İBRAHİMİ DİNLERİN BİRLİĞİ TUZAĞI ve THE CEMAAT GERÇEĞİ...
Tanrı, Türkleri kutsasın! (Amen)
rakam verebilecek olanınız var mı aranızda,
afrikadan yeni kıtaya çalınan hayatlara,
livingston, admudsen, kolomb, vespuci,
4 ile 5 arası haçlı savaşı, yediler binlerce piçi,
kutsal asasını sinemeskop soktular gözümüze,
yalan üstüne yalan inanmaz kimse sözümüze,
bakın yalan tarihe, saddamın füzelerine,
kimyasal palavrayla bombalarla geldiler üstümüze,
milat imiş 11 eylül, ümmetin hazan mevsimi,
çanak tuttu bu işe lanetçi vatikan hizmetçisi,
...
yahudi ve hristiyanları dost tuttuk,
dinlerinden olmadıkça asla onlardan olmayacağımızı,
unuttuk!
...
romantik değilim,
etkilemez beni,
ne elizabet taylorun yeşil gözleri,
ne angelina bacımızın,
muhteris buseleri.
...
ben öksüz kalmış türklüğümün,
sela sesiyim; oy!
...
kahpe planların,
kursağıdır gençliğim!
...
oy! şehadetim!
hevesim;
direnişimdir,
yalanına büyük şeytanın!
...
çan sesleri...
çalıyor tepemizde...
uğursuzca,
kraliçe isabelin,
endülüsü,
unutturmasıyla...
...
tom amcanın kulübesinden,
büyüklere masallar okumasıyla,
sam amcanın!
...
asla inanmadığım!
afrikadan yeni kıtaya çalınan hayatlara,
livingston, admudsen, kolomb, vespuci,
4 ile 5 arası haçlı savaşı, yediler binlerce piçi,
kutsal asasını sinemeskop soktular gözümüze,
yalan üstüne yalan inanmaz kimse sözümüze,
bakın yalan tarihe, saddamın füzelerine,
kimyasal palavrayla bombalarla geldiler üstümüze,
milat imiş 11 eylül, ümmetin hazan mevsimi,
çanak tuttu bu işe lanetçi vatikan hizmetçisi,
...
yahudi ve hristiyanları dost tuttuk,
dinlerinden olmadıkça asla onlardan olmayacağımızı,
unuttuk!
...
romantik değilim,
etkilemez beni,
ne elizabet taylorun yeşil gözleri,
ne angelina bacımızın,
muhteris buseleri.
...
ben öksüz kalmış türklüğümün,
sela sesiyim; oy!
...
kahpe planların,
kursağıdır gençliğim!
...
oy! şehadetim!
hevesim;
direnişimdir,
yalanına büyük şeytanın!
...
çan sesleri...
çalıyor tepemizde...
uğursuzca,
kraliçe isabelin,
endülüsü,
unutturmasıyla...
...
tom amcanın kulübesinden,
büyüklere masallar okumasıyla,
sam amcanın!
...
asla inanmadığım!
****
1864' te İngiliz sömürge bakanı Glagstone'nin hedeflerini ilk kez belirlediği hususta 1965 yılında son toplanan Vatikan konsülüde aynı doğrultuda 3 ayrı karar alır. Milenyum dedikleri çağda Asyanın hristiyanlaşması için...
Müslüman ülkeler;
hoşgörü,
diyalog
ve gizli hristiyanlık ile İslam dininden uzaklaştırılacaklardır. Nedir Gizli Hristiyanlık?
HRISTİYANLAR GİBİ YAŞAYAN MÜSLÜMANLAR ELDE ETMEK!
Yakın zamanda 959 yıllık küskünlük nihayet sona erdi. Fener Ortodoks Patriği Bartelemeos yeni papa seçilen Cizvit Papazı, bir milyar 200 milyon Katolik Hıristiyan'ın 266'ncı ruhani lideri, Buones Aires Başpiskoposu Arjantinli Kardinal Jorge Mario Bergoglio ile sarılarak asırların husumetini bitirdiler.
Yeni Papayı, rahiplerin çocuk tacizi vakalarında başrol oynaması ve Vatikan Bankası'ndaki usulsüzlükler gibi sorunlar bekliyorken, biz Müslümanlar ise birbirimizi kemirip duralım.
Çare olarak halifeliğin geri gelmesinden dem vuranlar var. Geçiniz şimdilik…Diyanet işleri makamı bir halife şuurunda çalışsın yeter. Ötesini tarih belirler… Hem ki pürmelalimiz ortada;
Müslümanlık; dış alemde terör ve gerikalmışların dini…
Kendi iç aleminde ise yobazlığın ve sömürünün aracı…
Hayatımızın hiçbir alanına sokamadığımız, yalnızca ölüm denilen şeyle irtibatlınılan…
Kur’an; ölüler kitabı…İçindeki hiçbir hüküm inananlarına sanki hiç seslenmiyor…
Haşa, haşa, haşa!!!
N’oldu bize, n’aptık kendimize?
Filistinli dedeler bir dönem önce sattılar topraklarını Yahudinin uzattığı kağıt parçalarına, paralarına…Şimdi paramparça yüreklerin tesellisini, minicik torunların minik elleriyle Yahudi zulmune attıkları taşlarda aramaktayız. Taşlıyamadık ki biz şeytanı zamanında… Şimdinin şeytan taşlama merasimleri ise Kabe’deki Zemzem TOWERSten kumandalı!
Bekleyiniz; Mescid-i Aksanın kaybedilmesine de! Hz. Ömer camii görüntüsü ile unutturulan Mescid-i Aksa cidden yitmek üzere…Deneyin hemen şimdi. Arama motorlarına yazın Mescid- i Aksa diye çıkan görüntülere bakın!
Biz ki sayısız Umreler düzenleyelim, ziyaretleri sosyete turlarına çevirelim… Ekranlarda arz-ı endam etsin pop hocalar! Belediyelerin kültür merkezleri ise züğürt teselli salonları olsun!
…
Allah ömür versin İsmailağa Cemaatinin lideri Mahmut Hoca’ya…
Enteresan şekilde katledildi cemaatin kurmayları…Umut vaat eden Cüppeli hoca ise uçkur düşkünlüğü suçlaması ile gözlerde katledildi, gözden düşürüldü…
Patrikhane civarındaki yapılar kimlerin eline geçmekte peki?
Allahını seven zengin Müslümanlara haykırıyorum; patrikhane civarı binalara yatırım yapın…alın…unutun, bir kenara koyun! Bu milletin, İstanbul’un tapusu Haliç boyudur!
Altınboynuzu tenekeye çevirmeyelim!
Ey, vakıflar, dernekler! Patrikhane civarına konuçlanın!
Bir dönem Balat’ta küçücük bir dükkanda iş çeviren şimdilerin “Yürü ya Kulum” un örneklerinden olan Torunlar Gayri Menkulun, şimdilerde Mahmutbey gişelerinin dibindeki MALL OF İSTANBUL’ un sahibi Aziz abi… Eski mahallen elden gitmesin be abi!
Gayrı Müslim’e mülk satmada neyin nesi demeyeceğim. Konjuktür denilen hazret “Türk” kelimesini öteleştirdikten sonra…
Balans ayarları ile alakalı uzun uzadıya konuşabiliriz! Lakin tarihsel hakikatlar”heva ve heveslerini Rab edinenlerin” iflah olmayacağını da haykırmakta. Birilerine şirin gözükmek adına bu gerçekleri de yutamayız.
…….
1965 yılında, yani benim doğduğum sene tamamlanan 2. Vatikan Konsili'nde alınan kararlar çerçevesinde Vatikan, başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu'da ve Türk Cumhuriyetlerdeki Hristiyanlaştırma faaliyetlerine hız verdi.
2000 yılı Vatikan ve Papa 2. John Paul için çok önemli bir yıl oldu. Ilk kez tam metin halinde 1996 yılında yayınlanan Katolik "Kateşizma (bir anlamda ilmihal gibi bir düstur kitabı) Papaya ve tüm ruhban sınıfına 3. bin yılda neler yapmalarını ve Hıristiyanlığı hangi yöntemle yaygınlaştırmaları gerektiğini gösteren bir rehber olmuştu. Bu rehber 1965 yılında tamamlanan 2. Vatikan Konsili'nde alınan kararlar çerçevesinde hazırlanmıştı. 8u rehbere göre 3. bin yılda Vatikan, başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu'da ve Türk Cumhuriyetlerindeki Hıristiyanlaştırma faaliyetlerine hız verecekti. Nitekim öyle de oldu.
2000 yılı Vatikan ve Papa 2. John Paul için çok önemli bir yıl oldu. Ilk kez tam metin halinde 1996 yılında yayınlanan Katolik "Kateşizma (bir anlamda ilmihal gibi bir düstur kitabı) Papaya ve tüm ruhban sınıfına 3. bin yılda neler yapmalarını ve Hıristiyanlığı hangi yöntemle yaygınlaştırmaları gerektiğini gösteren bir rehber olmuştu. Bu rehber 1965 yılında tamamlanan 2. Vatikan Konsili'nde alınan kararlar çerçevesinde hazırlanmıştı. 8u rehbere göre 3. bin yılda Vatikan, başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu'da ve Türk Cumhuriyetlerindeki Hıristiyanlaştırma faaliyetlerine hız verecekti. Nitekim öyle de oldu.
Katolik aleminin resmi yayın organlarında ilk Türkiye aleyhtarı yazılar 1995'te başlamıştı. Kendi yayın organlarında "Müslüman Kürtleri" savunur pozlarında ''The Catholic World Report" resmi yayın organı dergilerinde Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ağır hakaretler yağdırmaya başladı. Vatikan daha sonra Italyan Hükümeti'nden de benzer çalışmalarda bulunmasını istedi, Italyan Hükümeti'nin özellikle Abdullah Öcalan'ın tutuklanmasından sonra yaptıkları umarım unutulmamıştır. Bunun arkasında Vatikan vardı.
Ayrıca Istanbul, Teşvikiye'deki Katolik Muhacerat Bürosu'nun faaliyetlerine de hız verdi. Her gün onlarca insanı bu kanaldan yurt dışına taşımaya ve gittikleri yerlerde Türkiye aleyhine düzenlenen toplantılarda kullandırmaya başladı.
"TÜRK DOSTU' DIYE YUTTURULAN PAPA
Vatikan'ın uzun zamandır planladığı bir girişim de 23. John adıyla tanınan ve Türkiye'de "Türk dostu" diye yutturulan Kardinal Roncalli'yi Aziz ilan etmekti. Bu işlem 3 Eylül 2000'de gerçekleştirildi, Ardından Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Kültür Bakanı aracılığıyla bu "Türk Dostu" Papanın Istanbul Kurtuluş'ta oturduğu sokak "Kutsal Mekan" ilan edildi.
Vatikan 1965'te kabul ettiği "Dışa Açılma" stratejisini iki yönde uygulamaktadır. Bunlardan birincisi "Ekümenizm"dir. Bu strateji çerçevesinde Vatikan Hıristiyanlığın diğer mezheplerini
yönlendirmektedir. Ikincisi ise "Ekümenizm"e bağlı olarak ortaya çıkmış olan ve özellikle Müslümanları hedefleyen "Evangalization" adlı Hıristiyanlaştırma projesidir. Gizli Hristiyanlık diye tanımlanır. Müslümanların ilk etapta Hristiyanlar gibi hayatı algılamaları ve onlar gibi yaşamaları hedeflenir.
HOŞGÖRÜ, DİNLER ARASI DIYALOG, IBRAHİMİ DINLERIN BiRLiĞi TUZAĞI
ve THE CEMAAT GERÇEĞİ
Vatikan, bu projesini hayata geçirebilmek için 1940'lardan başlayarak kurulmuş olan bazı örgütlerin çalışmalarına 1965'ten sonra hız verdirdi. Bu örgütler şunlardır:
Focolare; Catecumenante ve Communion ve Liberty.
Bu Katolik örgütlerinden başta "Hoşgörü" (Tolerans); "Dinler Arası Diyalog" ve "İbrahimi Dinlerin Birliği" şeklinde formüle edilmiş olan planları uygulamaları istenmişti. Onlar da bu projeleri hızla hayata geçirdiler. Özellikle Türkiye'de belirli bir Islamcı çevre bu tuzağa düştü. Gaipten sesler duyduğunu ve rüyasında Islam'ın büyük Erenleri'yle konuştuğunu öne süren biri bu Hoşgörü ve Ibrahimi Dincilikten öylesine etkilendi ki kendisini "Ahir Zaman Mehdisi" olarak ilan etmeyi bile düşünmeye başladı. Ne yazık ki eski Milletvekili Hasan Mezarcı ondan önce davrandı ve kendisini Mesih ilan etti. Sonuçta ABD'nin desteklediği Mehdi(!), Almanya destekli Türkiye'nin maaşlı Mesih'i karşısında tutunamadı. Türkiye'de Mesihlik ve Mehdilik, Televolelik oldu, hele ki Adnan efendinin mırnavlarıyla!
VATIKAN'IN TÜRKIYE'YI NASIL GÖRDÜĞÜNÜ ORTAYA KOYAN AÇIKLAMA
13 Kasım 2000'de Papa 2. John Paul, Ermenistan Kilisesi'nin başı 2. Karakin ile Vatikan'da bir görüşme yaptı. Bu görüşmeden sonra Papa'nın yaptığı açıklama Türkiye'yi ve Türkleri hedef alan en ağır hakaretleri içeriyordu ve Vatikan'ın Türkiye'yi nasıl gördüğünü apaçık ortaya koyuyordu. Papa yanına 2. Karakin'i alıp yaptığı açıklamada 20. yüzyılda yaşanmış olan tüm soykırımların sorumlusu olarak Türkleri göstermiş ve lanetlemişti.
Yıllardır Vatikan'ı şakşaklayanlar bile bu açıklama karşısında şaşkınlığa sürüklendiler. Milliyet Gazetesi "Papa Bunadı" diye başlık attı. Arkasından uyarıldı ve hemen geri dönüş yaparak "Papa Bunamadı" diye manşet attı. Diyanet işleri Reisi ise hızlı "Diyalogcu" olduğu için işi tevil etti. Ona göre, "Evet Papa böyle bir açıklama yapmıştı ama o sadece önüne konulan bir metni okumuştu. Yoksa böyle bir açıklama yapmazdı. Nitekim bu açıklamasını daha sonra geri almıştı."
KİMDİR BU CİZVİT PAPAZLARI
1500 yılının başlarında Avrupa'da kurulun "Cizvit" teşkilâtı ve bir misyoner cemiyeti, Hıristiyanlığı yaymak için tüm dünyaya misyoner papazlar gönderirler. Bu görevlendirilen papazlara da "Cizvit papazları" denilir. Bu görevli Cizvit papazlarından ikisi Çin'e giderler.
Çin'in Kanton şehrine gelen papazlar, Kanton vâlisinden Hıristiyan dini hakkında vaaz vermek için müsaade istediler. Vâli bunları ciddiye almadı ise de, Cizvit papazları her gün gelip onu rahatsız ettiklerinden, nihayet:
"Ben bu mesele için Çin imparatorundan izin almaya mecburum. Kendisine haber vereceğim." dedi ve meseleyi Çin imparatoruna bildirdi. Gelen cevapta, "Onları bana gönder. Ne istediklerini anlayayım." Deniliyordu. Vâli, Cizvit papazlarını Çin'in başkenti Pekin'e yolladı.
Olanların haberini almış olan Budist rahipler, fena hâlde telâşa düşerler. "Bu adamlar, Hıristiyanlık adı altında ortaya çıkan yeni bir dini, milletimize telkin etmeğe çalışıyorlar. Bunlar, kutsal Buda'yı tanımıyorlar, halkımızı yanlış bir yola sokacaklardır. Lütfen onları buradan kovun!" diye İmparatora müracaat ettiler. İmparator:
"Evvelâ ne söylediklerini bir anlayalım. Ondan sonra bu hususta kararımızı veririz." dedi.
Memleketin sayılı devlet ve din adamlarından meydana gelen bir meclis düzenledi. Cizvit papazlarını da bu meclise davet etti:
"Yaymak istediğiniz dinin esasları nedir? Anlatın." dedi.
Bunun üzerine, Cizvit papazları şöyle dediler:
"Semayı ve arzı yaratan Allah birdir. Fakat aynı zamanda üçtür. Allah'ın biricik oğlu ve Ruhulkudüs de birer Allah'tırlar. Allah, Âdem ve Havva'yı yaratıp, cennete koydu. Onlara her türlü nimeti verdi. Yalnız bir ağaçtan yememelerini emretti. Her nasılsa şeytan, Havva'yı aldattı. Havva da Âdem'i yanıltarak, birlikte Allah'ın emrine karşı geldiler ve o ağacın meyvesinden yediler. Bunun üzerine Cenâb–ı Hak, onları cennetten çıkardı ve dünyaya gönderdi. Burada onların çocukları ve torunları doğdu. Fakat bütün bunlar, büyük babalarının işlediği günah ile kirlenmişlerdi. Hepsi günahkârdı.
Bu hâl, tam 6000 sene devam etti. Nihayet Cenâb–ı Hak, insanlara acıdı ve onların günahını affettirmek için kendi öz oğlunu onlara göndermekten ve bu biricik oğlunu, günah kefareti olarak kurban etmekten başka çare bulamadı. İşte, bizim inandığımız peygamber, Allah'ın oğlu olan o Rab İsâ'dır.
Arabistan'ın batısında Filistin denilen bir bölge ve orada Kudüs denilen bir şehir vardır. Kudüs'te, Celile denilen bir kasaba, Celile'nin de Nasıra isminde bir köyü vardır. İşte bu köyde bundan bin sene önce Meryem isminde bir kız bulunuyordu. Bu kız, amcasının oğlu olan marangoz Yusuf ile nişanlanmış ise de, henüz evlilik gerçekleşmişti; bu yüzden bakire idi. Bir gün, tenhâ bir yerde bulunurken, Ruhulkudüs gelip, ona Allah'ın oğlunu ilkâ etti (koydu). Yani, kız bakire iken hâmile oldu. [Bundan sonra nişanlısı ile Kudüs'e giderlerken Beytüllahm'da] bir ahır içinde çocuğu dünyaya geldi. Allah'ın oğlunu ahırdaki yemliğin içine koydular. Doğuda bulunan rahipler, onun doğduğunu gökte birdenbire yeniden ortaya çıkan bir yıldızdan anlayarak, hediyelerle onu aramaya çıktılar ve nihayet bu ahırda buldular. Ona secde ettiler.
İsâ denilen Allah'ın oğlu, 33 yaşına kadar Allah'ın melekûtu üzerine vaaz etti: "Ben Allah'ın oğluyum. Bana inanın, sizi kurtarmağa geldim." dedi. Ölüleri diriltmek, âmâların gözlerini açmak, topalları yürütmek, cüzamlıları tedavi etmek, denizde fırtınaları durdurmak, iki balıkla on bin kişiyi doyurmak, suyu şarap yapmak, kışın meyve vermediği için bir incir ağacını bir işaret ile kurutmak gibi daha birçok mucizeler gösterdiyse de çok az insan ona iman etti, inandı.
Nihayet hain Yahudîler, onu Romalılara şikâyet ettiler ve haça gerilmesine sebep oldular. Lâkin İsâ, öldükten üç gün sonra haçta tekrar dirilerek, kendisine inananlara göründü. Bundan sonra semaya çıkıp, babasının sağ tarafına oturdu. Babası da dünyanın bütün işlerini ona terk etti ve kendisi geri çekildi. İşte, bizim vaaz edeceğimiz dinin esası budur. Buna inananlar, öteki dünyada cennete, inanmayanlar ise cehenneme gideceklerdir."
Bu sözleri dinleyen Çin imparatoru, papazlara:
"Ben sizden bazı şeyleri sual edeceğim. Bunlara cevap verin." dedi ve şöyle sormaya başladı:
"İlk sualim şudur: Siz, Allah hem bir, hem de üçtür, diyorsunuz. Bu, iki iki daha beş eder gibi mânasız bir laftır. Bu işin aslını hana izâh edin!"
Papazlar cevap veremediler:
"Bu Allah'ın bir sırrıdır. İnsanların aklı buna ermez." dediler.
İmparator:
"İkinci sualim şudur: Yeri, göğü ve bütün âlemi yaratan, çok kudretli Allah, kullarından birinin işlediği günah için onun, bu işten haberi bile olmayan bütün sülâlesini nasıl günahkâr sayar? Kulların affı için nasıl olur da kendi öz oğlunu kurban etmekten başka çare bulamaz? Bu, O'nun büyüklüğüne yakışır mı? Buna ne dersiniz?" dedi.
Papazlar yine cevap veremediler:
"Bu da Allah'ın bir sırrıdır." dediler.
İmparator:
"Üçüncü sualim de şudur: İsâ, bir incir ağacından mevsimi olmaksızın meyve istemiş, ağaç meyve vermeyince onu kurutmuş. Mevsimi olmadan meyve vermek, bir ağacın yapamayacağı bir şeydir. Böyle olduğu hâlde İsâ'nın buna kızıp ağacı kurutması, bir zulüm değil midir? Bir peygamber, zalim olur mu?"
Papazlar buna da cevap veremediler:
"Bu işler, manevî işlerdir. Allah'ın sırlarıdır. İnsanların akılları buna ermez." dediler.
Bunun üzerine Çin imparatoru:
"Ben size izin ve müsaade veriyorum. Gidin, Çin'in, istediğiniz yerinde vaaz verin." diyerek onlara müsaade etti.
Onlar, huzurdan çıktıktan sonra imparator mecliste bulunanlara dönüp:
"Ben Çin'de böyle saçmalıklara inanacak bir ahmak bulunacağını zannetmiyorum. Onun için bu adamların, bu hurafeleri vaaz etmelerinde hiçbir mahzur görmedim. Ben eminim ki, bunları dinleyen vatandaşlarımız, dünyada ne ahmak kavimlerin bulunduğunu görecektir" dedi.
Çin'in Kanton şehrine gelen papazlar, Kanton vâlisinden Hıristiyan dini hakkında vaaz vermek için müsaade istediler. Vâli bunları ciddiye almadı ise de, Cizvit papazları her gün gelip onu rahatsız ettiklerinden, nihayet:
"Ben bu mesele için Çin imparatorundan izin almaya mecburum. Kendisine haber vereceğim." dedi ve meseleyi Çin imparatoruna bildirdi. Gelen cevapta, "Onları bana gönder. Ne istediklerini anlayayım." Deniliyordu. Vâli, Cizvit papazlarını Çin'in başkenti Pekin'e yolladı.
Olanların haberini almış olan Budist rahipler, fena hâlde telâşa düşerler. "Bu adamlar, Hıristiyanlık adı altında ortaya çıkan yeni bir dini, milletimize telkin etmeğe çalışıyorlar. Bunlar, kutsal Buda'yı tanımıyorlar, halkımızı yanlış bir yola sokacaklardır. Lütfen onları buradan kovun!" diye İmparatora müracaat ettiler. İmparator:
"Evvelâ ne söylediklerini bir anlayalım. Ondan sonra bu hususta kararımızı veririz." dedi.
Memleketin sayılı devlet ve din adamlarından meydana gelen bir meclis düzenledi. Cizvit papazlarını da bu meclise davet etti:
"Yaymak istediğiniz dinin esasları nedir? Anlatın." dedi.
Bunun üzerine, Cizvit papazları şöyle dediler:
"Semayı ve arzı yaratan Allah birdir. Fakat aynı zamanda üçtür. Allah'ın biricik oğlu ve Ruhulkudüs de birer Allah'tırlar. Allah, Âdem ve Havva'yı yaratıp, cennete koydu. Onlara her türlü nimeti verdi. Yalnız bir ağaçtan yememelerini emretti. Her nasılsa şeytan, Havva'yı aldattı. Havva da Âdem'i yanıltarak, birlikte Allah'ın emrine karşı geldiler ve o ağacın meyvesinden yediler. Bunun üzerine Cenâb–ı Hak, onları cennetten çıkardı ve dünyaya gönderdi. Burada onların çocukları ve torunları doğdu. Fakat bütün bunlar, büyük babalarının işlediği günah ile kirlenmişlerdi. Hepsi günahkârdı.
Bu hâl, tam 6000 sene devam etti. Nihayet Cenâb–ı Hak, insanlara acıdı ve onların günahını affettirmek için kendi öz oğlunu onlara göndermekten ve bu biricik oğlunu, günah kefareti olarak kurban etmekten başka çare bulamadı. İşte, bizim inandığımız peygamber, Allah'ın oğlu olan o Rab İsâ'dır.
Arabistan'ın batısında Filistin denilen bir bölge ve orada Kudüs denilen bir şehir vardır. Kudüs'te, Celile denilen bir kasaba, Celile'nin de Nasıra isminde bir köyü vardır. İşte bu köyde bundan bin sene önce Meryem isminde bir kız bulunuyordu. Bu kız, amcasının oğlu olan marangoz Yusuf ile nişanlanmış ise de, henüz evlilik gerçekleşmişti; bu yüzden bakire idi. Bir gün, tenhâ bir yerde bulunurken, Ruhulkudüs gelip, ona Allah'ın oğlunu ilkâ etti (koydu). Yani, kız bakire iken hâmile oldu. [Bundan sonra nişanlısı ile Kudüs'e giderlerken Beytüllahm'da] bir ahır içinde çocuğu dünyaya geldi. Allah'ın oğlunu ahırdaki yemliğin içine koydular. Doğuda bulunan rahipler, onun doğduğunu gökte birdenbire yeniden ortaya çıkan bir yıldızdan anlayarak, hediyelerle onu aramaya çıktılar ve nihayet bu ahırda buldular. Ona secde ettiler.
İsâ denilen Allah'ın oğlu, 33 yaşına kadar Allah'ın melekûtu üzerine vaaz etti: "Ben Allah'ın oğluyum. Bana inanın, sizi kurtarmağa geldim." dedi. Ölüleri diriltmek, âmâların gözlerini açmak, topalları yürütmek, cüzamlıları tedavi etmek, denizde fırtınaları durdurmak, iki balıkla on bin kişiyi doyurmak, suyu şarap yapmak, kışın meyve vermediği için bir incir ağacını bir işaret ile kurutmak gibi daha birçok mucizeler gösterdiyse de çok az insan ona iman etti, inandı.
Nihayet hain Yahudîler, onu Romalılara şikâyet ettiler ve haça gerilmesine sebep oldular. Lâkin İsâ, öldükten üç gün sonra haçta tekrar dirilerek, kendisine inananlara göründü. Bundan sonra semaya çıkıp, babasının sağ tarafına oturdu. Babası da dünyanın bütün işlerini ona terk etti ve kendisi geri çekildi. İşte, bizim vaaz edeceğimiz dinin esası budur. Buna inananlar, öteki dünyada cennete, inanmayanlar ise cehenneme gideceklerdir."
Bu sözleri dinleyen Çin imparatoru, papazlara:
"Ben sizden bazı şeyleri sual edeceğim. Bunlara cevap verin." dedi ve şöyle sormaya başladı:
"İlk sualim şudur: Siz, Allah hem bir, hem de üçtür, diyorsunuz. Bu, iki iki daha beş eder gibi mânasız bir laftır. Bu işin aslını hana izâh edin!"
Papazlar cevap veremediler:
"Bu Allah'ın bir sırrıdır. İnsanların aklı buna ermez." dediler.
İmparator:
"İkinci sualim şudur: Yeri, göğü ve bütün âlemi yaratan, çok kudretli Allah, kullarından birinin işlediği günah için onun, bu işten haberi bile olmayan bütün sülâlesini nasıl günahkâr sayar? Kulların affı için nasıl olur da kendi öz oğlunu kurban etmekten başka çare bulamaz? Bu, O'nun büyüklüğüne yakışır mı? Buna ne dersiniz?" dedi.
Papazlar yine cevap veremediler:
"Bu da Allah'ın bir sırrıdır." dediler.
İmparator:
"Üçüncü sualim de şudur: İsâ, bir incir ağacından mevsimi olmaksızın meyve istemiş, ağaç meyve vermeyince onu kurutmuş. Mevsimi olmadan meyve vermek, bir ağacın yapamayacağı bir şeydir. Böyle olduğu hâlde İsâ'nın buna kızıp ağacı kurutması, bir zulüm değil midir? Bir peygamber, zalim olur mu?"
Papazlar buna da cevap veremediler:
"Bu işler, manevî işlerdir. Allah'ın sırlarıdır. İnsanların akılları buna ermez." dediler.
Bunun üzerine Çin imparatoru:
"Ben size izin ve müsaade veriyorum. Gidin, Çin'in, istediğiniz yerinde vaaz verin." diyerek onlara müsaade etti.
Onlar, huzurdan çıktıktan sonra imparator mecliste bulunanlara dönüp:
"Ben Çin'de böyle saçmalıklara inanacak bir ahmak bulunacağını zannetmiyorum. Onun için bu adamların, bu hurafeleri vaaz etmelerinde hiçbir mahzur görmedim. Ben eminim ki, bunları dinleyen vatandaşlarımız, dünyada ne ahmak kavimlerin bulunduğunu görecektir" dedi.
“KENDİ ÇOCUKLARINA KIYAN TOPLUMLAR,
KENDİ ÇOCUKLARINI İYİ YETİŞTİREN TOPLUMLARIN KÖLESİ OLURLAR!”
(Hacı Bayram-ı Veli)
“Bizim sevdamız, bu milletin selametini garanti altına almak,
ecdadın emanetini gelecek nesillere teslim etmektir.”
(Recep Tayyip Erdoğan)
2071 YOLUNDA...
“Batı Medeniyeti” yaşadığımız tarihin dönüm noktasında insanlık alemini, ürünü olan “Modernite” ile zulüm ve kargaşaya sürüklemiştir.
Bu durum öncelikli olarak hem İslam aleminin hem de insanlık aleminin yeniden “İslam Medeniyeti” ile yüzleşmesini gerektirmektedir.
“İslam Medeniyetini” yeniden ifa etmenin yolu, çocuklarımızı silbaştan kendi değerlerimiz ile yetiştirmekten geçmektedir.
Hem de dünyanın şu anki emperyal efendilerinin kullandığı dilden ve argümanlardan haberdar olarak.
Unutmayalım, küresel şehirler, küresel markalar artık dünyada devletler gibi siyasi aktör haline geliyor.
Kültür de siyaset ve ekonomi gibi stratejik unsur oluyor.
Kimliğimiz için: İlim-kültür-sanat-edebiyat ve ahlak normlarımız bizden olmalıdır, bize dönük olmalıdır.
***
Ülke kalkınmasında “Gerçekten Milli Eğitim” in önemi
Eğitim; siyasal ve demokratik toplum bilincini geliştirme, karmaşık sorunların anlaşılmasını sağlama, teknolojik ilerlemeye yardımcı olma ve kültürel yetenekleri keşfetme gibi çok yönlü etkilere sahiptir.
Değişen ekonominin ihtiyaçlarına daha uygun nitelikli işgücünün, yaratıcı düşünce ve ileri tekniklerin gelişmesine katkıda bulunarak sosyal uyum, ekonomik büyümenin sürmesi ve değişim, için önemli temelleri de hazırlar.
Bu nedenlerle eğitime yatırım yapma düşüncesi sosyo-ekonomik ve politik gelişmenin sağlanması bakımından önemlidir.
Günümüzde ülkelerin kalkınmışlık düzeyleri, milli gelir miktarı yanında; eğitim, sosyal, kültürel ve politik durumları ile de ölçülmektedir. İktisadi gelişme kişi başına düşen mal ve hizmet birimleriyle ifade edilebildiği gibi, kişi başına düşen eğitim ve sağlık harcamaları da gelişmişliğin önemli ölçüleri arasındadır. Bunlara paralel olarak, okur yazarlık ve okullaşma oranı, ortalama yaşam süresi gibi değerler de bir ülkenin gelişmişlik düzeyinin bir göstergesidir.
Bütün bunlar kalkınmanın merkezine insanı yerleştirmektedir. İnsanın düşüncesi, yetenekleri, eğitim düzeyi ile oluşan ekonomik ve kültürel ortam yenilik ve yaratıcılığı gerçekleştirerek üretim sürecinin girdisi olarak ekonomiye katkı sağlamaktadır.
“İnsana yatırım” esasen üç alanı kapsamaktadır. Bunlar, “eğitim, sağlık ve beslenme”dir. Bu üç alana yapılan harcamaların dengeli bir şekilde gerçekleştirilmesi durumunda insan kaynağından gerektiği şekilde yararlanmak mümkün olabilmektedir. Ancak, şunu da unutmamak gerekir ki, insana yatırımın temelini eğitim harcamaları oluşturmaktadır. Eğitim yatırımları sadece az gelişmiş ülkeler yönünden değil, aynı zamanda ileri sanayii ülkeleri yönünden de üzerinde önemle durulan bir konudur.
Bir ülkenin kalkınması, o ülke halkının gelişmesine sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanları geliştirmek, onlara kalkınmaya uygun davranışlar kazandırmak da ancak eğitimle olur. Kalkınma, davranışların rasyonelleşmesini gerektirir. Rasyonel davranışlar, ancak kafalarda devrim yapılması ile sağlanır. Bunun içinde gelişmeye açık kafalar gerekir. Gelişmeye açık kafalar oluşturmanın yolu da eğitim anlayışını tamamen yerli ve milli tavırlı oluşturmaktan geçer.
Kaba gözlemlerle bile bugün, dünyamızda eğitim düzeyi yüksek olup da geri kalmış bir toplum gösterilemeyeceği gibi, eğitim düzeyi dü7
şük olup da sanayileşmiş, kalkınmış bir toplumda gösterilemez.
Kişi başına düşen milli gelirin ve diğer ekonomik göstergelerin artışı olarak tanımlanan ekonomik büyümeyle, geleneksel-tarımsal toplumdan geçiş toplumuna, sonra da sanayileşmiş çağdaş topluma geçiş olarak tanımlanan toplumsal değişmeyle ve demokratlaşma olarak tanımlanan siyasal gelişme süreçleriyle, toplumların eğitim düzeyi arasında vazgeçilmez ilişkiler olduğunu göz ardı da edemeyiz.
Toplum bireylerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan ve toplumsal açık bir sistem olan eğitim kurumu, ülkenin eğitilmiş nitelikli insan gücünü hazırlayan bir araçtır; hem bireyin hem de toplumun refah ve mutluluğunun sağlanmasında önemli bir yere sahiptir. Son yıllarda ülkelerin kalkınmışlık düzeyleri ifade edilirken, kişi başına düşen milli gelir yanında, ülkelerin sahip olduğu insan gücü oranları da önemli bir gösterge olarak dikkate alınmaya başlanmıştır. Eğitimin kalkınmanın en etkili araçlarından biri olarak görülmesi nedeniyle, en değerli yatırımın insan kaynaklarına yapılan yatırım olduğu fikri de artık geniş ölçüde kabul görmektedir.
Üretim tekniklerinde yaşanan hızlı değişim, eğitime daha fazla önem verme, bilgiye ve gelişmeye daha fazla yatırım yapma ihtiyacını ön plana çıkarmıştır. Rekabette üstünlüğü elde etmenin ve kalkınmada başarının temeli olarak kabul edilen “insan kaynağı” kavramının altındaki gerçek, onun etkili ve verimli kullanılmasında yatmaktadır. Örgütler; varlıklarını sürdürmek, yoğun rekabet ortamında başarılı olabilmek ve sürekli değişime ayak uydurabilmek amacıyla bireyin, eğitimine daha çok önem vermeye başlamışlardır. Eğitimin, bireysel gelişmeyi sağladığı gibi, daha geniş anlamda toplumsal ekonomik ve sosyal kalkınmayı da sağladığı söylenebilir.
Ekonomik büyüme ve insani kalkınma arasındaki ilişkilerin karşılıklı olduğu yani insani kalkınmanın işgücü verimliliğini artırarak ekonomik büyümeyi hızlandırdığı, ekonomik büyümenin de gelir artışı yoluyla sağlık, eğitim, sosyal harcamaları artırarak insani kalkınmayı yüksek düzeylere taşıdığını da vurgulamak gerekir.
SALT EKONOMİ YA DA SİYASİ MERKEZLİ KISIR TARTIŞMALARA ODAKLANAN TOPLUMLAR İSE ASLA SANAT ÜRETEMEZLER. SANAT ÜRETEMEYEN BİR TOPLUM İSE ZATEN “YOK TOPLUM”DUR!
Özelinde ülkemizin siyasi ve sosyal yapılanması belediyelerimize büyük sorumluluklar yüklemektedir.
Sosyal belediyecilik anlayışında bir algı değişikliği yaparak bizler de önce “çocuk ve gençlik” diyerek kentsel dönüşümler kadar, zihinsel ve kültürel dönüşümde milli irade seyrinde eylemleri hedeflemeliyiz.
Popilist yaklaşımlar işi cıvıklığa kadar, oradan da sufliliğe kadar götürür.
2071 yakın geleceğimiz! “Yeniden Büyük Türkiye” hedefinde, liderimizin açtığı yolda sadakatle ve kararlılıkla yürürken yalnızca şehrin maddi yönünün (binalar-yollar vb) değil, şehrin insanlarının da yanında yer aldığımızı göstermek için ulusal bir tavır sergiliyor, “2071 yolunda çocuk ve gençlik açılımı”nı bir seferberlik ile Türk Kamuoyunun takdirlerine arz ediyoruz.
GELECEĞİMİZ İÇİN
KÜLTÜR-SANAT STRATEJİLERİ OLUŞTURMALIYIZ!
Günümüzün modern dünyası “Medeniyetler Çatışması” adı altında yeniden dizayn edilirken, bizler yani İslam Medeniyetinin müdavimleri gelişmişlik ve insani değerler açısından hayatı ıskalamamızın ceremesini çekmekteyiz. Adeta bir “varolma” savaşının tam içindeyiz. Sıcak savaşlardan öteye “kültürel kuşatılmışlığımız” hayatın her alanında bu yoksunluğumuzu bütün zerrelerimize kadar hissettirmektedir. Bir “ezik psikolojisi” ise bütün İslam alemini etkisi altına almıştır. İnsanca ve müslümanca yaşayıp, evlatlarımıza müreffeh bir hayat alanı oluşturmakta çareyi batı medeniyetini ve onların ürünlerini sorgusuzca ithal etmekte bulmaktayız.
NE?
Batı kültürünün hegoman olmasının sebebini “disiplinler arası” irtibatta görmek gerekir. Bir bütünü oluşturan parçaların birbirleri ile “illiyet bağıntısı” rasyonelliğinde. Algı yaratma becerisinde. Aynı zamanda sonucun tezahüründe oluşturdukları “kültür ekonomisi” kavramında.
“Yedi yaşına kadar çocuklarınızı bize verin, sonrasında sizin olsun!” der sömürgeci Cizvit papazları.
Batı “insanı” aynı zamanda ticari-kültürel-siyasi bir obje olarak değerlendirip uzun süreli bir yatırım aracı olarak görmektedir. Her bir hamlesinde üzerinde çokça çalışılmış program ve projeler barındırmaktadır. Hiç bir şeyi boşluğa bırakmaz. Bir mühendis titizliğinde bütün kurumlarının ortak hedef ve paydasında tutar.
Ülke kalkınmasında “Gerçekten Milli Eğitim” in önemi
Eğitim; siyasal ve demokratik toplum bilincini geliştirme, karmaşık sorunların anlaşılmasını sağlama, teknolojik ilerlemeye yardımcı olma ve kültürel yetenekleri keşfetme gibi çok yönlü etkilere sahiptir.
Değişen ekonominin ihtiyaçlarına daha uygun nitelikli işgücünün, yaratıcı düşünce ve ileri tekniklerin gelişmesine katkıda bulunarak sosyal uyum, ekonomik büyümenin sürmesi ve değişim, için önemli temelleri de hazırlar.
Bu nedenlerle eğitime yatırım yapma düşüncesi sosyo-ekonomik ve politik gelişmenin sağlanması bakımından önemlidir.
Günümüzde ülkelerin kalkınmışlık düzeyleri, milli gelir miktarı yanında; eğitim, sosyal, kültürel ve politik durumları ile de ölçülmektedir. İktisadi gelişme kişi başına düşen mal ve hizmet birimleriyle ifade edilebildiği gibi, kişi başına düşen eğitim ve sağlık harcamaları da gelişmişliğin önemli ölçüleri arasındadır. Bunlara paralel olarak, okur yazarlık ve okullaşma oranı, ortalama yaşam süresi gibi değerler de bir ülkenin gelişmişlik düzeyinin bir göstergesidir.
Bütün bunlar kalkınmanın merkezine insanı yerleştirmektedir. İnsanın düşüncesi, yetenekleri, eğitim düzeyi ile oluşan ekonomik ve kültürel ortam yenilik ve yaratıcılığı gerçekleştirerek üretim sürecinin girdisi olarak ekonomiye katkı sağlamaktadır.
“İnsana yatırım” esasen üç alanı kapsamaktadır. Bunlar, “eğitim, sağlık ve beslenme”dir. Bu üç alana yapılan harcamaların dengeli bir şekilde gerçekleştirilmesi durumunda insan kaynağından gerektiği şekilde yararlanmak mümkün olabilmektedir. Ancak, şunu da unutmamak gerekir ki, insana yatırımın temelini eğitim harcamaları oluşturmaktadır. Eğitim yatırımları sadece az gelişmiş ülkeler yönünden değil, aynı zamanda ileri sanayii ülkeleri yönünden de üzerinde önemle durulan bir konudur.
Bir ülkenin kalkınması, o ülke halkının gelişmesine sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanları geliştirmek, onlara kalkınmaya uygun davranışlar kazandırmak da ancak eğitimle olur. Kalkınma, davranışların rasyonelleşmesini gerektirir. Rasyonel davranışlar, ancak kafalarda devrim yapılması ile sağlanır. Bunun içinde gelişmeye açık kafalar gerekir. Gelişmeye açık kafalar oluşturmanın yolu da eğitim anlayışını tamamen yerli ve milli tavırlı oluşturmaktan geçer.
Kaba gözlemlerle bile bugün, dünyamızda eğitim düzeyi yüksek olup da geri kalmış bir toplum gösterilemeyeceği gibi, eğitim düzeyi dü7
şük olup da sanayileşmiş, kalkınmış bir toplumda gösterilemez.
Kişi başına düşen milli gelirin ve diğer ekonomik göstergelerin artışı olarak tanımlanan ekonomik büyümeyle, geleneksel-tarımsal toplumdan geçiş toplumuna, sonra da sanayileşmiş çağdaş topluma geçiş olarak tanımlanan toplumsal değişmeyle ve demokratlaşma olarak tanımlanan siyasal gelişme süreçleriyle, toplumların eğitim düzeyi arasında vazgeçilmez ilişkiler olduğunu göz ardı da edemeyiz.
Toplum bireylerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan ve toplumsal açık bir sistem olan eğitim kurumu, ülkenin eğitilmiş nitelikli insan gücünü hazırlayan bir araçtır; hem bireyin hem de toplumun refah ve mutluluğunun sağlanmasında önemli bir yere sahiptir. Son yıllarda ülkelerin kalkınmışlık düzeyleri ifade edilirken, kişi başına düşen milli gelir yanında, ülkelerin sahip olduğu insan gücü oranları da önemli bir gösterge olarak dikkate alınmaya başlanmıştır. Eğitimin kalkınmanın en etkili araçlarından biri olarak görülmesi nedeniyle, en değerli yatırımın insan kaynaklarına yapılan yatırım olduğu fikri de artık geniş ölçüde kabul görmektedir.
Üretim tekniklerinde yaşanan hızlı değişim, eğitime daha fazla önem verme, bilgiye ve gelişmeye daha fazla yatırım yapma ihtiyacını ön plana çıkarmıştır. Rekabette üstünlüğü elde etmenin ve kalkınmada başarının temeli olarak kabul edilen “insan kaynağı” kavramının altındaki gerçek, onun etkili ve verimli kullanılmasında yatmaktadır. Örgütler; varlıklarını sürdürmek, yoğun rekabet ortamında başarılı olabilmek ve sürekli değişime ayak uydurabilmek amacıyla bireyin, eğitimine daha çok önem vermeye başlamışlardır. Eğitimin, bireysel gelişmeyi sağladığı gibi, daha geniş anlamda toplumsal ekonomik ve sosyal kalkınmayı da sağladığı söylenebilir.
Ekonomik büyüme ve insani kalkınma arasındaki ilişkilerin karşılıklı olduğu yani insani kalkınmanın işgücü verimliliğini artırarak ekonomik büyümeyi hızlandırdığı, ekonomik büyümenin de gelir artışı yoluyla sağlık, eğitim, sosyal harcamaları artırarak insani kalkınmayı yüksek düzeylere taşıdığını da vurgulamak gerekir.
SALT EKONOMİ YA DA SİYASİ MERKEZLİ KISIR TARTIŞMALARA ODAKLANAN TOPLUMLAR İSE ASLA SANAT ÜRETEMEZLER. SANAT ÜRETEMEYEN BİR TOPLUM İSE ZATEN “YOK TOPLUM”DUR!
Özelinde ülkemizin siyasi ve sosyal yapılanması belediyelerimize büyük sorumluluklar yüklemektedir.
Sosyal belediyecilik anlayışında bir algı değişikliği yaparak bizler de önce “çocuk ve gençlik” diyerek kentsel dönüşümler kadar, zihinsel ve kültürel dönüşümde milli irade seyrinde eylemleri hedeflemeliyiz.
Popilist yaklaşımlar işi cıvıklığa kadar, oradan da sufliliğe kadar götürür.
2071 yakın geleceğimiz! “Yeniden Büyük Türkiye” hedefinde, liderimizin açtığı yolda sadakatle ve kararlılıkla yürürken yalnızca şehrin maddi yönünün (binalar-yollar vb) değil, şehrin insanlarının da yanında yer aldığımızı göstermek için ulusal bir tavır sergiliyor, “2071 yolunda çocuk ve gençlik açılımı”nı bir seferberlik ile Türk Kamuoyunun takdirlerine arz ediyoruz.
GELECEĞİMİZ İÇİN
KÜLTÜR-SANAT STRATEJİLERİ OLUŞTURMALIYIZ!
Günümüzün modern dünyası “Medeniyetler Çatışması” adı altında yeniden dizayn edilirken, bizler yani İslam Medeniyetinin müdavimleri gelişmişlik ve insani değerler açısından hayatı ıskalamamızın ceremesini çekmekteyiz. Adeta bir “varolma” savaşının tam içindeyiz. Sıcak savaşlardan öteye “kültürel kuşatılmışlığımız” hayatın her alanında bu yoksunluğumuzu bütün zerrelerimize kadar hissettirmektedir. Bir “ezik psikolojisi” ise bütün İslam alemini etkisi altına almıştır. İnsanca ve müslümanca yaşayıp, evlatlarımıza müreffeh bir hayat alanı oluşturmakta çareyi batı medeniyetini ve onların ürünlerini sorgusuzca ithal etmekte bulmaktayız.
NE?
Batı kültürünün hegoman olmasının sebebini “disiplinler arası” irtibatta görmek gerekir. Bir bütünü oluşturan parçaların birbirleri ile “illiyet bağıntısı” rasyonelliğinde. Algı yaratma becerisinde. Aynı zamanda sonucun tezahüründe oluşturdukları “kültür ekonomisi” kavramında.
“Yedi yaşına kadar çocuklarınızı bize verin, sonrasında sizin olsun!” der sömürgeci Cizvit papazları.
Batı “insanı” aynı zamanda ticari-kültürel-siyasi bir obje olarak değerlendirip uzun süreli bir yatırım aracı olarak görmektedir. Her bir hamlesinde üzerinde çokça çalışılmış program ve projeler barındırmaktadır. Hiç bir şeyi boşluğa bırakmaz. Bir mühendis titizliğinde bütün kurumlarının ortak hedef ve paydasında tutar.
NEDEN?
İnsanın bireysel ve toplumsal gereksinimlerini dünyadaki kısıtlı kaynaklarla giderebilmenin yolunu formülüze etmek gerekir. Hayatta tesadüfe yer yoktur. Dolayısı ile “strateji” gerektirir bu uğurda oluşan düşüncenin hayatiyet bulması. Batının “kirli geçmişi” reform ve rönasans hareketleriyle “yeni dünya algısı” oluşturmuş ve “hakimiyet” esaslı organizasyonlara dönüşmüştür. Düşünce-fikir ve sanat akımları bu konuda önemli roller üstlenmiştir.
İnsanın bireysel ve toplumsal gereksinimlerini dünyadaki kısıtlı kaynaklarla giderebilmenin yolunu formülüze etmek gerekir. Hayatta tesadüfe yer yoktur. Dolayısı ile “strateji” gerektirir bu uğurda oluşan düşüncenin hayatiyet bulması. Batının “kirli geçmişi” reform ve rönasans hareketleriyle “yeni dünya algısı” oluşturmuş ve “hakimiyet” esaslı organizasyonlara dönüşmüştür. Düşünce-fikir ve sanat akımları bu konuda önemli roller üstlenmiştir.
NİÇİN?
Dinsel güdüler başta olmak üzere insanoğlunun yeryüzündeki serüveni “üstünlük” kavramı üzerine yoğunlaşmıştır. İslam coğrafyasının Endülüs olup Avrupa’nın uçlarına kadar genişlemesi “İlay-ı Kelimetullah” inancı üzerinden gerçekleşirken Hristiyan aleminin yeryüzündeki varlığı dip manada “Armegedon” akaidi üzerinden şekillenmiştir. Özde “helal-haram” sınırları insanların gündelik ihtiyaçlarının sınırını çizmiştir. Ancak sosyal ve siyasi olayların tezahürü insanların tekamüllerinde adını “tarih” dediğimiz hesaplaşmaktan asla geri durulmayacak dede mirası bir insanlık geçmişi ile karşılar.
Tarih-doğa-toplum ve ego insan dediğimiz varlığa kendi spesifik rengini verir. Kavim, millet, ulus gibi ortak reflekslere sahip insan kümelenmelerini peydah eder.
Dinsel güdüler başta olmak üzere insanoğlunun yeryüzündeki serüveni “üstünlük” kavramı üzerine yoğunlaşmıştır. İslam coğrafyasının Endülüs olup Avrupa’nın uçlarına kadar genişlemesi “İlay-ı Kelimetullah” inancı üzerinden gerçekleşirken Hristiyan aleminin yeryüzündeki varlığı dip manada “Armegedon” akaidi üzerinden şekillenmiştir. Özde “helal-haram” sınırları insanların gündelik ihtiyaçlarının sınırını çizmiştir. Ancak sosyal ve siyasi olayların tezahürü insanların tekamüllerinde adını “tarih” dediğimiz hesaplaşmaktan asla geri durulmayacak dede mirası bir insanlık geçmişi ile karşılar.
Tarih-doğa-toplum ve ego insan dediğimiz varlığa kendi spesifik rengini verir. Kavim, millet, ulus gibi ortak reflekslere sahip insan kümelenmelerini peydah eder.
NASIL?
Kendi özelliklerini geliştiren toplumlar diğer insan toplulukları ile de iletişime geçmek durumundadırlar. Bu iletişim şekilleri savaşta dahil olmak üzere kendi dilini geliştirir. Ticari, kültürel, siyasi ilişkiler ortak menfaatlar düzeyinde savaş ve barış ortamlarını tesis eder ki; bütün insanlık tarihi aynı zamanda “çatışma” tarihidir.
Sürekli teyakkuz halinde bulunmak toplumların varoluş endeksidir. Her an şartlar değişebilir. Bunun en temel noktasıda “milli benlik” duygusunun körelmemesidir. Bu duyguyu yitiren toplumlar, tarihin vazgeçilmez mezarlığında kendilerine yer ayırmalıdırlar.
Kendi özelliklerini geliştiren toplumlar diğer insan toplulukları ile de iletişime geçmek durumundadırlar. Bu iletişim şekilleri savaşta dahil olmak üzere kendi dilini geliştirir. Ticari, kültürel, siyasi ilişkiler ortak menfaatlar düzeyinde savaş ve barış ortamlarını tesis eder ki; bütün insanlık tarihi aynı zamanda “çatışma” tarihidir.
Sürekli teyakkuz halinde bulunmak toplumların varoluş endeksidir. Her an şartlar değişebilir. Bunun en temel noktasıda “milli benlik” duygusunun körelmemesidir. Bu duyguyu yitiren toplumlar, tarihin vazgeçilmez mezarlığında kendilerine yer ayırmalıdırlar.
NE ZAMAN!
Tabi ki de şimdi! Ya da şimdi değilse ne zaman? Üşenme, erteleme, vazgeçme başarısızlığın kilometre taşlarıdır. Mazeret bulma ise vasıtası.
İlim-kültür-sanat-edebiyat üretmek zorundayız. Çocuklarımızı kendi kültürel kodlarımızla “biz” gibi yetiştirmeliyiz. Yabancılaşan çocuklar yabancılaşan toplum demektir. Elbette evrensel/baskın kültür gerçeğini görmezden gelemeyiz. Yeni yol ve yöntemlerle çocuklarımızı kendi değerlerimize göre formatlamak durumundayız.Global/fareli köyün kavalcısı çocuklarımızı çaldığı büyülü nağmelerle...filmlerle, bilgisayar oyunlarıyla, markalarıyla; alıp bizden uzaklaştırmadan.
Tabi ki de şimdi! Ya da şimdi değilse ne zaman? Üşenme, erteleme, vazgeçme başarısızlığın kilometre taşlarıdır. Mazeret bulma ise vasıtası.
İlim-kültür-sanat-edebiyat üretmek zorundayız. Çocuklarımızı kendi kültürel kodlarımızla “biz” gibi yetiştirmeliyiz. Yabancılaşan çocuklar yabancılaşan toplum demektir. Elbette evrensel/baskın kültür gerçeğini görmezden gelemeyiz. Yeni yol ve yöntemlerle çocuklarımızı kendi değerlerimize göre formatlamak durumundayız.Global/fareli köyün kavalcısı çocuklarımızı çaldığı büyülü nağmelerle...filmlerle, bilgisayar oyunlarıyla, markalarıyla; alıp bizden uzaklaştırmadan.
KİM?
Biz! Biz, Türkiye’de siyasal erkin muktedir gücü...yani iktidarı elinde tutan en büyük sivil toplum kuruluşu.
Eğitimde informal eğitime ibre yönelterek...
Kültürde milli ve insani değerleri gözeterek...
YOL ve YÖNTEM
Misal, belediyeler. Misal, İstanbul!
Ortak projelerle.
Gezi olayları gösterdi ki sosyal algı oluşturacak kanaat önderi nev’inde sanatçılar yetiştirememişiz.
12 yılda bütçeleri çar-çur etmişiz; tabelavari işlerle...
Doğru sorgulamalar yapmalıyız; biz nerede hata yaptık? İslam coğrafyasının genel hastalığı “yabancı kültür istilası” son olaylarda gerçekliğin çıplaklığı ve mahcubiyetinde bıraktı bizi. Bütün yükümlülüklerimizi tek başına gösterdiği mücadelede“lider”imize bırakmanın ayıbıyla!
(Ayrıntılı olarak bütün proje dosyamız ve yol haritamız hazırdır. Muhatap bulduğumuz taktirde paylaşmaya hazırız.)
Biz! Biz, Türkiye’de siyasal erkin muktedir gücü...yani iktidarı elinde tutan en büyük sivil toplum kuruluşu.
Eğitimde informal eğitime ibre yönelterek...
Kültürde milli ve insani değerleri gözeterek...
YOL ve YÖNTEM
Misal, belediyeler. Misal, İstanbul!
Ortak projelerle.
Gezi olayları gösterdi ki sosyal algı oluşturacak kanaat önderi nev’inde sanatçılar yetiştirememişiz.
12 yılda bütçeleri çar-çur etmişiz; tabelavari işlerle...
Doğru sorgulamalar yapmalıyız; biz nerede hata yaptık? İslam coğrafyasının genel hastalığı “yabancı kültür istilası” son olaylarda gerçekliğin çıplaklığı ve mahcubiyetinde bıraktı bizi. Bütün yükümlülüklerimizi tek başına gösterdiği mücadelede“lider”imize bırakmanın ayıbıyla!
(Ayrıntılı olarak bütün proje dosyamız ve yol haritamız hazırdır. Muhatap bulduğumuz taktirde paylaşmaya hazırız.)
KÜLTÜREL DÖNÜŞÜM
Zihinsel ve kültürel dönüşüm projelerine olan ihtiyacımız geleceğimiz adına aciliyet kesbetmektedir.
Zihinsel ve kültürel dönüşüm projelerine olan ihtiyacımız geleceğimiz adına aciliyet kesbetmektedir.
SONUÇ
Ahlak ve maneviyat yoksunluğumuz sosyal dokumuzu parçalamakta. Bu yoksunluk bütün şer şebekelerinin milletimizin bekasını yok etmeye dair iştahlarını kabartmaktadır. Uyuşturucu, fuhuş, alkol, şiddet oluşumları (buna terör dahil),kumar gibi pisliklerini yüzlerine bakmaya kıyamadığımız evlatlarımıza modernite kılıfı altında larvalarını bırakmaktadırlar. Dindar ve ahlaklı genç ütopyamız ham hayal pozisyon almıştır.
Bu toplumun lügatinde olmayan ensest, homo, lezbiyen gibi çirkef tabirler adeta gündelik hayatın bir parçası olmaktadır.
Ahlak ve maneviyat yoksunluğumuz sosyal dokumuzu parçalamakta. Bu yoksunluk bütün şer şebekelerinin milletimizin bekasını yok etmeye dair iştahlarını kabartmaktadır. Uyuşturucu, fuhuş, alkol, şiddet oluşumları (buna terör dahil),kumar gibi pisliklerini yüzlerine bakmaya kıyamadığımız evlatlarımıza modernite kılıfı altında larvalarını bırakmaktadırlar. Dindar ve ahlaklı genç ütopyamız ham hayal pozisyon almıştır.
Bu toplumun lügatinde olmayan ensest, homo, lezbiyen gibi çirkef tabirler adeta gündelik hayatın bir parçası olmaktadır.
FASİT UYGULAMALAR
Son gezi olayları göstermiştir ki sanat ve sanatsal faaliyetler ve özellikle de sanatçılar Türkiye siyasetinin belirleyici unsurlarıdır.
Coğrafyamızın “milli” nitelikli sanatçılarının yetersizliği bu olaylarla gün ışığına çıkmış ve eksikliğini hissettirmiştir.
Belediyelerimizin artık kültür sanat bütçelerini çarçur etmeksizin “ortak” proje ve hedeflerle birlikte hareket etmeleri sonucu da kaçınılmazdır.
Yaldızlı kültür sanat merkezleri oluşturmak kadar içeriğinin de doldurulması elzemdir.
Yetersizliğimiz öyle barizdir ki bütçelerin dağılımında MECBURİYETTEN “karşıt” fikirlere ve ekiplere kaynak aktarımı yapılmaktadır.
Kültür sanattan anladığımız ise; müsamere kabilinden tiyatro oyunları, konserler, cılız söyleşi programları...ya da kültürel açıdan dezenfarmasyona tabii kitap dağılımları... Önemli gün ve haftalara yönelik beylik organizasyonlar!
Bilgi evlerinde formal eğitim hastalığı...
Temel hususlarıyla genel sorunlarımızı özetler isek;
PROJESİZLİK
Geleceği kapsayan ve kuşatan projeler yerine “popilist” yaklaşımlar önplana alınmaktadır. Başkanların “şöhret” tarzlı yaklaşımları maalesef bu popilizmin temel nedenidir. “Risk” alacak, yenilikçi projeler gözardı edilmektedir. Matbaa endeksli projeler tercih edilmektedir.
VİZYONSUZLUK
“Korkak” ve “ürkek” politikalarla gelecek belirlenemez. Kendi liderinin dik duruşundan örnek almayan anlayış ile de geleceğe ulaşılmaz. 600 küsur belediyemizin kültür merkezinin ve bütçesinin gücünün etkisi toplam bir BKM etmemektedir. Sanatçı yetiştirme gibi bir anlayıştan uzaktırlar yöneticilerimiz. Dolayısı ile de henüz sanatın ve kültürün tanımından da uzaktırlar. Ve önemini de kavramış değillerdir.
Mutlak manada yetersizlik atfetmek istemeyiz belediyelerimizin bu konudaki çabalarına ve çalışmalarına. Bu haksızlık olur. Ancak zaman geçtikçe kalıcı çalışmalar üretemediğimiz gerçeğini de gözardı edemeyiz.
KADROSUZLUK
Geçmişinde edebiyat öğretmenliği yapmışların, yalnızca bu kriterle “kültür müdürü” olmaya namzet isimlerin uğrak yeri; kültür-sanat koltuğu!
Kültürden sorumlu başkan yardımcılarının durumu daha da içler acısı. Entellektüelite alabildiğine zayıf...
Kesinlikle parti yönetiminde oluşturulacak bir sanatsal kurul ile koordinasyon sağlanmalıdır. Özellikle çalışmaların enaniyete olan yatkınlığı bu konuda görev alan yöneticilerimizi olumsuz yönde etkilemiştir. Kültür sanat faaliyetlerinin atmosferi ülkenin seküler ahlakıyla birlikte yani gayrimeşruluğa olan yatkınlığı “imtihan” boyutuyla da çetin bir cevaba zorlamaktadır bizleri.
Son gezi olayları göstermiştir ki sanat ve sanatsal faaliyetler ve özellikle de sanatçılar Türkiye siyasetinin belirleyici unsurlarıdır.
Coğrafyamızın “milli” nitelikli sanatçılarının yetersizliği bu olaylarla gün ışığına çıkmış ve eksikliğini hissettirmiştir.
Belediyelerimizin artık kültür sanat bütçelerini çarçur etmeksizin “ortak” proje ve hedeflerle birlikte hareket etmeleri sonucu da kaçınılmazdır.
Yaldızlı kültür sanat merkezleri oluşturmak kadar içeriğinin de doldurulması elzemdir.
Yetersizliğimiz öyle barizdir ki bütçelerin dağılımında MECBURİYETTEN “karşıt” fikirlere ve ekiplere kaynak aktarımı yapılmaktadır.
Kültür sanattan anladığımız ise; müsamere kabilinden tiyatro oyunları, konserler, cılız söyleşi programları...ya da kültürel açıdan dezenfarmasyona tabii kitap dağılımları... Önemli gün ve haftalara yönelik beylik organizasyonlar!
Bilgi evlerinde formal eğitim hastalığı...
Temel hususlarıyla genel sorunlarımızı özetler isek;
PROJESİZLİK
Geleceği kapsayan ve kuşatan projeler yerine “popilist” yaklaşımlar önplana alınmaktadır. Başkanların “şöhret” tarzlı yaklaşımları maalesef bu popilizmin temel nedenidir. “Risk” alacak, yenilikçi projeler gözardı edilmektedir. Matbaa endeksli projeler tercih edilmektedir.
VİZYONSUZLUK
“Korkak” ve “ürkek” politikalarla gelecek belirlenemez. Kendi liderinin dik duruşundan örnek almayan anlayış ile de geleceğe ulaşılmaz. 600 küsur belediyemizin kültür merkezinin ve bütçesinin gücünün etkisi toplam bir BKM etmemektedir. Sanatçı yetiştirme gibi bir anlayıştan uzaktırlar yöneticilerimiz. Dolayısı ile de henüz sanatın ve kültürün tanımından da uzaktırlar. Ve önemini de kavramış değillerdir.
Mutlak manada yetersizlik atfetmek istemeyiz belediyelerimizin bu konudaki çabalarına ve çalışmalarına. Bu haksızlık olur. Ancak zaman geçtikçe kalıcı çalışmalar üretemediğimiz gerçeğini de gözardı edemeyiz.
KADROSUZLUK
Geçmişinde edebiyat öğretmenliği yapmışların, yalnızca bu kriterle “kültür müdürü” olmaya namzet isimlerin uğrak yeri; kültür-sanat koltuğu!
Kültürden sorumlu başkan yardımcılarının durumu daha da içler acısı. Entellektüelite alabildiğine zayıf...
Kesinlikle parti yönetiminde oluşturulacak bir sanatsal kurul ile koordinasyon sağlanmalıdır. Özellikle çalışmaların enaniyete olan yatkınlığı bu konuda görev alan yöneticilerimizi olumsuz yönde etkilemiştir. Kültür sanat faaliyetlerinin atmosferi ülkenin seküler ahlakıyla birlikte yani gayrimeşruluğa olan yatkınlığı “imtihan” boyutuyla da çetin bir cevaba zorlamaktadır bizleri.
2071 DE MÜSLÜMAN TÜRK, ANADOLU'DAN SÖKÜLMÜŞ, ATILMIŞ OLMALI!
Müslüman Türk milleti bundan birkaç asır evvel, dünyanın en kudretli imparatorluğuna sahipti.
Devletin askeri sahadaki kuvvet ve şevketine denk olarak sanayi, ticaret, eğitim, san'at ve sosyal teşkilat bakımından da üstün bir medeniyet seviyesine erişilmişti. İslami prensiplerle idare edilen, geniş ülkede adalet, eğitim ve mülkiyet haklarından, din ve ırk farkı olmaksızın bütün vatandaşlar istifade ediyordu.
Öyle ki, batının Engizisyon mezaliminden canlarını kurtarabilen yahudilerin, o devirde sığınabilecekleri bugünün mağdurlarının olduğu gibi tek ülke Türkiye idi. Adil kanunlar, geniş bir vicdan hürriyeti, refah ve bolluk vardı.
Edebiyat, mimari, hüsnühat, süsleme san'atları, el sanayii en parlak devirlerini yaşıyordu. Silahların en sağlamı, kumaşların en güzeli, gemilerin en sür'atlisi, binaların en kullanışlısı, orduların en disiplinlisi,mahkemelerin en güveniliri, devlet adamlarınım en dirayetlisi Türk ülkesinde idi.
Herkesin bildiği gibi, maddi ve manevi zaferleriyle tarihin şeref sayfalarını işgal eden koca Türk imparatorluğu, bir zaman geldi ki, durakladı, geriledi ve parçalandı. Bu batışın sebeplerini burada teker teker zikredecek değiliz. Ancak bunu meydana getiren iç ve dış sebelerden birine dikkati İçten ve dıştan, devletimizin bünyesini kemiren, onu çökertmeğe çalışan unsurların başta gelenlerinden biri, hıristiyan misyonerleri idi.
Müslüman Türkleri hıristiyanlaştırmak, dolayısıyla Türk milletini yok etmek, eritmek gayesini güden misyonerler, din hürriyeti sahasındaki aşırı müsamahamızdan faydalanarak yurdumuzun çeşitli mıntakalarına sızmağa muvaffak olmuşlardı.
Başlangıçta hıristıyan vatandaşlarımızla meşgul olmuşlar, onlara ırkçılık şuuru aşılamışlar ve isyanlar çıkartarak, Türk devletinin ülke ve halk olarak parçalamp, dağılmasına gayret etmişlerdir. Bir taraftan idaremiz altındaki hıristiyan azınlıklarını kışkırtırken, öte taraftan okullarında okuttukları Türk çocuklarını afyonlamış, onların dine, vatana ve millete zararlı birer unsur olarak yetişmelerine çalışmışlardır. Devletimizin ve milletimizin geleceği üzerinde bu derece meş'um roller oynıyan bir akım hakkında, vatanına ve milletine bağlı her Türk münevverinin kafi miktarda bilgi sahibi olması elbette bir vatanperverlik icabıdır. Onlar şimdiye kadar cehalet, gaflet ve vurdum duymazlığımızı istismar etmek suretiyledir ki, bünyemizde bu korkunç tahribatı yapabilmişlerdir.
MİSYONERLİK HAREKETLERİNİN KAYNAĞI
Bugünkü misyonerlerin gaye ve emellerinin iyice anlıyabilmek için, bu akımın tarihçesini ve ortaya çıkış sebeplerini bilmek lazım geldiğinden, burada mümkün olduğu kadar kısa bir şekilde bu mevzua temas edeceğiz.
Roma Katolik Kilisesi Avrupa'ya tamamen hakim olduktan sonra dünyanın her tarafında yaşayan halkları hıristiyan yapmak üzere harekete geçti. Bu emeline evvela kılıç vasıtasiyle erişmeyi denedi.
Bunun, neticesiade Haçlı Seferleri tertib olundu. Muazzam ordular dalgalar halinde Müslüman ülkelerine saldırdılar. Asırlarca süren kanlı savaşlar oldu. Fakat müslümanların karşı hücumu karşısında tutunamadılar. Gayelerine erişemedikten başka müslümanların ilerlemesine de mani olamadılar.
Endülüs müslümanların elinde kalmakta devam ettiği gibi, Türkler 17 inci asrın ortalarında
Avrupa'nın göbeğine kadar ilerlediler. Kılıç kuvvetiyle hıristiyanlığı yaymak fikri iflas etmişti.
Artık 13. asırdan itibaren savaşlar vasıtasıyla başka milletleri hıristiyanlaştırmaktan ümid
kesilmişti.Buna rağmen bazı inadçı papa ve hükümdarlar bu yolda yeni tecrübelere girişmekten de vazgeçmediler.
O kadar kan döküldüğü halde hıristiyanların mukaddes makamları yine müslümanların elinde kalmıştı. Zaten evvela din gayreti ile başlayan Haçlı Seferleri, dana sonra zenginlik ve şöhret sahibi olmak hırslarına alet olmuştu. Böylelikle Haçlılar, Müslümanları hıristiyan edecek yerde onları, yaptıkları barbarca hareketlerle, hıristiyanlıktan iyice soğutmuşlar ve nefret ettirmişlerdi. Bunun üzerine bu işi artık sulh yolu ile ve tatlılıkla yapmak lehinde bir cereyan başladı, işte, bugünkü Hıristiyan misyonerliğinin menşei buradan başlar.
13. asırda Avrupa'da iki büyük hırıstiyan tarikatı vardı: Dominiken ve Fransisken tarikatleri, Dominiken tarikatinin kurucusu «Aziz Dominik» evvelce Tunus'a giderek müslümanları hıristiyanlığa da'vet yolunda oldukça gayret sarfetmişti.
Fakat tarikatini kurduktan sonra ilk işi, Avrupa'daki “sapık” hıristiyanlar arasında bir temizlik yapmak oldu. Böylece kendisi ve halefleri meşhur Engizisyon mahkemelerini kurdular ve bir asır müddetle Avrupada yaptıkları mezalimin dehşetinden herkesi tir tir titrettiler.
«Aziz Fransuva» ya gelince, onun tabiatı daha yumuşak olduğundan sapık hıristiyanları yola getirmek için Engizisyon mahkemeleri kuracağı yerde müritlerini Fransa, Almanya ve Macaristan'a yolladı. Fakat bu acemi misyonerler gittikleri memleketin dilini bile bilmedikleri için oraların hıristiyan halkı tarafmdan evvela soyuldular ve sonra da «bunlar sapıktır» denilerek zindana tıkıldılar.
Bilahare Tunus'a ve Fas'a gönderilen misyonerler de Arapça bilmediklerinden ve müslümanların aldırış etmezliklerinden dolayı hiçbir şey yapamıyarak memleketlerine elleri boş olarak döndüler.
Bu ilk teşebbüslerin toptan muvaffakıyetsizliğe uğraması karşısında müslumanları hıristiyan yapmaktan ümit kesilmeye yüz tutmuştu ki, yeni bir isim duyulmaya başlandı: Mayorkalı Ramon de Lulle, 1235 te ispanya'da doğdu. Babası bir asilzade idi. Yetiştiği muhitte İslam tesir ve nüfuzu hala kuvvetini hissettiriyordu. Gençliğinde dünya zevklerine düşkün bir asilzade idi.
Gördüğü bir hayal üzerine papaz olmaya ve müsiümanları hıristiyan yapmak için faaliyete girişmeğe karar verdi.
O sırada Mayorka Adasına yerleşmiş bulunuyordu. Evvela bir müslüman esir satın alarak ondan 9 yılda Arapça öğrendi. Bütün emeli Arapça öğreten bir papaz mektebi açarak misyoner yetiştirmekti.
Bunun için Avrupa krallarına, papalara ve Viyana Konsiline müracaat etti. Fakat her defasında derdini anlatamadı. Bütün ömrü eserler yazmak ve Avrupa’nın başlıca merkezlerinde dolaşmakla geçti.
İrili ufaklı iki bin kadar risale telif etti ki. 100 cilt tutmaktadır. Eserlerinin en belli başlıları Tanrının 100 adı (Kur’an’a —sözde— nazire olarak yazmıştır) ile Ars Major’dur (Büyük Sanat). 1291'de Tunus'a gitti, orada hıristiyanlık propagandası yapmak için uğraştı. Fakat 1292'de hudut harici edildi. 1305'te Buji şehrine gitti yakalandı ve hapsedildi. Hapisten çıkmasına yardım eden bir müslüman alimi ile altı ay münakaşa etti. Fakat her ikisi de birbirlerini ikna edemediler. Buji sultanı onu tekrar hudut harici etti.
****
1311'de bütün ömrünce tahakkuku için çalıştığı Şark dilleri kürsülerinin papanın emri ilee kurulduğunu gördü. 1315'te Tunus'a ikinci defa gitti. Sokaklarda İslamiyet aleyhinde mev'izeler vermiye başladı kendisinin bu haline tahammül edemiyen halk tarafından katledildi.
Modern misyoner teşkilatının ve şarkiyat ilminin babası işte bu zattır.
Reform hareketi neticesinde Katolik kilisesinin sultası parçalanıp ortaya çeşitli mezhepler çıktıktan sonra misyonerlik hareketleri de çeşit itibariyle çoğaldı. Her mezhep kendine mahsus bir misyoner teşkilatı kurdu. Yurdumuzda faaliyet gösteren başlıca teşkilatlar Katolik, Anglikan ve Protestan kiliseleridir.
MİSYONERLERİN METODLARINA GENEL BİR BAKIŞ
Tarih göstermiştir ki, misyonerler gayelerine erişmek için her türlü vasıtayı mubah gören bir zihniyete sahip olmuşlardır. Bu yüzden, Afrika ve Asya milletlerim uzun yıllar boyunca sömüren müstemlekecilerin ve emperyalistlerin en büyük yardımcıları hıristiyan papazları olmuştur.
Yerli halki kendi dinlerine sokabilmek için, kanlı ve vahşi müstevli ordularından medet ummuşlar ve bu uğurda en gayrı insani usullere başvurmaktan çekinmemişlerdir.
Filhakika onlar, girdikleri memlekette sadece neşr-i din işiyle meşgul olmazlar. Bilirler ki, mahalli kültürleri yıkmadikça hiçbir yerli hıristiyanlığı kabul etmez. Onun için evvela oradaki milleti meydana getiren maddi ve manevi kıymetler manzumesini soysuzlaştırmakla işe başlarlar. Tahrip ettikleri milliyetin enkazı üzerine kendi inançlarının binasını yükselteceklerini sanırlar.
Yurdumuzdaki yabancı okullarda tahsil gören gençlerin çoğunun dini ve milli terbiyeden mahrum, batı taklitçisi birer kozmopolit olarak yetişmesi, iddiamızın canlı bir delilidir.
«The Moslem World» mecmuasmm müdürlerin-den müteveffa rahip Samuel M. Zwemer, misyonerlerin İslam ülkelerindeki menfi tesirlerini şu cümleleriyle itiraf etmektedir:
«İslam memleketlerindeki misyoner teşkilatı faaliyetinin iki cephesi vardır: Yapıcı ve yıkıcı, veya başka bir tabirle eritici ve yeniden şekil verici. Mesela, Türkiye'deki muazzam değişikliklerin muharriki Batı Medeniyetinden ziyade misyonerlerde aranmalıdır. Mısır'da ve bütün İslam aleminde de durum aynen böyledir. Bu memleketlerde hıristıyan olan müslümanların sayısını öğrenmek için «Vaftiz istatistiklerine» bakmamalıdır. Zira biz şuna eminiz ki, günümüzde yüzlerce müslüman kalplerinden İslam imanını çıkarmışlar ve hıristiyanlığa gizlice inanmaya başlamışlardır. Onların müslümanlığı sözdedir.»
MİSYONERLER VE OSMANLI İMPARATORLUĞU
Osmanlı imparatoriuğunun yıkılış devrinde, misyonerler faaliyetlerini başlıca iki safhaya ayırabiliriz.
a) İmparatorluğun çeşitli bolgelerinde yaşayan ermeni, bulgar v.s. gibi hıristiyan unsurların
çocuklarını, açtıkları mekteplerde okutmuşlar ve onlara kendi milliyetçiliklerini aşılayarak, Osmanlı idaresine karşı isyanlar hazırlamalarına sebep olmuşlardı. Bir taraftan memeleket içindeki çeşitli unsurların arasına ayrılık ve nifak tohumları ekerken; öte yandan Avrupa ve Amerika kamuoyunu, Türkiye'nin aleyhine kışkırtıyor; kendi tahrikleriyle kopan isyanların bastırılmasını, ”Türkler hıristiyan ahaliyi kesiyor” şeklinde propaganda ederek, Batı alemini aleyhimize harekete getirmeğe çalışıyorlardı. Bundan bir asır öncesine kadar. Türk nüfusunun ekseriyette bulunduğu Tuna vilayetimizde, sakin bir hayat süren Bulgarlann isyan etmelerine ve Avrupa devletlerinin yardımıyla özerklik ve bilahare bağımsızlıklarını kazanmalarına en fazla hizmet eden müessese, İstanbul'da protestan misyonerleri tarafından işletilen Robert Kollej isimli okuldu.
1937'de İstanbul'da basılan ve o zamanın idaresince, matbaadan toplatılarak imha edilen H.Y. imzalı ve “Bulgaristanı Kimler Kurdu?” başlıklı broşürde bu mevzuda dehşet verici ifşaat bulunmaktadır.
Tuna Türklüğünün mahvına, Müslüman Rumeli'nin elimizden çıkmasına ve oradaki milyonlarca dindaşımızın barbarca katledilmesine, hep misyonerlerin ektikleri zehirli nifak tohumları sebep olmuştur.
Osmanh imparatorluğuna bağlı Arap ülkelerinde yaşayan hıristiyan Arap azınlıklara da, Beyruttaki Katolik- Fransız ve Protestan-Amerikan üniversitelerindeki misyonerler, Arap milliyetçiliği aşılıyarak, Arap teb'amız arasında da ayrılma ve parçalanma eğilimlerini körüklemişlerdi.
b) Misyonerler ilk hamlede Müslüman Türkleri doğrudan doğruya hıristiyan edemiyeceklerini bildiklerinden, onların genç neslini dinsiz olarak yetiştirmek, bilahare hasıl olan maneviyat buhranına çare olarak hıristiyanlığı takdim etmek istiyorlardı. Bu maksatla ülkemizin her yerinde açtıkları yüzlerce okulda tahsil gören Türk çocuklarını birer köksüz olarak yetiştirmeğe itina etmişlerdir.
26 Ağustos 1911 tarihli, AIIgemeine Missions-Zeit-schrift isimli misyoner mecmuasında şöyle bir haber okunmakta idi; “Dünya Hıristiyan Talebeleri Birliği Konferansı İstanbul'da açıldı. Toplantıya 33 milleti ve 37 mezhebi temsilen 248 talebe mümessili iştirak etmiştir. Toplantı 1871'de kurulan ve içinde Türklerin de bulunduğu 450 talebeye HIRİSTİYANİ ESASLARA dayalı bir eğitim veren ROBERT COLLEGE'de yapılmıştır.»
Son yarım asır içinde Türkiyede İslamiyeti ve millliyeti yıkmağa çalışan zihniyet bu okulların yetiştirdiklerinin veya hempalarının zihniyetinden başkası değildir, Misyonerlerin bu siyasetlerini şu tabirle ifade edebiliriz: “Ağaç, sapı kendi dallarından yapılan bir baltayla kesilir.” Onların nazarında ideal Türk münevveri Tevfik Fikret'in oğlu Halük'tur. Malum olduğu üzere babasının hür ve ilerici fikirleriyle yetişen ve tahsilini bir misyoner mektebinde yapan Haluk, dinini ve tabiiyetini değiştirerek protestan bir Amerikan vatandaşı olmuş, milletini ve vatanını inkar etmiştir.
İLİM VE MANTIK KARŞISINDA MİSYONERLER
Misyonerler dinlerini yaymak için ilmi ve nazari yollardan faydalanmazlar. Zira ilim ve akıl
vasıtasıyla hıristiyanlığm müslümanlığa üstün olduğunu ispat etmeye imkan ve ihtimal olmadığını bilirler. Bu yüzdendir ki, dolambaçlı ve sinsi yollara başvururlar. 19. asırda Hindistan'da cereyan eden birhadise, konumuz itibariyle, üzerinde ehemmiyetle durulmağı gerektiren bir ehemmiyettedir.
Hadiseyi kısaca hikaye ediyoruz: İngilizler, Hindistanı işgal ettikten sonra protestan misyonerleri bu ülkeye akın etmişler, yerli halkın dilinde kitaplar yazıp dağıtmak meydanlarda nutuklar çekmek suretiyle halkı hıristiyanlığa faaliyette geçmişler. Bu arada ulemanın ileri gelenlerinden Halilurrahman Rahmetullah Dehlevi Hazretleri de Hindistan'daki misyonerlerin en bilgilisi ve rütbece en büyüğü olan Papaz Pfander'i
herkesin huzurunda yapılacak bir münazaraya davet etmişti.
Papazın kabulü üzerine bu münakaşa miladi 1853 yılında Ekberabad şehrinde yapıldı. Toplantıda yüksek ingiliz memurları, ileri gelen Müslümanlar ve kalabalık bir halk kütlesi hazır bulundu.
Rahmetullah Efendinin ve Pfanderin yanlarında yardımcıları vardı. Munakakaşanın programını müslümanlarla hıristiyanlar arasmda anlaşmazlık mevzuu olan şu beş ana mesele teşkil ediyordu:
1) Tahrif (Hıristiyanların kutsal kitaplarının muharref olup olmadığı meselesi).
2) Nesh (Hıristiyanların kutsal kitapların hükümden kaldırılıp kaldırılmamış olması meselesi}
3) Teslis (Hıristiyan inancına göre Allah'ın hem bir, hem üç; Hazret-i İsa'nın (A.S.) hem Allah,
hem insan, hem de Allah'ın oğlu oluşu meselesi).
4) Kur'an-ı Kerim'in Allah tarafından gönderilmiş hak kitap oluşu meselesi.
5) Hazret-i Muhammed Sallallahü aleyhi ve sellemin risaletinin hak oluşu meselesi.
Münakaşanın ilk iki maddesinde Rahmetullah Efendi galip geldiğinden, misyonerler kaçmak
rmecburiyetinde kaldılar. Bu hadise İslamiyetin hıristiyanlığa karşı ilim ve akıl yoluyla kazandığı parlak bir zafer olarak tarihe yazıldı. Rahmetullah Efendi daha sonra bu mevzuu genişleterek «İzharü'l-Hak» ismiyle iki ciltlik, arapça büyük bir eser telif etti. Bu eser. Türkçeye, Fransızcaya, ingilizceye ve başka dillere tercüme edilmiştir. İngilizce tercümesi neşrolunduğu vakit meşhur Times gazetesinin Edebiyat ilavesinde, bu kitap garpta yayılacak olduğu takdirde hıristiyanhğın tutar tarafı kalamayacağmı ifade eden bir yazı çıkmıştır.
Bugün, misyonerler İslam-Türk yurdunda ellerini kollarını sallıyarak dolaşabiliyor ve bir kısım vatan gençliğini batıl telkinleriyle ifsad edebiliyorlarsa, bu, müslüman ulemasının sindirilmiş olmasından veya bu konuda çalışmadıkları ileri gelmektedir. Halbuki hıristiyanlığı reddetmek için yeni eser telif etmeğe ihtiyaç bile yoktur. Zira asırlar boyunca birçok İslam alimi hıristiyalığa reddiye olarak yüzlerce eser telif etmişler. Onları tercüme etmek veya bugünkü dile yeniden neşretmek maksadın husulüne kafidir. Bu noktada merhum Mehmd Akif'in şu beytini tekrarlamamak mümkün müdür?
«Misyonerler gece gündüz çalışırken acaba, oturup, vahy-i ilahiyi mi bekler ulema?»
KÜLTÜR EMPERYALİZMİ VE MİSYONERLER
Asrımızdaki eski sömürgecilik usulleri tarihe karışmakta, yerine daha sinsi ve gizli bir
sömürgecilik ikame edilmektedir.
Garp alemi Asya ve Afrika devletlerini eskisi gibi silah, ve ordu kuvvetiyle sömürememektedir. Ancak, kültür, iktisat, ticaret sahalarında bu milleti soymağa ve kendi hizmetinde kullanmağa devam etmektedir.
Bu yeni sömürgecilikte misyonerlerin açtıkları okullar mühim rol oynamaktadırlar. Bu okullarda zehirlenmiş olarak yetişen ve bulundukları memleketlerde idareci mevkilerine geçen kimseler, sinsi emellerine emellerine alet olmaktadırlar. Öyle ki. Misyoner mekteplerinde yetişip. sonra da mühim mevkilere gelen bu devlet adamları. kendi öz milletlerine — sömürgecilerden daha fazla zulüm yapmaktadırlar. Onlar kendi vatanlarını bir “auto-colonie” olarak idare etmekte, içinden çıktıkları milleti ezip soymaktadırlar. Misyoner okulları, hıristiyan olmayan devletlerin milli bağımsızlıklarını ihlal eden zararlı müesseselerdir.
Değerli fikir adamlarımızdan Nurettin Topçu’nun misyoner mektepleri hakkında, aşağıda iktibas ettiğimiz satırları, meselenin bizdeki veçhesini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sereN KIYMETLİ BİR TESPİTTİR.
«Altı yüz yıldan beri dıştan yaptığı akınlarla muvaffak olamıyan, son asırlarda ise ana yurdun
sadece peyk ülkelerini kopararak ayıran düşman, zaferini temin için azar azar içimize sızdı. Ruhlarımıza mayasını kanştırmak istedi."
Ve geçen asırda, Fatih'in İstanbul'u aldığı surlardan bu milletin kültürünü fethedeceğini söyliyen Amerikalı Hamlin'in ( Robert College'i kuran papaz ) bu sözünün sembolleştirdiği davayı, ya'ni kaleyi içinden alma davasını güttü.
Zehirli iğnesini varlığımızın her tarafına geçirerek, okullara, aileye, zevke, kazanca, sanata, ahlaka ve dine kadar bünyemizin her tarafına zehirini akıttığı halde kendini göstermeyen düşman, altı yüz yıllık aynı düşmandır.
Dışımızda iken onu görüyor, ona karşı cihad açıyorduk. Şimdi benliğimize girdi. Kültür halinde, san'at halinde, ahlak ve aile hayatı halinde, servet ve mülkiyet halinde, hatta din halinde bize nüfuz etti.
Asıl benliğimiz olduğuna bizi, içimizdeki safdilleri ve masum bir gençliği inandırmak istiyor, muvaffak olduğu yerde kanlı ellerini gösteriyor.
31 Mart hadisesini yapıyor. İsyanları körüklüyor. Neron gibi Romayı yaktırdıktan sonra «Romalılar!
Uyanın, ayaklanın! Hıristiyanlar şehrinizi yakıyor!» diye tellallar bağırtıyor.
Şehirilerini kuşatan ordunun ezan sesleriyle dehşet duyan düşman, bu ezanların vatanında,
ruhlarına çan seslerini sindirmek için sinesine aldığı nesilleri, kendi kültür yuvalarında zehirliyor.
Bunun karşısında bin yıllık bir millet, neşriyatiyle, vicdaniyle, irfaniyle, üniversitesiyle bin yıllık bir millet lakayd duruyor. Nerede bu kültürün İbni Kemalleri?
Yabancı okullar meselesi derin bir yaradır.Şimdilerde yerli görünümlü yabancı okullar... Davanın siyasi zaruretleri bizi alakadar etmez. O hususa temas etmiyoruz. Ancak prensip itibariyle, her milletin kendi vatanında kendi mektepleri vardır. Yabancı okullarda okumak isteyenler, yabancı vatanlara giderler. Okul millet kültürünün, millet ruhunun bayrağıdır. Vatan topraklarında yalnız o bayrak dalgalanır. Yabancı okulların yayacağı kültürler, bu memlekete medeniyet ve irfan getirmez, belki o milletin kültürünü yara bere içinde, perişan bırakır; milli şahsiyetin millet kültürü ile vücut bulmasını imkansız kılar, ileri bir milletin kültüründen faydalanmak için, kültürün tarlası olan vatana gitmek lazımdır. Memleket içinde yabancımektep, millet kültürünün ağacını köklerinden tahrip eden, ona zararlı bir nebattır.
Kendi vatanında milli kültürünün değerlerini yaşatan yabancı mektep, vatanının dışında misafiri olduğu milletin kültürüne karşı koyan zararlı bir kuvvettir. Öz vatanında kendini istiyen çocuklarına sevgi ile sunulur.
Yabancı bir vatanda, o vatanın çocuklarının kalbiyle, onlar ister farkında olsunlar, ister olmasınlar, çarpışır ve kalblerini aşındırır.. Her milletin vatanperverliği samimi olarak, kendi vatanında yaşanır.
Başka milletlerin milli değerlerini tanıyarak faydalanmak isteyenler, onu kültürün ancak kendi vatanında bulurlar.»
Misyonerlik faaliyetleri hakkında söylenecek sözümüz çoktur. Bu mevzuda fikir adamlarımıza düşen vazife ve sorumluluk son derece büyük ve ağırdır.
Milli bünyemizi tahrip eden zararlı cereyanlar meyanında bu hareketi de inceleyip, halkı uyandırmak, yabancıların açtıkları mekteplere boykot ilan etmek, hıristiyanhğa karşı reddiyeler hazırlamak bu cümledendir.
Papaz Okulunun Müslümanlar için “Gavur İmam” harekatı
ABD, İslam toplumlarına nasıl sahte din görevlisi yetiştiriyor?
| |
Halide Edip Adıvar’ın “Gavur İmam” adlı bir romanı vardır. Kanundan kaçan, canavar ruhlu bir cani, devletten saklanabilmek için bir imamı öldürüp de onun yerine geçer ve “gavur İmam” olur. İmam kılığı ve maskesi ile sinsi sinsi insanların canına kıymağa devam eder. ABD’nin, Müslüman toplumlarda görev yapmak üzere yetiştirdiği sahte imamların bu “gavur İmam”dan tek farkı, Müslümanların canlarına değil, dinlerine kıymak, İslam anlayışlarını bozmak için yetiştirilmektedir. |
Hartford Seminary Papaz ve Misyoner Okulu’nda, hem Hıristiyanlık eğitimi veriliyor ve papaz yetiştiriliyor, hem de “Müslümanlık” eğitimi veriliyor ve imam yetiştiriliyor.
Bu nasıl olur?
Asırlardan beri İslam’ı ve Müslümanları yok etmeye çalışan Haçlı dünyası kendilerine papaz ve misyoner yetiştiren bir okulda neden “Müslümanlık” eğitimi veriyor ve neden imam yetiştiriyor olabilir?
Bu okul ABD’deki 230 misyoner okulunun en eskisidir, 1833'te kurulmuştur.
Hartford Seminary Papaz Okulu’nda, 1970’lerde eğitimde bir yöntem değişikliğine gidilmiş, Hıristiyanlığa açıkça davet eden klasik misyonerlik anlayışı yerine, Müslümanlarla diyaloga dayalı, dolaylı ve sinsi bir misyonerlik yöntemini esas alan bir eğitim başlatılmış. Bunun için okulda “Müslümanlık” eğitiminin de verilmesi kararı alınmış.
BURADA PAPAZ YETİŞTİRİLİRKEN NASIL İMAM YETİŞTİRİLMESİ PLANLANMIŞ?
Hartford Seminary Papaz Okulu’nda “Müslümanlık” eğitimi verilmeye başlandıktan sonra imamların yetiştirilmesi de planlanmış. İmam eğitiminde, iki ayrı bölümden oluşan ders programı takip ediliyor. İlk bölüm akademik ders programı oluyor. İkinci bölümde ise uygulama yapılıyor.
Burada şu soru akla geliyor: Sözkonusu Papaz okulunda yetiştirilen imamlar, nasıl ve hangi formatta imamlar olabilir?
Bu sorunun cevabını herhalde imamları yetiştirecek okulun formatında ve amaçlarında aramamız gerekir.
BAYAN HEM PAPAZ OKULU HOCASI HEM İSLAM ŞURASI BAŞKANI BU NASIL OLUYOR?
Hartford Seminary Papaz Okulu’nun formatını ve amacını, okulda yaklaşık bir asırdan beri çıkarılan The Muslim World Dergisi’nden öğrenebiliriz.
Bu derginin 2006’daki editörü hem ABD ve hem de İsrail çifte vatandaşı olan Ibrahim Abu-Rabi’dir, yardımcısı da Hartford Seminary’nin öğretim üyesi olan bayan Ingrıd Matson’dur. Başı kapalı görev yapan bu bayanın, Papaz Okulunda ve okulun sözkonusu dergisinde bu görevlerini sürdürürken, 2006 yılında, Amerika’daki Müslümanların en büyük kuruluşu olan Islamic Society of North America’nın (ISNA’nın) başına getirilmesi dikkat çekicidir.
PAPAZ OKULUNUN TEMEL AMACI İSLAM’I DURDURMAK
1911 yılında yayınlanmağa başlayan The Muslim World (İslam Dünyası) Dergisi, Müslümanlarla ilgili bir misyoner dergisidir. Bu derginin amacı Dünyada hızla yayılan İslam’ı durdurmak, Müslümanları Hıristiyanlaştırmak ve İslam’ın Batı’ya yayılmasını önlemek için yapılan araştırmaları desteklemek ve yayınlamaktır. Dergide, bu amaç “Editör'ün Notu” adlı bölümde şöyle ifade edilmiştir: "Dünya genelinde Müslümanları maddi ve manevi olarak Hıristiyanlığa yönlendirmek, Hıristiyanlığın önündeki İslam engelini kaldırmak ve Müslümanları Hıristiyanlaştırmaktır. Pratik olarak Müslümanların İslam’a sevgi ve muhabbetlerini azaltıp dinlerinden uzaklaştırarak manen yaralayıp Müslümanları, İsa'yı kurtarıcı olarak arzu edecek kıvama getirmektir."
Dergide, ayrıca Peygamber Efendimiz’i (SAS) Müslümanların gözünde yıpratmak ve küçük düşürmek için çalışılması gerektiği de bir başka amaç olarak dile getirilmiştir: "Muhammedi'lere Misyonerlikle Tesir Etmek"adlı bir makalede şöyle denmiştir: "İslam uzlaşma dinidir. Bu dinin kurucusuna karşı menfi hisleri uyandırarak, yani onun din duygusunu kendi politik hırsı için kullandığını ve doğruluğu savunmasının nedeni ise; ahlaksız, cinsel arzu ve isteklerine ulaşmak için yaptığını nazara verip bu şekilde Muhammed’in sevgisini Müslümanların kalbinden çıkararak başarılı olunabilecektir."
The Muslim World’da çıkan bu yazılar, derginin ve bu yayını çıkaran Papaz okulu Hartford Seminary’nin amacının ve formatının da aynı olduğunu açıkça gösteriyor. Peki burada eğitilen imamların, bu amacın ve formatın dışında yetişmesi düşünülebilir mi?
ABD TEMSİLCİLER MECLİSİNDE DUA EDEN İNCİL’Cİ İMAM BURADAN YETİŞMİŞ
Nitekim ABD Temsilciler Meclisi Dışilişkiler Komitesi’nin, 3 Mart 2010 tarihinde, Howard L. Berman’ın başkanlığında yapılan toplantının açılışında dua eden, 2005-2008 yılları arasında Hatford Seminary Papazlık Okulunda İslamcı vaizlik programının yardımcı direktörü olarak çalışan Türk İmam Abdullah Antepli bu konuda bir örnektir.
Abdullah Antepli sözkonusu açılışta, İslam’ın emrettiği şekilde Müslümanca dua yerine, dua metinlerini İncil’den seçmiş okumuştur. Abdullah Antepli, 1996-2003 yılları arasında Burma ve Malezya gibi Asya’da organize edilen İslam’ı değiştirme projelerinde görev almıştır. 2003-2005 yalları arasında da Wesleyan Ünversitesi’nde Müslüman vaiz olarak çalışmış ve “Dinlerarası Diyalog” projelerinde görevlendirilmiştir.
IRAK’TA BEYİN YIKAYAN SAHTE İMAMLAR BURADAN MI ÇIKMIŞ?
Nitekim ABD’nin Müslümanlara yönelik stratejilerinde “sahte imamların” görevlendirildiği programlar vardır. Hatırlanacağı üzere, ABD ordusu’nun Irak’ta zulüm ve işkencelerle durduramadığı, Müslümanların cihat direnişini kırmak için, Pentagon tarafından, hapishanelerde, tutsakların beyinlerini Kur’an-ı Kerim’den ayetler ileri sürerek beyin yıkayan özel yetiştirilmiş imamlar ve din adamları görevlendirilmişti. Ülkedeki tüm hapishanelerde uygulanan bu programın başında bulunan Amerikalı Tuğgeneral Douglas Stone, La Times’a yaptığı açıklamada “En büyük silahımız Kur’an... Direnişçilerin radikal fikirlerini Kur’an’la değiştirmeye çalışıyoruz” demişti.
Bu durumda, Pentagon’un kullandığı o beyin yıkayan imamlar, acaba sözünü ettiğimiz Papaz Okulu’nda özel olarak yetiştirilmiş imamlar değil midir, sorusu akla geliyor.
Ama ABD sömürgeciliğinin, Müslümanları dini kimlikleriyle kontrol altına alabilmek için imam yetiştiren ve eğiten programları sadece Papaz Okulu’ndakinden ibaret değil. Amerika’nın bu konuda başka programları da var. Örneğin, İslam dünyasında öncelikli ülkelerden seçilen imamlar ve diğer din sorumluları, Amerika’nın istediği formatta görev yapabilmeleri için ABD’ye çağırılıp kurslara tabi tutuluyor ve maaşa bağlanıyor.
Ayrıca İslam ilahiyatçısı akademisyenlerden seçilenler, “Birleşik Kilise Hareketi” olarak bilinen ve tanınan Moon toplantılarına çağırılmıştır ve oralarda kendilerine seminerler ve kurslar verilmiştir.
İSLAM ANLAYIŞINI BOZMAĞA ÇALIŞAN “GAVUR İMAMLAR”
Amerikan sömürgeciliğinin, Müslüman toplumlarda ve topluluklarda görev yapmak üzere yetiştirdiği sahte imamların bu “gavur İmam”dan tek farkları vardır: Bu imamlar, bugün Müslümanların canlarına değil, dinlerine kıymak, İslam anlayışlarını bozmak üzere yetiştirilmektedir. Herhalde Müslümana düşen basiretli ve uyanık olmak ve dinine kıydırmamaktır. İslam düşmanlarının bizden gözükerek oynadıkları oyunlarını bozmaktır.
Türkiye’nin kimliğinin ve bekasının korunması için ülke güvenlik stratejilerinin değiştirilmesi gerektiğinin tartışıldığı bir dönemin başladığını unutmadan UYUŞMA-UYAN TÜRKİYE diyoruz!
ÖZKÜLTÜRÜMÜZE YABANCILAŞMAKTAN VAZGEÇMEZ
İSEK, TARİH BİZDEN VAZGEÇECEK!
Yakın geçmişimizde bu ülkenin öz kültürü kendisine, yine kendi idarecileri tarafından yasak edilmişti;
Sadece harfleri değildi yasaklanan,
Kendi müziği ... Kendi kıyafetleri...
Kendisine ait ne varsa yasak edildi; itiraz edene en ağır müeyyideler uygulanarak.
Ve bu yasak için bir kılıf bulmuşlardı; “Vatanseverlik”!
Halk savaşlardan yorgun Aç...
Halk bir de zulüme itilmişti kendi dilini konuşma, kendi müziğini dinleme, kendi kıyafetini giyme konuları dahi aşılarak, kendi ayranına
kendi yoğurduna bile yabancılaştırıldı
Alkol, zina, kumar, faiz gibi alışkanlıklarının dışındaki değerler yüceltildi. İnancının gerektirdiğinin dışındaki hayat anlayışının ve alışkanlıklarının içine itildi.
Neticede aşağılık kompleksli batılı giyim kuşamla ilerici olduğunu düşünen bir çakma aydın sınıf zümre oluşturuldu...
Bu zümre halka hep tepeden baktı
Halk için de faydalı olanları bilen sadece bu zümreydi. Misal, Arabesk 90 lara kadar yasaktı tv lerde.
Neymiş kötüymüş...
Klasik müzikteki requiemleri dinleyin!
Orada da duygu sömürüsü ağıtlardır, onları neden yasaklamadınız madem....
“HALKIN DUYGUSU” bile bunların bileceği şeydi.. Adam ister ağlar ister güler ona bile karıştılar..
Bu aptal çakma aydın zümrenin sanat denilince anladığı şey sıkıcılıktı...
80 li yıllarda ne kadar kabız eleman varsa “Ben sanat filmi çekiyorum” örtüsünün arkasına saklanarak saatler süren kendi beceriksizliklerini sanat diye yutturmaya çalıştılar...
Birçok dalkavuk bunları alkışlıyordu kendi aralarında... Sabetayistler müthiş mutluydu.
Bu halkı sanat duygusundan da koparttık,
Artık o cihanşümül imparatorluk sanatından iz bırakmaksızın!
Çıplaklığı bunlara moda diye sevdirdik diye...kendi öz kültürüyle dalga geçen toplum haline getirilmek istiyorduk...
Şükür ki;
Bu halk bu numaraları yemedi! Sadece meşhur olma hevesindeki birkaç garibanı kandırabildiler... Onları da aç kurt sofralarının çerezi yaparak!..
***
Tüm bu manipülasyonların adı neydi? Vatan millet sevgisiydi!
Bu milleti çook sevdikleri için müziğini hakir gördüler. Dilini,
yazısını, kıyafetini,yediklerinii içtiklerini... Efendileri öyle istiyordu, çünkü!
Artık bu millet bu zokaları yutmuyor inşaallah! Son yıllarda kola ramazanda oruç tutuyor paso iftar yapıyor...
Çünkü millet bu pis içeceği içmiyor...
Bizimle dalga geçtikleri sofralara şimdi kendi zehirlerini koyma telaşındalar
Ama yemediğimiz gibi artık planlarını, içmeyizde colalarını!
Gerekirse kola bedava dağıtılacaktır. Yeterki onların yaşam şekillerinden vazgeçmeyelim. O günler ki uzak değil..
“Ne olur bu zehri için; Yeter ki için!
Bedava olsun” diyecekler. Şimdi kutusunu küçültüyorlar,
Şişelerini küçültürüyorlar kolay ulaşılsın diye.
Birkaç seneye kalmaz tas tas bedava dağıtırlar..
Çünkü bu halk kendi şerbetini yapıyor artık. Kendi hoşafını içiyor, Ayranını içiyor...
Hem lezzetli hem sıhhatli, bu içinde ne idüğü belirsiz zifti değil...
***
Yakında moda da, giyimde de dünya bizi taklit edecek. Şimdi özgün kıyafetler konusunda bizim tarzımızda söz sırası.
Modernize edilmiş şalvar dünyanın en rahat kıyafetidir... İnsan bu rahatlığa karşı koyamaz. Cesaretli modacılarımıza duyurulur...
Avrupalı modada bunları gösterince gidip üstündeki markayla almak olmaz...
Kaliteli kumaştan, görselliği modern kesimli şalvarlar, gömlekler üretilmeli, klasik kendi kumaşlarımızdan üretilmeli!
***
Süslemede zaten dünya liderliğine gidiyoruz, Dünyadaki zevk duygusu en gelişmiş milletiz... Siz bakmayın cehaletimizle, azgelişmişliğimizle bu yönlerimizin örtülmeye çalışılmasına...
Giyim kuşam olsun, Ev dekorasyon olsun,
Batılı için “bir tv bir koltuk” tan ibarettir onun dünyası, onun mobilyası..
Bizde zerafet vardır...
Namaz kılınmış dua okunmuşluğun ferahlığı vardır...
Takılarda en yenilikçi tasarımlar bizden çıkıyor.. Dünyada en çok takı ihraç eden ülkelerden bir tanesiyiz..
***
Yemek kültürü konusunda; bulgur pilavının pirinç pilavına üstünlüğü sağlık açısından tescilli. Eriştelerimiz, baklavalarımız, böreklerimiz, çorbalarımız en lezzetli çorbalar... Etlilerimiz ızgaralarımız öyle... Kebaplarımız öyle..salatalarımız bile...
Tüm bu lezzetler, güzel markalarla dünya gıda piyasasını ele geçirir...
Bugün Avrupa’ da döner yanında bulgur veriliyor, Fransız bile bülgür diye talep ediyor...
İsmi “bulgur” olan bir lokanta şart ...
Bu bir marka isteyene alın buyrun beleşe know-how-nasıl yapılırlık fikri!
Dünyada ilk hazır çorbalar bizden çıktı; Tarhananın üstünde knor yazmıyor diye onu hazır çorba değil sanıyoruz...
Ama en çeşitli hazır çorbalar en doğal halleriyle bizde... En şahane dondurmalar bizde...
Dünya bizi takip etmeye mecbur... Yeter ki bize gösterilenleri değil, gerçek gerçekleri görelim!
En faydalı bitkiler bizde; flora zenginliğinin yanında, fayda yüzdesi en yüksek bitkiler bizde... Zamanı geldikçe ortaya çıkacak inşaallah...
Çok güzel günler bekliyor bizleri kardeşlerim... Çok bereketli günler inşaallah!
Organiğin hası bu topraklarda üretilecek, üretiliyor... Meyve sebzede bu kadar zengin başka ülke yok...
Yeter ki zenginliklerimizi bilelim: Göğümüz güneşli, bulutlarımız bereketli, dilimiz dualı!..
Bizi takip etmek zorunda ve örnek almak zorunda bu dünya; kendi rahatı ve huzuru için!
Biz kendimizi bildiğimizde; onlar da bizi bilecek inşaallah!
UNUTMAYIN!
Kendi çocuklarına kıyan batı sizin çocuklarınıza mı acıyacak?
Bu kısmı aklınızda bulunsun diye yazdım!
Çocuk Haçlı Seferleri
1212'de genellikle dinsel tabakalar tarafından Müslümanlara karşı kışkırtılan alt sınıftan halkın, özellikle genç çocukların, Haçlı Seferlerine giden şövalyeleri taklit ederek, Filistin'deki Kutsal Ülkelere giderek Kudüs'ün tekrar Hristiyanların eline geçmesini sağlamaya çalışma uğraşlarından biridir. Bu seferler hemen hemen 1212'de aynı dönemde, yani Dördüncü Haçlı Seferi ile Beşinci Haçlı Seferi arasındaki dönemde, Almanya ve Fransa'da başlayan iki büyük kalabalık çocuk ve halk grubunun Kudüs'e gitmek üzere karadan uzun yürüyüşlerle Avrupa'nın sahillerine gitmesidir.
Aslında bu hareketlenmeye çanak tutanlar Avrupa'da yekün arzeden evlilik dışı ilişkilerin ürünü olan bu çocuklardan toplumu temizlemektir. Hoş aynı yaklaşımın Amerika kıtasına olan göçlerde de görürüz. Avrupanın belası oldum olası tabirimi mazur görün "PİÇ" nüfus olmuştur.
Aslında bu hareketlenmeye çanak tutanlar Avrupa'da yekün arzeden evlilik dışı ilişkilerin ürünü olan bu çocuklardan toplumu temizlemektir. Hoş aynı yaklaşımın Amerika kıtasına olan göçlerde de görürüz. Avrupanın belası oldum olası tabirimi mazur görün "PİÇ" nüfus olmuştur.
Almanya'da organize olan çocuk sayısı 7.000 civarında olup liderleri "Nicholas" adlı bir çocuktu. Fransa'da organize olan çocukların başında "Stephen" adlı bir çocuk bulunmaktaydı ve 30.000 kadar sayıda çocuk bu organizasyona katılmayı kabul etmişti. Bu organize olan çocuk grupları karadan Avrupa'daki Akdeniz sahillerine yürümüşler; sahilde peygamber Musa gibi denizin yarılıp Kudüs'e yol açılmasını beklemişlerdir. Ama deniz yarlamamış Kutsal Toprakların yakınlarına bile varamadan ortadan kaybolmuşlardır. Büyük bir kısım çocuklar yürüyüş yolunda hayatlarına kaybetmişler; küçük bir kısmı eğer varsa ailelerine geri dönmüşler; diğerleri yolda bulunan hristiyanların yanlarına yerleşmişler; diğerleri ya deniz kazasından ya da açlıktan ölmüşlerdir. Bir kısmını bekleyen en fena akıbet ise Venedikli tacirler vasıtasıyla Mağrıp'e, Mısır'a, hatta Irak'a götürülerek köle olarak satılmaları olmuştur.
Çocukların Haçlı Seferi yapma organizasyonlarından haberdar olan ve bizzzat teşvik eden Papa III. İnnocentius bu çocuk organizayonlarını Haçlı seferine katılmayan daha yaşlıların değersizliğini tanrının kınamasının bir nişanesi olarak yorumlamıştı.
Almanya Çocuk Haçlı Seferi
Alman Çocuk Haçlı seferini organize eden ve başı çeken 12 ile 14 yaşında Nlcolas adlı bir çoban erkek çocuktu. Bu çoban Rhineland'in bir köyünde büyümustu. 1212 yılının Paskalya haftasından hemen sonra Köln şehrinde bulunan "Üç Krallar" adlı mevkide vaaz vermeye başladı. Nicholas kendisine rüyasında bir meleğin geldiğini ve kutsal Hristiyan mezarlarını Arapların elinde kurtarmasını istediğini vaazlara bir neden saydığını açıklamaktaydı. Aynı zamanda meleğin kendisine aynen firavundan kaçan peygamber Musa gibi mucizevi olarak denizi yarma yeteneği verdiğini ve ordusu ile Genova'da Akdeniz sahillerine yetiştiği zaman bir mucize olarak denizin yarılarak ona Filistin'e karadan gitme imkanın sağlanacağını da vaazlarinda belirtmekteydi. Nicholas'un vaazlarındaki diğer bir tema da kendisi ve ordusunun müslüman olan Arapları dinlerinden vazgeçirip Hristiyanlığa döndürme yeteneklerinin olduğu idi. O zamanlar "Treves Kroniği" yazarları Nicholas'ın boyuna bir istavroz gibi bağlanmış bir ip taktığını ve böylece melekler tarafından seçilmiş olduğunu göstermek istediğini yazmışlardır.
Çok geçmeden tüm Rhineland bölgesinin her yerine bu vaiz çocuk hakkında haber erişti. Nicholas'ın vaazları o kadar etkiliydi ki onu duyanlar yanından ayrılmak istememekteydiler. Ayrıca Nicholas kendi gibi iyi vaaz veren küçük yaşta çocukları da tesiri almıştı ve onları da etraftaki köy, kasaba ve şehirlere göndererek mesajını yaygın olarak duyurmaya başladı. Birkaç hafta içinde içinde Nicholas'ın etrafına Haçlı seferine çıkmak üzere çok sayıda çocuk ve diğerleri toplanmaya başladı.
Nicholas etrafında toplanan Haçlı çocuk ordusu 12 yaşında küçük çocukları ihtva ettiği gibi yetişkin olmadığı hukuken kabul edilen daha da büyük yaşlı çocukları da kapsamaktaydı. Kurulan Haçlı çocuk ordusunda oluşan kamuoyu etkisiyle de çok sayıda soylu tabakadan erkek çocuk bulunmaktaydı. Ayrıca toplanan orduda işsiz güçsüz takımından daha yaşlı erkekler, hatta hayat kadınları da bulunmaktaydı.
Nicholas'ın başlarında bulunduğu Alman çocuk Haçlı ordusu yaklaşık 20.000 kişi olarak Köln'den Rhine Nehrini takip ederek ayrıldı.
Ordu Koblenz'de iken, şehrin üstündeki göklerin birden aydınlandığıni ve bunu Nicholas'ın tanrının kendine destek sağladığına bir nişane olarak kabul ettiğini ifade etmektedir.Halbuki bu gökyüzü aydınlanmasının kutup ışıkları olduğu sonucu sonraları tarihi bir şerh olarak düşülecektir.
Bu Haçlı seferine katılan çocuklar rahatça seyahat için gerekli fonları olmadığı için ve hatta çoğu parasız pulsuz kişiler olduğu için bu yürüyüşde büyük zorluklar çıkmıştır. Güzergah once Rhine kenarından olduğu için susuzluk bir problem olmamakla beraber, açlık devamlı olarak Haçlı çocuklarla birlikte yürümüştür. Güzergah üzerindeki köy ve kasabalar bu Haçlı çocukların inanaçlarına ortak olarak onlara büyük sempati beslemekteydiler ve imkanları dahilinde her türlü iaşe yardım ve desteği vermekteydiler. Ama problem "imkanlarda" idi. Hastalık ve salgın korkusu yüzünde birçok köy, kasaba ve şehir Haçlı çocukları yerleşkelerinin içine girmeyi yasaklamışlardı. Ayrıca o yıl hava kurak gitmiş ve hasat yeterli olmamıştı. En büyük yerleşkelerde bile ek olarak 20.000 kişiye ekstradan yiyecek sağlamak çok kere imkansız olmaktaydı. Böylece Alman Haçlı Çocuk ordusu Basel'e yetişip, daha Almanya'yı arkasında bırakmadan açlık ve hastalık yüzünden epeyce zayiat vermişti.
Basel'den sonra Haçlı çocuk ordusu nehir kenarı yollarıni bırakıp Alplerin yüksek patikalarından geçmesi gerekmekteydi. Alplerden geçişde zayiat gayet çoğaltmıştır. Hangisi olursa olsun geçit epeyce uzun sürmekte ve fakir Haçlı ordusunun mensuplarının geçitin taşlık yolları için yeterli ayakkabı, sıcak elbise ve yiyecek fazla besinleri olmadığı için soğuktan, yorgunluktan ve çeşitli salgınlardan dolayı ölümler artmıstı. Kötü hava şartları, kaya düşmeleri, heyelanlar ve çığlar gibi negatif doğa şartları da bu zayıata katkılar yaptı. Nicholas'ın çocuk Haçlı ordusu Ağustos sonunda İtalya'da Genova şehri kapılarına vardığında 7.000 kişiye düşmüştü. Yani 13.000 kişi veya ordunun 3/4'u Alplarda zayiat olarak kaybolmuştu.
Genovalılar bu Alman çocuk haçlı ordusunu önce iyi karşıladılar; ama sonra bunun imparatorun bir tuzağı olabileceği korkusuyla tutumlarını değiştirdiler. Bu ordu mensuplarından Genova'da devamlı kalmak isteyenleri devamlı olarak kabul edeceklerini; ama hemen şehirden ayrılmak niyeti olanlara sadece tek bir gün sehirde kalma izini vereceklerini bildirdiler. Mucize yaratıp denizin yarılacağını hala kabul eden Nicholas için bu şart uygun geldi. Çocuk Haçlı ordusu Genova şehrine girip şehrin limanına gidip ayinler ve dualarla denizin yarılmasını beklediler; ama deniz yarılmadı. Birçok Haçlı çocuk bundan çok etkilenerek sefer hedeflerinden ayrılarak Genova'da kalmaya karar verdiler. Bu olaydan yıllarca sonra birçok soylu Genovalı bu seferde Genova'ya gelmiş orada kalmıs Alman asıllı çeteleri ile övünmekte idiler.
Fakat Nicholas hala mucize yaratacağına inanmakta idi. Küçülen ordusuyla Genova'dan ayrılıp sahilden birkaç günlük yürüyüşle Pisa şehrine indi. Burada bulunan 2 Pisa ticaret gemisi bazı cocuklari Filistin'e götürmeyi kabul etti ve bunların Kutsal Topraklarda ne yaptıkları bilinmemektedir. Fakat mucize yaratma niteliğini hala koruduğunu kabul eden Nicholas kendisine inanan daha küçük bir ordu ile Roma'ya yürüdü. Roma'da Papa I. İnnocentius tarafından huzura kabul edildi. Papa bu Alman çocuk Haçlılarının iman ve inançlarından hissen çok etkilendi ama aklen olması imkansız mucizelere olan inançlarından utandı. Papa çok ciddi bir şekilde çocuk Haçlılara evlerine dönmelerine tavsiye etti ve yaşları daha ilerlediği zaman tekrar Kutsal Topraklara gitmek için Haçlı olabileceklerini de ifade etti.
Papanın tavsiyelerin uyan Alman çocuk Haçlılar Kutsal Topraklara gitme heveslerinden vazgeçip evlerine dönme kararı aldılar. Dönüş hakkında hiç bilgi bulunmamaktadır. Bazılarının bu zor geri seyahati düşünemeyerek İtalya'nın çeşitli şehir, kasaba ve köylerine yerleştikleri bilinmektedir. Ertesi ilkbahar da Rhineland'a çok az sayıda çocuk geri döndü. Nicholas bunlar arasında değildi ve onun akıbetinin ne olduğu hakkında hiçbir bilgi bulunmamaktadır.
Fakat Rhineland'da çocuklari Nicholas'ın seferinden dönmeyen bir sürü aile bulunmaktaydı ve bunlardan bazılari gayet kızgındılar. Bunlar Nicholas'ın hareketlerinin kendine acayip bir terbiye veren babasının hatası olduğunu en sonunda siyasi otoritelere kabul ettirdiler. Nicholas'ın babası tutuklandı; çok yanlı mahkemelerde güya yargılandı ve suçlu olduğu kabul edilip idam edildi.
Fransa Çocuk Haçlı Seferi
Mayıs 1212'de bir gün Fransız Kralı Filip August Saint-Denis Bazılıkası'nı ziyaret etmekte iken Paris'in güneyinde Orleans ve Vandome kenti yakınlarındaki "Cloyes-sür-le-Loir" adlı küçük köyde yaşıyan 12 yaşında bir çoban çocuk, kralı görmeye geldi. Etienne adlı liderleri etrafındaki kesişler tarafından yazılan "Anonyme de Laöne kroniği" bu çocuğun ismini Stephen olarak vermektedir. Çocuğun elinde Kral'a hitaben bir mektup bulunmaktaydı. Çocuk bu mektubta, koyunlarını kırda gütmekte iken Peygamber İsa'nın kendine görünüp kendine krala vermek üzere verdiği bir kutsal mesaj bulunduğunu bildirdi. Bu mektup çoban çocuğun yeni bir çocuklardan olusan orduyla Haçlı Seferi hazırlığı yapılması için ülkede vaaz vermesi gerektiğini açıklamaktaydı. Kral I. Filip'in bu mektup ve içeriğinden pek etkilenmediği ve Stephen'e evine dönmesini tavsiye ettiği bildirilir.
Stephen Kralın negatif tutumuna rağmen Saint Dennis Katedrali kapısı önünde vaazlar vermeye başlamış ve Hristiyan çocuklardan bir ordu kurarak Kutsal Toprakları kurtarmak istediğini bu vaazlarda açıkca belirtmeye başlamıştır. Stephen bu ordunun başına geçip Haçlı çocuk ordusu ile Akdeniz kıyılarına vardığı zaman, aynı Peygamber Musa'nın Firavundan kurtuluşu gibi, Akdeniz'in yarılarak Haçlı çocuk ordusuna Kutsal Topraklara kara yolu açacağını da bu vaazlerınde defalarca vurgulamıştır. Stephen'in çok karizmatik bir vaiz olup bu vaazları sadece çocuklara değil yetişkinlere de çok etkili olduğu açıkca görülmüştür. Stephen vaazları ile kendini destekleyecek yardımcılar bulmuş ve bunların Fransa'ya yayılması ile mesajının ülkenin etrafına yayılması mümkün olmuştur. Fransa'nın her yönünden gelen çocuklar Haziran sonunda Vandome'da toplanmışlar ve böylece bir Haçlı çocuk ordusu oluşturulmuştur. Alt sınıflara dahil çocuklardan oluşan büyük bir kalabalık kütlenin, yaklaşık 30.000 çocuğun toplandığını; bu büyük Haçlı çocuk ordusunun hemen hepsi 12 yaş ve daha küçük erkek çocuktan oluştugunu, Haçlı çocuk ordusunun özellikle evlilik dışı ilişkilerin ürünü olan erkek çocuklardan oluşmakla beraber, aralarında zengin ailelerin oğulları, hatta bazı yaşı küçük kızların da bu Haçlı ordusuna katıldığı bilinmektedir. Bu orduya yaşı küçük papaz yamakları da dinsel kişiler olarak katıldığı bildirilir.
Bu büyük ordunun hemen hepsi yürüyen piyade idi. Ancak Stephen için çok süslü resimlerle kaplı bir arabada bulunmaktaydı ve zengin ailelerden gelme ve at alıp ona bakacak kadar serveti olan gençler atla Stephen'in arabasına refakat etmekteydi. Bu yolculukta halk Stephan'ı bir evliya olarak karşılamakta ve genellikle çocuk ordusuna ellerinden geldiği kadar yardımı esirgememekteydiler. Bununla beraber bu yolculuk gayet güç olmuştur. Çocuk haçlı ordusu once Tours'a, oradan Loire Nehri kıyısından Bourges'a ve Nevers'de bu nehri geçerek Lyon;a ve oradan Rhone Nehri kenarından Avignon'a gelmiş ve oradan da Rhone Nehri deltasından Marsilya'da Akdeniz sahillerine erişmişti. Avignon'da bu Haçlı çocuk ordusu, 1209'dan beri Katarlara karşı Okitanya'da Haçlı Seferleri sürdüren Dük Simon de Montfort ve Citeaux Manastırı Başrahibi Amalric'in tepeden tırnağa kadar silme silahlı ve savaşta çok tecrübeli Haçlı ordusu mensupları ile karşılaşmışlardır. Bu iki Haçlı ordusu karşılaştırılınca, Haçlı çocuk ordusunun ne kadar harb sanatından habersiz, ne kadar silah ve harp malzemesi yoksunu ve ne kadar savaşma ve ordu idaresinde tecrübesiz olduğu gayet açık ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu yolun uzunluğu; havanın sıcaklığı; sussuzluk; bu nedenle güzergahtaki yerleşkelerde yiyecek sıkıntısı bulunması ve bu ordunun iaşesi için etraftaki halkın hayırseverliğine dayanılma, devamlı hastalık ve salgınlar dolayısıyla Haçlı çocuk ordusu bu yolculukta büyük sayıda ölümle zayiat vermişti.
Marsilya şehri halkı Haçlı çocuk ordusunu çok iyi karşıladılar; çocukların çoğu şehrin evlerinde misafir olmakla beraber büyük bir sayıda çocuk da şehrin sokaklarında acik havada yatmak zorunda kaldı. Çocuk ordusu Marsilya limanı sahilinde toplanınca denizin yarılmadığı ve bekledikleri gibi Kudüs'e yarılmış denizin dibinden karadan yürüyerek gitmenin imkansız olduğu anlaşıldı. Marsilya'ya varabilen çocuk ordusu bunu ordunun başında bulunan Stephen'in ihaneti ve Tanrının Haçlılardan hoşlanmadığına bir işaret olarak gördüler ve bir kısmı evlerine geri dönmeye karar verdi.
Marsilya'da sahilde hala Tanrı'nın kendilerine destek sağlaması beklenirken Marsilya'lılar bunların sorunlarına bir çare buldular. Geleneğe göre "Demir Hugues" ve "Domuz Guillaume" adlı iki Marsilya'lı tüccar Haçlı çocuklardan hiç para istemeden onlara yardım etme teklifi yaptılar. Bu iki tüccarın şehirde çok iyi itibarları olması; Filistin'de Akka'da temsilcileri bulunması; Marsilaya'dan Akka'ya gidebilecek gemileri hiç ücret istemeden kiralayabilme vaadleri, çocuk ordusunun lideri Stephen'i onların iyi niyetlerine ve hayırseverliğine inandırdı. Stephen onları Tanrı'nın bir nimeti olduğuna inanç getirerek onların çocuk ordusunu gemiyle Filistin'e götürme tekliflerini kabul etti. Haçlı çocuk ordusu 1212 Ağustos sonunda Akka'ya gitmek üzere, bindirildikleri 7 kiralanmış gemi ile Marsilya limanından ayrıldı. Bu gemilerin ve Haçlı çocuk ordusunun akıbeti hakkında hiçbir haber yıllarca Marsilya'ya geri gelmedi.
Bu gemilerin Marsilya'dan ayrılmasından 18 yıl sonra, Marsilya'ya doğu Akdeniz'den gelen bir tüccar gemisiyle gelen orta yaşlı bir Hristiyan papaz bu Haçlı çocukların akıbeti için çok acayip gerçekleri açıkladı. Bu orta yaşlı papaz, anlattıklarına göre, 18 yıl önce Marsilya'dan gemi ile ayrılan Stephen'in Haçlı çocuk ordusunda çok genç bir papaz yamağı idi. Bu gemiler Marsilya'dan ayrıldıktan birkaç gün sonra açık denizde Sardinya'nın güneybatı köşesinde bulunan "St. Pietro" adası açıklarında bir fırtınaya tutulmuşlar; 7 gemiden 2'si bu fırtınada batmış ve bu deniz kazasından hiç kurtulan Haçlı çocuk olmamıştır. Geri kalan 5 gemi birkaç gün sonra açık denizde Mağrıp'ten gelen bir Arap korsan filosu ile karşılaşmış ve bu filoya teslim olmak zorunda kalmıştir. Anlaşıldığına göre Marsilya'nın "itibarlı" tüccarları olan "Demir Hugues" ve "Domuz Guillaume" bu korsanlarla devamlı ittifak halinde olup 7 gemi dolusu çocuğu Arap korsanlara köle olmaları için anlaşıp satmışlar; ama ancak 5 gemi dolusu çocuğu onlara teslim edebilmişlerdir. Arap korsanlar gemilerle çocukları köle olarak satılmaları için Cezayir'in "Becayet (Bougie)" limanına götürülmüşlerdir. Bunlardan birçoğu Cezayirli Araplar tarafından köle olarak satın alınmışlar ve hayatları boyunca onlara hizmetgarlık yapma boyunduruğu altına girmişlerdir. Diğer bir kısım çocuk, kölelere daha fazla fiyat alacaklarını bilen Arap korsanlar tarafından Mısır'da İskenderiye limanına götürülmüşler ve orada esir pazarlarında satılmışlardır.
Burada satın kölelerin çoğu İskenderiye'nin Memluk valisi tarafından satın alınmıştır. Bu vali tarafından satın alınan köleler Kahire'ye götürülmüşler ve Sultan Kamil'in kardeşi olan Adil adlı Mısır valisinin kaleminde katılıp, katip, Batı dilleri tercümanı, hatta eğitmen olarak nisbeten prestijli işlerde kullanılmışlardır. Papazın söylediğine göre 700 kişiye varan bu eski Haçlı çocuk grubu Kahire'de rahat bir hayat sürmekte ve hiçbirine din değiştirmesi için hiçbir baskı yapılmamakta idi. İskenderiye'de esir olarak satılan nisbeten ufak sayıda Haçlı çocuk Bağdad'a götürülmüş ve orada esir pazarında satılmışlardır. Papazın bunlardan 18'nın din değiştirmeye zorlandıkları için ölmeyi tercih ettiklerinin haberini aldığını bildirmiştir. Kahire'de rahat bir hayat süren papaz ise en sonunda sahibinden kendini esirlikten azat etmesini sağlamış ve serbest olunca Fransa'ya geri dönmeyi başarmıştır.
DAHA DÜN ÇANAKKALE'DE, KABİL'DE! BAĞDAT'TA YAKIN ZAMANDA, ŞİMDİLERDE ŞAM' DA;
PEKİ YA YARIN?!..
“Bilgililerin ilgisiz, ilgililerin bilgisiz olduğu” bir süreçten geçiyoruz, demiştik ya a dostlar…hasılı; ibret almayan ibretlik olur!
Hükümet bebek katilinin sebep olduğu olayları nihayetlendirmek adına “akil adamlar” arayadursun…
Arakan’da Müslümanlar yakılıversin…
İstanbul’da içki satan dükkanların raflarında İstanblue markalı votkalar satılıversin…
Pıtrak gibi açılan işgalci kültür ordularının garnizon merkezleri avmlerde yabancı marka alışkanlığı boca edilrken damarlarımıza...
Kentsel dönüşüm alanları aynı zamanda yabancı isimlerle açılan sitelerde kültürel dönüşüm merkezlerine dönüşürken...
Mahallelerimizi ve sokaklarımızı yitirirken...
Türkülerimizden ibibikler ve turna kuşları yok edilirken...
LBGT ahlaksızlık örgütü ile, kanlı terör örgütleri ile ve cehaletimiz ve fakirliğimiz malzeme yapılarak talan edilirken gençliğimin aklı, gönlü...Modernite dininin mensuplarına dönüşürken ümmet-i Muhammedin müminleri...
Pıtrak gibi açılan işgalci kültür ordularının garnizon merkezleri avmlerde yabancı marka alışkanlığı boca edilrken damarlarımıza...
Kentsel dönüşüm alanları aynı zamanda yabancı isimlerle açılan sitelerde kültürel dönüşüm merkezlerine dönüşürken...
Mahallelerimizi ve sokaklarımızı yitirirken...
Türkülerimizden ibibikler ve turna kuşları yok edilirken...
LBGT ahlaksızlık örgütü ile, kanlı terör örgütleri ile ve cehaletimiz ve fakirliğimiz malzeme yapılarak talan edilirken gençliğimin aklı, gönlü...Modernite dininin mensuplarına dönüşürken ümmet-i Muhammedin müminleri...
MÜSLÜMAN TÜRK AÇILIMININ ZAMANI GELMEDİ Mİ?
İLAY-I KELİMETULLAH RUHU- EMR-İ BİL MARUF NEHY-İ ANİL MÜNKER TERBİYESİ İÇİN! YENİDEN BÜYÜK TÜRKİYE İÇİN! ALLAH RIZASI İÇİN! ÇOCUKLARIMIZI MANKURTLAŞMAKTAN KURTARMAK İÇİN! TAM VE BAĞIMSIZ TÜRKİYE İÇİN!
İLAY-I KELİMETULLAH RUHU- EMR-İ BİL MARUF NEHY-İ ANİL MÜNKER TERBİYESİ İÇİN! YENİDEN BÜYÜK TÜRKİYE İÇİN! ALLAH RIZASI İÇİN! ÇOCUKLARIMIZI MANKURTLAŞMAKTAN KURTARMAK İÇİN! TAM VE BAĞIMSIZ TÜRKİYE İÇİN!
Ya da!...
Siz TOKİLERDEN konutlanın cennetten köşk bekleyen insanlar! Hem ki onlar yazarlarsa duvarlarına Türken Raus elbet bizde yazacaktık kotlarımıza Lewi’s, kursaklarımıza Mc Donald's...gibisi yok! ATEŞ SİZİ ÇAĞIRIYOR! KİME GAM KARDEŞİM?! NASILSA SÜLEYMAN SOYLUYDU, NUMAN KURTULMUŞTU! BEN ALDIĞIM İHALEYE BAKARIM GARDAŞ! EY YEŞİL SARIKLI HOCALAR, NİYE SUSTUNUZ? RENKLİLER, BEYAZLAR, RENKSİZLER; NERDESİNİZ? HEM NEYİMİZE YETMİYOR Kİ ÇAMLICAYA YAPILICAK CAMİ? WALT DİSNEY'İN MİCKEY MAUSE U KEMİRMEKTE HAYATIMIZI! DÜN ÜÇ KITANIN EFENDİSİ ŞİMDİLERDE YÜZÜKLERİN EFENDİSİ!
Dilimize, dinimize neden PEPEydik yahu?
Hasılı; 75 milyonluk nüfusumuzun 25 milyonu 12 yaş altı çocuklarımızdan ibaret. Çocuklarımız yani geleceğimiz... Şirk kültürü ile büyümekte, ahlaksızlık cenderesinde kirlenmekte!..
Biri 2071 mi dedi?
Biri 2071 mi dedi?
BİR KURMAĞA KERMİT HİKAYESİ ALIR MISINIZ?
Bilim adamları, kaynamaya yakın sıcaklıktaki bir kova suyun içine bir kurbağa bırakıyorlar. Kurbağa, ani bir refleksle kendini kovanın dışına atıyor.
Aynı bilim adamları, aynı kurbağayı bu sefer, oda sıcaklığındaki suyla dolu olan aynı kovanın içine bırakıyorlar. Kurbağa, keyif içinde öylece duruyor suyun içinde.
Bilim adamları, suyun sıcaklığını çok yavaş bir biçimde artırmaya başlıyorlar. Kurbağada çıt yok. Kurbağa memnun...
Ama su yavaş da olsa, ısınmaya devam ediyor. Diğer bir deyişle, kurbağanın “suyu ısınıyor...” Suyun sıcaklığı kademe kademe arttıkça kurbağanın keyfinde bir değişiklik olmuyor; ancak, biraz sersemler gibi oluyor.
Derken, bu sersemlik hali, daha artıyor... Ve kurbağa, kendi sersemliği içinde daha derinlere doğru yol alırken, kovanın içinden dışarıya atlayarak kendisini bu cendereden kurtaracak gücü de gittikçe kaybediyor... Ve göz göre göre... Ve sessiz sedasız… Bizim kurbağa kaynar hale gelecek suyun içinde haşlanıp gidiyor...
Bilim adamları düşünüyorlar: - Peki niçin böyle oldu?.. Çünkü, diyorlar, kurbağanın hayatına yönelen tehditleri algılayan içgüdüsel ayarları, çevresindeki “ani” değişimlere göre kodlanmıştır... Kademe kademe ve yavaş yavaş oluşan değişikliklere göre değil!..
Ancak… Deney sırasında bazı kurbağaların, yavaş yavaş ısınmaya devam eden su belirli bir sıcaklığa erişince zıplayıp, hayatlarını kurtardıkları da gözlemleniyor. Ama kurbağaların çok büyük bir kısmı “değişim”i algılayamadıkları için haşlanarak ölüyorlar..
Bilim adamları, bu deneyden kalkarak, önemli sonuçlara ulaşıyorlar:
- Durum biz insanlar için de pek farklı değildir. Hayatımızda ani değişimler olmadan ya da ciddi ve ani bir tehdit ortaya çıkmadan pek harekete geçmeyiz.
- Tek tek insanlardan oluşan insan topluluklarında, yani toplum, yani ülke, yani devletlerde de durum aynen böyle. Suyumuz ısınmasını yavaş yavaş sürdürüyorsa, yerimizden kımıldamaya yanaşmayız!
- Sıradan ve rahat ortamımızın bize doğru yansıttığı güven aldatmacasına tembelce sığınırız!. Bu rahatlık ortamının ısısı sürekli olarak artsa bile böyle...
- Dünyevi veya uhrevi kişisel hayatımızda da bu aynı tavrı sürdürme eğilimindeyizdir. Dünya hayatının cazibesi bizi uyuşturuyor, ahireti yani sonumuzu düşünmemizi engelliyor.
- Toplumsal hayatımızda da. Kendimizi koruma içgüdümüz, gerek kişisel alanda ve gerekse toplumsal arenada “suyumuz yavaş yavaş ısınmakta devam ediyorsa...” tehlikeleri algılayamaz bir uyuşukluğa dönüşür.
Ve sonuç olarak, ne kendimizi ve ne de ülkemizi savunamaz bir hale geliriz. Sonra, haşlanıp, gideriz bu dünyadan...
ÇOCUKLUĞUNU YAŞAYAMAMIŞ BÜYÜKLERE BİR MASAL DAHA:
TİLKİ İLE TAVUKLARIN HİKAYESİ
ABD’de bir askeri okulda ders olarak anlatılan Horoz ve Tilki Hikayesini dillendirelim bu kez.
“Dershanede hocayı beklerken ışıklar kapanmış ve bir çizgi film gösterilmeye başlanmış.
...Filmin adı ” Küçük Tavuk “. Bir kümes var. Kümeste bir çok tavuk ile genç ve küçük horozlar, bir de kümesin yaşlı ve büyük horozu bulunuyor. Kümesin etrafında da bir tilki dolaşıyor. Yaşlı ve büyük horoz, tilki içeri girmesin diye kümesin kapısını sıkı sıkıya kapatmış, tavukları dışarı bırakmıyor. Tabii dışarı çıkamadıkları için doğru dürüst yemlenemeyen tavuklar da zayıf ve küçük tavuklar. Yaşlı ve büyük horoz ise dışarı bırakmadığı tavuklara ölmeyecek kadar mısır tanesi dağıtarak yaşamalarını sağlıyor.
Kümese giremeyen tilki bunun üzerine kümesin tellerinde küçük bir delik açarak küçük ve genç bir horoza sesleniyor ve ona biraz mısır veriyor. Mısırı yiyen küçük ve genç horoz her gün gelip tilkiden mısır alıyor. Bir süre sonra tilki küçük ve genç horoza tek başına yiyebileceğinden fazla mısır verince genç horoz hem kendisi yiyor hem de diğer tavuklara mısır dağıtıyor. Böylece yavaş yavaş yaşlı ve büyük horozun kümesteki gücü kırılıyor. Horozun etrafındaki tavuklar azalmaya başlıyorlar. Artık popüler olan genç ve artık irileşen horozun etrafında ise tavuklar toplanıyor.Bu aşamada tilki kümesin kapısının önüne mısır bırakıyor. Kümeste bir tartışma çıkıyor. Kapıyı açalım mı açmayalım mı diye. Sonunda korkarak kapıyı açıyorlar ve kafalarını dışarı uzatıp yemlenip hemen geri çekiyorlar. Bir süre böyle devam ediyor. Hiçbir şey olmuyor. Kümesteki tavuklar rahatlıyor. Korkuları azalıyor. Nihayet bir gece tilki kümesin önündeki avluya mısır döküyor. Artık korkusuz olan tavuklar genç ve artık güçlü horozun öncülüğünde dışarı çıkıyor ve rahat rahat yemleniyorlar. Kümesteki her tavuk semiriyor. Tilki bir süre sonra gece kümesin kapısından kendi mağarasına kadar mısır tanelerini döküyor. Sabah kümesten çıkan ve korkusuzca yemlenen tavuklar yemlene yemlene mağaraya kadar gidiyorlar. Sonra mağaraya giriyorlar. Onları içeride bekleyen tilki bütün kümes mağaraya girince mağaranın kapısını kapatıyor.”
Çizgi film burada bitmiş. Işıklar yanmış. Ve dersin hocası kürsüye çıkarak, “İşte Üçüncü Dünya ülkeleri böyle yönetilir” diyerek derse başlamış.
***
Sorular:
1-Kümes NERESİ?,
2-Yaşlı horozlar KİMLER?
3-Genç horoz KİM, şu anda neler yapıyor?
4-En önemlisi tilki KİM?
Buna göre içinde bulunduğumuz durumu sorgular isek binlerce yorum ortaya çıkar.
Unutmayalım Ulusların dostları yok sadece çıkarları vardır.
“Dershanede hocayı beklerken ışıklar kapanmış ve bir çizgi film gösterilmeye başlanmış.
...Filmin adı ” Küçük Tavuk “. Bir kümes var. Kümeste bir çok tavuk ile genç ve küçük horozlar, bir de kümesin yaşlı ve büyük horozu bulunuyor. Kümesin etrafında da bir tilki dolaşıyor. Yaşlı ve büyük horoz, tilki içeri girmesin diye kümesin kapısını sıkı sıkıya kapatmış, tavukları dışarı bırakmıyor. Tabii dışarı çıkamadıkları için doğru dürüst yemlenemeyen tavuklar da zayıf ve küçük tavuklar. Yaşlı ve büyük horoz ise dışarı bırakmadığı tavuklara ölmeyecek kadar mısır tanesi dağıtarak yaşamalarını sağlıyor.
Kümese giremeyen tilki bunun üzerine kümesin tellerinde küçük bir delik açarak küçük ve genç bir horoza sesleniyor ve ona biraz mısır veriyor. Mısırı yiyen küçük ve genç horoz her gün gelip tilkiden mısır alıyor. Bir süre sonra tilki küçük ve genç horoza tek başına yiyebileceğinden fazla mısır verince genç horoz hem kendisi yiyor hem de diğer tavuklara mısır dağıtıyor. Böylece yavaş yavaş yaşlı ve büyük horozun kümesteki gücü kırılıyor. Horozun etrafındaki tavuklar azalmaya başlıyorlar. Artık popüler olan genç ve artık irileşen horozun etrafında ise tavuklar toplanıyor.Bu aşamada tilki kümesin kapısının önüne mısır bırakıyor. Kümeste bir tartışma çıkıyor. Kapıyı açalım mı açmayalım mı diye. Sonunda korkarak kapıyı açıyorlar ve kafalarını dışarı uzatıp yemlenip hemen geri çekiyorlar. Bir süre böyle devam ediyor. Hiçbir şey olmuyor. Kümesteki tavuklar rahatlıyor. Korkuları azalıyor. Nihayet bir gece tilki kümesin önündeki avluya mısır döküyor. Artık korkusuz olan tavuklar genç ve artık güçlü horozun öncülüğünde dışarı çıkıyor ve rahat rahat yemleniyorlar. Kümesteki her tavuk semiriyor. Tilki bir süre sonra gece kümesin kapısından kendi mağarasına kadar mısır tanelerini döküyor. Sabah kümesten çıkan ve korkusuzca yemlenen tavuklar yemlene yemlene mağaraya kadar gidiyorlar. Sonra mağaraya giriyorlar. Onları içeride bekleyen tilki bütün kümes mağaraya girince mağaranın kapısını kapatıyor.”
Çizgi film burada bitmiş. Işıklar yanmış. Ve dersin hocası kürsüye çıkarak, “İşte Üçüncü Dünya ülkeleri böyle yönetilir” diyerek derse başlamış.
***
Sorular:
1-Kümes NERESİ?,
2-Yaşlı horozlar KİMLER?
3-Genç horoz KİM, şu anda neler yapıyor?
4-En önemlisi tilki KİM?
Buna göre içinde bulunduğumuz durumu sorgular isek binlerce yorum ortaya çıkar.
Unutmayalım Ulusların dostları yok sadece çıkarları vardır.
YAZININ BUNDAN SONRASINI ÇOCUKLAR OKUSUN!
Şimdiden belirtelim. Suriye’den sonraki durak Yemen olacaktır. Yani İngiliz’in işbirlikçi Arablarla işbirliği yaparak Medine’yi işgaline itiraz için ecdadımızın 1 milyon şehid verdiği YEMEN!
Ardından gelsin Arabistan’nın işgali! Çünkü Fahd’ın Batı’daki bankalarda çok yüklü miktarda parası var. Bu para daralan ekonomisine çıkış yolları arayan, iflasın eşiğindeki Amerika’nın ağzının suyunu akıtmaktadır.
Akıncı “Arap Baharının” nedenlerinin başka boyutları yani..
Amerika ve Avrupa’nın derinden yaşadığı ekonomik kriz dolayısıyla isyanlar ‘çıkartılıyordu.’ Daha doğrusu ABD ve Avrupa krizden de öte resmen iflasın eşiğine gelmişlerdi. Bunun için yapılacak en iyi şey yeni hazinelere açılmaktı.
İşte tam bu noktada ‘dünyanın sahibi’ iki aileyi görmezden nasıl geliriz? Rockefeller ve Rothschild’ler…
Rothschild ailesinden bir temsilcinin, Tunus’u ziyaret ettiğini ve Zeynel Abidin Bin Ali’den Tunus Merkez Bankasının % 15’ini istediğini unutmayalım Bin Ali itiraz edememişti. Sir Eveleyn De Rothschild aynı talebi Mısır’ın lideri Hüsnü Mübarek’e de götürmüştü. “Merkez Bankası’nın % 15’ini bana devrediyorsun!”
Mübarek itiraz edecek gibi olmuştu. Ama başına gelenleri görüyoruz.
Akıncı “Arap Baharının” nedenlerinin başka boyutları yani..
Amerika ve Avrupa’nın derinden yaşadığı ekonomik kriz dolayısıyla isyanlar ‘çıkartılıyordu.’ Daha doğrusu ABD ve Avrupa krizden de öte resmen iflasın eşiğine gelmişlerdi. Bunun için yapılacak en iyi şey yeni hazinelere açılmaktı.
İşte tam bu noktada ‘dünyanın sahibi’ iki aileyi görmezden nasıl geliriz? Rockefeller ve Rothschild’ler…
Rothschild ailesinden bir temsilcinin, Tunus’u ziyaret ettiğini ve Zeynel Abidin Bin Ali’den Tunus Merkez Bankasının % 15’ini istediğini unutmayalım Bin Ali itiraz edememişti. Sir Eveleyn De Rothschild aynı talebi Mısır’ın lideri Hüsnü Mübarek’e de götürmüştü. “Merkez Bankası’nın % 15’ini bana devrediyorsun!”
Mübarek itiraz edecek gibi olmuştu. Ama başına gelenleri görüyoruz.
Hasılı; ya biz?
“Türkiye Merkez Bankası’nın da % 15’i İngilizlere aittir.”
Yoksa biz de “Arap Baharı”nı yıllar önce yaşamış olmayalım?
1928 ve 29 daki dünya ekonomik krizi ve bize dayatılan Osmanlı’nın borç sarmalının gölgesinde kurulan Merkez Bankamızın hikayesine bir kulak versek!
***
Son Kuruşuna Kadar Osmanlı’nın Borçlarını Ödüyoruz…Peki Ama Niye?
Sorulması gereken soru şudur.
Osmanlı’nın A’dan Z’ye tüm mirasını reddederken neden borçlarını üstlendik?
Şimdi düşünelim. Hem 7 düvele karşı savaş kazandınız. Hem de yıktığınız devletin tüm borçlarını üstleniyorsunuz. Üstelik Misak-ı Milli olarak ilan ettiğiniz en kıymetli topraklar olan Musul ve Kerkük’ü İngilizlere bırakıyorsunuz… Yakın zamanda bebek katilinin mektubunda belirttiği misak-ı milli bir kürt misak-ı millisi olmasın sakın diyerek devam edelim.
Sormadan edemiyor insan…Peki niye?
Önce Osmanlı’dan devraldığımız borç sarmalına bir göz atalım.
24 Temmuz 1923 de imzalanan Lozan anlaşmasına göre Osmanlı’nın borçları tasfiye edilmesine karar verildi. Lozan’da alınan karar, 1928 de imzalanan Paris anlaşmasıyla ödeme planına bağlandı. (Ama dikkat edin…Dünya tam da tarihin en büyük ekonomik krizinin eşiğindeyken…)
Borçtan, imparatorluğun bakiyesi 14 ülke daha sorumlu tutuldu. Arnavutluk, İtalya, Filistin , Bulgaristan, Irak, Lübnan, Yunanistan, Yugoslavya gibi Osmanlı imparatorluğundan doğmuş ülkelerde bu borçtan sorumluydular.
Aklınız karışmasın…
BOŞ KONUŞUYORUZ A DOSTLAR!
%1912 den önceki borçların % 62 si, 1912 den sonraki borçların ise 75 i Türkiye Cumhuriyet’ine ait sayıldı. Yani borçların ¾’ünden fazlası bizim sayıldı. Kalan ¼ lük bölüm ise 14 ülke arasında pay edildi.
Bu ülkelerin çoğu bu borcu ödemedi. Sadece İtalya ve birkaç Arap ülkesi paylarına düşen küçük miktardaki borcu kapattılar. Yunanistan, Arnavutluk, Yugoslavya, Arabistan, Yemen ise tek kuruş ödemediler. Biz ise son kuruşuna kadar ödedik…
“Türkiye Merkez Bankası’nın da % 15’i İngilizlere aittir.”
Yoksa biz de “Arap Baharı”nı yıllar önce yaşamış olmayalım?
1928 ve 29 daki dünya ekonomik krizi ve bize dayatılan Osmanlı’nın borç sarmalının gölgesinde kurulan Merkez Bankamızın hikayesine bir kulak versek!
***
Son Kuruşuna Kadar Osmanlı’nın Borçlarını Ödüyoruz…Peki Ama Niye?
Sorulması gereken soru şudur.
Osmanlı’nın A’dan Z’ye tüm mirasını reddederken neden borçlarını üstlendik?
Şimdi düşünelim. Hem 7 düvele karşı savaş kazandınız. Hem de yıktığınız devletin tüm borçlarını üstleniyorsunuz. Üstelik Misak-ı Milli olarak ilan ettiğiniz en kıymetli topraklar olan Musul ve Kerkük’ü İngilizlere bırakıyorsunuz… Yakın zamanda bebek katilinin mektubunda belirttiği misak-ı milli bir kürt misak-ı millisi olmasın sakın diyerek devam edelim.
Sormadan edemiyor insan…Peki niye?
Önce Osmanlı’dan devraldığımız borç sarmalına bir göz atalım.
24 Temmuz 1923 de imzalanan Lozan anlaşmasına göre Osmanlı’nın borçları tasfiye edilmesine karar verildi. Lozan’da alınan karar, 1928 de imzalanan Paris anlaşmasıyla ödeme planına bağlandı. (Ama dikkat edin…Dünya tam da tarihin en büyük ekonomik krizinin eşiğindeyken…)
Borçtan, imparatorluğun bakiyesi 14 ülke daha sorumlu tutuldu. Arnavutluk, İtalya, Filistin , Bulgaristan, Irak, Lübnan, Yunanistan, Yugoslavya gibi Osmanlı imparatorluğundan doğmuş ülkelerde bu borçtan sorumluydular.
Aklınız karışmasın…
BOŞ KONUŞUYORUZ A DOSTLAR!
%1912 den önceki borçların % 62 si, 1912 den sonraki borçların ise 75 i Türkiye Cumhuriyet’ine ait sayıldı. Yani borçların ¾’ünden fazlası bizim sayıldı. Kalan ¼ lük bölüm ise 14 ülke arasında pay edildi.
Bu ülkelerin çoğu bu borcu ödemedi. Sadece İtalya ve birkaç Arap ülkesi paylarına düşen küçük miktardaki borcu kapattılar. Yunanistan, Arnavutluk, Yugoslavya, Arabistan, Yemen ise tek kuruş ödemediler. Biz ise son kuruşuna kadar ödedik…
Sahi İsrail mavi Marmara ile ilgili ödeyeceği komik tazminatın karşılığını misli ile nasıl bir işbirliği operasyonunda telafi edecektir?
Peki borçların tasfiyesi nasıl yapıldı?
Osmanlı imparatorluğunun kaybedilen topraklarının, Türkiye’ye düşen toplam borçtan indirilmesi esas alındı. Yani Türkiye’nin sınırları dışında kalmış imparatorluk topraklarının “değer”i borçtan düşülecekti.
İyi de nasıl?
Toprak değeri nasıl ölçülecekti?
O zamanki adı Cemiyet-i Akvam olan Milletler Cemiyeti bu durumun çözümü için bir hukuk profesörü hakem belirledi.
İsviçreli bir Yahudi olan olan Eugene Borel !
Borel, sınırlarımız dışında bıraktığımız toprakların ‘emlak değer’inin baz alınması gerektiğini savunuyordu. Ama toprağın salt emlak değeriyle ele almak bizim için intihar demekti. Örneğin altında petrol kaynadığı anlaşılmış olan Musul’la, Bulgaristan’daki ıssız bir dağ köyü aynı sayılacaktı.
Hasılı; Türk Maliyesi ve yetkililerin verimli, verimsizliğin borç ödemede kıstas alınmasında önceki kararlarından vazgeçerek doğrudan alınan vergi gelirine dönmesi hatalı bir davranış olmuştu. Bugün verimsiz arazi gelecekte verimli olabilir, ayrıca petrol gelirleri de arazi gelirine dahil edilebilirdi. Hata burada yapılmıştı. Osmanlı’nın işgal edilen topraklarının bedeli yer altı ve yer üstü değerleri ile borç ödemede kullanılmalı idi.
Bu tuhaflık dönemin meclisinde de gündeme geldi. Denizli milletvekili Mazhar Müfit Bey bu tuhaf takası eleştirdi.
“Maalesef ben meseleyi o kadar pembe görmüyorum. Tamamen Osmanlı imparatorluğuna ait olan ve cümlemizin malumu vechile müvellidi servet olmak üzere değil, zevk-i safaya, safahata saif edilmiş olan bu milyonlara varan borcun ne suretle ödeyeceğimize dair elimize gelen bu sözleşme ve ekleri çok ağırdır.
Acaba bize miras olarak, yüksek binaları, varidatı hayvanatı, vs. ile bir çiftlik mi kaldı? Yanmış yıkılmış,işçileri boğazlanmış, hatta toprağı zapt edilmiş, varisleri kovulmuş böyle bir vaziyet hadis olmuştu.
Biz canımızı feda edelim, kanımızı akıtalım, o yerleri karış karış alalım fazla olarak tahrip edilen bu yerler için mağlup tarafından Avrupa’nın diğer galipleri olduğu gibi “10” para bile verilmesin, sonra sen gel imparatorluğun yüzlerce milyon borcunu ver…
Bana tamirat için on para vermediniz ki benden almak istiyorsunuz. Avrupa’da böyle mi olur? Fransa borçlarını vermek için Almanya’dan tamirat parasını alayım da vereyim. Aynı teraneyi İngiltere’de Amerika’ya söylüyor. Bize gelince anlaşılıyor ki Garp(Batı) sermayedarları, sen elem içinde çalış, bütün mahsulünü ben zevk-ü sefa içinde yiyeceğim diyor.
Mazhar Müfit Bey isyanında haklıydı.
Kazandığımız bir savaş sonrasında bu kadar çok taviz verilir miydi? Ya da soruyu tersten soralım. Osmanlı’nın borçlarını genç cumhuriyetin omzuna kim yıktı? Ve daha da yakıcı soru…
Musul’u ve Kerkük’ü bırakmamızı kimler istedi?
Neyse…
(Unutmadan belirteyim. Türkiye Osmanlı borçlarının son taksitini 1954 yılında kapattı. Hem de tüm faizleriyle… )
Dönelim Merkez Bankasına…
Güçlü bir Maliye’nin kurulabilmesi için para politikalarının düzenlenmesi gerekiyordu. Bunun önünde de iki büyük engel vardı. Birincisi Osmanlı’dan devralınan borçlar, ikincisi bir merkez bankasının olmayışı. Birincisi halledilmişti. En azından ödeme planına bağlanmıştı. Ama merkez bankasının olmayışı ciddi sorundu. Halen devletin tüm parası ve işlemler Osmanlı Bankası üzerinden yürütülüyordu.
İsmet Paşa’nın hükümet programında dile getirdiği “Devlet Bankasına ait kanun taslaklarını bu sene Büyük meclise takdim edeceğiz. Bir seneye kadar bir zaman zarfında da Cumhuriyet Bankası’nın küşadının çıkacağını ümit ediyorum.” şeklindeki sözleri Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının kuruluşunun ilk ve en önemli sinyali oldu.
Aslında Lozan’a göre banknot ihraç etme yetkisine sahip Osmanlı Bankasının 1924 yılında sözleşmesi sona erecekti. Ancak Osmanlı Bankasını bir devlet bankasına dönüştürme çabalarının sonuçsuz kalmasıyla sözleşmenin yeniden uzatılması gerekliliği doğdu. Hükümetin bazı isteklerini de yerine getirme karşılığında Osmanlı Bankasının sözleşmesi uzatıldı.
Bununla beraber merkez bankasının kuruluşunda öncü rolü oynamak üzere bir yarışta başlamıştı. Ziraat Bankası ve İş Bankası Merkez bankasının kuruluş sürecinde etkin rol almak üzere birbirleriyle yarış halindeydiler.
Ama bu iki milli bankamıza banknot ihraç etme yetkisi verilmedi.
Yeni ve bağımsız bir banka kurulacaktı.
1928 yılında Türkiye’ye davet edilen Hollanda Merkez Bankası İdare Meclisi Üyesi Dr. G. Vissering, özerk merkez bankası için bir rapor hazırladı. Onu İtalyan Uzman Kont Volpi izledi.
Lozan Üniversitesinden Prof. Leon Morf’un desteğiyle Merkez Bankası yasa tasarısı hazırlandı. Tasarı, TBMM’de 11 Haziran 1930 tarihinde kabul edildi.
Artık bizim de bir Merkez Bankamız vardı.
Ama durun…Peki ya hisseler kime aitti? Öyle ya…Yüzde yüz Türk hissedarların oluşturduğu Ziraat ve İş Bankası tercih edilmediğine göre…
Bankanın hisseleri (A), (B), (C) ve (D) sınıflarına ayrıldı. A sınıfı hisseler Hazineye ait olacaktı. B sınıfı hisseler milli bankalara, C sınıfı hisseler yabancı bankalar ile imtiyazlı şirketlere, D sınıfı hisseler ise Türk ticaret kuruluşlarıyla Türk uyruklu gerçek ve tüzel kişilere ayrılmıştı.
Kuruluşunda özerkliği korumak için sadece % 15 i hazinenin elinde tutuluyordu. Kalan hisseler dağıtılmıştı.
İşte dağıtılan bu hisselerin bir kısmı da İngiliz Bankaları ve yatırımcılarınındı. Daha doğrusu İngiliz tefeci ve bankerlerin. Başka ülkelerde vardı hissedar olan. Fransız , İtalyan, vs.
Bugün ise Merkez Bankamızın ancak % 54.73’ü hazineye ait.
Kalan 45.27 lük hisse ise milli bankalar, diğer bankalar ve şahıslara dağılmış durumdadır. Diğer Bankaların içerisinde yabancı bankalarda var. İngiliz ve İtalyan Bankaları ilk sırada.
Şahıslar kimler diye baktığımızda; en büyük hissedar Ankaralı bir Yahudi vatandaşımızdır!
***
Evet işte böyle…
Yine Küresel bir soygun var…Yine ona bağlı bir küresel ekonomik kriz var…Ve yine iki ailenin güdümündeki emperyalizm Ortadoğu ülkelerinin başına çöküyor.
Ve yine Merkez Bankasından talep edilen oran değişmiyor. % 15!
Tıpkı 1929 da yaşadığımız gibi…
Peki borçların tasfiyesi nasıl yapıldı?
Osmanlı imparatorluğunun kaybedilen topraklarının, Türkiye’ye düşen toplam borçtan indirilmesi esas alındı. Yani Türkiye’nin sınırları dışında kalmış imparatorluk topraklarının “değer”i borçtan düşülecekti.
İyi de nasıl?
Toprak değeri nasıl ölçülecekti?
O zamanki adı Cemiyet-i Akvam olan Milletler Cemiyeti bu durumun çözümü için bir hukuk profesörü hakem belirledi.
İsviçreli bir Yahudi olan olan Eugene Borel !
Borel, sınırlarımız dışında bıraktığımız toprakların ‘emlak değer’inin baz alınması gerektiğini savunuyordu. Ama toprağın salt emlak değeriyle ele almak bizim için intihar demekti. Örneğin altında petrol kaynadığı anlaşılmış olan Musul’la, Bulgaristan’daki ıssız bir dağ köyü aynı sayılacaktı.
Hasılı; Türk Maliyesi ve yetkililerin verimli, verimsizliğin borç ödemede kıstas alınmasında önceki kararlarından vazgeçerek doğrudan alınan vergi gelirine dönmesi hatalı bir davranış olmuştu. Bugün verimsiz arazi gelecekte verimli olabilir, ayrıca petrol gelirleri de arazi gelirine dahil edilebilirdi. Hata burada yapılmıştı. Osmanlı’nın işgal edilen topraklarının bedeli yer altı ve yer üstü değerleri ile borç ödemede kullanılmalı idi.
Bu tuhaflık dönemin meclisinde de gündeme geldi. Denizli milletvekili Mazhar Müfit Bey bu tuhaf takası eleştirdi.
“Maalesef ben meseleyi o kadar pembe görmüyorum. Tamamen Osmanlı imparatorluğuna ait olan ve cümlemizin malumu vechile müvellidi servet olmak üzere değil, zevk-i safaya, safahata saif edilmiş olan bu milyonlara varan borcun ne suretle ödeyeceğimize dair elimize gelen bu sözleşme ve ekleri çok ağırdır.
Acaba bize miras olarak, yüksek binaları, varidatı hayvanatı, vs. ile bir çiftlik mi kaldı? Yanmış yıkılmış,işçileri boğazlanmış, hatta toprağı zapt edilmiş, varisleri kovulmuş böyle bir vaziyet hadis olmuştu.
Biz canımızı feda edelim, kanımızı akıtalım, o yerleri karış karış alalım fazla olarak tahrip edilen bu yerler için mağlup tarafından Avrupa’nın diğer galipleri olduğu gibi “10” para bile verilmesin, sonra sen gel imparatorluğun yüzlerce milyon borcunu ver…
Bana tamirat için on para vermediniz ki benden almak istiyorsunuz. Avrupa’da böyle mi olur? Fransa borçlarını vermek için Almanya’dan tamirat parasını alayım da vereyim. Aynı teraneyi İngiltere’de Amerika’ya söylüyor. Bize gelince anlaşılıyor ki Garp(Batı) sermayedarları, sen elem içinde çalış, bütün mahsulünü ben zevk-ü sefa içinde yiyeceğim diyor.
Mazhar Müfit Bey isyanında haklıydı.
Kazandığımız bir savaş sonrasında bu kadar çok taviz verilir miydi? Ya da soruyu tersten soralım. Osmanlı’nın borçlarını genç cumhuriyetin omzuna kim yıktı? Ve daha da yakıcı soru…
Musul’u ve Kerkük’ü bırakmamızı kimler istedi?
Neyse…
(Unutmadan belirteyim. Türkiye Osmanlı borçlarının son taksitini 1954 yılında kapattı. Hem de tüm faizleriyle… )
Dönelim Merkez Bankasına…
Güçlü bir Maliye’nin kurulabilmesi için para politikalarının düzenlenmesi gerekiyordu. Bunun önünde de iki büyük engel vardı. Birincisi Osmanlı’dan devralınan borçlar, ikincisi bir merkez bankasının olmayışı. Birincisi halledilmişti. En azından ödeme planına bağlanmıştı. Ama merkez bankasının olmayışı ciddi sorundu. Halen devletin tüm parası ve işlemler Osmanlı Bankası üzerinden yürütülüyordu.
İsmet Paşa’nın hükümet programında dile getirdiği “Devlet Bankasına ait kanun taslaklarını bu sene Büyük meclise takdim edeceğiz. Bir seneye kadar bir zaman zarfında da Cumhuriyet Bankası’nın küşadının çıkacağını ümit ediyorum.” şeklindeki sözleri Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının kuruluşunun ilk ve en önemli sinyali oldu.
Aslında Lozan’a göre banknot ihraç etme yetkisine sahip Osmanlı Bankasının 1924 yılında sözleşmesi sona erecekti. Ancak Osmanlı Bankasını bir devlet bankasına dönüştürme çabalarının sonuçsuz kalmasıyla sözleşmenin yeniden uzatılması gerekliliği doğdu. Hükümetin bazı isteklerini de yerine getirme karşılığında Osmanlı Bankasının sözleşmesi uzatıldı.
Bununla beraber merkez bankasının kuruluşunda öncü rolü oynamak üzere bir yarışta başlamıştı. Ziraat Bankası ve İş Bankası Merkez bankasının kuruluş sürecinde etkin rol almak üzere birbirleriyle yarış halindeydiler.
Ama bu iki milli bankamıza banknot ihraç etme yetkisi verilmedi.
Yeni ve bağımsız bir banka kurulacaktı.
1928 yılında Türkiye’ye davet edilen Hollanda Merkez Bankası İdare Meclisi Üyesi Dr. G. Vissering, özerk merkez bankası için bir rapor hazırladı. Onu İtalyan Uzman Kont Volpi izledi.
Lozan Üniversitesinden Prof. Leon Morf’un desteğiyle Merkez Bankası yasa tasarısı hazırlandı. Tasarı, TBMM’de 11 Haziran 1930 tarihinde kabul edildi.
Artık bizim de bir Merkez Bankamız vardı.
Ama durun…Peki ya hisseler kime aitti? Öyle ya…Yüzde yüz Türk hissedarların oluşturduğu Ziraat ve İş Bankası tercih edilmediğine göre…
Bankanın hisseleri (A), (B), (C) ve (D) sınıflarına ayrıldı. A sınıfı hisseler Hazineye ait olacaktı. B sınıfı hisseler milli bankalara, C sınıfı hisseler yabancı bankalar ile imtiyazlı şirketlere, D sınıfı hisseler ise Türk ticaret kuruluşlarıyla Türk uyruklu gerçek ve tüzel kişilere ayrılmıştı.
Kuruluşunda özerkliği korumak için sadece % 15 i hazinenin elinde tutuluyordu. Kalan hisseler dağıtılmıştı.
İşte dağıtılan bu hisselerin bir kısmı da İngiliz Bankaları ve yatırımcılarınındı. Daha doğrusu İngiliz tefeci ve bankerlerin. Başka ülkelerde vardı hissedar olan. Fransız , İtalyan, vs.
Bugün ise Merkez Bankamızın ancak % 54.73’ü hazineye ait.
Kalan 45.27 lük hisse ise milli bankalar, diğer bankalar ve şahıslara dağılmış durumdadır. Diğer Bankaların içerisinde yabancı bankalarda var. İngiliz ve İtalyan Bankaları ilk sırada.
Şahıslar kimler diye baktığımızda; en büyük hissedar Ankaralı bir Yahudi vatandaşımızdır!
***
Evet işte böyle…
Yine Küresel bir soygun var…Yine ona bağlı bir küresel ekonomik kriz var…Ve yine iki ailenin güdümündeki emperyalizm Ortadoğu ülkelerinin başına çöküyor.
Ve yine Merkez Bankasından talep edilen oran değişmiyor. % 15!
Tıpkı 1929 da yaşadığımız gibi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder