİ:Vah garibim vahh! Bu milleti inletenler inim inim inlesinler ahirette! 1.GAZİ:Amin gardaşım amin. Allah yarına bırakır yanlarına bırakmaz. DOKTOR TARIK: Yaralı asker tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkundu: "Ben... Ben köylüm Lapseki'li İbrahim Onbaşıdan 1 Mecidiye borç aldıydım... Kendisini göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin." 2.GAZİ:Allahhhh! Yürek mi dayanır buna! Sana her şey helal olsun gardaşım! DOKTOR TARIK: "Sen merak etme evladım" dedim. Kanıyla kırmızıya boyanmış alnını elimle bir baba şefkatiyle okşadım. “Söyleyin hakkını helal etsin" diyordu sürekli. Az sonra kollarımda şehit oldu. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Aksine onlar diridirler ve Rableri yanında rızıklanmaktadırlar. O şehitler, Allah’ın kendilerine bağışladığı nimetlerle sonsuz bir mutluluk duyarlar. Arkalarından gelecek olup, henüz kendilerine katılmamış olan mücâhid kardeşleri adına da: «Onlara hiçbir korku yok, onlar asla üzülmeyecekler» müjdesiyle sevinirler.” DOKTOR TARIK: Aradan fazla zaman geçmedi ki…. Oraya sürekli yaralılar getiriliyordu. Bu yaralılardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyordu. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler de bir masaya yığılıyordu. Masaya yanaştım. O künyelerden birini elime aldım… 2.GAZİ:E hadi söyle…Künyede ne yazıyordu? DOKTOR TARIK: Gözyaşlarımı silmeye daha fırsat bulamamıştım. Pusulayı açtım, hıçkırarak okumaya başladım. Olduğu yere de yıkıldım kaldım. Ellerini yüzüne kapattım.Oğlumun cenazesine bu kadar gözyaşı dökmemiştim. ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Ne yazıyordu pusulada. DOKTOR TARIK: "Ben Beybaş Köyünden arkadaşım Halil'e 1 Mecidiye borç Verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim." 3.GAZİ: Allahuekber! ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN: Bu aziz millet hayatını helali gözetip haramdan kaçınarak yaşarsa değil bir Çanakkale bin Çanakkale olsa vız kalır! Allah bu milleti dininden, imanından, Kuranından, Vatanından mahrum komasın. Hep beraber: Aminnn! ÜÇÜNCÜ PERDE OYUNCULAR: MEHMET AKİF: EŞREF EDİP: DOKTOR TARIK: 1.GAZİ: MEHMET TEVFİK: AHMET TALİP: (Sebilirreşad dergisinin yazıhanesindeyiz.) MEHMET AKİF: Devleti imar ve ihya edeceğiz iddiasıyla romantik hülyalar peşinde koşan Jöntürkler’in devleti ve milleti nasıl perişan ettiği malum. Liyakatsiz ve ehil olmayan kadrolar memleketi İngiliz’e, Fransız’a teslim etti. Lakin bizim de mesuliyetimiz var bu durumdan. Biz de takıldık bir süre bunların peşine. DOKTOR TARIK: Efendim siz içinde yaşadığı dönemin sorunlarını bütün teferruatı ile gören ve gördüklerini şiirlerine yansıtan ender şairlerimizden birisiniz. Sizin yoksulluktan çocuk işçiliğine, boşanmadan alkol bağımlılığına kadar dönemimizin pek çok toplumsal sorunlarını yansıttığınızı biliyoruz. MEHMET AKİF: Estağfirullah. Biz kulluğumuzun derdindeyiz tabip efendi. Doğrudur, imtihanın zor olduğu zamanlardayız. DOKTOR TARIK: İşte siz zor zamanlar deyip pes etmiyorsunuz. Bütün bu hengameyi mazeret uydurup, ben tek başıma nasıl değiştiririm deyip milletinize arkanızı dönmüyorsunuz. MEHMET AKİF: Dedim ya ben önce kendi kulluğumun derdindeyim. Bir kul olarak en büyük sorumluluğumuz da iyiliği emredip, kötülükle mücadele etmek. DOKTOR TARIK: Şiirleriniz, yazdıklarınız, emekleriniz gelecek nesile dahi ilham verecektir. Allah ecrinizi mubarek eylesin. HEP BERABER: Aminnn! EŞREF EDİP: Sebeb-i ziyaretiniz nedir beyler? 1.GAZİ:(Heyecanlı)Çocuğumu bulmak istiyorum. Bana yardımcı olun beyim. DOKTOR TARIK: Dur sakin ol, gazi. Hepsini anlatacağız. MEHMET AKİF: Önce misafirlerimizi tanıyalım, tanışalım hele. Benden başlayalım tanışmaya. Ben “Fasulye aşı yemeye razı olduktan sonra kimseden korkmayan, balkan harbinden işgale kadar memleketi için, dini için mücadele etmeye çalışan bir kelime ve fikir işçisiyim.” DOKTOR TARIK: Estağfirullah sizi tanımayan mı var üstadım? Siz bizim manevi önderimizsiniz. 1.GAZİ:Ben de tanıyorum efendim sizi. Özellikle Çanakkale şiirinizden. Ben oradaydım da.Orada yaşadıklarımızı, şimdi sizin mısralarınızda tekrar tekrar yaşıyoruz. Çanakkale’yi nasıl unuturuz? “Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer, O ne müthiş tipidir, savrulur enkazı beşer. Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak. Kafa göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak Vurulup, tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilal uğruna ya rab ne güneşler batıyor.” DOKTOR TARIK: Allah bir daha bu millete Çanakkale gibi cephelerle imtihan etmesin. (Hep beraber amin derler.) EŞREF EDİP: Ben de Eşref Edip. Sebilürreşad dergisinin emanetçisiyim. Neşriyat vasıtasıyla dinimizin ve memleketimizin müdafasını ele almaya çalışıyoruz. DOKTOR TARIK, 1.GAZİ, YETİM MEHMET TEVFİK, AHMET TALİP: Memnun olduk efendim. MEHMET AKİF: Baylar! Özür dilerim benim çıkmam lazım. Galata gümrüğünde Said-i Nursi ve Babanzade ile görüşmem var. Biraz erken çıkayım müsadenizle. Rastlarsam gümrükte hamallık yapan Kuşçu başı Esref Bey’in emir eri Zenci Musa ile de hasbihal etmek isterim. EŞREF EDİP:Ben ilgilenirim kardeşlerimle. Sen burayı merak etme üstad. MEHMET AKİF: Tabip Tarık söylediğimi yaptım. Size mecmuanın sayfalarını açtım. Eşref bey ne gerekiyorsa yapacaktır. DOKTOR TARIK: Şükranlarımı sunarım. Teşekkür ederim üstadım. MEHMET AKİF: Allaha ısmarladık. Mevlamıza emanet olun dostlar. Kalın sağlıcakla. HEP BERABER: Siz de Allah’a emanet olun. EŞREF EDİP: Tanışmamıza devam edelim. Buyurun lütfen siz de kalmıştık. DOKTOR TARIK: Efendim ben Tarık Nusret. Cephede görev almış bir tabibim efendim. 1.GAZİ:Evladınızı nasıl kaybettiğinizden de bahsedin tabip bey. DOKTOR TARIK: Bir benim değil ki, savaş süresince milyonlarca evladımız şehid oldu. Hepimizin canı feda olsun vatana. EŞREF EDİP: Dinlemek isterim. Anlatmak isterseniz… DOKTOR TARIK: Belki daha sonra. Benimkinden daha mühim, kardeşlerimin meselelerini gündeme alalım müsaadenizle. Söyle Gazi sen söyle talebini… 1.GAZİ:Halepliyim efendim. Kimim kimsem kalmadı efendim. Bir oğlum vardı. İstanbul’da Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de talebe idi. Arkadaşlarının çoğu cephede şehid oldu. Ne şehidlerin ne gazilerin arasında adını bulamadım. Daruleytam’a bakındım izini bulamadım. Almanya’ya çalışmak için gönderilen çocuklar arasında var mıdır diye izini sürmekteyim. EŞREF EDİP: Adı nedir evladımızın? Kendisiyle ilgili evraklar var mıdır? 1.GAZİ:Mazhar efendim. Benim de adım Osman, Kerkük Türklerindenim. Savaştan önce Halep’te yaşıyorduk. Çil yavrusu gibi dağıttı bizi gavur. Ne olur evladımı bulun efendim? EŞREF EDİP: İnşallah diyelim. Elimizden ne gelirse yapacağımızdan emin olun. 1.GAZİ:Allah sizden razı olsun beyim… EŞREF EDİP:Cümlemizden…cümlemizden. (Odada oturan delikanlılardan birine döner.) Söyle bakalım evladım, seni de tanıyalım. AHMET TALİP: Ahmet Talip adım. Üç yaşında annemi kaybetmiştim. Kısa süre sonra babam yeniden evlendi. Analığım gün göstermedi bana. Sonra savaş çıktı. Babamın Kadıköy’de bir lostra dükkanı vardı. Ben de o küçük halimle sellacılık (buzculuk) yapıyordum. Cihan harbi patladı. Babam silah altına alındı, ertesi senede Gelibolu’da şehid düştü. Evlad’ı şühedadan olarak beni Kadıköy yetimhanesine verdiler. Orada çıraklık eğitimi aldım. Sonra da Almanya’ya gönderildim. Oradan da arkadaşım Mehmet Tevfik ile yurda kaçtım. EŞREF EDİP:Hazin bir hikaye seninkisi de evladım. Benden ne istiyorsunuz? AHMET TALİP:Binlerce Türk çocuğu Almanya’da adeta köleler gibi çalıştırılıyorlar. Onlara sahip çıkın efendim. En azından onları unutturmayın. EŞREF EDİP: Enver Paşa’nın ön ayak olmasıyla Darüleytam Müdüriyeti ve Maarif Nezareti’nin pek de yeterli sayılamayacak hazırlıkları neticesinde Almanya’ya apar topar yollanmış evlatlarımızın varlığının farkındayız. Lakin olumsuzluklar yakamızı bırakmıyor. Nereye yetişeceğimizi şaşırdık. DOKTOR TARIK: Cihan Savaşı sırasında şehit düşen vatan evlatlarının yetim çocukları Darü’leytamlar’da…Devletin Dar’üleytamlara iaşe vermekte zorlanması, yetim çocukların Almanya’ya gönderilmesi ve çıraklık programına tabi tutulması planını ortaya çıkardı. EŞREF EDİP:Biliyoruz… Plan düşünüldüğü gibi yürümedi ve vatan evlatlarının hazin hikayeleri ortaya çıktı. Çıraklık için gönderildiğini düşünen Osmanlı yetimlerinin büyük kısmı madenlerde ağır şartlarda çalıştırılmaya başlatıldı. İnce bir giysiyle karın tokluğuna çalışan Osmanlı yetimleri kısa zamanda hastalanıp ölmeye başladılar. Çünkü beslenemiyorlardı da. DOKTOR TARIK: İhmal edilmiş olsalar da Müslüman evladı bunlar. Domuz etinin ucuzluğu nedeniyle Almanlar sıklıkla domuz çorbası içerken bahtsız Osmanlı yetimleri bu çorbalara el sürmüyordu. Kimi öldü, kimi kaçtı, kimi yakalanıp tekrar madenlerine teslim edildi. AHMET TALİP:İşte biz bir şekilde yurda dönmeyi başaran şanslılardanız. Öleceksek yurdumuzda ölelim dedik. DOKTOR TARIK: Bir de Ermeni tehciri sonrası el konulan yetim Müslüman Türk çocuklarının Ermeni kimliğiyle batıya kaçırıldığını duyurmalıyız. Bizim evlatlarımızla işgücü ihtiyacını karşılamaya gitti Almanlar. EŞREF EDİP: Onların da işine geldi, bizimkilerin de…Biz de yetimlerimizi külfet olarak görmeye başlamıştık. DOKTOR TARIK: Meğer yapılan antlaşmaya göre, bu yetim çocuklar Almanya'da 3 sene boyunca karın tokluğuna çalışacaklar, 4. seneden sonra bir miktar maaş alacaklar, bu alacakları maaşın da yarısını ittihatçılara göndereceklerdi. İttihatçılar bu insanlık dışı, bu aşağılık anlaşmayı gizlediler bir de… AHMET TALİP: Şu üzerimizde gördüğünüz kıyafetleri giydirdiler bize. O günleri unutmayalım diye burada da üzerimizden çıkarmıyoruz bunları. Mavi kep, mavi pelerin! Müslüman Türk çocuklarının kölelik üniforması. DOKTOR TARIK: Almanlar bu planla Osmanlı nüfusu üzerinde etkili olma arzusu taşıyorlardı. Onlar Alman dilini ve kültürünü tanıyan ve bunlara gıpta eden bir kuşak oluşturma imkânı, kolay başarılabilecek bir hedef olarak ele almışlardı. AHMET TALİP:Kaçanlar, kaybolanlar hatta ölen çocuklar oraya gitmezden önce yetimhanelerdeki kalabalıktan, izdihamdan, açlıktan kurtulacaklarını, büyük Alman ülkesinde daha iyi koşullarda yaşayacaklarını varsayıyorlardı. DOKTOR TARIK: Ayrıca Oradaki işçi çocuklarla bizimkilerin uyumsuzluğu barizdi. Ardı arkası kesilmeyen kavga dövüş neticesinde, çocukların ne çalışma ne de dinlenme saatlerinde bir araya gelmeleri mümkün değildi. AHMET TALİP:İşte ençok döğüş kavga çıkartanlardan biri de arkadaşım Mehmet Tevfik’ti. Konuşsana Tevfik. EŞREF EDİP: Hay Allah konulara daldık, seni tanımayı atladık. Söyle bakalım sen kimsin? MEHMET TEVFİK:Almanların deyişiyle ben yabaniyim efendim. Elebaşı diyorlardı bana. EŞREF EDİP: Bırak Almanların ne dediklerini de sen tanıt kendini. MEHMET TEVFİK: Tuvaletleri, teharet muslukları bile yoktu. Neyinden memnun olaydım ki Almanların. Bizi bir de hor görüyorlardı. Ben anasız, babasız biriyim efendim. Kendimi bildim bileli hep yetimdim. Bir de vatansız kalamam dedim kaçtım oralardan. EŞREF EDİP:Hakikat bu işte. Gençlerimizi zamanında ihmal ettik, geleceğimizi de imha ettik. DOKTOR TARIK: Bu çocukları size emanet etmek istiyorum. EŞREF EDİP: İstanbul’un sokakları yetimlerle dolu. Hele İngilizlerin işgalinden sonra durum daha da kötüleşti. Gençleri kötü yola düşürmek için fuhşu, alkolü,uyuşturucuyu yaygınlaştırıyorlar. DOKTOR TARIK: Bu çocukları size emanet etmek istiyorum. Ne dersiniz efendim? Anadolu’da direniş başladı. Biz de Osman gaziyle birlikte Anadolu’ya geçip milli mücadeleye katılacağız. 1.GAZİ:Yetimimden bir haber alırsanız, izini bulursanız bana haber verin beyim. DOKTOR TARIK: Bir de Şehzade Yusuf İzzettin’in katilleri bulundu mu? Haberiniz var mı? EŞREF EDİP: Nerde? Babasının katilleri bulundu mu ki oğlunun katilleri bulunsun? Onun da bileklerini keserek intihar süsü verip katlettiler. DOKTOR TARIK: Bir de İstanbul’un işgaliyle Enver Paşa Almanya’ya gitti diyorlar. EŞREF EDİP: Evet oradan da Kafkasya’ya geçecekmiş. Büyük Cihad planlıyormuş… DOKTOR TARIK: Ah Enver’in planları…Ahhh! Ahh… EŞREF EDİP: Siz kalkabilirsiniz. Bakalım ben çocuklar için bir şeyler ayarlayabilir miyim? (Vedalaşırlar. Eşref Edip çocuklarla baş başa kalır.) EŞREF EDİP: Okuma yazmanız var mı çocuklar? Ne dersiniz sizi gazeteci olarak yetiştirelim mi? Müslümanların doğru bilgiye ihtiyaçları var. Ne dersiniz? DÖRDÜNCÜ PERDE ASIMIN NESLİ Karaköy Gümrüğündeyiz. Sahnenin sol tarafında, yüklerin indirilip, bindirildiği yerin az ötesinde, genelde hamalların mola verdikleri bir çay ocağında sivil iki vatandaş kendi aralarında hararetli bir şekilde konuşmaktadırlar. Bu 2 isimden biri Babanzade Ahmet Naim, diğeri de Said-i Nursi’dir. Sahnenin sağ köşesinde hamallar çuval ve sandıkları istiflemektedirler. Hamallardan biri Zenci Musa’dır. Az ötede ortamı teftiş eden işgal kuvvetleri komutanı General Hurrington ve yaveri bulunmaktadır. (OYUNCULAR: Babanzade, Said-i Nursi, Mehmet Akif, Zenci Musa, General Hurrington; Yüzbaşı Bennet, 2 hamal, 2 esnaf…10 kişi) SAİD: (Köstekli saatine bakar) Üstad nerede kaldı? Başına bir iş gelmiş olmasın? BABANZADE: Telaşlanma! Akif’in herhangi bir randevusuna geciktiği görülmüş şey değildir. Hem o gecikmedi, biz erken geldik. SAİD: Hay Allah! Benim köstekli yine durmuş sanırım. Zor zamanlarda yaşıyoruz. At izi it izine karışmış. İnsan sevdikleri için endişelenmekte haklı. Hele küffarın çizmesi Evlad-ı Fatihan topraklarını çiğnerken sakin olmak da mümkün değil. Öyle ya Akif verdiği sözleri tutmasıyla meşhurdur. BABANZADE: Mehmet Akif, sözünü yerine getirmemeyi “namusa mugayir’ sayar. Akif, Meşrutiyetin ilk senelerinde, bir cuma günü Midhat Cemal’le sözleşir. Akif, O’nun Çapa’daki evine gidecektir. O gün adam boyu kar yağar. Arabalar, tramvay, tren ve vapur, hava şartlarından işlemez. Sütçü ve ekmekçiler, kar ve tipiden dışarı çıkıp, dağıtım yapamaz. Vakit öğle olmuştur ve ekmekçiler hâlâ, ortada gözükmemektedir. Derken kapı çalar: Midhat Cemal, karşısında Akif i görür. Büyük şairin bıyığının yarısı donmuştur. Midhat Cemal, Akif in kar ve tipiye rağmen, Beşiktaş’tan Çapa’ya nasıl geldiğini merak eder. O, bu mesafeyi yürüyerek kat etmiştir. Akif ise, arkadaşının hayretine şaşırır. Akif: “Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lâzımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim.” cevabı üzerine; Midhat Cemal, daha da şaşırır ve: “İnsanların birbirlerine verdikleri sözün, bu kadar korkunç bir şey olması beni ürküttü.” der ve ardından Akif’e esprili bir cevap verir: “Akif. Sen eğer verilen sözün manasını bu türlü anlıyorsan, bana izin ver de ben bu türlü anlamayayım. Benim verdiğim sözün, şiddetli bir lodosa bile tahammülü yoktur.” Hatta bu söz vermedeki hassasiyetini gören Mithat Cemal, sonraki tarihlerde ona söz vermekten çekinir. SAİD: İnanmış adamdır Akif. BABANZADE: Çok yakın dostlarından Fatih Gökmen de Akif’in söz verme hassasiyeti konusunda şunları anlatır: “Akif, verdiği söze bağlı olmayanlara insan gözüyle bakmazdı. Aramızda geçen bir olayı anlatayım: Ben Vaniköy’de oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi’nde. Bir gün öğlen yemeğini bende yemeyi, sonra da oturup sohbet etmeyi kararlaştırdık. O gün, öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sele boğuldu. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Yakın komşulardan birine gittim. Yağmur, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Eve döndüğümde ne işiteyim, bu arada. Mehmet Akif Bey sırılsıklam bir vaziyette gelmiş. Beni bulamayınca, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmemiş. “Selam söyleyin” demiş ve o yağmurlu havada dönmüş gitmiş! Ertesi gün, kendisinden özür dilemek istedim. “Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felaketle, yerine getirilmezse mazur görülebilir.” dedi ve benimle altı ay dargın kaldı.” demiştir. SAİD: Ne diyordu Allah’ın Resulu; “Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların zarar görmediği kimsedir.” İşte o Müslüman ki, yalan söylemez, emanete ihanet etmez ve verdiği sözde durur. İşte bu özelliğe sahip Müslümanlar için de Allah, Al-i İmran suresinde diyor ki, “Sizin içinizden (insanları) hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan bir topluluk olsun. Bunlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” BABANZADE: Eyvallah Said. Ektiğini biçer insan. Biz bugün bu fırtınaları yaşıyorsak zamanında ektiğimiz rüzgarlar nedeniyledir. Öyle ki, ilahi ilke tecelli etti; Efendimizin işaret ettiği gibi “Ne zaman ki iyiliği emredip, kötülükten sakındırmaktan vaz geçerseniz Allah başlarınıza kötülerinizi musallat eder de iyilerin dahi duası kabul olmaz!.” SAİD: Peygamberimiz “Sizden biri İslam’a aykırı bir iş görürse onu eliyle değiştirsin, buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin buna da gücü yetmiyorsa kalben buğz etsin ki bu da imanın en düşük derecesidir” buyuruyor. İşte ahvalimiz en zayıf imanın olduğu zamanı işaret ediyor. Öyle olmasa ne işi vardı yurdumuzda İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın, Yunan’ın…hülasa yedi düvel’in? ( İki arkadaşın konuşmaları devam ederken sahnenin sağ tarafı hareketlenir.) Az ötede ağır yükleri indirip, kaldıran Zenci Musa kendi kendine bir yandan da söylenmektedir. Ara ara öksürmektedir. ZENCİ MUSA: Trablusgarp’ta İtalyan kafirlerine karşı verdiğimiz mücadele esnasında tanımıştım kumandanımı; Kuşçubaşı Eşref’i. Şunca zamandır ayrı düştüm kendisinden, özlemi yakar içimi. Taa o zamanlar Şeyh Senusi’nin direnişine katılmıştım. O günden beri yakar içimi devletimin ahvali. Kafkasya’da, Balkanlar’da, MağrıptanMaşrıka kadar ümmetin her bir coğrafyasında, Süveyşten Çanakkale’ye kadar dökülmedik kanımız mı kaldı! Olsun, vatana can feda da görürüm ya şu İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın çizmesini dedem Fatih’in emaneti İstanbul’da ciğerim yanar…Af ki af…Of ki of!... Musa’nın yanına selam vererek Mehmet Akif yaklaşır. AKİF: Ne oflarsın koca adam. MUSA: Ve aleykumselam…verahmetullahi ve berakatühü! Bir hamlede Akif’in eline sarılır elindeki çuvalı bir kenara atarak. Hasretle kucaklaşırlar. MUSA: Vay koca şair! Üstadım! Ne işin vardır senin buralarda? Akif az ötede oturan 2 kişiyi işaret eder. Onlara da eliyle selam eder. AKİF: İki kadim dostla hasbihalim olacaktı. Onun için uğradım buraya. Gelmişken sana da bir selam vereyim dedim. MUSA: Hoş gelmişsin, sefalar getirmişsin. Bak gücenirim dostlarınla muhabbetten sonra tiz ayrılmayasın buradan. Yemek yiyelim, eski günlerden konuşalım. Özledim be koca şair seni…(Duralar) Hem kumandanım Eşref’de sürgün olduktan beri yalnız kaldım koca memlekette… Dünya dar gelir bana! AKİF: Necid çölünde, isyancı Arap şeyhlerini yola getirmek için kurulan nasihat heyetinde ki bir yolculuğumda tanımıştım seni Musa. Seninle o çöllerde güreşmedik mi, ok mu atmadık, kılıç mı kuşanmadık? Daha o zamanlar senin ahlak ve terbiyene hayranlık duyarak, seni pek severek, yaptığın kahramanlıklardan takdir ederek şu dizeleri kaleme almıştım. “Eşref Bey’in emir eri, Zenci Musa Omuz vermiş, göğe çıkmış: Nebi İsa” Lakin…(Duralar) Duyduğum şeyler canımı sıktı. MUSA: (Tereddüt ve şaşkınlıkla…Biraz da sıkılarak, mahcup bir şekilde) Hayırdır, beyim? Bir cürmümüz mü, bir yanlışımız mı olmuştur. AKİF: Olmaz mı? Oldu ki şikayetlenmekteyim. MUSA: Bilerek hata işlemekten Rabbime sığınırım. Bilmeden işlediğim kusurlardan da yine Rabbimin merhametine sığınırım beyim. Bilmeden işlediğim kusurumu söyle ki bileyim beyim; Rabbimden af dileyeyim. AKİF: Fedakarlık ve feragatinin haddi hududu yoktur Musam. Sen ki bu millete, bu ümmete her türlü cömertliği verdin. Müsaade et de bu millette sana vefasını göstersin. MUSA: Estağfirullah beyim. Ne haddime! Lakin hala kusurumu bilemedim. AKİF: Sen ki red etmedin mi Bayazıt Camiinde perişan olarak gecelersin de... Sen ki Yemenden beri bildiğin Ali Sait Paşanın geçimin için önerdiği Karaköy Gümrüğünde önerdiği kahyalık teklifini red edersin; “Kahyalığı yaşlı, eli ayağı tutmaz bir emektara verin. Çok şükür benim gücüm kuvvetim var, bana hamallık işi verin, ben onu yapayım” diyerek… MUSA: Efendim…Şey… AKİF: Daha bitmedi. Bilirim ki hastasın, verem olmuşsun. Yine duydum ki bütün ısrarlara rağmen sırf devlete yük olmamak için bir hastaneye yatmayı da kabul etmezsin. Diyeymişsin ki, o yatağa mecbur olan başka bir Müslümana verin, yatsın, şifa bulsun. MUSA: Merak buyurmayın…Tiz zamanda Üsküdar’daki Şeyh Ataullah Efendi’nin Özbekler Tekkesi’ne geçeceğim. Hem vatan sağolsun da, vatan bu küffarın işgalinden kurtulsun da bizim hayatımızın ne önemi ola ki! AKİF: Sen yine de kendine dikkat et. Şu hasta ve garip halinle bile Anadolu’ya silah sevkiyatı için gizli gizli çalışırsın. Rabbim senden razı olsun Musam! Allah kumandanına da tez zamanda özgürlüğünü versin, sizi birbirinize kavuştursun. MUSA: Ne güzel dua buyurdun koca şair. Biz de senden ilhamımızı alırız. Seninde ne fedakarlıklar yaptığını iyi biliriz. Hem ki biz Çanakkale’de İngiliz’le vuruşurken senin o muhteşem şiirinle teselli olurduk. AKİF: Söylettirene hamdolsun. Allah bir daha bu millete Çanakkale gibi savaş vermesin. MUSA: Vaktin varsa…Müsaade edersen…Sana okumak isterim o güzel şiirini… AKİF: Estağfirullah…Ezberledin mi yoksa? Mahcup ettin şimdi beni! MUSA: (Şiiri okumaya başlar) Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi, -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızcatehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!” Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. Yedi iklîmicihânın duruyor karşına da, Ostralya’ylaberâber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîlistîlâ! Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl, Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıylesefîl, Kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına; Döktü karnındaki esrârıhayâsızcasına. Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz... Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz. Sonra mel’undakitahrîbemüvekkelesbâb, Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb. Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı; Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam ; Atılan her Iağamın yaktığı: Yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnaksağnak. Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere, Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre . Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler... Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler! Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman? Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm. Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler, Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer ; Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi; “O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi. Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek. Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor; Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber, Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber. AKİF: Hay yüreğine sağlık. Ne güzel okudun. Duygulandırdın beni. Neyse nasip olursa görüşelim inşallah. Dostlarım beni bekler. Randevu saatimde yaklaştı. Bekletmeyeyim onları. MUSA: Nasip olursa koca şair…Nasip olursa görüşmeyi dilerim… AKİF: Kal sağlıcakla…Allah’ıma emanet olasın. MUSA: Ümmet-i Muhammed emanet olsun Rabbimize! Mehmet Akif Said ile Babanzade’nin bulunduğu tarafa doğru yönelir. AKİF:Selamunaleykum SAİD-BABANZADE:Aleykumselam… BABANZADE: Kimdi o yiğit adam. Kaptırdınız kendinizi muhabbete…Dedim, Akif ilk kez randevusuna gecikecek. (Gülüşürler) AKİF: Aslen Sudanlı… 1880 yılında Girit’te, bir Türk mahallesinde dünyaya gelmiş. Kahire’de yaşayıp Osmanlı’ya sadakatle bağlı olan dedesi, küçük yaşlarda Musa’yı da yanına almış ve onu dinine bağlı bir mümin, devletine bağlı bir nefer olarak yetiştirmiş. SAİD-BABANZADE: Allah razı olsun. AKİF: Olsun İnşaAllah olsun. 1911 yılında İtalyanların Libya’yı işgali sırasında gönüllü Osmanlı askeri olarak Libya’ya gidip Şeyh Senusi’nin direnişe katıldı. SAİD-BABANZADE: Hay maşaAllah. AKİF: Cephede Teşkilat-ı Mahsusa üyesi Kuşçubaşı Eşref Bey’le tanışır. Uzunca boylu, iri cüsseli ve cesur olan Zenci Musa, Eşref Bey’in dikkatini çeker tabii. Sonraki yıllarda “Kuşçubaşı Eşref’in emir eri olma şerefine nail olduğum andan itibaren Çerkez Komutanımı babam bildim.” Der. ÇAYCI SALİH: 1912 yılında Balkan Harbi çıkınca maiyetine girdiği komutanıyla birlikte cepheye gider. Batı Trakya Cumhuriyeti’nin kurulduğu, Edirne’nin geri alındığı cephede komutanının âdeta gölgesi olur. Canhıraş çarpışır, devleti için mücadele eder. BALIKÇI: Balkan Savaşları henüz bitmişti lakin 1914 yılında tüm dünya milletlerini etkileyecek olan I. Dünya Harbi patlak veriyordu. Devletimiz istemese de 4 yıl sürecek uzun bir savaşın içerisinde buldu kendini. SATICI: Yorgun, bitkin ve büyük kayıpları olsa da Osmanlı, Çanakkale, Kafkasya, Filistin, Kanal ve Hicaz cephelerinde işgal devletlerine karşı var gücüyle savaştı. Çanakkale’de korkusuzca savaşanlar arasında Zenci Musa da vardı. Çanakkale Savaşı bitti, zafer kazanıldı ancak vatan için görev devam ediyor. HAMAL 1: I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa bir gece yarısı Teşkilat-ı Mahsusa’nın son lideri Kuşçubaşı Eşref’i evinde ziyaret etti. Mezkûr cepheler ile verilen görevlerde vazifesini büyük bir başarıyla ifa eden ve bir Osmanlı ajanı olarak hemen her şeyden haberdar olması münasebetiyle kendisine, kuşların dilini biliyor ki her durumdan haber alıyor düşünceleriyle “Kuşların Şeyhi” lakabı takılan Kuşçubaşı Eşref Bey’e, “İngilizler Kuzey Arabistan’ı ele geçirdiler. Oradan da yavaş yavaş yukarıya doğru ilerleyip Filistin topraklarına sızıyorlar. Biz bunları yukarıdan püskürtmeye çalışıyoruz. Fakat İngilizleri güneyden de vurmadıkça savaşı kontrol altına alamayız. Güneyde bulunan kolordumuzda yeteri kadar askerimiz mevcut değil lakin bizim gibi düşünen, bizim gibi hisseden, bizim gibi vatan sevdalısı olan Yemenliler var. Oralarda olan askerlerimize ve Yemenlilere yardım etmemiz gerekiyor ki bir an evvel toparlanıp; hem isyan eden Şerif Hüseyin birliklerini dağıtsın hem de İngilizleri geri püskürtmeyi başarsın. Onların derlenip toparlanması için gereken parayı gönderecek olan da yine biziz. 300 bin altın hazır. Para buradan, İstanbul’dan gidecek.” dedi Enver Paşa. HAMAL 2: Eşref Bey bir an şaşırır. Enver Paşa’nın gözlerinin içine bakarak, “Nasıl gidebilir ki bu altınlar Yemen’e? Yemen’le İstanbul arasındaki Orta Doğu işgal altında. Medine’de Fahrettin Paşa canhıraş direniyor, nasıl gidebilir, kim götürebilir bu parayı Yemen’e? ÇAYCI:” Enver Paşa’nın cevabı hazırdır: “Bu parayı sen götürebilirsin Kuşçubaşı Eşref.” AKİF: Kuşçubaşı Eşref, Arap yarımadasını iyi bilmesi, aşiretleri tanıması, Arapçasının mükemmel derecede olması hatta kabile kabile şiveleri ihtiva etmesinden dolayı evvela emir eri Zenci Musa’yı ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan güvendiği 70 kadar adamını toplar. SATICI: Altınlar her birine dağıtılır ve kendisi de bir Arap edasıyla kılık değiştirir. İki ayrı kola ayrılarak Medine’de buluşmak üzere yola koyulurlar ve sözleştikleri gibi bir sorun yaşamadan Medine’ye ulaşmayı başarırlar. HAMAL 1 : Fahrettin Paşa, Eşref’e, “Medine’den bir adım dahi dışarı çıkamazsın çünkü İngiliz istihbaratı 300 bin altınla sizin Yemen’e gittiğinizi öğrendi. Sizi ben ordumla Hayber’e kadar götürürüm. Hayber’de ordumla uğurlarım ancak sizi orada bıraktığım anda, daha birkaç kilometre dahi ilerlemeden kuşatırlar.” ESNAF 1: Eşref Bey, “Neye mal olursa olsun bunu yapacağım.” der ve Fahrettin Paşa’nın ordusuyla Hayber’e giderler. Hayber’den dışarı çıkalı daha 10 kilometre olmadan Cembele mevkiinde 25 bin kişilik İngiliz-bedevi birlikleri Eşref Bey ve adamlarının etrafını kuşatırlar. HAMAL 2 : Burada bir gün bir gece son neferine kadar çarpışırlar fakat en sonunda başına aldığı bir darbe ile yaralanan Eşref Bey esir düşer. Kendisi küçük düşürülmek için yayan ve perişan bir vaziyette yürütülerek Edward Lawrence’in içinde bulunduğu bir çadıra götürülür. Eşref İngilizler’e başlarına 100 yıllık bela saracaklarının tehdidinde bulunur. (İRA) AKİF: Ancak Eşref’in adamlarından iki kişi altınları develere yüklemiş hâlde kaçmayı başarır. Çünkü Kuşçubaşı Eşref kendisini yem etmiş, emir eri Musa’yı görevlendirerek çöle göndermiş ve her ne olursa olsun Yemen’e ulaşmasını emretmişti. BALIKÇI: Altınların kaçırıldığını anlayan İngiliz kuvvetleri Zenci Musa ve arkadaşlarının peşine düşmüş ancak ne Musa’yı ne de arkadaşlarını yakalamayı başarabilmişlerdi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Zenci Musa altınlarla birlikte Sana’ya ulaşmayı başarır. ESNAF 2: Altınların teslimi sırasında görevini yapmanın mutluluğu fakat komutanının esareti sebebiyle yaşadığı üzüntüyle Ali Sait Paşa’ya buruk bir ses tonuyla, “Çok şükür başardık fakat Eşref Bey’imizin düşman eline düşmesine engel olamadık.” der. ÇAYCI: Zenci Musa altınları teslim ettikten sonra yine gönüllü olarak Yemen’deki direnişe katılır. Büyük kahramanlıklar gösterir fakat İngilizlere esir düşer. I. Dünya Savaşı’nın bitiminde serbest bırakılır. 1919’a kadar Yemen’de kalır fakat Millî Mücadelenin başladığını duyar duymaz İstanbul’a gelir. Ancak ne bir kuruş parası ne de kalacak bir yeri vardır. SAİD:Üstad bu Musa senin şiirlerinde yer verdiğin Asım’ın Nesli olmaya… BABANZADE:Müstefid olduk canım arkadaşım Akif, anlattıklarından. Lakin artık bizim görüşmemizi icap ettiren önemli konumuza geçelim. Musa’nın ki gibi ne hikayelerimiz, Musa gibi ne kahramanlarımız var bizim. Birbirlerimize üzülecek anımız yok. Düşman artık fiili işgalden kültürel işgale de meyletti. Bir beka sorunuyla da karşı karşıyayız. Acilen karşı durmamız gereken hususlar var, onları konuşalım diye bir araya geldik. SAHNENİN SAĞ TARAFINDAYIZ GENERAL: Yüzbaşı Bennet… Söylediğimi yaptınız değil mi? Müslümanların kanaat önderlerinin çocuklarına musallat olacaksınız. Onları değişik alışkanlıklara bulaştıracaksınız. Rol modellerini gözden düşüreceksiniz. YÜZBAŞI: Evet efendim. Sömürge bakanımız Glagstone’nin dediği gibi “Hristiyanlar gibi yaşayan Müslümanlar elde etmek” için elimizden geleni yapıyoruz. Ayrıca… İstanbul’a giriş ve çıkış yapacak olanlara vize işlemi de başlattık efendim. Bizden izin almadan kimse İstanbul dışına çıkış yapamaz. GENERAL: Unutma Bennet…Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar mühim bir ülke. Onları silahla savaşarak alt edemeyeceğimizi gördük Çanakkale’de, Kut’ülAmare’de… Müttefikleri Almanlar cephede kaybettiler diye yenik sayıldılar Türkler. Hoş, biz Kudüs’ü aldığımızda bizimle birlikte sevindi müttefikleri. Onun için İstanbul’da bulunduğumuz süre içinde…Onların gelecek nesillerini, ahlâka aykırı telkinlerle bozup yozlaştırmalıyız. Aile hayatını yıkmalı. Onlara baskı kurmalı, azınlıkları Ermenileri, Rumları kışkırtıp üste çıkarmalıyız. Sanatı zayıflatarak, edebiyatı müstehcen ve şehevî hale sokmalıyız. Toplumun değer verdiği kutsalları, hürmeti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında rezilâne olaylar uydurmalıyız. Hudutsuz bir lüks, baş döndürücü modalar icat etmeli, çılgınca israfı desteklemeli, herkesi borçlandırmalıyız. Kalabalıkların vakitlerini eğlencelerle, oyunlarla oyalamalı, herkes düşünmekten alıkonulmalıdır. Aşırı-marjinal görüşlerle, halkın fikirleri zehirlenmeli, gürültü ve kargaşalıklar çıkarılmalıdır. Genel hoşnutsuzluklar meydana getirilmeli, sosyal sınıflar arasına kin ve güvensizlik sokmalıyız. Saçma fikirler ortaya atarak, halkı uygulanması imkânsız yollara sevk etmeli, onları boş hayallerle oyalamalıyız.Hayat pahalılığını sürekli azdırmalı ve lüks tüketim yaygınlaştırılmalıyız. Türklerin kaderi artık elem, ızdırab ve yoksulluk ve cehalet olmalı… (Duralar. Az ötedeki Musa’yı fark etmiştir. GENERAL: Bu iriyarı zencide kim ola ki? YÜZBAŞI: Efendim, Hani şu kuvvetlerimizi atlatıp altınları Yemen’e ulaştırmayı başaran Sudanlı Zenci Musa var ya, işte O (Birlikte Musa’nın yanına giderler.) GENERAL: Selam sana iri adam. Marifetlerini duydum. Senin gibi Afrika kökenli çok askerim var orduda. Eğer bizimle çalışmak istersen altına boğarım seni. Bu perişan halinden kurtarayım seni. İstediğin rütbeyi seve seve vereyim sana. (Musa heybetli şekilde General’e doğru ilerler. Dibine yaklaşınca adeta kükrer.) MUSA: “Komutan, her teklif, herkese yapılmaz. Senin bu teklifin beni ancak rencide eder. Benim bir devletim var: Devlet-i Osmanî. Bir bayrağım var, o da ay yıldızlı bayrak. Benim bir tek komutanım var o da Kuşçubaşı Eşref. Ama şunu bil ki bu iş daha bitmedi. Sizinle mücadelemiz devam edecek.” AKİF: Said İngilizler senin için bir yakalama emri çıkartmışlar. Artık ortalıklarda pek gözükmesen iyi edersin. Anglikan Kilisesine verdiğin cevap pek hoşlarına gitmemiş anlaşılan. BABANZADE: Bir de yazmış olduğun işgalcilerin aleyhine olan yazıların iyice tedirgin etmiş onları. Anadolu’nun direnişinden bahsedermişsin. Bir de işgalcilerle işbirliği yapmaya çalışanları kaleminle yerden yere sokarmışsın! SAİD: Görmez misiniz beyler? Özellikle müttefik askerleriyle azınlıkların davranışlarına bir bakınız; meskenlere el koyuyorlar, Türklere hakaret ediyorlar, değerli eşyalarını gasp ediyorlardı. Ayrıca halkın, bayrak, ezan gibi kutsal değerlerine de saldırıyorlar. Posta paketleriyle yurtdışına ‘sikke’ ve külçeler halinde altın da kaçırıyorlar. Bir de kültürel işgal var ki… İşgali yalnızca tüfekle yapmıyorlar… AKİF: Müslüman gençleri alkole, uyuşturucuya alıştırmak için yapmadıkları fedakarlık yok. Kısa zamanda 22 tane sinema salonuaçtılar İstanbul’da; edepsiz filmler çekiyorlar Veznecilerde revü kızlarının olduğu eğlence merkezleri açtılar. Ramazan eğlenceleri adı altında bile, direklerarası gösteri merkezlerinde yaşanan kepazelikler cabası. BABANZADE: Bir yanda bu işgalden kurtulmak adına milli mücadele vermemiz gerekirken diğer yandan da ahlaki yozlaşmayla da mücadele etmeliyiz. Mazhar Osman gibi dostlarla da konuştuk Yeşilay adında (Hilal-i Ahdar) bir örgütlenme için harekete geçmeliyiz. ÇAYCI: Efendiler… Sizler bir şeyler yapmazsanız İngilizleşmiş kendi çocuklarımızla karşı karşıya kalırız. SAİD: Öyle ya, inandığımız şekilde yaşamaz isek bir süre sonra yaşadığımız şekilde inanmaya başlarız.. ESNAF 2: Bir de yetim çocuklarımıza musallat oldular. Onları özellikle Almanya’ya kaçırıyorlar. Nihayetinde bu evlatlarımızı bir haçlı olarak yetiştirecekler. SAİD: Arkadaşlar, bu işgalcilerle mücadele etmek için neşriyata önem vermeliyiz. Hak yolunda kalem oynatıp hakikati milletimizle paylaşmalıyız. Çanakkale savaşından teyyareler yalnızca bomba atmadılar. Propaganda içerikli kartpostallar da saldılar gökyüzünden yeryüzüne. Edebiyatçılar savaşı dahi dediler bu savaşa. Yazarlarıyla da savaşta saf tuttular. AKİF: Hak batıl mücadelesi bu. Kıyamete kadar bitmeyecek. Onlar davalarından milim şaşmazlar. Vatanı savunmak için saftutanlara isyancı deniliyorsa varın işin vehametini siz yorumlayın. SAİD:Evlatlarımıza sahip çıkalım arkadaşlar evlatlarımıza sahip çıkalım! Elbette şu meşakkatli günlerde dahi ümitvar olunuz. Şu istikbal inkilabı içinde en gür sada İslam’ın sadası olacaktır. AKİF: Bana müsaade. Yeşilay’ın kurulmasının kararını aldığımıza göre benim yola revan olmam gerek. Anadolu’ya geçeceğim. ( Musa elindeki bir fıçıyı atarak… ) MUSA: İşte şu viski fıçılarının içindekileri Müslüman gençlerin kursaklarından geçirmek istiyorlar. İstiyorlar ki Müslüman Türk gencinin aklı başından gitsin de kendilerine gönüllü köle olsunlar. (General Yüzbaşı Musa’yı tartaklayacakken araya Akif ve diğerleri girer Musa nınÖksürüğü artar. Yere doğru yığılır. Akif’in kollarındadır.) AKİF: (Bağırır.) Bir araba bir araba bulun çabuk. Musa’mı hastaneye kaldıralım. MUSA: Yok beyim yok. Beni Özbekler Tekkesine götürün. Sevgiliyle buluşmam ordadır. (Kendinden geçer. Akif’in haykırışı yankılanır.) AKİF:Musaaaaaaa! 1. PERDE SONU 2.PERDE (Sala sesi duyulur sahne boştur... Sala sesi düştüğünde Bir öğrenci sahneye girer) 1.ÖĞRENCİ: Bu sala da ne için acaba 3.ÖĞRENCİ: ( Gözleri yaşlı…)Dün gece Beyoğlu’nda Said Halim Paşa’nın misafiri olarak kaldığı Mısır Apartmanında Hakk’a emanetini teslim etti. 1.ÖĞRENCİ: Kim… Kim vefat etti? 3.ÖĞRENCİ: Dünyada çekmediği eziyet kalmayan? Ailesi bile perişan olan. Yıllarca yurdundan uzak kalan.Safat eserini bizlere bırakan, Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” gelecek nesiller içinde bir klavuz olmalıdır diyen Mehmet Akif 1.ÖĞRENCİ: Duydunuz mu ahali?! İstiklal marşımızın şairi Mehmet Akif vefat etmiş. 3.ÖĞRENCİ:Cenazesi Beyazıt camiinden kaldırılacak. 2.ÖĞRENCİ: Duyduk! Lakin hiçbir erkan katılmayacakmış cenazeye! 1.ÖĞRENCİ: Olsun biz millet olarak kaldırırız cenazemizi. Asım’ın Nesli burada. Hemen bir bayrak getirin, cenaze geldiğinde naaşına saralım üstadımızın. 2. ÖĞRENCİ: Müsterih olunuz! Onun adı her sabah ve her akşam, Türk İstiklâl Marşı genç göğüslerdengür bir ses dalgası halinde ufuklardan ufuklara yayıldıkça, milletin sevgisinden örülmüş bir ebediyet halesi içinde yaşayacaktır. 3. ÖĞRENCİ: O Akif ki istiklal harbinde bu milletin manevi lideri idi. Vefasızlık gösteremeyiz. O ki Allah bu millete bir daha istiklal marşı yazdırmasın diye milletinin derdiyle dertlenen biri değil miydi? 1. ÖĞRENCİ: Akif bu milletin yüz akıdır. 2. ÖĞRENCİ: Yazmış olduğu İstiklal marşı için takdir edilen ücrete tenezzül etmemiş her kuruşunu hayır derneklerine bağışlamıştır. 3.ÖĞRENCİ: Üzerinde giyecek paltosu bile olmamasına rağmen hem de…O ki Teşkilat- ı Mahsusa O’nu Berlin’e görevli gönderdiğinde arkadaşlarına olan ikramını cebinden ödemişti. Asla milletin imkanlarına el uzatmamıştı. 1.ÖĞRENCİ: Akif’i unutturmamalıyız gelecek nesillere. Ondan ilham alacak çok şeyimiz var. 2. ÖĞRENCİ:Âkif, geçim sıkıntısı içindeyken bile sözüne sadık kalarak vefat eden arkadaşının çocuklarını evine almış ve kendi evlatlarıyla birlikte okutup yetiştirmiştir. 5.ÖĞRENCİ: Dindar Akif bize güzel bir örnektir. Ezanın yasaklanıp da Türkçe ibadet saçmalığına düşüldüğünde Kuran Tercümesi isteyenlerin niyetlerine hizmet etmemek için yazmış olduğu çalışmanın basımını bile men etmişti. 3. ÖĞRENCİ: Akif ne diyordu; “Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki ilerlemeleri inkar olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu ilerlemeleriyle ölçmek katiyyen doğru değildir. İddiam odur ki; heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.” 1.ÖĞRENCİ: bize millet olma şuurunu veren Akif’i elbette ahret yolculuğunda yalnız bırakamayız! ( Gerilerden gelen bir oyuncu öğrencilerin yanına gelirken, bütün öğrenciler susup ona bakmaya başlar… Oyuncu ağır adımlarla gelip öğrencilerin yanında yerini alır ve onlara bakarak söze girer; Korkma... Şiirin ilk kıtasını okuduktan sonra sahnedeki oyuncular sıra sıra diğer kıtaları okumaya başlar. Şiir okunmaya başladığında herkes hazır ol vaziyetindedir. Sahnede olmayan oyunculara da kalan kısım pay edilir ve sırası gelen sahneye şiirini okuyarak girer. Hepsi sahnenin farklı yerlerinde durur ve 10 kıta bittiğinde İstiklal marşı müziği girer. Seyirciyle beraber istiklal marşı okunur. Final) Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdir, o benim milletimindir ancak. Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal! Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal… Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal! Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar, Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, ‘Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar? Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın. Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın. Doğacaktır sana va'dettigi günler hakk'ın… Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın. Bastığın yerleri ‘toprak!' diyerek geçme, tanı: Düşün altında binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda! Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda. Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli: Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli. Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli, Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli. O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım, Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım, Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım; O zaman yükselerek arsa değer belki başım. Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal. Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal: Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal! BİTTİ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder