DAHA DÜN ÇANAKKALE'DE, KABİL'DE!
BAĞDAT'TA YAKIN ZAMANDA, ŞİMDİLERDE ŞAM' DA;
PEKİ YA YARIN?!..
“Bilgililerin ilgisiz, ilgililerin bilgisiz olduğu” bir süreçten geçiyoruz, demiştik ya a dostlar…hasılı; ibret almayan ibretlik olur!
Hükümet bebek katilinin sebep olduğu olayları nihayetlendirmek adına “akil adamlar” arayadursun…
Arakan’da Müslümanlar yakılıversin…
İstanbul’da içki satan dükkanların raflarında İstanblue markalı votkalar satılıversin…
Pıtrak gibi açılan işgalci kültür ordularının garnizon merkezleri avmlerde yabancı marka alışkanlığı boca edilrken damarlarımıza...
Kentsel dönüşüm alanları aynı zamanda yabancı isimlerle açılan sitelerde kültürel dönüşüm merkezlerine dönüşürken...
Mahallelerimizi ve sokaklarımızı yitirirken...
Türkülerimizden ibibikler ve turna kuşları yok edilirken...
LBGT ahlaksızlık örgütü ile, kanlı terör örgütleri ile ve cehaletimiz ve fakirliğimiz malzeme yapılarak talan edilirken gençliğimin aklı, gönlü...Modernite dininin mensuplarına dönüşürken ümmet-i Muhammedin müminleri...
Pıtrak gibi açılan işgalci kültür ordularının garnizon merkezleri avmlerde yabancı marka alışkanlığı boca edilrken damarlarımıza...
Kentsel dönüşüm alanları aynı zamanda yabancı isimlerle açılan sitelerde kültürel dönüşüm merkezlerine dönüşürken...
Mahallelerimizi ve sokaklarımızı yitirirken...
Türkülerimizden ibibikler ve turna kuşları yok edilirken...
LBGT ahlaksızlık örgütü ile, kanlı terör örgütleri ile ve cehaletimiz ve fakirliğimiz malzeme yapılarak talan edilirken gençliğimin aklı, gönlü...Modernite dininin mensuplarına dönüşürken ümmet-i Muhammedin müminleri...
MÜSLÜMAN TÜRK AÇILIMININ ZAMANI GELMEDİ Mİ?
İLAY-I KELİMETULLAH RUHU- EMR-İ BİL MARUF NEHY-İ ANİL MÜNKER TERBİYESİ İÇİN! YENİDEN BÜYÜK TÜRKİYE İÇİN! ALLAH RIZASI İÇİN! ÇOCUKLARIMIZI MANKURTLAŞMAKTAN KURTARMAK İÇİN! TAM VE BAĞIMSIZ TÜRKİYE İÇİN!
İLAY-I KELİMETULLAH RUHU- EMR-İ BİL MARUF NEHY-İ ANİL MÜNKER TERBİYESİ İÇİN! YENİDEN BÜYÜK TÜRKİYE İÇİN! ALLAH RIZASI İÇİN! ÇOCUKLARIMIZI MANKURTLAŞMAKTAN KURTARMAK İÇİN! TAM VE BAĞIMSIZ TÜRKİYE İÇİN!
Ya da!...
Siz TOKİLERDEN konutlanın cennetten köşk bekleyen insanlar! Hem ki onlar yazarlarsa duvarlarına Türken Raus elbet bizde yazacaktık kotlarımıza Lewi’s, kursaklarımıza Mc Donald's...gibisi yok! ATEŞ SİZİ ÇAĞIRIYOR! KİME GAM KARDEŞİM?! NASILSA SÜLEYMAN SOYLUYDU, NUMAN KURTULMUŞTU! BEN ALDIĞIM İHALEYE BAKARIM GARDAŞ! EY YEŞİL SARIKLI HOCALAR, NİYE SUSTUNUZ? RENKLİLER, BEYAZLAR, RENKSİZLER; NERDESİNİZ? HEM NEYİMİZE YETMİYOR Kİ ÇAMLICAYA YAPILICAK CAMİ? WALT DİSNEY'İN MİCKEY MAUSE U KEMİRMEKTE HAYATIMIZI! DÜN ÜÇ KITANIN EFENDİSİ ŞİMDİLERDE YÜZÜKLERİN EFENDİSİ!
Dilimize, dinimize neden PEPEydik yahu?
Hasılı; 75 milyonluk nüfusumuzun 25 milyonu 12 yaş altı çocuklarımızdan ibaret. Çocuklarımız yani geleceğimiz... Şirk kültürü ile büyümekte, ahlaksızlık cenderesinde kirlenmekte!..
Biri 2071 mi dedi?
Biri 2071 mi dedi?
BİR KURMAĞA KERMİT HİKAYESİ ALIR MISINIZ?
Bilim adamları, kaynamaya yakın sıcaklıktaki bir kova suyun içine bir kurbağa bırakıyorlar. Kurbağa, ani bir refleksle kendini kovanın dışına atıyor.
Aynı bilim adamları, aynı kurbağayı bu sefer, oda sıcaklığındaki suyla dolu olan aynı kovanın içine bırakıyorlar. Kurbağa, keyif içinde öylece duruyor suyun içinde.
Bilim adamları, suyun sıcaklığını çok yavaş bir biçimde artırmaya başlıyorlar. Kurbağada çıt yok. Kurbağa memnun...
Ama su yavaş da olsa, ısınmaya devam ediyor. Diğer bir deyişle, kurbağanın “suyu ısınıyor...” Suyun sıcaklığı kademe kademe arttıkça kurbağanın keyfinde bir değişiklik olmuyor; ancak, biraz sersemler gibi oluyor.
Derken, bu sersemlik hali, daha artıyor... Ve kurbağa, kendi sersemliği içinde daha derinlere doğru yol alırken, kovanın içinden dışarıya atlayarak kendisini bu cendereden kurtaracak gücü de gittikçe kaybediyor... Ve göz göre göre... Ve sessiz sedasız… Bizim kurbağa kaynar hale gelecek suyun içinde haşlanıp gidiyor...
Bilim adamları düşünüyorlar: - Peki niçin böyle oldu?.. Çünkü, diyorlar, kurbağanın hayatına yönelen tehditleri algılayan içgüdüsel ayarları, çevresindeki “ani” değişimlere göre kodlanmıştır... Kademe kademe ve yavaş yavaş oluşan değişikliklere göre değil!..
Ancak… Deney sırasında bazı kurbağaların, yavaş yavaş ısınmaya devam eden su belirli bir sıcaklığa erişince zıplayıp, hayatlarını kurtardıkları da gözlemleniyor. Ama kurbağaların çok büyük bir kısmı “değişim”i algılayamadıkları için haşlanarak ölüyorlar..
Bilim adamları, bu deneyden kalkarak, önemli sonuçlara ulaşıyorlar:
- Durum biz insanlar için de pek farklı değildir. Hayatımızda ani değişimler olmadan ya da ciddi ve ani bir tehdit ortaya çıkmadan pek harekete geçmeyiz.
- Tek tek insanlardan oluşan insan topluluklarında, yani toplum, yani ülke, yani devletlerde de durum aynen böyle. Suyumuz ısınmasını yavaş yavaş sürdürüyorsa, yerimizden kımıldamaya yanaşmayız!
- Sıradan ve rahat ortamımızın bize doğru yansıttığı güven aldatmacasına tembelce sığınırız!. Bu rahatlık ortamının ısısı sürekli olarak artsa bile böyle...
- Dünyevi veya uhrevi kişisel hayatımızda da bu aynı tavrı sürdürme eğilimindeyizdir. Dünya hayatının cazibesi bizi uyuşturuyor, ahireti yani sonumuzu düşünmemizi engelliyor.
- Toplumsal hayatımızda da. Kendimizi koruma içgüdümüz, gerek kişisel alanda ve gerekse toplumsal arenada “suyumuz yavaş yavaş ısınmakta devam ediyorsa...” tehlikeleri algılayamaz bir uyuşukluğa dönüşür.
Ve sonuç olarak, ne kendimizi ve ne de ülkemizi savunamaz bir hale geliriz. Sonra, haşlanıp, gideriz bu dünyadan...
ÇOCUKLUĞUNU YAŞAYAMAMIŞ BÜYÜKLERE BİR MASAL DAHA:
TİLKİ İLE TAVUKLARIN HİKAYESİ
ABD’de bir askeri okulda ders olarak anlatılan Horoz ve Tilki Hikayesini dillendirelim bu kez.
“Dershanede hocayı beklerken ışıklar kapanmış ve bir çizgi film gösterilmeye başlanmış.
...Filmin adı ” Küçük Tavuk “. Bir kümes var. Kümeste bir çok tavuk ile genç ve küçük horozlar, bir de kümesin yaşlı ve büyük horozu bulunuyor. Kümesin etrafında da bir tilki dolaşıyor. Yaşlı ve büyük horoz, tilki içeri girmesin diye kümesin kapısını sıkı sıkıya kapatmış, tavukları dışarı bırakmıyor. Tabii dışarı çıkamadıkları için doğru dürüst yemlenemeyen tavuklar da zayıf ve küçük tavuklar. Yaşlı ve büyük horoz ise dışarı bırakmadığı tavuklara ölmeyecek kadar mısır tanesi dağıtarak yaşamalarını sağlıyor.
Kümese giremeyen tilki bunun üzerine kümesin tellerinde küçük bir delik açarak küçük ve genç bir horoza sesleniyor ve ona biraz mısır veriyor. Mısırı yiyen küçük ve genç horoz her gün gelip tilkiden mısır alıyor. Bir süre sonra tilki küçük ve genç horoza tek başına yiyebileceğinden fazla mısır verince genç horoz hem kendisi yiyor hem de diğer tavuklara mısır dağıtıyor. Böylece yavaş yavaş yaşlı ve büyük horozun kümesteki gücü kırılıyor. Horozun etrafındaki tavuklar azalmaya başlıyorlar. Artık popüler olan genç ve artık irileşen horozun etrafında ise tavuklar toplanıyor.Bu aşamada tilki kümesin kapısının önüne mısır bırakıyor. Kümeste bir tartışma çıkıyor. Kapıyı açalım mı açmayalım mı diye. Sonunda korkarak kapıyı açıyorlar ve kafalarını dışarı uzatıp yemlenip hemen geri çekiyorlar. Bir süre böyle devam ediyor. Hiçbir şey olmuyor. Kümesteki tavuklar rahatlıyor. Korkuları azalıyor. Nihayet bir gece tilki kümesin önündeki avluya mısır döküyor. Artık korkusuz olan tavuklar genç ve artık güçlü horozun öncülüğünde dışarı çıkıyor ve rahat rahat yemleniyorlar. Kümesteki her tavuk semiriyor. Tilki bir süre sonra gece kümesin kapısından kendi mağarasına kadar mısır tanelerini döküyor. Sabah kümesten çıkan ve korkusuzca yemlenen tavuklar yemlene yemlene mağaraya kadar gidiyorlar. Sonra mağaraya giriyorlar. Onları içeride bekleyen tilki bütün kümes mağaraya girince mağaranın kapısını kapatıyor.”
Çizgi film burada bitmiş. Işıklar yanmış. Ve dersin hocası kürsüye çıkarak, “İşte Üçüncü Dünya ülkeleri böyle yönetilir” diyerek derse başlamış.
***
Sorular:
1-Kümes NERESİ?,
2-Yaşlı horozlar KİMLER?
3-Genç horoz KİM, şu anda neler yapıyor?
4-En önemlisi tilki KİM?
Buna göre içinde bulunduğumuz durumu sorgular isek binlerce yorum ortaya çıkar.
Unutmayalım Ulusların dostları yok sadece çıkarları vardır.
“Dershanede hocayı beklerken ışıklar kapanmış ve bir çizgi film gösterilmeye başlanmış.
...Filmin adı ” Küçük Tavuk “. Bir kümes var. Kümeste bir çok tavuk ile genç ve küçük horozlar, bir de kümesin yaşlı ve büyük horozu bulunuyor. Kümesin etrafında da bir tilki dolaşıyor. Yaşlı ve büyük horoz, tilki içeri girmesin diye kümesin kapısını sıkı sıkıya kapatmış, tavukları dışarı bırakmıyor. Tabii dışarı çıkamadıkları için doğru dürüst yemlenemeyen tavuklar da zayıf ve küçük tavuklar. Yaşlı ve büyük horoz ise dışarı bırakmadığı tavuklara ölmeyecek kadar mısır tanesi dağıtarak yaşamalarını sağlıyor.
Kümese giremeyen tilki bunun üzerine kümesin tellerinde küçük bir delik açarak küçük ve genç bir horoza sesleniyor ve ona biraz mısır veriyor. Mısırı yiyen küçük ve genç horoz her gün gelip tilkiden mısır alıyor. Bir süre sonra tilki küçük ve genç horoza tek başına yiyebileceğinden fazla mısır verince genç horoz hem kendisi yiyor hem de diğer tavuklara mısır dağıtıyor. Böylece yavaş yavaş yaşlı ve büyük horozun kümesteki gücü kırılıyor. Horozun etrafındaki tavuklar azalmaya başlıyorlar. Artık popüler olan genç ve artık irileşen horozun etrafında ise tavuklar toplanıyor.Bu aşamada tilki kümesin kapısının önüne mısır bırakıyor. Kümeste bir tartışma çıkıyor. Kapıyı açalım mı açmayalım mı diye. Sonunda korkarak kapıyı açıyorlar ve kafalarını dışarı uzatıp yemlenip hemen geri çekiyorlar. Bir süre böyle devam ediyor. Hiçbir şey olmuyor. Kümesteki tavuklar rahatlıyor. Korkuları azalıyor. Nihayet bir gece tilki kümesin önündeki avluya mısır döküyor. Artık korkusuz olan tavuklar genç ve artık güçlü horozun öncülüğünde dışarı çıkıyor ve rahat rahat yemleniyorlar. Kümesteki her tavuk semiriyor. Tilki bir süre sonra gece kümesin kapısından kendi mağarasına kadar mısır tanelerini döküyor. Sabah kümesten çıkan ve korkusuzca yemlenen tavuklar yemlene yemlene mağaraya kadar gidiyorlar. Sonra mağaraya giriyorlar. Onları içeride bekleyen tilki bütün kümes mağaraya girince mağaranın kapısını kapatıyor.”
Çizgi film burada bitmiş. Işıklar yanmış. Ve dersin hocası kürsüye çıkarak, “İşte Üçüncü Dünya ülkeleri böyle yönetilir” diyerek derse başlamış.
***
Sorular:
1-Kümes NERESİ?,
2-Yaşlı horozlar KİMLER?
3-Genç horoz KİM, şu anda neler yapıyor?
4-En önemlisi tilki KİM?
Buna göre içinde bulunduğumuz durumu sorgular isek binlerce yorum ortaya çıkar.
Unutmayalım Ulusların dostları yok sadece çıkarları vardır.
YAZININ BUNDAN SONRASINI ÇOCUKLAR OKUSUN!
Şimdiden belirtelim. Suriye’den sonraki durak Yemen olacaktır. Yani İngiliz’in işbirlikçi Arablarla işbirliği yaparak Medine’yi işgaline itiraz için ecdadımızın 1 milyon şehid verdiği YEMEN!
Ardından gelsin Arabistan’nın işgali! Çünkü Fahd’ın Batı’daki bankalarda çok yüklü miktarda parası var. Bu para daralan ekonomisine çıkış yolları arayan, iflasın eşiğindeki Amerika’nın ağzının suyunu akıtmaktadır.
Akıncı “Arap Baharının” nedenlerinin başka boyutları yani..
Amerika ve Avrupa’nın derinden yaşadığı ekonomik kriz dolayısıyla isyanlar ‘çıkartılıyordu.’ Daha doğrusu ABD ve Avrupa krizden de öte resmen iflasın eşiğine gelmişlerdi. Bunun için yapılacak en iyi şey yeni hazinelere açılmaktı.
İşte tam bu noktada ‘dünyanın sahibi’ iki aileyi görmezden nasıl geliriz? Rockefeller ve Rothschild’ler…
Rothschild ailesinden bir temsilcinin, Tunus’u ziyaret ettiğini ve Zeynel Abidin Bin Ali’den Tunus Merkez Bankasının % 15’ini istediğini unutmayalım Bin Ali itiraz edememişti. Sir Eveleyn De Rothschild aynı talebi Mısır’ın lideri Hüsnü Mübarek’e de götürmüştü. “Merkez Bankası’nın % 15’ini bana devrediyorsun!”
Mübarek itiraz edecek gibi olmuştu. Ama başına gelenleri görüyoruz.
Akıncı “Arap Baharının” nedenlerinin başka boyutları yani..
Amerika ve Avrupa’nın derinden yaşadığı ekonomik kriz dolayısıyla isyanlar ‘çıkartılıyordu.’ Daha doğrusu ABD ve Avrupa krizden de öte resmen iflasın eşiğine gelmişlerdi. Bunun için yapılacak en iyi şey yeni hazinelere açılmaktı.
İşte tam bu noktada ‘dünyanın sahibi’ iki aileyi görmezden nasıl geliriz? Rockefeller ve Rothschild’ler…
Rothschild ailesinden bir temsilcinin, Tunus’u ziyaret ettiğini ve Zeynel Abidin Bin Ali’den Tunus Merkez Bankasının % 15’ini istediğini unutmayalım Bin Ali itiraz edememişti. Sir Eveleyn De Rothschild aynı talebi Mısır’ın lideri Hüsnü Mübarek’e de götürmüştü. “Merkez Bankası’nın % 15’ini bana devrediyorsun!”
Mübarek itiraz edecek gibi olmuştu. Ama başına gelenleri görüyoruz.
Hasılı; ya biz?
“Türkiye Merkez Bankası’nın da % 15’i İngilizlere aittir.”
Yoksa biz de “Arap Baharı”nı yıllar önce yaşamış olmayalım?
1928 ve 29 daki dünya ekonomik krizi ve bize dayatılan Osmanlı’nın borç sarmalının gölgesinde kurulan Merkez Bankamızın hikayesine bir kulak versek!
***
Son Kuruşuna Kadar Osmanlı’nın Borçlarını Ödüyoruz…Peki Ama Niye?
Sorulması gereken soru şudur.
Osmanlı’nın A’dan Z’ye tüm mirasını reddederken neden borçlarını üstlendik?
Şimdi düşünelim. Hem 7 düvele karşı savaş kazandınız. Hem de yıktığınız devletin tüm borçlarını üstleniyorsunuz. Üstelik Misak-ı Milli olarak ilan ettiğiniz en kıymetli topraklar olan Musul ve Kerkük’ü İngilizlere bırakıyorsunuz… Yakın zamanda bebek katilinin mektubunda belirttiği misak-ı milli bir kürt misak-ı millisi olmasın sakın diyerek devam edelim.
Sormadan edemiyor insan…Peki niye?
Önce Osmanlı’dan devraldığımız borç sarmalına bir göz atalım.
24 Temmuz 1923 de imzalanan Lozan anlaşmasına göre Osmanlı’nın borçları tasfiye edilmesine karar verildi. Lozan’da alınan karar, 1928 de imzalanan Paris anlaşmasıyla ödeme planına bağlandı. (Ama dikkat edin…Dünya tam da tarihin en büyük ekonomik krizinin eşiğindeyken…)
Borçtan, imparatorluğun bakiyesi 14 ülke daha sorumlu tutuldu. Arnavutluk, İtalya, Filistin , Bulgaristan, Irak, Lübnan, Yunanistan, Yugoslavya gibi Osmanlı imparatorluğundan doğmuş ülkelerde bu borçtan sorumluydular.
Aklınız karışmasın…
BOŞ KONUŞUYORUZ A DOSTLAR!
%1912 den önceki borçların % 62 si, 1912 den sonraki borçların ise 75 i Türkiye Cumhuriyet’ine ait sayıldı. Yani borçların ¾’ünden fazlası bizim sayıldı. Kalan ¼ lük bölüm ise 14 ülke arasında pay edildi.
Bu ülkelerin çoğu bu borcu ödemedi. Sadece İtalya ve birkaç Arap ülkesi paylarına düşen küçük miktardaki borcu kapattılar. Yunanistan, Arnavutluk, Yugoslavya, Arabistan, Yemen ise tek kuruş ödemediler. Biz ise son kuruşuna kadar ödedik…
“Türkiye Merkez Bankası’nın da % 15’i İngilizlere aittir.”
Yoksa biz de “Arap Baharı”nı yıllar önce yaşamış olmayalım?
1928 ve 29 daki dünya ekonomik krizi ve bize dayatılan Osmanlı’nın borç sarmalının gölgesinde kurulan Merkez Bankamızın hikayesine bir kulak versek!
***
Son Kuruşuna Kadar Osmanlı’nın Borçlarını Ödüyoruz…Peki Ama Niye?
Sorulması gereken soru şudur.
Osmanlı’nın A’dan Z’ye tüm mirasını reddederken neden borçlarını üstlendik?
Şimdi düşünelim. Hem 7 düvele karşı savaş kazandınız. Hem de yıktığınız devletin tüm borçlarını üstleniyorsunuz. Üstelik Misak-ı Milli olarak ilan ettiğiniz en kıymetli topraklar olan Musul ve Kerkük’ü İngilizlere bırakıyorsunuz… Yakın zamanda bebek katilinin mektubunda belirttiği misak-ı milli bir kürt misak-ı millisi olmasın sakın diyerek devam edelim.
Sormadan edemiyor insan…Peki niye?
Önce Osmanlı’dan devraldığımız borç sarmalına bir göz atalım.
24 Temmuz 1923 de imzalanan Lozan anlaşmasına göre Osmanlı’nın borçları tasfiye edilmesine karar verildi. Lozan’da alınan karar, 1928 de imzalanan Paris anlaşmasıyla ödeme planına bağlandı. (Ama dikkat edin…Dünya tam da tarihin en büyük ekonomik krizinin eşiğindeyken…)
Borçtan, imparatorluğun bakiyesi 14 ülke daha sorumlu tutuldu. Arnavutluk, İtalya, Filistin , Bulgaristan, Irak, Lübnan, Yunanistan, Yugoslavya gibi Osmanlı imparatorluğundan doğmuş ülkelerde bu borçtan sorumluydular.
Aklınız karışmasın…
BOŞ KONUŞUYORUZ A DOSTLAR!
%1912 den önceki borçların % 62 si, 1912 den sonraki borçların ise 75 i Türkiye Cumhuriyet’ine ait sayıldı. Yani borçların ¾’ünden fazlası bizim sayıldı. Kalan ¼ lük bölüm ise 14 ülke arasında pay edildi.
Bu ülkelerin çoğu bu borcu ödemedi. Sadece İtalya ve birkaç Arap ülkesi paylarına düşen küçük miktardaki borcu kapattılar. Yunanistan, Arnavutluk, Yugoslavya, Arabistan, Yemen ise tek kuruş ödemediler. Biz ise son kuruşuna kadar ödedik…
Sahi İsrail mavi Marmara ile ilgili ödeyeceği komik tazminatın karşılığını misli ile nasıl bir işbirliği operasyonunda telafi edecektir?
Peki borçların tasfiyesi nasıl yapıldı?
Osmanlı imparatorluğunun kaybedilen topraklarının, Türkiye’ye düşen toplam borçtan indirilmesi esas alındı. Yani Türkiye’nin sınırları dışında kalmış imparatorluk topraklarının “değer”i borçtan düşülecekti.
İyi de nasıl?
Toprak değeri nasıl ölçülecekti?
O zamanki adı Cemiyet-i Akvam olan Milletler Cemiyeti bu durumun çözümü için bir hukuk profesörü hakem belirledi.
İsviçreli bir Yahudi olan olan Eugene Borel !
Borel, sınırlarımız dışında bıraktığımız toprakların ‘emlak değer’inin baz alınması gerektiğini savunuyordu. Ama toprağın salt emlak değeriyle ele almak bizim için intihar demekti. Örneğin altında petrol kaynadığı anlaşılmış olan Musul’la, Bulgaristan’daki ıssız bir dağ köyü aynı sayılacaktı.
Hasılı; Türk Maliyesi ve yetkililerin verimli, verimsizliğin borç ödemede kıstas alınmasında önceki kararlarından vazgeçerek doğrudan alınan vergi gelirine dönmesi hatalı bir davranış olmuştu. Bugün verimsiz arazi gelecekte verimli olabilir, ayrıca petrol gelirleri de arazi gelirine dahil edilebilirdi. Hata burada yapılmıştı. Osmanlı’nın işgal edilen topraklarının bedeli yer altı ve yer üstü değerleri ile borç ödemede kullanılmalı idi.
Bu tuhaflık dönemin meclisinde de gündeme geldi. Denizli milletvekili Mazhar Müfit Bey bu tuhaf takası eleştirdi.
“Maalesef ben meseleyi o kadar pembe görmüyorum. Tamamen Osmanlı imparatorluğuna ait olan ve cümlemizin malumu vechile müvellidi servet olmak üzere değil, zevk-i safaya, safahata saif edilmiş olan bu milyonlara varan borcun ne suretle ödeyeceğimize dair elimize gelen bu sözleşme ve ekleri çok ağırdır.
Acaba bize miras olarak, yüksek binaları, varidatı hayvanatı, vs. ile bir çiftlik mi kaldı? Yanmış yıkılmış,işçileri boğazlanmış, hatta toprağı zapt edilmiş, varisleri kovulmuş böyle bir vaziyet hadis olmuştu.
Biz canımızı feda edelim, kanımızı akıtalım, o yerleri karış karış alalım fazla olarak tahrip edilen bu yerler için mağlup tarafından Avrupa’nın diğer galipleri olduğu gibi “10” para bile verilmesin, sonra sen gel imparatorluğun yüzlerce milyon borcunu ver…
Bana tamirat için on para vermediniz ki benden almak istiyorsunuz. Avrupa’da böyle mi olur? Fransa borçlarını vermek için Almanya’dan tamirat parasını alayım da vereyim. Aynı teraneyi İngiltere’de Amerika’ya söylüyor. Bize gelince anlaşılıyor ki Garp(Batı) sermayedarları, sen elem içinde çalış, bütün mahsulünü ben zevk-ü sefa içinde yiyeceğim diyor.
Mazhar Müfit Bey isyanında haklıydı.
Kazandığımız bir savaş sonrasında bu kadar çok taviz verilir miydi? Ya da soruyu tersten soralım. Osmanlı’nın borçlarını genç cumhuriyetin omzuna kim yıktı? Ve daha da yakıcı soru…
Musul’u ve Kerkük’ü bırakmamızı kimler istedi?
Neyse…
(Unutmadan belirteyim. Türkiye Osmanlı borçlarının son taksitini 1954 yılında kapattı. Hem de tüm faizleriyle… )
Dönelim Merkez Bankasına…
Güçlü bir Maliye’nin kurulabilmesi için para politikalarının düzenlenmesi gerekiyordu. Bunun önünde de iki büyük engel vardı. Birincisi Osmanlı’dan devralınan borçlar, ikincisi bir merkez bankasının olmayışı. Birincisi halledilmişti. En azından ödeme planına bağlanmıştı. Ama merkez bankasının olmayışı ciddi sorundu. Halen devletin tüm parası ve işlemler Osmanlı Bankası üzerinden yürütülüyordu.
İsmet Paşa’nın hükümet programında dile getirdiği “Devlet Bankasına ait kanun taslaklarını bu sene Büyük meclise takdim edeceğiz. Bir seneye kadar bir zaman zarfında da Cumhuriyet Bankası’nın küşadının çıkacağını ümit ediyorum.” şeklindeki sözleri Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının kuruluşunun ilk ve en önemli sinyali oldu.
Aslında Lozan’a göre banknot ihraç etme yetkisine sahip Osmanlı Bankasının 1924 yılında sözleşmesi sona erecekti. Ancak Osmanlı Bankasını bir devlet bankasına dönüştürme çabalarının sonuçsuz kalmasıyla sözleşmenin yeniden uzatılması gerekliliği doğdu. Hükümetin bazı isteklerini de yerine getirme karşılığında Osmanlı Bankasının sözleşmesi uzatıldı.
Bununla beraber merkez bankasının kuruluşunda öncü rolü oynamak üzere bir yarışta başlamıştı. Ziraat Bankası ve İş Bankası Merkez bankasının kuruluş sürecinde etkin rol almak üzere birbirleriyle yarış halindeydiler.
Ama bu iki milli bankamıza banknot ihraç etme yetkisi verilmedi.
Yeni ve bağımsız bir banka kurulacaktı.
1928 yılında Türkiye’ye davet edilen Hollanda Merkez Bankası İdare Meclisi Üyesi Dr. G. Vissering, özerk merkez bankası için bir rapor hazırladı. Onu İtalyan Uzman Kont Volpi izledi.
Lozan Üniversitesinden Prof. Leon Morf’un desteğiyle Merkez Bankası yasa tasarısı hazırlandı. Tasarı, TBMM’de 11 Haziran 1930 tarihinde kabul edildi.
Artık bizim de bir Merkez Bankamız vardı.
Ama durun…Peki ya hisseler kime aitti? Öyle ya…Yüzde yüz Türk hissedarların oluşturduğu Ziraat ve İş Bankası tercih edilmediğine göre…
Bankanın hisseleri (A), (B), (C) ve (D) sınıflarına ayrıldı. A sınıfı hisseler Hazineye ait olacaktı. B sınıfı hisseler milli bankalara, C sınıfı hisseler yabancı bankalar ile imtiyazlı şirketlere, D sınıfı hisseler ise Türk ticaret kuruluşlarıyla Türk uyruklu gerçek ve tüzel kişilere ayrılmıştı.
Kuruluşunda özerkliği korumak için sadece % 15 i hazinenin elinde tutuluyordu. Kalan hisseler dağıtılmıştı.
İşte dağıtılan bu hisselerin bir kısmı da İngiliz Bankaları ve yatırımcılarınındı. Daha doğrusu İngiliz tefeci ve bankerlerin. Başka ülkelerde vardı hissedar olan. Fransız , İtalyan, vs.
Bugün ise Merkez Bankamızın ancak % 54.73’ü hazineye ait.
Kalan 45.27 lük hisse ise milli bankalar, diğer bankalar ve şahıslara dağılmış durumdadır. Diğer Bankaların içerisinde yabancı bankalarda var. İngiliz ve İtalyan Bankaları ilk sırada.
Şahıslar kimler diye baktığımızda; en büyük hissedar Ankaralı bir Yahudi vatandaşımızdır!
***
Evet işte böyle…
Yine Küresel bir soygun var…Yine ona bağlı bir küresel ekonomik kriz var…Ve yine iki ailenin güdümündeki emperyalizm Ortadoğu ülkelerinin başına çöküyor.
Ve yine Merkez Bankasından talep edilen oran değişmiyor. % 15!
Tıpkı 1929 da yaşadığımız gibi…
Peki borçların tasfiyesi nasıl yapıldı?
Osmanlı imparatorluğunun kaybedilen topraklarının, Türkiye’ye düşen toplam borçtan indirilmesi esas alındı. Yani Türkiye’nin sınırları dışında kalmış imparatorluk topraklarının “değer”i borçtan düşülecekti.
İyi de nasıl?
Toprak değeri nasıl ölçülecekti?
O zamanki adı Cemiyet-i Akvam olan Milletler Cemiyeti bu durumun çözümü için bir hukuk profesörü hakem belirledi.
İsviçreli bir Yahudi olan olan Eugene Borel !
Borel, sınırlarımız dışında bıraktığımız toprakların ‘emlak değer’inin baz alınması gerektiğini savunuyordu. Ama toprağın salt emlak değeriyle ele almak bizim için intihar demekti. Örneğin altında petrol kaynadığı anlaşılmış olan Musul’la, Bulgaristan’daki ıssız bir dağ köyü aynı sayılacaktı.
Hasılı; Türk Maliyesi ve yetkililerin verimli, verimsizliğin borç ödemede kıstas alınmasında önceki kararlarından vazgeçerek doğrudan alınan vergi gelirine dönmesi hatalı bir davranış olmuştu. Bugün verimsiz arazi gelecekte verimli olabilir, ayrıca petrol gelirleri de arazi gelirine dahil edilebilirdi. Hata burada yapılmıştı. Osmanlı’nın işgal edilen topraklarının bedeli yer altı ve yer üstü değerleri ile borç ödemede kullanılmalı idi.
Bu tuhaflık dönemin meclisinde de gündeme geldi. Denizli milletvekili Mazhar Müfit Bey bu tuhaf takası eleştirdi.
“Maalesef ben meseleyi o kadar pembe görmüyorum. Tamamen Osmanlı imparatorluğuna ait olan ve cümlemizin malumu vechile müvellidi servet olmak üzere değil, zevk-i safaya, safahata saif edilmiş olan bu milyonlara varan borcun ne suretle ödeyeceğimize dair elimize gelen bu sözleşme ve ekleri çok ağırdır.
Acaba bize miras olarak, yüksek binaları, varidatı hayvanatı, vs. ile bir çiftlik mi kaldı? Yanmış yıkılmış,işçileri boğazlanmış, hatta toprağı zapt edilmiş, varisleri kovulmuş böyle bir vaziyet hadis olmuştu.
Biz canımızı feda edelim, kanımızı akıtalım, o yerleri karış karış alalım fazla olarak tahrip edilen bu yerler için mağlup tarafından Avrupa’nın diğer galipleri olduğu gibi “10” para bile verilmesin, sonra sen gel imparatorluğun yüzlerce milyon borcunu ver…
Bana tamirat için on para vermediniz ki benden almak istiyorsunuz. Avrupa’da böyle mi olur? Fransa borçlarını vermek için Almanya’dan tamirat parasını alayım da vereyim. Aynı teraneyi İngiltere’de Amerika’ya söylüyor. Bize gelince anlaşılıyor ki Garp(Batı) sermayedarları, sen elem içinde çalış, bütün mahsulünü ben zevk-ü sefa içinde yiyeceğim diyor.
Mazhar Müfit Bey isyanında haklıydı.
Kazandığımız bir savaş sonrasında bu kadar çok taviz verilir miydi? Ya da soruyu tersten soralım. Osmanlı’nın borçlarını genç cumhuriyetin omzuna kim yıktı? Ve daha da yakıcı soru…
Musul’u ve Kerkük’ü bırakmamızı kimler istedi?
Neyse…
(Unutmadan belirteyim. Türkiye Osmanlı borçlarının son taksitini 1954 yılında kapattı. Hem de tüm faizleriyle… )
Dönelim Merkez Bankasına…
Güçlü bir Maliye’nin kurulabilmesi için para politikalarının düzenlenmesi gerekiyordu. Bunun önünde de iki büyük engel vardı. Birincisi Osmanlı’dan devralınan borçlar, ikincisi bir merkez bankasının olmayışı. Birincisi halledilmişti. En azından ödeme planına bağlanmıştı. Ama merkez bankasının olmayışı ciddi sorundu. Halen devletin tüm parası ve işlemler Osmanlı Bankası üzerinden yürütülüyordu.
İsmet Paşa’nın hükümet programında dile getirdiği “Devlet Bankasına ait kanun taslaklarını bu sene Büyük meclise takdim edeceğiz. Bir seneye kadar bir zaman zarfında da Cumhuriyet Bankası’nın küşadının çıkacağını ümit ediyorum.” şeklindeki sözleri Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının kuruluşunun ilk ve en önemli sinyali oldu.
Aslında Lozan’a göre banknot ihraç etme yetkisine sahip Osmanlı Bankasının 1924 yılında sözleşmesi sona erecekti. Ancak Osmanlı Bankasını bir devlet bankasına dönüştürme çabalarının sonuçsuz kalmasıyla sözleşmenin yeniden uzatılması gerekliliği doğdu. Hükümetin bazı isteklerini de yerine getirme karşılığında Osmanlı Bankasının sözleşmesi uzatıldı.
Bununla beraber merkez bankasının kuruluşunda öncü rolü oynamak üzere bir yarışta başlamıştı. Ziraat Bankası ve İş Bankası Merkez bankasının kuruluş sürecinde etkin rol almak üzere birbirleriyle yarış halindeydiler.
Ama bu iki milli bankamıza banknot ihraç etme yetkisi verilmedi.
Yeni ve bağımsız bir banka kurulacaktı.
1928 yılında Türkiye’ye davet edilen Hollanda Merkez Bankası İdare Meclisi Üyesi Dr. G. Vissering, özerk merkez bankası için bir rapor hazırladı. Onu İtalyan Uzman Kont Volpi izledi.
Lozan Üniversitesinden Prof. Leon Morf’un desteğiyle Merkez Bankası yasa tasarısı hazırlandı. Tasarı, TBMM’de 11 Haziran 1930 tarihinde kabul edildi.
Artık bizim de bir Merkez Bankamız vardı.
Ama durun…Peki ya hisseler kime aitti? Öyle ya…Yüzde yüz Türk hissedarların oluşturduğu Ziraat ve İş Bankası tercih edilmediğine göre…
Bankanın hisseleri (A), (B), (C) ve (D) sınıflarına ayrıldı. A sınıfı hisseler Hazineye ait olacaktı. B sınıfı hisseler milli bankalara, C sınıfı hisseler yabancı bankalar ile imtiyazlı şirketlere, D sınıfı hisseler ise Türk ticaret kuruluşlarıyla Türk uyruklu gerçek ve tüzel kişilere ayrılmıştı.
Kuruluşunda özerkliği korumak için sadece % 15 i hazinenin elinde tutuluyordu. Kalan hisseler dağıtılmıştı.
İşte dağıtılan bu hisselerin bir kısmı da İngiliz Bankaları ve yatırımcılarınındı. Daha doğrusu İngiliz tefeci ve bankerlerin. Başka ülkelerde vardı hissedar olan. Fransız , İtalyan, vs.
Bugün ise Merkez Bankamızın ancak % 54.73’ü hazineye ait.
Kalan 45.27 lük hisse ise milli bankalar, diğer bankalar ve şahıslara dağılmış durumdadır. Diğer Bankaların içerisinde yabancı bankalarda var. İngiliz ve İtalyan Bankaları ilk sırada.
Şahıslar kimler diye baktığımızda; en büyük hissedar Ankaralı bir Yahudi vatandaşımızdır!
***
Evet işte böyle…
Yine Küresel bir soygun var…Yine ona bağlı bir küresel ekonomik kriz var…Ve yine iki ailenin güdümündeki emperyalizm Ortadoğu ülkelerinin başına çöküyor.
Ve yine Merkez Bankasından talep edilen oran değişmiyor. % 15!
Tıpkı 1929 da yaşadığımız gibi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder