28 Mart 2015 Cumartesi

2071 YOLUNDA 
“LİDERİ ANLAMAK”

FEHMİ DEMİRBAĞ


“KENDİ ÇOCUKLARINA KIYAN TOPLUMLAR,
KENDİ ÇOCUKLARINI İYİ YETİŞTİREN TOPLUMLARIN KÖLESİ OLURLAR!”
(Hacı Bayram-ı Veli)

“Bizim sevdamız, bu milletin selametini garanti altına almak,
ecdadın emanetini gelecek nesillere teslim etmektir.”
(Recep Tayyip Erdoğan)

2071 YOLUNDA...
“Batı Medeniyeti” yaşadığımız tarihin dönüm noktasında insanlık alemini, ürünü olan “Modernite” ile zulüm ve kargaşaya sürüklemiştir.
Bu durum öncelikli olarak hem İslam aleminin hem de insanlık aleminin yeniden “İslam Medeniyeti” ile yüzleşmesini gerektirmektedir.
“İslam Medeniyetini” yeniden ifa etmenin yolu, çocuklarımızı silbaştan kendi değerlerimiz ile yetiştirmekten geçmektedir.
Hem de dünyanın şu anki emperyal efendilerinin kullandığı dilden ve argümanlardan haberdar olarak.
Unutmayalım, küresel şehirler, küresel markalar artık dünyada devletler gibi siyasi aktör haline geliyor.
Kültür de siyaset ve ekonomi gibi stratejik unsur oluyor.
Kimliğimiz için: İlim-kültür-sanat-edebiyat ve ahlak normlarımız bizden olmalıdır, bize dönük olmalıdır.
***
Ülke kalkınmasında “Milli Eğitim” in önemi
Eğitim; siyasal ve demokratik toplum bilincini geliştirme, karmaşık sorunların anlaşılmasını sağlama, teknolojik ilerlemeye yardımcı olma ve kültürel yetenekleri keşfetme gibi çok yönlü etkilere sahiptir.
Değişen ekonominin ihtiyaçlarına daha uygun nitelikli işgücünün,

yaratıcı düşünce ve ileri tekniklerin gelişmesine katkıda bulunarak sosyal uyum, ekonomik büyümenin sürmesi ve değişim, için önemli temelleri de hazırlar.
Bu nedenlerle eğitime yatırım yapma düşüncesi sosyo-ekonomik ve politik gelişmenin sağlanması bakımından önemlidir.
Günümüzde ülkelerin kalkınmışlık düzeyleri, milli gelir miktarı yanında; eğitim, sosyal, kültürel ve politik durumları ile de ölçülmektedir. İktisadi gelişme kişi başına düşen mal ve hizmet birimleriyle ifade edilebildiği gibi, kişi başına düşen eğitim ve sağlık harcamaları da gelişmişliğin önemli ölçüleri arasındadır. Bunlara paralel olarak, okur yazarlık ve okullaşma oranı, ortalama yaşam süresi gibi değerler de bir ülkenin gelişmişlik düzeyinin bir göstergesidir.
Bütün bunlar kalkınmanın merkezine insanı yerleştirmektedir. İnsanın düşüncesi, yetenekleri, eğitim düzeyi ile oluşan ekonomik ve kültürel ortam yenilik ve yaratıcılığı gerçekleştirerek üretim sürecinin girdisi olarak ekonomiye katkı sağlamaktadır.
“İnsana yatırım” esasen üç alanı kapsamaktadır. Bunlar, “eğitim, sağlık ve beslenme”dir. Bu üç alana yapılan harcamaların dengeli bir şekilde gerçekleştirilmesi durumunda insan kaynağından gerektiği şekilde yararlanmak mümkün olabilmektedir. Ancak, şunu da unutmamak gerekir ki, insana yatırımın temelini eğitim harcamaları oluşturmaktadır. Eğitim yatırımları sadece az gelişmiş ülkeler yönünden değil, aynı zamanda ileri sanayii ülkeleri yönünden de üzerinde önemle durulan bir konudur.
Bir ülkenin kalkınması, o ülke halkının gelişmesine sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanları geliştirmek, onlara kalkınmaya uygun davranışlar kazandırmak da ancak eğitimle olur. Kalkınma, davranışların rasyonelleşmesini gerektirir. Rasyonel davranışlar, ancak kafalarda devrim yapılması ile sağlanır. Bunun içinde gelişmeye açık kafalar gerekir. Gelişmeye açık kafalar oluşturmanın yolu da eğitim anlayışını tamamen yerli ve milli tavırlı oluşturmaktan geçer.
Kaba gözlemlerle bile bugün, dünyamızda eğitim düzeyi yüksek olup da geri kalmış bir toplum gösterilemeyeceği gibi, eğitim düzeyi düşük olup da sanayileşmiş, kalkınmış bir toplumda gösterilemez.
Kişi başına düşen milli gelirin ve diğer ekonomik göstergelerin artışı olarak tanımlanan ekonomik büyümeyle, geleneksel-tarımsal toplumdan geçiş toplumuna, sonra da sanayileşmiş çağdaş topluma geçiş olarak tanımlanan toplumsal değişmeyle ve demokratlaşma olarak tanımlanan siyasal gelişme süreçleriyle, toplumların eğitim düzeyi arasında vazgeçilmez ilişkiler olduğunu göz ardı da edemeyiz.
Toplum bireylerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan ve toplumsal açık bir sistem olan eğitim kurumu, ülkenin eğitilmiş nitelikli insan gücünü hazırlayan bir araçtır; hem bireyin hem de toplumun refah ve mutluluğunun sağlanmasında önemli bir yere sahiptir. Son yıllarda ülkelerin kalkınmışlık düzeyleri ifade edilirken, kişi başına düşen milli gelir yanında, ülkelerin sahip olduğu insan gücü oranları da önemli bir gösterge olarak dikkate alınmaya başlanmıştır. Eğitimin kalkınmanın en etkili araçlarından biri olarak görülmesi nedeniyle, en değerli yatırımın insan kaynaklarına yapılan yatırım olduğu fikri de artık geniş ölçüde kabul görmektedir.
Üretim tekniklerinde yaşanan hızlı değişim, eğitime daha fazla önem verme, bilgiye ve gelişmeye daha fazla yatırım yapma ihtiyacını ön plana çıkarmıştır. Rekabette üstünlüğü elde etmenin ve kalkınmada başarının temeli olarak kabul edilen “insan kaynağı” kavramının altındaki gerçek, onun etkili ve verimli kullanılmasında yatmaktadır. Örgütler; varlıklarını sürdürmek, yoğun rekabet ortamında başarılı olabilmek ve sürekli değişime ayak uydurabilmek amacıyla bireyin, eğitimine daha çok önem vermeye başlamışlardır. Eğitimin, bireysel gelişmeyi sağladığı gibi, daha geniş anlamda toplumsal ekonomik ve sosyal kalkınmayı da sağladığı söylenebilir.
Ekonomik büyüme ve insani kalkınma arasındaki ilişkilerin karşılıklı olduğu yani insani kalkınmanın işgücü verimliliğini artırarak ekonomik büyümeyi hızlandırdığı, ekonomik büyümenin de gelir artışı yoluyla sağlık, eğitim, sosyal harcamaları artırarak insani kalkınmayı yüksek düzeylere taşıdığını da vurgulamak gerekir.

SALT EKONOMİ YA DA SİYASİ MERKEZLİ KISIR TARTIŞMALARA ODAKLANAN TOPLUMLAR İSE ASLA SANAT ÜRETEMEZLER. SANAT ÜRETEMEYEN BİR TOPLUM İSE ZATEN “YOK TOPLUM”DUR!
Özelinde ülkemizin siyasi ve sosyal yapılanması belediyelerimize büyük sorumluluklar yüklemektedir.
Sosyal belediyecilik anlayışında bir algı değişikliği yaparak bizler de önce “çocuk ve gençlik” diyerek kentsel dönüşümler kadar, zihinsel ve kültürel dönüşümde milli irade seyrinde eylemleri hedeflemeliyiz.
Popilist yaklaşımlar işi cıvıklığa kadar, oradan da sufliliğe kadar götürür.
2071 yakın geleceğimiz! “Yeniden Büyük Türkiye” hedefinde, liderimizin açtığı yolda sadakatle ve kararlılıkla yürürken yalnızca şehrin maddi yönünün (binalar-yollar vb) değil, şehrin insanlarının da yanında yer aldığımızı göstermek için ulusal bir tavır sergiliyor, “2071 yolunda çocuk ve gençlik açılımı”nı bir seferberlik ile Türk Kamuoyunun takdirlerine arz ediyoruz.

GELECEĞİMİZ İÇİN
KÜLTÜR-SANAT STRATEJİLERİ OLUŞTURMALIYIZ!
Günümüzün modern dünyası “Medeniyetler Çatışması” adı altında yeniden dizayn edilirken, bizler yani İslam Medeniyetinin müdavimleri gelişmişlik ve insani değerler açısından hayatı ıskalamamızın ceremesini çekmekteyiz. Adeta bir “varolma” savaşının tam içindeyiz. Sıcak savaşlardan öteye “kültürel kuşatılmışlığımız” hayatın her alanında bu yoksunluğumuzu bütün zerrelerimize kadar hissettirmektedir. Bir “ezik psikolojisi” ise bütün İslam alemini etkisi altına almıştır. İnsanca ve müslümanca yaşayıp, evlatlarımıza müreffeh bir hayat alanı oluşturmakta çareyi batı medeniyetini ve onların ürünlerini sorgusuzca ithal etmekte bulmaktayız.

NE?
Batı kültürünün hegoman olmasının sebebini “disiplinler arası” irtibatta görmek gerekir. Bir bütünü oluşturan parçaların birbirleri ile “illiyet bağıntısı” rasyonelliğinde. Algı yaratma becerisinde. Aynı zamanda sonucun tezahüründe oluşturdukları “kültür ekonomisi” kavramında.
“Yedi yaşına kadar çocuklarınızı bize verin, sonrasında sizin olsun!” der sömürgeci Cizvit papazları.
Batı “insanı” aynı zamanda ticari-kültürel-siyasi bir obje olarak değerlendirip uzun süreli bir yatırım aracı olarak görmektedir. Her bir hamlesinde üzerinde çokça çalışılmış program ve projeler barındırmaktadır. Hiç bir şeyi boşluğa bırakmaz. Bir mühendis titizliğinde bütün kurumlarının ortak hedef ve paydasında tutar.
NEDEN?
İnsanın bireysel ve toplumsal gereksinimlerini dünyadaki kısıtlı kaynaklarla giderebilmenin yolunu formülüze etmek gerekir. Hayatta tesadüfe yer yoktur. Dolayısı ile “strateji” gerektirir bu uğurda oluşan düşüncenin hayatiyet bulması. Batının “kirli geçmişi” reform ve rönasans hareketleriyle “yeni dünya algısı” oluşturmuş ve “hakimiyet” esaslı organizasyonlara dönüşmüştür. Düşünce-fikir ve sanat akımları bu konuda önemli roller üstlenmiştir.
NİÇİN?
Dinsel güdüler başta olmak üzere insanoğlunun yeryüzündeki serüveni “üstünlük” kavramı üzerine yoğunlaşmıştır. İslam coğrafyasının Endülüs olup Avrupa’nın uçlarına kadar genişlemesi “İlay-ı Kelimetullah” inancı üzerinden gerçekleşirken Hristiyan aleminin yeryüzündeki varlığı dip manada “Armegedon” akaidi üzerinden şekillenmiştir. Özde “helal-haram” sınırları insanların gündelik ihtiyaçlarının sınırını çizmiştir. Ancak sosyal ve siyasi olayların tezahürü insanların tekamüllerinde adını “tarih” dediğimiz hesaplaşmaktan asla geri durulmayacak dede mirası bir insanlık geçmişi ile karşılar.

Tarih-doğa-toplum ve ego insan dediğimiz varlığa kendi spesifik rengini verir. Kavim, millet, ulus gibi ortak reflekslere sahip insan kümelenmelerini peydah eder.
NASIL?
Kendi özelliklerini geliştiren toplumlar diğer insan toplulukları ile de iletişime geçmek durumundadırlar. Bu iletişim şekilleri savaşta dahil olmak üzere kendi dilini geliştirir. Ticari, kültürel, siyasi ilişkiler ortak menfaatlar düzeyinde savaş ve barış ortamlarını tesis eder ki; bütün insanlık tarihi aynı zamanda “çatışma” tarihidir.
Sürekli teyakkuz halinde bulunmak toplumların varoluş endeksidir. Her an şartlar değişebilir. Bunun en temel noktasıda “milli benlik” duygusunun körelmemesidir. Bu duyguyu yitiren toplumlar, tarihin vazgeçilmez mezarlığında kendilerine yer ayırmalıdırlar.
NE ZAMAN!
Tabi ki de şimdi! Ya da şimdi değilse ne zaman? Üşenme, erteleme, vazgeçme başarısızlığın kilometre taşlarıdır. Mazeret bulma ise vasıtası.
İlim-kültür-sanat-edebiyat üretmek zorundayız. Çocuklarımızı kendi kültürel kodlarımızla “biz” gibi yetiştirmeliyiz. Yabancılaşan çocuklar yabancılaşan toplum demektir. Elbette evrensel/baskın kültür gerçeğini görmezden gelemeyiz. Yeni yol ve yöntemlerle çocuklarımızı kendi değerlerimize göre formatlamak durumundayız.Global/fareli köyün kavalcısı çocuklarımızı çaldığı büyülü nağmelerle...filmlerle, bilgisayar oyunlarıyla, markalarıyla; alıp bizden uzaklaştırmadan.
KİM?
Biz! Biz, Türkiye’de siyasal erkin muktedir gücü...yani iktidarı elinde tutan en büyük sivil toplum kuruluşu.
Eğitimde informal eğitime ibre yönelterek...
Kültürde milli ve insani değerleri gözeterek...

YOL ve YÖNTEM
Misal, belediyeler. Misal, İstanbul!
Ortak projelerle.
Gezi olayları gösterdi ki sosyal algı oluşturacak kanaat önderi nev’inde sanatçılar yetiştirememişiz.
12 yılda bütçeleri çar-çur etmişiz; tabelavari işlerle...
Doğru sorgulamalar yapmalıyız; biz nerede hata yaptık? İslam coğrafyasının genel hastalığı “yabancı kültür istilası” son olaylarda gerçekliğin çıplaklığı ve mahcubiyetinde bıraktı bizi. Bütün yükümlülüklerimizi tek başına gösterdiği mücadelede“lider”imize bırakmanın ayıbıyla!
(Ayrıntılı olarak bütün proje dosyamız ve yol haritamız hazırdır. Muhatap bulduğumuz taktirde paylaşmaya hazırız.)
KÜLTÜREL DÖNÜŞÜM
Zihinsel ve kültürel dönüşüm projelerine olan ihtiyacımız geleceğimiz adına aciliyet kesbetmektedir.
SONUÇ
Ahlak ve maneviyat yoksunluğumuz sosyal dokumuzu parçalamakta. Bu yoksunluk bütün şer şebekelerinin milletimizin bekasını yok etmeye dair iştahlarını kabartmaktadır. Uyuşturucu, fuhuş, alkol, şiddet oluşumları (buna terör dahil),kumar gibi pisliklerini yüzlerine bakmaya kıyamadığımız evlatlarımıza modernite kılıfı altında larvalarını bırakmaktadırlar. Dindar ve ahlaklı genç ütopyamız ham hayal pozisyon almıştır.
Bu toplumun lügatinde olmayan ensest, homo, lezbiyen gibi çirkef tabirler adeta gündelik hayatın bir parçası olmaktadır.
FASİT UYGULAMALAR
Son gezi olayları göstermiştir ki sanat ve sanatsal faaliyetler ve özellikle de sanatçılar Türkiye siyasetinin belirleyici unsurlarıdır.
Coğrafyamızın “milli” nitelikli sanatçılarının yetersizliği bu olaylarla gün ışığına çıkmış ve eksikliğini hissettirmiştir.
Belediyelerimizin artık kültür sanat bütçelerini çarçur etmeksizin “ortak” proje ve hedeflerle birlikte hareket etmeleri sonucu da kaçınılmazdır.
Yaldızlı kültür sanat merkezleri oluşturmak kadar içeriğinin de doldurulması elzemdir.
Yetersizliğimiz öyle barizdir ki bütçelerin dağılımında MECBURİYETTEN “karşıt” fikirlere ve ekiplere kaynak aktarımı yapılmaktadır.
Kültür sanattan anladığımız ise; müsamere kabilinden tiyatro oyunları, konserler, cılız söyleşi programları...ya da kültürel açıdan dezenfarmasyona tabii kitap dağılımları... Önemli gün ve haftalara yönelik beylik organizasyonlar!
Bilgi evlerinde formal eğitim hastalığı...
Temel hususlarıyla genel sorunlarımızı özetler isek;
PROJESİZLİK
Geleceği kapsayan ve kuşatan projeler yerine “popilist” yaklaşımlar önplana alınmaktadır. Başkanların “şöhret” tarzlı yaklaşımları maalesef bu popilizmin temel nedenidir. “Risk” alacak, yenilikçi projeler gözardı edilmektedir. Matbaa endeksli projeler tercih edilmektedir.
VİZYONSUZLUK
“Korkak” ve “ürkek” politikalarla gelecek belirlenemez. Kendi liderinin dik duruşundan örnek almayan anlayış ile de geleceğe ulaşılmaz. 600 küsur belediyemizin kültür merkezinin ve bütçesinin gücünün etkisi toplam bir BKM etmemektedir. Sanatçı yetiştirme gibi bir anlayıştan uzaktırlar yöneticilerimiz. Dolayısı ile de henüz sanatın ve kültürün tanımından da uzaktırlar. Ve önemini de kavramış değillerdir.
Mutlak manada yetersizlik atfetmek istemeyiz belediyelerimizin bu konudaki çabalarına ve çalışmalarına. Bu haksızlık olur. Ancak zaman geçtikçe kalıcı çalışmalar üretemediğimiz gerçeğini de gözardı edemeyiz.

KADROSUZLUK
Geçmişinde edebiyat öğretmenliği yapmışların, yalnızca bu kriterle “kültür müdürü” olmaya namzet isimlerin uğrak yeri; kültür-sanat koltuğu!
Kültürden sorumlu başkan yardımcılarının durumu daha da içler acısı. Entellektüelite alabildiğine zayıf...
Kesinlikle parti yönetiminde oluşturulacak bir sanatsal kurul ile koordinasyon sağlanmalıdır. Özellikle çalışmaların enaniyete olan yatkınlığı bu konuda görev alan yöneticilerimizi olumsuz yönde etkilemiştir. Kültür sanat faaliyetlerinin atmosferi ülkenin seküler ahlakıyla birlikte yani gayrimeşruluğa olan yatkınlığı “imtihan” boyutuyla da çetin bir cevaba zorlamaktadır bizleri.
FEHMİ DEMİRBAĞ
Şubat/2015
İstanbul





ÖZKÜLTÜRÜMÜZE YABANCILAŞMAKTAN
VAZGEÇMEZ İSEK, TARİH BİZDEN VAZGEÇECEK!

Yakın geçmişimizde bu ülkenin öz kültürü kendisine, yine kendi idarecileri tarafından yasak edilmişti;
Sadece harfleri değildi yasaklanan,
Kendi müziği ... Kendi kıyafetleri...
Kendisine ait ne varsa yasak edildi; itiraz edene en ağır müeyyideler uygulanarak.
Ve bu yasak için bir kılıf bulmuşlardı; “Vatanseverlik”!
Halk savaşlardan yorgun Aç...
Halk bir de zulüme itilmişti kendi dilini konuşma, kendi müziğini dinleme, kendi kıyafetini giyme konuları dahi aşılarak, kendi ayranına
kendi yoğurduna bile yabancılaştırıldı
Alkol, zina, kumar, faiz gibi alışkanlıklarının dışındaki değerler yüceltildi. İnancının gerektirdiğinin dışındaki hayat anlayışının ve alışkanlıklarının içine itildi.
Neticede aşağılık kompleksli batılı giyim kuşamla ilerici olduğunu düşünen bir çakma aydın sınıf zümre oluşturuldu...
Bu zümre halka hep tepeden baktı
Halk için de faydalı olanları bilen sadece bu zümreydi. Misal, Arabesk 90 lara kadar yasaktı tv lerde.
Neymiş kötüymüş...
Klasik müzikteki requiemleri dinleyin!
Orada da duygu sömürüsü ağıtlardır, onları neden yasaklamadınız madem....
“HALKIN DUYGUSU” bile bunların bileceği şeydi.. Adam ister ağlar ister güler ona bile karıştılar..
Bu aptal çakma aydın zümrenin sanat denilince anladığı şey sıkıcılıktı...
80 li yıllarda ne kadar kabız eleman varsa “Ben sanat filmi çekiyorum”örtüsünün arkasına saklanarak saatler süren kendi beceriksizliklerini sanat diye yutturmaya çalıştılar...
Birçok dalkavuk bunları alkışlıyordu kendi aralarında... Sabetayistler müthiş mutluydu.
Bu halkı sanat duygusundan da koparttık,
Artık o cihanşümül imparatorluk sanatından iz bırakmaksızın!
Çıplaklığı bunlara moda diye sevdirdik diye...kendi öz kültürüyle dalga geçen toplum haline getirilmek istiyorduk...
Şükür ki;
Bu halk bu numaraları yemedi! Sadece meşhur olma hevesindeki birkaç garibanı kandırabildiler... Onları da aç kurt sofralarının çerezi yaparak!..
***
Tüm bu manipülasyonların adı neydi? Vatan millet sevgisiydi!
Bu milleti çook sevdikleri için müziğini hakir gördüler. Dilini,
yazısını, kıyafetini,yediklerinii içtiklerini... Efendileri öyle istiyordu, çünkü!
Artık bu millet bu zokaları yutmuyor inşaallah! Son yıllarda kola ramazanda oruç tutuyor paso iftar yapıyor...
Çünkü millet bu pis içeceği içmiyor...
Bizimle dalga geçtikleri sofralara şimdi kendi zehirlerini koyma telaşındalar
Ama yemediğimiz gibi artık planlarını, içmeyizde colalarını!
Gerekirse kola bedava dağıtılacaktır. Yeterki onların yaşam şekillerinden vazgeçmeyelim. O günler ki uzak değil..
“Ne olur bu zehri için; Yeter ki için!
Bedava olsun” diyecekler. Şimdi kutusunu küçültüyorlar,
Şişelerini küçültürüyorlar kolay ulaşılsın diye.
Birkaç seneye kalmaz tas tas bedava dağıtırlar..
Çünkü bu halk kendi şerbetini yapıyor artık. Kendi hoşafını içiyor, Ayranını içiyor...
Hem lezzetli hem sıhhatli, bu içinde ne idüğü belirsiz zifti değil...

***
Yakında moda da, giyimde de dünya bizi taklit edecek. Şimdi özgün kıyafetler konusunda bizim tarzımızda söz sırası.
Modernize edilmiş şalvar dünyanın en rahat kıyafetidir... İnsan bu rahatlığa karşı koyamaz. Cesaretli modacılarımıza duyurulur...
Avrupalı modada bunları gösterince gidip üstündeki markayla almak olmaz...
Kaliteli kumaştan, görselliği modern kesimli şalvarlar, gömlekler üretilmeli, klasik kendi kumaşlarımızdan üretilmeli!
***
Süslemede zaten dünya liderliğine gidiyoruz, Dünyadaki zevk duygusu en gelişmiş milletiz... Siz bakmayın cehaletimizle, azgelişmişliğimizle bu yönlerimizin örtülmeye çalışılmasına...
Giyim kuşam olsun, Ev dekorasyon olsun,
Batılı için “bir tv bir koltuk” tan ibarettir onun dünyası, onun mobilyası..
Bizde zerafet vardır...
Namaz kılınmış dua okunmuşluğun ferahlığı vardır...
Takılarda en yenilikçi tasarımlar bizden çıkıyor.. Dünyada en çok takı ihraç eden ülkelerden bir tanesiyiz..
***
Yemek kültürü konusunda; bulgur pilavının pirinç pilavına üstünlüğü sağlık açısından tescilli. Eriştelerimiz, baklavalarımız, böreklerimiz, çorbalarımız en lezzetli çorbalar... Etlilerimiz ızgaralarımız öyle... Kebaplarımız öyle..salatalarımız bile...
Tüm bu lezzetler, güzel markalarla dünya gıda piyasasını ele geçirir...
Bugün Avrupa’ da döner yanında bulgur veriliyor, Fransız bile bülgür diye talep ediyor...
İsmi “bulgur” olan bir lokanta şart ...
Bu bir marka isteyene alın buyrun beleşe know-how-nasıl yapılırlık fikri!

Dünyada ilk hazır çorbalar bizden çıktı
Tarhananın üstünde knor yazmıyor diye onu hazır çorba değil sanıyoruz...
Ama en çeşitli hazır çorbalar en doğal halleriyle bizde... En şahane dondurmalar bizde...
Dünya bizi takip etmeye mecbur... Yeter ki bize gösterilenleri değil, gerçek gerçekleri görelim!
En faydalı bitlkiler bizde; flora zenginliğinin yanında, fayda yüzdesi en yüksek bitkiler bizde... Zamanı geldikçe ortaya çıkacak inşaallah...
Çok güzel günler bekliyor bizleri kardeşlerim... Çok bereketli günler inşaallah!
Organiğin hası bu topraklarda üretilecek, üretiliyor... Meyve sebzede bu kadar zengin başka ülke yok...
Yeter ki zenginliklerimizi bilelim: Göğümüz güneşli, bulutlarımız bereketli, dilimiz dualı!..
Bizi takip etmek zorunda ve örnek almak zorunda bu dünya; kendi rahatı ve huzuru için!
Biz kendimizi bildiğimizde; onlar da bizi bilecek inşaallah!

2071 YOLUNDA ÇOCUK ve GENÇLİK AÇILIMI


GEREKÇE:
Bireyin temel güveni ve mutluluğu bedensel ve ruhsal açıdan sağlıklı olmasına bağlıdır. Toplumun sağlıklı, dengeli, düzenli olması da bedensel ve ruhsal bakımdan sağlıklı olan kişilerin çoğunluğu oluşturmasıyla doğru orantılı olarak artar. Bebeklikten yaşlılığa kadar , kişinin en çok etkisinde kaldığı çevre ailedir. Kişiliğin temelleri ilk beş altı yıl içinde atılır. Bu süre çocuğun öncelikle ailesiyle yoğun iletişim içinde olduğu süreye denk gelir.
Barınma ve korunma gibi temel ihtiyaçları anne tarafından karşılanan bebek bir taraftan güven duygusu geliştirirken diğer taraftan anneyle iletişim kurar. İhtiyaçları annesi ya da onun yerine geçebilecek biri tarafından zamanında ve şefkatle doyurulan bebek rahattır ve zamanla güven duygusunu geliştirmeye başlar. Çocuk bedensel gereksinimleri olan beslenme ve korunmayı sağladıktan sonra sevgi gereksinimine doyum aramaya başlar. Sevgi olmadıkça aileyle kurulan ilişki olumlu, sağlıklı ve sürekli olamaz. İnsanın bütün yaşam boyu duyduğu ilgi ve sevginin açılıp gelişmesi, renklenmesi, çocukluk çağında sevgi gereksinimine sağlanan doyuma bağlıdır. İnsanın bütün ilişkilerinde görülen olumlu ya da olumsuz tutum ve davranışlarında bu doyum önemli rol oynar.
Sevgi kişinin ve toplumun yaşamını etkileyen güçlü bir duygudur. Başkaları tarafından sevilen, beğenilen, ilgi gören insanlarda kendine güven duygusu gelişir. Kendine güvenen herkes, karşılaştığı engelleri kolayca aşabilir, sorunlara gerçekçi çözümler bulabilir. Bu güven duygusunun kaynağı çocukluk çağında ana babanın ve çevrenin çocuğa gösterdiği sevgidir. Yeri geldiğinde övülen, haklı başarılarından dolayı takdir edilen, gösterdiği çabaya saygı duyulan, yeni girişimleri ve öğrenme isteği desteklenen, cesaretlendirilen, kabul edildiğini, dinlendiğini , fikirlerinin önemli olduğunu hisseden çocuğun kendine güveni artar. Kendine güvenen, girişimci, zorluklardan yılmayan bireylerin çoğunlukta olduğu bireylerden oluşan toplum gelişmeye açık toplumdur.
Toplumdaki en küçük kurum olarak aileye görevleri yönünden üç değişik açıdan bakılabilir:
a) Aile her şeyden önce eşlerin duygusal ve cinsel gereksinimlerini karşılayan yasal bir birliktir.
b) Aile, ortak amacı, çıkarları, inançları, kuralları olan bir insan kümesidir.
c) Aile, çocukların beslenip bakıldığı ve eğitildiği bir ortamdır.
Yetişkinlerin duygusal ve sosyal gereksinimleri, aile dışında da bir ölçüde karşılanabilir. Ancak ailenin üçüncü görevi, çocukların yetiştirilmesi en iyi biçimde aile içinde gerçekleştirilebilir. Aile dışında hiçbir kurum ailenin sağladığı özenli bakımı, çocuğun gelişmesinde, eğitiminde cömertçe sunduğu özveriyi , sevgiyi veremez. Çocuk aile içinde; değerli olduğunu, bir yeri olduğunu, kendisine verilenlerin karşılığını ödemek zorunda olmadığını, güvende olduğunu, yeteneklerini geliştirebileceği, denemelere girişebileceği, özgürce oynayabileceği bir ortam sağlanacağını, güç durumlarda yanında olunacağını, destekleneceğini bilir. Çocuk ailede; doğru ile yanlışı ayırt etmeyi, öncelikle ailenin sonra toplumun kurallarına uymayı, sağlıklı iletişim kurmayı öğrenir. Aile, insan ilişkilerinin sergilendiği bir sahne gibi düşünülebilir. Çocuk bu sahnede, insan ilişkilerinin bütün karmaşık yönleriyle gözlemler ve yaşar. İnsan ilişkilerinin belirleyen anlaşma, uzlaşma, bağlılık, işbirliği gibi olumlu nitelikleri evde kazanır. Anlaşmazlık, çekişme ve çatışma gibi olumsuz durumlarda takınacağı tutumları da evde öğrenir. Sürekli olumsuz eleştirilen çocuk “ sen kötüsün , daha iyisini yapmalısın “ mesajını alır. Eleştirilen, suçlanan, cezalandırılan, baskı altında büyüyen çocuklar isyankar davranışlar gösterme yanında aşağılık duygusu geliştirebilir. Bunun yerine kurallar kesin konmalı, cezalandırmaya son çare olarak başvurulmalı, yapılan hata ile ceza orantılı olmalı, fiziksel cezanın hiçbir getirisi olmadığı unutulmayarak cezalar daha çok sevilen bir şeyden ya da etkinlikten mahrum bırakma şeklinde uygulanmalıdır. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilen, kendi istekleri ve kurallarını toplumunkilerle uzlaştırabilen kişilerden oluşan bir toplumda başıboşluk ve düzensizlik azalır.
Aile içindeki ilişkilerin temelini, anne ve babanın birbirine karşı tutumu oluşturur. Onların sevgi ve anlayışla sürdürdükleri karı-koca ilişkisi, evin genel havasını belirler. Uyumlu ve sıcak ilişkiler ana babadan çocuklara doğru yayılır. Gergin ve sürtüşmeli bir karı koca ilişkisi, çocuklar için güvensiz ve tedirgin bir ortam yaratır. Çocuk, öfkeyi de, kızgınlığı da, sevgi ve hoşgörüyü de evde görerek, yaşayarak öğrenir. Sevgi, acıma, anlayışlı olma gibi duygular, öğütlerle aşılanabilir nitelikler değildir. Ancak, ana baba örnek alınarak, yavaş yavaş geliştirilir. Çocuğun çevresinde hep güler yüz, tatlı dil görmesi gerekir diye bir kural yoktur. İnsanca duygular olan, kızgınlık, öfke gibi olumsuz duyguları da tanımalıdır. Ancak çocuk bu olumsuz duyguların nasıl dizginlendiğini, nasıl uygarca
20
dışa vurulduğunu, nasıl olumluya çevrildiğini de evinde öğrenir. Saldırganlığını sınırlayamayan bir baba ya da öfke saçan bir anne, çocuğuna ölçülü olmayı öğretemez. Önemli olan ; davranış tutum, duyguları dışa vuruş biçimleri, sorun çözme, aile içinde ve dışında insanlarla sağlıklı-sürekli-özveriye-samimiyete dayanan ilişkiler kurma gibi çocuğun ; gelişimi, uyumu ve mutluluğunu sağlayacak durumlarda davranış modelleriyle ona örnek olmaktır.
Çocuk yetiştirmeyi özellikle kendine güvenen, sorumluluk sahibi, saygın, kendi yetenek ve güçlerinin farkında olarak onlardan kendisinin ve toplumun gelişimi yönünde yararlanabilen, üretken insanlar yetiştirmeyi bir dizi kurallar ve yöntemler olarak düşünmek yanılmalara neden olur. Çocuğun kişiliği, kendisini örnek aldığı erişkinlerle kurduğu sürekli ilişkilerden çıkan bir sonuçtur. Bu nedenle sonucu, yöntem ve tutumlardan önce, örnek alınan erişkinlerin kişilikleri belirler. Söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutan, aynı zamanda birbirleriyle tutarlı ana-babanın yetiştirdiği çocuk da kararlı, kuralları bilen ve uygulamakta güçlük çekmeyen, kendi istekleriyle toplumun beklentilerinin bağdaştırabilen insanlar olarak yetişir. Tutarlı ve kararlı davranan; kuralları kesin koyan ve gerektiğinde esnek davranabilen;çocuğun davranışlarının sonuçlarına katlanmasına izin veren; ahlak dersleri vermek yerine çocuğu olayların içine katarak somut olarak yaşamasını sağlayan; çocuğun olumsuz davranışları karşısında duygularını dile getirebilen ,beklentilerini ifade eden; çocuğa seçme şansı tanıyan ve hatalarını nasıl telafi edebileceğini gösteren ailenin yetiştireceği çocuk disiplinli olacak, kendi kararlarını kendisi verebilecek güçte olacak, kendini değerli hissedecek, sorumluluklarını bilecek ve tüm bunların sonucu olarak gelişmeye ve toplumu geliştirmeye açık olacaktır.
Madalyonun öbür yüzünde sağlıklı sürdürülmeye çalışılan, sorunların birlikte ve aile yapısı içinde çözülmeye çalışıldığı, çocukların bedensel ve ruhsal olarak sağlıklı bir şekilde yetiştirilmeye çalışıldığı evliliklerin karşısında; başlangıçta her şeyin normal olduğu fakat zamanla birbirlerini anlamakta zorluk çeken ya da birbirlerini kendi istekleri doğ21
rultusunda değiştirmeye çalışan bireylerin evlilikleri vardır. Dışardan gelen baskıların da etkisiyle bitmek zorunda kalan evliliklerin acısını en çok çocuklar çeker. Boşanmanın en olumsuz etkisi çocuklarda görülür. Şiddetli geçimsizlik ve boşanmaların çoğunlukla, evliliğin ilk yıllarında görüldüğü ve çocukların henüz çok küçük olduğu hatırlanırsa boşanmadan önce ve sonra çıkan sorunların gelişme çağındaki çocukları olumsuz etkileyeceği açıktır. Çocukluk çağını sevgi, saygı ve güven duygusundan yoksun bir ortamda geçiren çocukların ruhsal gelişimi bozulur. Ana-baba arasındaki çatışma ve çekişmelerin çocuğa aktarılması onda devamlı kaygı, gerilim ve tedirginlik yaratır. Birbirlerine kızıp öfkelenen eşlerin olur olmaz nedenle çocuğa bağırıp çağırmaları çocukta suçluluk duygusu doğurur. Çocuğun böyle ortamlarda sağlıklı bir kişilik geliştirmesi olanaksızlaşır.
Çocukları kazanmaya çalışmanın, sağlıklı kişilikler olarak top-lumda yer edinmelerini sağlamanın en kolay yolu; onlarla iyi bir iletişim kurmak, onları anlamak, dinlemek ve mantıklı isteklerini karşılamaktır.
GENÇ TÜRKİYE ve YAŞLANAN AVRUPA
Türkiye nüfusu azalan oranda artmaktadır. 2000 Yılı Genel Nüfus Sayımında 67,8 milyon olan ve bugün 72 milyon civarında olduğu tahmin edilen Türkiye nüfusunun 2050 yılında yaklaşık 97,2 milyon olacağı tahmin edilmektedir.
2000 Yılı Genel Nüfus Sayımı sonuçlarına göre, Türkiye toplam nüfusunun % 20,5’i 15 – 24 yaş aralığında yer almaktadır. Buna potansiyel genç nüfusu da ilave ettiğimizde; 24 yaş altı nüfus, toplam nüfusun % 40,17’sini oluşturmaktadır .
Nüfus artışı (yılda % 1,6), demografik yapı (nüfusun üçte biri 15 yaşın altındadır) ve katılım oranında tahmin edilen artış, gelecek yıllarda aktif genç nüfusun hızla artacağına işaret etmektedir. Bu artışın, Türkiye ekonomisi için hem potansiyel bir avantaj hem de çetin bir problem olacağı ifade edilebilir . Nüfus yapısı ile ilgili riskler sadece ekonomi ile sınırlı olmayıp, eğitim, kültür, sosyal ve siyasal alanlarda da kendini his22
settirecektir.
Avrupa Birliği ise, 2004 yılındaki genişlemesiyle beraber, 450 milyonu aşkın nüfusuyla Çin ve Hindistan’dan sonra Dünyanın üçüncü büyük nüfus topluluğunu oluşturmaktadır. Ancak Avrupa Birliği nüfus bakımından küçülen bir birlik görünümündedir. Örneğin Avrupa Birliği’nin nüfus bakımından en büyük ülkeleri olan Fransa’da bugün yaklaşık 60 milyon olan nüfusunun 2050 yılına kadar yavaş bir büyüme göstererek 64 milyona çıkacağı tahmin edilirken; Almanya’nın nüfusunun ise 82 milyondan 70,8 milyona ve İtalya’nın nüfusunun ise 57 milyondan 43 milyona kadar ineceği öngörülmektedir. Yine Birliğin en büyük üyelerinden biri olan İngiltere’nin, 2000 yılında 59,4 milyon olan nüfusunun 2005 yılında 58,9 milyona düşmesi nüfus bakımından küçülmenin en önemli örneklerindendir .
Avrupa Birliği’ne üye ülkelerde nüfusun en belirgin özelliği, doğum oranının azalması; buna karşılık yaşlı nüfus oranının artmasıdır. Nitekim AB ülkelerinde nüfusun yaş gruplarına göre dağılışında, 1960’dan 2004 yılına kadar olan dönemde genç nüfusun azalışı yaşlı nüfusun da artışı şeklinde bir eğilim gözlemlenmektedir. AB üyesi 25 ülkeden dokuzunda (Almanya, İtalya, İspanya, Portekiz, Yunanistan, Belçika, Avusturya, Letonya ve Estonya) 65 ve daha üzeri yaşlı nüfus oranı, 0 -14 yaş grubundaki potansiyel genç nüfus oranından fazladır.
Örneğin, Avrupa Birliği’nde en yaşlı nüfus oranına sahip İtalya’da potansiyel genç nüfus oranı 1960’da % 24,7 iken; 2004 yılında % 14’e gerilemiştir. Aynı dönemde yaşlı nüfus oranı 1960 yılında % 9,5 iken; 2004 yılında % 19,1’ yükselmiştir .
Gençlik sorunlarını çözmüş Türkiye’yi, yaşlılık sorunları ile mücadele eden Avrupa’da önemli fırsatlar beklemektedir.
23
GELECEĞİMİZ AÇISINDAN İSTİHDAM
Bugün Ülkemizin istihdam ile ilgili en önemli sorunları, işsizlik, sosyal güvenceden yoksun olma ve mesleksizliktir. İşsizlik ekonomik sonuçlarının yanı sıra aynı zamanda toplumsal bir sorundur. İşsizlik gelir yoksunluğu nedeniyle bir yönüyle fakirliğe yol açarken diğer yönüyle bireyler üzerindeki psiko-sosyal etkileriyle sosyal dışlanmaya da neden olur. Fakirlik, kötü koşullarda yaşama, ümitsizlik ve gelecek korkusunun yol açtığı çeşitli ruhsal ve bedensel rahatsızlıklar, kendine ya da diğerlerine karşı saldırganlık (intihar, gasp, yaralama, adam öldürme vb) aile geçimsizliği, boşanma ve aile içi şiddet, alkolizm, uyuşturucu bağımlılığı ile işsizlik arasında güçlü bir nedensellik ilişkisi söz konusudur. Bu nedenle, 1995 Dünya Sosyal Kalkınma Zirvesinde, istihdamın, fakirlik ve sosyal dışlanma ile mücadelenin temelini oluşturduğu kabul edilmiştir. İstihdam sadece üretim ve gelir yaratmaz, aynı zamanda sosyal bütünleşmenin en önemli aracıdır . Devlet İstatistik Enstitüsü rakamlarına göre ülkemizde işsizlik oranı %9,5, işsiz sayısı 2 milyon 390 bindir. Ancak bu rakamlar ülkemizde işsizlik sorununu bize tam olarak göstermemektedir. Örneğin ümidi kırık işsizlerle, eksik istihdamı ilave edersek işsizlik oranı % 17,5 işsiz sayısı ise 4,5 milyona yaklaşmaktadır. Ülkemizde istihdam oranı yüzde % 46’dır. Yani ülkemizde çalışabilir yaştaki her yüz kişiden sadece 46’sı çalışma imkânı bulabilmektedir. Bu oran AB’de % 64, ABD’de ise yüzde % 74 düzeyindedir. İşsizlik her yaş grubu için önemli bir sorun olmasına rağmen; gençler işsizlikten daha fazla etkilenmektedirler. Genç işsizlik oranının normal işsizlik oranından 2 kat daha fazla olduğu tahmin edilmektedir. İşsizlerin yarısı 25 yaşın altında olup; son yıllarda eğitimli gençlerde işsizlik oranı artmış ve % 30’a ulaşmıştır . Türkiye’deki en büyük işveren konumunda olan devlet, yüksek oranda işsizlik yaşayan gençlere istihdam kapısını neredeyse kapatmış durumdadır. Kamu istihdamını daraltmaya yönelik politikalara rağmen memur sayısı daha çok siyasi tercihlerle artmaya devam eden kamuda Emekli Sandığı’na tabi olarak çalışan gençlerin oranı yüzde 3,9’a kadar düşmüştür. Sadece kamuda çalışanlarının iştirakçi olabildikleri Emekli
24
Sandığı’nın verilerinden yapılan belirlemeye göre 2001 yılında % 14 olan 18–23 yaş grubundaki memurların, toplam memurlar içerisindeki payı 2005 yılı Mart ayı itibarıyla yüzde 3,9’a kadar düşmüştür. Buna karşılık, hem yeni işe alınanlar hem de önceki kamu görevlilerinin yaşlanması nedeniyle 30 ve üzerindeki yaş grubunun payı önemli ölçüde artmıştır . Gençlerin önemli bir kısmı ücretsiz aile işçisi olarak sosyal güvenceden yoksun olarak tarım işlerinde çalışmaktadır. Yanı sıra gençlerin büyük bir kısmı da turizm, küçük sanayi ve ticaret işletmeleri vb. yerlerde sosyal güvenceden yoksun ve düşük ücretlerle çalışmaktadırlar. İşsizlik gençler için önemli bir sorun olmakla birlikte, mesleksizlik de bu sorunu besleyen faktörlerden birisi olarak ifade edilebilir. Özellikle yükseköğretime devam edemeyen gençlerin büyük bir bölümünün aynı zamanda geçerli bir mesleği de bulunmamaktadır.
Jodge Luis Borges “İnsanın türlü araçları arasında en şaşırtıcı olanı,hiç kuşkusuz kitaptır. Mikroskop ile teleskop, görme yetimizin uzantısıdır. Telefon sesin uzantısıdır. Saban ile kılıç insan kolunun uzantısıdır.
KİTAP İSE BAMBAŞKA BİR ŞEYDİR. İNSAN HAFIZASI İLE DÜŞ GÜCÜNÜN UZANTISIDIR”
ÇOCUKLARIMIZIN HAYALLERİ, BİZİM GÖREVİMİZDİR!
Biz bu dünyayı atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan ödünç aldık!
İdeal torun hayal etmenin yolu ideal evlat yetiştirmekten geçer!
MİSYONUMUZ:
2071 yılını hedef kılarak, Anadoluyu bu millete yurt kılan Sultan Alparslan’ın İlay-ı Kelimetullah ruhunu, Emr-i bil Maruf, nehy-i anil münker terbiyesi ile harmanlayıp; başta ülkemiz çocuk ve gençleri olmak üzere, arkasından Avrasya isimli coğrafi bölge ile ve TÜRK DÜNYASI ile ilintelenerek; yeryüzünde yaşayan her insana, meşru olan her fikre, her inanca, her ideale aynı yakınlıkla duran, kendini toplumların parçaları i25
le değil, dayanağını başta bu ülkenin geleneksel bağlarından alıp sonra da evrensel değerlerin bütünlüğü ile ifade eden, pozitif aklın, sağlam inancın, uzak ideallerin rehberliğinde, barış ve adalet politikaları izleyecek olan uluslar arası çocuk ve gençlik politikaları gerçekleştirip, uzlaşmacı bir kimlik haraketi oluşturmaktır.
Bölge devletleri ve halkları ile milletimizin arasındaki tarihe dayalı bağlantıları modern bir algı ile yeniden sağlam bağlarla tesis edip bu uğurda gelecek nesillere örnek teşkil edecek değişim takviminin sayfalarını hazırlamaktır. Hedef meşgalemiz; adı geçen coğrafyada yaşayan her bir çocuk ve gence ulaşıp, onların üzerinden mevcut bireylere toplumumuzun ülkülerinin ve inancının temel dinamiklerini zinde bir ruh, sarsılmaz bir inanç, sonsuz fedakarlık ile aktarmaktır.
VİZYONUMUZ:
Başta bütün çocuk ve gençleri, onların üzerinden de erişkinleri, dolayısıyla insanlığı ilgilendiren sosyal refleksler eğitim, çevre ve sağlık konularında olmak üzere özellikle ana faaliyet konusu olan çocuklar ve gençliğin bilgilendirilip eğitim ve öğrenimlerini bu doğrultuda gerçekleştirerek, çocuk ve gencin hem kendiyle barışık hem de yaşadığı dünyanın sorumluluklarınıda üzerinde taşıyan insani irtibat hususu ile toplumlararası diyalog vasıtaları oluşturmaktır.
Ortak paydalar temin etmek üzere oluşturulacak her bir organizasyonda hareket şiarının temel prensibi; çocuğa ve gence yönelik faaliyetlerde bulunan ihtisas sahibi insanlardan oluşturulmuş olan istişare kurullarıyla belirlenmiş olan hedefler etkisi tüm insanlığı kapsayacak şekilde eyleme dönüştürülüp, genel manada faydacı gayeler elde edilecektir.
ÇOKGENÇ:
İnsan varlığı itibariyle yaşam süresi boyunca değişik merhalelerden geçer. Bebeklik, çocukluk, ergenlik, gençlik, yetişkinlik ve ihtiyarlık aşamaları insan hayatının dönemsel süreçleridir.
Özellikle ilk üç dönem yani; bebeklik, çocukluk ve gençlik dönem26
leri (0-18 yaş aralığı) insan denilen varlığın deneyimsizlik boyutunu ve yetişme dediğimiz kapsamı kuşatır. Toplumumuzda Genç kelimesi geniş manada kullanıldığından biz bu zaman dilimini ifade etmesi açısından bu süreci ÇOKGENÇ olarak ifade edeceğiz. Çalışmamızın ana konusu olan çocukluk ve gençliği aynı potada ifade etmesi açısından ÇOKGENÇ kelimesi bizi bu hususta doğru ifade edecektir kanaatindeyiz.
Biyolojik, psikolojik, kültürel ve toplumsal özellikleriyle çocuklukla yetişkinliği birbirine bağlayan bir köprü olarak değerlendirilebilecek bir dönem olarak“gençlik” çok boyutlu bir dönem olmanın güçlüklerini kapsamaktadır. Kültürümüz de “delikanlılık” olarak tanımlanan bu dönem kimine göre “fırtına, stres” dönemi kimine göre “sessiz çalkantı” olarak nitelendirilmektedir . Tanımlamalardaki farklılıklar ve vurgulamalar her ne biçimde olursa olsun gençlik, ikinci bir doğum süreci olarak yetişkinler arasında yerini ve konumunu alabilmeyi, belli bilgi, beceri ve tecrübe kazanabilmeyi ifade eder. Gençlik dönemi anababaya bağımlılıktan bağlılığa, topluma aktif, üretken sorumlu bir birey olarak katılımı ifade eder, gencin içinde bulunduğu topluma sorumlu ve aktif bir birey olarak katılımı kolayca gerçekleşebilecek bir süreç değildir. “Sosyal olgunluğa erişmek” olarak ele aldığımız bu dönem içindeki gencin üç önemli boyutu olan bağımsızlık, kimlik ve cinsel kimliğe uygun olan davranışları kazanarak topluma üretken bir birey olarak katılabilmeyi başarabilmesi oldukça önemlidir . Yukarıda ifade edilen tanımların aksine, ulusal ve uluslararası yasal düzenlemelerde gencin tanımına ilişkin olarak kullanılan en önemli unsur yaştır. Buna göre, Birleşmiş Milletler 15 – 24 yaş; Avrupa Birliği ise 15 – 25 yaş aralığında bulunan insanları genç olarak tanımlanmaktadır. Yerli mevzuatımızda da, gençlik tanımında kullanılmak üzere belirli bir yaş aralığı ifade edilmemekle beraber; 15 – 25 yaş aralığındaki kimseler genç olarak kabul edilmektedir.
27
GİRİŞ:
“Sağlıklı bir beden ve zihin, öğrenme isteği, hayalleri gerçekleştirmek için sahip olunan zaman, heyecan, enerji, dinamizm ve umut, yeniliklere uyum kabiliyeti…”İnsanın hayattaki ilk evresinin değer karşıtlıklarıdır; yani çokgençlilikte!
Çocuklarımız ve Gençlerimiz, yani ÇOKGENÇLERİMİZ milletimizin bekası adına en değerli varlığımızdır. İnsan varlığımızın filiz halleridir. Belirlenecek insan şeklimizin ham halidir. ÇOKGENÇLERİMİZİN taşıdığı değer; toplumla gelecek arasında bir bağ kurulması ve ulusumuzun varlığını sürdürebilmesi açısından tarihi varlığını geleceğe taşımasını sağlayacak en önemli unsur olmasından kaynaklanmaktadır.
Bugün ÇOKGENÇLERİMİZ çok ve çeşitli sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Çokgençlerin sorunlarını sadece bu yaş grubunun sorunu olarak ele almak yanlıştır. Zira ÇOKGENÇLER toplumun en büyük kesimini meydana getirmektedirler. 25 milyonluk bir rakam 12 yaş altı insanlarımızdan oluşmaktadır. Nüfusun %40 ını 18 yaş altı insanlarımız oluşturmaktadır. Ya da 34 yaş altı insanımız nüfusdumuzun %64 ünü oluşturmaktadır.
Bu nedenledir ki, kavramsal bir tanımlama yaparken “gençliğin sorunları” yerine “gençlik sorunları” demek daha doğrudur. Çünkü bu sorunlar, toplumumuzun tamamının sorunudur.
Gençlik sorunlarının çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Bu sorunların bir kısmı, gençlerin kendisinden; yani yaşları gereği hayatı algılama biçimlerinden kaynaklanmaktadır. Ancak çok büyük bir kısmı ise; eğitim sistemi, bölgeler arası gelişmişlik farkları, cinsiyet, gelenekler (töreler), dini algılamalar, aile içi iletişim bozuklukları, demografik yapı ve istihdam politikaları gibi çok ciddi gerekçelere dayanmaktadır. Ülkemizde meydana gelen toplumsal değişme, kentleşme, sanayileşme, iç göç hızının artması, gecekondulaşma ve aile kurumunun parçalanmasına paralel olarak sosyal sorunlarda önemli bir artış gözlemlenmektedir. Artan sosyal sorunlardan en çok etkilenen çocuk ve ergenlerdir. Çocuk korunmaya, ilgiye ve sevgiye muhtaç bir varlıktır. Ailenin uygun tutum
28
ve davranışlarıyla çocuk kişilik, ruhsal ve davranışsal gelişimi sağlıklı yapılandırılır. Ancak ebeveynler çocuklarına yeterli düzeyde ilgi ve sevgi göstermez, kişilik gelişiminde uygun rol model olamaz ise çocuk uyum, davranış sorunlarıyla karşı karşıya kalmaktadır.
Ülkemizde bütüncül bir gençlik politikasının olmaması çok genel bir eleştiri konusudur. Ancak ifade edilmelidir ki, bütüncül olmak bir yana; parçalı da olsa etkili bir gençlik politikasından söz etmek zordur. Politikaların temelini sorunlar oluşturmaktadır. Yani eğer sorun varsa ve sorunlar tespit edilerek sınıflandırılmışsa; o zaman bunun üzerine bir politika bina edilebilir.
Ancak bütüncül gençlik politikalarına temel teşkil edecek, ayrıntılı ve bilimsel sorun tespiti ve analizinin varlığından söz etmek zordur.
Bugün dünyada Sivil Toplum Kuruluşlarını esas alan ve toplumsal kesimleri güçlendirerek kendi sorunlarına sahip çıkmalarını öngören bir eğilim yaşanmaktadır.
Bu nedenledir ki, Ülkemizin Avrupa Birliği ile müzakerelere hazırlandığı şu günlerde; gençlik sorunlarının tespit edilmesi ve bu tespitler üzerine gençlik politikalarının oturtulması bu alanda çalışan sivil toplum kuruluşlarına düşmektedir. Çünkü kamu kesimi, bu konuda bir takım çalışmalar yapmak ve katılımcı bir şekilde politika oluşturmak gibi bir yapılanmadan uzaktır. Ancak üzülerek ifade etmek gerekir ki; gençlik alanında çalışan Sivil Toplum Kuruluşlarının büyük bir çoğunluğu da; gençlik sorunları ve çözüm önerileri konusunda klişe ve sloganik yaklaşımlardan çok da öteye gidememektedir.
Gençlikle ilgili olarak uluslararası alanda önemli ilkeler ve sözleşmelerin benimsendiği görülmektedir. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’nin hazırladığı çeşitli uluslararası sözleşmeler aracılığıyla; ulusal hükümetler gençlik sorunlarına çözüm bulmaya ve bu konudaki duyarlılığın aktif hale getirilmesine çalışılmaktadır. Çünkü başta Avrupa ülkeleri olmak üzere; gelişmiş ülkelerin birçoğunun genç nüfus sorunu bulunmakta ve bu ülkeler, mevcut genç nüfuslarını da sosyal ve demokratik hayata katılma konusunda motive etmekte zorlanmaktadırlar.
29
Çalışma, ülkemizdeki gençlik sorunlarını olabildiğince veriye dayanarak ve genel anlamda tespit etmek amacına yönelmiştir. Tespit edilen sorunların, nasıl çözülebileceğine yönelik politika önerileri çalışmada yer almamaktadır. Çünkü bu politikalar ancak, devlet, gençlik temsilcileri ve bilim insanlarının, eşit paydaşlar olarak ortaya koyacakları önerilerle oluşturulabilir. Bu nedenle çalışmada sadece, gençlik sorunlarının çözümüne yönelik olarak; politika oluşturma yöntemlerine ilişkin bir takım önerilerle yetinilmiştir.
Gençlikle ilgili sorunların yukarıda sıraladığımız sorunlardan ibaret olduğunu ifade etmek mümkün değildir. Ancak sayılan bu sorunlar, başlıca ve toplumsal etkileri bakımından önemli sonuçlar doğuran sorunlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bunun yanında sosyal, kültürel, psikolojik, ekonomik ve politik alanda ve daha birçok konuda önemli gençlik sorunları bulunmaktadır. Bunların bir kısmı – örneğin gençlik katılımıhemen hemen tüm modern toplumların üstesinden gelmeye çalıştığı sorunlar iken; bir kısmı da – örneğin eğitim sorunlarıdaha çok ülkemize özgüdür. Birtakım sorunlar ise –örneğin töre cinayetleriülkemizin sadece belirli bir bölgesi için söz konusudur.
Ülkemizde bütüncül bir gençlik politikasının varlığından söz etmek mümkün olmadığı gibi; gençlik politikalarının üzerine bina edileceği bilimsel bir sorun analizi de bulunmamaktadır.
Öyle ki, Türkiye’ de gençlik ile ilgili olarak yapılan iki önemli araştırmanın ikisi de bir takım yabancı kuruluşlar tarafından yapılmıştır. Çok önemli bulgulara ulaşılan bu çalışmalardan da yeteri kadar yararlanıldığı tartışma konusudur.
Türkiye’de gençlik alanında çalışan STK’lar ve diğer gönüllü yapılanmalar arasında da ortak hareket ve yaklaşım birlikteliğinin bulunmadığı görülmektedir. Ulusal Gençlik Konseyi’nin kuruluşunun gecikmesinin en önemli nedenlerinden biri de, bu birlikteliğin sağlanamamış olmasıdır.
Türkiye’nin genç bir nüfusa sahip olması görece bir avantaj olarak
30
değerlendirilmektedir.
Ancak -azalan oranda da olsaartan ve gençleşen nüfus, beraberinde eğitim, sağlık, konut, istihdam gibi alanlarda bir takım yeni yatırım ihtiyaçlarını gündeme getirmektedir.
Devlet tarafından sunulan gençlikle ilgili hizmetler, oldukça merkezileşmiş ve sportif hizmetlerin içerisinde kaybolmuş durumdadır. Hâlbuki gençler, sosyal, kültürel, sanatsal, psikolojik vb. alanlarda da yoğun bir biçimde Devletin desteğine ihtiyaç duymaktadırlar.
TÜRKİYE’NİN ÇOCUK GERÇEĞİ KARNESİ
Çocuk sorunlarında en büyük etken yoksulluk Dört çocuktan biri yoksul
Beş çocuktan biri çalışıyor
Sokaktaki çocuklar konusunda en sorunlu iki il İstanbul ve Diyarbakır
Artma eğiliminde olan çocuk suçlarına karşı toplum aciz ve çaresiz
Çocuk ihmali ve istismarı yaygınlaştı
Çocuk hakları öğretiminde en sorunlu ülkelerden biri Çocuklara yönelik hak ihlalleri yaygınlaştı
Çocuk hakları uyum yasaları hazırlanamadı
Çocuk Koruma Kanunu çocuk adalet sisteminin gerçekleştirilmesi için yeterli değil
Bebek ve 5 yaş altı ölümleri hâlâ yüksek
Anne Çocuk Sağlığı Acil Eylem Programı etkin biçimde uygulanamadı
0 – 18 yaş sağlık güvencesi sağlanamadı Nitelikli eğitim başarılamadı
Üstün yetenekli çocukları eğitemeyen bir ülke...
Okul Sağlığının İyileştirilmesi Projesi yaygınlaştırılamadı.
Korunmaya muhtaç çocuk sayısı artıyor
31
Özürlüler Kanunu’nun kuşatıcılığına karşın verilen hizmet sınırlı TBMM Çocukları Sokağa Düşüren Nedenlerle Sokak Çocuklarının Sorunlarının Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin
Belirlenmesi Araştırma Komisyonu Raporu askıda kaldı
Türkiye, çocuk pornografisi konusunda riskli ülkeler arasında Medyanın olumsuz etkilerinden çocuğu koruma sistemi geliştirilemedi Türkiye’nin çocuk göstergeleri dünya ortalamasının altında Türkiye çocuk sorunlarını erteleyen bir ülke görünümünde
TÜRKİYE’NİN ÇOCUK GERÇEĞİ
NOTLAR
Aile ve Çocuk
• Sosyal güvenceden yoksun ailenin sorunları acil çözüm bekliyor
• Çocuğa ve gence ilişkin olumsuz göstergelerin temelinde aile sorunu var
• 15 milyon 70 bin ailenin 3 milyon 600 bini yoksulluk sınırında
• Ülke ölçekli toplam hane halkının çoğunluğu sağlıklı olmayan fizikî ortamlarda yaşıyor
• Yoksulluğun çözülemeyişinin öncelikli nedeni, iktidarların kök sorunları çözme iradesinin olmayışı
• 1990 sonrası boşanma sayısında artış var
• Yoksulluğu şefkat siyasetiyle (yardım dağıtma) erteleme alışkanlığı sürüyor
• Ekonomik kalkınmayla sosyal politikalar paralel sürdürülemedi
• Ailedeki ekonomik, sosyal ve kültürel kriz, aile içi çatışma ve şiddeti artırdı
• İşsizlik karşısında sosyal güvenliğin sağlanamaması sonucu, aile ve çocuk ve gençlik sorunları derinleşti
• Türkiye’nin aile ve çocuk merkezli insanî gelişme ve refah göstergeleri dünya ortalamasının altında
32
• Türkiye aile ve çocuk politikaları ile Avrupa Birliğine hazır değil
Aile ve Çocuk Sağlığı
• Bebek ve 5 yaş altı çocuk ölümleriyle anne ölüm oranı hâlâ yüksek
• Anne ve çocuk sağlığı geliştirme programı yaygınlaştırılamadı
• Anne sütü muadillerinin mamayı özendirici reklâmları önlenemedi
• Anne ve çocuk sağlığı hizmetlerinde bölgeler arası eğitim ve sağlık göstergelerindeki farklılık giderilemedi
• Kadının toplum içindeki statüsünün iyileştirilmesi sınırlı düzeyde kaldı
• Çocukların beslenme bozukluğunun neden olduğu hastalıklar yaygın
• Çocuklarda ağız ve diş sağlığı bozukluk oranı yüksek
• Beş yaş altı beslenme bozuklukları azaltılamadı
• Okul sağlığı hizmetleri dünya ortalamasının altında
• Adölesan (Adolesan dönemin en büyük özelliği fiziksel, cinsel, psikolojik gelişimin tamamlanmasıdır) sağlığı hizmetleri çok sınırlı düzeyde
• Koruyucu sağlık ve çevre sağlığı açısından Türkiye riskli ülkeler arasında
• Toplam hane halkının yüzde 20’si temiz su içemiyor
• Özürlü çocuğu olan ailelere doğrudan destek hizmeti yaygınlaştırılamadı
• Kız çocuklarına yönelik töre-namus saikli saldırıları önlemeyi amaçlayan ve yaşama hakkını merkeze alan program hazırlanamadı
• Mayın, gösteri ve bombalama olaylarında çok sayıda çocuk hayatını kaybetti
• Anne Çocuk Sağlığı Acil Eylem Programı etkin biçimde uygulanamadı
33
Çocuk Eğitiminde Durum
• Türkiye’de okulöncesinde hâlâ köklü atılım yapılamadı (0-2yaş yüzde 1; 3-4 yaş yüzde3; 5 yaş yüzde 21)
• Okulöncesi eğitim oranı en düşük grup köy çocukları
• Okulöncesinde batı bölgelerinde oran daha yüksek
• Erken çocukluk gelişimi programı yaygınlaşamadı
• 6-13 yaş grubu okullaşma oranı kızlarda daha az
• Kızların okullaşma oranı her alanda erkek öğrencilerin altında
• Türkiye, eğitimde yaş ve cinsiyet ayrımcılığını aşamadı ve durum eğitimin bütün aşamalarında kızların aleyhinde
• Türkiye’de sınıf ortalaması 36 (Dünya ortalaması 26. En kalabalık sınıflar İstanbul’da)
• Türkiye’nin dünya ortalamasına göre 125 bin sınıf açığı var
• Örgün eğitim okuma alışkanlığı kazandıramıyor ve kitabı sevdiremiyor
• Okul başarısı ve hayat başarısı arasında denge kurulamadı
• Okul Sağlığının İyileştirilmesi Projesi yaygınlaştırılamadı
• Eğitimin gerçekleştiği fiziki mekânlar niteliksiz mimari yapılardan oluşuyor
• Eğitimden yoksun kalmış çocukların eğitime dahil edilmesi çalışmalarında yetersiz kalındı
• Türkiye, nitelikli genel eğitimde başarılı olamadı
-Öğrenci merkezli müfredat değişikliklerine ihtiyaç duyulmaktadır
• Ortaöğretimde brüt okullaşma oranı yüzde 69.9’da kaldı
• Eğitim süresi uzadıkça kızların okullaşma oranı düşüyor
• Türk eğitim sistemi felsefe öğretiminden uzaklaştı
• İlk ve ortaöğretimde sanat ve kültür eğitimi çok alt düzeyde
• Son 5 yılda okullarda şiddet yaygınlaşma eğilimi gösterdi
• Eğitim sistemi, spor ve müzik yeteneğini geliştiren projeden yoksun
• Yurt dışındaki ilk ve ortaöğretim çağı çocuklarının eğitimlerine
34
ve yurda dönen çocukların uyum sorunlarına destek projesi geliştiremedi
• Eğitim sistemi, medya ve bilişim teknolojileriyle uyumlu duruma getirilemedi
• Türkiye, üstün yetenekli çocuklarını eğitemeyen bir ülke durumunda
• Millî Eğitim Bakanlığı’nın üstün yetenekli çocuk eğitiminin okulöncesi, ilk ve ortaöğretim süreçlerini kapsayacak eğitim-öğretim modeli de yok
• Türk Millî Eğitim Sistemi, son 10 yılda, politik ve ideolojik müdahalenin en yoğun yaşandığı alan oldu; eğitim yönetimi güven sorununu aşamadı ve başarılı olamadı
• Türkiye, eğitim profili ve göstergeleri bakımından Avrupa Birliği standartlarına hazır duruma getirilemedi
ÖNCELİKLERİMİZ:
Koruma Altındaki Çocuklar
• Türkiye, korunmaya muhtaç ve kimsesiz çocuğa sosyal güvenlik sistemi kuramadı
• Ülke ölçekli aile ve çocuk hizmetleri koordine edilemedi ve etkin biçimde yönetilemedi
• Koruyucu aile modeli ve evlât edinme uygulanması yaygınlaştırılamadı
• SHÇEK şemsiyesi altındaki çocuk yuvası ve yetiştirme yurtları yönetilemedi
• Yuva ve yetiştirme yurtlarını yerel yönetimlere devretmeyi öngören düzenleme yapılamadı
• Korunmaya muhtaç çocuklar için koruyucu, önleyici ve destekleyici projeler geliştirilemedi
• Aile destek hizmetleri ve koruyucu aile modeli uygulanamadı
35
GÜÇ KOŞULLARDAKİ ÇOCUKLAR
Çocuk Yoksulluğu
• Türkiye’de dört çocuktan biri yoksul
• Yoksul çocukların çoğunluğu büyük şehirlerde ve köylerde
• Yoksulluk sınırındaki aileler sosyal güvence altına alınamadı
• Göç çocuklarının en çok yaşadığı iller Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi şehirleri
• Çocuk yoksulluğunu önlemeyi sağlayacak sosyal güvenlikle ilgili yasa çalışmaları tamamlanamadı
Özürlü Çocuklar
Nüfusun yüzde 12.28 özürlü olan ülkemizde, özürlülerin sağlık, eğitim ve sosyal göstergeleri kötü
• Özürlüler daha fazla yoksullukla karşı karşıya
• Özürlülere verilen özel eğitim ve rehabilitasyon hizmetleri dünya ortalamasının altında
• Çok Programlı Özel Eğitim Merkezi Projesi Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yaygınlaştırılamadı
• Özürlüler İdaresi Başkanlığı tarafından projelendirilen “Meslekî Rehabilitasyon Merkezi” modelinin 35 ildeki uygulama sorumlusu yerel yönetimler olduğu halde henüz etkin uygulama başlamadı
• Türkiye, yasal çerçevede Avrupa Birliği sürecine hazır durumda; ancak koruyucu, önleyici, rehabilite edici ana sistem uygulaması hazır değil
Çalışan Çocuklar
• Türkiye’de beş çocuktan biri çalışıyor
• Çalışan çocukların yüzde 76.9’u tarım kesiminde
• Çalışan çocuklara uygulanacak çocuk iş gücünden yararlanma standartlarında etkin olunamadı
• Güvence altında çalışan çocukların izin, iş güvenliği, iş kazası, dayak ve azarlama sorunları aşılamadı
36
• Sokakta çalışan çocukların sayısında artış oldu
• Asgari çalışma yaşı uygulanamadı
• Çalışan çocuklara ülke ölçekli izleme ve denetim sağlanamadı
Sokaktaki Çocuklar
• Sokaktaki çocukların sayısı bilinmiyor (tahmini olarak
200.1 çocuktan bahsedilmekte)
• “TBMM Çocukları Sokağa Düşüren Nedenlerle Sokak Çocuklarının Sorunlarının Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi Araştırma Komisyonu Raporu”nun, sorunlara yaklaşımı ve çözüm önerileri hayata geçirilemedi
• Sokaktaki çocuklar için koruyucu, önleyici, tedavi ve rehabilite edici projeler yaygınlaştırılamadı
• Sokaktaki çocuklar, diğer çocuk sorunlarının üzerini örten bir sarmal işlevi yerine getirmeyi sürdürüyor
• Sokaktaki çocuklar konusunda yapılan çalışmalarda en başarısız ve en sorunlu iki il İstanbul ve Diyarbakır
• Sosyal güvenlik çalışmalarının sonuçlanması durumunda sokaktaki çocuk sorunlarının azalacağı umudu var
ÇOCUK ADALETİ SİSTEMİ
Çocukların işlediği suçlar ile çocuklara karşı işlenilen suçların tanımı tasniflenemedi
Yargılamadaki Çocuklar
• Türkiye’de suç işleyen ve kapkaççılık yap(tırıl)an çocuk sayısında artış oldu
• Çocuk suçları konusu, çocuk adalet sistemi yerine, ceza yasaları içerisinde düzenlenmesi eğilimi sürdürüldü
• Suç işlediği ispat edilen çocukların tek seçeneği hâlâ ceza
• 15 yaşın üzerindeki çocuklar hakkında ceza dışında bir seçenek yok
• 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu, çocuk adalet sistemi yerine
37
ceza kontrol sistemine dayalı bir yaklaşımla hazırlandı
• Çocukların, Çocuk Mahkemeleri dışında Ağır Ceza Mahkemeleri’nde yargılanması değiştirilemedi
• Çocuk Mahkemelerinin yaygınlaştırılması sağlanamadı
• Yargılamadaki çocuklara hizmet veren kurumların fizikî ve sosyal şartları iyileştirilemedi
• Türk çocuk hukuku ve çocuk yargılama hukuku standartları geliştirilemedi
Çocuk İhmali ve İstismarı
• Türkiye’de artan trend ile çocuk ihmali ve istismarı yaygınlaşma eğilimi gösterdi
• En yaygın çocuk istismar türü ekonomik istismar
• Çocuklara karşı işlenen fizikî istismar türlerinin oranlarında artış gözlendi
• Çocuklara karşı cinsel istismar vak’alarında artış oldu
• Çocuk pornografisi konusunda Türkiye riskli ülke
• Son yıllarda akranlar arası şiddet ve çocukların kesici alet ve ateşli silah kullanımı yaygınlaştı
Çocuk Hakları
• Türkiye, 27 Ocak 1995’ten bu yana Çocuk Haklarına Dair Sözleşme çerçevesine taahhüt ettiği hedeflere ulaşamadı
• Çocuk hakları öğretimine öncelik verilmedi
• Çocuklara hak ihlâlleri yaygınlaştı
• Çocuk hakları uyum yasaları hazırlanamadı
38
ÇOKGENÇ PLATFORMU UYGULAMA İŞLEYİŞİ
YÖNETİM:
DOĞAL ÜYELER:
Cumhurbaşkanı (Onursal Başkan) Başbakan
Milli Eğitim Bakanı Kültür ve Turizm Bakanı
Aile ve Sosyal Sorumluluk Bakanı İçişleri Bakanı
Diyanet İşleri Başkanı YÖK Başkanı
Türk ve İslam Dünyasını temsilen temsilciler
AKTİF YÖNETİM ÜYELERİ:
Cumhurbaşkanı makamını temsilen bir yetkili Başbakanlık makamını temsilen bir yetkili Milli Eğitim Bakanlığını temsilen bir yetkili
Kültür ve Turizm Bakanlığını temsilen bir yetkili
Aile ve Sosyal Sorumluluk Bakanlığını temsilen bir yetkili İçişleri Bakanlığını temsilen bir yetkili
Diyanet İşleri Başkanlığını temsilen bir yetkili YÖK Başkanlığını temsilen bir yetkili
TRT Genel Müdürü
Çocuk Meclisi Yönetim Kurulu Üyeleri
(Çocuk Meclisi üyeleri Herotürk’ün Türkiye genelinde bütün okullarda yapacağı yılın Herotürkleri yarışması neticesi belirlenecektir.) STK temsilcileri: Çocukla ilgili faaliyet gösteren vakıf ve dernek yönetimlerinin belirleyeceği kişiler arasından yapılacak seçimle ilgili belirlenmiş 3 kişiden ibaret olacaktır.
Çocuk medya temsilciliği: Çocuğa yönelik faaliyetlerde bulunan; tv, radyo, gazete, dergi, yayın yapan kurum ve kuruluş temsilcilerinin kendi aralarında yapacakları seçim neticesinde 3 kişiden ibaret olacaktır.
39
Çocuk sektör temsilciliği: Çocuğa yönelik faaliyette bulunan; gıda, tekstil, oyuncak, kırtasiye gibi konularda ticaret yapan kurum ve kuruluşları temsilen kendi konularından birer kişi tarafından temsil edilecektir.
Dershaneler ve özel okullar temsilciliği: Anaokullarıda dahil olmak üzere bütün bu kurum ve kuruluş katılımcıları tarafından yapılacak seçimle toplamda 7 kişi ile temsil olunacaklardır.
Özel Üniversiteler temsilciliği; Çocuğa ve topluma ya da direk insana yönelik çalışmaları bulunan üniversitelerin kendi aralarında yapılacak seçimle belirleyecekleri 7 kişi temsil hakkına sahiptirler.
Çocuk ruhsal temsilciliği: Psikologlar, pedegoglar, psikiatrlar, eğitim danışmanlarınca kendi aralarında yapılacak seçimle belirlenmiş 3 kişi tarafından temsil olunacaklardır.
Çocuk sağlığı temsilciliği: Çocuğun biyolojik ve fizyolojik varlığı hususunda ihtisas sahibi hekimler arasında yapılacak seçimle belirlenmiş 3 kişi tarafından temsil olunacaklardır.
Çocuk dinsel eğitim temsilciliği: Çocuk yetiştirilmesi ve gelişimi hususunda diyanet işleri ve ilahiyat fakülteleri nezdinde hurafesiz ve çağdaş metodlarla dinsel eğitim husunda belirlenecek 5 kişi tarafından temsili.
KOMİSYONLAR:
Genel hatlarıyla belirlenmiş konu başlıklarını etüd etmek ve değerlendirme sonuçlarına ulaşmak üzere her konunun uzmanlarından oluşur. Komisyon üyeleri kendi başkan ve yönetimlerini-görev dağılımlarını oy birliği ile kendileri belirler.
40
PLATFORM ÇALIŞMA KONULARI
1 -ÇOKGENÇ ve AİLE,
a-ÇOKGENÇ ve çekirdek aile
bÇOKGENÇ ve akraba ilişkileri
c-ÇOKGENÇ ve bireysel ahlak
2 -ÇOKGENÇ ve TOPLUM,
Her bir başlığın başka altbaşlıkları sözkonusudur.
a-EĞİTİM,
bÇEVRE,
cSAĞLIK
3 -ÖZEL ÇOKGENÇLER
a-ENGELLİLER
b-ÜSTÜN YETENEKLİLER c-SOKAK ÇOCUKLARI
d-ÇALIŞAN ÇOKGENÇLER
ÇOKGENÇ VE AİLE:
Aile en küçük toplumsal birim; aynı zamanda nesiller arası bir sistem. Ve her sistem gibi değişmekte olan, kendi iç dinamikleriyle veya toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal dinamiklerle dönüşen bir sistem.
Aileler, çocuklar ve ruh sağlığı konusu çok önemli ve önemli olduğu kadar zor ve çapraşık bir konudur. Günümüzde ailelerin ve çocukların nelerle karşılaştığı, ne sorunlar yaşadığı ile ilgili genelleme yapmak sakıncalı olabilir, her aile özeldir. Ancak bir ölçüde genelleme yapmadan da konuyu anlamaya çalışmak olanaksız görünüyor; dolayısıyla biraz genel bir çerçeve çizilmek durumundadır. Bu çerçeve içinde çeşitli öznelliklerin yer alabilir olması temel gaye olmalıdır.
41
Sanayi toplumu sosyolojisi içinden bakınca tarım toplumundan sanayi toplumuna geçilirken, aile yapısı da geniş aileden çekirdek aileye dönüşür. Yine bu şemanın sonuçlarına göre çekirdek aileye dönüşmüş, kentli olmuş ailenin önce tüketim ve davranış kalıpları değişir, sonrasında da değerleri“modern, kentli” değerlere doğru değişecektir. Elbette bu hayat tarzı bakımından modern nitelemesinin de kılık kıyafetten kadın erkek ilişkilerine kadar ima ettiği ve tanımladığı bir dizi tutum, davranış ve değerler manzumesi vardır. Ama en önemlisi bireyselleşmenin artacağı, aile içinde bile bağımsız bireylere dönüşüleceği varsayımıdır.
Siyaset biliminden pazarlamaya, reklamcılıktan üretime kadar hemen her alan sanayi toplumu sosyolojisiyle tanımlanmış, doğru, normal ve kaçınılmaz olan bu çekirdek aileye ve bireyselleşmeye göre kurgulanmaktadır.
Buna karşılık Türkiye toplumunda hâlâ en önemli toplumsal kurum ailedir. Bireysellikkolektiflik üzerinden bakıldığında öncelik ailede sonra da ülkede. Kısaca söylemek gerekirse henüz bu toplumda sanayi toplumu sosyolojisiyle tanımlanmış bireysellik son derece düşük. Hatta bu anlamda bireysel düşünenler yalnızca toplumun beşte biri.
Hâlâ bu toplumun gençlerinin çok büyük bir bölümü gelecek planını bile ailesi üzerinden yapıyor. Yalnızca kendi hayalleri, kendini gerçekleştirme arzusu gibi meseleler aileden sonra geliyor.
Her ne kadar aile yapısı göçle beraber değişiyor, çekirdek aileye dönüşüyor gibi görünse de “KONDA aile araştırması”nın temel bulgusu Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın “duygusal geniş aile” tezini doğruluyor. Hanedeki fert bakımından aileler küçülüyor fakat ilişki üzerinden bakıldığında daha yoğun bir ilişkinin ve karşılıklı etkileşimin olduğu görülüyor.
Bu bulgunun önemli göstergelerinden birisi yurtiçi hareketlilik.
Her ne kadar medya “tatilci trafiği” gibi bir klişeyi sıkça kullanıyor olsa da o gördüğümüz tatilci trafiği değil, “ataya ve memlekete gidenler trafiği”. Tatillerde deniz kenarına, tatil yerlerine gidenler henüz toplumun dörtte biri.
Toplumun üçte ikisinin bireysel hayatı için en büyük korkusu “oğ42
lunun, kızının istediği eğitimi alamaması”. Yine üçte ikisinin ülke hayatı için en büyük korkusu “geleneklerden kopmak”.
Aileye verilen önem ile beraber bu korkuları anlamaya çabaladığımızda şu yorumu yapmak mümkün. Bu toplumda ailenin hayallerinin taşıyıcısı çocuklar.
Yüksek eğitimli oranının yüzde 11, lise eğitimli oranının yüzde 27 olduğu, ortalama eğitim süresinin 7,8 yıl olduğu, beşte dördünden fazlasının bir meslek sahibi olamadığı, kendine özgüveni düşük bireylerin gelecek hayalleri kendi emekleri üzerinden değil, çocukları üzerinden.
Denizli’nin Çal’ında, Kayseri’nin Develi’sinde ya da Diyarbakır’ın merkezinde yaşayan bir babanın, annenin daha iyi bir hayat arzusu nasıl gerçekleşebilir? Kendi emeğiyle kazandığı veya en fazla kazanabileceği ne? Tasarruf edebileceği ne? Nasıl daha konforlu bir hayata ve refaha ulaşabilecek?
Piyango vurmaz ise veya eğer bulunduğu mahal göç alan bir yerse ve tarlalar arsa olup spekülatif satışlarla olağanüstü kazanç ihtimali yoksa ne yapacak?
Tek şansı var: Çocukları iyi eğitim alırlar ve geleneklerine ve ailelerine bağlı insanlar olurlarsa, aileyi de daha iyi bir hayata doğru çekerler.
Nitekim toplumun çok büyük bir kısmının ailesiyle ilişkisi yalnızca sevgi ve saygı ilişkisini sürdürmek veya beraber gündelik hayat pratikleri üzerinden değil bunların çok ötesinde bir ilişki ve destek üzerinden.
Dolayısıyla Türkiye’deki aile yapısı ekonomik ilişkilere dayalı geniş aileden çekirdek aileye doğru geçişte orta bir durakta ilişkiye dayalı, geleneksel ve dinî değerler ağırlıklı üçüncü bir aile yapısı gösteriyor. Muhtemelen de bu durak büyük oranda kalıcılaşma eğilimi taşıyor.
İster siyasetçi ister iş yöneten olun eğer bu yapıyı dikkate almadan strateji geliştiriyorsanız ve eğer arzulanan başarı gelmiyorsa, bir de meseleye bu noktadan bakmak yararlı olabilir.
Önce ülkemiz ailelerini kabaca da olsa inceleyebilmek için kuramsal bir çerçeve çizilmelidir. Bu çerçeve yardımıyla geleneksel ve değişmekte olan aile-çocuk ilişkisine ele alınmalı; bu ilişkinin ruh sağlığı ve eğitim
43
çalışmaları için ne ifade ettiği vurgulanmalıdır.. İlgi odağı olarak özel sorunlar yaşayan çocuk ve aileler olduğu gibi günümüz koşullarıyla başetmekte olan genel geçer ailelerin yapısı tanımlanmalıdır.
ÇOKGENÇ ve çekirdek aile:
“Eğitim anne dizinde başlar; her söylenen sözcük, çocuğun kişiliğine konan bir tuğladır.”
Ailenin önemli işlevlerinden biri de çocuğunu eğitme işlevidir. Her aile bu işlevini karşılamak zorundadır. Bu aynı zamanda herkes için toplumsal bir görevdir. Sağlıklı toplumların oluşmasının ilk basamağı ailede atılır.
Toplum olarak kalkınmak için; sağlıklı düşünen, soran, sorgulayan, araştıran, sorumluluk sahibi gibi bir çok olumlu özelliklere sahip bireylerin yetişmesinin temeli ailede atılır. Aile çocuğa ilk eğitimin verildiği yerdir. Her şeyden önce aile, bir okul öncesi eğitim kurumu olarak kabul edilir. Çocuk okula başladıktan sonra, ailenin bu işlevinin bir kısmını eğitim kurumları üstlenmektedir. Ancak aile, hiçbir zaman çocuğun eğitiminden kendini bütünüyle soyutlamış olamaz.
Aile toplumun temelini oluşturmaktadır. Tüm milletler aile kurumunu korumak ve güçlendirmek amacıyla çeşitli tedbirler almaktadırlar. Yapılan araştırmalarda, gençlerin en önemli sorunlarının, ailelerinin tutum ve davranışlarından kaynaklanan “iletişim bozukluğu” olduğu görülmektedir . Genellikle, eğlence, dinlenme, arkadaş ilişkileri, saygı, şefkat, kıyafet seçimi, meslek seçimi vb. konularda aileleriyle anlaşmazlığa düşen gençler ailelerinin kendilerini anlamadığından yakınmaktadırlar.
Ebeveynler arasındaki geçimsizlik ve aile içi şiddet de gençleri olumsuz etkileyen ailevi sorunlar arasındadır. Ayrıca, ebeveynlerin boşanması ve ayrı yaşamaları gençlerin psikososyal gelişimlerini olumsuz etkilemektedir.
Aile içindeki iletişim bozukluğu hatta çoğu zaman iletişimdeki kopma, gençler için diğer birçok sorunu da tetiklemektedir. Gençlerin
44
zararları alışkanlıklar kazanması, toplumsal ilişkilerindeki problemler, şiddet davranışları ve intihar gibi sorunların temelinde büyük ölçüde ailevi sorunlar yatmaktadır .
Gençler kişiliklerini, şekillendiren bir takım değerleri ailelerinden almaktadırlar. Bunun bir sonucu olarak da; aile kurumunu temelde bir güvence olarak görmekte; ancak, ciddi sorunlarını aileleriyle konuşmaktan ve birlikte çözüm aramaktan kaçınmaktadırlar
Ailevi sorunların en olumsuz sonucu, gençlerin intihar etmesidir. Yapılan araştırmalarda intihar edenlerin yaklaşık % 33’ü 15 – 24 yaş aralığındaki gençlerden oluşmakta ve ailevi sorunlar yaklaşık % 25 ile en önemli intihar nedenleri arasında yer almaktadır .
• Daha etkili anne baba olabilmek
• Çocukların gelişiminde büyükanne ve büyükbabaların yeri
• Hayvanların çocukların ruhsal gelişimine etkileri
• Oyun ve oyuncak
• Kardeş kıskançlığı
• Tatil dönemi ve ruh sağlığı
• Ergenlikte disiplin sorunları
• Madde kullanımı
• Cinsel kimlik sorunları
• Mastürbasyon
• Çekingen çocuklar
• Uzun süreli bedensel hastalık karşısında çocuk
• Parmak emme, tırnak yeme
• Oyun konsollarında ve kişisel bilgisayarda oynanan oyunların çocukların ruh dünyası üzerindeki etkileri
• Çocuk ve ergenlerin cep telefonu kullanması
• Sünnet ve çocuk ruh sağlığı
• Çocukların fiziksel ve cinsel istismarı
• Korkular
• Boşanma ve çocukların ruh sağlığına etkileri
45
• Çocuk ve ergenlikte aşk
RUHSAL BOZUKLUKLAR
• Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu
• Davranım bozukluğu
• Karşı olma karşı gelme bozukluğu
• Tikler
• Depresyon
• Kaygı bozuklukları
• Şizofreni
• Özgül öğrenme bozuklukları
• Zeka geriliği
• Bebek, çocuk ve ergenlerde iştah ve yeme sorunları
• İletişim bozuklukları
ÇOKGENÇ ve akraba ilişkileri
Kardeş, amca, dayı, teyze, amca, dede, nine, kuzen gibi yakın akraba ve hısımlarla olan ilişkiler husunda bir nevi sosyal hizmet alanı olan geniş aile aslında eski zamanlarda çok uygulanan bir kavramken şimdilerde modernitenin getirdiği “yalnızlaşan insan” herkesten uzaklaşmakta, herkesi uzaklaştırmakta. Kendi ailesindeki yaşlıyı,dulu ,yetimi tanımaz olmuş durumda olduğu görülüyor. Hatta sosyal desteğe ihtiyacı olmasına bile gerek olmayan insanların zamanla hiç kimsesizleştirmeye başladığı ise aşikar.
Aynı aileden kültürden geliyor olmak yaşanan her şeyde kabul ve rehabilite olmayı kolaylaştımaktadır süphesiz. Yaşlar acılar, düğünler törenler hep yakınlarla ile olur. Toplumsal yalnızlaşma ve depresyon oranı gün geçtikçe artıyor. Çünkü konuşacak bir amca, teyze, dertleşecek bir akraba bulmak gittikçe zorlaşıyor. Küçüldükçe küçülen aileler ebeveynleri bile kabul etmekte zorlanıyor.
İnsan tek başına yaşayamaz. İnsanlarla münasebet, hayata mânâ ve güzellik katar. Bunun için insan hayatının çok mühim yönlerinden bi46
ri, insanlarla kurulan yakınlıklar ve bunlara yüklenen mânâlardır. Yakınlık kurmak, insanî duygulardandır. Akrabalık milletlerarası münasebetlerde de aranan bir mefhumdur. Akrabalık, dilimizdeki akraba gibi olmak, akrabadan sayılmak, akrabadan öte deyimlerinde görüldüğü gibi, beşerî isteklerle ortaya çıkan ve arzu edilen bir durumdur.
Akrabalık, doğuştan veya sonradan kazanılmıştır. Akrabalar bir yönüyle kaderin yakın kıldıklarıdır. Zira kan akrabalarını kimse kendisi seçmez. Akrabalar genetik açıdan birbirine benzer. Bilinen kan akrabalığına hısımlık ve süt yoluyla eklenen akrabalıklar da katılır. Evlenme ile başlayan hısımlık, çocukların olması ile kan akrabalığına dönüşür. Çocuklar sebebiyle taraflar arasında kan bağı, başka bir deyişle genetik bağ oluşur. Şaşırtıcıdır ki, yapılan araştırmalarda, insanların evlenirken kendilerine benzer genetik özellikler taşıyan kişileri eş olarak seçtikleri anlaşılmıştır. Sanki görünmez bir el insanı bu yönde sevk etmektedir. Süt akrabalığı ve evlât edinme durumları da akrabalık sınıflandırmasında önemli bir yere sahiptir
Hukukî ve genetik bakımdan değilse bile, sosyal münasebetler yönünden Anadolu kültüründeki musahiplik, kirvelik, ahretlik, ad babalığı, sağdıçlık gibi durumları da akrabalığa eklemek gerekir. Hayatın başından itibaren elde edilen her yakınlık, yeni kazançları ve mesuliyetleri de beraberinde getirir.
Akrabalar, insanın ilk tanıdığı, sevdiği, insanî münasebetlerini geliştirdiği, şirin ve sıcak bakışlardan oluşan çevresidir. Onların varlığı insana moral destek sağlar. Bu ilk münasebetler müsbet ve menfî yönleriyle neredeyse ömür boyu sürecek alışkanlıkların ve insanlarla münasebetlerin temel kriterini teşkil eder.
Öfkelenilen kişilerin çoğunlukla, akraba gibi yakın münasebet içinde bulunulan kişiler olduğu belirlenmiştir ki, bu da öfkenin sevgiyle irtibatlı olduğunu düşündürmektedir.
Bir gençten beklenilenler arasında, ailesine ve akrabasına faydalı olması vardır. Yapılan hayırlı işlerin yakınlara da faydası dokunur. Aksine serseri olan bir kişi, öncelikle akrabalarına zarar verir. Vatanına ve mil47
letine faydalı olan biriyle önce akrabası iftihar eder. En çok görüşülmek istenenlerin başında akrabalar gelir. Tecritte, yalnızlıkta, hastalıkta yahut gurbette akrabanın yüzü, şefkati ve ilgisi aranır.
İnsanın iyilik yapması güzeldir, önce akrabaya iyilik yapılırsa daha güzeldir. İnsanın hürmetkâr ve merhametli olması güzeldir, önce akraba içindeki aceze, hastalara, ihtiyarlara hürmet ve merhamet edilmesi daha güzeldir. Hastanın halinin sorulup ziyaret edilmesi güzeldir, ziyaret edilen hasta akraba ise daha güzeldir. Akraba münasebetleri, aynı soydan gelenlerin âdeta yeniden birbirini keşfidir. Bu ilişkilerin sosyal, ekonomik, psikolojik, dinî ve beşerî yönleri vardır.
Akrabalık münasebetlerinin psiko-sosyal yönü
Çocuklar, aile ve akrabalık münasebetlerinden büyük ölçüde etkilenir. İnsanın sevinç ve üzüntülerinin kaynağı, çoğunlukla aile ve akrabalarıyla ilgilidir. İnsanın sosyal tecritten kurtulmasının en kolay ve tabii yollarından biri, akrabalarla irtibatın koparılmamasıdır. Sosyal hayatın temeli, akrabalar arasındaki sıcak münasebetlerin varlığıdır. İçtimaî yönden akrabalık bağlarının gücü, millet olmanın ve sağlam karakterlerin geliştirilmesinin teminatıdır. Yaşlılıkta akraba ve tanıdıklarla yakın münasebeti devam ettirme çok daha önemlidir. Hayatın bu döneminde yalnız kalan bir kişinin kendisini yönetmesi zor olabilir. Bu zorluk karşısında yaşlı kişi, günlük faaliyetlerini mümkün olduğunca devam ettirmek için akrabalarından yardım alabilir.
Kültürümüzde akrabalık
Evlenme ve akrabalık münasebetleri aynı zamanda kültürel davranışlardır, kültürden kültüre farklılık gösterir. Toplumun aile yapısı, akrabalık münasebetlerinin tarzını belirler. Ailenin ataerkil, anaerkil, kolektif, demokrat, geniş veya çekirdek olması, akrabalık münasebetlerine kültür boyutunda tesir eden önemli unsurlardır. Kültürümüzde kan akrabaları (hala, dayı, teyze ve amca gibi) dışındaki akrabalara verilen adlar geniş bir yer tutar ki, bu Batı ülkelerinde oldukça sınırlıdır: Kayınpeder
48
(kâim peder), kayınana (kâim ana), kayınbirader (kâim birader), (kâim; bir şeyin yerine geçen demektir, baba yerine geçen, anne yerine geçen mânâsına dilimizde kayın şeklini almıştır) yenge, gelin, elti, görümce, bacanak, enişte vs.
Geleneğimizde dinden beslenen akrabalık münasebetleri, derin mânâlar ve davranış modelleri ihtiva etmektedir. Bu münasebetler başlıklar halinde şöyle sıralanabilir:
Yardımlaşma,dayanışma, iş-gâye birliği, Psikolojik, ekonomik, içtimaî hakların korunması, Statü ve roller açısından hiyerarşik sıralanma, Telkin ve tavsiye mekanizması, Ferdî hataların akrabaya mal edilmesine karşı sosyal kontrol sistemi,İyi ve kötü günleri paylaşmak, Akraba grubuna ait önemli bilgi ve hatıraları gelecek nesillere aktarmak, Üyeler arasında içtimaî emniyet mekanizmasının tesisi...
Sıla-i rahim
Sıla-i rahim; akrabaya yaklaşmak, onları arayıp sormak ve ziyaret etmek, elinden geldiğince onlara yardımcı olmak mânâlarında kullanılmaktadır. Dinimizin üzerinde ısrarla durduğu konulardan biri sılai rahimdir ki, akrabayla ilgiyi kesmemeyi, hürmetkâr olmayı, maddî-mânevî her çeşit yardımda bulunmayı, onlara şefkat ve merhamet göstermeyi, yakın uzak akrabanın her bir ferdine samimi sevgi beslemeyi ve güler yüz göstermeyi içine alır. Efendimiz (sas)in bu hususla ilgili hadisleri: Allaha ibadet edin, akrabaya iyi davranın., Allaha ve Ahiret gününe iman eden kimse akrabasını gözetsin., Hısım ve akraba ile ilgiyi kesenler cennete giremez., Karşılık olsun diye yakınlarını ziyaret eden kimse gerçekten görüp gözeten değildir; asıl ziyaretçi, kendisiyle temas kesildiği halde münasebetini kesmeyip sürdüren kimsedir şeklinde sıralanabilir. Peygamberimiz (sas) hakkı tebliğine karşılık, akrabasına meveddeti (sevgiyi) istemiştir. Nitekim kendisinin (sas) de uzak akrabalarına bile gösterdiği hürmet ve merhamet, bizim için önemli bir ölçüdür. Akrabalar arası münasebeti kesme, dinen fâsık sayılan kimselerin özelliklerinden biri olarak sayılmaktadır.
49
Şehirleşme ve akraba yardımlaşması
Şehirleşme ve şehre göç ile birlikte köylerde hayat tarzı değişimi meydana gelmekte, ayrıca aile yapısının, fonksiyonlarının ve akrabalık bağlarının çözülmesi gibi neticeler ortaya çıkmaktadır. Şehirleşme akrabalık bağlarını zayıflatıyor iddiası, bizim toplumumuz için değişik göstergeleride beraberinde getirir. Şehirleşme toplumumuzda hemşehrilik münasebetlerinin canlanmasına vesile olur. Şehre göç edenlerin genellikle akrabalarına yakın yerlere yerleşmeleri, şehir hayatında karşılaştıkları problemlerin çözümünde, geleneksel yardımlaşma ve dayanışma yoluyla birbirlerine destek sağlamaktadır. Böylece yabancılaşma, suçluluk, alkolizm gibi menfî durumlar kısmen engellenmektedir. Buna karşılık, bu iç dayanışma daha geniş çevrelerle karşılıklı münasebetleri azalttığından, hakiki mânâda şehirleşme gecikmektedir. Ayrıca şehirde ev sahibi olan köylüler, evlerini ve akrabalarını ziyaret için şehre gitmektedir. Bu bilgiler ışığında, aslında akrabalık bağlarındaki çözülmeden değil, akrabalık münasebetlerindeki farklılaşmadan söz etmek daha uygundur. Bugün şehirlerde iş bulmak hemşehri ve akraba grubuna dahil olmakla daha kolaylaşmakta şehirlere taşınan kişilerin çoğunluğu (%60) işlerini bu şekilde bulmaktadır. Bu sosyal dayanışma, şehirdeki ekonomik mekâna girebilme ve bu mekânda tutunabilme konusunda göç edenlere sahip çıkabilecek ve onları yönlendirecek içtimaî müesseselerin yokluğundan veya yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Bir araştırmaya göre, gençlerin üçte ikisinin üniversite giriş imtihanında ilk üç tercih arasında iş bulabilecekleri alanları yazdıkları dikkati çekmekte, bunların da büyük çoğunluğu bir meslek veya işte çalışmanın dost ve akraba ile mümkün olabileceğine inanmaktadır. Şehirde çalışmak durumunda kalan annenin, çocuğuna bakma vazifesinin genellikle anneanne veya babaanne tarafından üslenilmesi, münasebetlere başka bir yön kazandırmıştır. Şehre göç, kendini yalnız hisseden ferdin, akrabalarını özlemesini sağlamakta, önceden farkına varmadığı sevgilerin ortaya çıkmasına vesile olmaktadır.
50
Akraba evlilikleri
Ülkemizde, küçük yerleşim birimlerinde, akraba evliliği yaygındır. Araştırmalar, akraba evliliklerinin kardeş çocukları ve özellikle erkek kardeşlerin çocukları arasında yaygın olduğunu ve Doğu Anadolu Bölgesinde, Batı Anadoluya göre daha yüksek olduğunu göstermektedir.
Köylerde yaklaşık % 33 nispetinde akraba evliliği yapılmaktadır. Buna köylerdeki; Bildik biriyle evlilik daha iyi olur, inancı sebep gösterilmektedir. Akrabalar arası evliliklere, başlık parasının daha düşük olması da bir başka sebep olabilir. Köylerde musahiplik, kirvelik gibi sonradan elde edilmiş akrabalar arasında (Alevî Bektaşî inancında olanlar arasında musahip edinen kişilerin gerek kendi aralarında, gerek çocukları arasında ve hattâ kirvelik bağına sahip aileler arasında) evlilik yapılmamaktadır. Sonradan elde edilen bu tip akrabalıklar, içten evlilik yasağına dahil edilmektedir. Bu tür evlenme yasağı dede ile talip arasında da bulunmaktadır. Yasaklanan bu tür münasebetler, her ne sebeple olursa olsun hoş görülmemekte ve bunları işleyenler, cemiyet dışına çıkarılma ile cezalandırılmaktadır.
Günümüzde akrabalık münasebetlerinden bir kesit
Toplumumuzun aile yapısı ve akrabalık münasebetleri hakkında birbirinden farklı görüşler vardır. Yaklaşık son elli yıldır aile yapısında görülen değişmeye paralel olarak akrabalık münasebetlerinin de değiştiği gözlenmektedir. Maalesef ülkemizde akrabalık münasebetleri konusunda çok az araştırma bulunmakta, bunların da çoğu hukuk ve antropoloji konularına dahildir.
Akrabalık münasebetlerinin göstergelerinden birisi sık görüşmektir. Acaba Anadolu medeniyetinin sahibi ve taşıyıcısı olan toplumumuzda, akrabalar arası görüşme sıklığı nedir?
Görüşmeler; eğitim ve iş imkânları, şehirleşme ve göç gibi faktörlerin tesiriyle ciddi şekilde zayıflamıştır.
Araştırmalara göre her bin kişiden 4ü anne/babasıyla,16 sıda kardeşleriyle görüşmemektedir. Erkeklerin yakın akrabadan amca,dayı ile,
51
kadınların ise teyze,hala ile daha sık görüştükleri anlaşılmıştır.
Toplu görüşmeler: Toplumun üçte birlik kesimi bayram,düğün,cenaze dışında da toplu görüşme yapabilmekte, % 20’lik kesimi ise bayram,düğün,cenazede bile toplu görüşme yapamamaktadır. Bununla beraber erkeklerin bayramlarda daha düşük nispette toplu görüşmede bulunduğu tespit edilmiştir.
Dargınlık: Fertlerin % 17si akrabadan herhangi birisiyle dargınlık yaşamaktadır. Bu dargınlıkların % 60ının basit meseleler yüzünden meydana geldiği belirlenmiştir. Bu arada akrabalar arası ziyaretlerin ve toplu görüşmelerin dargınlık nispetini azaltıcı tesiri olduğu gözlenmiştir.
Maddî yardımlaşma: Gerektiğinde maddî yardım yapılan ve borç para alınıp verilen yakınların başında anne,baba ve kardeşler gelmektedir. Kadınların % 44ü, erkeklerin ise % 35,8i anne,baba,kardeş dışındaki akrabalara da yardım etmektedir. Bu akrabalar arasında dede,nine, kayınbaba,anne, amca,dayı,teyze,hala, bacanak,damat, kayınbirader, amca,dayı, teyze, hala çocukları ve diğerleri bulunmaktadır. Erkeklerin kadınlara nispetle kayın anne baba ve kayın kardeşe daha az yardım ettiği tespit edilmiştir.
Akıl danışma sıkıntıyı paylaşma: Toplumun yüzde doksanı, yarısı anne babayla olmak üzere sıkıntılarını akraba ile paylaşmakta, gerektiğinde akıl danışmaktadır. Erkekler, kadınlara göre kardeş ve kayın kardeşe daha az, kadınlar ise kayın anne,babaya erkeklerden daha çok danışmaktadır. Buna karşılık sıkıntılarını akrabadan saklama da söz konusudur. Kadınların önemli problemlerini akrabadan saklama nispeti daha yüksek bulunmuştur. Anne babadan problemlerini saklama nispeti kadınlarda; amca,dayı,hala,teyzeden sıkıntılarını saklama nispeti erkeklerde daha yüksektir.
ÜZÜCÜ BİR KONU; Ensest ilişkiler
Ensest ilişki özellikle taraflardan birinin rızasına rağmen, zorla ve baskıyla ya da ödül ve kandırmayla ortaya çıktığında bir istismar konusu olarak görülmektedir. Aile içi ya da akrabalar arası ilişkilerden yararla52
nılarak gerçekleştirilen, bir tarafın açık istismarına dayanan cinsel ilişki ensesti kendi bağlamının ötesinde de bir suç durumuna getirmektedir. Çünkü bu durumda ortaya çıkan cinsel istismar durumudur ve ensestin tabusal niteliği bu suçun/istismarın kolay ortaya çıkarılmasını, suçun cezalandırılmasını ve engellenmesini zorlaştırmaktadır.
Enseste ilişkin kesin rakamsal veriler yok denecek kadar sınırlıdır. Bunun temel sebebi ensestin toplumda utanç duyulan bir şey olmasıdır, ensest ilişki içinde olan bireyler, bunu her zaman gizleme eğilimindedirler. Bu durum, ensest ilişkideki istismar ve suç durumunu vahimleştirmekte, istismar edilenin bu sözkonusu utanç duygusuyla orantılı olarak istismar durumu sürgit devam edebilmektedir.
Ensest iliskiler genelde psikolojik bir sorun haline gelip yardım istendiğinde ya da yasal uygulamaların devreye girdiği durumlarda ortaya çıkabilmektedir. Bununla birlikte, özellikle kadınların ve çocukların ensest ilişki durumlarında istismar edildiği söylenebilir. Kapalı toplumlarda, geniş, büyük ve içiçe yaşanan aile ortamlarında bir istismar olarak ensestin daha gizli ve fakat daha yaygın olduğu ileri sürülmektedir. Ensest istimarı gerçekleştirenin genelde daha büyük ve erkek birey olduğu da belirtilmektedir. Eldeki verilere göre baba-kız ensestinin daha yaygın bir durum olduğu söylenmektedir. Anne-oğul ensesti ise daha derin bir tabu olarak kabul edilmektedir, ortaya çıkması neredeyse yok gibidir.
Bir istismar olarak ensest, istismara uğrayan kişide ciddi psikolojik travmalara sebep olabilmektedir. Özellikle aile içinde çocukların istismar edilmesi bu çocuklarda büyük yıkımlara yol açabilme riski taşımaktadır.
ÇOCUK İSTİSMARI
Çocuk istismarı tipleri içerisinde saptanması en zor olanı cinsel istismardır. Bu olayın en önemli boyutu bildirilmemesi ve olayın gizlenmesidir. Cinsel istismar, özellikle kısa ve uzun dönemli etkileri açısından çok önemlidir.
Çocukların cinsel istismarı uzun yılar tartışılmamış, üzerinde çalışılmamış çeşitli nedenlerden dolayı profesyonel açıdan birçok güçlükler
53
içeren, çok hassas bir konudur.
Çocukta cinsel istismar için literatürde pek çok terimin kullanıldığı görülmektedir. Ancak bunlar bazen birbirine karışmakta, yeterli ve açık bir tanımlama getirmemektedir. Çok sayıda tanımın olmasından dolayı karışıklığı ve tutarsızlığı önlemek amacıyla NCCAN (Amerikan Ulusal Çocuk İstismarı ve İhmali Merkezi)’nın 1991 yılında yayınladığı tanım benimsenmiştir.
“Çocuk ve erişkin arasındaki temas ve ilişki, o erişkinin veya başka birinin cinsel stimülasyonu (uyaran) için kullanılmışsa, çocuğun cinsel olarak istismarı olarak kabul edilir. Cinsel istismar, diğer bir çocuk tarafından eğer bu çocuğun diğeri üzerinde belirgin bir gücü ve kontrolü söz konusuysa veya bariz bir yaş farkı varsa da gerçekleştirilebilir.”
Çocukların cinsel istismarını Kempe şu şekilde tanımlamıştır.
“Bağımlı ve gelişimsel olarak olgunlaşmamış çocuk ve adolesanların bilinçli olarak onay vermeye muktedir olmadıkları, bütünüyle algılayamadıkları veya ailevi rollerle ilgili sosyal tabulara ters düşen cinsel aktivitelerde taraf olmaları cinsel istismardır.”
Başka bir tanım da çocuğun, bir erişkinin cinsel gereksinim ya da isteklerinin doyumu için cinsel nesne olarak kullanılması ya da kullanılmasına göz yumulmasıdır.
“Cinsel sömürü” cinsel istismar yerine sıklıkla ve özdeş olarak kullanılan başka bir terimdir. Bu terim son derece doğru kabul edilmektedir, çünkü bu çocuklar veya yetişkinler giderek gelişmekte olan kişilikleri hiçe sayılarak ve hiçbir seçim hakkı verilmeksizin ilişkiye zorlanmakta ve sömürülmektedir. Cinsellik yoluyla para kazanmayı da içerir. Çocuk ve adelosanlar sömürüye maruz kalırlar çünkü cinsel istismar onların gelişimsel olarak belirlenmiş, bedenleri üzerindeki kontrollerini, kendi tercih haklarını ellerinden alır ve kurbanı istismarcıyla aynı düzeyde bir cinsel partner haline getirir. Genelde bir yabancının gerçekleştirdiği şiddet içeren tek bir saldırıda zorlama olsun ya da olmasın çoğunlukla yıllar süren ensestiyöz ilişkilerde de sözü edilen sömürü bulunmaktadır.
Cinsel istismarda birçok kişinin kurban veya istismarcı rolünde yer
54
alması mümkündür. Genellikle istismarcılar yetişkin, kurbanlar çocuktur. İstismarcının ergen, kurbanın daha küçük olması da mümkündür. Hatta aynı yaştaki iki çocuk arasında da istismar gelişebilir, çocuklardan biri zihinsel gerilikten dolayı daha alt bir gelişimsel aşamada olabilir.
Cinsel istismar genital bölgeleri elleme, teşhircilik, röntgencilik, pornografide kullanımdan tecavüze kadar çok geniş bir yelpazedeki tüm davranışları kapsamaktadır.
Cinsel istismarın tüm dünyada yaklaşık %50’si bildirilmektedir. Bildirilmeme nedeni çocuğu cinsel olarak istismar eden kişinin çocuğu tehdit etmesi ve korkutmasından kaynaklanmaktadır.
Briere cinsel istismarın çok hırpalayıcı ve şiddet içeren faaliyetlerden çocuğa zarar vermeyen bir ilişki formuna kadar uzandığını belirtmektedir. Kurban açısından en travmatik cinsel istismar türleri arasında ayinsel istismarı, aynı zamanda birden çok istismarcının aktif olduğu durumları ve çeşitli objelerin vücuda sokulduğu ilişkileri saymaktadır.
Shergold cinsel istismarın çocuğun üzerindeki etkisini “ruhun ölümü” olarak tanımlamıştır. İstismara uğramış bazı çocuklar sanki içlerinde –ta derinlerde bir şeylerin bozulduğunu, parçalandığını hissettiklerini dile getirmiştir.
Cinsel istismar, çocuk ve gencin hem yakın hem de uzak gelecekteki ruhsal ve sosyal uyumunu etkileyen çok önemli bir sorundur. İstismarın sıklığına, sürekliliğine, türüne ve istismarın yakınlık derecesine bağlı olarak etkisi değişmektedir.
Cinsel istismarın belirtileri duygusal, davranışsal ve sosyal sorunlar bağlamında ortaya çıkar ve bazı çocuklarda belirtiler görülmez. Bunun nedeni ise deneyim belirti çıkaracak düzeyde olmayabilir. Bu çocuklar istismara ilişkin güçlüklerle baş edebilecek güçte ve korunma düzeyi yüksek çocuklar olabilir. Ya da klinisyenler ve araştırmacılar istismarın neden olabileceği sorunları nasıl ortaya çıkarabileceklerini tam olarak bilmiyor olabilirler. Veya çocuklar “kaçınma savunma düzeyini” kullanarak, istismara ilişkin çatışma ve sıkıntılarını başarılı bir şekilde bastırabilir ve bu yol kısa süreli de olsa işlevsel olmuş olabilir.
55
Araştırmalar, cinsel istismara uğramış bireylerin daha sonra yeniden istismara uğrama olasılıklarının yüksek olduğunu göstermektedir. Çünkü bireylerin yaşadıkları cinsel davranış o zaman diliminde, kendi davranış şekline uymayan bir davranıştır. Bu nedenle yeterlilik duygusu azalır ve kendilerini değersiz hissederler. Ve en önemlisi de çaresizliğin öğrenilmesidir. (Khahe ve ark. 1999)
Cinsel istismara maruz kalan çocukların yaşa göre dağılımı incelendiğinde %30 unun 2-5, %40 ının 6-10, %30 unun 11-17 yaş grubunda olduğu görülmektedir. Bir başka deyişle olguların %70 ini küçük yaş grubu oluşturmaktadır. İstismarcıların %96 sı erkek, %80 i de çocuğun tanıdığı birisidir.
İSTİSMARIN ETKİLERİ
“Bir zararı belirlemek soğan soymaya benzer, her birinin altından başka bir şey çıkar.”
Tacizin çocuklar üzerinde uzun veya kısa vadeli, psikolojik ve fiziksel birçok etkisi vardır. Genel olarak:
Korku: Saldırganın çocuğa baskı uygulayıp, olanları başkalarına söylememesi, sır kalması konusunda söz verdirmesi ve bunun sonucu olarak da çocuğun sonuçlardan korkarak olup bitenden bahsedememesi, başkaları tarafından inanılmayacağı düşüncesi ve yalnız kalacağı, terk edileceği düşüncesi,
Çaresizlik/Güçsüzlük: Çocuğun kendini çaresiz, seçeneksiz hissetmesi ve çoğunlukla kendi hayatı hatta kendi vücudu hakkında bile söz sahibi olmadığı düşüncesi,
Suçluluk ve Utanç: Çocuğun bir şeylerin yanlış gittiği düşüncesiyle başkalarını değil kendini suçlu hissetmesi. Saldırganın etkisiyle kendini kötü bir insan olarak görmesi,
Kendini Sorumlu Hissetmesi: Saldırganın zorlama ve baskıları nedeniyle gerçekleri söylediğinde ailesinin darmadağın olacağı, her şeyin kötüye gideceği ve ne olursa olsun bunların olmasını engellemek için olanları saklı tutması gerektiği düşüncesi,
56
Soyutlama: Mağdur çocuklar diğer çocuklardan farklılaşır çünkü her zaman saklayacakları bir şeyler bulunur. Bunun sonucu olarak da çocuğun kendi ebeveynlerinden, kardeşlerinden ya da arkadaşlarından bir “sorunlu” damgası yememek için kaçması,
İhanet Hissi: Çocuklar anne babalarının kendilerini beslemesi, büyütmesi ve koruması gerektiğine inanırlar. Böyle bir olayın, çok sevdiği ve güvendiği ailesinin onu iyi koruyamadığı, yalnız bırakıp ihanet etmesinden dolayı gerçekleştiği hissine kapılması,
Mutsuzluk: Çocuğun –özellikle saldırgan çok sevdiği ve güvendiği biriysekendini yenik ve güvensiz hissetmesi,
Anımsamalar: Bu tür anımsamalar uyanıkken rüya görme şeklindedir. Bu anımsamaların bir koku, bir söz, bir yer ya da bu gibi hatırlatıcı her hangi bir şeyle dürtülmesiyle, çocuğun olay anını ve olanları hatırlayıp aynı şeyleri tekrar yaşıyormuş gibi hissetmesi psikolojik etkiler arasındadır.
Bunların yanında ayrıca kısa vadeli:
Hamilelik, cinsel yolla bulaşmış bir hastalık, yara gibi çeşitli fiziksel sorunların yanında; fobiler, sinirlilik, uyku ve yeme bozukluğu, okula gitmeme gibi sorunlarda bulunur.
Uzun vadede yetişkinliğe taşınacak etkiler de bulunabilir. Bunlar: Sinirlilik, tedirginlik ve uyku sorunu,
Özgüven eksikliği,
Vücudunun zarar görmüş, kötü olduğu hissi,
Sömürülme ve kötüye kullanılma düşüncesine yönelik kırılganlık,
Toplumdan ayrışma,
Güven sorunu, kendisi hakkında bahsedememe ve bunların sonucu olarak sosyal ilişkilerde başarısızlık,
İştah bozuklukları,
Orgazm olamama, cinsel ilişkiye girme korkusu,
Ona bakıp, koruyamama ve iyi bir ebeveyn olmayacağı korkusundan dolayı çocuk sahibi olmak istememe,
Panik atak ve anımsamalar,
57
Bilinçaltından gelen suçluluk, öfke ve yeniklik hissi, Travma sonrası stres bozukluğu gibi sorunlardır.
Bütün bu etkiler kişinin gelişimini ve değişimini doğal olarak etkiler.
Tacize uğramış çocuklarda “Cinsel Örselenme Sendromu” gözlenmektedir.
Başlangıçta cinsel istismar olayını gizleme söz konusudur. Bu durum, tacizi yapanın “bu bizim sırrımız, kimseye söyleme” tarzında yaklaşımı veya tehdidi, çocuğun çevrenin kendisine inanmayacağı endişesi, aile içi bir taciz ise ailenin dağılma endişesi gibi birçok nedenlerden kaynaklanmaktadır.
Bundan sonraki aşamada çocuk kendini çaresiz hisseder.
Sonrasında ise çocuk kendini hapsolmuş hisseder ve daha sonrasında duruma göreceli uyum sağlar. Zamanla veya ergenin gücünü toplayarak gecikmiş, çelişkili, içinde bizi ikna edemeyen itirafı gerçekleşir. Sonrasında tekrar geri çekilme, hiç bir şey olmamış gibi davranma sergilenir.
Ayrıca bu çocuklarda, aşırı veya açıktan mastürbasyon, cinsel organları ile aşırı oynama, yetişkinlere veya çocuklara uygunsuz sarılma ve öpme veya ergenlikte flörte erken başlama sık gözlenmektedir.
Tacize uğrayan kız ve erkek çocukların farklı belirtiler gösterdiği söylenmektedir.
Kız çocuğu genellikle içine kapanır. Kendini suçlu hissettiği için kendine acımasız davranır. “Eğer ben şöyle yapmasaydım, böyle yapmazdı…” gibi.
Daha çok “depresif ” davranış sergiler. Yıkıcılığı içe doğrudur. Psikolojik olarak her an içinde bir deprem yaşar ancak dışarı vurmamak için var gücü ile direnir. Dışa dönük herhangi bir davranış bozukluğu sergilememeye gayret sarf ederler. Yaşamayı çok sevdiği ve etrafta çok sevildiği halde, intihar etmiş kız çocuklarında bu türden bulgulara rastlanılmıştır.
Yaşadığı bu olayı en yakın arkadaşı ile “paylaşmak” ister. Bu paylaşımın nedeni, içinde kendisini rahatsız eden sorulara cevap aramaktır ve kendisinin suçlu olmadığının onayını arar.
58
Güç kazanmak yerine “güçlüye” sığınmak ister. Grup arkadaşlıklarında en güçlü olanın ilgisini çekmek ve onun koruması altında olmak ister. Erkeklere güvenini yitirmiş olabilir ama güçlü bir erkek arkadaşın şemsiyesi altında olmak onu rahatlatır.
Kendi vicdan muhasebesinde “çaresizdim” diye teselli eder. Bu durumu çevresine ağır işlerden kaçma, verilen görevleri “gücüm yetmez ki” şeklinde cevap verme ile yansıtır.
Kız çocuklarında “kimliksizleşme” eğilimi görülür. Kimlik inkarı iki şekilde dışa yansıyabilir. Kıyafetlerini erkek kıyafetlerinden seçmeye çalışır. Anlamsız zamanda anlamsız cinsel konuşmalar yapar, aşırı argo kelimeler kullanır, cinselliğe vurgu yapan küfürler eder ve cinsel içerikli fıkralar anlatır. Kendisine “tıpkı erkek gibi” denilmesi hoşuna gider. Kendinden daha büyük yaşlara ait kıyafetler giyer. Aşırı dekolte kıyafetler seçer. Yaşına uygun olmayan yoğunlukta makyaj yapar. Tacize uğradığı yaşı, görüntüyü ve kimliği üzerinden atmaya çalışarak daha farklı bir kimliğe bürünmek ister.
Oyun oynarken erkeklerin arasında bulunmayı tercih eder. Bilinçaltında babasını, ağabeyini ve erkek akrabalarını temize çıkarmak için erkek çocuklarla özellikle oynamak ister.
Erkek çocuk ise dışa dönük bir davranışa bürünür. Genellikle “maço davranış” adı verilen davranış bozukluğu içerisine girer. Etraftaki en değerli olayları, duyguları ve kuralları hafife almak suretiyle içindeki acıyı önemsememeye çalışır. Tüm ahlaki davranış kalıplarını küçümser.
Genellikle “agresif ” olur. Her şeye çabuk sinirlenir. İçindeki ruhi çalkantıyı dışarı atmak için yıkmaya, kırmaya, dökmeye, devirmeye yönelik dürtü hisseder. Düzen içinde giden şeylerin düzenini bozmak ister.
Yaşadığı olayı herkesten “gizler”. Yaşadığı olayın duyulması halinde arkadaşları tarafından alay konusu olacağı ve dışlanacağı endişesini taşır. Çevresinde artık erkek olarak değil bir “homoseksüel” olarak algılanacağı endişesine kapılır.
Erkek çocuk “güç kazanmak” ister. Silahlara, kesici, dürtücü aletlere özel ilgi duyar. Hızlı arabalar ve güç gösterileri onun için vazgeçilmez fır59
satlardır. Uğradığı bu olayın “güçsüzlüğünden” kaynaklandığını düşünür.
Cinsel tacizin “nedeni” konusunda “kandırıldım” diye kendilerini teselli eder. Kendisinin kolay kandırılan biri olduğunu göstermek için “saf ” rolü oynar.
Erkek çocuk “kimlik ispatı” telaşı yaşar. “Ben hala erkeğim” diyerek kendini motive etmeye çalışır. Anlamsız, gereksiz zamanlarda kendisine “erkek” vurgusu yapar. Vücutlarındaki “kıllanmayı” erkek olmanın ispatı olarak etrafa gösterir. Homoseksüel ve transseksüellere karşı aşırı reaksiyon ve öfke sergiler.
Erkek çocuk kızlarla beraber olmak ve görünmek istemez. Onların oynadığı oyunlara katılmamaya özen gösterir. Kendisinin de kız gibi algılanacağı korkusunu yaşar.
ÇOKGENÇ ve bireysel ahlak
Ahlak, kelimenin en dar anlamıyla, neyin doğru veya yanlış sayıldığı (sayılması gerektiği) ile ilgilenir. Terim genellikle kültürel, dinî, seküler ve felsefi topluluklar tarafından, insanların (subjektif olarak) çeşitli davranışlarının yanlış veya doğru oluşunu belirleyen bir yargı ve ilkeler sistemi kavramı ve/veya inancı için kullanılır.
Ahlak kelimesi hulk’un çoğulu olup huylar, seciyeler anlamına gelir. İngilizcede moral, morality bu anlamda kullanılır ve ahlak bilimine ethics, etik denir.
Yanlış ve doğrular hakkındaki bu tip kavram ve inançlar çoğunlukla bir kültür veya grup tarafında genelleştirilir ve kanunlaştırılır, buna göre de (kültür veya grubun) üyelerinin davranışları düzenlenmeye çalışılır. Bu tür bir kanunlaşmanın uygunluğu da ahlak olarak anılabilir, ve grup varlığının devamının bu ilke ve kanunların uygunluğu, uygulanması üzere olduğunu belirtebilir. Bu durumlarda, uygulamayı kabullenen bireyler ahlaklı olarak tanımlanırken, uygulamayı reddeden veya davranışlarında barındıramayan bireyler toplumsal anlamda dejenere olarak tanımlanabilir.
Bu nedenlerle ahlak, iyi bir yaşamın temelini teşkil eden inanç60
lar bütünü olarak da görülebilir. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmında, dinler ideal bir yaşama dair görüş ve düzenlemeler getirmiştir, bu nedenle ahlak, çoğunlukla dini emir ve prensipler ile karıştırılmıştır. Seküler ortam ve durumlarda, ahlak hayat tarzı seçimi gibi şeylerle ilgili olarak sunulabilir. Zira bu daha çok, bireysel anlamda iyi bir hayat fikrini temsil eder ki bireyler genellikle bulundukları toplumda benzer zihin yapısı ve görüşlere sahip olan insanların inanç ve değer sistemlerine uygun bir yol seçmektedirler.
Ahlakı sistematik biçimde inceleyen dal, felsefenin bir dalı olan etiktir. Etik, çeşitli soru ve sorunları sorar ve bunları inceler; birisinin belirli (spesifik) bir durumda nasıl davranması (“uygulamalı etik”), birisinin ahlaki bir durum veya görüşü nasıl kanıtlayacağı (“normatif etik”) ve birisinin etik veya ahlakın kökten yapısını nasıl anlayacağı (“meta-etik”) gibi.
Örneğin, bugün ABD’de kürtajın ahlaki açıdan izin verilebilir (caiz) olup olmadığı uygulamalı etikte tartışılan güncel sorulardandır. Normatif etikteki yaygın bir soru da, kişinin birisini korumak amacıyla yalan söylemesinin ahlaki olarak savunulup savunulamayacağıdır. Meta-etik ise, “iyi”nin varlığını nasıl doğruladığımızı yoksa her şeyin göreceli olduğunu ve ahlakın sadece birisinin tercihlerinin ifadesi olup olmadığı sorularını sorar ve inceler.
Tabii ki her toplumda nasıl davranmamız gerektiği ile gerçekte nasıl davrandığımız arasında bir ayrışma vardır; yani hipotetik bilgelik ile gerçek ahlak arasında bir fark mevcuttur.
Sosyal hayat ahlakı büyüme denen zorlu süreçte belirliyorsa bu ahlak ahlaki midir sorusunun cevabını her bireyin kendini oluşturmasında aramak gerekecektir. İnsan bireysel varlığını toplum içinde ve toplumun kabul gören anlayışları doğrultusunda şekillendirerek kendini “görünür” kılıyorsa doğal ve gerçek olmayan bir değerler sistemini temsil etmekten uzak duramayacaktır. Ahlak her şeyden önce kuantum fiziğinde olduğu gibi bir diğerine göre konumlanan ve bizzat mevcut olan durumu dolayısıyla mistizmin dışında evrensel, ilahi ve haktanır bir ahlaktan söz etmek
61
pek mümkün olamayacaktır. Herkes aynı hayatın içinde bir ayna örneğindeki gibi bütünün bir parçasını oluşturuyorsa hangi tavır ahlak dışı adledilecektir. Mevlana’nın dediği “Ben ikiliği bir yana koydum, iki alemin bir olduğunu gördüm.” sözü Ben’in hayatı oluşturan kaosta, herkesin dahil olduğu o toplumsal Ben’de benim ayak izim yok demekten öte nedir...
Çocuğun “insanî vasıflara” sahip olarak yetişmesinde, ahlâkî değerlerin önemli bir rolü vardır. Ahlâkî değerler, çocuğun olumlu davranışlar kazanmasına öncülük ettiği gibi, kişilik gelişimine de büyük bir katkı sağlamaktadır.
Ebeveynler, kişilik yapısının oluşmaya başladığı 3/4 yaşından itibaren çocuğun davranış gelişimini yakından takip etmeli ve çocuğun ahlâkî kavramları anlamaya başladığı 7/8 yaşından itibaren de ahlâki değerleri ona kazandırmaya başlamalıdır. Ebeveynin çocuğuna zamanında vermediği veya eksik bıraktığı ahlâkî terbiyenin ne okulda ne de toplumda hakkıyla tamamlanamayacağı unutulmamalıdır.
Bu süreçte ebeveynler nelere dikkat etmelidir?
1. Ebeveyn çocuğa iyi bir örnek olmalı.
Sürekli yalan söyleyen, küfür eden, çocuklarının yanında insanların zaaflarını deşifre eden ebeveynlerin çocuklarının da bu davranışları sergilemeleri doğal bir durumdur.
2. Sevgiye dayalı bir eğitim metodunuz olmalı.
Çocuğunuza değer verip sevginizi hissettirmeniz onun size karşı “pencerelerini açmasını” sağlayacağı gibi, ahlâkî değerleri benimsemesini de kolaylaştıracaktır. Çocuğa karşı kırıcı davranmanız ise çocuğun size olan tepkisini ona kazandırmaya çalıştığınız ahlâki değerlere yöneltmesine sebep olabilir. Diğer bir ifade ile çocuk, ahlâki değerlere “sırtını dönerek” sizden intikam almaya çalışabilir.
3. Ahlâkî değerler “yasaklar zinciri” olarak sunulmamalı.
Çünkü bu tarz bir yaklaşım, çocuğun ahlâkî değerlere karşı tepki göstermesine sebep olacaktır. Ebeveynler, makul ve mantıklı izahlarla
62
ahlâkî değerlerin gerekliliğini ve bu değerlerle donatılmış olmanın günlük hayattaki önemini çocuğa açıklamalıdır.
4. Anne ve baba birlikte hareket etmelidir.
Babanın hatalı gördüğü bir davranış, anne tarafından teşvik edilirse veya annenin çok önemsediği bir davranışı baba pek ciddiye almazsa çocuk neye görekime göre hareket edeceğini şaşıracaktır.
5.Çocukların iyi arkadaşlar edinmeleri sağlanmalıdır.
Kötü arkadaş grubu, çocuğun ahlâkî gelişiminin önündeki en büyük engellerden birisidir. Çünkü ailenin çocuğa kazandırmaya çalıştığı olumlu davranışlar kötü arkadaşlarının tesiriyle kalıcı olamamaktadır. Bu durum bir inşaat ustasının gün boyunca binbir zahmetle yaptığı duvarın aynı günün sonunda birileri tarafından yıkılmasına benzemektedir.
6. Çocuğu kendi haline bırakmamalısınız.
Çocukların uygunsuz davranışlarını büyütüp telaşlanmak ne kadar yanlışsa, yanlışlarını ciddiye almamak da o kadar yanlıştır. Çocuğun yaptığı yanlışlar düzeltilmez ve ikaz edilmezse çocuk bunun normal bir davranış olduğunu düşünebilir.
7. Çocuğunuzu kitle iletişim araçlarının bilhassa internetin zararlarına karşı korumalısınız.
Günümüzde bir hastalık haline gelen “internet bağımlılığının” yanı sıra “televizyon esareti” de gençleri ahlâkî bir çöküşe sürüklemektedir. Özellikle “okul dizilerinde” çocuklara model olarak sunulan kişilerin seviyesiz hal ve hareketleri, dağınık giyim ve kuşamları çocukların karakter gelişimini olumsuz yönde etkilemektedir.
ANNE-BABA (AİLE) SERTİFİKASI:
Ülkemizde aile olmak adına atılan ilk adım nikah denilen resmi işlem ile gerçekleştirilir. Bu işlem ise genelde belediyelerce gerçekleştirilir.
TEKLİF: Nikah memurluğu kapsamında belediyelerde bir masa oluşturulmalıdır. Bu masada belediyeyi temsilen bir aile uzmanı-psikolog,
63
emniyet yetkilisi, müftü, doktor, eğitimci bir kurul tarafından evlenecek çiftler belirli bir süre içinde bir eğitim kursuna tabi tutulmalıdırlar. Evlilik müessesesi ile ilgili tavsiye ve öneriler ile çiftler evliliğe hazırlanılmalıdırlar.
Evlenecek çiftler adına nikah işlemleri esnasında yapacakları bağışlardan elde edilecek gelirle bölgede aile ormanları oluşturulmalıdır. Aynı şekilde boşanma durumunda yine eş başına 100 ağaç bedeli oranında para cezası alınarak caydırıcı önlemlere başvurulabilir.
Nasıl araçlarımızın peryodik muayeneleri yapılıyor ise heryıl bir günlük rehabilite kontrolüne tabi tutulmalıdır evli çiftler. Ayrıca evliliği teşvik edici düzenlemeler yapılmalıdır.
Örneğin, evlenen çiftlerden ilk yıl için belediyelerce çevre temizlik vergisi alınmamalıdır. Çocuk doğumlarında da aynı uygulama yapılabilir.
Evlilik sürelerini 5 ve katları noktasında tamamlayan çiftlerede bir kısım teşvik edici uygulamalar yapılabilir. Bankalardan bir defaya mahsus her döneme yönelik belirli miktarda 0 faizli kredi verilmesi gibi.
ÇOKGENÇ ve TOPLUM
EĞİTİM,
ÇEVRE,
SAĞLIK konularında meseleler ele alınmalıdır.
Toplum, çocuğu kendi yapısında ona verdiği değerle tanımlamaktadır. Kimi toplumlar için çocuk üretimin bir parçası, iş gücü olarak toplumun iş1evsel öğeler yüklediği birimlerinden biridir. Kimi toplumlar için ise, çocuk, dışlanan toplumsal ve bireysel olarak değer verilmeyen bir konumdadır. Örneğin, gerek toplun yapılarından gerekse iklimlerinden dolayı, tarihsel gelişim içinde ve günümüzde Arabistan’daki uygarlıkların çocuğu toplumda farklı bir bicimde konumlandırdığı bilgilerimiz arasındadır. Çocuğun doğar doğmaz, ya da çok kısa bir sure sonra sütanneye verilmesi, aile dışında, aileden uzakta büyütülmesi. Çocuğun kimliğini ve yaşam biçimini, dünyasını az çok biçimlendirdikten sonra. 7–12 yaşından sonra ailesi ile tanışıp onlarla birlikte ya da onlar64
sız bir yaşam sürmeye başlaması, kız çocuklar ile erkek çocuklara verilen önemin farklığı değişik toplum yapılarındaki çocuk kavramlarının ne denli farkçılaşabileceğini ortaya koymaktadır. Bunun gibi, örneğin Avustralya yerlilerinin, 7 yaşına gelen her erkek çocuğu, yanlarına hiçbir yardımcı ve yiyecek madde vermeksizin çölün ortasında bıraktıkları ve ancak yaşam savaşında başarılı olup çölÜ geçenleri topluma kabul ettikleri bilinmektedir. Benzer bir uygulama da Afrikalı avcı kabilelerinde, çocukların 7 yaşında ormana tek başlarına bırakılmaları ve ancak kabile tarafından onaylanacak bir avcı ile birlikte dönmeleri halinde toplumca benimsenmeleri ya da ormanda yalnızlığa terk edilmeleri biçiminde uygulanmaktadır. Mısır’da firavunların çocuklarını ancak belli bir yada ye olgunluğa geldiğinde görmeyi kabul ettikleri, kimi zaman ise hiç görmedikleri bilinmektedir
Osmanlılarda ise padişahın tüm çocukların sürekli ve sistemli bir biçimde görebileceği bir ortamın oluşmadığı, çocukların “baba” kavramından neredeyse tümüyle uzakta. Gelecekteki bir politik rol için hazırlandığı, özellikle erkek çocuklar açısından bunun kimi kez güçlü bir tutkuya ve şiddete varan boyutları tarihte bilinmektedir. Tüm bu farklı toplumlarda çocuk ile toplum iletişimi belli bir süre belli kişiler tarafından sınırlanmakta daha sonra parçalı olarak ya da tümüyle benimsenmektedir. Günümüzde çalışan anne babalar kimi kez çocuklarına yeteri kadar zaman ayırmamakla suçlanmakta iken yukarıda örneklenen toplum yapıları ve tarihsel örnekler göz önünde bulundurulduğunda bunlara kıyasla geleneksel aile yapısı içinde ve çocuk açısından uygun davranışlar içinde bulundukları söylenebilir. Diğer örneklerde de görüldüğü gibi çocuğun aileye en çok gereksinimi olduğu dönemde aile içi iletişimden uzak kalması kendisinin benimsendiğini onaylandığını ailenin bi parçası olduğunu hissedemediği bu dönemin onda ne tür iletişimsel stratejilerin doğmasına ya da yok olmasına neden olduğu belli bir yaşa kadar anne babasını görmeyen çocuğun kendisine nasıl bir dünya kurduğu yabancılarla iletişimini nasıl ilişkilendirdiğin biçimlendirdiğini yada sürekli kabul görülebilen bir birey olma sürecini geçirene dek toplumla iletişimi
65
bu sınamalarla başarılı bulunmayan kişilerin toplumlarından nasıl uzaklaştırıldıkları ve tür iletişim biçimleri ile karşılaştıkları hep ayrı araştırma konusudur.
Günümüz çocuk gelişimi bilgileri ile ve ülkemizdeki ve modern batı ülkelerindeki uygulamaları göz önünde bulundurarak toplana bilgiler ne yazık ki kimi kez çocuğun küresel durumu ile pek fazla uyuşmayabilmektedir. Kaldı ki modern toplumlarda bile yetişkin gözü ile çocuğun sosyal gelişimi sırasında öğrenme öncesinde sırasında ve sonrasında ne derece karmaşık işlemler dizgesi kullandığını görmek anlamak ve bu dizgenin bütün özelliklerini saptamak çok güçtür.
Yaşamı aile içinde gözlemsel olarak öğrenmeye başlayan çocukların en duyarlı olmaya başladıkları yaş dönemi 3-8 yaş arasıdır. Bu yaşlardaki çocuklar gözlemsel etkiye daha duyarlı oldukları bilinmektedir. Çocuğun telkine en uygun olduğu dönemin 4-8 yaş arasında olduğu 8 yaşından sonra bu özelliğin yaşın artışı ile azalmaya başladığı da bulgular arasındadır.
Çağın gereklerine göre aile ve bireyleri değişik roller üstlendiklerinden sonuçta değişik çocuk tanımları ortaya çıkmıştır. Örneğin 1957 yılında yeni çıkmaya başlayan Brodcasting and television dergisi hedefledikleri milyonlarca kişilik kitleyi 3 grupta toplamaktaydı: Kadınlar, erkekler, çocuklar.
Hedef kitle büyük oranda kadınlar olarak görülmekteydi Yayının reklamında şöyle denmekteydi: “Onlar, annedirler, büyükannedirler, genç kadınlar, eşler ya da evlenmemiş kızlardır. Onlar, ulusun alışveriş listelerini hazırlayanlardır. Bugünün ve yârinin evlerini yapanlardır Onlar, ev kadınlarıdır, daktilocu, garson banka işçisi, ya da balerindirler. Onlar, her meslekten, her işten, her yaştan kadınlardır. Ancak hepsinin ortak bir yönü vardır: Radyoda reklamı verilen ürünleri satın alırlar. Çalışan genç kızlar “Kadın” kategorisinde gösterilir derginin hedeflediği çalışan genç erkekler, “çocuk” kategorisi katılmıştır.Derginintanımladığıçocuksınıflamasına“ofis-boylar,haberciler kuryeler muhasebe yardımcıları, çıraklar” katıldığı gibi, lise ve kolejlerdeki gençlerde çocuklar sınıfına girmekte66
dir. Bu belgeye göre, çocuklar kendi başlarına birer tüketici değildirler. Ancak ailenin satın almasını etkileyen öğelerdir ve yarının yetişkin tüketicileridir. Yine Broadcasting and Television dergisinin aynı yıl, daha sonraki bir sayısında Gençlerin seçimleri konusunda yapılan bir araştırmanın sonuçları yayınlanmaktadır “Genç” kategorisi temel olarak da çalışan genç kız ye erkekler ile üniversite öğrencileri alınmaktadır Böylece “teenagers” gençler de toplumun bir bölümü olarak taninmiş olmaktadır. Çocukların ve gençlerin toplumdaki görünürlükleri kazanmaları da toplumsal ve bireysel kimliklerini kazanmaların, sağlamıştır. Çocuklar ve gençler böylece kendi isteklerini ve arzularını belirleyebilme olanağı bulmuşlardır Bu da günümüze dek gelen büyük değişimin başlangıcı sayılabilir. Yeni ortaya çıkan ‘ve oldukça kalabalık olan bu iki yeni grup seslerini duyurma ve toplum şartların kendi, istedikleri şekilde değiştirebilmek için ilk kez harekete geçtiler, Böylece satın alma ve yönlendirme gücünü ele geçiren çocuklar ve gençler, ‘İkinci dünya savaşından Önce reklamların da hedefi haline geldiler. Stuart Ewen çocukları, 1920-1930’larda Amerikalı ailelerinin harcamalarında itici güç olarak Ortaya çıkmaya başladıklarını ileri sürmektedir. Son Yıllarda, çocukluğun ve gençliğin Yeni Avrupa çalışmalarındaki gerekliliği Yüzünden çocuklar ve çocukluk dönemi daha bir Önem kazanmıştır, çocuklar yeniden tanımlanarak toplum içinde onlara daha farklı işlevler ve görevler verilmiştir. Bu, ayrıca çocuklar ve gençlerle ilgili yeni beklentiler anlamına gelmektedir. Özellikle 1992’den itibaren tek bir Bati Avrupa piyasası oluşturulması amaçlandığından daha fazla önem kazanan bu konu, hem Doğu-Bati ilişkileri daha farklı bir konuma doğru ilerlediği için hem de ekonomik piyasanın ve iletişimin boyutlarının küreselleşmeye doğru gitmesi nedeniyle de oldukça gündemdedir. Ayrıca uluslar arası ticaret ve tüketim piyasalarının genişlemesi, kitle iletişiminin hızlı gelişimi ve turizm, “çocukluk” devresinin ve “gençlik” devresinin uluslar arası boyutta ele alınmasına katkıda bulunmuştur.
Öncelikle gençlik ve daha sonra da çocukluk evresi yaşamın belli evresi olan bir bölümü olarak tanımlanmış ve ayrıntılı olarak ele alınmıştır.
67
Bu dönemde bireyin kültürel sosyal ve psikolojik durumu ve bunların yetişkin yaşamlarına etkisi çok daha sonra araştırılmaya başlanmıştır.
Çocuk üzerinde yoğunlaşan bu çabalar belli bir toplumsal yapının niteliği ve sağlığı hakkında da bir fikir edinebilecek boyutlara ulaşabilmektedir. Çocuk yapısının normal olup olmadığı normal olduğu koşullarda hangi düzeye işaret ettiği sorunu çocuğun çeşitli durumlar karşısında gösterdiği tepkilere bağlı olarak görülmektedir. Bu olguyu çeşitli alanlarda sınama olanağı vardır. Hareket halindeki görsel imgeler dizisi ile Çocukla arasındaki bağlantıların araştırılma gereksinimi de tepkilerin gözlenmesi yönünden önem taşımaktadır.
Çocukluk dönemi ve özellikleri çocuk ve sinema ilişkisi açısından son derece önemlidir. Çocukların farklı dönemlerde farklı tepkiler geliştirmeleri dünyayı farklı algılayıp kendi yaşamlarına daha doğrusu yaşamlarının o anına hemen uygulayacakları iletişim biçimlerini seçmeleri ile sonuçlanmaktadır. Örneğin okul öncesi çağda daha çok görsel iletişim araçlarına yönelen çocuk okullaşma ile kitap, dergi gibi iletişim araçlarını tanımaya ve daha sonrada seçip yapmaya başlamaktadır. Bunların farklı konularda olabileceklerinin çocuk tarafından anlaşılması üzerine ailesel yaşam biçimi ve bireysel ilgi ve yönelimlerle çocuk bunlar arasında seçimler yapmaya başlayacaktır.
Çocuğun aile içinde konumu çocuğun bu ortamda mutlu huzurlu ve sağlıklı oluşu ile huzursuz ve sorunlu oluşu çocuğu farklı seçimler yapmaya itebilir. Benzer şekilde çocukların bireysel gelişim dönemlerinde üzerinde durdukları konuları sıkça televizyon ekranlarında görmeleri ya da bunlarla sinema filmi biçiminde karşılaşmaları da içinde bulunulan dönemin özelliğine göre çocuğun isteği ile farklı seçimlerle sonuçlanabilmektedir. Çocukların bireysel gelişim aşamaları ve biçimleri ile ilgili olduğu kadar ailenin sosyoekonomik ve kültürel durumu ve toplumun dünyadaki iletişim biçimlerinin hangilerini benimsediği de önemli öğelerdir.
Sonuç olarak toplum, aile ve çocuk ayrılmaz ve birbiri ile iletişim ve etkiletişim içinde bulunan olgulardır. Varlıkları yoklukları birbirleri
68
ile uzlaşmaları ve uzlaşımsızlıkları hep bir iletişim biçimine dönüşmektedir. Toplumların yapılarında meydana gelen düşünsel, ekonomik, yargısal, yönetsel, sanatsal, bilimsel, olgu vb. tüm değişiklikler, sonuçta yalnızca toplum yapısını belli bir dönem için etkilemekle kalmayıp aile yapısında ve aile çocuk ilişkisinde de kalıcı değişiklikler yaratabilmektedir. Bu değişiklikler sonucunda her toplum biçiminde çocuklar genel olarak yaşadıkları ortama ve aile biçimine bağlı olaraktan bireysel olarak her bir çocuk iletişim olgusunu farklı bir biçimde görmektedir. Bu görüş farklılıklarının da gerek bireysel gerekse toplumsal farkı uygulamalar dönüşmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Kısacası çocuk toplumdan aldığını yine bir biçimde topluma yansıtmaktadır. Hem de benzer iletişim özelliklerini koruyarak ve bunları kullanarak yapmaktadır.
Toplumsal ortam, gerek küresel eğilimlerin gerekse iç dinamiklerin etkisi altında hızla değişmektedir. Düşen doğum hızına karşın nüfus artmaya devam etmektedir ve ergenlerle genç yetişkinler giderek nüfusun en önemli kesimini oluşturmaktadır. Kırsaldan kente göç ileri aşamalarına ulaşmış olmakla birlikte henüz süreç tam olarak tamamlanmamıştır. 2002 ile 2007 yılları arasında önemli bir gelişim sergileyen ekonomi iş imkânları yaratmış, özel tüketimde ve kamu hizmetlerinde genel bir artışa olanak sağlamıştır. Buna karşın 2008-9 yıllarında küresel kriz ülke ekonomisini de etkilemiş, milli hasıla ve refah artışında bir kesintiye neden olmuş ve işsizlik sorununu ön plana çıkarmıştır.
Suç oranlarında artış görülmektedir. Bu genel değişim sürecinde kimi olumlu koşullar da varlığını sürdürmektedir. Toplumsal istikrar, pozitif aile değerleri ve çocuklar için en iyisini yapma isteği, bu olumluluklar arasındadır. Ancak gene de, gündemde olan kimi siyasal ve toplumsal gerilimler, zararlı gelenekler ve büyük boyutlara varan sosyoekonomik eşitsizlikler söz konusudur.
ÇOKGENÇ VE EĞİTİM
“Eğitim yürürlükteki değerlerin, bilgilerin ve hünerlerin yetişen ku69
şaklara iletilmesi ve kazandırılmasıdır”
Eğitim hakkı Anayasa ile güvence altına alınmış haklar arasındadır. Anayasamızda da “Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz.” denilerek bu hak güvence altına alınmıştır . Ancak, Türkiye’de gençlerin eğitim haklarını kullanmaları önünde ekonomik, sosyal ve geleneksel birçok engel bulunmaktadır.
Türkiye’de gençler, ilköğretimden yüksek öğretime kadar eğitimin her kademesinde çeşitli sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Ülkemiz, eğitim harcamalarının GSYİH’ye oranı bakımından oldukça gerilerde yer almaktadır. Devlet yatırım harcamaları içerisinde eğitim harcamaları önemli bir yer tutmasına karşın artan ihtiyaçlar karşısında bu yatırımlar yetersiz kalmaktadır . Ancak son yıllarda birtakım kampanyalarla özel sektör desteğinin sağlanması ve eğitim yatırımlarının artırılması yoluna gidilmektedir.
Eğitime ilişkin önemli sorunlardan biri de, bölgesel ve geleneksel nedenlerden ötürü, özellikle genç kızlar olmak üzere birçok gencin okuma imkânına kavuşamamasıdır. Türkiye’de bugün, Milli Eğitim Bakanlığı’na göre 570 bin, resmi olmayan verilere göre ise bir milyon kız çocuğu okula gönderilmemektedir. Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki 10 ilimizde yapılan araştırmada 250 bin dolayında kız çocuğunun okula çeşitli nedenlerden ötürü okula gidemediği belirlenmiştir . UNICEF’in “Dünya Çocuklarının Durumu 2004” raporuna göre, Türkiye ilk ve ortaöğretimde toplumsal cinsiyet eşit liğini gerçekleştiremeyen; Etiyopya, Fildişi Sahilleri, Burkina Faso, Moğolistan ve Irak ile birlikte 2015’e kadar gerçekleştirememe riski olan 12 ülke arasında yer almaktadır .
İlköğretimden ortaöğretime geçiş aşamasında ortaöğretime kayıt yaptırmayanların oranı bazı illerde çok yüksektir. Kayıt yaptırmayanlar içinde kimi illerde kızların bazı illerde ise erkeklerin çok olması, kızların evliliğe veya işçiliğe, erkeklerin ise doğrudan işçiliğe aileleri tarafından yönlendirildiğini göstermektedir. Eğitimin daha pahalı ve paralı hale getirilmesinin de, ailelerin çocuklarını okula göndermemelerinde etkili olduğunu söylenebilir.
70
Her geçen gün daha da artan bu eşitsizlik en fazla yüksek öğrenimde kendisini hissettirmektedir. Yüksek programlarının azlığı ve kontenjanlardaki sınırlı artış, öğrenci sayısını karşılayamaz duruma gelmiştir. Örneğin 2004 yılında Öğrenci Seçme Sınavı’na giren toplam 1.728.076 öğrenciden sadece 192.632’si bir örgün öğretim lisans programına girebilmiştir .
Eğitimdeki niteliksel gerileme, merkezi standart sınav uygulanması nedeniyle ailelerin dershanelere ve özel okullara yönelmesine yol açmaktadır. Sınav başarısı sağlayan kaynak, okullar değil, merkezi, standart sınava hazırlayan dershanelerden hizmet satın alabilme gücü haline gelmiştir. Bu durum özel / kamu ayrımı olmaksızın tüm okullardaki öğrenciler için geçerli olmuştur. Eğitimde ticarileşmenin sonuçları, eğitim hakkının kullanılmasında en büyük engeli oluşturmaktadır . Ülkemizdeki eğitim ve sınav sistemi uyarınca, dershaneye gitmeyen bir orta öğretim öğrencisinin, herhangi bir örgün öğretim programını kazanması neredeyse imkânsız hale gelmiş durumdadır.
Anayasamızda, “Devlet, maddî imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin, öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapar” denilmekte ; ancak birçok başarılı ve zeki genç, ortaöğretimle yükseköğretim arasında bir ara kademe haline gelen ve paralı olan özel dershanelere gidemediği için yükseköğretim kurumlarına erişme imkânından yoksun kalmaktadır.
Yükseköğretime gidebilen öğrencilerin önemli bir kısmı ise; barınma, burs, ulaşım, öğretim elemanı, bilimsel ve teknik imkânlar, demokrasi ve özgürlükler gibi; ekonomik, eğitim ve öğretim, sosyokültürel ve psikolojik olarak sınıflandırılabilecek problemlerle karşı karşıya bulunmaktadır .
ERGENLİK,
Bir çocuk ergenlik dönemindeyse, duyguları inişli çıkışlıdır, duygu durumunda çok sık değişiklikler olur. Bazen öfkelenir bazen de içine kapanır. Karamsar, gelecek kaygısı içinde olabilir. Hayatta sorumluluklar almaya başlar. Fiziksel değişiklikler, genç kız genç erkek için gerilim
71
ve stres faktörüdür aynı zamanda. Genç, bu dönemde anne babasından ayrı bir varlık, farklı kişi olduğunu hisseder. Bir başkasına benzemeye çalışabilir, rol modelleri vardır. Sosyal varlık olarak, aile dışına çıkarak toplumsal ilişkilerini geliştirmeye başlar, arkadaş grubuyla etkileşime girer. Cinsel kimlik gelişmeye başlar. Çocukluktan gençliğe geçiş kademesidir. Özellikle kişilik, kimlik, sosyal gelişimi oluşur. Kimlik, kişilik gelişimi erkek ve kadın olarak cinsel bir kimlik kazanıyor, ya da değerleri oluşmaya başlıyor.
Türkiye’nin önündeki önemli bir başka görev de ergenlerin ve gençlerin ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağının belirlenmesidir. Bu grup nüfusun giderek büyüyen bir bölümünü oluşturmaktadır ve halen Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü öncülüğünde bir ulusal gençlik politikası geliştirme hazırlıkları gündemdedir. On yıl önce ortaöğretime katılmaoranı yüzde 50 iken bugün çocukların yüzde 60’tan fazlası ortaöğretime katılmaktadır.
Bununla birlikte, okula gidiyor olmak kendi başına bu çocukların tatmin edici bir genel bilgi düzeyine ulaşmalarını, yaşam ve geçim becerileri edinmelerini, toplumsal, kültürel, sportif ve boş zaman etkinliklerine katılım için yeterli fırsatlar bulmalarını her zaman sağlamamaktadır. Ana babaların gelir ve eğitim düzeyleri, okul başarısını belirlemektedir. Birçok çocuk, hayli sıkıntılı bir süreç olan üniversite giriş sınavlarına hazırlanmak için ücretli dershanelere devam etmektedir (boş zamanlarını kullanamama pahasına). Okullarından ayrılanlar ve üniversite öğrencileri için ilerde işsiz kalma ciddi bir kaygı kaynağıdır: Gençler arasında işsizlik 2009 yılında yüzde 25’in üzerindedir. Bu arada, ortaöğretim çağındaki yaklaşık 2 milyon çocuk da okul dışındadır. Ortaöğretimde net okullaşma oranları en talihli sayılabilecek illerde yüzde 80 ile kırsal ağırlıklı doğu illerinde yüzde 20-25 arasında değişmektedir. Kız çocukların okullaşma oranı yüzde 62 ile erkeklerin (yüzde 68) gerisindedir ve bu fark kimi illerde daha da artmaktadır. Ortaöğretime devam etmeyen kızlar büyük olasılıklahiçbir iş yapmıyor ya da ev işleri ile meşguldür. Ayrıca, gençlerin üreme sağlığı konusundaki bilgi kıtlığı kaygı vericidir ve siga72
ra kullanımı özellikle erkekler arasında yaygındır. Alkol ve uyuşturucu kullanımı da görülmektedir. Gençler karar süreçlerine katılıma teşvik edilmemektedir ve karşı karşıya kaldıkları sorunların çözümüne katkıda bulunma fırsatları da sınırlıdır.
KÜLTÜR ve SANAT
Çocuk ve genç penceresinden bakılınca günümüz dünyası alabildiğine zengin, eğlenceli, karmaşık ve korkutucu bir öğrenme ortamıdır. Bir yanda ,bin bir çeşit yiyecek, giyecek,bin bir çeşit oyuncak, bin bir çeşit olay, bin bir çeşit kitap, bin bir çeşit müzik, bin bir çeşit eğlence,diğer yanda savaşlar, ölümler, doğal afetler, açlıklar, yoksulluklar, umutsuzluklar, korkular, korkular, korkular…
Bir yanda doğruluk dürüstlük, çalışkanlık, gibi erdemler, diğer yanda paranın, silahın ve kasın gücüne olan tapınma.
Çocuk ve genç intiharlarının, depresyonlarının,çocuk bombacılar ve genç katillerin katlanarak arttığı dünyamızda bu karmaşanın payı büyüktür.
Günümüzde çocuk ve gençlik edebiyatı hiçbir zaman olmadığı kadar önemli ve değerli bir eğitim aracına dönüşmüştür. Sorumluluğu ve görevi her zamankinden büyüktür. Çünkü “Edebiyat ,okurda, yaşamın bir bütün ve anlamlı olduğu duygusunu yaratır.”
Çocuklarımıza ve gençlerimize yaşamın bütünlüğünü ,anlamını ve güzelliğini öğretebilmek, onları yaşama sağlıklı bir gelişimle hazırlayabilmek için, edebiyat hiç vazgeçemeyeceğimiz ve çok özenli bakmamız gereken bir sanat ve bilim dalıdır.
Ancak bu çok değerli sanat ve bilim alanı, bir dizi sorunu da içinde barındırmaktadır. Ülkemizde çocuk ve gençlik edebiyatı yıllardır inanılmaz bir aldırmazlıkla başı boş bırakılmış, adeta yok sayılmıştır. Yerini ise yabancı hayranlığına sebep olan batılı kültüt materyalleri doldurmuştur.
Eğitimbilimciler, sosyologlar, psikologlar, sanatçılar hasılı çocukluk ve gençlik kültürüyle doğrudan ilişkili yetişkinler bilimin ve sanatın işbirliği ve güç birliği yapmasını ülke çapında sağlayamamışlardır.
73
Ne, zaman ki tüketim kültürünün doğal sonucu olarak çocuk kitaplarının kolay satılan bir ürün olduğu fark edilmiş, ne zaman ki çocukluk ve gençlik çağlarında kullanılan eğitim araçlarının geleceği yarattığı fark edilmiş, işte o zaman çocuk ve gençlik edebiyatında yayın anlamında bir patlama ile karşılaşılmıştır. Bu patlama zaten mevcut olan sorunları, bir sorunlar yumağına dönüştürmekte gecikmemiştir.
Yetişkin dünyasının, vahşi kapitalizmin çıkarlarına göre koşullanmış her türlü ideolojisi çocuk ve gençlik kitaplarına yansımaya, sorunlara, sorunlar eklemeye başlamıştır. Küresel sermayenin güdümünde değişen toplumsal ve bireysel değerler en önce dili bozarak, yasaklayarak, yozlaştırarak gelişmekte olan zihinlere adeta çakılmaktadır.
Yeni yetişmekte olan çocuklarımızın ve gençlerimizin edebiyatın sihirli gücünden yoksun, düşsüz, geleceksiz, tüketime yönelik değerlerle kaplanmış yürekleri ve zihinleri onları gelecekte ya topçu, ya da popçu olmaya,mafya içinde yer alarak aidiyet duygularını tatmin etmeye özendirmekte gecikmemiştir.
Ezberci eğitim sisteminin beyinleri yarışlara koşullu ,medya kültürünün yürekleri tüketime koşullu olarak büyüttüğü çocuklar, yıllardır ülkemizde yönetenler veya yönetilenler olarak yaşamlarını sürdürmektedirler. Edebiyatın sihirli gücünden uzak kalmış zihinlerin ve yüreklerin yetişkinlere dönüştüğü günümüzde doğal sonuç olarak şiddet, iletişimsizlik ve sorun çözememe her geçen gün daha fazla artmaktadır.
Çocukluk ve gençlik nasıl süreçlerdir? Çocuk gelişimi nedir? Nasıl oluşur? Hangi süreçlerden geçer? Genç nasıl bir varlıktır? Çocuklukta ve gençlikte alınan travmalar, yetişkin olunca nelere dönüşür? Çocuklukta kazanılan doğru davranışlar nasıl yetişkinler oluşturur? v.b.bir dizi soru ve yanıtları... önemsenmemektedir. Yetişkin dünyasındaki çocuk ve gençlik edebiyatını önemsememe,çocukları ve gençleri birer tüketim metaı ve yetişkinlerin beynindeki ideolojileri bir sonraki kuşağa aktaracak hamurlar olarak algılama tavrı, çocuk ve gençlik edebiyatındaki sorunların temel nedenidir. Günümüzde bu temel nedenin doğurduğu sorunların bir çok yan nedenleri kendiliğinden oluşmuş ve adeta kemik74
leşmiş, yeniden yapılandırılması çok zor bir oluşum yaratmıştır.. Her neden bir sorunu yaratırken beraberinde diğer sorunlarında oluşmasına katkı koymakta ve sorunlar karmaşık bir yumak haline gelmektedir. Sebepler sonuçları, sonuçlar sebepleri beslemeye devam etmekte ve yumak her geçen gün biraz daha büyümektedir.Çocuk ve gençlik edebiyatındaki sorunlar yumağına şöyle bir baktığımızda, ilk akla gelenler eğitim sistemimizin kendisi, aile yapıları, toplumsal ortam ,yayınevleri, yazarlar, ressamlar, kitap evleri, edebiyat dergileri, gibi başlıklar altında sıralanabilir.
Çocuk ve gençlik edebiyatı alanında pedagojik formasyon sahibi, çocuk kültüründen haberdar eleştirmen yokluğu ,edebiyat dergilerinin kendi bindikleri dalı kesmek pahasına çocuk ve gençlik edebiyatının sorunlarına sayfalarını ayırmaması, eğitimcilerin edebiyatın sihirli gücünden bihaberliği,sorunların yok sayılmasını sağlamaktadır.
Bu gün çocuk yazınında karşımıza çıkan fiyat, pazar, görsellik, konu, sözcük seçimi ve tümceler,düzeye uygunluk, anlatım, ileti ve dil sorunları çocuklarımızın gelişiminde bir kısır döngü yaratarak kendini tekrar etmekte, kuşakların kimlik oluşumunda adeta bir çığ etkisi yaratmaktadır.
Türü ne olursa olsun biz yetişkinler tarafından yazılan, basılan, resimlenen, dağıtılan, her çeşit çocuk ve gençlik edebiyatı ürünü, çocuklarımızın düşlerini yok etmemek, tersine beslemek durumundadır. Yetişkinlerin belleği ile çocukların düşlerini birleştirebilen çocuk ve gençlik edebiyatı eserlerinin ölümsüzlüğü bundandır.Çünkü insanın diğer canlılardan en büyük farkı düş kurabilme özelliğidir.
Tüketim kültürü bütün silahlarıyla çocuk kültürünü yok etmekte; dolayısıyla insanlığın düşlerini çalarak,dilini bozarak, sermayenin düşlerini silahla, şiddetle, kanla gerçekleştirecek bireyler yaratmak için edebiyat gibi, sinema gibi en etkin sanatları kullanmaktan sakınmamaktadır.
Bize düşen sorunlarımızı tek tek ele alıp,nedenleri ve çözüm önerilerimizle birlikte önce tartışmak, sonra şimdimiz ve yarınlarımız için çözme koşullarını yaratmaktır. Biliyoruz ki sorun nerede ve nasıl olursa
75
olsun çözüme giden yol,sorunun varlığını kabul etmekle başlar.
Çocuklarımızın ve gençlerimizin barış için, çevre için, aşk için, sevgi için, dayanışma için,bağımsızlık için düş kurabilmesinin yolu çocuk edebiyatının değerini fark etmekten geçer
Unutulmaması gereken “Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti”nin de genç Mustafa Kemal’in ve yandaşlarının düşü olarak kurulmuş olmasıdır.Şimdi artık mesele kurulmuş olan Cumhuriyeti koruyup koruyamayacağımız da,geliştirip geliştirmeyeceğimiz de,emperyal güçlere teslim edip etmeyeceğimizde…
Eğer teslim etmeyeceksek; dönüp çocuklara ve gençlere sunduklarımıza bir bakmakta ve sorunları birer birer ama tüm disiplinlerle bir arada çözebilmekte düğümlenmektedir.
FORMAL ve İNFORMAL EĞİTİM,
Eğitim bir davranış değiştirme sürecidir. Bireyin kendi yaşantısı yoluyla gerçekleşir (yaşantı üründür.). Bir süreçtir. Bireylere toplumsal normları kazandırır.
Önceki yaşamış insanların bizlere bıraktığı maddi manevi bir miras olan Kültür, bir toplumun sahip olduğu emsalsiz birikimidir.. Eğitim bir noktada bireyi kasıtlı kültürleme sürecidir. Kültürleme; kültürel değerlerin bireylere aktarılma sürecidir. Kültürleme üç türlüdür: Zoraki kültürleme, gelişigüzel kültürleme ve kasıtlı kültürleme.
Zoraki Kültürleme: Bireye hür iradesi dışında kültürel değerlerin zoraki olarak kabul ettirilmesidir. Mesela; propaganda, beyin yıkama.
Gelişigüzel kültürleme: Bireylere plansız, sistemsiz ve gelişigüzel bir biçimde kültürel değerlerin benimsettirilmesi. Mesela; aile içinde örf, adet, gelenek ve göreneklerin çocuklarına öğretilmesi.
Kasıtlı kültürleme: Kültürel değerlerin belli amaçlar dâhilinde ve belirli bir plan çerçevesinde bireylere aktarılmasıdır. Mesela; formal eğitim (okullarda verilen eğitim gibi) kasıtlı kültürlemedir.
Kültürlenme: Bireylerin, içinde bulundukları kültürel unsurları benimseyerek o kültüre katılmasına denir.
76
Kültürleşme: Farklı kültürlerin karşılıklı etkileşimi ile gerçekleşen serbest kültür alış-verişidir. Başka bir ifadeyle farklı toplumlardaki bireylerin karşılıklı olarak kültürel etkileşimde bulunmasıdır.
Eğitim, kültürün aktarılmasında önemli bir araçtır. Eğitim, toplumun kültürünü etkileyen ve kültürden etkilenen bir yapıya sahiptir. Bu nedenle eğitim, kültürel değerlerin izlerini taşır. Eğitim, kültüre göre gelişmeye karşı daha az direnç gösterir. Eğitimin ana amacı kültürü aktararak kültürün devamını sağlamaktır. Bu aktarma işi kasıtlı (planlı, programlı) kültürleme ile gerçekleştirilir.
Eğitim kontrollü veya kontrolsüz olarak meydana gelir. Kontrollü eğitim planlı, programlıdır. Kontrolsüz eğitim ise plansız, programsızdır ve bireyin günlük yaşamı içerisinde kendiliğinden gerçekleşir. Bu nedenle eğitim formal (Planlı, programlı) ve informal (Plansız, programsız) olarak ikiye ayrılır.
1-) Formal Eğitim: Amaç ve kuralları önceden belirlenerek planlı ve programlı olarak yürütülen eğitimdir. Formal eğitim, eğitimin kurumsallaştırılmış halidir. Bireyde davranış değişikliği meydana getirmek üzere bilinçli, planlı, kontrollü ve kasıtlı bir biçimde öğretim ortamı düzenlenir. Profesyonel kişiler tarafından verilir. Varılmak istenen hedefler önceden bellidir. Olumlu (istendik) davranışlar kazandırmak esastır. Belli bir mekân ve ortam gereklidir. Örgün eğitim ve yaygın eğitim olmak üzere ikiye ayrılır.
a) Örgün Eğitim: Okul çatısı altında düzenli olarak yapılan eğitimdir. Belli bir yaş gruplarına yöneliktir (homojenlik) ve süreklilik (birbirini takip eden kesitlerden oluşması) göstermektedir. Okulöncesi eğitimden yükseköğretime kadar olan basamakları kapsamaktadır. Birini atlayıp bir sonrakinden devam edilemez.
b) Yaygın Eğitim: Örgün eğitime hiç girmemiş, örgün eğitimin herhangi bir basamağından ayrılmış ya da örgün eğitimi tamamlamamış veya bir meslekte çalışan bireylere yönelik olarak yapılan eğitimdir. Her yaş grubuna yayılmış eğitimdir (heterojenlik) ve süreklilik göstermez. Mesela; Halk eğitim kursları (çıraklık eğitimi, nakış-elişi, dil kursları),
77
hizmet içi eğitimler, açık öğretim, açık lise, uzaktan eğitim.
Sargın eğitim: Sargın eğitim, örgün ve yaygın eğitim dışında kalan, bireylerin günlük yaşamda içinde belli bir eğitim almadan kendiliğinden gerçekleştirdiği öğrenme faaliyetleridir. Mesela; bireyin kendiliğinde çorap, halı ve kilim örmeyi öğrenmesi.
Hizmet içi eğitim: Kişilerin hizmetteki verim ve etkinliklerinin artırılmasını, gelişmeye yol açan bilgi, beceri ve tutumların zenginleştirilmesini amaç edinen ve kurumların genel çalışma düzenini sürekli olarak etkileyen eğitimdir.
Hizmet öncesi eğitim: Kamu kurum veya kuruluşlarında çalışmaya hak kazanmış ancak henüz işe başlamamış bireylere yapacakları işi pekiştirmeleri için verilen eğitimdir.
Halk eğitimi: Yetişkinlerin hayat standartlarını yükseltmek, sorunlarını çözebilmelerine ve yaşadıkları toplumun kalkınmasına katkıda bulunmalarına yardımcı olmak amacıyla düzenlenen eğitimdir.
İş başında eğitim: Herhangi bir işte çalışan bireylerin, çalıştıkları iş ortamından ayrılmadan işle ilgili gelişmeleri öğrendikleri eğitimdir.
2-) İnformal Eğitim: Bir amaca ve plana bağlı olmadan yaşam içinde kendiliğinden gerçekleşen eğitimdir. Birey çevresindeki bireylerden, iletişim araçlarından etkilenerek bu eğitimi kazanır. Bu eğitim genellikle arkadaş, aile ve iletişim araçları aracılığıyla ortaya çıkar. Yer, mekân ve ortam değişebilir. İnformal eğitim olumluda olumsuz da olarak gerçekleşebilir. İnformal eğitimde iki önemli öğrenme türü vardır: gözlem ve taklit…
Çocuk Dostu Medya Düzeni
• Kamu yayıncılığı alanında çocuk dostu medya düzeni anlayışına göre yasal düzenleme yapılamadı
• Öğrencilerin okulda bulunma süreleri ile televizyon seyretme süreleri eşit duruma geldi
• Çocuk ihmali ve istismarı konusunda medyanın öz denetim bilinci zayıf
78
• Medyanın olumsuz etkilerinden çocuğu koruma sistemi geliştirilemedi
• Türkiye, medya okuryazarlık kültürü en alt düzeyde bir ülke
ROL MODEL,
Anne-babanın güvenli duruşu, çocukları için sağlıklı rol ve model olmaları, güzeli-iyiyi aile içerisinde hep güçlü bir şekilde temsil etmeleri gerekir. Eğer bir ebeveyn çocuğuyla güçlü ve güvenli bir bağ, sevgiye dayalı iletişim kurmuşsa, gencin arkadaşların içinde toplum içinde endişe edeceği bir şey yoktur. Çünkü genç, ailesi ile oluşturduğu güçlü bir şekilde kurulan güven bağı ile arkadaşları ve toplum içerisinde güvenli duruşunu sürdürür. Güvenli bağ kuramayan, suçlanmaktan, eleştirilmekten kaygı duyan gençler, anne ve babalarına problemlerini anlatamazlar, açıklayamazlar, kaçırırlar, yalan söylerler.Bu iletişim sorunun, en önemli sebebi anne-babanın çocuğu dinlememesidir. Genç dinlenmemesi karşısında, kendi içine kapanır, kendi kendine konuşur. Değer verilmediğini, dışlandığını düşünür. Bu durumda anne-baba o problemi çözmek için nasıl bir fırsat bulabilirler ki? İletişimde altın kurul; karşınızdaki kişiye kendisini değerli hissettirtmektir.
TERÖR ve KÖTÜ ALIŞKANLIKLAR
İçinde bulunduğumuz bu kara günlerde acımız ve öfkemiz ister istemez etrafımıza yansıyor. Ancak özellikle 12 yaş altı çocuğu bulunanların biraz dikkatli olması gerekiyor. Terörün etkisini terörle birebir yüzyüze gelme, yakınlarını kaybetme gibi nedenlerle doğrudan yaşayan çocuklarımızın yanısıra doğrudan etkisi altında kalmayan çocuklarımıza yayılması ancak o alçakların işine gelir. Peki doğru tavır nedir?
1. Çocuğunuzu olayın tamamen dışında tutmanız imkansızdır. Yaşına uygun bir şekilde kızgınlık ve üzüntünüzün kaynağını açıklayın. Sözcüklerinizi dikkatli seçin. Ümitsiz ve çaresiz gözükmeyin.
* Kesinlikle bir şey yokmuş gibi davranmaya çalışmayın. Çocuklar ebeveynlerindeki ruhsal değişimleri çok iyi algılar. Eğer duygu
79
durumunuzun nedenini açıklamazsanız kaynağın kendisi olduğunu düşünür. Suçluluk duyar.
* Ümitsiz ve çaresiz gözükmeyin. Korkuya kapılmasına neden olmayın. Çocuğunuzun dolapta bir teröristin saklandığı korkusuyla yaşamasını istemezsiniz değil mi?
2. Çocukların kavramlarının, uzaklık yakınlık algılarının farklı olduğunu unutmayın.
Gerkirse sende canını bu vatana vereceksin gibi bir söylemden çocuğunuzun çıkaracağı anlam çok farklı olacaktır. Yaşına bağlı olarak onu sevmediğiniz ve uzaklaştırmak istediğiniz gibi bir sonuca varabilir. Yada “vatan” sözcüğünü bir tehtid olarak görebilir. Yani amacınızın tam tersi olabilir.
3. Nasılki siz bir şeyler yapmak istiyorsunuz öfkeniz ve acınızla baş etmek için oda bunu isteyecektir. Üstelik böyle bir paylaşım ilişkinizi geliştirir. Odasına bayrak asmak, birlikte bir anıt vb. ziyareti anlamlı olur.
Çocuğunuzu şehit cenazelerine, diğer anma ve protesto gösterilerine götürmeyin. Yas acı ve öfke duygularıyla bayrak vatan millet kavramlarını birleştirmesine izin vermeyin. Ama mutlaka bayram kutlamalarına götürün. Vatan ve bayrak çoşku, sevinç ve kendine güven duygularıyla birleşsin. Milli bayramlarda da eve şeker cikolata vb. hatta doğrudan ona hediye alın.
4. Normal hayatının akışını bozmayın. Çocuklar rutinleri sever. Rutinlerin bozulması güvensizlik ve kaygı oluşturur. Vatanı sevmek ona sağlıklı bireyler yetiştirmektir.
5. Her zamankinden daha fazla gündemi takip etme isteği duymanız normal. Ancak TV nin her an açık olması (normalde de olmamalı), sürekli bir yas ve öfke havasını yayması onun için uygun olmaz.
6. Bazen kendimize izin veririz. Normal de ağzımızdan dökülmeyecek cümleler ağzımızdan dökülebilir. “hepsini geberteceksin” sizi asla yansıtmayacak ağzınızdan dökülürken bile bunu ben mi söyledim diyeceğiniz bir cümledir belki. Ya da “intikam alınsın” Hatta normalda
80
ağzınızdan asla çıkmayacak küfür sözlerini sarfetmek isteyebilirsiniz. Lütfen çocuklarımızın yanında bundan kaçınalım.
Çocuğunuzun yanında küfür ediyorsanız o küfür ettiğinde hiç şaşırmayın. Yada intikam diye bağırıyorsanız arabasını bozan kardeşinin bebeğini kırdığında şaşırmayın. Bazı durumlarda diye başlayan cümleler çocuklara birşey ifade etmez.
Savaşcılık oynayan, düşmanları nasıl katledeceğini anlatan bir çocuk tehlike sinyali veriyor demektir.
Lütfen dikkat.
Sigara, uyuşturucu, kumar, fuhuş, hırsızlık gibi bir kısmı adli suç kapsamına giren kötü ve zararlı alışkanlıklar da hayati derecede öneme sahip gençlik sorunları arasındadır. Türkiye’de yetişkin nüfusun yaklaşık yarısı sigara içmektedir. Ülkemizde sigaraya başlama yaşının da 13’e indiği belirtilmektedir .
BM (Birleşmiş Milletler) Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nin Türkiye’de yaptığı araştırmada; uyuşturucuya başlama yaşının düştüğü ve kullanım oranının arttığı belirlenmiştir. Örneğin
İstanbul’da 15 ilçedeki 43 lisede 104 sınıfta 3 bin 168 öğrenciyi kapsayan “Madde Kullanım
Yaygınlığı Araştırması”na göre; 2004 yılında, 2001 yılına oranla, esrar kullanımının % 75, eroin kullanımının % 100, sentetik hap kullanımının ise % 287 arttığı tespit edilmiştir. Aradan geçen
10 yıllık süreç sonuçları ise endişe verici boyutları aşmış durumdadır. Gençlerin, İzmir’de yüzde 6,1’i, İstanbul’da 5,1’i Diyarbakır’da 5,1’i, Adana’da 3,3’ü, Ankara’da ise 2,9’u uyuşturucu kullandığı tespit edilmiştir.
Kötü alışkanlıkların sokağa attığı, yani sokakta yaşayan çocuklar ve gençler de, çok hazin bir Türkiye gerçeğidir. Bu sorunda sadece bir gençlik sorunu değil, geniş bir şekilde sosyal, psikolojik, güvenlik ve adalet boyutlarını da içine alan bir ülke sorunu haline gelmiştir. Bu gençlerin birçoğu, madde bağımlısı olup; suç işleyerek yaşamını sürdürmekte ve
81
cinsel sömürüye maruz bırakılmaktadır. Bu durumdaki gençlerin sayısı da özellikle son yıllarda azımsanmayacak boyutlara ulaşmıştır .
ÇOKGENÇ ve ÇEVRE
“Çevre”, denildiğinde çevredeki varlıklar, bu varlıklar arasındaki etkileşimli ilişkiler ve bu ilişkilerin sürdürülebilme gücü, “Çevre sorunu” denildiğinde ise canlıların varlıklarını sağlıklı olarak sürdürebilmesini ve sürekli olarak geliştirebilmesini kısıtlayan, güçleştiren ve giderek ortadan kaldırabilen her türlü süreç anlaşılmaktadır. Sağlık ve çevre ilişkisi boyutunda konu ele alındığında “çevre” kişi üzerindeki dış etkilerin bütünüdür, aynı zamanda çevre yaşamı sürdürme ve sağlama sistemidir. Bu sistemin en temel öğeleri su, yiyecek ve barınaktır. Sağlık açısından bakıldığında çevre:
Fizik Çevre (sıcaklık, soğuk, ışın, travma, zehirler, içme kullanma suyu, atıklar, konut sağlığı, iklim koşulları, hava ve su kirliliği, giyeceklerimiz, kamuya açık yerler, sağlığa zarar verme olasılığı olan kuruluşlar, mezarlıklar), Biyolojik Çevre (mikroorganizmalar, asalaklar, mantar vb etkenler), Sosyokültürel Çevre (iş yeri ortamı, aile yapısı, kentler, sosyal güvence vb) olmak üzere üç grupta incelenir.
Bu durumda “çevre”, hastalıklar için zemin hazırlayabilir, doğrudan hastalık nedeni olabilir, bazı hastalıkların gidişini ve sonucunu etkileyebilir .
Çocuklarımız bugün eski kuşakların yaşadığı çevreden çok farklı bir çevrede yaşamaktadırlar. Teknoloji, nüfus ve üretilen ürünlerde 21 yüzyıl da bir patlama olmuştur. Mevcut teknoloji çağına en önemli katkılardan biri binlerce yeni kimyasal maddenin keşfi ve kullanılmasıdır. Bugün çocuklarımıza miras bıraktığımız çevrede ormanları aşırı tüketilmiş, toprakları erozyon ile çoraklaşmış ve denize akıtılmış, suyu ve havası kirlenmiş, besinleri aşırı gübre, tarım ilacı ve hormanlarla bozulmuş, yeşili gri betona ve mavisi boz bulanaık renge dönüşmüş denizler, göller, ırmaklar bırakıyoruz. Üzerinde yaşadığımız gezegeni yaşanamaz ve sürdürülemez yapmak için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. Daha
82
fazla gelir için herşeyin suni/sentetiğine yönelerek doğal ürünlerden uzaklaşmak, üzerinde yaşadığımız dünyayı geleceğimizin umutları çocuklarımız için daha da yaşanmaz duruma getirmektedir.
İnsanların sürekli yaşadıkları yere çevre denir. Dağlar, ovalar, çayırlar, ormanlar, göller, denizler, ırmaklar, doğal çevreyi oluşturur. Doğal Çevrenin korunması amacı ile 1972 yılında İsveç’in Stockholm kentinde Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı toplandı. Bu toplantıda çevre sorunları ele alındı. Çevre kirlenmesine karşı üye ülkeler ortak çözüm yolları aradılar. Birleşmiş Milletler Çevre Konferansında 5 Haziran gününün Dünya Çevre Günü olması kararlaştırıldı. Her yıl Birleşmiş Milletler’e üye ülkelerde 5 Haziran Dünya Çevre Günü olarak değerlendirilir. Ülkemizde bu amaçla 1978 yılında Türkiye Çevre Sorunları Vakfı, daha sonra Çevre Müsteşarlığı kuruldu. Başbakanlığa bağlı Çevre Müsteşarlığı 5-11 Haziran tarihleri arasını Çevre Koruma Haftası olarak kabul etti. Doğal çevrenin kirlenmesi bütün ülkelerin ortak sorunudur. Çevre kirlenmesi hepimizin günlük yaşayışını etkileyen bir olaydır. Uygarlığın gelişmesi, endüstrileşme sonucu fabrikalarda insan gücüne gereksinme arttı. Kırlarda, köylerde, doğal çevrede yaşayan insanlar kentlere göçtü. Kent nüfusu önemli ölçüde çoğaldı. Kentlerde nüfusun artışı ve endüstrileşme ile birlikte çevre sorunları ortaya çıktı. Bu sorunun en önemlisi çevre kirlenmesidir.
Başlıca çevre sorunları su, hava ve toprak kirlenmesidir. Su kirlenmesi ile deniz hayvanlarının yaşam ortamları bozulur. İnsan doğadan mecburende uzaklaşır olmuştur. Kirli sularda avlanan balık ve öteki deniz ürünlerini yenmez haldedir. Böyle sularda yüzmek dahi sorunlara yol açar. Hava kirliliği daha çok yakıtların gereği gibi yakılmaması sonucu ortaya çıkar. Kirli hava solunuma elverişsiz havadır. Kirli hava solunum yolları hastalıklarını artırır. Solunum organlarımızı yorar. Hava kirliliği ölümlere bile sebep olur.Toprak kirlenmesi; çeşitli ilaç ve gübrelerle toprağın tarıma elverişsiz duruma gelmesidir. Tarlada kullanılacakı ilaç ve gübre çeşidi hala da bilinçsizce kullanılmaktadır. Hangi gübrenin hangi cins topraklarda yararlı olacağı bilinmektedir. Bu nedenle; ilgili uzmana
83
danışmaksızın ilaç ve gübre kullanılmamalıdır. Toprak kirlenmesi toprağın verimini azaltır. Bitki hastalıklarını çoğaltır. Bugün pek çok ilimiz çevre sorunları ile karşı karşıyadır. Örneğin Ankara’da hava, İstanbul’da su. Mersin ve Adana’da toprak kirlenmesi birer çevre sorunudur.
DOĞAL ÇEVRENİN KORUNMASI İÇİN ALINACAK ÖNLEMLER
Doğal çevrenin korunması: Bu konuda alınabilecek belli başlı önlemler şunlardır: Akar ve durgun sular, insan ve hayvan artıkları ile kirletilmemeli, Biriken çöpler hemen kaldırılmalı ve çöpler değerlendirilmelidir. Zararlı hayvanların, böceklerin özellikle, karasinek ve sivrisineklerin üreyip çoğalmaları engellenmeli,kanalizasyon borularındaki patlamalara anında müdahaleler yapılmalıdır. Yakıtların tam yakılması sağlanmalıdır. Böylece hem enerji kaybı, hem de hava kirliliği önlenmiş olur. Doğal çevrenin kirletilmesi yasalarımıza göre suçtur. Bu suçu işleyenlere para ve hapis cezaları verilir. Doğal çevre bizim çevremizdir. Biz doğayı korudukça doğa da bizleri korur. Havaya, suya, toprağa karışan kimyasal artıklar doğayı etkiliyor. Bu artıkların çoğalması insan sağlığını bozuyor. Kısaca çevre sorunları, sağlımızla yakından ilgili bir konudur. Doğal çevrenin güzelliklerini korumak bütün toplumun ve tüm insanlığın ortak görevidir. Bu konuda girişilen çalışma ve çabalara katılalım. Soluduğumuz havanın, içtiğimiz ve kullandığımız suların, bulunduğumuz yerin temiz olmasını istiyorsak çevre kirlenmesine engel olalım. Sağlımıza uygun bir çevrede yaşamak için doğal çevremizi koruyalım.
ÜLKEMİZDE ÇOCUK ÇEVRE SAĞLIĞINA YAKLAŞIM
Ülkemiz açısından bakıldığında temel hedefler:
-Toplumun çocuk çevre sağlığı risklerini uygun kapsamda algılamalarını sağlamak,
-Etkin bir risk yönetimi ve iletişimini sağlamak,
-Toplumun çevresel risklerle ilgili eğitimini sağlayacak etkin teknik84
ler geliştirmek,
-Kaynak dağılımında ve sağlanmasında etkin olan, politika belirleyici kişi, kurum ve kuruluşların talebiyle yönlendirilmesini sağlayacak kamuoyunun oluşmasını sağlamak,
-Toplumda risksizlik talebi yaratmak olmalıdır.
Toplum talebi olmadan politik karar vericilerin kaynak tahsisi oldukça güçtür ve yeterli olmayacaktır. Bu nedenle aşağıdaki sorunlar üzerinde durulmalıdır
-Klasik çevre eğitimi çevresel insan etkilenimi ile ilgili genel kavramları tam olarak vermemektedir.
-Tıp fakültesi ve hekim dışı sağlık personeli yetiştiren okulların müfredatları da kapsam ve içerik olarak söz konusu kavramları ve değerlendirilmesiyle ilgili becerileri kazandırabilmekten uzaktır.
-Özellikle tehlike sınırı olarak belirtilen düzeylerin altındaki etkilenimlerin sağlık üzerindeki olumsuz sonuçlarını değerlendirmeye yönelik çalışmalar ülkemizde yeterli değildir. Çocuk etkilenimiyle ilgili çalışmalar hemen hemen hiç yoktur. Bu gibi araştırmalar özendirilmelidir.
-Kalkınma planlarında çevre sağlığı ile ilgili hedefler, çevreye yönelik hedefler birbiriyle uyumlu ve sistemli olarak ele alınmalıdır. Günün aktüel konularına ağırlık vermekten çok genel sistem bütünlüğü esas olmalıdır. Öneriler izlenmelidir.
-Standard-mevzuat çelişkisi olmamalıdır.
-Bilimsel çalışmalarda multifaktöryel etyoloji ve karıştırıcı faktörler göz önüne alınmak zorundadır. Çevresel biyomarkerler konusunda araştırmalara ağırlık verilmelidir.
-Çevreye yönelik ulusal araştırmalarda meta analizlerin yapılmasına yönelik kaynak desteği sağlanmalıdır. Birbirini tamamlayan ve amaca uygun araştırmalar özendirilmeli ve bu gibi araştırmalara kaynak yaratılmalıdır.
-Risk ve risk yönetimi kavramları söz konusu okul müfredatlarına eklenmeli, söz konusu değerlendirme ve uygulamaların gerektirdiği eğitim, formasyon, uygulama standardı vb belirlenmelidir. İlgili eğitim,
85
mevzuat ve yaptırım alt yapısı yaratılmalıdır.
-Çevresel insan ve özellikle çocuk etkilenimi ve çevre kirletici değerler arasındaki ilişkileri belirlemeye yönelik veri tabanı eksikliği giderilmelidir. Söz konusu verileri toplamaya yönelik her türlü çalışma sonuçları ulaşılabilir hale getirilmelidir.
-Çevre ve sağlık bilgi sistemi zorunlu hale getirilmeli ve yasal zemine oturtulmalıdır. Politika geliştirmeye ve değerlendirmeye elverişli güvenilir, karşılaştırılabilir, geçerli çevre, sağlık demografik, mesleki, yaşama biçimi ve sosyoekonomik düzey bilgilerinin sağlanmalıdır.
-Oluşturulacak veri tabanı kolay ulaşılabilir olmalıdır. Bilimsel kuruluş üyelerinin ulaşabilmesinde ekonomik ve yasal engeller konulmamalıdır. Kişiler ve kuruluşlar kendilerinin ulaşamadığı veri tabanına katkı yapmaktan kaçınmaktadırlar.
-Risk değerlendirmesi ve danışmanlık yapabilecek özel sektör kuruluşları, çalışma ve raporlandırma statüleri, sahip olmaları gereken asgari teknoloji ve personel vb belirlenmeli ve standarda bağlanmalı, mevzuat alt yapısı oluşturulmalıdır.
-Risk değerlendirmesi ve risk yönetimi kavramları uygulamaya sokulmalıdır. Burada risk yönetiminden amaç “risklerin en düşük düzeye çekilmesi amacıyla yönetim bilgi ve becerilerinin kazandırılması”dır.
-Bilimsel risk kavramı ile toplum risk algılaması arasındaki ağırlıklandırma farklılıkları giderilmeye ya da en aza indirilmeye çalışılmalıdır. Risk yönetimi uygulamalarının temelinde etkin bir risk iletişimi gelmektedir.
TEKNOLOJİ ve MODERNİTE
Önce “modernlik ne demektir?” sorusuna cevap arayalım. “Modernlik, akılcı, bilimsel, teknolojik ve idarî etkinliğin ürünlerinin yaygınlaştırılmasıdır.”
“Modern” terimi de yeni kazanılmış ve formule edilmiş bilgilerin durumunu ifade etmek için ortaya atılmıştır. Ama güncel olandan, yerleşmiş ve gelenekselleşmiş olandan ayrı olan anlamına da gelir. Bunun gibi gerçek değişimleri, düşüncenin, zihniyetin ilerleyici dönüşümünü,
86
geleneğin imkânını, ne şekilde olursa olsun yenilik hastalığına tutulmayı da ifade etmektedir.
Bu manada modernlik, sırf değişim değildir; ama toplum hayatının bölümlerinin (siyaset, iktisat, aile, din ve sanat gibi) gittikçe daha çok farklılaşmasını ihtiva eder.
ENTELEKTÜEL BİR SİNERJİ ÖRNEKLEMESİ
Soru: Modern Mahrem kitabında Nilüfer Göle , “aslında” diyor “üniversitelerdeki başörtüsü mücadelesi temelinde devletin dayattığı modernlik dışında ama yine modernite içerisinde Müslüman kalarak inandığı değerlere göre yaşayan, gerek eğitimde, gerek siyasette ve gerekse iş hayatında kendi kimliğiyle modernleşme mücadelesidir”. şimdi bu bağlamda ben size bir soru sormak istiyorum: Modernlik yani modernite içinde kalarak – çünkü modernite bir paradigmadır ve bu paradigmanın temelinde sekülerizm vardır— Müslümanca bir modernlik oluşturmak mümkün müdür?
Cevap: Modernlik veya modernite ya da modernizm – her neyse
– bizim tercihimiz değildir. Yani biz onu kendi irademizle tercih ederek yaşıyor değiliz; bu bize dayatılmış bir şey… Biz de bakıyoruz ki başka türlü olmuyor “o zaman biz bu moderniteyi mümkün olduğunca İslâm’dan onay alabilecek bir formata, muhtevaya kavuşturalım, olmadı gerekirse biraz da İslâm’ı esnetelim… Ortasını bulalım… Olmuyor işte ne yapalım…” diyerek kabul ettiğimiz/ettirildiğimiz bir süreç bu. Aslında bizim kendi irademizle isteyerek, ihtiyarımızla tercih ettiğimiz, yaşadığımız bir şey değil. Refah Partisi hareketi modernitenin tasdikiyle, kabulüyle, onaylanmasıyla ortaya çıkmış bir şey değil; o da bir dayatmanın zorunlu bir sonucu olarak bir yöntem arayışından ibaret. Erbakan Hoca “Millî Görüş” dediği zaman “Fatih Sultan Mehmed’e İstanbul’u fethettiren, Alpaslan’a 1071’de Anadolu’yu İslâm’a açtıran zihniyet” diyor. Ama kendisini öyle ifade etmek zorunda kalıyor. Başka bir yöntem bulamıyor çünkü. Bugünün şartları ve dayatmaları içerisin-
87
de bunu bir çıkış yolu olarak görüyor. Dolayısıyla bu, modernite değil; içinde fetih ruhu var. Modernitede fetih olmaz.
Kız öğrencilerin, kadınların çalışması, okuması vb. konular bence olayı belirleyen şeyler değil. Çünkü bunlar yöntem belirleyen mekanizmalar değil. Çok bilinçli tasarlanmış şeyler de değil. Yani de facto durumlara karşı bulunan, geliştirilen tedbirler, çareler… Böyle bir şey…
Bunun için ben “Bir İslâm modernitesi mümkün müdür? İslâmî bir modernite olabilir mi?” sorusunun yanlış bir soru olduğunu düşünüyorum. Çünkü hem kendi içinde çelişkili, hem de bir dayatmanın sonucu… Çaresizlik neticesi “ben bunu kabul etmek zorundayım” diyorsun… Arkasından da “bunu İslâm’la nasıl bağdaştırırım?” sorusunu soruyorsun… Yani bu dayatılmış bir soru… Yanlış bir soru… Bu yaşadığımız şey tabii bir süreç değil.
Soru: Burada tercihten ziyade size devlet eliyle dayatılmış bir modernite var ve bu modernite sizi aslında tamamen Batılılaştırıyor. Bir de bu sürece direnmiş bir toplum var; ama bu direniş bir alternatif oluşturamamış. Fakat modernite içerisinde kalarak farklı bir tecrübe arayışını getirmiş. Mesela halk İmam Hatip Lisesi’ne çocuğunu gönderiyor ama imam olmasını istemiyor; dindar bir doktor olsun veya dindar bir mühendis olsun gibi taleplerle bunu yapıyor. Yani modern hayat içerisinde hayata yapışmasını ve başarılı olmasını istiyor. Acaba bu, çok makbul olmasa da sistemin dayattığı modernitenin dışında daha Müslümanca bir modernite tecrübesine tekabül eder mi?
Cevap: Bence hâlâ, bunun adını ister islâmî modernite, isterse farklı bir şey koyalım, olması gerekenden farklı bir durum, bir kırılma, bir arıza, bir sapma –ne derseniz deyin— bunun ifadesidir. Bir arayıştır. Dolayısıyla modernitenin ruhunda mündemiç bulunan “kabullenmişlik”ten burada söz edemeyiz.
Modernizm, yeni bir İslam tanımı üzerine kurulu bir paradigmadır. Geçmişte anlaşılan, inanılan ve yaşanan İslam’dan hemen her şeyiyle farklı
88
bir tasavvur bu. Yani siz bu hayatta diyelim ki Mâiz b. Mâlik (r.a)’ın zina ettikten sonra gidip “Yâ Rasûlallah beni temizle” demesini, günümüzde herhangi bir Müslümana çok kolay izah edemez, kabul ettiremezsiniz. Özellikle hadler modern insan için çok temel, önemli bir problem… Bunu kabul edemiyor modern Müslüman… Dolayısıyla bu zihniyetini oluşturan modern değerlerle çatışmayan bir İslâm kabul etmeye, böyle bir İslâm tasarlamaya kendisini zorluyor… Bununla çatıştığı anda rivâyetse reddediyor, âyetse tarihsellikle niteliyor… Yaşadığı hayatı esas kabul edip nassları ve ilkeleri buna göre yorumlamaya zorluyor kendisini. Aslında yaşadığımız hadise bunda ibaret. Yani sistemin, resmî söylemin bize dayattığı bir modernite versiyonu var bir de Müslümanların kendi çıkış arayışları sonucunda kendiliğinden oluşuveren bir şeyler var…. Bu da bir modernitedir… Doğru… Ama tasdik edilebilir bir modernite mi?
Modernitenin kendisi bir kere ontolojik olarak problem. Onun için bu yaşadığımız hayatı içselleştirme, “meşrulaştırma” arayışının bir sonucu. Bu hayatı biz nasıl Müslümanlığımızla barıştırabiliriz? Ya da Müslüman kalarak bu hayatı nasıl içselleştirebiliriz?
Bizim temel Müslüman kimliğimizle ilgili olarak, âyet-i kerîme mümini tarif ederken – belki biraz fazla teorik olacak ama Âl-i İmrân, suresinde diyor ki; Burada iki tane özellik sayıyor. Birisi imanla ilgili; itikadiyâtı çerçeveliyor, diğeri ise hayata dönük; emr-i bi’l-marûf nehy-i ani’l-münker… İşte biz bundan vazgeçiyoruz… Yani birincisini kabul ediyoruz, ikincisi bizi zorladığı için reddediyoruz. Hatta
– Allahu a‘lem bu iki hususun âyet-i kerîmede böyle bir sıralamayla zikredilmiş dolmasında da önemli bir mesaj, hikmet vardır diyebiliriz. Önce emr-i bi’l-marûf nehy-i ani’l-münker, ardından Allah’a iman zikredilmiş… Belki ikincisini hayata intikal ettirmek daha kolay. Çünkü toplumsal hayata en azından doğrudan sirayeti yok. Ama birincisi öyle değil; doğrudan hayata / dış dünyaya intikali/etkisi olacak bir şey… Biz bundan vazgeçiyoruz. Mesela artık Müslüman kendisini emr-i bi’l-marûf – nehy-i ani’l-münker yapmakla sorumlu addetmiyor, “çoğulcu toplum”
89
modelini önemsiyor, öne çıkarıyor, vurguluyor. Herkese kendi bulunduğu konumda saygı duyma, kim neye inanırsa inansın ve kim neyi inkâr ederse etsin, herkesin fikrini saygıyla karşılama tavrı allanıp pullanıp ambalajlanıyor ve bize bunun aslında İslâm olduğu söyleniyor. Ama bu bir münker ve senin bunu değiştirmen lazım… Hadi diyelim ki gayr-i Müslim kendi hayatını yaşasın, ona o özgürlüğü İslâm vermiş ama bir adam “ben Müslümanım” diyorsa senin münker olduğu çok açık/net olan hususlarda onun yaptığına saygı duyman değil, onu uyarman gerekiyor. Bu hususta sana bir mükellefiyet terettüp ediyor… Bundan bile vazgeçtik… Bunu bile es geçiyoruz ki bu, arızalı bir İslâm algısıdır.
Soru: Osmanlının son döneminde Üstad Bedîuzzaman’da, Sait Halim Paşa’larda gördüğümüz, “Batının imanını ahlâkını dışarıda bırakın ama teknolojisini alın” şeklinde ifade edilen modernite arayışları var.
Cevap: Bu da bir arıza noktasıdır. Mesela Mustafa Sabri Efendi gibi “geleneğin”– tırnak içinde ve ifadede pratiklik sağlasın diye kullanıyorum— içinden gelen ve onu savunan, onunla özdeşleşmiş bir insanın Sultan Abdülhamid Han yönetiminden “istibdat” diye bahsetmesi bir arızadır. Peki bilmiyor mu, başınızdaki adam size Allah’a isyanı emretmedikçe ona itaat edeceksiniz… Bunu bilmiyor mu? Biliyor… Ehl-i Sünnet’in genel çizgisi de bu… Bunu da biliyor… Ama bu istibdat, müstebit söylemleri nerden geliyor? Batıdan bu tarafa doğru esen uhuvvet, müsâvât, hürriyet vs. rüzgârlardan, meşrutiyet rüzgârından etkileniyor. Bu da bugünün konjonktürü gibi o günün konjonktürüydü ve onları etkiledi… Bedîuzzaman’ı da etkiledi, Mustafa Sabri Efendi’yi de etkiledi, diğerlerini de etkiledi… Yanlış bir duruştu bu. Nitekim bunun yanlışlığını biz bugün buradan bakınca görüyoruz; Sultan Abdülhamid Han gitti de ne halloldu? İşte bugüne geldik. Yanlışlığını biz buradan bugün bakınca görebiliyoruz. Arızalı bir durumdu… Yani o Abduh söylemleri, Mehmed Akif’in tesbitleri vs., bütün bunlar beni oraya götürüyor.
Soru: Teknolojiyle alakalı Arnold Toynbee’nin Dünya, Batı ve İslâm kitabı var… Pınar Yayınları’ndan çıktı. Tercümesini ben yaptım. Orada çok ilginç bir hadise anlatılıyor. Mehmed Ali Paşa Mısır’da Osmanlıya
90
başkaldırdığında yaşanmakta olan zaafiyetin teknolojiyle aşılabileceği, özellikle de donanma olmadan Akdeniz’de ciddi bir güç olunamayacağı kanaatine varıyor ve bir donanma kurmak istiyor. Ama kiminle kuracak donanmayı? Bu işi o zaman Avrupalılar biliyor. Avrupa’da ilan ettiriyor… Mühendis, gemi mühendisleri, donanma uzmanları arattırıyor. Çok ciddi maaşlar vereceğini söylüyor… vaadlerde bulunuyor… Sonunda elli kadar mühendis geliyor Mısır’a… Geldikleri zaman oturup bir sözleşme yapıyorlar. Mühendisler, “tamam istediğiniz donanmayı biz kurabiliriz ama bizim ailelerimiz var onlar da buraya gelmeli” diyorlar. Mehmed Ali Paşa, “tamam gelsinler” diyor. “Ama” diyorlar “çocuklarımız var ve onların eğitimi için okul da açmamız lazım. Okul için de oradan öğretmenler getirtmeliyiz. Çoluk çocuğun hasta olmaları durumunda tedavi görecekler bir hastane kurmak ve Avrupa’dan hastane personeli getirmek gerekiyor. İbadet etmemiz için kilise, dolayısıyla bir de rahip lazım” diyorlar ve oraya koloni şeklinde devasa bir site kuruyorlar. Aradan on yıl geçtikten sonra, bu insanlar halkla iç içe de girince yazarın ifadesiyle o zamana kadar müslüman kadınların yüzünü göremeyen ecnebîler bu kadınların doğumunu yaptırmaya başlıyor. O site içinde oluşan modern batılı hayat tarzı çevreyi de etkileyerek genişliyor. Teknolojiyle modernite ilişkisini anlatan çarpıcı bir örnek bu.
Soru: Ali Şeriatî’nin Medeniyet ve Modernizm kitabında da ilginç bir anekdot var. Şeriatî anlatıyor: “Fransa’da doktora yaparken son sınıfa geldiğimde aldığım bursların baskısı altında eziliyordum. Sonunda çalışmaya karar verdim. Bir sosyolog olarak iş arıyorum… Gazete ilanların bakıyorum… Şehrin farklı yerlerine asılmış iş ilanlarına bakıyorum. Bir yerde sosyolog arayan bir ilan gördüm. Gidip müracaatta bulundum. “Falan gün mülâkat için buyurun gelin” dediler. O gün gelip çattığında gittim ve beni bir salona aldılar. Bir de ne göreyim; ikisene önce doktorada hocam olan emekliye ayrılmış bir prof. sosyolog. Beni karşısına aldı, biraz sohbetten sonra ona “hocam biz sosyoloğuz, bunlar ise fabrikatör… Biz bunlara nasıl bir hizmet verebiliriz ki?” dedim. “Olur mu?” dedi, “asıl bizim, bunlara sunabileceğimiz önemli hizmetler var. Biz yıllardır bunlara
91
hizmet sunuyoruz”. Onun bu sözleri kafamı karıştırdı. Ben tekrar “Hocam bunlara nasıl bir hizmet verebiliriz ki bunlar makine üretiyor, araba üretiyor, biz ise sosyoloğuz, toplumla ilgileniyoruz” dediğimde, “otur sana bir hadise anlatacağım” dedi ve anlatmaya başladı: “Avrupa kendi ihtiyacını karşılamak üzere arabalar üretti. İhtiyaç fazlası araç yığını oluşunca bu arabaları ne yapacaklarını düşünmeye başladılar ve sonunda bu arabaları başka toplumlara satmaya karar verdiler. Ama tabii ki bu o kadar kolay değil. Zira Avrupa’nın geçtiği Sanayi Devrimi vb. aşamaları geçirmemiş toplumlar bunlar. Bizim ihtiyaç olarak gördüğümüz şeyleri onlar ihtiyaç olarak görmemekte. Sonunda birkaç sosyoloğu Afrika’ya gönderdiler. Bu sosyologlar o toplumları inceleyip araştırdılar, yapısını çözdüler ve bir raporla geri döndüler. “Bu toplumlarda kabile reisleri var. Kabile reisleri birbirlerini kıskanır ve birbiriyle rekabet içindedir. Bunların farkı zevkleri var. Mesela kabile reisinin en büyük zevki o toplumun en iyi atına sahip olmaktır. Her sabah atına biner, sekiz km’lik bir alanda çıkar gezer “ben varım” der – o bir üstünlük göstergesidir— sonra geri döner. Bu kabile reisleri değerli taşlara sahip. Bizim buraya araba satmamız zor ama eğer bunların zevkini değiştirebilirsek biz buraya araba satabiliriz” dediler. Bunun üzerine bir proje üretildi ve proje gereği mücevher ve altınlarla süslü özel bir araba yaptılar. Belirli bir kabile reisi seçildi ve bu araba ona hediye edildi. Ardından arabanın üzerinde gideceği bir yol lazım. Ona sekiz km.’lik bir yol yapıldı. Bu arabayı sürecek bir şoföre ihtiyaç var… Kabile reisine Avrupa’dan özel bir şoför tayin edildi. Bu arabanın benzine ihtiyacı olacaktı… Oraya bir benzin istasyonu kuruldu… Oraya iki hanım konuldu… Bu hanımlar Avrupa’daki özel süs ve makyajlarıyla oraya yerleştiler. Şoför her gün o kabile reisini alıyor, sekiz km.’lik alanda şöyle bir gezdiriyor. Bu da kabile reisi için büyük bir zevk ve gösteriş oluyor. Arkasından, bunu gören diğer kabile reisleri de araba istemeye başladılar. Mücevherlerle süslü araba… Bunun için değerli taş vermesi lazım. Onlar değerli taş verdi batılılar araba yaptılar. Arabaların üzerinde gideceği yollar lazım. Onlar değerli taşlar verdiler yollar yapıldı… Değerli taşlar verdiler benzin istasyonları kuruldu… Değerli taşlar
92
verdiler karşılığında güzel, bakımlı hanımlar gördüler… Böylece bütün kabile reisleri araba almaya başladı ve bu kabile reislerini zevkleri değişmeye başladı.”
Yani bu örnekte de görüldüğü üzere modernite insanın hayatına yalnızca bir aygıt olarak girmiyor aynı zamanda dönüştüren bir güç olarak insanın hayatına giriyor. Yani hakikaten modern araçla modernleşme arasında sıkı bir ilişki var.
Cevap: İslâm medeniyeti derken ne dediğimizi çok da iyi bilmiyoruz aslında… Yaşayan bir şeyden mi, yoksa çoktan miadını doydurmuş bir şeyden mi bahsediyoruz? İslâm medeniyeti dediğimiz zaman mesela şu tarz bir şehirleşmeye karşı çıkabiliyor musunuz? Buna bir alternatif üretebiliyor musunuz? İnsan – insan ilişkilerini, insan – eşya ilişkilerini şu iş düzenini, çalışma sistemini, hayatı bu şekilde dizayn etme tarzını, bu derinlikte, yoğunlukta ele alıp işleyebiliyor musunuz? Buna ciddî itirazlar yöneltebiliyor musunuz? İşte o zaman medeniyet söylemi ciddiye alınabilir.
Teknoloji Allah’ın lütfu olabilir mi? Teknoloji, şu haliyle Batılıların insanlığın başına bela ettiği bir şey… Çünkü kökeninde hinlik var ve sonuçları ortada. Bu adamlar teknoloji denen şeyi üretirken insanlığın hayrına olsun diye üretmediler. Batılı her devlet bir şirketler devleti… Batılı devletlerin yöneticileri, parlamenterleri, bakanları, devlet başkanları aynı zamanda birden fazla uluslar arası şirketin ya yöneticisi, ya yönetim kurulu üyesi veya sahibi… Yani bu adamlar sömürgen… İslâm dünyasını/doğuyu sömürerek böyle bir imparatorluk kurmuşlar yeryüzünde ve bizi de modernleştirerek sınıf atlatmak, bir ileri boyutta bizi “daha kaliteli insan” yapmak üzere böyle bir alanın içine sokmuş götürüyorlar.
Soru: Teknoloji ciddî manada hayatımıza nüfuz etmiş… Bilgisayardan tutun kullandığımız diğer âlet edevata kadar… Bunların hiçbirisini biz üretmedik. Ve bunlar hayatımıza sadece kolaylaştırıcı bir vasıta olarak girmiyor; bizi dönüştürücü, modernleştirici birer araç olarak da giriyor. Hayatımıza bu kadar hükmeden teknolojinin hâkim olduğu bir vasatta
93
biz nasıl farklı bir medeniyet projesi üretebiliriz?
Cevap: Doğrusu bu noktada İslâm’ın insanlığa nasıl bir hayat vaadettiğini biz de bilmiyoruz tam olarak. Çünkü gözümüzü böyle bir verili toplumda, verili duruma açmışız. Bunlar bizim tartışmayı akıl bile edemeyeceğimiz, tartışmaya açsanız bile insanların sizi ciddiye almayacağı şeyler. Yani “teknolojiyi reddet” diyorsun, önünde Lap Top açık duruyor… Kimse bunu ciddiye almaz. İkincisi de “Ne yapacaksın? Kağnı arabasına geri mi döneceksin?” diyerek insanlar gülecek sana… Ne zamana kadar?... Ne zamanki Batıdan vicdan sahibi, izan sahibi, basiret sahibi birileri çıkıp diyecek ki: “Bu teknolojik gidişat insanlığı öldürüyor, ekolojik dengeyi altüst ediyor, kanser üretiyor. Her şeyi mahvediyor. Bunu bırakın artık”… Ancak ondan sonra “aaa bak doğru… bu bizim işimize yarar” diyeceğiz.
İşte her şey ortada; dünya iki bin elli, iki bin altmış yılında ekolojik dengenin bozulması bu hızla devam ederse artık geri dönülmez noktaya gelmiş olacak. Bunu artık Batı da söylüyor, Doğu da söylüyor ve hepimiz de biliyoruz. Peki, bu akıl işi mi, bile bile siz insanlığı ve dünyayı bir intihara götürüyorsunuz? Sebebi ne? Teknoloji… Niye kimse ciddi olarak bunu tartışmaya açmıyor ve tartışılmasına razı olmuyor? Çünkü hâlâ o teknolojiyi üretenler bu dünyayı yönetiyor. Bu dünyadaki hâkimiyetlerini buna borçlular. Dolayısıyla “İslâmî direniş” diye bir şeyden söz edebiliyorsak, bir ayağını da bu meselenin oluşturması gerekiyor.
Bunun yanlışlığı kesin… Bu gün, yirmi birinci yüzyılda mevcut hastalık türleri geçmişe oranla çok fazla artmış durumda. Hem hasta insan sayısı fazla… Hem hastalık türü fazla… Geçmişte bilinmeyen pek çok hastalık ortaya çıkmış ve insanlığın başına bela olmuş… Şimdi diyoruz ki “Nasıl vazgeçelim? Tıbbî bir sürü tedavi yöntemi var, bir sürü teknolojik çözüm var…” İyi de modern hayatın kendisi üretiyor zaten bunları.
Daha önce de burada konuşmuştuk… Bizim hastalık ve sağlık anlayışımız da çok sağlıklı değil. İki meşhur örnek geliyor aklıma: Efendimize âmâ bir sahâbî geliyor ve, “Ya Rasûlallah, beni mescide götürüp getirecek kimse yok. Gözlerim de görmüyor. Dua et, Allah bana şifa versin ve
94
gözüm açılsın” diyor. Efendimiz, “İstersen sabret, bu senin hakkında daha hayırlıdır; ama istersen dua edeyim gözlerin açılsın” diyor. Aynı şeyi sahâbeden saralı bir kadın söylüyor: “Olur olmaz ortamlarda düşüyorum, mahrem yerlerim açılıyor, zor durumda kalıyorum. Dua et de Allah bana şifa versin” diyor. Ona da aynı şeyi söylüyor Efendimiz: “Sabredersen hakkında daha hayırlıdır; ama istersen dua edeyim şifa bul” diyor. “O zaman” diyor, “Yâ Rasûlallâh, dua et de düştüğümde mahrem yerlerim açılmasın.” Bunlar sahih rivâyetler. Efendimiz bunları hastalığa razı olmak, hastalıkla birlikte yaşamak konusunda ikna ediyor. Belki denebilir ki “Efendimiz, tedaviyi de önermiş. Bunlar özel durumlar olamaz mı?” Olabilir ama bu rivayetler en azında hastalığa ve sağlığa bakışımızı gözden geçirmeye zorlamalı bizi. Biz şimdi “sağlıklı yaşam”ı da tabulaştırdık. Bu isim altında asla küçümsenemeyecek bir sektörler dizisi faaliyet gösteriyor.
Büyük sûfîler Allah Teâlâ dert vermeyince, hastalık vermeyince bunu hayra yormazlarmış. Böyle bir hayat anlayışı, böyle bir sağlık sıhhat anlayışı varmış. Bizse bu şekilde her tarafından kuşatılmış bir hayat yaşıyoruz ve bunlar bize mutlak doğrular olarak empoze edilmiş. Böyle bir toplumda yetişmişiz…
Yan dairedeki komşumun yatak odasıyla benim yatak odam duvar duvara. Ben burada öksürsem adam duyuyor; adam orada öksürse ben duyuyorum. Bu ne kadar müslümanca bir şey? Birisi diyebilir ki “o zaman git kardeşim şehir dışında villada yaşa.” İyi de bu kaç kişi için mümkün? Bizi bu şehirlerde toplayan ne? On beş milyon, yirmi milyon insan bir şehirde yaşıyor… Bu insânî bir hayat değil!.. Bizi böyle bir hayatı yaşamaya icbar eden nedir? Bunun bir tek cevabı var: Batılı gibi olmaya çalışmak... Başka hiçbir şey değil. Niye? Çünkü burada iş imkânı var, burada fabrika var, burada her türlü sektör var… Böyle olunca, kalabalık şehirlerde, dev metropollerde yaşamayı kabullenmekten, buna razı olmaktan başka çareniz kalmıyor.
Batıda da böyle oluyor; hayat tarzı bu adamların… İnsanlığı sömürerek bir medeniyet kurmuşlar. Ahmed Davudoğlu hocadan oku95
muştum; İngilizler Hindistan’ı işgal ettiğinde oradaki Hintli ustaların parmaklarını kesmişler. Dokuma tezgâhlarında, küçük işletmelerde bir şey üretemesinler ve bizim mamullerimizi almak ve tüketmek zorunda kalsınlar düşüncesiyle. Yine başka bir yerde okumuştum; Hintli zeki çocuklara logaritma cetvelini ezberletiyorlarmış ki mankurt olsunlar. Bunun değişik örnekleri hemen her sömürge ülkesinde uygulanmış. Yani bunun temelinde böyle bir hayat algısı var… “Bu dünyanın efendisi benim, diğerleri benim kölem” yaklaşımı… Bu, bugün de böyle, dün de böyleydi, Firavunlar zamanında da böyleydi. Ama biz buna karşı direnç mekanizmalarımızı kaybettik. Yani kurtuluş savaşları verdik, belki kurtulduk, ama tabir yerindeyse, yağmurdan kaçarken doluya yakalandık. Üstelik doluya maruz kalmayı da normal bir durummuş gibi algılamaya başladık. Hazırlıklı değildik böyle bir dünyayı tartışmaya. Donanımımız yoktu… Çünkü geçmişten farklı bir durumla yüzyüze gelmiştik. Çağın dili olan bugünkü Teknoloji geçmişin, özlemini yeni tutkulara bıraktı. Bugünün dünyası bugünün yaşayanları için çekici … Ürünler hoşumuza da gitti, gidiyor, kullanıyoruz, arabalar, evler, bilgisayarlar vs.
Bence Müslüman ciddi bir alternatif oluşturacaksa bize dayatılmış olan, hem zihniyet anlamında, soyut kavramsal anlamda hem de somut yaşadığımız hayat, alet-edevat anlamında bütün bunları ciddi bir sorgulamadan geçirecek ki, inandırıcı olsun, sahici olsun..
Bir de hayatımıza durmadan bu yaşadığımız şeyi “meşrulaştırmamıza” yardımcı olan kavramlar sokuyorlar. İşte “demokrasi” böyle, “özgürlük” böyle, “insan hakları” böyle, “çoğulculuk” böyle, “hoşgörü” böyle, “tolerans” böyle… ilâ âhirihi… Bunlar bizim de hoşumuza gidiyor ve deniliyor ki: “Buna niye karşı çıkıyoruz ki? Geçmişte bizim toplumumuzda vardı işte. En büyük insan hakları İslâmiyette var… En büyük hoşgörü İslâmiyette var… Üç din bir arada yaşamadı mı?” Yaşadı ama senin hâkimiyetinde yaşadı, bunu niye gözden ırak tutuyorsun? Bugün ise adamlar sana dayatıyor bunu, “Bana benze; üçümüz bir arada olalım” diyor. Hâlbuki sen geçmişte onlara ne diyordun? “Bana benzeme” diyordun; “Sen kendi hayatını yaşa, kendin ol” diyordun. Hz. Ömer
96
öyle diyormuş işte: “Belinize zünnar bağlayacaksınız, Müslüman gibi giyinmeyeceksiniz, çocuklarınıza Kur‘ân öğretmeyeceksiniz; benim garantimde, hâkimiyetimde kendiniz olarak yaşayacaksınız.” O zaman kilise, cami, havra yan yana oluyormuş, doğru. Oysa bugün biz bunu bize dayatan hayat anlayışının bize kaça mal olduğuna bakmıyoruz. “Aynı şey orada da vardı burada da var, öyleyse gelin dinler bahçesi yapalım” diyoruz. Niye? Çünkü biz “birbirimize benzeyelim” diyoruz. “Bizim aslında birbirimizden farkımız yok, hepimiz İbrahim’in torunlarıyız işte. Bu dinlerin hepsi İbrahim’in mirasıdır” falan diyoruz. Böyle bir hayatî hata yapıyoruz. Belki sonuç itibariyle aynı, ama hareket noktası ve mahiyeti çok farklı. Dolayısıyla bu tür kavramlar da bizi farkında olmadan dönüştürüyor.
Soru: İsmet özel’in güzel bir sözü var, diyor ki: “modernite benden aldıklarını bana versin, ben ondan aldıklarımı ona vermeye razıyım”. Ama hakikaten bunu vermeye hazır mıyız? Yapabilir miyiz bunu?
Cevap: İsmet Özel, olması gerekeni söylemiş. Sen bu sözü aktarırken beynimden jet hızıyla şu geçti: Bu ancak İsmet Özel’in şuur durumunda söylenebilecek bir söz ve her müslümanın da bu şuur durumuna gelmesi lazım. Bu çok önemli bir şey. Biz vazgeçemiyoruz ki… Vazgeçemediğimiz için, gönülden, kalpten, ruhtan, göbekten bağlandığımız için de yaşadığımız durumu İslâm’a tasdik ettirmenin çabası içindeyiz. Modern Müslümanın bütün serencamı bu; yaşadığı fiilî durumu, verili durumu İslâm’a tasdik ettirmeye çalışıyor.
Bir cemaate mensup arkadaşlar gelmişti geçen gün. Diyor ki biri, “Bazı vicdanlı liberaller özgürlükleri savunuyor. Özgürlük savunusu bağlamında Müslümanların da özgürlüğünü savunuyorlar. Ama biz onların özgürlüğünü savunamıyoruz. Mesela eşcinsel taleplerin özgürlüğünü savunamıyoruz. Biz burada sanki biraz oportünist mi davranıyoruz? İkiyüzlü mü davranıyoruz? “Benim özgürlüğümü sen savun ama ben seninkini savunmam” mı demiş oluyoruz? Bu ne kadar ahlâkî? Ne yapmak lazım?”
Şimdi hep aynı şey üzerinden gidiyoruz. Özgürlük diye bizim bir
97
idolümüz var… İşte ABD’deki Özgürlük Heykeli… Aslında o, tek tek hepimizin kalbinde, beyninde, ruhunda, hücrelerinde mevcut. Bu kavrama öyle bir kutsiyet atfetmişiz ki, artık hayatımızı, İslâmiyetimizi, insaniyetimizi, geçmişimizi, geleceğimizi, hep bu kavram etrafında düşünmeye, değerlendirmeye başlıyoruz. Peki, bunun farkında mıyız? Değiliz. Bu, ne kadar müslümanca bir algıdır? Ne kadar müslümanca bir düşünce biçimidir? Burada bir tutarsızlık yok mu? Var. İnsanın özgürlüğünü savunuyorsun. “İslâmî özgürlükler, dinî özgürlükler” diyorsun ve özgürlük söylemi üzerinden kendine alan açmaya çalışıyorsun. Öbür taraftan adamın biri homoseksüel dernek kurunca ona karşı çıkıyorsun. Niye? Özgürlükse onun ki de özgürlük… Bu yanlış bir şey, hayâtî bir hata bu. Ama bunu yapıyoruz. Niye? İşimizi kolaylaştırıyor. Bize pratik söylemler sağlıyor. Belki bir takım yerleri rahatsız etmeden kâr hanemize bir şeyler alabilir miyiz? vb. bir pratiklik sağlıyor bize ve bunu kullanıyoruz; ama bize neye mal olduğunu çok da hesap etmiyoruz.
Soru: Hep söylüyoruz: “Helaller bellidir, haramlar bellidir. Yani İslâm’ın kırmızı çizgileriyle yeşil çizgileri bellidir” diyoruz ama böyle bir sürece girildiğinde bu çizgilerin hepsi flulaşıyor ve silikleşiyor hatta bazen bütünüyle gözden kayboluyor.
Şimdi Batının bilgi ve varlık nazariyesi tamamen farklı. Modernite ne üretiyorsa bu farklı bilgi ve ontolojik nazariyeden yola çıkarak üretiyor. Ve biz biliyoruz ki Batı bu boyutuyla İslâm’dan tamamen ayrılıyor. Belki bazı parçalar İslâm’la uyuşabiliyor ama olaya bütüncül yaklaştığımızda ciddi manada bir kan uyuşmazlığının olduğunu görüyoruz. Batının ürettiği bilgi de çok cüzî oranda nesneldir. Büyük oranda sübjektiftir.. İslâm’ın bilgi nazariyesinin modernitenin bilgi nazariyesinden nasıl farklı olduğunu görmeliyiz. Düşünün ki: “Farzedin ki Müslümanlar hala ilimde öncülüğü yürütüyor. Yani Müslüman ahlâkı, Müslüman inancı bilimsel gelişmelere yön veriyor. Farzedin ki sadece Müslümanlar atom bombası yapabilecek güce ve bilgiye sahip. Diğer hiçbir güçte, hiçbir ülkede ve hiçbir medeniyette böyle bir silah yok, bunu üretecek bilgi yok. Bu güç ve bilgi sadece Müslümanlarda var. Sizce İslâm, İslâm’ın bilgi
98
nazariyesi böyle bir silahı üretmeye izin verir mi?” Cevap, malum; “Kesinlikle vermez” Yani bilgiye sahipsiniz ve üretebilirsiniz ama İslâm buna izin vermez.
Soru: Mesela İslâm tarihinin önceki dönemlerinde birçok İslâm âlimi, mucidi ve kâşifi var. Bu insanlar o zaman atomu keşfetmiş olsalardı, sahip oldukları tasavvur, insanları kitleler halinde yok eden, doğada tamir edilmez tahribat yapan, canlıları öldüren bir silah yapmayı akıllarına getirir miydi? Yani bu keşifleriyle böylesine şeni sonuçları olan bir silahı yapmayı düşünür müydüler?
Soru: Müslümanların kimya biliminde inanılmaz atılımlar yapması, sonra birden bire bu alanı terk etmeleri çok manidardır. Çünkü bir anlamda kimyadaki o yıkıcılığı keşfetmişlerdir.
Cevap: Burada göz ardı etmememiz gereken bir husus var. Batının bu bilimsel bilgi ve teknoloji seviyesine ulaşmasını mümkün kılan, onu intac eden nedir? Bence burada iki tane önemli olgu var. Birincisi senin de dediğin gibi Batının bilgiye bakışı/ontolojik bakış, ikincisi de bu teknolojik sıçramayı mümkün kılan maddi imkân. Belki temel soru şu: Yani hayatımızı kolaylaştırdığı için, artık vazgeçemediğimiz için bu teknolojiyi reddetmeyelim, kabul edelim ama bu hâlâ şu sorunun cevabını teşkil etmiyor. Müslümanın eğer teknoloji üretmesi mümkünse alternatif bir kalkınma modeli olabilir mi? Diyelim ki Müslüman kalkınmacıdır ve kalkınmacı sistemi/dünya görüşünü kabul etmiştir. Müslümanın alternatif bir kalkınma biçimi olabilir mi? Var mıdır? Bunu üretebilecek bilgi temellerimiz, varlık algımız konusunda neler söyleyebiliriz? Bu, çok önemli bir husus ve fikir yürütmediğimiz, kafa yormadığımız bir mesele. Batılı insanın geldiği bu noktaya yeni bir hayat, yeni bir varlık telakkisi oluşturarak geldiğini gözden uzak tutmamak lazım bir; ikincisi de o dediğimiz ucuz iş gücü, ucuz hammadde, sıfır maliyet… Yani insanıyla hammaddesiyle yeraltı yerüstü kaynaklarıyla sömürdüğü bir dünya var. Bir Müslüman “ben kalkınacağım” dese ve bu iki unsuru göz ardı etse, bu iki unsuru baştan reddetse kalkınabilir mi? Yani sömürmeden kalkınabilir mi? Seküler bir dünya tasavvuru geliştirmeden, öyle bir kalkınmayı İslâmî anlayışın ne99
resine koyarız? Bu önemli bir husus ve bugün bu husus bir soru olarak bile gündeme gelmemiş ki cevabı olsun.
Hayati niçin kolaylaştıracağız? Bu sorunun cevabını Müslüman kendi kendine soracak ve ciddi biçimde cevabını verecek. Niye hayatı kolaylaştırmalıyız? Çünkü hayatı kolaylaştırdığımız zaman, hayatı artık eşya üzerinden, nesneler üzerinden anlamlandırmaya başlıyoruz. Biri süre sonra nesnelerle aramızda bir “bağımlılık” ilişkisi oluşuyor. Bizim hayatla ilişkimizi tesis eden şeyler, teşkil eden şeyler nesneler değil aslında. Bu bir nesneler dünyası ve biz nesneleri önceleyerek, önplana alarak, belki kutsayarak, böyle bir hayatı yaşıyoruz. Bunun başka türlüsü mümkün değil. Ama insanı götürdüğü nihai nokta da “sekülerleşme”den başkası değil. Şimdi belki vurucu bulduğum için çok sık tekrar ettiğim bir rivayet var. Efendimiz (s.a.v), Hz. Sevban’a hitaben buyuruyor ki: “Yiyicilerin, bir yemek çanağının başına birbirlerini çağırdıkları gibi, milletler de sizin üstünüze birbirini çağırdığı zaman haliniz nice olur?” “Niye Yâ Rasûlallah? Bizim o zaman sayımız az mı olacak?” diye soruluyor. Efendimiz: “Yok ama kalbinizde vehen olacak” buyuruyor. O nedir? “Ölümü sevmemeniz, ölümden ikrah etmeniz ve dünyayı sevmeniz; dünyaya bağlanmanız.”
Bu İslâm’ın dünyaya bakışının ayrılmaz bir parçasıdır. Bizim dünyayla ilişkimiz ahirete yatırım yapmamızı mümkün kılacak ölçüyle sınırlı olmuş. Yani İslâm âlimi geçmişte bilimsel bilgi diyebileceğimiz alanla uğraşmamış mı? Uğraşmış. Hastalığı tedavi etmiş, dokunmuş, akupunktur yapmış, teşhis-tedavi yöntemleri geliştirmiş; ama hayatı asla böylesine mutlaklaştıracak şeyler yapmamış.
Mesela ben hep şunu düşünüyorum. Biz geçmişte matbaanın – ki matbaa önemli bir göstergedir— İslam dünyasına üçyüz sene dörtyüz sene geç girmesini hep belli bir ideolojik okumayla izah ettik. Yani Müslümanlar uyudu, bunun önemini fark edemedi yahut tutucu ulema vardı, buna “gâvur icadıdır” dediler… İyi de burada bir dünya tasavvuru yok mu? İnsan-eşya ilişkisi konusunda önemli ipuçları elde edeceğimiz bir duruş yok mu? Hangi dönemden bahsediyoruz? Osmanlının en
100
muhteşem dönemlerini yaşadığı bir zaman diliminden. Yani hiç mi bu matbaanın hayatiyetini fark eden biri çıkmadı? Niye bunu bu şekilde kategorize ettiler, lanetlediler, reddettiler ve bünyeye bunu dâhil etmediler? Bunun önemli bir ontolojik sebebi olmalı. Neden direnmişler? Nihayetinde bir matbaadır; alırsın kullanırsın, sen de bundan istifade edersin. Yani bugün bize öyle izah edilemeyecek bir şey gibi, primitif bir bakış gibi geliyor bize. Yahu ne varmış bunda; alsalarmış üçyüz sene önce bizim de kitaplarımız basılırmış. Anlayamıyoruz. Niye reddetmişler? Niye direnmişler? Ya da şimdi kitaplar basılıyorda alıp okuyan kim?
Çünkü burada bizim varlık anlayışımızı, dünya tasavvurumuzu ve eşya ile ilişki biçimimizi yansıtan bir tavır var. Bunun bir yansıması olarak “sahafın, kitapçının gayr-i müslime, kâfire, müşrike Kur’ân vermesi/satması haramdır. Hatta fıkıh kitabı satması haramdır” Bu nasıl bir şey? Bu nasıl bir bakış?! Hakikaten ben bunu bugün şu bulunduğum noktada izah edemiyorum. Bir Müslümanı böyle bir bilinç durumuna, şuur durumuna ulaştıran /götüren algı durumu nasıl bir şeydir?! Buradan bakınca şöyle demek çok mümkünmüş gibi görünüyor: “Mesela bir gayr-i müslime tebliğ yapacaksın. Al ver ona okusun… Hayır, müşrike Kur’ân veremezsiniz, haramdır!... Enteresan bir şey bu… Üzerinde ne kadar durulsa sezadır…
İsmet Özel’in bir tespitini sık sık zikrediyorum: “Bir sistemi değiştirmek için o sistemi tanımak lazım, tanımak için içinde yaşamak lazım… İçinde yaşadığınız bir sistemin de parçası olmak durumundasınız. Ama bu noktadan itibaren artık onu değiştirmeniz söz konusu olmaz. Çünkü artık siz de onun bir parçasısınız. Böyle bir dilemma yaşıyoruz. Böyle bir ikilem, böyle bir çıkmaz yaşıyoruz. Bu verili hayat bize öyle bir dayatmış ki kendini, hayatımızın her alanında, her hücresinde, her safhasında işgal ettiği bir yer var. Ve biz şu anda bundan kendimizi soyutlamanın gene soyut fikir jimnastiğini yapıyoruz; Bu mümkün müdür?
Ama bunu bizim tartışarak kabul etmediğimiz de bir gerçek. Biz hakikaten, tartışarak, düşünerek, sorgulayarak, muhakeme ederek mi kabul ettik bu hayatı? Buna razı olarak mı kabul ettik, yoksa bu bize dayatıldı ve
101
çaresizlikten kabul etmek zorunda mı kaldık. Bir de kolaylaştırıcı ve insanı cezbeden bir tarafı da var. Ona kapılarak “Tamam” dedik… “Bunun neresi gayr-i İslamî?”
Şimdi siz bana uzayı kirletmeyen ve ekolojik dengeyi bozmayan bir teknoloji modelinin imkânını gösterin, ben bütün bu söylediklerimi geri alacağım.
Şundan bahsediyorum… İbn Hacer “Humma hastalığından ölen şehittir” hadis-i şerifinin tariklerini toplamış ve “bu hadis mütevâtirdir” diyor. Şimdi biz bunun üzerine şöyle diyebilir miyiz? “O dönemde humma hastalığının çaresi yoktu. Tedavi edilemiyordu. Efendimiz de bunu insanların bilincine, şuuruna kabul ettirmek için, “Direnmeyin. Bundan ölürseniz şehit olursunuz” demek istemiştir. Biz Müslümanlar olarak humma hastalığına bir kutsiyet atfettik. “Bundan ölen şehittir” dedik…
Böyle bir şey söyleyebilir miyiz?
Peki siz tedavi yöntemlerini ne kadar geliştirirseniz geliştirin bir adam hummadan öldüğü zaman o hâlâ şehit midir? Şehittir diyorsanız modernite açısından sizin hastalık tanımınızda bir sakatlık var. Bir hastalıktan ölen bir adam şehit oluyorsa o hastalıkta bir fazilet var demektir. Bir tarafta hastalığa bir tür fazilet atfeden bir anlayış var, öbür tarafta hastalığın kökünü kazımaya azmetmiş bir tıp anlayışı var.
Temel sıkıntımız şu… Bu meseleleri bu seviyede, bu ciddiyette konuşmaya çok ihtiyacımız var. Ama sıkıntımız, farklı bir dünya tasavvuru ve ifadesi konusundaki sınırlanmışlığımız, çerçevelenmişliğimiz… Yani bizim önümüze neyi ne kadar algılayacağımız konusunda da birileri bir şey koyuyor; Bize diyor ki: Şunu şu kadar düşünün, bunu bu kadar düşünmeyin... Ben şu konuştuğumuz çerçevede zihnimizin tamamen olması gereken evsafta olduğunu da düşünmüyorum.
Efendimiz Aleyhi’s-Salâtü ve’s-Selâm, kral peygamber mi kul peygamber mi olma konusunda muhayyer bırakıldığını ve kendisinin kul peygamber olmayı seçtiğini söylüyor. Genel olarak İslâm nasslarında, Kur’ân’da, Sünnet’te dünya hayatına biçilen değer ile âhirete yapılan vurgu karşılaştırıldığında biz hâl-i hazır durumun dünyaya fazlasıyla vurgu
102
yapmanın, fazlasıyla ehemmiyet atfetmenin, fazlasıyla dünyasallaşmanın sonucu olduğunu söylemek zorundayız. Yani bu dünya hayatına hak ettiğinden fazla önem verirseniz bunlar mümkündür. Bunlara İslami bir kılıf da geçirebilirsiniz. Bu da mümkündür.
Şu toplumda, “Şu anda, şu saatte, şu saniyede şehid olmaya hazır kaç kişi var?” diye bir referandum yapsanız çok sukut-i hayale uğratan sonuçlar alırsınız. Çünkü biz dünyaya öyle bir bağlanmışız ki şehid olmak bizim için çok uzak. Hatta şehid olmayı bırakın normal ölümü bile çoğu zaman kendimize yaklaştırmıyoruz. Ölümle bizim aramızda hiçbir irtibat yok. Hemen şu anda ölebiliriz… Bir saniye sonra ölebiliriz, ama buna hazırlıklı bir şuur yapımız yok..
Ama şunu da gözden uzak tutmayalım. Eğer sahâbenin, sonraki nesillerin cihada verilmesi gereken ehemmiyeti vermeleri olmasaydı biz bugün hayatta olmayacaktık. Yani hayatla ve ölümle ilişkimiz sağlıklı, olması gereken İslâmî zeminde midir ben dundan hâlâ kuşkuluyum. Bunu söylerken bütünüyle bizi kuşatan, bize değer yargıları ve hayat tarzı telkin eden, dayatan bir “matrix sistemi”nden bahsediyoruz.
Soru: Bu diğer dinlerle de alakalı bir problem. Yani modernitenin diğer din müntesiplerini de karşı karşıya bıraktığı bir sorun. Geçenlerde Birleşmiş Milletler ekolojik dengenin altüst oluşunu konu edinen bir rapor yayınladıktan sonra – sizin de demin ifade ettiğiniz üzere— eğer süreç böyle devam ederse, küresel ısınma bu şekilde sürerse altmış sene sonra büyük felaketlerin yaşanacağını belirtiyor. Ben de buradan yola çıkarak, gazetedeki köşemde bu felaketleri gündeme alan bir yazı yazmıştım. Modernitenin bu problemi çözemeyeceği kanaatinde olduğumu belirtmiştim. Çünkü modernitenin bu problemi çözebilmesi için paradigmasını değiştirmesi şarttır.
Cevap: Bu da kendi kendisini inkâr etmesi ya da imha etmesi demektir.
Soru: Evet… Yani modernitenin doğaya bakış açısı nedir? Bu paradigma değişmeden küresel ısınmanın önüne geçmek mümkün müdür? Mesele sadece bir teknolojik aracı kullanıp kullanmamaktan ö103
te, topyekûn insanlığı uzun vadede ciddi felaketlere sürükleyen, geri dönülmesi mümkün olmayan sorunlarla karşı karşıyayız. Bu raporda deniliyor ki: “Isınma bu şekilde devam ederse otuz sene sonra yeryüzünde Bangladeş diye bir ülke kalmayacak.” Burası bu felaketlerden etkilenen ülkelerden sadece birisidir ve yüz elli milyon nüfusu olan bir ülkedir. Amerika’nın kullandığı sera gazlarından vazgeçmesinin ekonomik bedeli nedir? Çin’in veya Rusya’nın bu gazları kullanmaktan vazgeçmesinin ekonomik bedeli nedir? Çok büyük rakamlar değil ve bundan vazgeçebilecekken bu gazları kullanmaya ısrarla devam ediyorlar. Bunun karşısına alternatif bir bilim anlayışı getirmeye çalışılıyor. Deniliyor ki “burada önyargılı bir bilimsel çalışma vardır. Aslında bizim bilim adamlarımıza göre dünya kesinlikle böyle bir doğal felaketle karşı karşıya kalmayacaktır… şöyle olacaktır, böyle olacaktır”…. Yani aslında burada bildiği ve putlaştırdığı bilime, onun verilerine aykırı hareket ediyor. Onu aykırı hareket etmeye sevkeden nedir?
Cevap: Bu teknolojik medeniyete hayat veren şey neyse o.
Soru: Evet… Yani bu paradigma değişmeden sorun çözülemiyorsa ve bu sorun – ben onbir bin km. ötede yaşıyorum— Malezya’da ilk kez şehirler su altında kaldı… Büyük kentler… İnsanlar şaşırıp kalıyorlar. “Bu, Malezya tarihinde görülmemiş bir şey” diyorlar. Sadece bir bölgeyi etkilemiyor; dünyanın her tarafı etkileniyor… Etkilenmeyen bir bölge yok. Bu denli gözle görülür bir felaket var, sebep biliniyor, çözüm biliniyor ama önlem alınamıyor.
Cevap: Mesela aslında şu… Batıda az önce değindiğimiz sebepten kaynaklanan teknoloji tabanlı, teknoloji kaynaklı üretim-tüketim ilişkileri ve hayat tarzı, Batı toplumlarını doyurdu; başkalarını aç bırakma pahasına doyurdu. Fakat bu üretim-tüketim ilişkisini ve hayat tarzını bir kere benimsediğiniz zaman bunu bir yerde durdurmanız mümkün değil. Şu andaki küresel hegemonya kavgası da bunun bir sonucu… Bunu bir yerde durduramıyorsunuz; devamlı büyümek zorundasınız… Devamlı ilerlemek, devamlı daha fazla mesafe katetmek zorundasınız; Batı toplumunu doyurduysan doğu toplumuna satacaksın… Satacaksın bir sene
104
sonra yeni model üretip onu satacaksın. Beş sene sonra eskidi, getir onu yeni modelini satalım…
Soru: Dünyayı fethettin şimdi uzaya sahip olacaksın.
Cevap: Bir Müslümanın hayatı bu şekilde algılaması, insanları bu şekilde bir tüketim cenderesine sokması, buradan bir kâr devşirmesi, hayatını, refahını, konforunu bunun üstüne bina etmesi… Doğrusu ben böyle bir şey tasavvur edemiyorum. Yani sömürmeye, daha çok kazanmaya kilitlenmiş bir medeniyet bu; daha çok sömürecek, daha çok kazanacak, daha çok üretecek… Bu çark hep böyle biteviye devam edecek.
Soru: İlginçtir… yeni Papa aynı argümanlarla moderniteye karşı çıkıyor. “Bu, insanlığın sonunu getirir” diyor. Fransa’ya gidiyor ve Fransızlara, “siz aşırı sekülersiniz. Bir an önce bu seküler durumunuzu gözden geçirmelisiniz. Bu bütün insanlık için bir felakettir” diyor… Üst perdeden bu itirazını gündeme getiriyor. Yani bu, sadece Müslümanların problemi olmaktan çıkmış bir mesele.
Cevap: Tabii ki… Yani Müslümanlar olarak bizim – madem insanlığın tek alternatifi olduğumuzu söylüyoruz— bu meseleyi ciddi bir seviyede ele almamız, teorik altyapısını oluşturmamız ve dünyaya anlatmamız lazım; İslam’ın tesbit ve teşhisleri olarak ve tabii çözüm yollarını da göstererek…
Soru: Oysa bu gün tam tersi oluyor; “dünyaya entegre olalım, bu değerler sistemi içinde kendimize bir meşruiyet zemini bulalım” diyoruz. Alternatif bir yol üzerine kafa yormuyoruz. Yani özellikle insanın dünyayla ilişkisini, ağaç gölgesinde gölgelenen yolcuya benzeten o nebevî ifadeyi göz önüne aldığımızda insan bu yaklaşımları bir yere oturtmakta daha da zorlanıyor.
Cevap: Evet kesinlikle öyle. Bilginin İslâmîleştirilmesi
Soru: Sosyal bilimlerin İslamîleştirilmesi meselesine bir geçiş yapabiliriz buradan.Yani adamlar zemini oluşturmuşlar. Bilgiye ulaşma yöntemini belirlemişler. Ve bu yöntemin içinde göklerle temas yok… vahye yer yok… metafizik yok...”öte” diye bir şey yok… Yani “bu bilgi105
nin kaynakları şudur” diye doğrular dayatıyorlar.
Cevap: Pozitif bilimlerde bir devamlılık, bir öncekinin bıraktığı yerden alıp biraz daha ileriye götürme söz konusudur. Ama aynı şeyi Sosyal bilimler için bu kadar net söyleyemeyeceğimizi düşünüyorum. Zira teorisiyle, kuramlarıyla ve pratiğiyle Sosyal bilimlerin anavatanı Batı’dır. Hatta Modern Batı’dır. Sosyal bilimlerin İslamîleştirilmesi bahsine teorik bir zemin ittihazı amacıyla İslam âlimlerinin geçmişte ortaya koyduğu birtakım ürünlerin, yaklaşımların gündeme getirilmesinin tartışılması gerektiği kanaatindeyim. Söz gelimi İbn Haldun’un Sosyoloji’nin kurucusu olduğu söylenir sıklıkla. Mukaddime’yi okuduğunuzda bugün Sosyoloji dediğimiz disiplinin ilgi sahasına giren şeyler söylediğini görüyorsunuz. Bu doğru. Ama İbn Haldun’un ortaya koyduğu Beşerî Umran İlmi’ni, İlm-i Umran’ı “Sosyoloji”ye indirgemenin haksızlık olduğunu söylemek zorundayız. Umran’ın sosyoloji olduğu nerden belli… Kim demiş bunun Sosyoloji olduğunu?… Sosyoloji ile İlm-i Umran’ın yolu, her ikisinin de toplumu konu edinmesi noktasında kesişiyor. Bu doğru. Ama İbn Haldun orada farklı şeyler de söylüyor ki bunların bir “toplum metafiziği” olarak değerlendirilmesi yanlış olmasa gerektir. Din’i kategorize ederek toplumsal hayatın bir kesitine sıkıştırıveren Sosyoloji ile toplumsal hayatı metafizik bir zeminde okuma üzerine kurulmuş olan İlm-i Umran’ı eşitlemek öncelikle İbn Haldun’a haksızlık olur.
Belki buradan başlamak gerekir. Bilginin İslamîleştirilmesi meselesindeki en temel açmazlardan biri, her şeyiyle farklı bir dünyada, her şeyiyle farklı kabuller, teoriler, izah tarzları üzerine kurulmuş bulunan ilmî disiplinleri İslam dünyasına nasıl taşıyabilirsiniz?
Soru: Bilginin, daha doğrusu, sosyolojinin islâmîleşmesi…
Cevap: Zaten bilgi derken sosyal bilimlerin İslâmîleştirilmesinden bahsediyorlar; pozitif bilimlerin değil.
Soru: Ancak belirli ölçülerde matematik vd. bilimlerin kullanım alanlarıyla ilgili bir İslamîleştirmeden de söz ediliyor. Bilginin üretilirken de bir takım ahlâkî prensipler çerçevesinde üretilmesi gerektiğini söyleyenler var.
106
Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda Allah Azze ve Celle’nin insanoğlunun ve toplumların hayatındaki bir takım kurallara değindiğini görüyoruz. “Şöyle yaptıkları için böyle oldu” vb. ifadeler var. Yani insanların toplumsal hayatında bir takım kurallar var. Birtakım olaylar, o kurallar çerçevesinde gerçekleşiyor. Tarih felsefesi dediğimiz şey de biraz buna ağırlık veriyor. Yani Kur’ân ve hadis perspektifinden bakarak bu kuralları keşfetmek… Bir de batılıların deney ve gözlemlerle tesbit ettiklerinden yararlanarak belki batılıların vardığı sonuçlardan farklı olabilir ama bunu da biz kendi içerisinde başlı başına bir disiplin olarak ortaya koyalım. Amaç bu zaten… Böyle bir savdan hareketle sosyolojinin islâmîleştirilmesinden sözediliyor.
Mazharuddin Sıddîkî’nin yazdığı bir kitap var: “Quranic Concept of History”. Sıddîkî’nin temel dayanağı İmâm er-Râzî’nin tefsiridir. Orada insanların ve toplumların hayatındaki sünnetullâhı keşfe koyuluyor. Yani sosyolojik anlamda sünnetullahın keşfi… Şimdi bizim buna sosyoloji ilmi dememiz çok bir şeyi değiştirmeyebilir.
Cevap: Ama sosyoloji deyince yöntemiyle kuramıyla bir ilim dalını, onun ilgi sahasını ve iddialarını kastediyorsunuz.
Soru: Zaten o kurama itiraz olduğu için islâmîleştirilmesinden sözediliyor.
Cevap: Bunun adına mesela “Sünnetullah ilmi” diyebilirsin… Sosyolojiyle kesiştiği alanlar olabilir buna bir şey demiyorum. İtirazım buraya değil. İbn Haldun da bunu yapmış zaten.
Soru: Zaten bu kuram problemi yaşanmasaydı biz bugün bilginin İslâmîleştirilmesini tartışmayacaktık.
Cevap: Ona bir itirazım yok; Sünnetullah diye bir ilim dalı ihdas edersin mesela… Âlemde Sünnetullahın işleyişi, insanlık âleminde, hayvanlar âleminde, cinler âleminde, kozmik evrende… Sünnetullahın bunların her birinde bir işleyiş biçimi vardır… Bunları tesbit edersin.
Soru: İşte İbn Haldun buna “ilmu’l-umrân” demiş yani ona bir tesmiyede bulunmuş.
Cevap: O tam aynı şey değil; o umranın içerisinde biraz medeniyet
107
var, biraz kültür var…
Soru: Ama buna bir kavram getirmiş… Yani bir tür inşa hareketi İbn Haldun’un yaptığı…
Cevap: Evet inşa yapmış. Bunu daha önce konuşmuştuk. Umrân, imar etmekten geliyor.
Soru: Cemil Meriç Ümrandan Uygarlığa’da bunu çok detaylı tahlil etmiş.
Son günlerde Mustafa Özel’in bu noktada ilginç çıkışları var. Medeniyet kavramı kim tarafından ihdas edildi? Niye ihdas edildi? Hedef neydi? Neden İslâm’da böyle bir kavram yok? Bu gün Arapçada medeniyete hadâra deniliyor. Hakikaten bu hadâra medeniyet demek midir? İbn Haldun hadârayı kullanmış. Hangi ihtiyaca binaen bu kavram üretilmiştir?
Cevap: İsmet Özel zamanında söylemiş… Medeniyet dediğiniz şey ne kadar sahici bir şeydir? Neden bahsediyoruz? Medeniyet dediğimizde kastettiğimiz şey nedir? Sahâbe medenî bir topluluk muydu? Sahâbenin medeniyet adına ortaya koyduğu ne var? Tamam, biz adına İslâm medeniyeti diyoruz ama bu tam olarak neye tekabül ediyor? Biraz kolaycı bir tutum içindeyiz gibi geliyor. Bunlar düşünce kodları… Bazı şeyler söylendiğinde hemen karşılığını bulan kodlar bunlar.
İbn Haldun’a bakarsanız, aslolan toplumun bedavetidir. Birtakım erdemlerin bedevî insan topluluklarında bulunduğunu, toplum medenileştikçe bunları kaybettiğini söylüyor. Bu bağlamda bedevîlerin “hayr”a hadarîlerden, yani medenilerden daha yakın olduğunu söylüyor. Birtakım hastalıkların bedevi toplumlarda değil, hadari toplumlarda ortaya çıktığını, bunun da rahatlıktan, hareketsizlikten, refahtan, çok ve çeşitli yemek yemekten kaynaklandığını söylüyor. Medenileşme sebebiyle toplumların zaafa uğradığını, devletlerin yıkıldığını temel bir tesbit olarak ileri sürüyor. Çünkü diyor hadariliği oluşturan unsurlar, konfordan kaynaklanır. Konfor, servet ve nimetin uzantısı, servet ve nimet de mülkün (hakimiyetin, yönetimin, devletin) sonucudur…
Bütün bunlar modern insanın kafa konforunu rahatsız eden, ezber
108
bozan tesbitler… Ciddi bir İbn Haldun okumasından, ciddi bir “modern medeniyet eleştirisi” çıkmalıydı diye düşünmeden edemiyorsunuz. Ne çare ki, bugüne kadar –en azından benim bildiğim kadarıyla– bu meyanda bir İbn Haldun okuması/incelemesi yapılmış değil.
EKOLOJİ ve ORGANİK YAPI
Çevre sorunları, küresel ısınma, enerji sorununun çözümü, barınma ihtiyacı, kentsel doluluk sonucu yeşil alan gereksiniminin artması gibi etkenler ile gıda, bilinçli beslenme konusunda farkındalığın artması, ilaç sektörü ile bitkiler arasındaki ilişki, artan enerji sorunun çözümü sürdürülebilir ekolojik evrimle mümkündür. Bu evrim bir yemek reçetesi olmaktan çıkıp yaşama geçirilmelidir. Yeşil okul bahçeleri olmadan yeşil bir yerküreden bahsedilemez.
Okullar ve okul bahçeleri kentselde ve kırsalda bu devinimin ilk temel basamağını, ilk ayağını oluşturmaktadır. Oysa okul dediğimizde çiçektense asfalt, beton, otoparka dönüşmüş soğuk ve monoton yerler aklımıza gelir. Bu çelişki çocukların dinlenme, oyun, öğrenme faaliyetleri için gerekli ruhsal gelişimlerini, motor aktivitelerini geliştirecekleri, tasarım ve hayal güçlerini sağlayan mekanlardan çok fiziksel hareketi sınırlayan, çocuk haklarının gerektirdiği mimari ölçülerden yoksun olduğu gibi astım , obezite ve nörolojik rahatsızlıklara sıkça rastlanabileceği doğa ve çocuk arasındaki bağın, ilişkinin kurulmadığı, doğanın keşfine olanak tanımayan, gelecekte toplum hizmetine geçişte sağlıklı bir durum olmadığı açıktır.
İçtiği suyun çeşmeden, elmanın alışveriş merkezinden geldiğini düşünen hazırcı bir nesil yetişmekte enerji tüketimi yerine enerjinin verimli kullanılması, toprak , su kirliliği, gelecekte ki savaşların en önemli nedeni olacak su savaşları, sanayi, turizm, konut sorunu ancak ekolojik tabanlı eeğitim sistemiyle çözülebilir.
Milliyetçi, konu merkezli eğitim sistemiyle militarist toplumsal cinsiyetçi, ben merkezci bireyler yetişir. PeyzajDoğa tabanlı eğitim ile
109
toplumsal duyarlılık, şiddet karşıtlığı, ayrımcılık, ekolojik düşünce, yaratıcılık, üretkenlik, dürüstlük, empati, sorumluluk verilebilir ve mesleki işbölümünün temelleri atılabilir.
Potansiyeli yok eden, bireyi pısırıklaştıran, pasifize eden ezberci eğitim sistemi yerine bu model geniş tabana yayıldığında ekonomiye yük getiren bir çok ruhsal ve bedensel hastalığın önüne geçileceği, çocukların gelişiminin daha sağlıklı olacağı yurtdışındaki istatistiklerde ortaya konulmuştur.
Yaşayarak, deneyimleyerek, paylaşarak, özgüven duygusunun geliştirilmesi, doğaya şükran duygusunun küçük yaşlarda kazandırılması mümkündür.
Ekolojik köy, tarım, eko mimari, eko ürünler, atık çözümü, stres kaynağı gürültü kirliliği,yeşil alan oyun sorunu ancak bu şekilde çözülebilir.
Yerkürenin geleceği olan bir çok çevre sorununun çözümünün yetisi-becerisi bu şekilde çocuklarımıza kazandırılacaktır.
“Oyun ve oyuncağın da ekolojisi mi olur” demeyin. Gerçekte ekolojik bakış açısıyla değerlendirilmesi gereken unsurların başında gelir oyun ve oyuncaklar. Sözgelimi çocuğun çevre eğitiminde ve doğayı sevmesinde oyun ve oyuncaklar oldukça iyi bir araç olarak kullanılabilirler. Bunu anlamak için çizgi film kahramanlarına ve pek çok küçük minyatür oyuncağa bakmak yeterli. Küçücük çocuklar için en korkunç denebilecek hayvanlar oyuncaklar ve çizgi filmler aracılığıyla çocuklara kendini sevdirmiyorlar mı? Çocukların korkulu rüyası olabilecek fareler, ayılar, yılanlar, örümcekler bugün çocukların en çok sevdikleri çizgi film kahramanları değil mi? Kedicikler, ayıcıklar, pandalar vb. oyuncak hayvanlar onların geceleri kucaklayıp uyudukları sevimli birer arkadaşı değil mi? O halde doğayı ve doğada var olan değerleri küçük yaşta çocuklarımıza sevdirmenin, onları koruyup yaşatmanın bir yolu da ekolojik oyuncaklar olabilir pekala. Son yıllarda dijital oyuncaklar ve sanal oyunlar çok yaygın. Ã?oğumuz onların çocuklarımızın üstündeki etkisinden habersiz yaşıyoruz. Hatta, çocuğumuzun iyi bir bilgisayar kullanıcısı olduğunu, yahut internete girebildiğini düşünerek onlarla gurur duyuyor ve mutlu
110
da oluyoruz. Ne var ki çocuğumuz gerçekte böyle bir oyun ve oyuncağa adeta bağımlı hale gelirken, eğitim itibariyle pek fazla bir şey kazanmıyor. Üstelik, başka oyunlarla elde ettiği mutluluğa bilgisayar oyunlarıyla erişemiyor. Son zamanlarda çocukların oyun ve internet kullanımına ait sık sık uyarı haberlerine rastlanıyor basında. Fakat, onların bu konuda uyarısını da pek dikkate almıyoruz. Ama bir düşünün; siz bir bilgisayar oyunundan kalkan çocuğun etrafına gülücükler dağıttığını, başkalarına olan ilgi ve sevgisinin arttığını gördünüz mü? Sosyalleşmesinde, paylaşma duygusunda, insanı ve doğayı sevmesinde olumlu etkiler gözlemlediniz mi?... Hemen belirteyim ki ben tanık olmadım. Tam aksine, oyunun çocuğa yüklediği gerilime ek olarak, saatlerce bilgisayar kullanmanın verdiği zihinsel yorgunluğa şahit oldum. O halde, evlerimizde çocuklarımızın odasına aldığımız internet ve bilgisayar oyunlarının durumunu ciddi anlamda gözden geçirmemiz gerekmiyor mu?
Ekoloji eğitimindeki rolünden başka, bir de seçilen oyuncakların çocuk için ekolojik yönü var elbette. Bu bakımdan çocukların sağlığı ile ilgili olarak oyuncak seçimine ayrıca özen gösterilmesi gerekiyor. Aksi halde, yanlış oyuncak seçimi her yıl pek çok çocuğun kaza sonucu hayatına mal olabilmekte veya bir kısmının sakat kalmalarına yol açabilmektedir. Ne yazık ki günümüzde bu anlamda bir bilincin oluşturduğunu söyleyemiyoruz. Onun için bu konuda son zamanlarda Sağlık Bakanlığı tarafından “Oyuncak Seçim Rehberi” hazırlandı. Bu rehberde, oyuncağın çocuğun zihinsel gelişimindeki önemine vurgu yapılarak, onların oyuncaklardan mahrum kalmamaları gerektiği belirtilmekte ve uygun oyuncak seçimine dikkat çekilmektedir. Boğulma, kesilme, yaralanma, elektrik çarpması ve yanma gibi vakalar oyuncaklardan kaynaklanan kazaların başında geliyor. Özellikle bebekleri ve küçük çocukları, yutabileceği büyüklükteki parçalı oyuncaklardan, pili çıkarılabilen pilli oyuncaklardan; kesici, köşeli ve ipli oyuncaklardan uzak tutmak gerekiyor. Ayrıca, çocuğun ağzına alarak oynadığı oyuncakların (enfeksiyon riskine karşı), başka çocuklara oynatılmaması; aynı şekilde başka çocukların da ağzına aldıkları oyuncaklarla oynamaması isteniyor. Yine, oyuncakların oyun saati dışında
111
özel kutularda muhafaza edilmesi, sık sık yıkanarak temizlenmesi, alerji ve solunum sorunu olan çocukların; tüylü, peluş oyuncaklardan uzak tutulması tavsiye ediliyor. Pilli oyuncaklarda da akma riskine karşı kaliteli pil kullanılması gerektiği hatırlatılıyor.
Burada sözü daha fazla uzatmak yerine, bir tavsiyeyle noktalamak istiyorum yazımı. Satın aldığımız oyuncağın, onunla temas halinde olacak olan çocuğumuza ve çevreye zarar vermeyen bir obje olmasına lütfen dikkat edelim. Eğer biz duyarlı olmayı öğrenirsek, oyuncak üreticileri de ekolojik oyuncaklar üretmeyi öğreneceklerdir; hiç kuşkunuz olmasın.
ENDÜSTRİ ve TÜKETİM KÜLTÜRÜ
Kültürün kendisinin bir endüstri ve kültür ürünlerinin de meta ‘lar haline geldigi iddiasi Kültür endüstirisi kavramanının ortaya çıkışına kaynaklık eder. Bu kavramlaştırma, bir anlamda sistemin ( kapitalizm ‘in ve endüstri toplumu ‘nun) kendini her düzeyde, altyapıda ya da üst yapıda nasıl yeniden ürettiği ve meşrulaştırdığını açıklayan bir yön izler. Kültürel ürünler standartlastırılarak ve buna karşı farklılıklar marjinalleştirilerek bu ürünlerin tanıtılma ve dağıtım tekniklerinin rasyonelleştirilmesidir Kültür endüstri’sinde anlatılan. Böylece, Kültür ile Endüstiri ‘nin bileşiminden doğan yeni bir ekonomik-toplumsal-siyasal gerçekligin eleştirel değerlendirilmesi hedeflenmektedir.
Bu endüstri, sanatsal biçimin bütünselligine önem vermez, etkinin öncelikli hakimiyetini düşünür. Öncelikli amacı gündelik yaşamın sıkıcılığına karşı geçici birkaçış olanağı sunması, bu şekilde oyalanma ve zihinsel uzaklaşma sağlayarak tam da bu zeminde sistemin sürekliliğini sağlamasıdır. Ancak, elbette kaçış geçicidir ve gerçek değildir, insanların yaşamlarındaki temel gerçeklikleri, yani baskıları ve yoksunluklarını unutmaları ve çalışma azimlerini yeniden bulmaları amaçlanır. Üretim ve tüketim bu noktadan itibaren sistemin, kendini yeniden ürettiği araçlarıdır artık.
Özellikle endüstri ürünlerinin insanları kaçındıkları dünyaya nasıl yeniden eklemlediğini ve böylece sistemi güclendirdiğini görmek duru112
mundayız.Burada sözkonusu olan ikili bir sürectir, bir yanda endüstri kültürelleşmekte ve öte yandan kültür de endüstirileşmektedir. Kültür endüstürisi, ürünleriyle, yaşamdaki olumsuz faktörlerin doğal nedenlere ya da tesadüflere bağlı olduğunu düşündürür. Böylece bağımlılık ve yükümlülük bilinci genelleşir. Kültür endüstirisi bu anlamda, ideolojinin (Endüstri ideolojisinin) kültürel metalar aracılığıyla yayılmasını ve içselleştirilmesini hedeflemektedir denebilir.
Mevcut düzen içinde “ ideoloji bir tür toplumsal harç” olarak anlaşılabilirse, kültür endüstrisinin bu harcı yeniden üretip görünmez kılarak dolaşıma soktuğu ve böylelikle mevcut toplumsal-siyasal yapıyı sıvadığı söylenebilir. Boş zamanın, yani iş dışındaki zamanların nasıl denetlendiğini,kontrol edildiğini ve yönlendirildiğini anlamak da kültür endüstirisi anlayışının araştırma konusudur.Birey, hem üretim hem de tüketim alanlarında belirlenmiş ve yönlendirilmiştir. Kültür endüstirisi, bu anlamda sistemin yeniden ve yeniden üretiminin hem maddi hem de düşünsel gerçekligidir.
Yine de, tüm bu kuşatıcı durumla birlikte ve bu durumun içinde Eleştirel teori’ye bir alan ve imkân kalmaktadır. Eleştirel teori, bu özgül alanda kurulup kültür endüstirisine karşı deşifre edici/aydınlatıcı etkinliğini sürdürebilecektir. Bunun nasıl mümkün olabildiği, bu mümkünlügün kuramsal düzlemde nasıl temelendirilicegi elbette çeşitli itirazlara ve eleştirilere maruz kalmıştır, ancak kültür endüstrisi kavramlaştırması bu sorunlara ragmen 20.yüzyıldaki kültür kuramının gelişimine ve dolayısıyla da kapitalist toplum yapısındaki yeni durumlara/ olgulara açıklık getirmekte önemli başarılar göstermiştir. Popüler kültür, Kitle kültürü, Egemen kültür, Yüksek kültür, Pop kültür vb.türde eski-yeni kavramlar ve bunlar etrafında dönen politik-teorik tartışmalar birçok bakımdan veözellikle de köken itibariyle Kültür Endüstrisi kavramından gelmektedir.
Kültür endüstirisi kavramlaştırması, sonuç olarak, hem derin yapısı hem de gündelik yaşamdaki mekanizmaları itibariyle yabancılaşma ‘nın nasıl meydana geldiğini, üretim ve tüketim süreçlerinin bütünlüğünde anlama ve değerlendirme imkânı sunmaktadır, diyebiliriz.
113
Popüler kültürü, kapitalist ekonomik düzenin ve dolayısıyla kültür endüstrisinin meydana getirdiği bir hayat tarzının kültürü veya böyle bir hayat tarzına egemen ve onu biçimleyen; biçimlediği ölçüde de biçimlenen kültür şeklinde tarif edebiliriz. Temel özelliği, tüketimi idealleştirmesi, hatta kutsallaştırmasıdır. Elbette kendiliğinden, tabiî bir üretimi, gelişmesi söz konusu olmayan bir kültürden bahsediyoruz. Bu yönüyle popüler kültüre, manipule edilebilen kültür veya kapitalist tüketim stratejisinin (kültür endüstrisinin) belirlediği kültür de diyebiliriz. Popüler kültür “gündelik yaşamın kültürüdür. Dar anlamıyla, emeğin gündelik olarak yeniden üretilmesinin bir girdisi olarak eğlenceyi içerir.” Bu açıdan bakıldığında her devrin popüler olanı, dolayısıyla da popüler kültürü vardır ve bu, gündelik olduğu için yeniden yeniden üretilmeye muhtaçtır. Çünkü göreneğe dayanır. Yukarıda belirttiğimiz gibi popüler kültür; ekonominin, siyasetin, dinî ve ahlâkî sahanın egemen güçleri tarafından manipüle edilen kültürdür. Manipüle edilişte malzeme çoklukla geleneksel ve yerel olandır. Bu malzeme değiştirilir, güncellenir, pazarlanabilir hale getirilir.
Burada unutulmaması gereken şey, her ülkenin kendi iç dinamiklerince ürettiği, hatta manipule ettiği popüler kültürün, o ülke için güncel olanı, revaçta olanı işaret etmesi, kamuoyu oluşturması, kültürel değerleri ve gelenekleri yeni biçimlerde yansıtması, güncellemesi açısından faydalı oluşudur. Diğer yandan yazımızda üzerinde durduğumuz temel konu ise, uluslar arası sermaye tarafından siyasî, ekonomik ve kültürel içerikte bir endüstri olarak diğer ülkelere dayatılan popüler kültürdür. Bu durumu iki farklı örnekle açıklayalım: Turgut Özakman tarafından yazılan ve ilk baskısı 2005 yılında yayımlanan Şu Çılgın Türkler adlı kitap Kurtuluş Savaşı’nın popüler hale getirilmesidir; ki Kurtuluş Savaşı’nın konu edildiği bir dizi tarih dersinden veya bir dizi konferanstan çok daha işlevseldir ve çok geniş kitlelerin bilgilenmesini ve belli bir duyarlık kazanmasını sağlamıştır. Diğer yandan devlet tarafından bayram tatillerinin uzatılarak bayramın tatile dönüştürülmesi, uluslar arası sermayenin yönlendirmesi ve tamamıyla kültür endüstrisi anlayışının ürünüdür ve
114
geleneğin zayıflamasına, hatta yok olmasına neden olabilir.
Çalışmamızda geleneksel kültürün özellikleri açısından popüler kültür/kültür endüstrisi değerlendirilmeye ve bu açıdan tüketim üzerinde durulmaya çalışılacaktır.
Geleneksel Kültür, Popüler Kültür
Toplumsal yapı, toplumun hayatiyetini sağlayıcı işlevleri, bireyler arası ilişkileri (ekonomik, siyasî, dinî-ahlâkî, vb.) düzenleyen yapıdır. Bu yapının sağlıklı devam edebilmesi için birtakım işlevleri yerine getirmesi gerekir. Bu açıdan gerek kurumlar arası gerekse bireyler arası ilişkiler ve bu ilişkilerin eşgüdüm içerisinde yürütülmesi büyük önem taşır. Bu da o toplumu oluşturan bireylerin paylaştıkları “ortak hafıza”nın genişliğine, güncelliğine, toplum bireylerinin genelinin kabul ettiği değerler halinde yaşıyor olmasına bağlıdır. Bu yönüyle ortak hafıza, geleneksel kültürü muhtevidir. Geleneksel kültür, toplum hayatında güncelliğini, işlevselliğini sürdürdüğü oranda toplumsal yapı sağlıklı işler; toplumsal düzen bütünlüklü ve uyum içerisinde devam eder. Burada geleneksel kültürün yapısal özelliklerinden bazılarını hatırlatmakta yarar vardır. Bu özelliklerden biri, geleneksel kültürün toplumun ortaklaşa üretimiyle kendiliğinden oluştuğu ve paylaşılır olduğudur. Bu yönüyle geleneksel kültür “paylaşılan idealler, değerler ve davranış standartlarıdır; bireyin eylemlerini gruplar için anlaşılır kılan ortak belirleyicidir” Paylaşılır olma sözü, toplumun bireylerinin üzerinde ittifak ettikleri ve korudukları değerlere işaret eder. İçine doğulan toplumda kişinin bu değerleri paylaşması; görerek, taklit ederek, daha sonraki süreçte de zihnî gelişimine paralel olarak idrak etme becerisine göre toplumsallaşması şeklinde olur ve kişi, toplumun bütün bireylerince paylaşılan ortak kültüre göre nasıl davranacağını, diğer kişilerle iletişiminde nasıl hareket edeceğini öğrenir. Ancak, “kültürün toplumun tüm üyeleri tarafından paylaşılmasına rağmen kişilerin tek biçimlilik arz etmedikleri dikkat edilmesi gereken bir gerçekliktir”). Zira, ortak kültürü idrak etme ve yaşamada kişiler, aileler, topluluklar, vd. arası farklılıklar her zaman var olur. Fakat bu durum,
115
ortak kültürün paylaşılmasına, ortak değerlerde ittifak edilmesine engel değildir.
Geleneksel kültürün bir başka özelliği birleştirici oluşudur. Bu özelliği ile bireyler arası yardımlaşmayı, dayanışmayı tesis eder. Zira geleneksel kültür “cemiyet içinde mevcut her nevi bilgiyi, alakaları, ihtiyatları, kıymet ölçülerini, umumi atitüd, görüş ve zihniyet ile her nevi davranış şekillerini içine alır. Bütün bunlar, birlikte, o cemiyet mensuplarının ekserisinde müşterek olan ve onu diğer cemiyetlerden ayırt eden hususi bir hayat tarzı temin eder” Geleneksel olarak nesilden nesile aktarılarak öğrenilen kültür, bireylerde doğdukları andan başlayarak yaşadıkları her türlü olay ve durum, o kültüre has kişilik modelinin meydana gelmesini sağladığı gibi başka bir kültürün model kişiliğinden de ayırıcı özellikler sağlar. Burada, tek tip kişilik söz konusu olmayıp geleneksel kültür açısından neyin doğru neyin yanlış olduğunu, normalin ne olduğunu, idealin hangi ölçülerde olduğunu ortak değer ölçütleri çerçevesinde kavrayan, olay ve durumlar karşısında aynı tepkiyi verebilen insan tipi kastedilmektedir.
Yukarıda belirttiğimiz çerçevede, geleneksel kültürün özellikleri (ortaklaşa ve tabiî üretilmesi, birleştirici oluşu) açısından popüler kültürü değerlendirecek olursak ilk başta popüler kültürün tabiî bir şekilde meydana gelmediği görülür. Özellikle bir gereklilikten, kapitalizmin emperyalizm safhasına ulaşması sürecindeki sıkıntılardan kaynaklanmış, sanayileşmiş devletlerin ekonomik ve kültürel siyasetidir. Şöyle ki, 19. yüzyılda sanayinin, kapitalist üretimin gelişmesi, ürün çeşitliliğinin artması, Batılı ülkeleri pazar arayışına yöneltir ve kapitalizmin uluslararasılığı gündeme gelir. Sanayileşmedeki ilerleme işbölümünü geliştirdiği gibi, nüfusun büyük merkezlerde toplanmasına da neden olur. Bunların yanında iletişimdeki teknolojik gelişmeler uluslararası iletişimi ve etkileşimi hızlandırır. Özellikle uluslararası üretim ve tüketim trafiğine hâkim olan Batılı devletler, az gelişmiş veya gelişmekte olan diğer devletlerin ekonomilerini denetim altına almayı hedeflerler. Elbette ekonominin denetimi, mal ve hizmetlerin tüketilmesini hızlandırmak ve
116
kolaylaştırmak için kültürel denetimi de gerektirdiği için modernleşme adı altında birtakım stratejiler geliştirilir. Bu stratejiler, Lemonnier’in ticarî alanda, medyatik alanda, sanat alanında ve sosyolojik alanda uygulana gelmektedir. Egemen popüler pratikler belli zaman ve yerde baskın olan endüstriyel, siyasal, ekonomik ve düşünselle ilgili faaliyetlerdir” Bu stratejilerin en önemli ayağı şüphesiz pazar konumundaki her ülkede zihniyet değişiminin sağlanması, milli değerlerin yerine, egemen sermeyenin tüketime yönelik değerlerinin konmasıdır. Bu değerlerin başında her şeyin pazarlanabilir olduğu gelir. Bu yolla her şeyin metalaşması, anlamsızlaşması ve hatta kutsalın değersizleşmesi; yani popüler ürün haline gelmesi sağlanır. “Meta (bu bir televizyon programı ya da kot pantolon olabilir) bir metindir, popüler kültürün temel bir kaynağını oluşturan potansiyel anlamlar ile potansiyel hazların söyleme dayalı yapısıdır” Ürün ne denli çok tüketilirse üretimi ve dolayısıyla kâr oranı da o denli faz-lalaşacaktır. Bu nedenle popüler ürünün alıcısının, tüketicisinin, daha doğrusu hedef kitlesini oluşturan insanların ortak fikrî paydada/tüketme fikrinde birleştirilmesi gerekir. Kapitalist toplumlarda insanların ortaklaşa sahip oldukları şeyin, egemen ideoloji karşısında tabiîlikleri veya güçsüzlükleri olduğunu belirtir; ki bu durum kişi için idrak edilemeyen bir durumdur. Çünkü insan burada etken değil, kullanılacak bir nesne konumundadır ve insanı tüketici olarak gören egemen ekonomik kültür, onu tüketmeye hazır hâle getirmek yönünde her türlü yolu deneyerek onu biçimlendirir, popüler kültürün bir parçası haline getirir. Bu süreçte popüler kültür eğlenceyi/eğlendirmeyi, bu eğlenceye kişileri bağımlı hale getirmeyi hedefleyen uygulamaları içerir. Tüketime katıldıkları oranda popüler kültürü destekleyen, gelişmesine katkıda bulunan insanlar, adeta suyun içinde olup da suyun ne’liğini idrak edemeyen balıklara benzerler ve işleyişe zorunlu olarak katılırlar. Moda, reklamlar, tv, radyo, vd. gibi çeşitli etkinlik ve vasıtaların etkisiyle burjuva hayat tarzını idealleştirir ve taklit etmeye çalışırlar.
Hâl-i hazırda içinde yaşadığımız, içli-dışlı olduğumuz ekonomik süreç budur ve bu süreçte popüler kültür veya uygulama olarak kültür
117
endüstrisi faaliyetleri, geleneksel kültürün her unsurunu kullandığı için insanın idrak edebileceği durum yalnızca “tüketim”dir. Çünkü, bu ekonomik düzene göre her şey (soyut veya somut) bir metadır ve tüketilmelidir. İnsan tükettiği oranda vardır. Ekonomik düzeni şekillendirenlerin hedefledikleri tüketimi gerçekleştirmeleri için “tüketici kitlenin üzerinde çalışarak istediği şekli vermesi gerekir. Bu da başta kitle iletişim araçlarıyla olmak üzere, her türlü enformasyon denenerek yapılabilir. Toplum tüketilecek mala, talip hale gelinceye kadar çalışılır. Bu süreçte kültür ürünlerinin endüstriyel bir madde haline gelmesi, kültür endüstrisini ortaya çıkarmıştır”
“Kültür endüstrisi” terimi, T.W. Adorno’un verdiği bilgiye göre Horkheimer ile 1947’de birlikte yayınladıkları Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde “kitle kültürü” terimi yerine kullandıkları bir terimdir. Adorno, kültür endüstrisinin eski olanla tanıdık olanı yeni bir nitelikte birleştirdiğini belirtir. Adorno’ya göre kitlelerin tüketimine göre düzenlenen ve büyük ölçüde o tüketimin yapısını belirleyen ürünler, tüm sektörlerde az çok bir plana göre üretilir. Tüm sektörler yapısal olarak benzerdir ya da en azından birbirinin açıklarını kapatarak, neredeyse tamamen gediksiz bir sistem oluştururlar. Bunu olanaklı kılan sadece çağdaş teknik olanaklar değil, aynı zamanda ekonomik ve yönetsel yoğunlaşmadır. Kültür endüstrisi kasıtlı olarak tüketicileri kendisine uydurur. Çünkü, amaç her zaman için ticarîdir ve asla kamu çıkarları söz konusu değildir.
Kültür endüstrisinin her uygulaması kâra yönelik ve işleyişi üretim, dağıtım ve ürünün yeniden üretimi şeklindedir. Bu özelliği ile maddî yönlendiriciliği yanında manevî açıdan da halkı, -bilgi ve haber kaynaklarını tekelinde bulundurması sebebiyleyönlendirmede etkindir. Bunu yaparken toplumun değer yargılarını, mantık veya ahlâk kurallarını hiçe saymada son derece ataktır. Kültür endüstrisinin bu özellikleri, kültürel ürünlerin tüm dünyada “birbirinin yerine geçebilir bir aynılığa” tekdüzeliğe dönüşmesine sebep olmuştur. İletişimdeki sınır tanımaz hızlılık sayesinde bir yerde tüketime sunulan kültürel ürünün çok kısa zaman
118
içinde benzerleri daha doğrusu sahteleri üretilmekte ve tüketilmektedir. Kültür endüstrisinin “ürünlerinin tüketme süreci kişileri süregelen sosyal kurallarla kendilerini bir tutmaya, yani özdeşleştirmeye, bağdaştırmaya ve neyseler o şekilde devam etmeye sevk eder. Kişiler düzenin ürettikleri şeyler için duydukları arzu ve bu şeyleri tüketmeden aldıkları zevk yoluyla var olan düzene uydurulur ve ayarlanır” Böylece kişiler birtakım tüketim alışkanlıkları ve bu alışkanlıklara paralel kültürel değerleri edinirler. Burada sözü edilen insanların özellikle çocuk ve gençler olduğu unutulmamalıdır; ki buradaki temel amaç, nesiller arası kültür aktarımının (kültürlenmenin) önünün kesilmesidir. Öyle ki özellikle son otuz yıl göz önüne alındığında ülkemiz insanının (özellikle genç neslin) kültür endüstrisi tarafından kültürlendiğini; eğitim, çalışma, spor, düşünme, eğlenme, yeme-içme, vd. hususlarda geleneksel kültürden/hayat tarzından uzaklaştırıldığı görülür. Genel anlamda Batı hayat tarzı olarak adlandırdığımız, ancak doğrusu Amerikan hayat tarzı diyebileceğimiz hayat tarzı, -özellikle büyük şehirlerdeTürk hayat tarzının yerine geçmektedir. Bir örnek vermek gerekirse, artık sayısı yüzlerle ifade edilen radyo ve tv kanallarından yayılan Amerikanvari reklam, film ve programlarla Türk ahlâkî yapısının yerine utanmanın, ayıbın, saygının, vefanın, sevginin, vb. erdemlerin olmadığı yeni bir ahlâkî anlayış tesis edilmektedir. Zira basın-yayın organlarında (farklı tv ve radyo kanalları, farklı gazeteler, dergiler olsalar da) verilen bilginin tek kaynaktan verilir olması, kitleleri tek yönlü bilgilendirmekte ve düşündürmekte, dolayısıyla insanlar, yaşanan herhangi bir olayı veya durumu (ulusal veya uluslar arası) başka bir açıdan düşünme, eleştirme, irdeleme gereği duymamaktadırlar. Çünkü kitleler adına, düşünen, doğruyla yanlışı ayırt ederek gün yüzüne çıkaran akl-ı evveller, her yerde (tv., radyo, gazete, vb.) halkın karşısına çıkarılmakta, gündem yaratılıp gündem değiştirebilmekte, kamuoyu oluşturabilmektedir. Belli güçlerin hazırladığı “bilgi”nin tüketimi ve yaygınlaştırılması gibi; giyimden, yeme-içmeye, eğlenceye, insanî ilişkilere, vd. kadar her alanda devlet adamı, sanatçı, sporcu, akademisyen, vd. çeşitlenen tüketim ajanları, bilerek veya bilmeyerek bu süreçte etkin görev yapmaktadırlar.
119
Tüketimin dayanılmaz hafifliğinde ürünlerin bolluğu ve çeşitliliği, albenisi, kolay ve çabuk elde edilir olması adeta beyinleri her an bombardıman eden reklamlar, vb. sayesinde popüler bir hayat sürdürülmektedir. Ki bu yolla yaşanılan süreçte kendi olmaktan uzaklaşan, Amerikan pop kültürüne eklemlenen ve dolayısıyla onlarla aynîleşen bir Türk kültürüne doğru gidilmektedir. Bu sadece Türk kültürü, Türk insanı için bir tehlike olmayıp küreselleşen dünyada pek çok ülke, pek çok insan için geçerli bir tehlikedir. Zira, teknik ilerlemenin etkisiyle fert bugün kendini ailevî, milli, kültürel ve dinî hareket noktalarından koparılmış, istikrar ve duygu ihtiyaçlarına cevap vermek için karmaşık ve değişen bir dünyada yarış ve rekabetin sertlik ve acımasızlığına terk edilmiş bulmaktadır Hiçbir ahlakî, insanî değer gözetmeyen, her yolu meşrû gören kültür endüstrisinin uygulayıcıları, tüketici üzerinde yaptıkları geniş araştırmalar ve reklamlarla insanları -ihtiyaçları olsun veya olmasıntüketmeye, dolayısıyla da onu yeni bir hayat tarzını benimsemeye zorlamaktadır. Oysaki hayat tarzı gelenekseldir ve kişi içinde yaşadığı toplum değerleri çerçevesinde hayat tarzını kendi biçimlendirir. Fakat, gününüzde ticarî egemen kültür/kültür endüstrisi, kişinin hayatı üzerinde tahakküm kurmuştur. Bunu, başta tv olmak üzere iletişim araçları vasıtasıyla yapmakta, beyinler yıkanmaktadır.
Mesela, yeme-içme geleneğinin yerine Mc Donald’s, Pizza Hut, Burger King, vd. fast food mekanlarında mekanikleştirilen bir yeme-içme kültürü ve adabı ikame edilmektedir. Dahası dürümland, dönerland, kebabhouse, vd. adlarla yerli taklitleri de geleneksel yiyecekleri fast food anlayışı ile servis ederek yangını körüklemektedirler.
Oyun ve eğlence konusunda, özellikle çocuklar ve gençler bilgisayarın tutsağı olmuş durumdadırlar. Özellikle düşük veya orta gelirli aile çocukları ve gençleri apartmanlar arasında oyun mekanlarının olmayışı, dahası eğitimin her safhasında uygulanan sınav maratonunun onlara oyun zamanını kısıtlaması sebebiyle odalarına kapanmakta, bilgisayarda keşfettikleri sanal dünyada yaşamaktadırlar ve aileleri ile ilişkileri neredeyse yok olmaktadır. Maddî gücü elverişli olanlar ise büyük alış-veriş
120
mekanlarındaki oyun alanlarına, Disneyland, Toys’?’s gibi Batı taklidi oyun merkezlerine gitmektedirler. Diğer yandan hypermarketler, supermarketler, grossmarketler, vb. alış-veriş merkezleri ile Türk hayat tarzının ötesinde savurgan bir tüketim yaşatılmaktadır. Tüm bunlar özellikle son otuz yılda dilde, düşüncede, anlayışta, kısaca yaşayışta etkilerini göstermiş ve göstermekte, başka bir dilde, başka bir düşünce ve anlayışta, yaşayışta nesiller meydana gelmektedir.
Sonuç
Her millet hayatiyetini devam ettirmeye yönelik birtakım planlar, programlar yapar, uygulamalarda bulunur. Başka kültürlerin etkilerine karşı varlığını koruması, koruyucu tedbirler alması meşrudur. Plan, program ve uygulamalarla işleyişini, toplumsal yapısını günceller, eksikliklerini giderir, çağın gereklerine uygun bir yapıyı tesis etmeye çalışır. Tüm bunları yaparken geleneksel kültürünü, tarihini, dilini, dinini, ahlâkî değerlerini göz önünde bulundurur. Diğer milletlerle/devletlerle ekonomik, siyasî, kültürel ilişkiler kurabilir; ancak bu ilişkiler devletlerarası “menfaat” ilişkileridir. Yani her millet/devlet bu ilişkilerden bir şeyler umarak diğer devletle ilişkiler geliştirir.
Şüphesiz söylediklerimiz, ideal olandır ve ilişkilerde her bir devletin eşit haklara sahip olduğu durumu işaret etmektedir. Oysa gerçekte yaşananlar bu kadar basit değildir. Neredeyse yarım asırdır Avrupa Birliği’ne dahil olmak için her şeyi yapan, AB yetkililerinin direktiflerini kayıtsız, şartsız yerine getiren bir Türkiye söz konusudur. İlişkilerde inisiyatifi elinde bulunduranın, ilişkilerin sürmesinde şartları belirleyenin AB olduğu, dolayısıyla kültür endüstrisini yönetenin de Avrupalı zihniyet olduğu açıktır. Bu zihniyet, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de dünyayı bir pazar olarak gören zihniyettir. Küreselleşen dünyada modernliği, çağdaşlığı, demokrasiyi, insan haklarını, vd. götürmek üzere ülkelerin iç işlerine karışmakta, hatta ülkeleri işgal ederek kendisine yandaş hükümetleri iktidara getirmektedir. Kendi dışındaki kültürleri aşağı, barbar, vb. gören ve yok etmeyi meşru sayan, bunu da onlara uygarlık götürme olarak gören
121
bir Batı söz konusudur. Kendi ifadeleriyle bu; ekonomik, siyasî ve kültürel bir Haçlı Hareketi’dir. Batı harici milletlerin kontrol altına alınması, Batılılaştırılması, yani kendisine bağımlı hale getirilirken aynı zamanda kendisine benzetilmesi hareketidir. Yaşanmakta olan süreçte kendi olarak kalabilmek her milletin ana sorunudur. Ya küreselleşme rüzgârında savrulup küreselleşmenin efendilerince verilen rolü yerine getirecekler veya milli kimliğini küresel dünyada geçerli kılacaklardır.
Sorunun tespiti, çözüme giden yolu da gösterir. Hiçbir ülke sorunlarını dışarıdan taşınan hazır çözümlerle gidermemiştir. Küreselleşen ilişkiler içerisinde eyleyen mi yoksa eylenilen mi, efendi mi köle mi olunacak, bu gibi soruların cevaplanması için, geleneksel tarihî bilgiden, ortak hafızadan faydalanarak bu bilgilerin sunduğu imkanları ve uyarıları görmek, içinde yaşanılan safhada kendi milli kimliğimizi yeniden inşa etmenin şartlarını oluşturmak güncel en önemli gerekliliktir.
ÇOCUK ve MARKA
‘Yaşam kalitesini arttırma temalı reklamların yeni bir Kapitalist Sömürü’ olduğu çağımızın en belirgin özelliklerindendir. Ayrıca; ‘İnsanlar kendilerini kötü tüketici olarak görürler. Bu tip reklamlarda diyorlar ki, ‘siz üreticiye yardım ediyorsunuz; siz tüketim yaptıkça üreticiler para kazanıyor, yaşamlarını devam ettiriyorlar. Yani siz sadece tüketici değilsiniz deniyor. Böylece insanları tüketimin kötü olduğu düşüncesinden uzaklaştırarak tüketime yönlendiriyorlar’ diyerek kapitalizmin oyun içinde oyunlarına dikkat çekmişti.
Bu yaklaşım, ‘Ulusların Zenginliği’ adlı kapitalizmin kutsal kitabının yazarı Adam Smith’i hatırlatıyor. Bilindiği gibi Smith de sermaye sahiplerini kayırarak, Kapitalistlerin karlarını, onların kamu yararına daha çok makine ve fabrikaya yatırım yaptıkları gerekçesiyle haklı görüyordu…
Marka giyinmeyen yetişkinlerin bile baskılandığı, hal böyle olunca çocukların daha fazla etkilendiği bir süreç yaşıyoruz.
Eskiden şöyle denirdi: ‘İnsanlar giyimleri ile karşılanır, sohbetleri i122
le uğurlanırlar.’
Sohbet kısmını tarihe gömdüğümüzden, şimdilerde insanlar giyimleri ile karşılanıyor, giyimleri ile alakadar olunuyor ve giyimleri ile uğurlanıyorlar.
Ayetin benzetmesiyle, ‘giydirilmiş kütüklerin’ giderek toplumda sayılarının arttığını ve bu halinde marka putçuluğunda tecessüm ettiğini izlemekteyiz.
Okulda, mahallede, otobüste, parkta, sokakta, sinemada, evde tüm çocuklar markacı bir zihnin iğdişlediği kelimeler üzerinden ağır baskılar yaşıyorlar.
Televizyon kanalları çocukları, internet siteleri ise gençleri yakın markaja almış durumda.
Reklamlar üzerinden yaşanan kapitalist kuşatılma bazı aileleri onulmaz sıkıntılara gark ederken bazı aileler ise duygusal tepkilerle durumu rasyonalize etmeye çalışıyorlar.
Örneğin bazı aileler, ‘benim çocuğum kimin çocuğundan kötü’ türünden ikinci sınıf savunmalarla hesapsız kitapsız harcamalar yapıyorlar.
‘Tasarlanmış kıtlık’ denen bir kavram var. Aslında insanın pazara sunulan on üründen dokuzuna ihtiyacı yok. Ama öylesine bir zihin yönlendirme var ki, insan kendisini bu ürünlere muhtaç hissediyor.
Böyle olunca, icat edilmiş sanal bir kıtlık kuşatıyor modern insanı. Zihinsel ve bedensel bir kıtlık; sürekli açlık, gözü doymazlık, kanaatsizlik, iktifa nedir bilmezlik. Doyma eşiğini yitirmiş klinik bir vaka olma hali yani.
‘Sınırsız ihtiyaçlar’ dediğiniz zaman hangi barikatlar durdurabilir insanı.
‘Daha çok üretim ve daha çok büyüme’ dediğinizde hangi değerler sınırlayabilir insanı?
Hele bu çirkin oyun çocuklar için bir tuzak olarak kurgulanmışsa kim ve nasıl koruyabilir çocukları?
İsviçre tüketici kurumları son yıllarda çocuklara ve gençlere yönelik reklamların sonuçlarını inceleyen bir araştırma yapmış. Çocukların ve
123
gençlerin tüketim alışkanlıklarına reklamların yaptığı etkiyi inceleyen bu araştırma ibretlik sonuçlara sahip.
Buna göre: Belli markalara kilitleyen reklam sloganları ve efektleri günümüzün en yaygın sosyal sorunlarından biri olarak öncelikle iki ile dört yaş arasındaki çocuklarda adı geçen marka ve ürünleri isteme davranışını dayatıyor.
Özelikle anne ve babaların reklamlara karşı nasıl çaresiz kaldıklarını gösteren bu araştırmaya göre altı yaşından itibaren çocuklar reklamların etkisi ile ebeveynlerine istediklerini aldırtıyorlar.
Reklamlar çocukların harçlık miktarını arttırıyor. Böyle olunca çocuklar ebeveynlerine sormadan tüketim yoluna gidiyorlar. Tüketimin konusu ve niceliği de kişiliklerini etkiliyor.
Firmalar çalışan ebeveynlerin çocukları ile yarım kalan diyaloglarını tüketime yönlendiren reklamlar ile tamamlama yoluna gidiyor.
Duygusal boşlukların yarattığı ruhsal gerilimler para karşılığında oyun ve oyuncaklarla doldurulmaya çalışılıyor.
Araştırmaya göre, 6-13 yaş grubundaki çocuklar her ay ortalama 900 reklam spotu görüyorlar…
Binlerce yıl yaşatılmak ve her şeyin maliki olmak isteyen insanın zaaflarından beslenerek büyüyor reklamcılık sektörü.
Markalar günümüzün totemleridir, putlarıdır’
Markalar, ruhları ve bedenleri satın alan modern tanrılara dönüşmüş durumda.
Bu tanrılar Yunan tanrıları gibi kulları ile oynamaktan ve onları sıkıntıdan sıkıntıya sürüklemekten zevk alıyor.
Modern insan da marka rüzgarına ve tüketim burgacına evlad-ı iyali ile birlikte kapılmış kimsiz ve kimsesiz bir müsveddeye dönüşmüş durumdadır.
124
ŞİDDET ve İSTİSMAR MESELESİ
Giderek yaygın kabul gören küresel bir konu: Türkiye’de büyüyen çocuklar şiddetle kuşatılmışlardır. Kimi yerel özellikler taşısa bile bu sorun sadece Türkiye’ye özgü değildir.
Son dönemde dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan araştırmalar, hemen hemen tüm çocukların evlerinde, okullarında ve içinde yaşadıkları topluluklarda şiddete tanık olduklarını, üstelik çok sayıda çocuğun bu olgudan doğrudan etkilendiğini göstermektedir. Şiddet fiziksel, cinsel veya duygusal olabilir. Erken dönem çocuklukta şiddete maruz kalma henüz yeni olgunlaşan beyni etkileyebilirken, hangi yaştan olurlarsa olsunlar çocukların uzun süre şiddete maruz kalmaları uzun süreli sağlık sorunlarına yol açabilir. Sıklığına ve şiddetine bağlı olmak üzere şiddet ayrıca çocukların kendilerini ifade yeteneklerini, okul performanslarını, sosyalleşmelerini, öz saygılarını ve genel olarak duygusal anlamdaki sağlıklarını olumsuz etkileyebilir. Şiddete maruz kalan çocukların, daha sonraki yaşamlarında madde bağımlılığı, erken/riskli cinsel etkinlik, huzursuzluk ve depresyon, çalışma yaşamında eksiklik, bellek sorunları gibi durumlarla karşılaşma olasılıkları daha yüksektir. Böylece, şiddetin yol açtığı insani ve toplumsal maliyet bir kuşaktan sonrakine aktarılmaktadır.
Çocukların çocuklara uyguladıkları şiddet, zorbalık ve çete özentisi tavırlar, en fazla okullarda ve okulların çevresinde görülmektedir. Aşırı durumlarda ateşli ve diğer silahlar bile kullanılmakta, zaman zaman ölümler meydana gelebilmektedir. Çocuğu şiddete başvurmaya iten, kendini kanıtlama güdüsü olabilir veya bu hareket para, yiyecek veya başka şeyler çalma sırasında ortaya çıkabilir. Temeldeki nedenler arasında ise öz saygının azlığı ile birlikte çocuğun kendisinin evde veya başka yerlerde maruz kaldığı şiddet, suiistimal ve ihmal gibi durumların etkisi yer alabilir. Ayrıca, çocuklar öğretmenlerin ve okullardaki görevlilerin başvurdukları şiddetten sıkça şikâyet etmektedir.
Genellikte 4 türde olmaktadır: Fiziksel, cinsel, duygusal şiddet ve çocuğu ihmal.
125
Fiziksel şiddet ve istismar, çocuğun ebeveyn veya bakıcısı tarafından fiziksel zarar ile sonuçlanan veya sonuçlanabilecek bir eyleme maruz bırakılmasıdır. Bunun en belirgin işareti; derideki yara-bereler, özellikle uzun kemik ve kaburgalardaki kırıklar vb. işaretlerdir. Küçük çocuklardaki fiziksel şiddetin en sık rastlanan şekli çocuğu sarsmadır. Özellikle 9 aylıktan küçük çocuklara sık olarak uygulanır. Bu şiddeti uygulayanların çoğu erkektir. Şiddetli ve tekrarlayan sarsmalar, çocukta kafa içi ve göz kanamalarına, büyük eklemlerde kırıklara neden olabilmektedir.
Sarsmayı, sert bir yere vurma eylemi izleyebilir. Araştırmalar ciddi bir şekilde sarsılan çocukların 1/3′ünün öldüğünü göstermiştir. Ayrıca geri zekâlılık, körlük veya serebral palsi gibi süreğen sakatlıklar ortaya çıkmaktadır. Çocuklara uygulanan fiziksel istismarın diğer bir şekli de dövülmüş çocuk sendromudur. Bu çocuklar, tekrarlayan aşırı bir şiddete uğramışlardır. Çok sayıda farklı zamanlarda oluşmuş kemik kırıkları, vücudun çeşitli yerlerinde iyileşmeyen yaralan vb. vardır. Bu tür şiddet daha az olarak görülmektedir.
Cinsel istismar, çocuğun ebeveyni veya bakıcısı tarafından cinsel amaçlı kullanılmasıdır. Bu çocuklarda enfeksiyonlar, genital organlarda yaralanmalar, karın ağrısı, kabızlık, süreğen veya tekrarlayıcı üriner sistem enfeksiyonları veya davranış bozuklukları görülür. Çocuğun cinsel istismara uğradığının saptanması için, bu durumdan şüphe etmek ve cinsel istismarın sözel, davranışsal ve fiziksel belirtilerini iyi bilmek gerekir. Çocukları çoğu böyle bir durumu saklar; ancak dolaylı fiziksel ve davranışsal belirtilerini gizleyemezler.
Duygusal istismar ise, çocuğun duygusal bakımdan olumlu olarak gelişebilmesini sağlayan bir çevrenin yaratılmaması anlamında olup çocuğu tehdit etme, aşağılama, inkâr etme, çocuğun özgüvenini zedeleme vb. türden fiziksel olmayan tüm eylemleri kapsar.
Çocuğu ihmal ise, çocuğun sağlık, eğitim, beslenme, barınma, güvenli bir ortamda yaşama gibi haklarının elinden alınarak bu bakımlardan ihmal edilmesi anlamındadır. Yoksulluk nedeniyle oluşan olumsuz koşullar ihmal anlamına gelmez. Çünkü çocuk ihmalinden söz edebilmek için
126
ailenin gerekli olanaklarının olması; ancak ailenin bu olanakları çocuk için kullanılması ve çocuğu gerçekten ihmal etmesi söz konusu olmalıdır. Çocuğun aç bırakılması, bakımının yapılmaması, çevresel tehlikelerden korunmaması ve kendi haline terk edilmesi, madde bağımlılığı tehlikesine karşı koruyucu eylemlerin yapılmaması vb. davranışlar, çocuğu ihmal kapsamında değerlendirilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü, çocuğa yönelik şiddeti ve istismarı şöyle tanımlamaktadır: “Çocuğun beden ve akıl sağlığım bozan, onun gelişmesine ve yaşamasına olumsuz etki yapan veya yapma olasılığı olan her türlü, fiziksel veya duygusal davranış ile cinsel istismar veya ihmal olgularının tümüdür”.
Türkiye’de çocuk istismarı konusunun gerçek boyum kesin olarak bilinmemektedir. Ancak çocuğa yönelik şiddet ve istismarın yaygın olduğunu gösteren pek çok kanıt vardır. Yapılan bir araştırmada %78 ile duygusal istismarın baş sırada olduğu görülmüştür. Bunu %24 ile fiziksel, %9 ile cinsel istismar izlemiştir. Çocukların ucuz iş gücü olarak kullanılmaları yoluyla istismar edilmelerinin de Türkiye’de yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Yasal düzenlemeler 15 yaşın altındakilerin çalıştırılmasını yasaklamaktadır. Ancak bir meslek öğrensin, eli iş tutsun, eve katkısı olsun gibi gerekçelerle çocuklar, eğitim alma haklarından yoksun bırakılmakta ve hiç bir güvenceleri olmaksızın çalıştırılmaktadırlar.
Tarım kesiminde, ücretsiz aile işçisi durumunda olanların sayısı da tam olarak bilinememektedir. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün 1994 Yılı Çocuk Anketi sonuçlarına göre, ülkemizde 6-14 yaş grubundaki çocukların 1 milyon 8 bini çalıştırılmaktadır. Bu yaş aralığındaki her 100 çocuktan yaklaşık dokuzu çalıştırılmaktadır. Araştırmaya göre bu çocuklar çalışmaya 15 yaşın altında başlamışlar ve %4l’i okula devam etmemektedir. Çalışan çocukların %77′si tarım, %10,7′si sanayi, geriye kalanlar ise ticaret ve hizmet sektöründe çalışmaktadır. Bu çocukları %98′i zorunlu ilköğretimden sonra üretime katılmıştır.
%23′ü kız, %77′si erkek çocuklardır. Çocukları yalnızca %3,2′si gelecekte okula yeniden dönebileceğini düşünmektedir.
Türkiye’de 1980-1982 yılları arasında sekiz ilde yapılan bir araştır127
mada, 4-12 yaşları arasındaki 16.000 çocuğun, fiziksel ve duygusal açıdan istismar edilip edilmediği incelenmiştir. Kız çocuklarının % 34,6′sınm, erkek çocuklarının ise %32,5′inin ihmal ve istismara uğradıkları saptanmıştır. Eğitimsiz ebeveynlerin %40′ı çocuklarını istismar ederken eğitim düzeyi yüksek ebeveynlerde bu oran % 17′ye kadar düşmektedir.
Türkiye’de yapılan bir araştırma, 4 yaşından itibaren çocukları fazla miktarda dayak yediklerim ve bunun sonucunda hem bedensel hem de ruhsal sorunlar yaşadıklarını göstermiştir. Başka bir araştırmaya göre çocukların uğradıkları fiziksel şiddetin %69′unun faili öteki aile bireyleri, özellikle de anne babalardır. Çocukları fiziksel istismarına bağlı ölümler, 1-4 yaşlar arasındaki çocuk ölümlerinin
% 3′ünü oluşturmaktadır. Ancak Türkiye’de kayıtlara geçen ya da mahkemelere yansıyan şiddet olayları çok azdır. Başka bir araştırma, Türkiye’de çocukların % 65.72′sinin anne ya da babası tarafından fiziksel istismara uğradıklarını belirlemiştir.
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi ve Çocuklar için Dünya Zirvesi gibi bağlayıcı kararları altına imza atmış olan Türkiye’de, çocuklara yönelik şiddet ve istismarın önlenmesi konusundaki çalışmaların yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu konu, toplum tarafından hâlâ bir aile içi mesele olarak görülmeye devam etmektedir. Toplumu bilinçlendirme ve mağdur durumda olan çocukların korunması ve eğitimi çalışmaları çok yetersizdir. Hatta devlet koruması altında olan çocukların bile, şiddete maruz bırakıldıkları ve istismar edildikleri haberlere yansımaktadır. Türkiye’nin çocuklara yönelik şiddet ve istismara dur diyebilecek acil bir eylem planına şiddetle ihtiyacı vardır.
Bu girişimde başlıca şu hususlar yer almalıdır:
- Öncelikle bu olgunun yaygınlığı, güvenilir ve gerçek sayılarla ortaya konulmalıdır.
- Çocuklara okul eğitimleri sırasında kendilerini korumaları ve böyle bir durumla karşılaştıklarında neler yapmaları gerektiği öğretilmelidir.
- Toplumu bilinçlendirme çalışmalarıyla konunun önemi vurgu128
lanmalı ve çocuğa yönelik şiddetin aile içi bir mesele olarak algılanması anlayışı değiştirilmelidir. Bu amaçla düzenlenen anababa okulu çalışmaları yaygınlaştırılmalıdır.
- Tüm çocuklar -tehlike altındakilere daha fazla ağırlık verilmek suretiylesağlık personeli tarafından sürekli olarak izlenmeli, şiddet veya suistimal belirtisi ya da şüphesi olanlar, yetkili makamlara bildirilmelidir. Çocuğa yönelik şiddet veya şiddet şüphesi, Sağlık Bakanlığı tarafından bildirimi zorunlu hastalıklar kapsamına alınmalıdır.
- Çocuklarına şiddet uygulayan veya uygulamaya eğilimli olan ebeveynler eğitilmelidir.
- Şiddete ve istismara uğrayan çocukları bedensel ve ruhsal tedavileri için merkezler açılmalı ve bu çocuklara destek sağlanılmalıdır.
- Çocuğa şiddet uygulayan veya çocuğu istismar edenlere ağır cezai yaptırımlar uygulanmalı, bunu sağlayacak yasal düzenlemeler gerçekleştirilmelidir.
ÇOCUK YOKSULLUĞU
Türkiye orta-üst gelir düzeyinde bir ülkedir ve küresel standartlarıışığında mutlak yoksulluk olgusu son derece sınırlıdır. Nüfusun yalnızca %0,5’lik bir kesimi günde 2.15 dolardan az gelirle yaşamaktadır. Ekonomik krizin ardından ülke kendini toparladıkça bu yüzdenin daha da düşmesi beklenmektedir. Daha uzun bir zaman perspektifinden bakıldığında, bugünkü kuşağın eski kuşaklara göre daha yüksek yaşam standartlarından yararlandığı görülür. Ancak yine de, halkın Türkiye’deki ekonomik kalkınmaya ilişkin deneyimleri çeşitlilik göstermektedir. Kayıt dışı istihdam, küçük tarım işletmelerinde çalışma, mevsimlik işçilik, ücretsiz aile işçiliği ve istikrarlı olmayan kendi hesabına çalışma biçimleri yaygındır. Toplumsal cinsiyet rolleri katı olabilmektedir ve kadınların dörtte üçü işgücü dışındadır. Yoksulluk, gelir düzeyi ve tüketim harcamaları temelinde daha kapsamlı biçimde ölçüldüğünde önemli eşitsizliklere işaret etmektedir.
Nüfusun altıda biri ülke ölçeğinde belirlenen yoksulluk sınırının al129
tındadır. Kırsal nüfusun ise üçte biri bu sınırın altında bulunmaktadır. Yoksulluk, düzensiz işlerde çalışma ve düşük eğitim düzeyi ile yakından ilişkilidir.
Yoksulluk, büyütmekte olan çocuklar için özellikle zararlı olabilmektedir: yoksulluk yüzünden kötü beslenme ve hastalık durumları ortaya çıkabilmekte, eğitim yarıda kesilebilmekte ve çocuklar şiddetin, sömürünün ve ihmalin tüm biçimlerine maruz kalabilmektedir. Yoksul çocukların ileride yoksul yetişkinler olma olasılığı yüksektir.
Yoksulluğa maruz çocuk oranı, aynı durumdaki yetişkinlerin oranından daha yüksektir. 15 yaşından küçük çocukların neredeyse dörtte biri ulusal yoksulluk sınırı altındadır – kırsal kesimde ise bu oran beşte ikinin üzerindedir. Düşük gelir gruplarında büyük aile genellikle yaygındır ve bu ailelerdeki çocuklar, kimi bölgeler söz konusu olduğunda, yoksulluğa özellikle açık durumdadır. 2009 yılında yoksul pek çok aile küresel kriz yüzünden yiyeceklerinden kısıntıya gittiklerini belirtmiştir. Birçok çocuğun karşı karşıya olduğu, raporda daha sonra ele alınacak olan dezavantajlar ve riskler büyük ölçüde ekonomik eşitsizliklerle belirlenmektedir. Eğitim ve sağlık hizmetleri tüm çocukları kapsama çabasındadır ve belirli kamu kurumları yoksullara nakit ve âyni yardımlarda bulunmaktadır.
Bununla birlikte, ailelere ve çocuklara yönelik sosyal koruma yardımları yüzde olarak GSYH içinde küçük bir paya sahiptir.
ÇOCUKLARIN İŞLEDİĞİ SUÇLAR
Çocuk suçları, çocukların yasalarca yasaklanan eylemlerine denir. Ama çocuk tanımı ülkeden ülkeye değişir ve bir ülkede çocuk sayılan biri başka ülkede yetişkin kabul edilebilir. Çoğunlukla 15 ile 18 yaşlarını doldurmamış olanlar çocuk sayılır. Çocuk suçları genellikle 10-11 yaşlarında başlar ve ciddi suçlar 14-15 yaşlarında görülür.
Genç suçluların büyük bir bölümü için suç işleme, büyüme süreci içindeki bir evre olarak kalır. Ama bunların küçük bir bölümü suç işlemeyi ileri yaşlarında da sürdürür. Sürekli suç işleyerek bunu bir yaşam
130
biçimine dönüştürmüş çocukların sayısı da az değildir.
Çocuklar Niye Suç İşler?
Çocukların neden suç işlediği sorusunu yanıtlanmak zordur. Çocuğun bulunduğu çevrenin onu suça ittiği düşünülebilir. Ama benzer çevrelerden gelen iki çocuğun birbirinden oldukça farklı kişiliklere sahip olabilir. Toplumsal sınıflar arasındaki farklar da çocukları suç işlemeye yöneltebilir. Aile geçmişi ya da ailenin toplumsal konumu da bir etken sayılır. Çocukların suç işlemesi konusunda yapılan araştırmalar, suç işleyen çocukların çoğunun sorunlu ailelerden geldiğini göstermektedir. ABD, Avrupa ve Japonya’daki suçlu çocukların çoğu yoksul ailelerden gelmektedir.
Bu genç insanlar kendilerininkinden çok daha iyi koşullarda yaşayan kişileri gördükçe umutsuzluğa kapılabilmekte ve suç işlemeye yönelebilmektedirler. çocukların işlediği suçlar üzerinde içinde bulunduğu ortam çok etkilidir.çocuk toplumsal çevrede kabul görmek için suça yönelebilmektedir.
Suçlu Çocuklar
Suçlu çocukların topluma kazandırılması farklı düzeylerde ele alınır ve bunu için çeşitli çalışmalar yürütülür. Önemsiz sayılabilecek bazı suçlarda polisin uyarısı yeterli olabilir. Daha ciddi suç işleyen çocuklar ise, çocuk mahkemelerinde yargılanır. Devlet, suç işleyen çocuklarla ilgilenmek ve onların suçluluğu yaşam biçimi durumuna getirmelerini önlemekle yükümlüdür.
İlk kez suç işleyen çocuklar, çoğunlukla ana babasının ya da velisinin gözetimine bırakılır. Daha ciddi suç işlemesi durumunda ise çocuk bir ıslahevine gönderilir. Günümüzde ıslahevi, başka bir seçenek kalmadığında başvurulan bir yöntemdir. Çünkü buralarda çocuklar bir dayanışma içine girebilir ve birbirlerinin suç işleme eğilimlerini artırabilirler. Bu nedenle mahkemeler, daha yumuşak bir yöntem olan gözetim yolunu benimserler.
131
Çocuk Mahkemeleri
Suç işleyen çocukların davaları, çocuk mahkemeleri denen özel mahkemelerde görülür. Bu mahkemeler, çocukların kendilerine özgü ruhsal yapıları olduğu ve onlara özel bir ilgiyle yaklaşmak gerektiği düşüncesiyle kurulmuştur. İlk çocuk mahkemeleri 1889’da Chicago’da kuruldu. Ülkemizde ise bu konuda 1979’da hazırlanan yasa 1982’de yürürlüğe girdi. Yasanın öngördüğü örgütlenme ancak beş yılda tamamlandı ve ilk çocuk mahkemeleri Ekim 1987’de kurulabildi. Bu mahkemelerde duruşmalar gizli yapılır. Yargılamalarda çocuğun kişiliğinin araştırılması gerekir.
Adalet Bakanlığı Yargı Reformu Stratejisi, bu alandaki uluslar arası belgeler, çocuğun yararı ve hapse son çare olarak başvurma ilkesi doğrultusunda çocuk adaleti sistemini iyileştirmeye yönelik sürekli çabalar öngörmektedir. Çeşitli girişimlere karşın, bu amaca ulaşmak için daha ileri düzeyde duyarlılık ve kapasite, kuruluşlar arası daha gelişkin bir eşgüdüm gerekmektedir. Çocuk mahkemeleri henüz 81 ilin yalnızca 30’unda bulunduğundan çocuk zanlıların önemli bir bölümü bugün de yetişkin mahkemelerinde yargılanmaktadır.
2008 yılında çocuklar için ortalama yargılama süresi 414 gün, ağır ceza söz konusu olduğunda ise 502 gündü. Oysa bu süre yetişkinler için ortalama 258 gündür.
Yargıçların destek ve izleme sistemlerinin etkililiğine fazla güvenleri olmadığından gözaltına alınmaya alternatif yollar fazla denenmemektedir. Bu da çok uzun tutukluluk sürelerine yol açmaktadır. Haziran 2009 itibarıyla tüm ülkede büyük çoğunluğu erkekler olmak üzere toplam 2.721 çocuk özgürlüklerinden yoksundur. Bu çocukların yaklaşık yüzde 90’ının davaları hala sürmektedir. Gözalt koşulları farklılık göstermekte ve çocuklar çoğu kez yetişkin hapishanelerinin çocuk bölümlerinde tutulmaktadır. Gözaltı veya tutukluluk durumları sona erdikten sonra bu çocukların toplumla yeniden bütünleşmelerini sağlayacak mekanizmalarda iyileştirmeler yapılması gerekmektedir. Haziran 2009’da denetim altında bulunan çocukların sayısı 6.207’dir. Bu arada, suç mağduru çocuklar bugün de uzun ve pek hoş olmayan hukuksal ve adli tıpla ilgili
132
işlemlere maruz kalmaktadır. Çocuk yoksulluğunu azaltarak ve ezel olarak güç durumdaki çocukları belirleyip destekleyerek, çocukların suç işlemelerinin önlenmesi için daha çok çaba gösterilmesi gerekmektedir.
KÖHNELEŞMİŞ GELENEKLER
TÖRE CİNAYETLERİ
Daha çok kadınların karşı karşıya bulunduğu bir sorun olarak gündemde tutulan töre cinayetleri, olayların kahramanları bakımından bir gençlik sorunudur. Töre cinayetleri, yanlış geleneklerden ve hatalı dini algılamalardan kaynaklanmaktadır. Bu boyutuyla da, töre cinayetleri ülkemiz açısından kanayan bir toplumsal yaradır.
Yapılan araştırmalara göre; töre cinayetine kurban gidenler 12– 20 yaş arasında, ailenin karşı çıktığı bir ilişkiye giren genç kızlar ile aile zoruyla veya akrabadan kişilerle imam nikâhıyla evlendirilmiş kadınlardan; ‘’Ölüm kararını’’ yerine getirenler ise 18 veya 15 yaşın altındaki erkek çocuklardan oluşmaktadır . Yani genç kızlar töre cinayetine maruz kalarak yaşamlarını yitirmekte; genç erkekler ise töre cinayeti işleyerek katil olmaktadırlar.
ERKEN EVLİLİK ve GENÇ ANNELİK
Ülkelerin olumsuz şartlarından kız çocukları ve kadınlar daha fazla etkilenmektedirler. Eğitim imkânlarından yeterince yararlanamama, erken evlilikler, doğumlar ve beraberinde getirdiği sağlıksız yaşam, ülkemizde özellikle bazı yörelerimizde kız çocuklarının ve kadınların yaşadığı önemli sorunlardır.
2000 yılı Genel Nüfus Sayımı sonuçlarına göre 12–14 yaş grubunda bulunan kız çocuklarının binde 4’ü evli ve bunların da %19’u doğum yapmıştır. 15–19 yaş grubunda bulunan 3,5 milyon kız çocuğunun ise yaklaşık 500 bini evli olup (%13), bunların %50’si çocuk sahibidir.
Eğitim düzeyinin artışı kız çocuklarının ilk evlenme yaşını ge133
ciktirdiği gibi doğurganlığından, sahip olmak istenilen çocuk sayısına, çalışma hayatına katılmasından, elde ettiği gelirin yükselmesine ve kazancını nasıl harcayacağına karar vermesine kadar bir sürü göstergeyi olumlu yönde etkilemektedir.
Ayrıca kız çocuğunun eğitim seviyesinin yükselmesi kendisinde ve zaman içinde ailesinde yarattığı bilinç düzeyinin yükselişi ile evliliğine kendisi karar verebilmektedir. Eğitim seviyesinin artışı ve bir anlamda bunun doğal uzantısı olan çalışma hayatına katılması ile çok eşlilik, evliliğe zorlanma, akraba evliliği, imam nikahı ile evlenme, töre cinayeti gibi istenmeyen olgulardan kendini koruyabilme gücünü bulabilmektedir.
Diğer taraftan sağlık alanında, özellikle üreme sağlığı konusunda çok önemli gelişmeler sağlanmasına rağmen, özellikle kırsal kesimde kadınlar sağlık hizmetlerinden arzu edilen düzeyde yararlanamamaktadır. Ülkemizde her 12 dakikada 1 bebek ve her 12 saatte de bir anne önlenebilir nedenlerden dolayı hayatını kaybetmektedir .
BERDEL
İki aile kızlarının takas yolu ile evlendirilmesi anlamını taşıyor. Daha çok başlık parasını ödememek için yapılan berdel evliliklerinde, 4 insanın kaderi aile kararıyla birbirine bağlanmış oluyor. Berdel ile evlendirilen kadınlardan birinin eşi onu istemezse ya da boşarsa, berdel yapılan diğer kadın eşiyle mutlu olsa bile boşanmak zorunda kalıyor. Berdel yöntemiyle evlenen kadının evden kaçması veya intihar ederek yaşamına son vermesi durumunda ise, karşı aileye ya kızları geri veriliyor ya da iki aile arasındaki dostluğun bozulmaması için başka bir kızları ile evlendiriliyor.
ÇOKGENÇ ve SAĞLIK
Çocukların sağlıklarını koruyabilmesi için onlara gerekli alışkanlıkların kazandırılmasında kuşkusuz ebeveynin rolü çok büyüktür. Bu alışkanlıklardan başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.
134
• Diş fırçalamak
• El – yüz – vücut temizliği
• Doktora gitmek
• Sağlıklı beslenme
• Göz sağlığını koruma
• Spor Çocuğa bu tip alışkanlıkları kazandırmak için ise şunları yapabilirsiniz.
• Kazandırmayı istediğiniz alışkanlıklar konusunda öncelikle model olun. Çocuğunuz, sizin düzenli diş fırçalamanızdan, spor yapmanızdan , beslenme alışkanlıklarınızdan vb. etkilenir.
• Zorlayıcı olmayın. Emir cümleleri kullanmayın. “Eller yıkanacak”, “Tabakta Yemek kalmayacak” vb. gibi.
• Bilimsel verilerden yararlanın. Alışkanlıkların faydaları konusunda “keyifli olduğunuz” paylaşma anlarında sohbet edip, basın yayın organlarını birlikte okuyup, izleyebilirsiniz. Ancak paylaşımlarınız, onun sıkılmasına neden olacak kadar uzun olmamalıdır. Örneğin; sağlıklı besinlerin vücudun hangi işlevlerinde etkili olduğunu belirtebilirsiniz. Süt ve süt ürünlerinin kemikleri geliştirdiğini, boyun uzamasına yardımcı olduğunu, sporun kasları geliştirdiğini, doktora gitmenin,temizliğin hastalıkları önlediğini söyleyebilirsiniz.
• Bu alışkanlıkların, onda yaratacağı belirgin etkiyi somut bir şekilde belirtin. Örneğin; “Dişlerini fırçalamazsan mikroplar onları çürütür” yerine; “Dişlerini fırçaladığında ağzın mis gibi kokuyor” diyerek onu koklayın ve yanağından öpün. Bu yöntemin daha etkili olduğunu göreceksiniz. Aynı şeyi banyo yaptığında veya elini, yüzünü yıkadığında da yapabilirsiniz.
• Alışkanlıkların birden değil, adım adım süreklilik kazanacağını unutmayın.Bu alışkanlıkları pekiştirmek için onu yürekliliğini başkalarıyla karşılaştırmayın. Günden güne, haftadan haftaya bu davranışlarının uygulama sıklığını gözlemleyin, artış varsa bunu belirtin. Örneğin; “Her geçen gün, dişlerine daha fazla özen gösterdiğini fark ediyorum”, “Sağlıklı
135
besinler konusunda daha titizlik gösteriyorsun” vb. ifadelerle onu teşvik edin. Küçük çabalarını fark edip destekleyin.
• “Dişlerini fırçalar mısın?”, “Salata yer misin?”, “Banyo yapacak mısın?” demeniz durumunda çocuk “Hayır” cevabını verebilir; bunun yerine siz de faaliyete katılarak örnek olun ve kararlı ancak yumuşak bir sesle “Haydi dişlerimizi fırçalayalım”, “Salata da çok güzel olmuş, biraz da ondan yiyelim” gibi ifadelerle onun “Hayır” diyebilme olasılığını azaltın.
• Sağlığa ilişkin davranışları çocuğunuza eğlenceli bir şekilde uygulatın. Bu davranışları birlikte uygularken siz de neşeli olun.
• Banyo yaparken su oyuncakları ile oynamasına izin verin.
• Hoş aromalı çocuk diş macunları, çocuklar için üretilen temizlik malzemeleri ve kozmetikler, diş fırçaları gibi çocuğu özendirecek malzemeler alın.
• Ona kendisine ait küçük bir çanta alın. Çantasının içinde tarak, ıslak mendil gibi malzemeler bulundurmasını sağlayın.
Evde yapılacak bu tür basit ama etkili uygulamalar, yuvada da öğretmeninin aynı tip davranışlarıyla pekişecek ve çocuğunuzun kişiliğinde bir davranış özelliği olarak yer alacaktır.
Unutmayınız ki; alışkanlıkların büyük bir oranda gelişimi “Okul öncesi dönemde” sağlanır.
BESLENME ALIŞKANLIKLARI
Tüm gün öğretim yapan okullarda öğle yemeği genellikle tabldot olarak öğrencilere verilmektedir. Bu öpünde çocua günlük ihtiyacının üçte birini karşılayacak şekilde sunulan yemekler düzenlenmelidir. Bazen de çocuk evden, öğle öğününde yiyecelerini getirmektedir. Yatılı okullarda ise genellikle beslenmeye yeterince önem veilmemekte, besin artıkları olmakta, besinler tüketilmemetdir. Aç kalan çocuk ise okul çevresinden besleyici değeri düşük ve sağlıksız yiyecek ve içeceklerle karın doyurmakta, besinlerle geçen hastalık riski artmakta, beslenmenin maliyeti yükselmekte ve dengesiz beslenme ile sonuçlanmaktadır.
136
Okullarda beslnme eğitimi ve rehberliğinin verilmesi okul yönetiminin konuya önem vermesi, yemekverilen okullarda beslenme uzmanı veya diyetisyenlerin görevlendirilmesi, okul yönetiminin kantinlerde yeterli ve dengeli beslenmeye yönelik yiyecek ve içeceklerin satılmasını sağlaması ve denetlemesi önem taşır.
Gelişmiş ülke okullarında öğle yemeği, okul kahvaltısı, ücretsiz süt dağıtımı gibi uygulamalar vardır. Böylece okul çocuklarının yeterli ve dengeli beslenmeleri sağlanmakta ve sağlıklı beslenme alışkanlığı kazandırılmaya çalışılmaktadır. Ülkemizde okul çağı çocuklarında günlük süt ve süt ürünlerinin tüketim çok yetersiz düzeydedir. Halbuki kalsiyum, riboflamin, ve proteininen iyi kaynağı süt ürünleridir.
Çocukların beslenme alışkanlıkları ve problemleri genelde çocuklar evdeyken aile bireylerinin denetiminde bir beslenme sürdürürken, okulda ve oku dışında tek başına kalmakta ve yanlış beslenme alışkanlıkları kazanmaktadır. Sıkça rastlanan bu alışkanlıklar çocuğun, yetersiz ve dengesiz beslenmesine neden olur.
Çocuğun ne miktarda ve hangi tür besinlere ihtiyacının olduğunu bilinmesi, düzensiz besin alımı, doğru olmayan besin seçimi, besinlerin sağlıksız hazırlanması, pişirilmesi ve saklanasında hatalı uygulamalar, okullarda verilen ve yenilen besinlerin uygun olmayışı beslenme sorunlarına neden olmaktadır. Bu sorunların bazıları anemi (kansızlık), şişmanlık veya zayıflık, vitamin yetersizlikleri, basit guatr ve diş çürümeleridir.
Bu yaş çocuğunda karşılaşılan güçlükler de olabilir. Çocukların okula gidip gelme zamanları ayarlanmadığı için çocuğun, özellikle sabah kahvaltısını düzenli yapması güçleşebilir. Bu nedenle, sabahları hiç bir şey yemeden veya simitle okula giden çocuklar vardır. Bazı okullar tam gün eğitim uyguladılarından ya da ek kurslar nedeniyle çocuklar okulda uzun süre aç kalabilirler. Tam gün öğretim gören okullardaki çocuklar öğle yemeklerini ya evde götürdükleri gelişi güzel besinlerle ya da okulun verdiği yemeklerle geçirebilirler
Bazı çocuklar evlerinde de yeterli bir beslenme olanağına sahip de137
ğildir. Okul beslenmesi de buna eklenince yetersiz beslenme belirtileri ortaya çıkmaktadır. Çocuk daha önce düzenli bir beslenme alışkanlığı kazanmadığı için canının istediği şeyi istediği zaman yer, yenilen gıdaların besin değeri yeterli olmayabilir. Çocuğun fiziksel aktivitesi çok az veya çok fazla olabilir. Okul çocuklarına beslenme planlarken bu konuları ele alıp iyice incelenmeli ve ona göre diyet hazırlanmalıdır. Okul çocukları için hazırlanan beslenme programlarının amaçları vardır. Öğrenme çağındaki çocuk öncelikle, temel beslenme ile sağlığın ilişkisini öğrenmelidir. Bu önce annenin daha sonra eğitimcilerin görevidir. Çocuk bunları öğrenince bu hedefler davranışa dönüştürülmeli ve çocuğa yeterli dengeli beslenme alışkanlığı kazandırılmalıdır. Örneğin ; Çeyrek ekmek arasına 2 kibrit kutusu kadar peynir, 1 domates ve ve acı olmayan biber konarak hazırlanır birde meyve veya meyve suyu eklenirse yeterli ve dengeli bir beslenme sağlanmış olabilir. Bu hergün değiştirilerk hazırlanabilir. Bu sandvicin içeriği, 30 kalori, 10 gr protein, B ve C vitaminidir. Aralarda, meyve suyu, süt, ayran kullanılır. Bu çockların günde 2 bardak (400 gr) süt veya ayran, peynir, sütlü, tatlı yemesi gerekir. Okul çocuklarının alışkanlıkları iyi yönde değilse dişlerinde çürükler oluşabilir. Anemi gözlenebilir. Gelişme, anlama güçlüğü, gözlerde bozukluklar saçlarda ve deride sağlıksız belirtiler başlar.
BİREYSEL ve TOPLUMSAL SAĞLIK ALIŞKANLIKLARI
İnsanlar, kendilerini riske sokacak ve sağlıklarını bozacak davranışlarda bulunabilirer. Çünkü sağlıklı seçenekler ya da zararlı alışkanlıklar hakkında yeterli bilgi almamışlar ve davranış değiştirmek için yeterli bilgileri yoktur. Bunun yanında birçok insan sigaranın sağlığa zararlı olduu hakkında bilgiye sahiptir, fakat şiara içmeğe, başlamaktan hiç çekinmez. Zararlı alışkanlığa insanları yönelten çok karmaşık faktörler vardır. Birçok insanda zararlı alışkanlıktan kurtulmak için yardım bekler.
Zararlı alışkanlıkları çekici olarak gösteren reklamlar, “olgunluk ve bağımsız” konularını işleyen görsel media ürünleri de özellikle gençleri hedef alarak yavaş yavaş kötü alışkanlıklar kazandırmayı başarırlar.
138
Adolesan ve gençleri hedef alan birçok kampanyalar, gerektiğinde sporu da reklam aracı olarak kullanırlar. Bu nedenle yanlış mesajlara karşı insanların eğitilmeleri gerekmektedir. Aşırı alkol ve ilaç kullanımı, tehlikeli kimyasal maddeler ve uyuşturucu kullanımı, tehlikeli araç kullanımı ve şiddet unsuru taşıyan sosyal davranışlar sağlığa zararlı davranışlardır. Bu davranışlar hem fert hem de toplum sağlığına zararlıdır.
Sağlığa zararlı alışkanlıklar ruhsal ve bedensel hastalıkların başlıca nedenidir. Hastalıklara neden olmakla kalmayıp ailenin parçalanması, adam öldürme gibi sosyal olaylara da neden olur.
Sağlığa zararlı ve bağımlılık yapan maddeler daima ikinci bir olayı ve kazayı davet eder.Zararlı alışkanlıklara neden olan maddeler belli bir şebekenin gelir kaynağıdır. Bu insanlar ilaç ve uyuşturucu bağımlılarını sömürürler müşterilerini çoğaltmak için eğlence yerlerinde, pazarlama çabalarına girerler
ÇOCUK HASTANELERİ
Çocuklar ve erişkinler arasında anatomik, fizyolojik ve psikolojik açılardan önemli farklar vardır. Çocuklar küçük erişkinler değillerdir. Çocuklar oldukça dinamik ve bir o kadarda kırılgan olabilen organizmalardır. Kimi organ sistemleri, solunum, dolaşım, sinir sistemi gibi fonksiyonel olarak olgunlaşmaya doğumdan sonrada devam etmektedir. Bu gelişim sürecinde olgunlaşmasını devam ettiren organlarla ilgili ortaya çıkabilen olumsuz etkenler bir ömür boyu devam edecek ciddi problemleri de tetikleyebilmektedir. Çağımızda toplumların ortalama yaşam süresini ciddi şekilde etkileyen; Koroner kalp hastalıkları, şeker hastalığı, obezite, hipertansiyon gibi hastalıkların daha anne karnındayken bebeğin maruz kaldığı olumsuz şartlardan dolayı ortaya çıkabildiği gösterilmiştir. Kısacası bebeklik ve çocukluk dönemi her açıdan bireyin geleceği açısından ciddi öneme sahiptir.
Sağlık hizmetleri ve tıbbi araştırmalar konusunda tartışmasız dünyanın en ileri ülkelerinden birisi ABD dir. Bu ülkede çocukluk yaş grubundaki hastalara özel tıbbi hizmet veren “ Çocuk hastaneleri” var139
dır. Bu hastaneler bünyesinde yine oldukça kapsamlı özelliklere sahip araştırma merkezleri mevcuttur. Bu araştırma merkezlerinde yapılan araştırmalar halen modern tıbbi uygulamaların temelini oluşturmaktadır. “Boston, Cincinnati, Texas, Philadelphia, Pittsburgh, St. Jude, Johns Hopkins” gibi çocuk hastaneleri çocuk sağlığı konusunda hizmet veren önemli hastanelerdir.
Malasef ülkemizde bu hastanelerin standartlarında hizmet verebilen sağlık merkezi mevcut değildir. Ülkemiz de sağlık eğitimini tamamlamış ve halen bu saydığımız hastanelerde klinik ve araştırmacın olarak çalışan ve başarılı çalışmalara imza atan bir çok bilim insanı vardır. Dolayısı ile ülkemizdeki sağlık eğitimi sağlık çalışanlarının bilimsel kalitesi açısından bu standartları yakalamaya potansiyel olarak hazırdır. Fakat hastanelein yapısal organizasyonları ve donanımları açısından maalesef bu rekabete hazır görünmemektedir.
Bütün bu söylenenler ışığında ülkemizde de ABD’deki gibi hem klinik hem araştırma ve sağlık eğitim konusunda hizmet verebilen, modern tedavi yöntemleri konusunda tüm dünya tıbbına önderlik yapabilen “Çocuk Hastanelerine” ihtiyaç vardır.
ÖZEL STATÜDEKİ ÇOKGENÇLER
ENGELLİLER
Doğum, kazalar ve hastalıkların neden olduğu beden, ruh ve zihinleri ile ilgili özre sahip gençlerin problemleri, özel önem taşımaktadır. Halen gençliğimizin %8 ‘inde çeşitli özürlerin bulunduğu kabul edilmektedir. 12–24 yaş grubunu oluşturan özürlü gençlerin ancak % 2’si özel eğitim hizmetlerinden faydalanmaktadır . Bununla birlikte özürlüler iş yaşamında ve sosyal yaşamda yeteri kadar yer alamamaktadırlar.
Engelli çocukların hakları: Çocuk Haklarına dair Sözleşme “zihinsel ya da bedensel engelli çocukların “saygınlıklarını güvence altına alan, özgüvenlerini geliştiren ve toplumsal yaşama etkin biçimde katılmalarını kolaylaştıran şartlar altında eksiksiz bir yaşama” hakkı olduğunu”
140
belirtmektedir. Engelli çocuklar, diğer çocuklarla aynı haklara sahip olmalarının yanı sıra, Sözleşme’nin 23’üncü maddesine göre özel bakımdan yararlanırlar. Burada gözetilen husus şöyledir: “engelli çocuğun eğitimi, meslek eğitimi, tıbbi bakım hizmetleri, rehabilitasyon hizmetleri, meslek hazırlık programları ve dinlenme/eğlenme olanaklarından etkin olarak yararlanmasını sağlamak üzere düzenlenir ve çocuğun en eksiksiz biçimde toplumla bütünleşmesi yanında, kültürel ve ruhsal yönü dahil bireysel gelişmesini gerçekleştirme amacını güder.” Bakım, mümkün olan her durumda ücretsiz olarak sağlanır.
Türkiye’de engelli yetişkinler ve çocuklar: Türkiye İstatistikKurumu (Türkstat) tarafından 2002 yılında yapılan ülke çapındaki bir araştırmaya göre Türkiye nüfusunun yüzde 2.58’i engellidir. En yaygın engellilik biçimi ortopedik engelliliktir ve bu durum nüfusun yüzde 1,25’ini etkilemektedir. Ortopedik sorunların ardından görme bozuklukları (yüzde 0,60), zihinsel engellilik (yüzde 0,48), konuşma bozuklukları (yüzde 0,38) ve işitme bozuklukları (yüzde 0,37) gelmektedir. Bu engellilik durumlarının hepsi erkekler arasında, kırsal alanlarda ve Karadeniz bölgesinde en yaygın durumdadır. Çocuklar, engelli nüfus içinde önemli bir orana sahiptir. Türkstat araştırmasına göre 2002 yılı itibariyle 0-9 yaş grubundaki çocukların yüzde 1,54’ü ve 10-19 yaş grubundakilerin yüzde 1,96’sı bir şekilde engellidir. Bu oranlar, erkek çocuklar söz konusu olduğunda yüzde 1,70 ve yüzde 2,26 ile daha yüksektir. Verilen sayılara kronik hastalar dahil değildir. Türkstat’a göre 0-9 yaş grubundan çocukların yüzde 2,60’ı ve 10-19 yaş grubundan çocukların yüzde 2,67’si kronik hastadır. Engellilik durumlarının ve kronik hastalıkların sıklığı kısmen de olsa yakın akraba evliliklerinin sonucu olabilir.
ÜSTÜN YETENEKLİLER
Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği ve bu alanda araştırma yapan pek çok araştırmacının da benimsediği tanıma göre üstün zekâlılar, geçerli ve güvenilir zekâ testlerinde sürekli olarak 130 ve daha yukarı zekâ bölümü (IQ) sağlayan kişilerdir.
141
Üstün zekâlı çocuk, özel akademik alanlarda veya zekâ, yaratıcılık, sanat ve liderlik kapasitesi yönüyle yaşıtlarına göre yüksek düzeyde performans gösteren ve bu tür yeteneklerini geliştirmek için okul tarafından sağlanamayan hizmet veya faaliyetlere gereksinim duyan çocuktur.
Üstün yeteneklilik, insanın dört temel özelliği arasındaki etkileşimden oluşur. Üstün zekâlılarda, yüksek düzeyde bulunan bu temel özellikler;
Ortalamanın üstünde yetenek düzeyi, Yüksek düzeyde görev sorumluluğu, Yüksek düzeyde yaratıcılık,
Yüksek düzeyde motivasyondur.
Üstün zekâlı çocuklar, genellikle, kendi takvim yaşına ait gelişimsel standartlara uygun gelişme göstermezler. Onlar, yaşıtlarının ilgi duyduğu oyunlardan daha gelişmiş oyunlarla ilgilenirler ve genellikle eğitim alanında yaşıtlarından daha ileridedirler.
Üstün yeteneklilik, bir veya birkaç alanda kendini gösterir: Yüksek seviyede akademik başarı veya bir alanda (matematik, fen, edebiyat, yabancı dil, iletişim vb.) üstün yetenek,
Bir sanat alanında (müzik, resim, drama, v.b.) özel yetenek, Liderlik kapasitesi,
Pratik zekâlılık, Yaratıcılık, Genel zekâ, Fiziksel yetenek.
Üstün zekâlı çocukların bazıları, akademik alan başta olmak üzere pek çok alanda üstün veya özel yetenekli olurlarken bazıları ise sadece bir alanda üstün ve özel yeteneğe sahip olabilirler. Çeşitli araştırmaların ortak bulgularına göre üstün zekâlı çocukların genel özelliklerini aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür.
Üstün zekâlı çocuklar, doğumdan itibaren farklı bir gelişim düzeyine sahiptirler. Diğer bebeklerden daha fazla vücut ağırlığı ve boy uzunluğuna sahip olarak doğarlar. Bebeklik çağından itibaren doğal gereksinimlerini kontrol etmeyi öğrendikleri gibi, fiziksel dengelerini de diğer bebeklere oranla, çok daha erken ve çok daha kolay sağlayabilirler. Konuşmaya ve yürümeye erken başlamak, bu özellikteki çocukların tanılanmasında, önemli bir etkendir.
142
Üstün zekâlı çocukların bedensel ölçüleri, ortalamanın üzerindedir. Akranlarına oranla daha uzun boylu, daha güçlü, daha sağlıklı ve kas kontrolü daha güçlüdür.
Üstün zekâlı çocuklar, sınıfındaki diğer arkadaşlarına göre, yaşça daha küçüktürler; ancak kendilerinden yapması beklenen faaliyetlerden daha ileri düzeyde ve daha güç çalışmaları yapabilecek yeterliktedirler.
Üstün zekâlı çocuklar, belli bir birikimle okula başlarlar. Bunda doğuştan getirdikleri zekâ gücünün, çocuğun ailesi ile içinde yaşadığı çevrenin ve okul öncesi dönemdeki deneyimlerinin etkisi büyüktür.
Genelde, okuma-yazmayı okula başlamadan önce öğrenirler. Atlas, ansiklopedi, sözlük gibi başvuru kitapları da ilgi alanları içine girer. Her türden ve her konudan kitap okumaktan ve çeşitli deneyler yapmaktan hoşlanırlar.
Üstün zekâlı çocuklar, çevreye karşı aşırı ilgi duyar ve sürekli soru sorarlar. Bunun nedeni, üstün zekâlı çocukların, kimsenin dikkatini çekmeyen ayrıntıların üzerinde fazlaca durmaları ve bunları öğrenmek istemeleridir.
Üstün zekâlı çocuklar, olayların nedenleri ve etkileri üzerinde çalışmaktan hoşlandıkları için dikkatlerini bu yönde yoğunlaştırırlar.
Üstün zekâlı çocukların çevrelerine karşı aşırı ilgi duymaları, beraberinde güçlü bir gözlem ve mantık yürütme gücüne sahip olmayı gerektirir. Bu çocuklar, aralarında ilişki yok gibi gözüken olaylar arasındaki bağlantıyı çok çabuk kurarlar ve verilen ipuçlarından genelleme yaparlar.
Üstün zihinsel yetenek, süreklidir. Üstün zeka veya özel yeteneklere sahip bir çocuk, yetişkin olduğu zaman da bu özelliğini sürdürecektir.
Üstün zekâlı çocukların fiziksel ve zihinsel enerjileri yüksektir; onlar, bu enerjilerini, çalışmalarında kullanmaktan haz duyarlar.
Üstün zekâlı çocuklar, yeni karşılaştığı bir konuyu kavramakta ve konunun mantığını anlamakta gecikmez ve güçlük çekmez.
Üstün zekâlı çocuklar, dikkatlerini bir konu üzerinde uzun süre yoğunlaştırabilirler. Bunun nedeni üstün zekâlı çocukların, isteklerine u143
laşmada, güçlü bir iradeye sahip olmalarıdır.
Üstün zekâlı çocukların kelime hazineleri geniştir ve sahip oldukları bu hazineyi, yerli yerinde kullanmayı severler.
Üstün zekâlı bazı çocukların yazıları güzel değildir ve yazılı değerlendirmelerde başarılı olamadıkları gözlenmiştir. Bununla beraber, olayları farklı açılardan görüp değerlendirirler ve farklı, orijinal fikirlere sahiptirler.
Üstün zekâlı çocuklar, sınıftaki diğer arkadaşlarına oranla, daha yüksek akademik yeteneğe sahip olmalarına rağmen, diğerlerini küçük görme, kendini beğenme gibi olumsuz davranışlar sergilemezler.
Üstün zekâlı çocuklar, kıvrak zekâya sahip, hareketli ve sürekli yaratıcı faaliyetlerde bulunmayı seven çocuklardır.
Sosyal liderlik özelliği gelişen üstün zekâlı çocuklar, faaliyetin planlanması, grubun yönetilmesi ve faaliyet organizasyonu gibi işlerde, belirgin olarak öne çıkarlar. Kendi koydukları kuralların geçerli olmasını ve bu kurallara uyulmasını isterler. Bu özellikteki çocuklar, koymuş olduğu kurallara uyulmadığı takdirde huzursuzlaşarak tepkilerini çeşitli şekillerde ortaya koyarlar.
Üstün zekâlı çocuklar, genelde kendilerinden büyük çocuklarla ve yetişkinlerle birlikte olmaktan hoşlanırlar. Bunun nedeni, onların mükemmel bir düş gücüne sahip olmaları, kendilerine sorulan sorulara mantıklı olarak cevap vermeleri ve tercih ettikleri oyunlarla ilgi alanlarının yaşlarının üstünde olmasıdır.
Üstün zekâlı çocuklar, diğer çocuklara oranla uykuya daha az gereksinim duyarlar. Ebeveynler, çocuktan belli saatlerde uyumasını isteyebilirler; fakat çocuk uyumaktansa, oyuncaklarıyla oynamayı veya kitaplarla ilgilenmeyi tercih edecektir.
Üstün zekâlı çocuklar, kendi gereksinimlerinin olduğu kadar, diğer insanların gereksinimlerinin de farkındadırlar; sosyal gelişim düzeylerinin yüksek olmasından dolayı, diğer insanlarla bir arada bulunmaktan ve onların sorunlarını paylaşmaktan zevk alırlar.
Üstün zekâlı bazı çocuklar, aile içinde ve okuldaki çevresiyle uyumlu
144
ilişki kurabilmek için, sadece kendilerinden isteneni ve bekleneni yerine getirmekle yetinirler; sahip oldukları gerçek yeteneklerini gösteremezler.
Üstün zekâlı çocuklar, kendilerini eleştirel gözle incelerler ve acımasızca eleştirebilirler; çünkü bu çocuklar, kendilerini çok iyi tanıdıkları gibi avantaj ve dezavantaj sayılabilecek özelliklerinin de farkındadırlar.
SOKAK ÇOCUKLARI
Tiner ve bali gibi bağımlılık yaratıcı maddelerin kullanımı büyük kentlerde sorun olmaya devam etmektedir ve burada söz konusu olanlar genellikle sokakta yaşayan ve çalışan çocuklardır. Sokaklarda yaşayıp 2004 ve 2006 döneminde Sosyal
Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) hizmetleriyle ulaşılan çocukların yaklaşık yarısının madde kullandığı belirlenmiştir. Bu nedenle, sokaklarda yaşayan çocuklar genellikle ‘tinerci’ olarak tanımlanmakta, tehlikeli veya anti-sosyal sayılmaktadır. Çoğu büyük kentlerde olmak üzere sokakta yaşayan binlerce çocuğun varlığı, 1990’ların ikinci yarısında ve 2000’li yılların başında kamuyu ilgilendiren bir sorun haline gelmiş, 2004-2005 döneminde de bu konuda bir meclis komisyonu araştırması yapılmıştır. Görüldüğü kadarıyla sorun yoksulluk, iç göç ve kimi durumlarda da aile içi şiddet veya evdeki ve okuldaki kimi sorunlarla ilgilidir. 2005 yılından başlayarak, STK’ların çalışmalarının yanı sıra, SHÇEK eşgüdümündeki yeni bir hizmet modeli kapsamında bu çocuklara destek ve rehabilitasyon hizmetleri sağlanmaktadır. Bugünkü durumun belirlenmesi içinse objektif bir araştırmaya gerek vardır.
KAYIP ÇOCUKLAR
Küresel ve ulusal veriler: Her yıl bütün dünyada yüz binlerce çocuk kaçırılmakta, evden kaçmakta veya savaşlardan felaketlere ve aileleri tarafından satılmaya varan başka nedenlerle ailelerinden ayrılmaktadır. Bazı çocukların kayıp oldukları bildirilmekte ve nerede oldukları hızlı bir biçimde belirlenmekte, çocuklar ailelerinin yanına geri getirilmekte veya bakım altına alınmaktadır. Ancak başka pek çok çocuk – kayıp olduğu
145
bildirilmiş olsun ya da olmasın kendilerini seks işçiliğinin, dilenciliğin, ya da çocuk işçiliğinin başka biçimlerinin, silahlı çatışmaların, terörizmin veya suçun içinde bulmakta ya da zengin ülkelerdeki alıcılar tarafından “evlat edinilmektedir.” Çocukların kaybolması ve çocuk ticareti yalnızca Afrika ve Asya’da değil, gelişmiş ülkelerde ve Türkiye’ye daha yakın bölgelerde de –örneğin Balkanlar gerçekleşmektedir. Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı 2008’de Türkiye’deki kayıp çocuklar hakkında medyada yazılanlara cevaben bu konudaki ilk ulusal ölçekteki araştırmayı yapmıştır. Bu araştırma 2007’de kayıp olduğu bildirilen 7.183 çocuğun büyük bölümünün o yıl içerisinde bulunduğunu, ancak 833 tanesinin (bunlardan 253’ü İstanbul’dadır) bulunamadığını ortaya koymuştur. Rapor, bu rakamın yalnızca kayboldukları idari makamlara bildirilmiş çocukları kapsadığını ve gerçek rakamın daha yüksek olabileceğini belirtmiştir. Kayıp vakaları yaşa ve cinsiyete göre ayrıştırılmamıştır.
Rakamlardaki artış, bazı illerde veya ülke düzeyinde istatistik toplama çabalarındaki artıştan kaynaklanmış olabilir.
ÇALIŞAN ÇOKGENÇLER
Çalışan çocuk sayısı toplumsal eğilimlere, zorunlu okul çağının uzamasına ve mücadele programlarına bağlı olarak önemli bir azalma göstermiştir. Böyle olsa da, 2006 yılında 6-14 yaş grubunda 320.000, 15-17 yaş grubunda da 638.000 çalışan çocuk bulunmaktaydı. Başta kızlar olmak üzere yoğun ev işleri yapan çocuklar bu sayıya dahil değildir. Dahası, sokaklarda çalışma ve mevsimlik tarım işçiliği gibi çocuk işçiliğinin en kötü biçimleri halen sürmektedir. Bu işlerde çalışan çocuklar okullarından geri kalabilmekte, boş zaman ve toplumsallaşma imkânları bulamayabilmektedir. Söz konusu çocukların gelecekleri de tehlikeye düşmekte ve çocuklar kötü beslenmeden hastalıklara, kazalara, şiddet eğilimlerine, sokak yaşamına veya suça karışmaya kadar uzanan çeşitli risklerle karşılaşmaktadır. Çocuk işçiliğinin nedenleri arasında yoksulluk, sosyoekonomik ve kültürel etmenlerle birlikte yasalardaki ve denetimlerdeki boşluklar yer almaktadır. 2008 yılında, çocuk işçiliğinin
146
en kötü biçimlerini 2015 yılına kadar ortadan kaldırmayı amaçlayan ülke ölçeğinde çok sektörlü bir strateji, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Çocuk İşçiliği bölümü liderliğinde geliştirilmiştir. Strateji, sokaklarda çalışan çocuklar; küçük ve orta büyüklükteki işletmelerde tehlikeli ve ağır işler yapanlar ve mevsimlik tarım işlerinde gezici olarak çalışan çocuklara odaklanmaktadır.
ÇOKGENÇ KLUBLERİ GENÇLİK KATILIMI
Gençlik Katılımı, gençlerin yaşamlarını etkileyecek kararlarda yer almaları sürecidir. Bu süreç, eğitim, sağlık, yerleşim, istihdam ve demokratik katılım gibi alanları içermektedir . Gençliğin siyasal katılımının 1980’den günümüze değin daralan bir seyir izlediği görülmektedir. Tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de geçler büyük bir depolitizasyon süreci yaşamaktadır. Yapılan araştırmalar göstermektedir ki; gençlerin çok büyük bir bölümü siyaset kurumuna güvenmemekte; bir siyasi partiye üye olmamakta ve siyasi faaliyetlere katılmamaktadır . Gençlerin gerçekleştirdikleri en önemli siyasal katılım faaliyeti seçimlerde oy vermekten ibarettir. Esasında bu siyasal davranış bile olabildiğince düşük seviyede gerçekleşmektedir. Yapılan araştırmalarda, gençlerin ancak yaklaşık % 60’ının seçimlerde bir siyasi partiye oy verdikleri görülmektedir Gençlik katılımı ile ilgili olarak ifade edilebilecek ikinci alan ise Sivil Toplum Kuruluşları (STK)’dır. Son yıllarda gençlerin bir bölümü –özellikle yüksek öğretim gençliğiSTK’larda gönüllü olarak yer almakta; sosyal, kültürel ve çevresel konulardaki çalışmalara katılmaktadırlar. Yetersiz düzeyde seyreden bu katılım biçimini de; aynı zamanda gençlerin kendileri ile ilgili kararlarda etkin olmalarını sağlayan bir katılım biçimi olarak ifade etmek mümkün değildir.
Gençler için ulusal ölçekli bir katılım mekanizması olacağı öngörülen ve Ülkemizin Avrupa Birliği’ne üyelik süreci ile birlikte gündeme gelen Ulusal Gençlik Konseyi (UGK) ise uzun 2000 yılından bu yana kurulabilmiş değildir. Bununla birlikte, UGK’ nın kuruluşu ile ilgili olarak bir model ve yöntem birliğinden söz etmek de söz konusu değildir.
147
Gecikmiş olmakla beraber 2004 yılı başlarında ulusal gençlik konseyi oluşturma doğrultusunda girişimler hız kazanmıştır. UGK’ nın oluşturulması konusunda iki farlı yaklaşım görülmektedir. Girişimlerden birisi Ankara’da bulunan bir grup gençlik sivil toplum örgütü tarafından başlatılmıştır. Bu girişim giderek genişlemiş, amaç ve ilkeler konusunun ele alındığı birinci ulusal toplantısını Samsun’da, örgütlenme şemasının ele alındığı ikinci ulusal toplantısını Eskişehir’de gerçekleştirmiştir. Eskişehir Toplantısı sonucunda ulusal toplantılarda görüş ve önerilere açık olan ilke kararlarının yer aldığı “Sonuç Bildirgesi” kabul edilmiştir .
Konseyin kurulmasına ilişkin ikinci yaklaşım Yerel Gündem 21 Ulusal Gençlik Parlamentosu’nca ortaya konmaktadır. Habitat ve Gündem 21 Gençlik Derneğince, Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği – Doğu Akdeniz ve Ortadoğu Bölge Teşkilatı’nın (IULA EMME) uygulayıcı kuruluşu olduğu Türkiye Yerel Gündem 21 Programı kapsamında, 1997 yılından bu yana 70’e yakın ilde yerel gençlik meclisleri ve yerel gençlik evleri çalışmaları gerçekleştirmiştir. Program kapsamında oluşturulan bu gençlik platformları kendi aralarında Yerel Gündem 21 Ulusal Gençlik Parlamentosu adıyla ulusal bir ağ kurmuştur. Bu oluşumun taraftarları, gençlik politikalarının belirlenmesinde ve uygulanmasında gücünü yerel gençlik platformlarından alan Türkiye Ulusal Gençlik Konseyine giden yolda Yerel Gündem 21 Ulusal Gençlik Parlamentosu’nun bir temel teşkil ettiğini düşünmektedirler. 2003 yılında Eskişehir’de gerçekleştirilen “Yerel Gündem Gençlik Parlamentosu Strateji Geliştirme Toplantısı”nda “Ankara merkezli yürütülen” ulusal gençlik konseyi çalışmalarını demokratik bir yaklaşım olarak görülmediği ve Ulusal Gençlik Konseyi gibi tüm gençliği temsil eden bir temsili kuruluşun oluşumu için yerel platformların olmazsa olmaz bir koşul” olduğu belirilmiştir. Aynı zamanda Yerel Gündem 21 Ulusal Gençlik Parlamentosu’nun da UGK’ nın temelini oluşturacağı ifade etmiştir
. Gençlik alanında çalışan gönüllü kişi ve kuruluşların dahi, gençlik sorunlarının çözümü odaklı ortak bir paydada birleşememeleri; gençlik sorunlarının çözümü için bütüncül politikalar üretilmesinde ve
148
sorunların çözümünde en önemli engellerden biridir. Gençlerin diğer paydaşlarla eşit olarak ve zaman içinde süreklilik gösterecek şekilde karar alma süreçlerine katılımının sağlanması, tüm dünyadaki gençlik politikalarının temelinde yer alan prensip. Kalkınma ve gelişmeyi ‘bireylerin ve toplumların güçlenmesi, daha dolu ve üretken yaşamlar sürebilmeleri ve korunmasızlıklarının azaltılması süreçleri’ olarak tanımladığımızda, gençlerin temel paydaşı olduğu bu süreçlerin de katılımla yakından ilgili olduğu ortaya çıkıyor.
(UNICEF, 2003)
Katılım aynı zamanda gençlerin birey olarak toplumda var olma, aidiyet ve kimliklerini oluşturma, kendi ihtiyaçlarını belirleyebilme, ihtiyaçlarıyla ilgili haklarını savunabilme ve kendileri için mevcut hak çemberini genişletmelerinin de temel koşullarından biri. (Kurtaran, Nemutlu ve Yentürk, 2006)(Gençlik ve Birleşmiş Milletler, 2007) Gençlerin katılımı ile kurulacak kuşaklar arası iletişim, toplumun tamamı için fayda sağlayacağı gibi, gençlik katılımı karar alma süreçlerinin daha demokratik ve hak temelli işlemesini sağlayacak temel bir unsur. (Avrupa Gençlik Forumu, 2004)
ÇOKGENÇ YETERLİLİK SERTİFİKASI
Oluşturulacak veri destekli kurullarca çocuğa yönelik ürün ve hizmetlerin hem denetimini sağlayacak şekilde hem de kriterleri belirlenmiş noktada teşvik edici mahiyette standartlık belgesi verilmesi sağlanacaktır.
LİSANSLI MARKASI
Markalaşma çocuktan başlar. Milli markalar uluslar arası arenalarda ülkemizin işlerlik değerini belirler. Maddi ve manevi zenginlik alametlerini taşır. Bu maksatla çocuklar üzerinde odaklanmış milli ve uluslararası marka yapmak stratejisinde olmalıyız.
149
ÇOCUK VAKIF VE DERNEKLER,
ÇOCUK MEDYASI TV, RADYO, DERGİ, YAYINEVİ,
Ülkemizde yayın yapan ulusal bazda 22 adet tv istasyonu bulunmaktadır. Bunların yaydığı frekansların ne kadar milli olduğu ise malum. Ya da yayınevlerimiz ısrarla batılı imza sahiplerinin kitaplarını yaymaktalar. Çocuk edebiyatının teşviki şarttır.
ÇOCUK EĞİTİM KURUMLARI, ÇOCUK MARKALARI,
GIDA-OYUNCAK-KIRTASİYE-GİYİM,
MEVCUT GENÇLİĞE ÖZGÜ KAMU HİZMETLERİ
Anayasamızın 58. maddesi uyarınca “Devlet, istiklal ve cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müspet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda ve devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirler alır. Devlet, gençlerin alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri almakla” yükümlüdür. Ülkemizde, gençlik hizmetleri Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’ne bağlı Gençlik Hizmetleri Daire Başkanlığı tarafından yürütülmektedir. Gençlik Hizmetleri Daire Başkanlığı, Gençlik Merkezleri, Gençlik Kampları, Kutlamalar Ve Kültürel Faaliyetler, Gençlik Kuruluşları, Gençlik Araştırma, Rehberlik Danışma ve Uluslararası İlişkiler Şube Müdürlüğü şeklinde örgütlenmiştir . İller de ise, Gençlik Spor İl Müdürlüklerine bağlı Gençlik Merkezleri bulunmaktadır. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün daha çok spor odaklı olarak yapılanması bu konudaki önemli sorunların başında gelmektedir. Bu konudaki bir başka önemli sorun ise, bu hizmetlerin tabana yayılamaması ile ilgilidir. Gençlik Hizmetleri Daire Başkanlığı’nın aktiviteleri büyük ölçüde merkezi düzeyde kalmakta; Gençlik Merkezlerinin faaliyetlerinden ise, daha çok kentte yaşayan ve eğitim kültür seviyesi görece daha yüksek olan gençler yararlanabilmektedir.
150
SONUÇ:
TÜRKİYE KALKINMA POLİTİKASI İÇİNDE GENÇLER
Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de gençler ulusal kalkınma ve büyümenin önemli bir unsuru olarak ele alınmalılar. Türkiye’nin sahip olduğu genç nüfustan kaynaklanan demografik fırsat penceresini doğru kullanabilmesi, ülkenin kalkınma hedeflerine ulaşmasının da ön koşulunu oluşturuyor. (UNDP, 2008) Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin 2007-2013 yıllarını kapsayan 9. Kalkınma Planı, ülkenin sahip olduğu genç nüfusu bir sinerji ve canlılık kaynağı olarak nitelendiriyor. Gençlik konusunu genel olarak gençlik istihdamı temelinde vurgulamakla beraber, gençlerin sosyal uyumuna da kısaca değiniyor. Plan, giderek hızlanan değişim sürecinin aile ve toplum içi kültürel ve sosyal ilişkilere olumsuz etkisine değiniyor. Bununla beraber, iletişim olanaklarındaki artış ve sivil toplum kuruluşlarının gelişmesi ise, gençlerin kendileri ile ilgili taleplerini ifade edebilmeleri açısından olumlu gelişmeler olarak belirtiliyor. Plan çerçevesinde iç göçe maruz kalan gençlerin karşılaştıkları sorunlar özel olarak ele alınmasa da kırsal alandan kente göçün yarattığı sorunlar kentsel altyapı, yoksulluk ve kültürel hayata katılım temelinde tartışılıyor. Plan, yoğun göç baskısı yaşayan kentlerde sosyal uyuma yönelik çalışmalar yapılmasını ve sosyal altyapı iyileştirmelerini taahhüt ediyor. Bunların yanı sıra, gençlerin aileleriyle ve toplumla iletişimlerini daha sağlıklı hale getirecek özgüvenlerini geliştirecek, yaşadıkları topluma aidiyet duygusu ve duyarlılıklarını artıracak, karar alma süreçlerine katılımlarını sağlayacak tedbirlerin alınacağı belirtiliyor.
151
ÇOCUK VE GENÇLİK
STRATEJİLERİ
-MANKURTLAŞMANIN AMENTÜSÜ-
Suriye ile savaş mı? PKK ile mi yoksa? Sokakları işgal eden ahlaksızlığa ne buyurursunuz? Bonzai, Ensest, LBGT!
Oluşan karşı cepheden haberdar mıyız? Vatikan yalnızca bir teolog makamı mı? Bir çırpıda yüzbinlerce soru sorabilirim. Cevabınız hazır mı asıl soruya; musalladan sonra! Yoksa muhteşem sülümanın cariyeleri ile ilgili gazve daha mı cazibeli?
Animez tv
Baby First
Baby TV
Cartoon Network
Disney Channel
Disney Junior
Disney XD
Duck TV
JOJO
KidsCoşı
Kidz TV
Luli
Minika ÇOCUK
Minika GO
Nickelodeon
Nickelodeon HD
Nick Jr.
152
Planet Çocuk
Smart Çocuk
TRT Çocuk
Yumurcak TV...
ÜLKEMİZDE çocuklarımızı emanet ettiğimiz TV kanalları...Çoğu yabancı kanallar...kanal kurmaktalar, kendi kültürlerine Müslüman Türk çocuğunu kanalize etmek için...Yerliler mi? Tamamen yersizler...
Maarif?! ve marifetli dershaneler!
...
Sahi çocuklarımızı kim yetiştiriyor?
Ya da bu çocuklar kimin?
...
Adem varlık alanına sorumlu bir şahsiyetve yaratılmışların şereflisi olarak olarak sürüldüğünde, yanı başında‘sükun bulması’ için yaratılan eşini buldu.
Meleklerin secdesi ile değerleri alemlere duyurulan bu aileye cennet mekanı ve tek istisna ile sınırsız nimetler sunuldu.
Adem ve eşi sonsuzluk/doymazlık histerilerine kapılıp ‘yasak ağaca’ yaklaşınca ‘inin oradan’ (ihbitu) uyarısı/cezası ile mekan değişikliğine uğratıldılar.
Yeryüzünde şaşkın birer sürgün olarak dolaşırlarken vahyin klavuzluğu ile ikinci kez yerleşikliği öğrendiler.
İnsanlığın ilk adresinde meskun hayatı başlattılar.
Dağların ve taşların yabaniliğinden, denizlerin ve çöllerin ilkelliğinden eşyanın isimlerini öğrenerek fıtrata paralel davranışlar geliştirdiler.
Ateş yakmayı, düğüm atmayı, sayı saymayı, toprağı eşmeyi öğrendiler.
“Baharın, yazın, güzün, kışın sırrına erdiler.
Cennetten yeryüzüne gölgeler düşürdüler.”
Rablerinden aldıkları kelimeler ile eşyaya şekiller vermek ve eşyayı kullanmak gibi pratik ihtiyaçların ötesinde eşya ile bir, mana dili de ge153
liştirdiler.
Eşyanın bir amaca mebni tasarrufundan kaynaklanan bu ontolojik dil ete ve kemiğe bürünüp zamana ve mekana yayılınca da ‘şehir’ oldu.
İnsan şehir adlı beşiğin kaldırımlarında emekleyen bir bebek; şehir ise insanın kucağında ninniler ile büyüyen bir insan oldu.
İnsanın kadim yürüyüşü devam ettikçe şehirler isimsiz okullar gibi insanlar yetiştirdi, gökten yere yıldızlar buyur etti, medeniyetler biriktirdi.
İnsan kendisine okul olacak şehirler kurdu; şehirler kendisine mimar olacak insanlar yetiştirdi.
Şehirde farklı tarzı, davranışı, algısı ve aklı ile örnekler çoğaldıkça çoğaldı.
Şehirler toplumsallaşmanın araçları olarak bir çağdan bir çağa nesiller yaratırken insan teki de hem cinslerinin arasında duyguyu, düşünceyi, eylemi öğrendi.
Şehir akademiler, mektepler, medreseler ile insana bağrını açtı; insan ise bir gözü ile şehrin mürekkebini yudumlarken diğer gözü ile şehrin ana arterlerinden kılcallarına mürekkep taşıdı.
İnsan şehir üzerinden mensubiyet şuuruna ait güven dalgaları ile aklını ve kalbini olgunlaştırdı.
Şehir üzerinden şubeleşen, farklılaşan, rengarenkleşen insan, şehrin yollarından başka şehirlere yollar tüketti.
Bazen şehirlerden şehrine, heybesinde hayat yüklü kelimeler ile bazen de kılıcında kan lekeleri, yüzünde yabancı çizgiler, ağzında elfaz-ı küfr döndü.
Şehir onu besliyor o şehri besliyordu.
İnsan yasak ağacı yoklayıp ayıp yerleri ile ulu orta yerde dolandıkça şehir yapraklarını bedenine doluyor; ona bir biçem, bir içerik kazandırıyordu.
Şehir insana takva elbiseleri giydiriyor, süs kazandırıyor ya da şehir insanın elbiselerini sıyırıp çirkin yerlerini göstererek cennetten uzaklaş154
tıran belalar veriyordu.
İnsan kah İbrahim ve İsmail oluyor, Kabe’nin duvarlarını yükseltiyor, ziraatsiz ölü bir vadiye şehir tadında can suyu akıtıyordu; kah fil ordularının sahibi oluyor, ya da Haccac oluyor Kabe’yi, kutsal şehri yağmalıyor, bombalıyordu.
An oldu şehre uzak kaldı insan ya da şehirden uzaklaştırıldı. Sanki irfan ve hikmet yüklü bulutlar çekiliyor da üzerinden kupkuru dudakları kalbinden ve ruhundan akıp yüzünde birikiyordu.
İlahi ruh dokununca çarşısına, mabedlerine ve sokaklarına, barış ve esenlik yurduna dönüşüyor, aziz bir belde oluyordu şehir.
İblis ve karanlığı kollayan fesad şebekesi dolduğunda ise bulvarlarına şehrin, kan kokuyordu buhur yerine geceler, dikenli fısıltılar akıyordu çatılarından çok katlı evlerin.
Şehir insanın yeteneklerini sunduğu bir platformdur, sahnedir. Mağaradan gölgeler yansır bazen şehrin perdelerine. Bazen sicim suretinde gözyaşları ıslatır şehrin elbiselerini, dekorunu. Bazen de onurlu okuyucular doluşur orta yerine zamanın ve ‘Ve La Ğalibe İlla Allah’ derler.
Bir köşesinde şehrin günah çukurları ve arkaik zebunlar; diğer köşesinde şehrin gülden terazi tutan ve gülü gülle tartan gül adamlar vardır.
Camilerinde şehadetleri dinin temeli ezanlar, gökdelenlerinde ise kibrin ve tuğyanın silüetleri.
Şehirler de insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler. Göğsünde arzın derin nefesler ile vücut bulurlar. Yekinir yer tutarlar; tezler geliştirir, fırtınalar koparırlar; bağrından cemiyetin adam suretinde adanmışlar büyütür sonra da her canlı gibi ölürler.
Şehirler yaşlanırlar; amansız beden sancılarına yenik düşerler; felaketler ile yerle bir olur ve ölürler. Ama en acısı, şehre gözyaşları döktüren, şehrin iniltilerini yedi kat semaya kavuşturan ihanet sonrası ölümlerdir…
Şehrin naçizane kayıtları, evrakları, salnameleri vardır. Gözleri üzerindedir insanın, kulakları keskindir; makinalı gibi tararlar zamanı. Zerre kadar iyiliğe ve zerre kadar kötülüğe duyarlı gelişmiş aygıtları olmasa da bir hafızası, kalemleri, aziz yazıcıları ve arşivi vardır şehirlerin.
155
Hakikate körleşen ve sağırlaşan insanın hallerini yazıp durmaktadırlar.
Hakikatin kitabını terk edilmiş bırakanları ve hakikatin onurlu okuyucularını kıytırık beyaz yakalılara, teknokrat kırmalarına değişenleri satır satır yazmaktadırlar.
Gözlerini din gününe çevirmiş, insanı adl-i ilahiye şikayete kilitlenmişlerdir.
Gözlerine mil çekilmiş hüzünlerden ahirete uzanan inanç tadında bir bekleyiştir bu.
Hakkı ve sabrı tavsiyeleşmekten uzaklaşan insanın yaşattığı bir kahır yüküdür bu.
Şehrin bereketini bodrum katlarında, eğlence salonlarında, gece kulüplerinde tüketerek yıpranan, dahası, tüketerek adamlaşacağını zanneden insanın tereddi hallerine bir şikayettir bu.
KÜLTÜREL DÖNÜŞÜM
Yakın geçmiş ve kirlenmiş günümüz
Bazı kelimeleri zikrederken insanın içini ince bir sızı yoklar. Yan yana dizilen birkaç harften meydana gelen bu kelimeler yaşanmışlıklardan mütevellit hasreti, kederi, buruk bir sevinci ifade ederler.
Modern yaşamın değirmeninde öğüttüğü mahalle hayatı ve kültürünü de ne yazık ki “eskiden” kelimesinin öncülük ettiği cümleler tarif eder.
Eskiden İstanbul’da muhabbeti dışarı sızdıran ahşap evleri, sevgiliye el sallayan neşeli cumbaları, anahtar delikleri paslanmış tahta kapıları, billur sular akıtan cömert sebilleri, bir ok işareti gibi semayı gösteren haşmetli minareleri ile sabah-ı şerifleri tatlı bir telaşla karşılayan mahalleler vardı.
Asude çınar ağaçlarının gölgelediği bu mahallelerde nikâh, ölüm gibi çeşitli sosyal halleri tanzim eden imamların yanı sıra veresiye tutmaktan erinmeyen emektar bakkallar, henüz ekmekleri bozulmayan hünerli fırınlar, kedisini ihmal etmeyen müşfik kasaplar, makasına altın bir bilezik
156
gibi ehemmiyet veren mâcit berberler, tenhalardan perva etmeyen cesur bekçiler ve en nihayetinde “yârin yanağından gayrı ” emeği-ekmeği, neşeyi-kederi; hülasa koca bir hayatı paylaşan sadık komşular bulunurdu. Kendi söküğünü dikemeyen terzileri de unutmamak lazım. Terzisinden imamına kadar söz konusu mahalle sakinlerinin hayatları iç içeydi.
Birbirinin sosyal ihtiyaçlarını alçakgönüllülükle karşılayan bu insanların komşuluk münasebetleri akrabalık bağlarının bir adım önündeydi.
Mahalle hayatı ve kültürünün menbâsını oluşturan paylaşma, yardımlaşma, dayanışma gibi hasletlerden meydana gelen insani ilişkilere hayati bir zaruret atfedilirdi.
Mahallelerin sokak dokusunu, çoğu zaman hoşgörü esasına dayanan mahalle münasebetleri tayin ederdi. Başkasını rahatsız etmediği sürece sokağın ortasında hane inşa etmeyi bile makul gören bu hoşgörü mahremiyeti muhafaza eden çıkmaz sokakları vücuda getirirdi.
Herkese geçiş hakkı tanıyan kavisli sokakların aksine çıkmaz sokaklar sadece bir veya birkaç haneye penâh olurdu. Genellikle bir veya iki kattan oluşan bu hanelerin yükseklikalçaklık bakımından birbirine paralel inşa edilmesi de tesadüf değildi. Bu paralellik hane içi hayatın ifşasını önleyecek bir tedbir niteliği taşırdı. Hanelerin dışarıya açılan kapılarının birbirine mukabil gelmemesi de bu mahremiyete gösterilen ehemmiyeti tezahür ederdi.
Günümüzde, kendine mahsus bir kültür meydana getiren eski mahalle hayatının izlerine ne yazık ki sadece fiziki yapılarda rastlamak mümkündür. Buram buram hanımeli kokan kavisli sokaklardan yükselen zerzevatçı nidalarını, kapı eşiğinde yapılan ikindi sohbetlerini, misafir yolunu gözleyen aralıklı kapıları, düdük öttüren telaşlı bekçileri, birbirine yardım etmekten imtina etmeyen kadirşinas sakinleri tahassür eden İstanbul, mahalle hayatı ve kültürünü ancak eski zamanlarda tahayyül ederek teselli bulmaktadır.
Mahalle sakinleri
Mahalle hayatını oluşturan en önemli unsurlardan biri de sakinler arasındaki komşuluk ilişkileriydi. Herhangi bir mahalle sakininin kar157
şılaştığı müspet ya da menfi bir olayın ceremesi veya semeresini bütün mahalle paylaşırdı. Ölüm, doğum, evlilik, sünnet gibi sosyal hadiselerin üstesinden hep birlikte gelinirdi. Ölüm olayı karşısında acıya ortak olunur, yas evine cenazenin kaldırılmasından ölü yemeğine kadar her türlü destek verilirdi. Biri mi evlendi, çeyiz dizmekten düğün alayına kadar imece usulü herkes üzerine düşen vazifeyi içtenlikle yapardı. Herhangi bir uygunsuzluk, usulsüzlük karşısında ortak tavır alınır, mahallenin dirliği, düzeni el birliğiyle sağlanırdı.
İstanbul’da komşuluk ilişkilerinin en renkli motifini kadınlar oluştururdu. Zerzevatçı nidasını işittiklerinde merdivenleri telaşla inerek sokağa yönelirlerdi. Akşam sofraya oturtulacak sebzenin en iyisini seçmek için tablanın altını üstüne getirirlerdi. Sonra bir pazarlık alır başını giderdi. Mutabakata varıldığında zerzevatçı, yükü hafiflemiş bahtiyar bir şekilde sokaktan ayrılırdı.
Sıcak yaz günlerinde mahalle hanımları neredeyse her gün birbirlerine sabah kahvesine, beş çayına veya akşam sohbetine giderlerdi. Sabah namazından sonra kahvaltı saatine kadar ev işleri bitirilmiş olurdu. Hanımlar hayırlı işler dileyerek beylerini işe uğurladıktan sonra akşam yemeği için tencereyi ocağa koyarlardı. Zeynep, Ayşe, Fatma hanımlar varsa yanlarına genç kızlarını ve gergeflerini alarak onları bekleyen komşu haneye doğru yola koyulurlardı. Hane sahibesi tarafından kapı eşiğinde güler yüzle karşılanan komşular, kamelyanın gölgesinde dinlenen böreklerin başına buyur edilirlerdi. Böreklerden alınan lokmalar midelere bayram ettirirdi. Sonra desenli fincanlarda köpüklü kahveler ikram edilirdi. “Ayol duymadın mı!” diye başlardı lakırdılar. Anlatılan hadiseler, havadisler kahvenin de lezzetiyle keyiflere keyif katardı. Kahveler içildikten sonra da fincanlar “Neyse halin çıksın falin” ifadesiyle açılmak üzere çeşitli dileklerle kapatılırdı. Bahçenin başka bir köşesine öbeklenen genç kızların ise muhabbetlerini genellikle beyaz atlı prensleri süslerdi. Dantellere atılan her ilmik onları çeşitli hayallere sevk ederdi. Hanımların dillerinde yemek tarifleri, kızların ise “ bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya”.
158
Mesaisini tamamlayan beyler ise eve gitmeden önce kahveye uğrar, tavlaya otururlardı. Kahvede demli çaylar ardı sıra servis edilir, gazete sütunlarını meşgul eden memleket meseleleri konuşulurdu. Çoğu zaman ateşli tartışmalara dönüşen memleket meselelerini boşluğa bırakılan zarlar tatlıya bağlardı. “ Du şeşşşş! ” .
Sonra evli evine köylü köyüne…
Sıkıysa Avm’ den parasını sonra vereceğim diyerek bir ciklet isteyin!
Mahallenin yerleşik unsuru olmasa da esnaflar mahalle hayatının önemli unsurlarını teşkil ederlerdi. Bakkallar, fırınlar, berberler, kasaplar, terziler… Her mahallede bulunan bu esnaflar mahalle sakinlerinin çeşitli ihtiyaçlarına cevap verirlerdi.
Peynirinden sabununa kadar çeşitli ev gereklerini bulundurdukları için mahallenin en uğrak yerini bakkallar oluştururdu. Zeytinin etlisi, pirincin iyisi onlardan sorulurdu. Her geleni hoş karşılamaktan, gül güle uğurlamaktan hiç yorulmazlardı. Küçük çekmecelerinden veresiye defterlerini eksik etmeyen bakkallar, mahalle sakinleriyle aralarına maddi bir mesafe koymazlardı. İsteyen her mahalle sakinine bu defterlerde hesap açarlardı. Veresiye defterlerinin her bir nüshasını aybaşına kadar birer senet gibi muhafaza eder, aybaşı parası çıkışmayanları ise idare etmekten kaçınmazlardı.
Mahallenin ikinci uğrak yeri ise fırınlardı. Yemek öncesi kapısı çalınan fırınlardan gramını hiç şaşırmayan baklava dilimli sıcak ekmekler alınırdı. Temizliğine ehemmiyet verilen fırınların bilhassa ramazan aylarında bacası sahur vaktine kadar tüterdi.
İstanbul’da lezzetli yemeklerin yolu eli bıçaklı, beli peştamallı kasaplardan geçerdi. Sabahın erken saatlerinde dövülmüş, kıyılmış, kuşbaşı kesilmiş et sipariş eden mahalleliye kasaplar paket paket iyisinden sığır, keçi, kuzu yetiştirirlerdi. Aybaşlarında kasaplar pek çalışırdı. Zira mahalleli genellikle aybaşlarında maaş alırdı. Her kasabın bir de kedisi vardı. Diğer kedilerin imrendiği kasap kedileri önlerine atılan artık etlerle güzel bir ziyafet çeker, sağa sola yuvarlanıp keyif çatarlardı.
Kendi söküğünü dikmeye fırsat bulamayan terzilerin ise ellerinden
159
iğne ve iplikleri düşmezdi. Kadın ve erkek terzisi olmak üzere birbirinden ayrılan terziler, mahalle sakinlerine müzeyyen kumaşlardan şahane elbiseler dikerlerdi. Bir elbise için bazen birkaç kez prova yapıldığı olurdu. Bu provalarda elbise diktiren kişiye henüz ana hatları dikilmiş kumaş giydirilir, elbisenin bir kusurunun olup olmadığına bakılırdı. Burun ucuna kaymış gözlükleriyle kumaşları inceleyen terziler bir kusur fark ettiklerinde iğnelerine sarılır, kumaşları iğnelerlerdi. Hasbıhalin ihmal edilmediği provalar bittiğinde ise iş başına geçilirdi. Dikiş makinesinin kolunu güçlü bir hamleyle çevirdikten sonra pedallara yüklenen terzilerin bedenleri yorgun düşünceye dek bir ileri bir geri sallanırdı.
Osmanlı döneminde perukâr ismiyle anılan berberler mahalle erkeklerinin saç sakal tıraşından sorumluydu. Düğün, bayram gibi günlerde berber dükkânı hıncahınç dolardı. Herkes sırasıyla alınır, özenle tıraş edilirdi. Kolları sıvalı, elleri usturalı berberlerden önce sakallar nasibini alırdı. Bilenmiş usturalar marifetiyle sakal tıraşı yapılan yüzlere avuç avuç kolonya çarpılırdı. Kolonyayla sızlayan yanaklara sinek konsa kayardı. Sonra saçlar… Hünerli parmakların arasında tutulan saçlar tez canlı makaslarla kesilir, talep edildiğince kısaltılırdı. Berberler gün boyu ustura ve makası ellerinden “Sıhhatler olsun”u dillerinden düşürmezlerdi.
Şehircilik anlayışımız, şehrin yalnızca beton yapısıyla mı ilgili olmalı, hasılı? Şehirlerimize insaniyet kimliği vermek hangi makamın işidir, peki?
******
Bunun içindir ki önce çocuk dedik!
Önce gençlik dedik!
2071 yakın geleceğimiz! “Yeniden Büyük Türkiye” hedefinde, başbakanımızın açtığı yolda sadakatle ve kararlılıkla yürürken yalnızca şehrin maddi yönünün (binalar-yollar vb) değil, şehrin insanlarının da yanında yer aldığımızı göstermek için ulusal bir tavır sergiliyor, “2071 yolunda çocuk ve gençlik açılımı”nı BİR TEKLİF OLARAK Türk Kamuoyunun takdirlerine arz ediyoruz.
YENİDEN BÜYÜK TÜRKİYE
160
İnsanlık tarihi; husumet ve bu husumete bağlı sonu gelmez çatışmaların, kanlı savaşların yaşandığı acı dolu sayfalardan ibarettir. Bu savaş bir nevi; iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, hak ile batılın arasında cereyan ede gelmiştir. Zalim ve mazlum kavramlarını ortaya çıkarmıştır savaşlar ki; galip ile mağlubun dışında!
Biz Türklerin İslam dairesine girdikten sonra batılının bizlere uyguladığı Haçlı Seferlerini unutmamız mümkün değildir. Her ne kadar günümüzde diyalog ve hoşgörü kavramları yerli yersiz, uluorta kullanılmaya başlandıysa da tarih bizlere karşı uygulanan zalimce sahifelerden ibarettir. Enson yitirdiğimiz devlet-i Osmaninin akıbeti ise ortadadır. Cumhuriyet tarihimiz ise batılının entrikaları ile kapkaranlıktır.
2. Dünya Savaşından sonra kapitalist ve komünist dünya arasında danışıklı oynanan soğuk savaş oyunları bittiğinde, dünya hükümranı olarak bir başına kalakalan kapitalist zihniyet, kendisine bu kez hasım olarak eskimeyen düşmanını yepyeni bir şekilde dünya kamuoyuna ve pazarına sunarak azılı düşman ilan etmiştir.
11 Eylül kurmacası ile bu oyunun startı verilmiştir.
Arkasından, yıllarca Kominist Rusların işgaline karşı destansı mücadele gösteren Afganistan fiilen bu kez batılı şer odaklarının ağabeyi tarafından haksızca talan edilmiştir.Uyuşturucu tarlasına dönen Mücahitlerin mevzii Hindikuş tarlası...
Irak üzerinden fiili ve kültürel olarak Arap coğrafyası… Arap Baharı adı altında romantik bir tezgahtır aslında!
Suriye halkı kanlı iç savaş trajedisini hala yaşamaktadır.
IŞİD en yok!
Türkiyem üzerinden oynanan oyunun oyuncusu Komünist bir terör örgütü olan PKK ya ise Kürdistan hayali üzerinden bir başka böl-parçala-yut senaryosu uygulanmaktadır.
Arakan’da hunharca yakılan Müslümanların sızısı Batılının fast-food köfte kokularından AVM koridorlarında ılımlı İslama konuçlanan bizlere ise ulaşamamaktadır.
161
Sokak yaşamlarımızda; dinimizde ve geleneğimizde olmayan kavramlar boy göstermektedir; Ensest ilişki, homoluk, lezbiyenlik, zina, alkol, faiz…Dedikodu, gıybet, iftira, yalan söylemek günah kabilinden değil sanki… Sokaklar dolusu ahlaksızlık terörü ile de günbegün vurulmaktayız.
“Oku” ile başlayan bir dinin müdavimlerinin hayatında kitap okumak insan ihtiyaç sıralamasında 235. sırada!
Batılının şer güçlerinin markalarınca hem ahlaken, hem iktisaden kuşatılmışız; birbirimizle dalaşmaktan fırsat bulup da bütün bu gerçekleri görmezden gelerek!
Batılı şer güçler yeni düşmanını belirledi: İSLAM! Yani Bizler!
Biz İslam mensubu kavimlerinde düşmanları ortada! Yani Bizler! Onlar dışarıdan, biz içerden birbirimizi kemirmekteyiz, tarihten ibret almadan!
Müslümanlar laboratuarlara, kütüphanelere girmeli artık!
“Müminler Kardeştir” düsturuyla asırlardır coğrafyaları şekillendirmedik mi? Nedir bu kavmiyetçilik hastalığı?
Batı yalnızca bize düşman değil ki? İnsani olan bütün değerlerin düşmanıdır. Batılının günümüzdeki değerleri yeryüzünü talan etmedi mi? İki koca cihan harbine ne demeli? Teknoloji ile kendi ihtirasını biçimlendiren batılının bu batıl tavrı kendi insanlarını bile mutsuz kılmakta. New York’taki evsizlerin hali neden içini sızlatmaz şer güçlerin? “Yeni Dünya Düzeni” eskimeyen şeytani bir aldatmaca değil midir? Ya bu zalimin çizmesi altında onursuzca yalnızca sızlanarak yok olmayı bekleyeceğiz ya da yeniden İslam Medeniyetini ihya edeceğiz. İnanın İslam’ın şefkat eline Bolivya’nın, Şili’nin, Fransız’ın da çocuklarının ihtiyacı var! Bir cinnet çılgınlığındaki batıyı durdurmanın tek çaresi Medeniyetimizin dirilişini gerçekleştirmektir. Bunun yolu ise artık çocuklarımıza kendi kültürel kodlarımızı yüklemlemekten geçer.
Kürt kardeşlerim!
“Kürt sorunu” dediğiniz, Türkiye’nin olduğu kadar “Kürtler” adına konuşan birilerinin de sorunudur. “Kürtler” ne zaman kendilerini aşacak162
lar da 21. yüzyılda yaşadıklarının farkına varacaklar? Ne zaman ahlaken savunmaları mümkün olmayan önderlere ya da örgütlere bel bağlamaktan vazgeçecekler? Türk hükümetlerinin “resmi tarihi”nden yakınırken, PKK ve uzantılarının söylemlerine teslim olmaktan geri duracaklar? Ne zaman bizzat kendi aydınları tarafından ihmal edilmiş budunlarının acısını “Yeni Dünya Düzeni”nde var olabilmek için petrolsüz, doğalgazsız çabalayan kan kardeşleri Türklerden çıkarmaktan vazgeçecekler? Bütün bunlar bir süreç meselesidir, gayret meselesidir. Bunu çözüm süreci olarak mı göreceğiz, çözülme süreci mi?
Kürt sorunu deyip duruyoruz. Türkiye’de nitelikli “eğitim sorunu” bahsedilen terör meselesinden çok daha tehlikeli bir sorundur. Biz ilkokul seviyesindeki soruların içinden çıkamayan üniversite mezunlarımızla geleceği nasıl kurgulayacağız, bunu sorgulayalım! Bu çocuklarımız, batının kültür değerleriyle yetiştirdiğimiz çocuklarımız Güneydoğu da dahil olmak üzere, hangi sorunla baş edecekler? Hangi milli ve evrensel reflekslere sahip olabilecekler ki?
Türkiye’nin bir de 2023 hedefleri var. Evet… 2 trilyon dolarlık milli gelir öngörülüyor. Bunlar bizzat Sayın Başbakan tarafından dillendirilen fevkalade sevindirici hedefler. Velâkin, ulaşılabilir olmaları için işgücünün istihdam edilebilir nitelikte olması şart. Oysa, eğitim sistemimizin nitelik ve nicelik olarak ne denli yetersiz olduğunu sağır sultan duydu. Melbourne Enstitüsü’nün 2012 raporu Türk yükseköğretim sistemini 50 ülkelik listesinde 46. sıraya koydu. İran bile bizden daha iyi durumda. Gençlerimiz hedeflediğimiz ligde rekabet edebilecek donanıma haiz değil. Astronomisiz kozmoloji, matematiksiz teknoloji, biyolojisiz çevrecilik, fiziksiz, kimyasız eskatologya, notasız müzik, tarihsiz siyaset… 21. yüzyılın “Türkiş” ütopyası. Barbyler, Bentenler, Spidermanler ve Mickey Mauslarla yetişen nesil! Ve bu uğurda dışarıya pompaladığımız yetim hakkı dövizlerimiz… Aklımızı başımıza toplamazsak terör filan değil, entel görünümlü cehaletimiz dağıtacak bizi! Dağılan bilyelerden son yuvarlakta siz olacaksınız kardeşlerim.
Biz ortak yönlerimizi payda yapalım. Bu coğrafya dış dünya tara163
fından Müslüman Türk olarak bilinmektedir. Yurt dışına çıktığınızda bu ülkenin ateistide olsanız vasfınız Müslümandır. Çingene de olsanız, kürtte olsanız, çerkezde olsanız siz Türk vatandaşısınız. Bu coğrafyanın markası Müslüman Türk’tür.
Bölünmek değil birleşmek kaderimiz olmalıdır. “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılmadıkça, parçalanırsınız!” diyen rabbimize kulak verelim. Birliğimiz dirliğimizdir prensibini unutmayalım!
Evet, yeni kurulan devletimizin cumhuriyet hükümetleri çok büyük hatalar yaptılar. Jandarmanın dipçiği yalnızca sizin ensenize inmedi. Hepimiz zulümlerden nasiplendik. Bizim sonu gelmeyecek kavgamız kimin işine gelebilir ki, bir baksanıza! Bizler evlatlarımızı yitirirken kimlerin kurşunlarını sıkmaktayız birbirimize? Ve asla sizin sesiniz olamaz batılının taşeronu olan bir terör örgütü! Mezarlarımıza bir bakalım, yan yana yatmıyor mu ecdadımız? Aynı türkülerle büyümedik mi? Aynı sokaklarda kirletmiyor mu çocuklarımız kıyafetlerini? Aynı okul sıralarında çürütmüyorlar mı dirseklerini!
Açılım diyorlar!
Açılalım; birbirimiz olduğumuzu söyleyelim birbirimize!
Hangi Akil adam söyleyecekse söylesin artık; “Müminler kardeştir!”
Musalladan sonra nereyi yurt edineceğiz dostlar!
Rabbimiz bizi ayrı ayrı yurtlara yerleştirmeyecek; Türkler şuraya, kürtler buraya!
Ya cennetliğiz, ya cehennem!
Ya iyiyiz ya da kötü aslında!
Bir kavga vereceksek eğer, cehalete, yoksulluğa ve zulme karşı verelim; hep beraber!
Uranyum, toryum, bor, demir, çinko, altın, manganez, poliüretan, bakır, kurşun, gümüş, molibden gibi kıymetli maden cevher yatakları BÜYÜK DESTAN KAHRAMANI Battal Gazimizin memleketi Malatya’mızın KULUNCAK ilçe sınırlarındaki mevcudiyeti ile, rezerv olarak ÜLKEMİZİN geleceğine umut vaad etmektedir.
Hele ki toryum… Dünya rezervinin %78’i Kuluncak’ta…%8’ide
164
Manisa Edes’de. Zararsız radyasyona haiz nükleer enerji kaynağı yani. Bir çuvalı ile bir şehrin tüm enerji ihtiyacını karşılayabilirsiniz.
İşte bu bölgede konuşlandı Amerika’nın füzesavarları. Ya da Kuluncağın önemini örtbas eden dikkatsavarlar!
Ki Kuluncak New Age Akil Adamlarımızın gaflet, delalet ya da ihanet içerisinde olarak biçimlendirecekleri Kürdistan sınırları içerisinde. Yani şimdilik gayri resmi başkenti Amed olan, Kürdistan’ın! İnanmayan Googleearht’ın map ine bakıversin!
Bölgenin efsanesi ise yaşadığı çağda, çağının en büyük küresel gücüne kök söktürmekte mahir idi; Bizans’a… Battal Gazi! Eskişehir’de kıyameti bekleyen büyük mümtaz şahsiyet!
Osmanlının yedi düvelle boğuşup, can çekiştiği günlerde Anadolu’nun bağrına Bağdat demiryolu döşenmiştir, Alamanlar tarafından. Biz tezek yakaduralım en büyük enerji kaynağı olarak, o günlerde; Osmanlımızın topraklarından olan Arapların yaşadığı bölgeye “neft” seferleri düzenlenmektedir “gavurlarca!”: Petrol! Şimdilerde kazık yiyerek İthal ettiğimiz doğalgaz enerji ihtiyacımızı daha ne kadar karşılar?
Arap yöneticiler İngiliz’le işbirliği yaparken Anadolu’nun Bir milyon evladı Peygamber kucağı Medine’ye Serpuşlu çizmesi değmesin diye şehid olmuştur, kızgın çöllerde!: “Burası Muştur, yolu yokuştur” Türküsünde gidip te gelmeyenler acep kimlerdir? Aynen “hey onbeşli, onbeşli” isimli Tokat türküsündeki onbeş yaş ortalamasındaki gibi…Mersin, Sivas, Balıkesir, İstanbul liselerinin mezuniyet veremediği o günlerdeki gibi! Şimdinin lise mezuniyet törenlerindeki reşit dahi olmayan çocuklarımıza boca edilen içkili fuhuş partileri ise başka bir mevzuu!
Ne diyordu Filistinli Bakan; “Osmanlıya ihanetimizin bedelini ödüyoruz!” O Filistin’deki çocuklar ise zalim İsrail yönetimini şeytan taşlar misali taşlarken, nasır tutmuş minicik elleri dedelerinden miras aldıkları baldıran şarabının etkisi ile bölgelerinden çıkan petrolden elde edilen naylondan çiçeklere dahi o kadar uzaktılar ki… Naylondan sevgilere ise bir o kadar aşina!
Kimse soramadı PKK ya! Onların ihanet içindeki eli kanlı komü165
nist, ahlaksız ve Allahsız yöneticilerine; Ya hu görmüyor musunuz Kürt halkının içine çekildiği berdel, kan davası, cehalet ve hatta ensest tuzağı?
Yozlaşma bütün Ümmet-i Muhammed’in sorunu değil mi? 25 milyon nüfusumuz 12 yaş altındaki çocuklarımızdan ibaretken çocuklarımıza yönelik bir informal eğitim sistemimiz var mı?
Düşman aynı değil mi? Bütün Evlad-ı Fatihan toprakları işgal altında değil mi, şirkin kültür değerleri ile!
Ana dilde eğitim mi? Geçiniz Kürtçeyi… Ortalıkta Türkçe mi kaldı? Dilimize de, dinimize de PEPE değil miyiz?
Müslüman Mücahit Afganlı kardeşim dünya eroin üretiminin %94’ünü bir başına üstlenirken öğrenci anlamındaki “Taliban” kimin öğrencisi?
100 dolarlık eroin Afgan dağlarından yola çıkınca, Pakistan’da 7000$…
Şeriatçi İran’da, 12.000$,
Çağdaş, laik Türkiyem’de ise 22.000$! Ya da kısaca 40.000 vatan evladı! Ya da kısaca PKK! Ardından da gelsin silah sektörü, ilaç sektörü!
IŞİD edim artık gerçekleri!
Peki ya toplamda 150 milyar $ olan 76 milyon nüfusumuzun ihracat rakamına ne demeli? Kar marjı ise % 4! Yani 6 milyar dolar ile geçinmekte, 76 milyonluk nüfus! Mevcut borcumuzdan bahsetmeyelim, IMF ye borcumuzu kapattığımız şu günlerde.
Apple’nin 500 milyar $, Microsoft’un 250, Google’nin 150, Face’nin 100 ve Twitter’in 12 milyar$ olan büyüklüklerinden bahsetmenin ne gereği var şimdi?
“Kültür Ekonomisi” desem siz el hafifliği ile bereketten mi bahsedeceksiniz?
Peki, sizce; Arz-ı mevud uzantısından haberdar mıdır genişletilmiş Ortadoğu projesinin sevdalıları?
Gelin bu kez hep beraber arayalım, Battal Gazi’yi! O Bizans’a kafa tutan yiğit adamı!
Ya da; China malı seccadelerimizde kıldığımız namazlarımızda
166
Allah’tan yardım isteyelim, “Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez” ilahi buyruğuna rağmen! Ki; “Onlar kıldıkları namazlardan gafildirler!”
ÖNCE ÇOCUKLAR VE GENÇLER
Sevgili dostum Süpermen ve diğer kahraman dostlarım! KAHRAMANIM!
Nasılsın? İyi misin?
Duydum ki, yine memleketi kurtaracakmışsın.
Onunla da kalmayıp tüm dünyayı kötülerin elinden alacakmışsın.
Sevgili arkadaşım,
Seni çok sevdiğimi bilirsin.
Bu konuda seni uyarmak istedim. Yüzüne söylesem belli ki darılacaksın;
Mektup yazarsam daha rahat birbirimizi anlarız diye düşündüm.
Memleket öyle kurtarılmaz.
Ülkesini ve dünyayı kurtarmak isteyen insanların ajandalarında daimi yer alması gereken bazı unsurlar vardır.
Eski Çin’de insanlar devlet işlerini yoluna koymak için önce cemiyet hayatını düzene koyarlarmış.
Cemiyet hayatını düzene koymak için önce aile hayatlarını yoluna sokarlarmış.
Aile hayatlarına yoluna koymak içinse önce kendi özel hayatlarını düzene sokarlarmış.
Bundan iki üç bin yıl önce Eski Çin’deki bu tespit ve işleyiş yaşlı dünyamız kadar kadim ve hâlâ günceldir.
Vizyon sahibi insanlar olabilmek öyle kolay bir iş değildir.
Kapasite ister, fedakarlık ister, çalışma ister, azim ister, aşk ister.
Hayat bizden dünyayı kurtarmamızı değil, kendimizi kurtarmamızı ister.
Yaşamakta olduğumuz ömür “bizim” ömrümüz. Doldurduğumuz saatler “bizim” saatlerimiz.
167
Mahşer günü karşılaşacağımız ilk soru “Kendin için ne yaptın?” olacak.
Kendini kurtarabildin mi? Namazlarını eksiksiz kıldın mı?
Haramlardan kaçıp helallere tutundun mu? Gözünü dilini harama bulaştırdın mı?
Gençliğini, sağlığını, boş vaktini ve paranı nereye harcadın? Allah’ın yeryüzüne dağıttığı ilimden ne kadar nasiplendin? Ne biliyorsun?
Ne kadar biliyorsun?
Uzun hayatın boyunca benim rızamı hak edebilmek için ne yaptın?
Sıfır kilometre bir bedene, beyine ve kalbe neler yükledin?
“Dünyayı kurtarabildin mi” sorusu kim bilir ne zaman gelir? Değerli Süpermen, “ya, bu millet adam olmaz” diyerek “adam olmayı” hep başkalarından beklediğin sürece “biz adam olamayız!”
Değişmeyi, gelişmeyi, düzelmeyi, iyileşmeyi başkaları asla beceremez.
“Ben” iyiysem, kaliteliysem toplum da iyidir, kalitelidir. “Biz” düzelmişsek, “millet” de düzelmiştir.
İki günü birbirine eşit olanı bırak, yıllarımız bile birbirine eşitse, “bu millet adam olmaz”.
Eğer sen dahi anlattığın gerçekleri yaşamıyorsan, seni dinlemem için bir sebep gösteremezsin bana.
İşinde yalan varsa, haram karışıyorsa, ibadetlerin aksıyorsa, gözün gönlün harama meylediyorsa, çocuklarınla aran bozuksa, ailende huzur yoksa, yolda giderken insanlar sana selam vermiyorsa veya “bu adam benim gibi değil” diye Allah’ın selamını insanlardan esirgiyorsan, en son okuduğun kitabın adını dahi hatırlamıyorsan, tirajını 100 binlere çıkarmak için uğraştığın cemaatinin gazetesini savunmayı cihad bellemişsen...
Kur’an-ı Kerim hâlâ, ama hâlâ evinin en güzel köşesinde ilk aldığın günkü gibi duruyorsa, bu memleket adam olmaz canım Süpermenim.
Sen kendi nefsini kurtaramazsan, bu memleket kurtulmaz. Senin çıtan yükselmezse Türkiye hep üçüncü ligde oynar. “Senin kaliten + Benin kalitem = Bizim kalitemiz =
168
Türkiye’nin kalitesi”; bu denklem böyle kurulmuştur,böyle işler.
Adam gibi adam olan üç ya da beş kişiyle yürümez yaptığın iş. Dünyayı kurtaracaksan 300 bin olmalısın, 500 bin olmalıyız. İlay-ı Kelimetullah hedefimiz olmalı!
Emr-i bil maruf, nehy-i anil münkerde prensibimiz.
Çünkü kıymetli Süpermenciğim, Allah hak etmeyene vermiyor.
Yahudi’ye küfretmeden önce, ondan bazı dersler almayı da ihmal etme.
Karanlığa küfredeceğine, üzerindeki tembellikten kurtul ve bir mum yak.
Çok kızdığın yahudi, kendi batıl davası için kaç bin yıldır çalışıyor?
Batıl bir davaya insan nasıl bu kadar bağlı kalabilir, hiç düşündün mü?
O da “Mesih” bekliyor, kendini kurtarsın, tekrar ana vatanına dönebilsin diye.
Ama senin gibi, benim gibi yatmıyor. Lafla peynir gemisini yürütmüyor.
O’nun gelişine hazırlık için yeryüzündeki şartları müsait hale getirebilme yolunda parayı kontrol ediyor; siyaseti, medyayı, yargıyı, sporu, sanatı, ulaşımı, tarımı.
Bak, dünyanın dört bir yanını ateşe verdi bile. Her ocakta bir yangın başladı.
Dünyayı kurtarmak için senin yapman gerekenleri o yapıyor, n’aber?
Sen eli kolu bağlı küfrediyorsun sadece. Kendi ellerini kendin bağladın tembelliğinle.
Bedenin tembel olsa neyse, zihninde de aynı uyuşukluk var. Kullanmazsan uyuşacaktır elbet.
Büyüklerimiz bizim yerimize düşünüyorlar, deme bana. Sana ne lüzum var o zaman bu dünyada?
Yahudi’nin yaptığı zulümlerde senin hiç mi payın yok?
Mehdi gelecek, her şeyi düzeltecek diyorsun. Falanca kişi mehdidir, filanca değildir diyorsun. Aç tavuk kendini darı ambarında sanır.
169
Mehdi sana ne yapsın?
MARKALAR, EMPERYAL GÜÇLERİN
İŞGALCİ KOLLUK KUVVETLERİDİR!
“Ne Kara Kuvvetleri, Ne Deniz Kuvvetleri, Ne Hava Kuvvetleri; En Büyük Güç; KÜLTÜR KUVVETLERİ!”
Mankurt; Cengiz Aytmatov’un 1980 yılında yazdığı Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserinde Kırgız destanlarından yararlanarak güncelleştirdiği bir kişiliktir. Mankurt bazı işlemler sonucu öz benliğini yitirerek kendisini kimliksizleştiren düşmanının kuklası haline gelmiş bir zavallı insan tipidir. Mankut, “kut”unu (kutsalını) yitirmiş, bedbaht kişi anlamındadır. “Mankafa” olarakta argoda olsa aslında dilimizde yerini çoktan bulmuş bir kavramdır.
“Önce tutsağın başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarılır. Yeni kesilmiş deve derisinin en kalın yeri olan boynundaki deri, tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sarılır. Zamanla kuruyan deri kafayı öyle bir sıkarmış ki insan acıdan kafayı yer, düşünemez. Bu dayanılmaz acıya bir yandan da kazınan saçların dışarı değilde içeriye doğru büyüyerek batması eklenince esir çılgına döner. Esir başını acıdan yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılır. Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölür. Kalanlar ise belleklerini yitirir. Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlar. Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan mankurt olur. Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmez. İnsan olduğunun bile farkında değildir.
Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmek olurmuş.”
170
Aytmatov’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur” adlı eseri pek çok Batı diline ve Türk lehçelerine çevrilip yaygınlaşırken “mankurt” kavramı da kabul görerek literatüre girmiş ve “mankurt” ve “mankurtlaştırma” temaları yaygınlaşmıştır. Fransa’da V. Lackhine tarafından “yılın kitabı” olarak gösterilen Aytmatov’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur” eserinden yapılan iktibasla “ Mankurtizm ” “sosyal kimlik değiştirme ve öz köküne yabancılaşma” temalarını karşılayan bir terim olarak sosyal psikoloji literatüründe yerini almıştır.
Bizde “Avarlar“, Avrupa’da ise “Juan-Juan” olarak bilinen ve Kırgızistan Türkleri’nin baş düşmanı olan acımasız bir topluluk vardır. Bu topluluktaki insanlar, çevrelerindeki büyük küçük topluluklara, fırsat buldukları zaman saldırırlar, onların yerleşim yerlerini yakıp yıkarlar, insanları öldürdükten sonra çevrede ne varsa yağmalarlar ve bazı kişileri de tutsak ederlermiş. Tutsak ettikleri kişileri kendi bölgelerine götürüp incelerlermiş. Güçlü ve dayanıklı olanları , “mankurtlaştırmak” için ayırırlarmış. Geri kalan güçsüzleri ise başka yerlere satmaya çalışırlarmış. Satılanlar bir bakıma şanslı sayılırlarmış; çünkü onlar belki bir gün götürüldükleri yerlerden kaçıp yurtlarına dönebileceklerdir. Fakat geride kalanlar, mankurtlaştırılarak sonsuza dek köle olarak yaşayacaklardır. Mankurtlaştırılacak kişiler belirlendikten sonra bu kişinin önce diri diri kafa derisini yüzer, daha sonra da tek kıl kalmayacak biçimde bütün saçlarını yolarlarmış. Kişinin kafasını tamamen temizledikten sonra bir deve kesilir ve bu devenin boyun tarafından alınacak bir deriyi, sıcak sıcak genç tutsağın kafasına geçirirlermiş. Zaten kafa derisi yüzülürken kafası kan içinde kalan tutsağın başına geçirilen deve derisi, hemen tutarmış kafatasını. Tıpkı bugün yüzücülerin saçları ıslanmasın diye taktıkları kauçuk başlıklara benzermiş bu. Kafatası deve derisiyle tamamen kaplandıktan sonra, hem daha çabuk kurusun hem de tutsağın çığlıkları duyulmasın diye tutsak bir çöle götürülürmüş. Kafasını yere sürüp deriyi çıkartmaması için de, tutsağın boyun kısmına kütüğe benzer bir şey geçirir, ellerini ayaklarını bağlar ve onu yere eğilemeyecek biçimde bir ağaçla sabitlerlermiş.
171
Normalde tutsağın yakınları onu kurtarmak için bazen yola koyulurmuş; fakat kaçırılan yakının “mankurt” olacağını / olduğunu duyunca artık onu aramazlarmış. Çünkü mankurtlaştırılan birinin artık anne babasına bile bir hayrının olmayacağını biliyorlarmış. Fakat yine de tutsakların kaçırılma olasılığına karşı, onların yanına bir iki tane gözcü dikilirmiş. Neyse, tutsak günlerce kızgın güneşin altında beklediği için, deri kafasında kurumaya başlar, kurudukça büzülür, büzüldükçe de kafatasını aynen mengene ile sıkar gibi gerermiş. Bunun yanı sıra kökünden kazınan saçlar yeniden çıkmaya başlayınca, kafada kuruyan deriye çarpıp geri döner ve böylece kıllar üste doğru çıkamayınca alta doğru iner, beyne saplanmaya başlarmış. Hem kafatasının gerilmesi hem de kılların beyne batması tutsağa anlatılması çok güç bir acı yaşatırmış. Eğer tutsak çok güçlü ve dayanıklı değilse acıya dayanamayarak ölürmüş. Hatta mankurtlaştırılmak için çöle bırakılan beş tutsaktan en az biri ölmezse, bunları kaçıranlar kendilerini şanslı görüyorlarmış.
Tutsak, eğer yaşamayı başarabilirse hem çektiği acılar hem de kılların beyne batması nedeniyle bilincini (hafızasını/ şuurunu) kaybedermiş. Juan-juan‘lar onu çölden alıp getirir, boynundaki kalıbı çıkarır ve ona yemek verirlermiş. Annesini, babasını, boyunu, doğduğu yeri, adını… unutan tutsak, artık kendisini karnını doyurmaya çalışan bir varlık olarak görmeye başlarmış. Tutsağın sahibi olarak gördüğü kişi, ona sıkça yemek verip onu kendine bağlarmış. Artık bir “mankurt” olan bu kişi, sahibinin sözünden çıkamayacak sadık bir “köpek“ten veya emirleri eksiksiz yerine getirecek bir “robot“tan farksızdır. Sahibi ne kadar zorlu, sıkıntı verici işler yapması için ona emir verse de, o onları yapmaktan çekinmezmiş.
O dönemde mankurtlar, normal kölelerden daha değerliymiş. Bir mankurt, güçlü ve dayanıklı on tutsakla eş değermiş. Hatta bir olay sonucunda bir mankurt öldürülürse bunun için ödenecek bedel, hür bir kişinin ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş. Çünkü “Sarı-Özek“in kavurucu çöllerindeki sıcaklara, o çölde deve gütmek için günlerce sıcağa dayanabilmeye ancak bir mankurt dayanabilirmiş. Aç172
lıktan ölmemesi için yiyeceğini ve suyunu; donmaması için de üzerine yırtık pırtık birkaç parça giysi verince, başta kavurucu çöllerde deve gütmek olmak üzere bütün işleri çekinmeden yaparlarmış. İşte bunun için o dönemde bu vahşice eziyetler, sıkça görülürmüş.
Mankurtlaştırma ile ilgili “Nayman Ana” adında bir kadının çocuğunu mankurt olmaktan kurtarması için yaptığı mücadelenin anlatıldığı bir söylence (efsane) de vardır. Bu söylenceye göre; Nayman Ana‘nın oğlu Juan-Juan’lar tarafından kaçırılmıştır. Nayman Ana, yetişkin oğlunu mankurt olmaktan kurtarabilmek için -diğer birçok annenin aksineçocuğunun peşine düşmüştür. Araya taraya oğlunu Juan-Juan’ların develerini gütmekle görevlendirdikleri bir yerde bulmuş ve gizlice oğlunun yanına kadar sokularak onun karşısına çıkmıştır. Fakat oğlunu bulduğunda, o çoktan “mankurt” olmuştur. Annesi oğluna her ne kadar kendi adını, babasının adını falan söylemişse de, artık her şey için geçtir. Çünkü oğlu, artık eskiye dair her şeyi unutmuş bir mankurttur. Annesi bunu bildiği hâlde bıkmadan, usanmadan oğluna her fırsatta “Senin atan (baban) Dönenbay‘dır. Sen Dönenbay‘ın oğlusun.” demiştir.
Bir gün oğlunun efendisi sayılan Juan-Juanlar, bu durumdan kuşkulanmış ve köleye karşısına çıkacak her kim olursa olsun, onu oklayıp öldürmesini emretmişlerdir. Annesi yine oğlunun yanına gelip “Senin atan Dönenbay…” demek isteyince, köle hiç duraksamadan okunu çekip annesinin göğsüne saplamıştır. Söylenenlere göre zavallı Nayman Ana‘nın ruhu, bir kuş olup havalanmış ve oğlunun başının üstünde dönmeye başlamıştır. Havada dönerken bile oğluna “Senin atan Dönenbay, senin atan Dönenbay, senin atan…” diye seslenip durmuştur. Hatta bu olaydan ötürü, o kuşun adına “dönenbay kuşu“ demişlerdir.
Sovyetler döneminde “komünist” düşüncenin dogmalar hâlinde Türkler’in beynine sokma çalışmalarını vurgulamak istemiştir Aytmatov adı geçen eserinde. Gerçekten bugün de bolca örneğine rastladığımız “mankurtlar“, ulus bilincinden uzaklaştırılmış birer “köle” durumuna sokulmuş durumdadırlar. Bilmedikleri bir amaç uğrunda, sırf “karınlarını doyurmak” için mankurtlaştırılmış binlerce insan, tanımadıkları varlık173
ların “köleliğini” yapıyorlar. İşte mankurtluğun en acı tarafı da burada ki, bu bilinçsiz insanlar ne durumda olduklarını bile bilmiyorlar.
Kuşkusuz Aytmatov Ata, romanında yer verdiği bu söylence ile, sadece geçmiş dönemdeki olaylara değil; günümüzdeki olaylara da ışık tutmak istemiştir. Bugün Juan-Juanlar (Avarlar) gibi başka toplumlardan iş görür insanları kaçırıp mankurtlaştıran devletler yok mu dersiniz?
Başka bir mankurtlaştırma çeşidi Oryantalizm
Bölgemiz coğrafyasının mankurtlaşmayla eşdeğer bir başka kavramı olan oryantalizm ise üzerinde konuşulması gereken başka bir sömürgeleştirme hareketinin bir diğer adıdır.
Oryantalizm, çok eski yüzyıllardan beri değişik şekillerde Batı-Doğu arası ilişkileri ve etkileşimleri açıklamak için kullanılan terimlerden biridir. Batının kendisini merkeze alarak Doğuya dair bütün düşünce ve tasavvurlarının, tanım, tasnif, muhakeme ve mukayeselerinin toplamına oryantalizm deniyor. Oryantalizm, Batının Doğuyu nasıl gördüğüdür. Batı, uzun zamandan beri Doğunun kültürleri, ilimleri, dinleri, dilleri, tarihleri, coğrafyaları, siyasetleri ve değişik özellikleri hakkında bilimsel, sanatsal ve siyasi çalışmalar yapıyor. Bu çalışmalar bazen iyi niyetli bilimsel çalışma olarak karşımıza çıkıyor.
Mesela bu bağlamda İslam kültür ve bilim tarihine ait pek çok eser gün yüzüne çıkmış, iyi niyetli ve vicdanlı bir kısım Batılı bilim adamları İslam’a dair özgün açılımlar getiren çalışmalar da yapmışlardır.
Bazen Hristiyanlığın İslam’dan üstün, sahih, gerçek din olduğunu ispatlama amacına dönük olarak Oryantalist çalışmalar yapılmaktadır. Bu bağlamda İslam’ın temel metinleri ve inanışları hakkında zihinleri bulandırıcı, kuşkuya düşürücü, yanıltıcı, kandırıcı şeytanî bir takım fikirler, yaklaşımlar, analizler telkin edilmektedir.
Bazen de oryantalist çalışmalar, ekonomik fayda amaçlı olarak Doğuyu kolayca sömürebilmek için yapılmaktadır. Buna göre Doğuya ait özellikler iyice biliniyor, araştırılıyor, Doğunun yer altı ve yer üstü zen174
ginliklerinin nasıl yağmalanacağı hakkında projeler üretiliyor, hileler, planlar yapılmaktadır.
Değişik amaçlarla da olsa Batı, kendine göre bir Doğu tasarımı ortaya koymuştur.
Oryantalizm, genel anlamda Batı emperyalizminin işini kolaylaştırmak için yapılan bilimsel, kültürel, sanatsal ve siyasi çalışmaların genel adıdır. Batı, kendisini merkeze alarak dinî, kültürel ve ekonomik menfaatleri doğrultusunda bir Doğu-İslam-Türk tasarımı yapıp durmaktadır.
Oryantalizme göre Batı merkezdir. Yani bütün iyi, olumlu, faydalı, güzel değerler Batı kaynaklıdır, Doğu ise kötü, olumsuz, zararlı, çirkin değerlerin vatanıdır. Dolayısıyla Doğulu insanlar, kendilerine ait olumsuz değerlerden arındırılmalı, bunlardan kendisi vazgeçmeli, her anlamda Batıyı taklit etmeli, Batıya bağımlı ve endeksli bir toplum olarak kendisini yeniden şekillendirmelidir.
Oryantalizme göre Batı belirleyicidir, Doğu belirlenen. Yani kural ve norm koyucu, kurumsal yapılar inşa edici, ilkeler, kanunlar, yöntemler üretici Batıdır. Doğu ise kendini, kendisine ait yapıları ve değerleri, Batının belirlemiş, başlatmış ve üretmiş olduğu bu yapısal değerlere göre belirleyecektir, onlara göre ölçüp biçecektir.
Oryantalizme göre Batı, hâkimdir Doğu mahkûm. Batı efendidir Doğu köle. Yani idare eden, hükmeden, siyaset kuran, kanun yapan Batıdır, Doğu ise Batının idaresine mahkûm olan bir köledir. Batı nasıl kanun yapılmasını isterse Doğu, o doğrultuda kanun yapmalıdır. Batı nasıl bir anayasa yapılmasını öngörüyorsa Doğu o doğrultuda bir anayasa yapmalıdır. Zinhar bağımsızlıkçı ve milliyetçi bir kafayla kafasına göre yerli, millî ve İslamî zihniyet ve değerlerden hareketle anayasa ve kanun yapmaya kalkmamalıdır.
Oryantalizme göre Batı ilerlemeci, dinamik, canlı, var olan ve var olacak olan bir medeniyeti ve bir süreci yani geleceği karşılar. Doğu ise geri, durmuş bitmiş, ömrünü tamamlamış, eski bir medeniyeti temsil eder. Emperyalist Batı, son dönemlerde medeniyetler çatışması kuramını bunun için icat etmiştir. Buna göre iki medeniyet vardır: Hristiyan Batı
175
medeniyeti ve Doğu İslam medeniyeti. Hristiyan medeniyeti canlı, üretken, kendisini sürekli yenileyerek hayata hâkim olan, dünyayı, hayatı yönlendiren, toplumlarda yaşayan, geleceği tasarlayan dinamik, hareketli yani canlı bir medeniyeti temsil ediyor. İslam medeniyeti ise eski zamanlarda bir dönemler var olmuş, ama sonra bütünüyle hayattan çekilmiş, yok olmuş, bütün canlılığını, dinamizmini, hareketliliğini kaybetmiş, içinde bulunduğumuz hâle ve geleceğe dair bir tasarımı olmayan, çağdışı, geri, ölmüş bitmiş bir medeniyeti temsil ediyor.
Oryantalizme göre Batı, dünyaya açıklığı, dünyevîliği, mutluluğu, neşeyi, iyi imkânlar içinde yaşamayı, insanlar arası medenî ilişkiler toplamını, demokrasiyi temsil eder. Doğu ise uhrevîliği, ölümü, karanlığı, ilkelliği, karamsarlığı, neşesizliği, içine kapanmayı, diktatörlüğü, ilkel insan ilişkilerini, mahalle baskısını temsil eder. Bu bağlamda Batı, dünya nimetlerinden sonuna kadar yararlanmayı, neşeli, mutlu, huzurlu, düzenli, onurlu bir hayatı temsil ediyor, Doğu ise kendisini sadece ahiret için hazırlayan, bu dünyayı ihmal eden ya da bu dünyanın nimetlerinden uzak olan, uzak duran, yaşamayı, eğlenmeyi, mutlu, sevinçli olmayı bilmeyen, onursuz, silik, ezik, karamsar, içine kapanık insanların yaşadığı bir dünyayı temsil eder.
Oryantalizm, Doğu-İslam-Türk âleminde bağımlı, teslimiyetçi, ümitsiz, özgüveni olmayan, bütün atılım ve ilerleme hamlelerini tüketmiş, Batıya bağımlılıktan başka hiçbir çaresi olmadığına mutlak iman eden bir zihniyet inşa etmeyi amaçlar.
Oryantalizm, 19. yüzyılda dışarıdan batılı temsilciler tarafından doğrudan iş görüyordu. Yani her anlamda bizzat batılı olan bilim adamı, sanatçı, ressam, yazar, siyasetçi, uzman vs unvanlı Batılılar, Doğuyu aşağı, geri, işlevsiz, anlamsız, itibarsız bir konuma indirgeyen çalışmalar yapıyorlardı. 18. ve 19. yüzyıllarda sömürge imparatorlukları da doğrudandı. Doğu-İslam dünyasına dönük çalışmalarını bizzat dışarıdan dayatıyorlardı. 20. Yüzyıldan itibaren ise Oryantalizm, taktik değiştirdi. Dışarıdan dayatmaların tepki çektiğini anlayınca bu sefer, içerden temsilciler, sözcüler bulmaya, yetiştirmeye, üretmeye başladı.
176
Değişik fonlarla besleyip semirttiği yerli romancılar, yazarlar, ressamlar, fotoğrafçılar, siyasetçiler, kendi ülkelerinde kendi vatandaşlarını Batının fikirleriyle, yaklaşımlarıyla, davranış biçimi ve yaşama tarzlarıyla, projeleriyle, şeytanî tezgâhlarıyla mankurtlaştırmaya, yani yerli, millî ve İslamî değerlerini bombardıman etmeye başladılar. Bugün ülkemizde dışarıdan bizzat batılı oryantalistlerin yanında mebzul miktarda yerli batıcı oryantalistler iş görüyor.
Dışarıdan batılı, içerden batıcı yerli oryantalistler, Müslüman Türk milleti üzerinde yaptığı yoğun bombardımanlarla Türk milletinin iki temel değerini; millî ve İslamî değerlerini, dünya algısını, toplum yapılandırma anlayışını, siyasi anlayışını bozmaya, değiştirmeye, dönüştürmeye çaba harcıyorlar.
Yerli oryantalistler, ülkemizin basın yayın organlarının neredeyse tamamını işgal etmiş durumdadırlar. Her gün gazete ve televizyonlarda emperyalist Batının siyasi, kültürel, ekonomik görüşlerini dillendiriyorlar, onlara tercüman oluyorlar. Bunlar, Batının ağzıyla konuşarak kendi vatandaşlarını Batının genel anlamda Doğu siyaset projeleri doğrultusunda şekillendirmeye, zihinlerini güdümlü, bağlı bir işleyiş yönünde inşa etmeye çalışıyorlar.
Ülkemizde yerli oryantalist adı altında toplayabileceğimiz yazar çizer, siyasetçi, edebiyatçı makulesi, Türk milletini dinî ve millî değerlerini geçersizleştirici, boşa çıkarıcı, değersiz ve anlamsız kılıcı çalışmalarıyla mankurtlaştırıyorlar. Sonra ortaya çıkan boşluğu Batılı anlamda Hristiyanlık, kapitalizm, materyalizm değerleriyle doldurmaya çalışıyorlar.
Batılı oryantalizm, Türk milletinin tarihsel değerlerini eğerek, bükerek, keserek, yontarak iğdiş edip dünya kamuoyuna oldukça çarpıtılmış bir Türk toplumsal tarihi sunuyor. Mesela Oryantalist bağlamdaki resimlere baktığımızda bunlar, genellikle iki kavram etrafında çoğaltılmış ürünler olarak karşımıza çıkıyor. Hem dışarıdan Batılı hem de içerden Batıcı oryantalistler, şehvet ve şiddet merkezli resimler yapıyorlar. Bir bakıma Türk tarihini şehvetten ve şiddetten ibaret görüp göstermeye çalışıyorlar. Harem ve hamam hayatına ilişkin olarak şehveti tahrik ede177
cek, gevşek, tembel, sadece eğlenmeyi seven, erkekleri tahrik ve tatmin etmekten başka yaşama amacı olmayan ya da böyle bir hayat kurgusuna mahkûm edilmiş zavallı, şanssız, esir, cariye kadınlar topluluğu resmi çiziyorlar. Bu resimlerden hareketle dünya kamuoyuna Türk kadını bunlardan ibarettir gibi bir izlenim veriliyor. Türk kadınının analık, çalışkanlık, asalet, dirayet, kifayet, masumiyet, fedakârlık gibi medenî ve insanî boyutları hemen hemen hiç görülmemektedir.
Oryantalist sanat ve edebiyatta Türk kadını erkekler için salt eğlence ve eziyet nesnesi olarak sunulmaktadır. İtilip kakılan, köle, cariye olarak kullanılan, kamusal hayatta kendisine eşit ve insanî bir yer verilmeyen, eve hapsedilen, çarşaflara bürünmüş, hayattan tecrid edilmiş, kaderine mahkûm edilmiş, hiçbir özgürlüğü olmayan, erkeğinin iradesine mahkûm zavallı, çaresiz, Batı tarafından kurtarılmayı bekleyen mazlumlar olarak tasvir edilir.
Mesela yerli oryantalistlerden Ermeni asıllı Ara Güler’in Arap harfleriyle dev bir Allah yazısının altında yere çömelmiş, kapkara çarşaflar içinde, yüzü gözü belli olmayan, karaltı halinde bir silüet olarak görülen iki kadın figürünün yer aldığı bir resmi vardır. Bu resim iyice incelendiğinde şunlar görülür: Allah yazısı bir bütün olarak İslam dinini temsil eder. Bu yazının altında ezilmiş vaziyette duran iki kadın ise Müslüman Türk toplumunu temsil eder. Bu görüntüyle verilmek istenen mesaj, İslam’ın Müslümanları ezdiği, sindirdiği, bastırdığı, iradelerini yok ettiği, şahsiyetlerini berhava ettiği, kimliksizleştirdiğidir. Zira resimde kadınların arkadan kara bir silüeti görülüyor. Yani kadınların yüzünün gözünün görünmemesi, şahsiyetlerinin silikleşmesi, belirsiz hâle gelmesi, hayatlarının, kişiliklerinin, bedenlerinin, ruhlarının karartılması demektir. Bu tamamen oryantalistçe bir bakıştır. Bu görüntüyle oldukça olumsuz özelliklere sahip bir İslam imajı çiziliyor.
Bugün Türk milletinin siyasetten ekonomiye, tarımdan kültüre kadar bütün sorunlarının temelinde dışardan batılı, içerden yerli Batıcıların birlikte uyguladıkları Türk milletini mankurtlaştırıcı oryantalist projelerin farkında olmamak yatar. Türk milleti oryantalist projelerle kendine
178
yabancılaştırılmakta, millî ve dinî değerlerinden uzaklaştırılmakta, kendi yerli, millî, İslamî kimliğinden koparılmakta, kendine ait bütün değerleri değersizleştirilmekte, uyutulmakta, kandırılmakta, aldatılmaktadır. Uyumlu, ahenkli dayanışmacı bir millet olmak yerine atomize edilmiş, bireycileştirilmiş ve bencilleştirilmiş, bağımsız fertlerden meydana gelen kuru kalabalıklara dönüştürülmektedir. Bunun sonucu olarak da Batı emperyalizmi milletimizi kolayca teslim alabilmekte, yer altı ve yer üstü zenginliklerimizi kendi ellerimizle gâvura teslim etmekte, dinimizden ve milliyetimizden vazgeçmekte bir beis görmemekteyiz. Millî uyanış, silkiniş ve doğruluş, oryantalist projelerin farkına varmakla başlayacaktır.
Mankurtlaştırma sürecinde stratejik cepheler
Şu ana kadar yazdıklarımızda, toplumun zihninin yeniden ve bize ait olmayan biçimde inşa edilerek nasıl mankurtlaştırıldığı, bunun sonucunda ulusal reflekslerin nasıl aşındırıldığı ve direncin neden ve nasıl kırılmak istendiği üzerinde duruldu.
Anadolu, ilk uygarlıkların ortaya çıktığı bir yer ve biz Anadolu’da yaşıyoruz. Bu topraklar çeşitli uygarlıkların kurulup geliştiği bir alan üzerindedir. Burada kurulan devletlerin hemen hepsi dünyanın önemli olaylarında belirleyici olmuştur. Hitit, Lidya, Roma, Selçuklu, Osmanlı Devleti bunlar arasındadır. Bu topraklarda yaşayıp da yeterince etkin ve öncü rol oynayamayan devlet sadece biziz. Kuşkusuz, uygarlıkları yaratan topraklar değil, kültürümüzdür.
Türkiye’nin hızlı bir kalkınma potansiyelinin olduğu bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla Türkiye’nin kendisinden önce gelenler gibi, bir süper devlet olmaması için her türlü çirkin girişim, entrika, terör, kriz ve her türlü iç ve dış sömürüyü yaşıyoruz. Bunlar, bize iç ve dış sömürünün sürmesi için özellikle Batılı müttefiklerimiz ve yerli işbirlikçileri tarafından yaşatılmaktadır. Toplum uyutulmakta ve uyuşturulmaktadır. Devletimiz, sağlam temellerine rağmen ciddi tehditler altındadır. Bunun neden ve nasıl olduğunu düşünmek zorunludur.
Bir ülkenin geleceğinde eğitim ve kültür politikaları önemli bir be179
lirleyicidir. Eğitim insan üretimidir ve geleceğin toplumunu imal eder. Eğitimine sahip çıkmayan, amaçları doğru belirlemeyen, yeterli kaynağı ayırmayan, üstelik eğitimden tasarruf yapan toplumlar bu üretimi sağlıklı yapamayacağından, geleceğe güvenle bakmaya hakları yoktur. Sorun sadece kaynak ayırma sorunu da değildir. Toplum, “nasıl bir insan tipi” yetiştirileceğini belirlemeli ve eğitim sisteminin o insan tipini yetiştirip yetiştirmediğini izlemelidir.
Millî eğitimin adı ve amaçlarına bakıldığında ulusal konuların işlendiğini ve kültürel mirasın aktarıldığı sanılır. Oysa giderek bir mankurtlar toplumu oluyoruz. “Millî” olan eğitim mankurtlaştırmaz. Mankurtlaştırılamayanları yetiştirmek eğitimin görevi ise bu kadar mankurt nereden ve nasıl çıktı? Acaba eğitimde insan imal ederken kendimizi mi kandırıyoruz?
Türkiye yine çok cepheli bir ateş altındadır. Sürekli tehdit ve taciz altında tutuluyor, gerilim yaşıyoruz. Ulusal reflekslerimiz yavaşlatılmak ve ulusal direncimiz kırılmak isteniyor. Bu bölümde sürecin nasıl işlediği açıklanmaya çalışılacaktır. Bir şey yapmak için tehditlerin neler olduğunu bilmek gerek. Bilinirse, önlem alınır. Önce görmek ve tanımak gerekir. Görünen o ki, mankurtlaştırılıyoruz!
Tekrarda fayda var; mankurtlaştırma, bir dış gücün içerideki egemen sınıfla işbirliği yaparak ülkenin eğitim ve kültür politikalarını milletin aleyhine değiştirerek, ulusal kimliğinden uzaklaştırma, kendi toplumuna ve kültürüne yabancılaştırma, bilinçsizleştirme ve sömürüye açık hale getirme, sonra da yardım ediyormuş kanaati yaratarak toplumun zihnini yeniden kurgulayıp sömürgecilerin zihinsel kölesi durumuna getirmek için milleti kendi değerlerine düşman etmeyi anlatan sosyokültürel bir kavramdır. Bu süreçten geçenlere mankurt denir.
Zihni yeniden kurgulanarak mankurtlaştırılan kişi, düşmanını “efendi” kabul ederek kendi halkına ve değerlerine karşı savaşan bir köledir. Mankurt bir süre sonra mankurtlaştırıcı olmaya başlar. Kendisi gibi olmayanları efendileri adına mankurtlaştırır. Bununla o kadar ilgili ve içtendir ki efendilerini hayran bırakır.
180
Toplumun okumuşları formal eğitimden dolayı daha kolay mankurtlaştırılabilirken, halk aynı kolaylıkla ve kısa zamanda mankurtlaştırılamaz. Geleneksel kültür kodları halkı kendi değerleriyle ayakta tutarken, okumuşlar ya da yöneticiler gerek arayış içinde olmaları, yeni değerlere kontrolsüz biçimde açık olmaları ve bireysel çıkarlarını toplumsal çıkarların önünde tutmaları yüzünden mankurtlaştırma sürecine girebilir ya da ulusal değerleri zayıfsa, bu süreçte hızla yol alarak mankurtlaşabilir.
Küçük beyinler kişileri, ortalama beyinler olayları, büyük beyinler ise nedenleri sorgular diyerek bu konuda bizdeki mankurtlaştırma operasyonunun arkaplanını açmak istiyorum.
İşgal başlıyor!
“Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde... Çocuklar varmış gül gibi, çocuklar varmış güzel, çocuklar varmış dünya tatlısı. Öylesine bir enerjiye sahipmiş ki çocuklar, yerlerinde duramazlarmış.
Her şeyi karıştırmak isterlermiş, büyük bir merakla. Ama; anneleri varmış, elleriyle tesis ettiği düzenin bozulmasından hoşlanmayan.
Anneleri varmış, çocuklarının bir anda yetişkin olmalarını bekleyen.
Babalar; ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü sayarmış kendini yalnızca.
Önceleri evdeki düzeni karıştırırken, anne tarafından meraklarına yasak konan çocuklar; sonraları hem annelerini hem babalarını rahatsız eder olmuşlar. Kafalarını karıştırır, işlerini karıştırır olmuşlar. Ne görseler sorar olmuşlar o sıralar, ne düşünseler sorar olmuşlar. Tam da zamanında gelirmiş akıllarına bir şey sormak. Tam, anne komşuyla pek mühim bir şey konuşurken yada baba tam kestirecekken koltukta, sorular başlarmış birden. Ya “git şurdan” derlermiş çocuğa anne – baba ya da hiç alakası olmayan bir yanıt verirlermiş. Dönerlermiş uğraşlarına böylelikle yeniden. Bundan öte, en gerekli zamana gelmeden daha, merakın ne kadar gereksiz(!) ne kadar kötü(!) bir şey olduğunu keşfedermiş çocuklar. Her merak uyandığında içlerinde kendilerinde suçluluk
181
hissederlermiş... Eş dost varmış o zamanlar da. Konuk geldiklerinde eve, çocuğun en ufak hareketinde annesine babasına yüklenirler, “çok şımartmışsınız siz bunu” derlermiş. Utanırmış haliyle zavallı anne
- babalar, rezil olurlarmış. Eş dost gidince evden, konuşurlarmış çocukla anlayacağı dilden! Adeta çocuktaki yüksek enerji, anne babada yüksek sinire dönüşürmüş haklı olarak (!) Anne baba çocuklarının en iyi olmalarını beklermiş. Zira, hata yapmazmış en iyi olanlar. Oturursa kalkmasını isterlermiş, kalksa oturmasını. Çünkü çocukmuş onlar ve onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş yaşamda. Çocuklar defalarca anlatmak istemişler kendilerini; ne dinleyen olmuş onları, ne anlayan. Çoğu kez “seni yaramaz” deyip gülüvermişler çocuğa. Ve çocuklar; bu kez de kendilerini anlatsalar bile birilerinin onları dinlemeyeceklerini, dinleseler de anlamayacaklarını öğrenmişler. Arada bir doğru bildiklerini söylemeye çalışmış çocuklar; “sus” denilmiş. Kendilerine “sen çocuksun, senin aklın ermez.” Komşunun çocuğu gelip, oyuncağını onunla paylaşmayınca da; “bak sen büyüksün, hadi ver oyuncağını kardeşine...” Böylelikle de büyüklük ve küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini öğrenmişler. Yaşayarak öğrenmişler(!)
Eeeee daha ne istiyorlarmış ki çocuklar; aç değillermiş, açık değillermiş. Ve bunca şeyi öğreniyorlarmış anne babalarından. Büyüdükçe, öğrendikleriyle yaşar olmuşlar.
Anne babaların merak ettiklerinin dışında bir şeyleri MERAK ETMEMEYİ kendilerini İFADE EDECEĞİM diye boşa zaman harcamamayı, büyüklükle küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini(!) yaşar olmuşlar.
Her şeye hakim olmayı istemekle, bir hakim bulabilmenin çabası içerisinde MUTSUZ olmayı öğrenmiş çocuklar, çocukluklarında...
İnsan kişiliğinin % 35’ini anne ve babasının kromozomlarından alır. %25’ ise henüz anne karnındayken yaşadıkları belirler. % 30’unu ise okul çağına kadar ki yaşadıkları olaylar belirler. Geriye kalan % 10’luk bölüm ise sonrası hayatına bırakılmıştır.
182
Türkiye tüm kurum ve kuruluşlarıyla problem yumağı olmuş bir ülke konumunda. Herkesin, çözüm önerilerine dair nice görüşleri söz konusu.
Ancak bütün bu görüşlerin ortak özelliği “insan” merkezli olmayışı.
Özellikle en temel yaklaşım “ekonomik insana” dair tezler üzerine kurulu.
Bu ülkenin iki temel kaynağı söz konusu: birisi insan, diğeri toprak.
Her ikisinin ortak özellikleri uzunca yıllardır nadasa bırakılmaları.
Biz bu yazımızda “insan merkezli” bir yaklaşımla ülkenin problemlerine bir bakış açısı getirmeye çalıştık. “İnsan”a tanımlama getiremez isek de tüm iyi niyetine rağmen hayata dair yorumlarımızın haybeye olduğunu da vurgulamak zorundayız.
O halde insan başarı denklemine, mutluluğa giden yol tarifini veremez isek yeni bir akıntıya karşı kürek çekme sınavından başka bir şey yapmamış olur, laf kalabalıklarından birini de biz üretmiş oluruz.
İnsanımızı ıslah edici bir programa adım atamak zorundayız. Bunun için bireyi hedef alarak, toplumun en küçük nüvesi olan “Aile” kavramını yeniden imar etmekle işe başlamak durumundayız. İlk önce ailenin en hassas dengesi “anne”lik mesleğini ehilleştirmeliyiz.
Hep dile getirilen “Türkiye’nin sorunu eğitim sorunudur” betimlemesinin mihenk noktasına “kadın ve anne” kavramlarını oturtmalıyız. Bireyin oluşa geldiği ilk kurum olan “Aile”nin imarı, sağlıklı bir toplum olmasının da ilk koşuludur. Aşağıda sıralayacağımız biline gelen hususlar temel prensiplerimizdir.
Eğer bir çocuk ELEŞTİRİLMİŞSE, kınamayı ve AYIPLAMAYI öğrenir.
Eğer bir çocuk KİN ORTAMINDA büyümüşse, KAVGA etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk ALAY edilip AŞAĞILANMIŞSA, SIKILIP UTANMAYI öğrenir.
Eğer bir çocuk UTANÇ duygusuyla eğitilmişe,kendini SUÇLAMAYI ögrenir.
183
Eğer bir çocuk övülmüş ve beğenilmişse,TAKTİR etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyümüşse, ADİL olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk güven ortamı içinde yetiştirilmişse, İNANÇLI olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk kabul ve onay görmüşse,KENDİNİ SEVMEYİ öğrenir.
Eğer bir çocuk aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse, bu dünyada MUTLU olmayı öğrenir.
Anne, baba olarak evlat yetiştirirken dikkat edeceğimiz şeylerden bazıları.; bu gözlemi çocukların gözünden müşahade etmek lazım, tabiiki...
1 Bana su getirtmeyin, bana da su getirmeyin. Aramızda hizmetçi yok, herkes kendi işini yapsın. Evde küçük yaşta iş gücü kullanmaya ve sevgi istismarına son.
2 Hata yapmama izin verin ki, gerçekten hataysa sonuçlarını görüp ders alayım. Hata değilse siz ders alın.
3 Her istediğimi bana almayın. Size karşılıksız kimse bir şey vermiyor. Her şeyin bir çalışma karşı elde edileceğini öğrenmeme izin verin. Sonuçlar, çalışmanın ürünüdür.
4 Benim özgürlüğüm sizin özgürlüğünüzdür. Bir yere gitmek istediğimde beni bırakın. Bana kaçta döneceğimi değil, ilkeler söyleyin. İyi insanlarla birlikte ol ve kendini koru gibi bir söz benim için saat kaçta döneceğimden daha anlamlı ve yararlı. Yoksa ben yapacağımı gündüz gözü de yaparım.
5 Okulun amacı öğrenmektir. Derslerden kaç aldığım değil, bir şey öğrenip öğrenmediğime bakın. Beni yarın yaşamda ayakta tutacak olan aldığım notlar değil, öğrendiklerim olacaktır.
6 Benimle ilgili fikirleriniz elbette var. Ama arada benim ne düşündüğümü, ne hissettiğimi sorun ve gerçekten dinleyin. Aramızdaki sorunların çoğu iletişimsizlikten kaynaklanıyor. Konuşmak kadar dinlemeyi de öğrenelim.
184
7 Ben dürüst olmak istiyorum, beni yalan söylemek zorunda bırakmayın. Size yalan söylemeye başlarsam, bazen bilmeniz gerekenleri de öğrenemeyeceksiniz.
8 Söylediklerinize karşı çıktığımda size değil, söylediklerinize karşı çıkıyorum. Sizde bana değil, söylediklerime karşı çıkın. Kelimeler incinmez, ama bizler inciniriz. Yani, “sen aptalsın” değil, “bu söylediğin fikir güzel değil,” diyelim birbirimize.
9 Toplum içinde gurur duyacağınız bir birey olmam, sizin bana bir birey gibi davranmanıza bağlı.
10 Sizden beklediğim şey tek başına sevgi değil, aynı zamanda saygı. Benden saygı istiyorsanız, ben de sizden saygı istiyorum.
Duygusal ve ruhsal yapısı sağlıklı olarak inşa olmuş birey akıl,inanç ve sezileriyle kendini geleceğe hazırlayan bir toplumun asil unsurudur. Türk insanı olarak hayatı yalnızca batı penceresinden yorumlama hastalığını üzerimizden atmamız gerekiyor. İnsanlık aleminin mensupları olarak yalızca tek yönlü yorumlarla değil de bir bütün olarak “gezegen insanı” olarak hayata, “emaneti üstelenmişler” noktasında yaklaşmalıyız.
Rönesans’a kadar “medeniyet” kaşesini bizim düşünce iklimimiz üstlenmiştir
Sonrasında diğer yitik medeniyetler arasına bizlerde dahil olduk. Ancak bir gerçeklik ifadesi olarak belirtelim ki bizim “medeniyet” anlayışımız “nur”un tamamlanması statüsünde olduğundan henüz söylenesi sözümüz vardır. İçinde bulunduğumuz ahval keyfimizi kaçırmasın. 18. yy. sonra “medeniyet” ile tanışan batı bunun keyfini bir müddet daha yaşasın.
Rönasans devrinde, Copernic Dünya’nın Güneşin uydularından biri olduğunu anlatırken Ptoleme’ninde dünyasını karartmış oldu. Yeryüzünün, evrenin merkezi olduğu inanışı yeni tartışmaları getirdi.
Galilee ile Coprnic’in iddiaları pekiştiren kilise ilk ciddi paniğini yaşamaya başlıyordu. Aristo’nun Saint Thomas D’aquin, Dante’nin dünyaları da kararıyordu.
185
Marco Polo Asya’nın kudretini Batı’ya aşılarken, Colomb, Gama yeni maceraların, havarilerin, fatihlerin sayısı artırıyordu. “ilim” tarihte ilk kez Hıristiyan “batı”nın damarlarında dolaşmaya başlamıştı.
Gütenberg matbaasıyla ilmin “iletşimini” sağlıyor, Machiavel, Copernic, Luther aydınlanma çağının havarileri olarak “tanrı” melek ya da kutsiyet ifade den kavramları “batı”lı insanın gündeminden çıkartıyordu. Kilisenin otoritesinin bitişi “Avrupalı milletleri” tarih sahnesine alıyordu. Tanrı makamına “ modernite ve teknoloji” oturtulurken İsa ve Meryem ancak foklorik bir ritüel olarak kentin ara sokaklarında yada bir yerlerin sıkılmışlıklarında bir sığınak dokusu olarak anlam ifade ediyordu. Endüstriyel ekonomi insanı şekillendirirken “İsa inancı” dahi “üretim ve tüketim” sarmalında kendine yer bulabiliyordu.
İnsan, felsefe ve bilim arasındaki tartışmalar bireyin huzursuzluğunun yeni sebebidir. İnsanlığın tesellisi yada avuntusu teknoloji ile eşyaya verilen yeni şekillendirmelerdir. Sanat şiir, fazilet ve güzelliğin önüne geçti. İrade faziletin unsurlarından sayılarak yalnızca “dünya nimetine” yöneldi.
Makineleşmeyle birlikte insanı yeni bir “yeryüzü hakimiyeti”mücadelesi bir kez daha şekilleniyordu. İdeolojiler son yüzyılın yeni dinleriydi artık. Pascal ve Descartes’le birlikte, bir fikrin açıklığı onun doğruluğu için yeterli sayılıyordu
İdeolojiler, zekanın fantezileri akla uygunluk çerçevesinde hayat tarzı için esas teşkil ediyordu. Oysa bir medeniyetin sürekliliği, felsefi prensipler üzerine değil iman ve çevresinin ilmi kavramları üzerine kurulması gereğine bağlıdır.
Volteire ve ansiklopediciler akımı Adam Smith’in görüşleriyle yeniden tanımlanırken bir kısım insanların zenginliği insanlık aleminin hürriyet ve mutluluğun ön koşulu haline getiriliyordu.
Küreselleşme dininin temelleri iyiden iyiye pekişiyor bu dinin peygamberleri olarak ta “iş adamları” statükolarını perçinliyorlardı.
Lavoisier modern kimyanın başlangıcını yaparak yeni bir “ferisiler” dönemi “modern illüzyon” ile betimliyordu. Bağımsızlık, refah, hürriyet,
186
bilimsellik yeni dinin amentüsünü içeriyordu.
Aristokrasi, burjuva ile askeri ve kilise feodolitesi ise yerini kapitalist feodileteyle yer değiştirdi. Ekonomik liberalizm ahlaki manipülosyonlara yol açıyor “uygar insan” terimi yeni dinin “müminlerinden” sayılıyordu.
İyi ile kötüyü ayıran denge ideolojilerin, kaprislerin ve enaniyetin ihtirasları karşısında yitirildi. Bireysel dünyalarında iç disiplinleri kalktı. Vicdanın yerini kanunlar, polisler ve silahlı kuvvetler aldı. Doğruluk, şeref sorumluluk, saflık, kahramanlık, arkadaşlık gibi kavramlar ancak övgü içerip, gerçek hayatta anlam bulamayan terimlere dönüştü.
Toplumsal çarelerin yetersiz arayışları bireyi kendi kabuğuna yöneltirken “ben merkezli” kişilikler gelecek nesiller içinde sağlıklı emareler taşımamaktadır.
Modern devlet anlayışı ise yalnızca mülkün, banka, endüstri ve ticaretin koruyuculuğuna kilitlenince “vatandaş” ise yalnızca “tüketici” kimliği ile “istatistik” verileri açısından anlam ifade etmeye başladı.
Yasama-yürütme-YargıileAskeri-SiyasiveEkonomikoluşumların tezatları bireyi hep “çarkın dişlisi” konumuna itekledi. “Global Kaosçu Düzen” bu yüzyılın genel adı oldu. “Demokratik Hürriyet”, hakları kutsanmışların genel insan kitlelerine empoze ettikleri kocaman bir yalandan ibarettir. Sosyal uçurumlar kurulu düzenlerin yaşama şartıdır.
Fransız ihtilali, hem aristokratlara hem de proterlere karşı idi. Sonucunda ise burjuva bu kavganın gerçek hakimi olarak “galip” hanesine adını yazdırdı.
Türkiye öncelikli olarak “psikolojik yaşı 10’u” geçmeyen insanların “oy”larıyla geleceğini yönlendirme hastalığından kurtulmalıdır. Yöneticilerini ilmen ahlaken rüştünü toplum nazarında belirlemiş yerel adaylarını bir takım üst kıstaslarla belirleyip meclisinin dokusunu öyle belirlemelidir. “kaosçu düzenin” kurmayları olan kendi burjuvasının etkisinden kurtarmak istiyorsa önce “seçme ve seçilmenin” gerekleri üzerinde kafa yormalıdır.
Gerçekte “insan hakları” denilen bir kavram yoktur. “insan ihtiyaçları” esas teşkil eder, insan haklarına. Önce bu ihtiyaçların akıl inanç bilim
187
adamlarınca ortak platformda ele alınması gerekir.
Türkiye olarak nasıl siyasi bir meclis oluşturuyorsak acilen “ilim meclislerini” de tesis etmek durumundayız. Çözüm siyasi değil, insani olmak durumundadır. Siyasilere düşen görev ise “insani” ile topluma “örnek” olmuşluklarında yer bulmaktadır.
Hayat yolunda Türkiye olarak artık pusulasız gitmemiz sözkonusudeğildir. İçinde bulunduğumuz buhranlı günlerde panik yapmadan “tarihin muhasebesini” yeniden ve objektif olarak yapmamız gerekmektedir. Ve her şeyden öteye Türkiye yeniden tüm kurumlarıyla bir barış ortamı kurmalı öncelikli olarak da “Allah” ile barışmalıdır. Ya da nasıl bir “Allah”a inandığını tespitinde bulunmalıdır.
Kozmik kanunların, kimyanın, fiziğin, hücrenin sahibi “yüce yaratan” ile onun yarattıklarından bir tanesi olan “insan”ı tekrar bir araya getiren “sulhun” ilk adımlarını atmakta biz Türk toplumuna önemli adımlar düşmektedir. Tarihi misyonumuz bize bu sorumluluğu haklı gerekçelerle yüklemektedir. Ordu, üniversite, idare, adliye çevrelerindeki, tehlikeli rakiplere karşı girişilen tavırlar bire bir anlatıma indergendiğinde mantıklı karşılanacak sosyal hadiseler değildir. Ancak “mayası bozulmuş” insan çekirdeği etmem yapılarda tehlikenin boyutlarını da göz önüne koymaktadır. Maalesef ki bir ideale bağlananlar, çıkarını gözetmeden çalışanlar, iki yüzlü yada deli olarak algılanmaktalar. İnsanların kalbinde iyilik yapmak, dürüst kazanarak çalışmak değil de maddi menfaat sağlama kaygısı yerleştirilmektedir. “Kar tutkusu” paranın iktidar sağladığı bir sürece sürüklenmiştir. İstenenler sıradanlaşmış, para ise araç statüsünden sıyrılarak amaç konumuna yüklenmiştir. Suç ve ceza oranındaki adaletsizlikler sosyal dokuyu zedelemiş, aile kurumu parçalanma aşamasına getirilmiştir.
Türkiye’deki ceza evlerinin kontenjanı 60 bin kişidir. Oysa parçalanan dokusu sayesinde sokaklarda salınan kimsesiz çocuklarımızın sayısı 200bin civarındadır. Birer potansiyel suçlu konumundaki bu insanlarımız yarının ciddi tehlikelerinden birini oluşturmaktadır. Halbuki bu 200 bin çocuğu “geleneksel devşirme” ile silahlı kuvvetlerimizin alt yapısına
188
indirgesek hem profesyonel orduya geçişi sağlayabiliriz, hem de şimdiden geleceğe yönelik bir tedbir zincirinin de ilk halkasını oluştururuz
Bireysel yaşantımız amaçsız ve disiplinsiz olunca eğlence batağına akmaktadır. Bu ise bizleri tembellik, uyuşturucu ve alkol, fuhuş ortamına keyifli fakat bencil bir hayata yönlendirmektedir. Yaratılış kanunlarına ters olan bu yapılanma bizleri topyekün bir yok oluşa da sürüklemekte, insanlık bu girdabı savaşlarla çözmeye çalışırken dünya “uygar görünümlü, barbar insanların” dünyası olmaktadır.
Moderndiyelanseedilentoplumilkönce“kadınınaslifonksiyonunun” ne olduğunu ortaya koymalıdır. Kadın tüketim toplumunun metası olmaktan kurtarılmalıdır. Kadının insan olarak zihni ve organik gelişiminin “annelik duygusuna” yönlendirilmesi gerekir. Burada kalitetif bir anlayışla “eş” ve “anne” kavramlarının altının doldurulması gerekir. Hedef sağlıklı nesiller olacağına göre, sağlıklı gelecek için konsessüsünüz olmalı. Burada sorgulamadan edemiyorum, başörtüsü yasağının arkasında yatan düşünceyi.
Otomobil sahibi olmayı, hayvan yetiştirmeyi ciddiye alan modern toplum gelecek nesillerin taşıyıcısı olan genç kızlara karşı aynı özeni ne zama gösterecektir.
Acaba okullarımızda “potansiyel anne ve babaların” eğitilme süresine ne zaman ihtiyaç duyacağız? İdeal eş, ideal anne, ideal baba sürecini ne zaman başlatacağız.?
Bir eğitim ihtilali ile okulları kuru kuruya diploma ve sertifika üreten üzüntü fabrikaları olmaktan çıkartıp, ahlaki, entelektüel, estetik, mesleki ve ölüm sonrasına dair duygulara cevap veren vicdani müesseseler haline getirmek zorunda değil miyiz? İşte benzeri tarzdaki bir sorgulama mekanizmasının işletilme zamanını yaşamaktayız. Sorularımız ne kadar içten olursa cevaplarımız da o kadar berrak olacaktır. Her beyin Türkiye ve insanlık geleceği için üzerine düşeni yapmak durumundadır.
189
Cizvit Papazları
Bir atasözümüz der ki: “Bir adam yedisinde neyse, yetmişinde de odur.” Yine Cizvit papazları der ki: “Çocuğunuzu yedi yaşına kadar bize teslim edin; sonrasında sizin olsun.” . Şu ana kadarki yazı dizimizde toplumu, insanlığı ve tarihi geniş bir perspektifte elealacağımızın mesajlarını verdik! Aslında meselenin özü, bireydir. Tekil olarak insan; hatta bir ölçüde tüm 20. Yüzyıl ideolojilerinin açmazı da buradadüğümlenmektedir. Herkes toplumu tarif etmeye kalkışmıştır.Toplumunnüvesiolanbirey,gözardıedilmiştir.Çağdaş insanlığın konsensüsü, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi dahi (niyeti öyle olmasına rağmen) yine toplumcu bir yaklaşım ortaya koymaktadır.
Kavganın kökeninde aslında yaradılış, insanın kökeni, inancı veya felsefesi yatmaktadır. Tanrısalcı yaklaşım insanı bir kul olarak ele almakta, ödevler ve sorumluluklar yüklemekte; karşılığında ise dünya ve ahiret kavramlarıyla mutluluk ya da mutsuzluğa (cennet ve cehenneme) düçar kılmaktadır. Oysa Darwin’e dayalı düşüncenin ürünü olan manifestosu insanı sorumsuz kılmaktadır. Tabii bu arada hakim olan 20. Yüzyıl kültürünün kökenine temel teşkil eden Avrupa tarihini tüm açılımlarıyla görmek durumundayız. Örnek, bir Otuz Yıl Savaşları yalnızca Almanya’nın 24 milyon olan nüfusunu 4 milyona indirmiş; (O dönemde Osmanlının başındaki Avcı Mehmet samurpeşinde Edirne’nin derelerinde koşuşturmaktadır. Osmanlı’da içler acısı sonuna doğru pupa-yelken yol almaktadır.) Kral, derebeyi, din adamları üçgeninde bir kaos ortamı yaşanmıştır. O kaosun bugüne taşınan intikamı bir özlem uyandırmış, bu ise toplumsalcılığı ön plana çıkarmıştır.
Empati denilen insanın bireyden toplum olmaya geçiş aşamasındaki köprü, bir inanca dayalı olmak zorundadır. Bu ise kendini karşısındakinin yerine koymak demektir. Kendinden sonraki aşama toplumsalcılığı doğuracaktır. İnsan toplumsalcılık aşamasına geçerken doğa, toplum, zaman ve ego dörtlüsüyle bir kıskaç altındadır. Toplumun kuralları ve yaşanan zaman içinde bulunulan ortam tek başına dış etkiyi oluştururken yaradılışa dair bir kavram olan ego, bambaşka bir görünüm ortaya koy190
maktadır. Yani laboratuara sokulamayacak kavramlar insanın ruhaniyeti, maneviyatı, moral değerleri insanın gerçek şeklini ortaya koymaktadır. İşte 20. Yüzyıl düşünürleri bu soyut kavramları pozitivist amaçlarla es geçmişler; dolayısıyla 20. Yüzyıl kaosunu oluşturmuşlardır. Sonuçta insanın mutluluğuna dair olan topyekün arayış cinnete dayalı bir toplum yapılanmasını ortaya çıkarmıştır. Türkiye’nin yakın plan ve yakın tarih görüntüsündeki skalası şöyle belirlenebilir. Medeniyet yitirmiş bir toplumun şaşkınlığı, çareler arayan bir aydın açmazı, tamamen kimliksizliğin verdiği bir bedbinlik, güncel yaşamı etkisi altına almış genç Türkiye adeta felçli bir vücut haline dönüşmüştür. Bütün organlar mevcut; ancak birbirleriyle ilişiksiz.
Herkes iyi niyetli, çözüm önerileri ortaya koymakta; ancak körlerin fil tanımı gibi gerçekten uzak. Türkiye, sorunların çözümü noktasında adeta bir toplum mühendisliği mantığıyla nasıl bir birey yetiştirmek istediğinin kararını vermek durumundadır. Somut bir örnek olarak, Tekel’i vasıtasıyla sigara üreten, üretilmiş olan sigaraya da Sağlık Bakanlığı aracılığıyla “Sağlığa Zararlıdır” ibaresi bir çelişki mantığındadır. Bunu toplumun hemen tüm katmanlarına yaygınlaştırabiliriz. Çocuğu yetiştirirken önce aile içi hukuk olan anne babanın çapı, kültürü, vasfı belirgin rol oynamakta; hemen peşinden gelenek ve görenekler devreye girmekte, sonrasında toplumun denilen denizin girdaplarına çocuk terk edilmektedir.
Bilimsel hiçbir veri burada aktif rol oynamamaktadır. Bir din olgusu var ki tanımı bir türlü yapılamamıştır. Bir Diyanet mantığındaki resmi din anlayışı, hurafelerden örülü başka bir din anlayışı, Türkiye’deki tarikatlerin ve cemaatlerin algılamasıyla kendini gösteren bir başka din anlayışı, ilahi mesajlara dayalı gerçek din anlayışı arasında hakikatleri arayan genç bir beyini düşünün. Şöyle ya da böyle dinin normlarına ayak uyduran, ya da onu kabullenen genç beyin bu kez dış olguda laiklik kavramıyla karşılaşmaktadır. Hoşgörüye dayalı bir laiklik, hemen peşinden despotluğa varan laikçi bir tutum insanımızı sendeletmektedir. Yine ayrıca bu toplumun Alevi, Sünni gibi tarihsel kökenlere dayalı arayışla191
rı yine devreye girmekte, insanımız bir kez daha bocalamaktadır. Adeta herkes “sahibinin sesi” konumuna düşmektedir. Bu arada oryantalistleri, Tapınak şövalyeleri’ni, Armageddoncuları, Masonları ve bilumum komplocuları “dahili ve harici bedhahları” devreye koyduğumuzda yine kafalar karışmaktadır.
Devreye girmesi gereken bilim maalesef üniversitelerin çatı altlarında kendine yer bile bulamamaktadır. Herkes bir şeylerin bezirganı konumundadır. Ayrıca ülkenin yaşadığı ekonomik ve sosyal dengesizlikler insanımızı ya kaderciliğe ya da isyana itmektedir.
New York Times muhabiri John F. Burns’a göre Kürtler yüz yıllık hayallerini gerçekleştirerek bağımsız devletlerini çoktan kurdular. Saddam ve Amerika kavramı arasında bocalayan Ortadoğu, bize “Misak-ı Milli”yi çoktan unutturmuş; adeta Türkler olarak Batı’ya çekilmeyi bir çözüm olarak göstermiştir. Başka bir gerçek daha yakın planda kapımızıçalmaküzere.Eğersonyüzyılsavaşlarınıntemelindepetrolün yattığı gerçeğini kabullenecek olursak bugün Orta Asya’nın Ortadoğu’ya alternatif yeni bir enerji merkezi olmasını bilmeliyizRusya, Orta Asya’da atağa geçmek için yeterli imkan ve stratejiye sahip değil. Amerika’nın stratejisi ise çok açık. Bölgeye yeni boru hatlarıdöşeyerekRusya’yıdevredışıbırakıpUzakdoğu’yaaçılmak. Bu ise oraların insan dolgusu olan islami kimlikler üzerinde yine birtakım hesapların yapılmasını zorunlu kılacaktır. Bir Türkmenistan doğalgazı belki de Afganistan’ın yasal işgalini gerektirecek On Bir Eylül’ü doğuran en önemli unsurdu. Her gün yaklaşık otuz bin kişinin susuzluktan öldüğü dünyamızda yepyeni hesaplar bir şekilde yavaş yavaş gündemimize girecektir. Petrol ve su bundan sonraki ilk yirmi yıla damgasını vuracak stratejik kavramlardır. Dünyada cadı kazanı kaynamaya devam ederken Türkiye’nin hala “tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan” mantığındaki arayışları bu millete çok şey kaybettirmektedir.
Yakın gelecek dört ayrı kıskaçta Türkiye’yi ciddi tehlikelere sürüklemektedir.
Bunlardan birincisi ekolojik çevre kirlenmesi ve erozyon, ikincisi ta192
rımda yetersizlik, üçüncüsü enerji açmazı ve son olarak su kaynaklarının yok olmasıdır
Bugünleri Türk insanının kişisel becerileriyle atlatan politikacılarımız, acaba yarınlara karşı nasıl bir hesap içindedirler? Adeta bir ver kurtul mantığıyla kendimizi AB kapılarına atmamız bir teslimiyetçiliği gerektirmeyecek mi? Kopenhag’ın, Maastricht’in kriterleri olur da Türk’ün kriterleri olmaz mı?
Evlatlarımızı yetiştirirken nasıl bir terbiyeyle yoğuracağımızı bir taratan ele alıp diğer taraftan ise insan hayatının sınırlı, insanlığın ise çok daha uzun sürelere ihtiyaç duyduğunu bilmeliyiz.
Şu anda atalarımız diye nitelendirdiğimiz bir dönem yaşayan insanların bize bıraktıkları doğruların ve yanlışların birikimlerini yaşıyoruz. Bu şu demektir ki torunlarımız konumundaki yarının insanları bizlerin doğrularını ve yanlışlarını miras alacaklardır.
O halde tarihsel misyonu olan Türk’ün kriterlerine rücu etmemiz gerekmektedir. Varlığımız ve geleceğimiz buna bağlıdır. Bizi bu zamana kadar oyalayan ve uğruna kavga ettiğimiz tüm lüzumsuz kavramları iğdiş edip kendimize yol açabilecek yeni ufuklar belirlememiz gerekiyor.
Artık vicdanı olan, insafı olan, aklı olan herkesin ortak menfaatler hususunda Türkiye için bir araya gelmesi gerekiyor
Bir kısım aklı evveller bilmiyorlar mı ki kendi şahsi menfaatleri için sattıkları bu ülkenin değerleri yok olduğunda onlar o menfaatleriyle hangi topraklarda, hangi bayrak altında yaşayacaklar? Efendileri bir süre sonra kendi emellerini gerçekleştirdiklerinde onları el üstünde mi tutacak? O halde çok ciddi bir muhasebenin yapılma zamanı gelmiştir. Ya bağımsız bir Türkiye ya da tarihin derinlikleri. Ayrıca unutmayalım mezarlıklar vazgeçilmezlerle doludur.
Ülkelerin iç düzenlerinde toplumla devlet arasına giren örgütlenmelerden beklenen, devlet egemenliğine paralel bir egemenlik kurulmasıdır. Paralel egemenlik demek, o ülkede yeni bir güç odagı olustururak, yeni ve etkili bir ortak yaratmak, erki anayasal sorumluluk tasımayanlara devretmek anlamını tasır. Vatandaslarda bu ikilemde büyük bir tenakuz
193
yaşar. Kaos düzeninin filiz bulacağı ortamartıkhazırdır.Yeniegemenlik,nüfuzalanıiledevletinegemenlik alanına galebe çalmaya başlar. Özgürlük gibi kutsal betimlemelerin arkasına sığınan emperyal güçler ulusalcılık gibi kavramlarında naif sıfat kazanmalarına yol açar.Milli bir kompleks toplumun tüm bireylerini etkisi altına alır.
Paralel yönetimin oluşturulma süreci, ülkeden ülkeye uygulamada küçük değişiklikler göstersede, ana program değişmiyor.İçine sızılan devlet bürokrasisinin de yardımıyla, yaygın bir “medyatik” ve “enteklektüel” yedek güç operasyonuyla, Amerikalılar’ın “manufacturing public perception” dedikleri “kamuoyunun algılama silsilesini üretme” sürecinde, aşamalar birbir geçilerek ülke insanları, aslında kendilerine benimsetilmiş olan düşünce ya da eylemleri, bizzat kendilerine aitmişçesine algılayıpuygulamaya geçiyorlar.
Beyin temizleme, beyne yeni algılama düzeneği yerleştirme, örgütleme, kimlik oluşturma ve eyleme geçirme süreci birbirini takip eden adımlarla gerçekleştiriliyor:
Kamuoyu oluşturuculara (bizdeki adlandırmayla) aydınlara, yazarlara, bilim adamlarınayönelik içerde ve dışarda masrafları karşılayarak, konferanslar, toplantılar düzenlemek. Katılımcılarla doğrudan ilişki içinde, ilgili ülke hakkında bilgi almak ve “düşünce” ve “örgülenme” özgürlüğü başlığı altında yeniden yapılanma düşüncesini kabul ettirmek.
Alt örgütler yoksa, hemen Helsinki Nihai Senedi kapsamında Helsinki Yurttaşlar ve Ortak Zemin Merkezleri örgütlemek ve koşullar olgunlaştıkça, uzatan yönlendirilebilecek bir ilişkiler ağı altında insan hakları dernekleri ve benzeri örgütlenmelerin kurulması,
Yeni propaganda aygıtlarının (radyo, gazete, dergi, televizyon, video yayını) devreye sokulması. Bilimsel magazinsel içerikli, insan hakları ilkeleri üstüne sürdürülen yayınların yoğunlaştırılması. İnsan hakları ihlallerinin yaratılmasıyla sürecin hızlandırılması.
Casuslar yerine yayın muhabirleriyle yerinden bilgi elde etmek için yaygın bir yayıncı eğitim programının gerçekleştirilmesi, Bilimsel ve toplumsal konferansların çoğaltılması. Yerel vakıf ve “think tank”
194
derneklerinin kurulması,( Genel manada yapılan bu değerlendirmelerden tamamen milli hassasiyet içinde kurulan, faaliyet gösteren yapılar asla kastımız dahilinde değildir. Ancak temkinli olmak adına ülkemizin geleceği için hassas olmamız gerektiğinin altına vurguda bulunmak istiyorum.)
İşadamları derneklerinin, sendikaların kurulması, varolanların içine bilim danışmanlarıyla sızılması. Siyasi partilere eğitim programlarıyla, particilik dersleriyle yaklaşarak kadroların yönlendirilmesi gençliğin “düşünce özgürlüğü” ve “siyasi katılımcılık” propagandasıyla örgütlenmesi,
Gizli ve yarı gizli istihbarat çalışmalarının azaltılması, buna karşılık medya muhabir ağıyla açık ve yaygın istihbarat toplanması, olanaklıysa Amerikan televizyonlarının yerli şubalerinden yayına geçilmesi, eksik-yanlış bilgilendirmeyle kitlelerin yönlendirilmesi, yerel medya ile eğitim-konferans-gezi düzenleyerek kalıcı bağlar oluşturulması,
-Etniklikkışkırtıcılık:Etnik ayrılıkları güçlendirmek üzere kültür anımsatma programlarına başlanarak yerel toplantılardan uluslar arası toplantılara adam taşınması, ulusal-bölgesel tarihin bütünleştirici özelliklerinin anımsanılarak, yerel tarih, yerel kültür araştırması adı altında en eskiye özlem yaratılması,
-Yanlış ve eksik bilgilendirme: Kitlelerin akıl denetimlerini ele geçirmek üzere yoğun propaganda ve yanlış bilgilendirmeyle tarihsel devlet kurumlarının ve etnik sürtüşmeleri önleyen geleneksel kurumların yıpratılması, toplumsal kimliği karıştırmak için tarihsel ve toplumsal gelişim gerçeklerini bozarak yeni kimlikli topluluklar oluşturulması. “Dinlerarası diyalog” “hoşgörü” gibi programlarla egemen devletin seküler yaklaşımı ile mevcut dindarlar arasında polemikler oluşturulması, çatışmalar yaratılması...
- Yolsuzluk kampanyaları: Yerinden yönetim talepleri ile merkezi yönetim arasında ayrışmalar tesis edip, yolsuzluk olayları ile de topluma aşağılık duygusu yerleştirilip çaresizlik boyutunu yükseltmek.
- İktisadi ortamı denetleme: Para piyasalarının uluslar arası spekülatör ve tefecilere borç ekonomisinin gereği olarak açılması,
195
- Merkezi yönetime güvensizlik yaratımı: Kritik dönemlerde iktisadi bunalıma düşürülen sanayici ve üreticilerin konferans ve sempozyumlarla güvensizliklerinin artırımı,
- İşadamlarının örgütlenmesi: Serbest Pazar veya serbest ekonomi söylemlerinin işadamları örgütlenmeleriyle kamuoyuna maledilmesi,
- Ulusal sanayinin yıkımı: Ulusal iktisadın çökertilmesi için, ulusal sanayileşmenin ve enerji kaynaklarının yıkıma uğratılması...Çevreci akımların üzerinden ulusal madenciliğin, doğal yakıt üretim kaynaklarının ulusal egemenlik sınırlarının dışına çıkartılması,
-Orduları ulusal kimliğinden koparma: Ordunun profesyonelleştirilmesi, ordunun günlük siyasi konuların içine çekilmesi, orduyu halkın hassas olduğu konularda taraf kılmak,
-İnanmış örgüt liderlerinin yetiştirilmesi:Yeni ultra liberal önderlerle yeni partilerin kurulması; parti programlarının kışkırtmaya yönelik içerikte olması,
- Ulusal bunalımlar yaratılarak,güven ortamının zedelenmesi:Sık sık iktisadi krizlerle bunalım aralarının azaltılması. Devletin gücünün gözüktüğü kaynakların yabancı sermayeye geçirilmesi. Yabancı sermayenin devletin imtiyazlı noktalarına yerleşmesi,
-Ulusal üretim birimlerinin ele geçirilmesi: Ağır sanayi, enerji, iletişim kurumlarının özelleştirme programlarıyla terki, büyük projelerin ihlali...
- Silahlı gücün zayıflatılması: Ulusal silah sanayini engelleyip, iktisadi bunalım bahane edilerek ordunun yenilenme alımlarının yapılmayışı, ulusal sınırların gevşetilmesi,
- Devlet yönetiminin kargaşayla ele geçirilmesi: Seçim darbesiyle egemen devletin ele geçirilmesi. Merkezi direniş durumunda kitle gösterileri düzenlenmesi. Etnik ya da mezhepsel kışkırtma ve çatışmaların körüklenmesi.
- Belediye hizmetlerinin yabancı şirketlere devri: Toplumsal hizmetlerin karlılık adına devri; su-elektrik gibi kentsel işletmelerin devri içinde düşünsel altyapının oluşturulması,
196
- Kültürel kaynaşmanın yıkımı:”Çok kültürlülük” propagandasıyla ortak kültürün batının değerlerine açık edilmesi. Batının dinsel kurumlarının ulusal egemenlikten pay talep etmesi.
Federatif yapı için yasal düzenlemelerin alt yapısı hazırlanacak, bunun içinde şiddet olayları tertip edilerek gerekli ortam tesis olunacak; “dirty work” un bütün kuralları itina ile uygulanacaktır.
Ülke içinde benzeri faaliyetler yürütülürken insan hakları gibi kavramlar dışarıdan empoze edilip uluslar arası kamuoyunun edinim şartlarından da istifade olunacaktır. Etnik ve dinsel ayrışımların sermayesi ise parasal ve siyasal olarak müttefiklerden temin edilecektir. Küllenmiş tarihsel acılar, çatışmalar temcit pilavı misali halkın gündeminde taze tutulurken, halkın milli benliği yabancı kültür ve düzenine özenme eğilimleri kışkırtılır.
İşin kaos boyutuna yakın komşu ülkeler çekilirken ülke yalnızlaştırılır. Yıllardır birlik ve beraberlik içinde yaşayan toplumlar önce ayrışır sonra da çatışır.
SONUÇ: Batı kartellerinin eline geçmiş, enerji kaynakları, hertürden iç korunması kaldırılarak açık pazarlaştırılmış ve güvenliği Batı’nın ordularına terkedilmiş koloni halk! Ekonomisi yabancıların eline geçmiş, zayıflamış merkezi egemenliğiyle dış politikada karar yetkinliği bitmiş, dış dayatım kurallarına mahkum bir devlet, tarihsel ve kültürel egemenliğini yitirmiş, Batı’nın alt dereceli bir hizmetkarına dönüşmüş bir halk yığını...
197
TÜRK TOPLUMU MANKURTLAŞTIRILIYOR MU?
İnsanlarımızın ahvalini değerlendirirken, yani ülkemizde olup bitenleri, özellikle eğitim ve kültür politikalarımızı eleştirirken “Türk toplumu mankurtlaştırılıyor” şeklinde tanımlamak durumunda olmalı mıyız? Yoksa durumu olduğundan fazla mı abartıyoruz?
Aksine!.. İddia ediyoruz;
Ulusal kimliğimiz, kişiliğimiz, onurumuz yozlaştırılıyor, aşağılanıyor. Geçmişimiz ve kim olduğumuz bize unutturuluyor. Azar azar, alıştıra alıştıra, şiddeti zamana yayıp yapay gündemlerle oyalanıp mankurtlaştırılıyoruz. Uygarlıkların beşiği olmuş bu ülkenin insanları mankurtlaştırılıyor! Topluma “geçmişi unut, kim olduğunu unut, geleceği düşünme, anı yaşa” düşüncesi genel geçer yapılarak mankurtlaştırılıyor. Başta artık çoğu bizim olmaktan çıkmış kitle iletişim araçları olmak üzere her türlü araç bu amaçla kullanılıyor. Bir daha kendimizi toparlayamayacak biçimde zihnimiz silinip yeniden inşa ediliyor! Böylece ulusal refleksimiz ve direncimiz kırılıyor. Görünüşe bakıldığında epeyde yol alındığı anlaşılıyor.
Kitle iletişim araçlarında yer alan kimi okumuşları okuyup, dinleyince bunların mankurtlaştırıldıklarını ve tüm toplumu da mankurtlaştırmak için görevlendirildikleri gibi bir kanıya ulaşılıyor. Uygarlıkların rahmi ya da beşiği olmuş Anadolu topraklarında nasıl ortaya çıkar bu uğursuzluk? Modernleşmek yerine Batılılaşmaya çalıştığımız için mi? Tanımı yapılamamış tartışma konusu olan bir Atatürkçülükle insanları oyaladığımız için mi? Dindarlıkla dinciliği karıştırdığımız için mi? Yurttaşlarımıza ulusal bir tarih bilinci kazandıramadığımız için mi? Sakın aydınlarımız ve yöneticilerimiz bize ihanet ediyor olmasınlar? Ya da gaflet mi, dalalet mi?
Mankurtlaştırılmak istenen bu halk, tarihte onlarca devlet kurmuş, sonuncusu dünyanın dörtte üçüne egemen olmuş, şunun şurasında doksan yıl öncesinde en kötü durumunda bile dünyanın ilk beşinde yer alan Osmanlı’nın sahibi; ardından emperyalizme karşı zafer kazanmış bir halktır. Uygarlığa büyük katkıları olmuştur. Bu halk, emperyal duygu198
ları tatmış ve dünyaya düzen vermiştir. Feth ettiği yerleri işgal etmemiş oraları yurt edinmiştir. Şimdilerde emperyalizmin aracı olarak birilerinin Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Balkanlarda ve başka yerlerde jandarması olarak kullanılmak isteniyor. Bir şekilde başa geçenlerin yaptıkları nasıl açıklanabilir?
Topluma yerleştirilmeye çalışılan aktarma “tüketim kültürü”nün “kullan-at” ilkesi geleneksel kültürel ögeler yanında düşünceyi, geçmişi, kısaca her şeyi kullanıp atmayla sonuçlanmıştır. Geçmişin unutulması, geçmişteki çözümlerden yararlanmama sonucunu da ortaya çıkarmıştır. Toplum giderek geçmişi daha az anımsıyor, düşünce modaya teslim oluyor. Öte yandan geçmiş, tam da unutulduğu içindir ki, itirazla karşılaşmadan hüküm sürüyor. Bunun aşılması için öncelikle anımsanması gerekir. Geçmişteki çözümler unutulunca hatalar da tekrarlanıyor!
Yeni adına eskiyi rafa kaldıran günümüz eleştiri tarzı, devrin zihniyetinin bir parçasını oluşturur; unutarak temize çıkmaya ve savunmaya yarar. Kısacası, toplum belleğini ve onunla birlikte aklını yitirir. Geçmişi düşünme yeteneksizliğinin ya da gönülsüzlüğünün bedeli düşünememektir. Bellek yitimi, geçmiş düşünceyi fazladan bir “entelektüel çöplük” gibi sırtından atan “radikal” ampirisizm ve pozitivizmden, geçmişin devlerine ve dehalarına çok erken doğma talihsizliğine uğradıkları için selam duran açıkgöz kuramlara kadar çeşitli biçimler alır.
Sözü edilen durum çağın gerektirdiği kültürel değişme ya da gelişme değil, bilinçli bir yozlaştırmadır.
Teksas, tommiks iş başında
Marifet, düşmanı savaşmadan yenmektir noktasındaki algısı da güçlü olan Batılılar Amerika’yı keşif ettiklerinde (keşif değil, işgal!) onlar gibi silahlanmamış ve daha da önemlisi açgözlü, barbar davranışlara sahip olmayan yerli halkı sistemli biçimde katletmişlerdi. Kimini kılıçtan geçirerek, kimini yerlilerin bağışıklığı bulunmayan hastalık mikropları bulaştırarak, kimini de barınma ve beslenme ortamlarını ortadan kaldırarak yok ettiler. Örneğin Kızılderililerin temel besin ve geçim kaynağı
199
olan bufaloları yok ederek onları aç bıraktılar. Kısırlaştırdılar. Amerika’da sadece katliamlarda doksan milyon insan soykırıma uğramış ve katledilmiştir.
Bu güne değin Batı (Avrupa, Amerika) tarihiyle yüzleşip Kızılderili katliamlarının hesabını vermemiştir. İnsanlıktan özür dilemediği gibi sömürü ve talana hâlâ devam etmektedir. Şimdilerde açıkça Afganistan ve Irak’ta, öteden beri ise örtülü olarak birçok yerdedirler.
Batılılar tüm yöntemlere rağmen yok edemediği Kızılderilileri ise “ateş suyu” ile uyuşturmuşlardır. “Ateş suyu” Kızılderililerin viskiye verdikleri addır. Yani alkol!
Ateş suyu (alkol) bugün yaşamaya çalışan Kızılderilileri sindirmiştir. Alkole alıştırılan, uyuşturulan Kızılderili, Kızılderili olmaktan çıkmıştır. Kızılderili, kendisi olmak için savaşımı bir tarafa bırakıp “ateş suyu” elde etmek için beyaz adamın kölesi olmuştur. Kızılderililer şimdilerde Amerikan toplumunda müzelik bir eşya muamelesi görmektedir. Unutulmuş geçmiş, unutturulmuş katliamlar, unutturulduğu için az bir kısmı kalmış kültürle turistlere Kızılderili dansları sergileyerek bahşiş toplayan, onu da ateş suyuna harcayan bir kitle!
Kızılderilileri bu hale sadece viski getirmemiştir. Eğitim de bu amaçla kullanılmıştır. Sömürgen güç, pragmatik düşünmektedir: Pahalı bir bedelle Kızılderili ile dövüşmektense onu eğitimle mankurtlaştırarak bertaraf etmek daha ucuzdur. Kızılderililer Amerikan okullarında “beyaz adamın” değerleriyle eğitilmişlerdir.
Kızılderililer mankurtlaştırılmıştır. Türkiye de böyle yapılmak isteniyor. Batılılarla uygarlıkta yarışacak bir Türkiye değil, onları eğlendirecek güzel bir tatil ülkesi; zorla sömürgeleştirmek, hırsızlık ve gasp yapmak istedikleri yerlerde kullanmak üzere askerleri olmamızı istiyorlar. Buna “evet” demek için bizim mankurtlaştırılmamız gerek!
Bu arada kitleleri uyuşturmak için ateş suyunu sadece Amerikalılar kullanmadı. Rusların da benzer politikalar izlediği Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan devletlerde görüldü. Aytmatov, tam da bunu gördüğü için mankurtlaştırma kavramını açıkladı. Elbette bunu kendi
200
kültür kodlarından birini oluşturan Manas Destanını bildiği için yapabildi.
Emperyalizm, ateş suyu etkisi yaratan birçok araç geliştirmiştir. Aşağıda bunların bir kısmı açıklanmıştır.
Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı
Emperyalizm ateş suyu politikasını her sömürgeleştirmek istediği ülkede uygulamaktadır. Kendi mantığınca tutarlıdır. Meşrulaştırılan şey yani alkol ve uyuşturucu, emperyalizmin toplumları/kitleleri uyuşturmada, düşündürmemekte kullandığı bir araçtır. İçer unutursunuz. Sizi şaşırtan, alışamadığınız şeyleri zamana yayar ve alışırsınız. Alıştırılırsınız ve uyum sağlarsınız. Sömürgeleştiğinizin, malınızın çalındığının, çocuklarınızın zihninin istemediğiniz şekilde geliştirildiğinin farkına bile varmazsınız. Böylece tehdit olmaktan çıkarsınız.
Oysa bilişim devrimi sürecinden geçmekte olan dünyada, dünya entelektüellerini izlemek, yeni haritaların çizildiği coğrafyaları en azından anlamak, AB ve ABD köleliği arasında tercihe zorlanan, birileri tarafından yol haritası belirlenmekte olan insanların uyuşturulmaya değil, ayık kalmaya gereksinimi vardır! Kitleler/toplumlar/uluslar ne kadar uyuşturulur ve düşünmekten uzaklaştırılırsa sömürgeleştirme politikası o kadar başarılı olur. Uyuşturulup bireysel zevklerin peşinde koşan, “anını yaşayan” gelecek kaygısı taşımayan kişi ve toplumlar emperyalizmin kendilerine hangi oyunu, nasıl oynadığının da farkına varamazlar. İstenen de budur çünkü sömürü ancak böyle devam eder.
Kültürsüzleştirmek
Anne tavşan yavru tavşanla ormandaki evlerinde mutlu bir şekilde yaşardı. Günlerden bir gün, anne tavşan yavru tavşana der ki “bak yavrucuğum, benim çıkıp yiyecek getirmem gerek. Sen evde otur. Sakın dışarı çıkma, ortalığı karıştırma ve beni evde bekle.”
Anne tavşan çıkıp gider. Derken yavru tavşan evde sıkılır. O sırada kapı önünde bir kelebek görür. Merakla kelebeğin peşinden koşarak
201
çıkar ve epeyce dolaşır. Yorulup eve girmek isteyince kaybolduğunu anlar. Korkar ve ağlar. Derken bir ağacın dibinde uyuya kalır. Gözlerini korkunç bir hırlamayla açar. O da ne? Kurt değil mi? “Seni şimdi yiyeceğim” demektedir. Yavru tavşan yalvar yakar olurken, komşu “Ayı Amca” oralardan geçmez mi? Ayı Amca kötü kurdu kovalar ve yavru tavşanın elinden tutarak annesine getirir. Yolda da büyüklerinin sözünden çıkma, onların “yap” dediklerini yap, “yapma” dediklerini yapma kabilinden öğütler verir. Derken evlerine gelirler. Yavru tavşan ile annenin dokunaklı sarılmalarının ardından yavru tavşan “bir daha onun sözünden çıkmayacağına, yapma dediklerini yapmayacağına...” yemin billah eder. Ancak anne tavşanla yavru tavşanın unuttukları bir şey vardır. Yavru tavşanı zalim kurt’ un elinden kurtaran Ayı’da bir etçildir. Ayı kurnazlık yapmış yalnızca yavru tavşanla yetinmek istememiş iyilik maskesi altında tavşan ailesinin evlerine kadar girebilmiştir. Masalın sonu sizce nasıl bitmiştir?
Masalın ana fikri nedir? Okuyucu bundan ne öğrenir? Araştırma, karıştırma, kurcalama, merak etme! Dur, otur, bekle, yap denilirse yap mı! Her iyilik yapan iyi midir?
Biliyoruz ki, merak duygusu insanı araştırmaya, araştırma da öğrenmeye götürür. Biz yakın dönemimizde, yıllardır çocuklarımıza merak etme, araştırma, sadece “yap” denilenleri yapmayı öğretmişiz! İnisiyatif alamayan, girişken olamayan, deneyim edinme kaygısı olmayan, aklını kullanmayan, korkak, pısırık, edilgen yani “ödlek tavşan yavruları” yetiştirmişiz.
Oysa sıradan geleneksel bir Keloğlan masalı incelendiğinizde Keloğlan aracılığıyla çocuklara tam tersi mesajların verildiği görülür: Keloğlan anasını dinler ama sorunu kendi bildiği gibi çözer; üstelik kendisini korumaya çalıştığını bilerek genellikle anasının öğüdünün tersini yapar. İddialıdır, araştırır, karıştırır, büyük oynar ve büyük ödülü kazanır. Bu masallarla çocuklara Keloğlanın o kel-kötürüm haliyle neleri nasıl başarmış olduğu anlatılır ve dinleyen çocuğa âdeta “sen ondan daha iyi durumdasın, hadi, ne duruyorsun” denilir.
Hele Köroğlu! Köroğlu, bir ozandır, bir düşünürdür, bir müzis202
yendir, yavuklusu olan, sevdayı bilendir. Köroğlu kötü yöneticilere ve haksızlığa karşı direnme hakkını kullanan “birey”dir. Unutturuldu. Üniversiteli gençlere dahi sorsanız, “Köroğlu kimdir, nedir?” diye, çok cılız yanıtlar alabilirsiniz. Yanıt verenler de Cüneyt Arkın’ın filminden kazara öğrenmişlerdir. Ama Köroğlu’nun kötü kopyası olan İngiliz eşkıyası Robin Hud herkes tarafından biliniyor! İnsanımız okumuyor ama televizyon izliyor. Televizyonda ise Köroğlu dizilerine yer yok.
Dünyada onlarca ülkenin, kültür ve sineması varken, televizyon kanallarımızın sadece ve sadece Holywood’un, dolayısıyla Amerikan kültürünün acenteliğini/pazarlamasını yaptığı dikkati çekmektedir. Ya da batı özentisi hikayelerin işlendiği diziler…
Sineması çok gelişmiş Batı dışı ülkeler de var ve bunların bir kısmı, kültürel olarak benzer kültür kodları taşıdıkları için, Türk kültürünün beslenme kaynakları arasında da yer alır. Örneğin Azerbaycan, İran, Hindistan hatta Rus sineması bunlar arasındadır. Bunlar bir yana, sinema ve televizyon kanallarımız Fransız, Alman, Bulgar, Yunan, Arap, İskandinav filmlerine bile neredeyse ambargo koymuşlardır.
Türk sineması aşağılanarak etkisizleştirilmiştir. Alay edilen ve defalarca izlendiği için milletin aptallığı üzerine yorum yapılan Kemal Sunal filmlerinde, halk Keloğlanı görmekteydi. Deli Yürek dizisinde Köroğlu’nu görür gibiydi. Bu yapımların izleyici rekorları kırmasının nedeni izleyicinin kendi kültüründen parçalar bulmasıydı. Bu durum yapımcılara bir fikir vermez mi de, Holywood taklidi diziler, sinema filmleri yapılır ve insanlar izlemek zorunda bırakılırlar? Konu sıkıntısı mı çekiyorlar? Etraflarına neden bakmazlar… Neredeyse her sokak, cadde, mahalle ve okul bir kahramanın adını taşıyor! Bu adlara kimin gözüyle bakıyorlar? Bu durumu en iyimser biçimde mankurtlaştırılmış okumuşlarımızın ne yapacağını bilememeleri olarak yorumlamak isabetli olacaktır. Subaşlarını onlar tuttuğu için kültürümüzü biçimlendiren temel kültür kodlarımızdan kopuyor, mankurtlaşıyoruz.
Bunların sonucunda ülke olarak müttefik ya da komşu olduğumuz bazı devletlerin Türkiye’deki terör örgütlerini desteklediği, teröre yatak203
lık ettiği ve finansman sağladığı ortaya çıkmasına rağmen konu kapatıldı. Birçok ülkenin savaş sebebi sayacağı durum sineye çekildi! 30 bin evladı yok edildi, milyarlarca lira bu uğurda harcandığı için ekonomik krizler uğradı, ülkenin bir kısmında devlet ve toplum hizmetleri felce uğradı, toplumsal doku zedelendi. Yataklık edenlere meydanlar dar edilemedi, sadece bazılarına diplomatik protestolarla yetinildi. Bugün bile bankalar dolandırılmış, bizim paralarımız çalınmış, yapay ekonomik krizlerle sanayimize el konmuş, özelleştirme adı altında yapılan yabancılaştırma ortadayken, kimsede en doğal demokratik tepkiyi verecek mecal bırakılmamıştır. Uluslararası ilişkilerde AB ya da ABD’nin en azından diplomatik nezaketle bağdaşmayacak, saygısız tavır ve isteklerine boyun eğmeyi normal sayar hale gelmişiz. Ödlek tavşanlar toplumu olup çıkmışız. Mankurtlaşıyoruz!
Yabancı dilde eğitim
Hiçbir ülke çocuklarını başka bir ülkenin dili ile eğitmez, başka kültürlere dönükleştirmez. Biz yabancı dilde eğitim yapan okullarımızda bunu yapıyoruz. Üstelik bunu savunanlarımız var. Yükseköğretim sisteminin en üst kademelerinde görev yapan ve Kemalist bir çizgi izlediğini iddia eden Kemal Gürüz, “Türkçe bilim dili değildir, Türkçe ile bilim yapılamaz” diyerek hem yabancı dille eğitime haklı olmayan bir gerekçe uydurmuş hem de nasıl bir Kemalizm kavrayışı içinde olduğunu göstermişti.
Şimdilerde Anadolu Liseleri, Kolejler, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi, Bilkent ve başkaları gibi seçerek öğrenci gönderdiğimiz yerlerde yabancı dillerde eğitim verdiriyor, kendi dilindeki kavramlarla düşünmesini engelliyor, çocuklarımızı kendi elimizle başka kültürlere sempati duyar hale getiriyoruz. Bunu azaltacağımıza yaygınlaştırıyoruz. Gerekçe, “veliler böyle istiyor”. Velilerin isteğini doğru anlamak gerekir. Veliler çocuklarının iyi bir yabancı dil öğrenmesini istiyor, yabancı dilde eğitim değil!
En seçme öğrencilerimizi en iyi okullarımızda yetiştirip, bedavadan
204
başka ülkelerin hizmetine veriyoruz. Aldıkları eğitim onların ulusal duyarlıklarını zayıflatıp mankurtlaştırıyor ve “Batı dostu” olup çıkıyorlar. Seçkin üniversitelerimiz kendi ülkelerinden utanıp, bir Batı ülkesine gitmek için çırpınan öğrencilerle dolu.
Devlet bürokrasisi, bilim ve sanatta üst kademelere yükselmek için sanki Robert Kolej ve Galatasaray Lisesi’ni bitirmek temel koşuldur. Politikacı, sanatçı, gazeteci ve bürokratlar arasında bu okulların mezunlarının sayı ve oranı o kadar çoktur ki, sanki ülkede başka okul yoktur ya da bu okullar dâhileri alıp, akıllarına akıl, zekâlarına zekâ katmaktadır! Elbette bu okul mezunlarının ezici çoğunluğu Batıcı. Osmanlıdaki Enderun mektebinin yerini almışlardır. Fark şuradadır; Osmanlı Türk ve Müslüman olmayanların zeki çocuklarını devşirip Osmanlılaştırarak onlardan yararlanıyordu. Biz ise kendi çocuklarımızı Batıcı yaparak yabancılara devşirme yetiştiriyoruz.
Yabancı dil (İngilizce) takıntısı üniversitelerdeki yükselmelerde de kendini göstermektedir. Yabancı dil baraj haline getirilmiştir. Lisansüstü çalışmalar için bilim aşkı, düşünebilme, yaratıcılık değil, yabancı dil hatta İngiliz kültürüne hâkimiyet ölçülmektedir. KPDS ya da ÜDS gibi sınavlar sanki yabancı dil becerisini ölçmekten çok, kolej eğitimi almamış (Batı’ya dönükleşmemiş diye de anlaşılabilir) olanların sisteme girmesini ve yükselmesini önlemeye yönelik!
Sömürgelerde yabancı dil, sosyal tabakalaşmanın bir mekanizması haline gelir. Bir Avrupa dilini kullanabilenler, mesleki sektöre ve modern iş dünyasına girebilir; bundan yoksun olanlar ise daha üst mevkilerden mahrum edilirler. Böylece yabancı dil egemenin iktidar üzerindeki tekelini korumasına yardımcı olur.
Cinselliğin yozlaştırılması
Uyuşturma etkisi yapan her şey Kızılderililerin ateş suyu dediği şeydir. Bunlardan biri de, izlenen kültür politikasının yozlaştırdığı cinsiyetler arası ilişkilerdir. Değer yargılarından arındırılmış cinsellik genel geçer hale sokulmaya çalışılmaktadır. Edebiyat, sinema, televizyon, gaze205
te ve dergilerde cinsel açlık duygusu yaratmak için her türlü yöntem ve teknik kullanılmaktadır. Renkli dünyalara kanat açmanın, bedensel hazzın duyumsatılması ve aranması sağlanmaktadır.
Egemen güç ve onun ürettiği genel geçer pop kültür, kadınlarda köksüz, zarafet ve asaletten yoksun, kalça-göğüs standardizasyonuna indirgenmiş bir güzellik anlayışı üretmiştir. Kişi, sinema ve televizyonda Holywood’un “ölçü budur” dediklerine ne kadar benziyor ve onu ne kadar taklit ediyorsa güzeldir/yakışıklıdır!
”Açık saçıklığı” bazı mankurtlar “çağdaşlık” sayıyor. Kadınların itici kılıklar içine sokulmasını ise diğer mankurtlar “değerlere bağlılık” olarak anlıyor. Kültürel bölünmeler yaşanıyor, akıntıya kürek çekmeye devam ediliyor.
Hiçbir erkeksi ilkeye uymayan maço/maganda erkek tipi üretiliyor. Sokakta yalnız bir kadın gördüğünde “yağmalanması gereken bir mal” gibi algılayan, elle, dille taciz eden, kaba, korkak, duygusuz, duyarsız tipler yetiştiriliyor.
Aşkta sadakat artık “romantik tekerleme” işlevi bile görmüyor. “Aradığım özellikler sadece bir erkekte/kadında yok, herkesten alacağın var” anlayışı yerleştiriliyor. Sevgili koleksiyonu ve onlardan alınan hediyeler aşkta kariyer geliştiren, kısmet, itibar artıran şeyler haline getiriliyor. Duygular yalama ediliyor; ne dikiş tutuyor ne fren!.. Eşcinsellik teşvik ediliyor. Bunun bir “tercih meselesi” olduğu anlatılıyor. Eşcinsel olmadan sanatçı olunamazmış yargısı yerleştiriliyor. Televizyonlarda, hangi cinsiyetten olduğu belli olmayan tipler sunuluyor; cinsel rol davranışı arayan gençlere. Eşcinseller hep neşeli, şen şakrak, sempatik, iyi ve zararsız karakterler olarak takdim ediliyor. “Tercih”lerinden dolayı sanki hiç pişmanlıkları, sorunları yok! Erkek çocuklara cinsiyeti belli olmayan ama kadınsı davranışlar sergileyen karakterleri olan çizgi filmler izlettiriliyor. Çocuk ve gençlere böylesi tipler örnek alınası “modeller” olarak sunuluyor. Ne idüğü belirsiz özgürlük modası var ya, seçenekler de sunuluyor elbette; “eşcinsel olamıyorsan/değilsen uniseks de olabilirsin!”
Açık propaganda kitaplarının etkisi azaldığından, şimdilerde edebi206
yat, özellikle romanlar bir silah olarak kullanılmaktadır. Milan Kundera, sosyalist düzeni yıkabilmek için sadece “ihanet özgürlüğü” istiyordu. “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı ünlü kitabında başta cinsel ve duygusal olmak üzere her türlü ihaneti yüceltiyordu. İnsan, öğrenme yeteneği çok yüksek olan bir varlıktır. Öğrenmelerimizin önemli kısmı da bildiklerimizi başka alanlara transfer etmekle olur. Sevgilisini, eşini aldatmakla başlayan ihanet duygusu, onu taşıyanı ideolojisine, içinde bulunduğu gruba, kader arkadaşlarına ve nihayet ülkesine ihanete kadar götürebilir. Milan Kundera bunu başarmıştı.
Ahmet Altan, “Günaha Çağrı” adlı yazısında şöyle yazıyor:
“Günahlar işleyelim, günahlarımız için mabetler kuralım, kendi günahlarımıza tapalım.
Yasak aşklar peşinden gidelim.
Yasak düşüncelerle oynaşalım.”
...
“Eğer masumsanız, bir günah ve bir suç işlemediyseniz, eğer siz korkaksanız, kendi kendinize ihanet ediyorsunuz, kendi zevklerinizi, isteklerinizi, fikirlerinizi kendiniz buduyorsunuz.”
...
“Masumiyeti korkaklara ve yeteneksizlere bırakın.
Bir günah mabedi kurmak isterdim, her saat başı sizi günaha çağıran.
Günah, kendine ibadettir... Sizi kendinize ibadete çağıran bir mabet.
Kendinize ibadet edin.”
“Her akşam yatarken “bugün kendim için nasıl bir günah işledim” diye sorun kendinize, eğer bir günah işlememişseniz kalkıp bir günah işleyin, geceler günahlar için en uygun zamandır.”
Toplumları sarsmak için değerler aşındırılmakta, onu ayakta tutan en önemli kurum olan aileye saldırılmaktadır. Romanlarda “aldatma hakkınızı kullanmalısınız” önerisi ikna edici biçimde yapılır. İhanet etmek bir “hak” olarak sunulur. Edebiyatımızda bunun misyonerliğini yapan “Türkiyeli” romancılar bulunmaktadır (bunlar Türkiye’yi aşağıladıkça dışarıda ödüllendirilirler). Kültürel değerlerimizin en aşağılık şey olarak
207
gördüğü “ihanet ve aldatma” yazılarında meşrulaştırılır, “aşağılık olan yüceltilerek” değer haline getirilir. “İhanet” romanlarında öyle sahneler ve duygu durumlar ortaya konur ve aldatma öyle meşrulaştırılıp doğallaştırılır ki, okur onu âdeta yaşar, ilginç bulur ve gerçekleştirmek için çareler arar. Romanı okurken, kahramanla özdeşleşen, olaya onun penceresinden bakan okur, zaten olayı yaşamaktadır. Okuyucu aldatma duygusunu zihninde kurgulamış, yaşamıştır. Artık tabu yıkılmıştır. Eşler birbirine “acaba?” diye bakmaya başlar. Evliliği ayakta tutan “eşine güven” duygusu ise ve bu da yoksa evlilik ve aile aslında yoktur. Bunun bir adım sonrası aldatma “hakkını” kullanan ya da kuşkunun pençesinde kıvranan eşlerin parçaladıkları ailelerdir.
Edebiyatta bu tema, insanî bir durum olarak pekâlâ değerlendirilebilir ve sanatçının bakışı olarak yorumlanabilir. Ancak bunun diğer araçlarla da desteklendiğini görünce, büyük bir kampanyanın parçalarından biri olduğu anlaşılır. Pop denilen müzik türü de aynı amaçla kullanılmaktadır: Şarkılarda “sana bir ihanet borcum var, ödedim sonunda...” söylenir, güzel nağmelerle.. “Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe, sırf sana benziyor diye, usulca sokulup merhaba dedim” der, saf saf...
Sinemalarda bunca kültür zengini olan ülkede yeni kavram ve düşünüş biçimleri ile açılımlar yapmak varken, “aldatma” en basit biçimiyle işlenir. Holywood sinemasının aynı temayı işleyen filmleri günlerce televizyonlarda tanıtılır. Bir kadın/ erkek neden aldatır, aldatılır? Bunu tartışmak üzere açık oturumlar düzenlenir...
İnsanları televizyon ile oyalamakla görevli bazı meddahlar edep sınırlarını zorlayan cinsel çağrışımlı güya esprileriyle izleyicilerinin beyinlerine değil, ilkel dürtülerine seslenirler. Espri yapmak zekâ gerektirir. Bunların düzeyine bakarak, toplumun kültürel düzeyini düşürme işlevi yüklendiklerini söylemek mümkündür.
Televizyondaki “muhabbet” programlarında ya da kadına yönelik yapımlarda âdeta klişe haline gelen bir söz vardır:
“Aldatmayan erkek yoktur!” Defalarca, durup dururken bile söylenmektedir. Artık genel geçer hale gelmiş ama bilimsel olmayan bir
208
sözdür... Tersini kabul ettiremezsiniz. Ne yapılmak isteniyor? Acaba bu söz, karakterini eğiterek sadakat duygusunu geliştirmiş, arzularını kontrol eden, aile kavramına saygı duyan aldatmamış erkekleri nasıl etkiler? Bu iddiadan evli kadınlar nasıl etkilenir? Böyle bir ortamda sağlıklı ve güvenli toplumsal ilişkiler düzeni olabilir, aile korunabilir mi?
Evlilik kurumunun ilkelliği dile dolanıyor. Evliliğin aşkı öldürdüğü ballandıra ballandıra anlatılıyor. En ufak şeyler boşanma gerekçesi haline getirilerek, aileyi parçalayıcı politika, program, yayın ve uygulamalarla aile güçsüzleştiriliyor, yok edilmeye çalışılıyor. Birlikte yaşama, gecelik, mevsimlik “aşk”lar seçenek olarak sunuluyor!
Bütün bunlar aileyi çökertme programının parçalarını oluşturuyor. Neden aileye saldırılmaktadır? Aile toplumun temelidir de ondan. Toplumu o ayakta tutar. Aile bireyi vatanına bağlar. Aile bozuksa toplum zayıftır. O toplum artık ateş suyu içmiştir. İflah olmaz!
Bir topluma ateş suyu içirmek için, ateş suyu cilalı bir kap içinde, güzel nitelemelerle alıştırılarak verilir. Örneğin içerseniz “çağdaş, modern, Batılı...” olursunuz. Rezaleti “skandal” olarak adlandırır, hafifletirsiniz. Zinanın adı “çapkınlık”, yapılan şey ise “kaçamak” olur. “Düzeyli” birliktelikler yaşanır. Bu kadar masum! Bu mantığa karşı çıkarsanız ya köylü olursunuz ya da gerici. Gericiliği tercih eder ya da bir yere ait olmak için oraya katılmak zorunda kalırsınız. Yoksa mankurtlar sizi “ot” bile sayar.
Utanma, arlanma, hayâ gibi kavramlar silinmeye ya da etkisizleştirilmeye çalışılır. Oysa utanma duygusu insanı yanlışlar yapmaktan alıkoyar. Bireyin vicdan bekçisi gibidir. Bu duygu yoksa insanlar sadece polis ve savcı ile kontrol edilebilir. Herkesin başına polis dikmek mümkün müdür?
Küreselleşme sürecinde beden, bir tüketim nesnesi durumuna gelmiş, özellikle başkalarını kışkırtıcı bir hâl almıştır. Beden, bir nesne olarak eklemlenmiş parçalardan oluşan bir yapı durumuna getirilmiştir. Bazen arızalı olan parçası değiştirilerek, ötekinin erotik bakışına sunulan ve maddi değeri olan bir nesneye dönüştürülmüş, neredeyse bireyin bütün sermayesi haline gelmiştir. Burada amaç, bedenlerinden başka ser209
mayesi olmayan insan tipi yaratmaktır.
Emperyalizm ve kapitalizm, bireylerde cinsel açlık duygusu yaratarak kendini ayakta tutmaya çalışır. Bunun için bireyin bedenine odaklanması sağlanır. Sağlıklı olmaktan çok alımlı görünmek biricik hedef olur. Tek derdi çekici olmak olan birinin yurt ve dünya sorunlarıyla ilgilenmesi, sömürüye, işgallere, soygunlara ilgisi, açları, işsizleri, evsizleri, mutsuzları düşünmesi ne kadar beklenir? Kendi bedeninin derdine düşmüştür ve tensel zevklerin peşindedir. Artık insanlık umursanmaz, sömürü bilinmezdir.
Birey yalnızdır oysa kapitalizm örgütlüdür. Açlar, işsizler çeşitli biçimlerde direnir ama düzen onları bir şekilde meşruiyet dışına iter ve yok eder. Düzen, insan olma sorumluluğunu unutturur. İnsan olmanın ne olduğunu düşünecek hâl bırakmaz. Kişi mankurtlaşmıştır. Egemen gücün istediği de zaten budur; yağmalamaya devam eder.
Kitlelerin kontrolü için cinsel “aklı başındalığa” karşı yürütülen savaş bugün de birçok toplumda devam ediyor. Davranışlar kitle iletişimi aracılığıyla değiştiriliyor; böylece erdem, özdenetim, kamusal idare reddediliyor, değerlerden arınmış cinsellik teşvik ediliyor.
İdeoloji ve kavramların saptırılması
İdeoloji, herhangi bir toplumsal kümenin yaşamına yön veren ve kendi içinde uyumlu bir düzen oluşturan düşünce, inanç ve düşünüş biçimlerinin tümüdür. Egemen güç, zihinsel üretimi kendisi yapar ve bilinçli bir bilinçsizleştirme süreci gerçekleştirir. Olaylara bütüncü açıklamalar getirerek bireyi bilinçlendiren, ilkeler koyan ve hedef gösteren ideolojileri tersi bir işleve büründürerek insanları mankurtlaştırmak için kullanılır.
Sorunlara doğru saptama yapanların sesi kısılıp, yanlış amaçlar peşinden koşan ideolojiler oluşturulur. Samimi insanlar ülke sorunlarını çözebilmek için bu yapay ve sonu belirsiz ideolojilerle beyhude uğraşır. İşler daha kötüye gider. Sorunlar daha da büyür.
Bu yapay akımlar, toplumu temel sorunlarından, uygarlık mücade210
lesinden uzaklaştırmak ve dikkati yapay sorun ve çözümlere çekmek için araç işlevi görür. Bazen toplum bir fırsatını bulup sorunları üzerine düşünmeye ve çözüm bulmaya başladığında, bu güçler kışkırtıcı ajanlarla çözümü baltalamaya çalışırlar. Fraksiyonlara/cemaatlere bölünür, ne için uğraşmaya başladıklarını unutur, birbirlerine düşer ve kendilerini emperyalizmin hizmetinde bulurlar!
Dünya görüşü, insanın çevresindeki dünyaya karşı oluşturduğu görüşlerin, anlayışların ve kavramların tümüdür. Dünya görüşlerimizi oluşturan, insanlığa mal olmuş saygın kavramların içerikleri boşaltılıp, egemen gücün amaçlarına uygun biçimde dolduruluyor. İnsan hakları, demokrasi, laiklik, özgürlük hatta bilim ve üniversite kavramlarının içleri boşaltıldığı için anlamları kaybolmuştur. Örneğin “evrensellik” çarpıtılarak, “emperyalist merkezlere bağımlılık”la eşanlamlı hale getirilmiştir. Başka bir deyişle, evrensellik Batı, o da ABD olarak anlatılmaktadır. Şimdilerde birçok kavramın içi özünden ve tarihsel seyri bağlamından koparılarak yanlış biçimde doldurulmaktadır. İnsan hakları ve demokrasi etnikçilik, cemaatçilik ve mezhepçilik olarak anlatılıyor. Kavramlar yanlış anlaşılınca, doğru düşünmek ve iletişim kurmak olanaksızdır.
Aydınlar, toplumun “her türlü düşünceye açık olması” ilkeleriyle “kaleyi saldırganlara teslim etmek” arasındaki farkı göremiyor, bu iki kavramı birbirine karıştırıyor. Böylece ülkenin düşünce dünyası karmaşıklaşıyor, belirsizlik her şeye siniyor. Kimse önünü göremeyince amaçlar belirsizleşiyor. Toplum nereye gideceğini, kime güveneceğini şaşırıyor!
Bilimsel bilgiden uzaklaştırma
“En gerçek yol gösterici” olan bilim, yeterince ilgi ve iltifat görememektedir. Eğitim ve Araştırma-Geliştirme için zaten az kaynak ayrılan ülkede, krizlerden sonra ilk tasarruf yapılan alanların başında eğitim ve bilim gelmektedir. Siyasal iktidarlar üniversitenin sorunlarını çözebilecek arayışlar içinde olmaktan çok, üniversiteyi kendi evlerinin bir “arka bahçesi” haline getirme uğraşındadır.
Bilgi türleri karıştırılarak mantık bulandırılmakta, kafalar karıştı211
rılmaktadır. Bilimsel bilgiye yöneltilen postpozitivist eleştiriler, sadece bilim çevrelerini değil, zaten yeterince bilimsel bilgi kullanmayan toplumu da derinden etkilemektedir. Bilimsel bilginin yerini bilimdışı, gündelik, dinsel ya da örgütlenmemiş bilgiler almaktadır. İnsanlar dünyayı ve olguları açıklamada geleneksel ya da kulaktan dolma bilgileri, falcılar, medyumlar ya da şarlatanlardan edindiklerini veri olarak kullanmaktadırlar. Bilgi kaynağı bu olunca, (bilginin nasıl işlendiği bir yana) aldığı kararların isabeti de azalmaktadır.
Darbe dönemlerinde aydınlar ve aydınlık yok edilmek istenmiş, eğitim ve bilim önemsizleştirilmiştir. Bilime ve aydınlanmaya değer vermeyen bir kültür oluşturulmuş ve hâkim kılınmıştır. Nitelikli okuyan ve yazan bir toplumun neden oluşturulamadığı konusunda ileri sürülen gerekçeler ikna edici değildir. Âdeta okumayan yazmayan bir toplum istenmektedir.
Bilimin ulusal ve toplumsal işlevini önemsemeyen, sadece evrensel işlevini dikkate alan ölçütler geçerli hale getirilmiştir. Bilimde araştırma gündemleri, emperyalist merkezlerin gereksinimleri doğrultusunda oluşturulup, bütün dünyaya evrensel gündem diye dayatılmaktadır. Artık “bedenler göçmeden beyinlerin göçmesi”nin etkili bir mekanizması oluşturulmuştur. Dünyanın her tarafındaki araştırmacıları, üstelik kendi ülkelerinin kaynaklarını kullanarak, merkezin belirlediği araştırma gündemi çerçevesinde çalıştırmanın yolu keşfedilmiş durumdadır. Bilim, ülke sorunlarının çözümüne değil, “merkez”lerin istediği yayınları yapacak biçimde araştırma ve yayınlara odaklanmıştır.
Ülkenin ciddi sorunları karşısında bilim ve bilginler kayıtsız kalmışlardır. Güneydoğuda yıllarca devam eden terör ve sonuçları konusunda ciddi araştırmalar yapılmamıştır. Laiklik, öğretim birliği, yabancı dilde eğitim, Avrupa Birliği gibi konularda özellikle eğitim alanında yapılmış ciddi araştırmalar bulunmamaktadır. Üniversiteler sanki suya sabuna dokunmak istememektedir. Bilimin bıraktığı boşluk başka bilgi türleri hatta bilgisizlik tarafından doldurulmakta, eleştirel düşünemeyen insanlar kolayca yönlendirilebilmekte ve mankurtlaşmaktadırlar.
212
Araştırmaların kaynak ya da referanslarına bakınca da tuhaflık görünüyor. Türkiye’nin bilimde iyi olduğu bir alanda yazılan araştırma ve kitapların kaynakçalarına bakınca neredeyse tamamının İngilizce kaynak olduğu görülüyor. Aynı konuda Türkçe yapılmış onlarca araştırma olduğu halde alıntı yapılmıyor, görmezden geliniyor. Sanki ne kadar çok Batılı kaynak kullanılırsa o kadar kaliteli yayın yapmış olunuyor!
Bazı eğitim bilimi kitaplarının kaynakçasında Türkiye’den bir tane bile kaynak bulunmaz; olmadığından değil, var ama tenezzül edilmiyor. Bu ülkenin çocuğunu yetiştirmek için yazılan bir kitapta ülkenin tarihi, kültürü, edebiyatı ve etik anlayışından söz edilmez mi? Haklarını yemeyelim; söz ediyorlar ama onu bile Batılı kaynaklardan alıntılıyorlar.
Aktarmacı, Avrupa-merkezli bir bilim anlayışı yerleşmiş, kendi toplumuna bile Batının gözlükleriyle bakan bilginler türemiştir. Örneğin Batıcı cinsiyetçilik anlayışıyla “töre cinayetleri”ne bakmak, sorunu çözmeyeceği gibi, ancak cehaleti ele verir. Tipik devşirme aydın tavrıdır. Tarım toplumu değerleriyle büyümüş ve o ortamda yaşayan birinin “töre” kavrayışı da tarım toplumunun değerleri olması doğal değil midir? “Dünyaya sömürgecinin gözüyle bakan” yerli elit; beyin-
leri Avrupa-merkezli ideolojik safsatalar tarafından dağlanmış, kendi gerçekliğine, kendi toplumuna külliyen yabancılaşmış yerli azınlıklar, hep emperyalizmin, sömürge ve yarı-sömürgelerde, şimdilerde Üçüncü Dünyadaki adamları-ajanları oldular.
Üçüncü dünya ülkelerinde yer alan üniversitelerin hemen hemen tam anlamıyla yabancı bir model üzerine kurulmuş olmalarından ve yabancı kurumların değerlerini ve kurumsal örneklerini yansıtmalarından dolayı sömürgeci kurumlar olduğu gerçeğini ıskalayamayız. Bu üniversiteler araştırma ve yaratıcı entelektüel çabaya ağırlık vermemişlerdir. Böylece yüksek eğitimin çoğunluğu Avrupa modellerini ve akademik normlarını yansıtır; fakat modern Batı standartları seviyesine çıkarılmadan.
Ülkede bilimsel bilgi üretimi âdeta yabancılar için yapılmaktadır.
213
Yabancı dille (İngilizce) öğretim yapan üniversite ve fakültelerde yapılan bilim uzmanlığı ve doktora tezleri başta olmak üzere, neredeyse bütün yayınlar yabancı dilde yazılmakta, Türkçe bilen okur için değil, yabancılar için bilgi sağlanmaktadır. Ülkemizin kaynaklarıyla üretilen bilginin bu ülkede yaygın olarak dağıtılamaması ve kullanılamaması düşündürücüdür. Eğitimin yabancı dilde olmadığı üniversitelerde de birçok dalda yükselmek için yabancı dillerde yayın yapma zorunluluğu bulunmaktadır. Genellikle yüksek standartta olan bu yayınlar da Türk bilgi kullanıcısına sunulamamaktadır.
Dincilik ve sahte din anlayışı
Doğuda, İslam’ın sahipleri, hakikat aşkından uzak, böyle bir anlayışla sevgiden mahrum bulunuyorlar. Kendilerini sadece bir takım dinî örflerin teknikçisi sayan bu zümre, gerçek dinî vazifelerini yapmamaktadır.
Din, toplumsal yaşamda önemli ve gerekli sosyal bir kurumdur. Toplumları etkileme ve bireyleri yönlendirme etkisine sahiptir. Ancak, din adına hareket ettiğini iddia edenler siyasal bir amaç gütmeye ve iktidar mücadelesi vermeye kalkınca, toplumsal sorunlara da yol açabilmektedir. Kuşkusuz, bu dinden değil, dinciden kaynaklanır. Dindar ile dinciyi iyi ayırt etmek gerekir. Dindar ile kimsenin bir sorunu olamaz.
Din üzerinden siyaset ve ticaret yapanlar, dinsel değerleri ve inanan insanları sömürmekte, sorunlara yanlış teşhislerin konulmasına yol açmaktadır. Din konusu, farklı çıkarları olan başka ülkelerin de ilgi alanına girer. Ilımlı İslam projesinden sonra halkı Müslüman olan ülkelerde İslamcılar artarken dindar Müslümanların azaldığının gözlenmesi ilginç bir durumdur. Emperyalizmin sahte şeyh, mezhep ve tarikatlar oluşturması da yeni bir uygulama değildir. Afganistan ve Arabistan’da şeyh kılıklı Amerikan ve İngiliz ajanları yüzyıldır faaliyetlerine devam ediyorlar. Bunu İslam’a iyilik için mi yapıyorlar? Bunlarla hem din anlayışı değişir, din saptırılır, itici bir din ve gelişmeye kapalı bir toplum düzeni oluşturulur hem de yeni tarikat ve cemaatlerle bölücülüğe yol açılarak toplumsal
214
çözülme sağlanır. İnsanlar gerçek sorunlar üzerinde düşünmekten alı konulur. Hatta ülkeler işgal edilir.
Cezayir’de 1840 yılında egemen olan dinsel güç, Ticani tarikatı ve şeyhi de Muhammed Es Sağir’dir. O sırada Fransa tarafından Cezayir’e gönderilen ajan Rosch, Müslümanlığı kabul etmiş görünerek önce Es Sağir ile işbirliği içinde, yerel İslam ulemasına başvurmuş ve arkasından Mısır’ın ünlü El Ezher medresesinin ve en sonunda da Mekke ulemasına başvurarak onlara yönelttiği “İslami itikada halel gelmeden, geçici süre, Hıristiyanlara boyun eğmek caiz midir” sorusuna karşı “elcevap: caizdir” yanıtını almıştır. Hıristiyanlara geçici tutsaklığın süresi ise yüz yılı aşmıştır.
İslamcılar (dindarlar değil) aracılığıyla farklı kültürel anlayışlar sanki “İslam buymuş gibi” topluma dayatılmaktadır. Müslüman olmak ile ortaçağdaki Arap geleneklerini sürdürmek birbirine karıştırılmaktadır. Yıllardır başörtüsü ve İmam Hatip Liseleri üzerinden kıyametler koparılmaktadır. Körüklenen bunun gibi yapay sorunlar âdeta bir “sis bombası” etkisi yaratarak, asıl sorunların görünmesini engellemiştir.
Dinsizleştirmecilik de bir ateş suyu haline gelmektedir. Din, toplumsal yapıyı ayakta tutan sosyal yapıştırıcılardan biridir. Birçok kültür kodu dinsel değerlere ilişiktir ve din toplumsal ve bireysel birçok işlev görür. Din, manevi olduğu kadar stratejik bir güçtür. Onu dışlar ya da ilgisiz kalırsanız başkaları ilgilenir ve size karşı kullanır. Yanınızda olması gereken bir gücü karşınıza almış olursunuz. Bir kısım laiklik savunucularının bilerek ya da bilmeyerek, laiklik savunusu değil, dinsizleştirmecilik yaptığı görülmeye başladı. Oysa laiklik, dinin olmadığı bir yerde anlamsızdır. Laiklik din ile birlikte vardır. Laiklik bir barış antlaşmasıdır. Yeni ayrışmalara meydan vermemesi gerekir. Böylesi kişiler, laiklikle hiçbir sorunu olmayan dindar kişileri karşılarına almakta, iletişimi koparmakta ve toplumsal parçalanmaya yol açmaktadırlar.
Din duygusu; insana fedakârlık, sabır, ölürse şehit kalırsa gazi olma anlayışı gibi savaş gücünde çok değerli olan manevi bir dayanak verir. Bir toplumda bu değerlerin zayıflaması demek, yaşam enerjisinin kaybedil215
mesi demektir.
Din ve dinsel alanda önemli kavram ya da simgelerin alaya alınması, küçük düşürülmesi ve önemsizleştirilmesi de dikkati çekiyor. Edebiyatta, sinema ve “bir kısım” medyada din adamlarımız küçük hesaplar peşinde koşan, çağdışı, yobaz ve aşağılık birçok niteliği kendinde toplayan karakterler olarak sunuluyor. Anadolu’da taşlayarak öldürme (recm) hiç olmadığı halde “vurun kahpeye” sahnelerini sık sık izliyoruz. Oysa engizisyon ve endüljans süreçlerinden geçen Batı toplumlarında din adamları medya ve sanatta âdeta evliya olarak sunuluyor. İslam’daki dinsel simgeleri aşağılamak laiklikle açıklanamaz. Olsa olsa din düşmanlığı, özellikle de İslam düşmanlığıdır. Zira laikliğin karşı olduğu din değil, yobazlıktır.
Laikliği savunanların insan haklarının bir gereği olarak bu savunuya devam etmekle birlikte, son tahlilde bu toplumun Müslüman bir toplum olduğunu unutmamaları gerekir. Modernleşme adına Batılı davranışlar beklemek kimsenin hakkı değildir, doğru da değildir. Toplumu yönettiği/yönlendirdiği iddiasında olanların öncelikleri iyi belirlemesi gerekir. Ülkeye yönelik “görünen ve açık bir emperyalist tehdit” hatta saldırı varken, tarafların incir çekirdeğini doldurmayacak konuları bir tarafa bırakmaları gerekir. Bu durum evleri yanarken yorgan kavgasına tutuşan karı-kocanın durumuna benzemeye başladı. Laiklik tartışmalarında kimilerinin geldiği nokta burasıdır. Sağduyu geliştikçe bunların da kaybetmeleri kaçınılmazdır.
Dindar, dinini uygulamaya ve yaşamaya çalışan, imanı güçlü olan kimse, dinci ise dinini yaşama kaygısı olmadığı halde diğer insanlara kendi anladığı biçimiyle dini dayatan veya çıkarları için dindar görünmeye çalışan kimsedir. Dindarın eylemleri Allah’ın rızasını kazanıp sevap almak, dincininki rant (para, makam, statü, oy) elde etmekle kendini gösterir.
216
GAVUR İMAM!
1965 yılında son toplanan Vatikan konsülü 3 ayrı karar alır. Milenyum dedikleri çağda Asyanın hristiyanlaşması için...
Müslüman ülkeler;
hoşgörü,
diyalog
ve gizli hristiyanlık ile İslam dininden uzaklaştırılacaklardır. Nedir Gizli Hristiyanlık?
HRİSTİYANLAR GİBİ YAŞAYAN MÜSLÜMANLAR ELDE ETMEK!
Müslüman Türk milleti bundan birkaç asır evvel, dünyanın en kudretli imparatorluğuna sahipti.
Devletin askeri sahadaki kuvvet ve şevketine muvazi olarak sanayi, ticaret, eğitim, san’at ve sosyal teşkilat bakımından da üstün bir medeniyet seviyesine erişilmişti. İslami prensiplerle idare edilen, geniş ülkede adalet, eğitim ve mülkiyet haklarından, din ve ırk farkı olmaksızın bütün vatandaşlar istifade ediyordu. Engizisyon mezaliminden canlarını kurtarabilen yahudilerin, o devirde sığınabilecekleri bugünün mağdurlarınınolduğu gibi tek ülke Türkiye idi. Adil kanunlar, geniş bir vicdan hürriyeti, refah ve bolluk vardı.
Edebiyat, mimari, hüsnühat, süsleme san’atları, el sanayii en parlak devirlerini yaşıyordu. Silahların en sağlamı, kumaşların en güzeli, gemilerin en sür’atlisi, binaların en kullanışlısı, orduların en disiplinlisi,mahkemelerin en güveniliri, devlet adamlarınım en dirayetlisi Türk ülkesinde idi. Osmanlı İmparatorluğu, Roma Devleti ve Abbasi Hilafeti gibi tarihte üç-beşi geçmiyen muazzam devletlerden biri idi hatta bunların hepsinden de üstündü. Nitekim çağımızın büyük tarih felsefecisi Arnold Toynbee, Tarih Hakkında Bir İnceleme isimli eserinde, bu imparatorluk için, Eflatunun ideal cumhuriyetine, tatbikat sahasında en fazla yaklaşan devlet vasfını uygun görmektedir.
217
Herkesin bildiği gibi, maddi ve manevi zaferleriyle tarihin şeref sayfalarını işgal eden koca Türk imparatorluğu, bir zaman geldi ki, durakladı, geriledi ve parçalandı. Bu batışın sebeplerini burada teker teker zikredecek değiliz. Ancak bunu meydana getiren iç ve dış sebelerden birine dikkati İçten ve dıştan, devletimizin bünyesini kemiren, onu çökertmeğe çalışan unsurların başta gelenlerinden biri, hıristiyan misyonerleri idi.
Müslüman Türkleri hıristiyanlaştırmak, dolayısıyla Türk milletini yok etmek, eritmek gayesini güden misyonerler, din hürriyeti sahasındaki aşırı müsamahamızdan faydalanarak yurdumuzun çeşitli mıntakalarına sızmağa muvaffak olmuşlardı.
Başlangıçta hıristıyan vatandaşlarımızla meşgul olmuşlar, onlara ırkçılık şuuru aşılamışlar ve isyanlar çıkartarak, Türk devletinin ülke ve halk olarak parçalamp, dağılmasına gayret etmişlerdir. Bir taraftan idaremiz altındaki hıristiyan azınlıklarını kışkırtırken, öte taraftan okullarında okuttukları Türk çocuklarını afyonlamış, onların dine, vatana ve millete zararlı birer unsur olarak yetişmelerine çalışmışlardır. Devletimizin ve milletimizin geleceği üzerinde bu derece meş’um roller oynıyan bir akım hakkında, vatanına ve milletine bağlı her Türk münevverinin kafi miktarda bilgi sahibi olması elbette bir vatanperverlik icabıdır. Onlar şimdiye kadar cehalet, gaflet ve vurdum duymazlığımızı istismar etmek suretiyledir ki, bünyemizde bu korkunç tahribatı yapabilmişlerdir.
MİSYONERLİK HAREKETLERİNİN KAYNAĞI
Bugünkü misyonerlerin gaye ve emellerinin iyice anlıyabilmek için, bu akımın tarihçesini ve ortaya çıkış sebeplerini bilmek lazım geldiğinden, burada mümkün olduğu kadar kısa bir şekilde bu mevzua temas edeceğiz.
Roma Katolik Kilisesi Avrupa’ya tamamen hakim olduktan sonra dünyanın her tarafında yaşayan halkları hıristiyan yapmak üzere harekete geçti. Bu emeline evvela kılıç vasıtasiyle erişmeyi denedi.
Bunun, neticesiade Haçlı Seferleri tertib olundu. Muazzam ordular dalgalar halinde Müslüman ülkelerine saldırdılar. Asırlarca süren kanlı
218
savaşlar oldu. Fakat müslümanların karşı hücumu karşısında tutunamadılar. Gayelerine erişemedikten başka müslümanların ilerlemesine de mani olamadılar.
Endülüs müslümanların elinde kalmakta devam ettiği gibi, Türkler 17 inci asrın ortalarında
Avrupa’nın göbeğine kadar ilerlediler. Kılıç kuvvetiyle hıristiyanlığı yaymak fikri iflas etmişti.
Artık 13. asırdan itibaren savaşlar vasıtasıyla başka milletleri hıristiyanlaştırmaktan ümid kesilmişti.Buna rağmen bazı inadçı papa ve hükümdarlar bu yolda yeni tecrübelere girişmekten de vazgeçmediler.
O kadar kan döküldüğü halde hıristiyanların mukaddes makamları yine müslümanların elinde kalmıştı. Zaten evvela din gayreti ile başlayan Haçlı Seferleri, dana sonra zenginlik ve şöhret sahibi olmak hırslarına alet olmuştu. Böylelikle Haçlılar, Müslümanları hıristiyan edecek yerde onları, yaptıkları barbarca hareketlerle, hıristiyanlıktan iyice soğutmuşlar ve nefret ettirmişlerdi. Bunun üzerine bu işi artık sulh yolu ile ve tatlılıkla yapmak lehinde bir cereyan başladı, işte, bugünkü Hıristiyan misyonerliğinin menşei buradan başlar.
13. asırda Avrupa’da iki büyük hırıstiyan tarikatı vardı: Dominiken ve Fransisken tarikatleri, Dominiken tarikatinin kurucusu «Aziz Dominik» evvelce Tunus’a giderek müslümanları hıristiyanlığa da’vet yolunda oldukça gayret sarfetmişti.
Fakat tarikatini kurduktan sonra ilk işi, Avrupa’daki “sapık” hıristiyanlar arasında bir temizlik yapmak oldu. Böylece kendisi ve halefleri meşhur Engizisyon mahkemelerini kurdular ve bir asır müddetle Avrupada yaptıkları mezalimin dehşetinden herkesi tir tir titrettiler.
«Aziz Fransuva» ya gelince, onun tabiatı daha yumuşak olduğundan sapık hıristiyanları yola getirmek için Engizisyon mahkemeleri kuracağı yerde müritlerini Fransa, Almanya ve Macaristan’a yolladı. Fakat bu acemi misyonerler gittikleri memleketin dilini bile bilmedikleri için oraların hıristiyan halkı tarafmdan evvela soyuldular ve sonra da «bunlar sapıktır» denilerek zindana tıkıldılar.
219
Bilahare Tunus’a ve Fas’a gönderilen misyonerler de Arapça bilmediklerinden ve müslümanların aldırış etmezliklerinden dolayı hiçbir şey yapamıyarak memleketlerine elleri boş olarak döndüler.
Bu ilk teşebbüslerin toptan muvaffakıyetsizliğe uğraması karşısında müslumanları hıristiyan yapmaktan ümit kesilmeye yüz tutmuştu ki, yeni bir isim duyulmaya başlandı: Mayorkalı Ramon de Lulle, 1235 te ispanya’da doğdu. Babası bir asilzade idi. Yetiştiği muhitte İslam tesir ve nüfuzu hala kuvvetini hissettiriyordu. Gençliğinde dünya zevklerine düşkün bir asilzade idi.
Gördüğü bir hayal üzerine papaz olmaya ve müsiümanları hıristiyan yapmak için faaliyete girişmeğe karar verdi.
O sırada Mayorka Adasına yerleşmiş bulunuyordu. Evvela bir müslüman esir satın alarak ondan 9 yılda Arapça öğrendi. Bütün emeli Arapça öğreten bir papaz mektebi açarak misyoner yetiştirmekti.
Bunun için Avrupa krallarına, papalara ve Viyana Konsiline müracaat etti. Fakat her defasında derdini anlatamadı. Bütün ömrü eserler yazmak ve Avrupa’nın başlıca merkezlerinde dolaşmakla geçti.
İrili ufaklı iki bin kadar risale telif etti ki. 100 cilt tutmaktadır. Eserlerinin en belli başlıları Tanrının 100 adı (Kur’an’a —sözde— nazire olarak yazmıştır) ile Ars Major’dur (Büyük Sanat). 1291’de Tunus’a gitti, orada hıristiyanlık propagandası yapmak için uğraştı. Fakat 1292’de hudut harici edildi. 1305’te Buji şehrine gitti yakalandı ve hapsedildi. Hapisten çıkmasına yardım eden bir müslüman alimi ile altı ay münakaşa etti. Fakat her ikisi de birbirlerini ikna edemediler. Buji sultanı onu tekrar hudut harici etti.
****
1311’de bütün ömrünce tahakkuku için çalıştığı Şark dilleri kürsülerinin papanın emri ilee kurulduğunu gördü. 1315’te Tunus’a ikinci defa gitti. Sokaklarda İslamiyet aleyhinde mev’izeler vermiye başladı kendisinin bu haline tahammül edemiyen halk tarafından katledildi.
Modern misyoner teşkilatının ve şarkiyat ilminin babası işte bu zattır.
220
Reform hareketi neticesinde Katolik kilisesinin sultası parçalanıp ortaya çeşitli mezhepler çıktıktan sonra misyonerlik hareketleri de çeşit itibariyle çoğaldı. Her mezhep kendine mahsus bir misyoner teşkilatı kurdu. Yurdumuzda faaliyet gösteren başlıca teşkilatlar Katolik, Anglikan ve Protestan kiliseleridir.
MİSYONERLERİN METODLARINA UMUMİ BİR BAKIŞ
Tarih göstermiştir ki, misyonerler gayelerine erişmek için her türlü vasıtayı mubah gören bir zihniyete sahip olmuşlardır. Bu yüzden, Afrika ve Asya milletlerim uzun yıllar boyunca sömüren müstemlekecilerin ve emperyalistlerin en büyük yardımcıları hıristiyan papazları olmuştur.
Yerli halki kendi dinlerine sokabilmek için, kanlı ve vahşi müstevli ordularından medet ummuşlar ve bu uğurda en gayrı insani usullere başvurmaktan çekinmemişlerdir.
Filhakika onlar, girdikleri memlekette sadece neşr-i din işiyle meşgul olmazlar. Bilirler ki, mahalli kültürleri yıkmadikça hiçbir yerli hıristiyanlığı kabul etmez.Onun için evvela oradaki milleti meydana getiren maddi ve manevi kıymetler manzumesini soysuzlaştırmakla işe başlarlar. Tahrip ettikleri milliyetin enkazı üzerine kendi inançlarının binasını yükselteceklerini sanırlar.
Yurdumuzdaki yabancı okullarda tahsil gören gençlerin çoğunun dini ve milli terbiyeden mahrum, batı taklitçisi birer kozmopolit olarak yetişmesi, iddiamızın canlı bir delilidir.
«The Moslem World» mecmuasmm müdürlerin-den müteveffa rahip Samuel M. Zwemer, misyonerlerin İslam ülkelerindeki menfi tesirlerini şu cümleleriyle itiraf etmektedir:
«İslam memleketlerindeki misyoner teşkilatı faaliyetinin iki cephesi vardır: Yapıcı ve yıkıcı, veya başka bir tabirle eritici ve yeniden şekil verici. Mesela, Türkiye’deki muazzam değişikliklerin muharriki Batı Medeniyetinden ziyade misyonerlerde aranmalıdır. Mısır’da ve bütün İslam aleminde de durum aynen böyledir. Bu memleketlerde hıristıyan olan müslümanların sayısını öğrenmek için «Vaftiz istatistiklerine»
221
bakmamalıdır. Zira biz şuna eminiz ki, günümüzde yüzlerce müslüman kalplerinden İslam imanını çıkarmışlar ve hıristiyanlığa gizlice inanmaya başlamışlardır. Onların müslümanlığı sözdedir.»
MİSYONERLER VE OSMANLI İMPARATORLUĞU
Osmanlı imparatoriuğunun yıkılış devrinde, misyonerler faaliyetlerini başlıca iki safhaya ayırabiliriz.
a) İmparatorluğun çeşitli bolgelerinde yaşayan ermeni, bulgar v.s. gibi hıristiyan unsurların
çocuklarını, açtıkları mekteplerde okutmuşlar ve onlara kendi milliyetçiliklerini aşılayarak, Osmanlı idaresine karşı isyanlar hazırlamalarına sebep olmuşlardı. Bir taraftan memeleket içindeki çeşitli unsurların arasına ayrılık ve nifak tohumları ekerken; öte yandan Avrupa ve Amerika kamuoyunu, Türkiye’nin aleyhine kışkırtıyor; kendi tahrikleriyle kopan isyanların bastırılmasını, ”Türkler hıristiyan ahaliyi kesiyor” şeklinde propaganda ederek, Batı alemini aleyhimize harekete getirmeğe çalışıyorlardı. Bundan bir asır öncesine kadar. Türk nüfusunun ekseriyette bulunduğu Tuna vilayetimizde, sakin bir hayat süren Bulgarlann isyan etmelerine ve Avrupa devletlerinin yardımıyla özerklik ve bilahare bağımsızlıklarını kazanmalarına en fazla hizmet eden müessese, İstanbul’da protestan misyonerleri tarafından işletilen Robert Kollej isimli okuldu.
1937’de İstanbul’da basılan ve o zamanın idaresince, matbaadan toplatılarak imha edilen H.Y. imzalı ve “Bulgaristanı Kimler Kurdu?” başlıklı broşürde bu mevzuda dehşet verici ifşaat bulunmaktadır.
Tuna Türklüğünün mahvına, Müslüman Rumeli’nin elimizden çıkmasına ve oradaki milyonlarca dindaşımızın barbarca katledilmesine, hep misyonerlerin ektikleri zehirli nifak tohumları sebep olmuştur.
Osmanh imparatorluğuna bağlı Arap ülkelerinde yaşayan hıristiyan Arap azınlıklara da, Beyruttaki KatolikFransız ve Protestan-Amerikan üniversitelerindeki misyonerler, Arap milliyetçiliği aşılıyarak, Arap teb’amız arasında da ayrılma ve parçalanma eğilimlerini körüklemişlerdi.
222
b) Misyonerler ilk hamlede Müslüman Türkleri doğrudan doğruya hıristiyan edemiyeceklerini bildiklerinden, onların genç neslini dinsiz olarak yetiştirmek, bilahare hasıl olan maneviyat buhranına çare olarak hıristiyanlığı takdim etmek istiyorlardı. Bu maksatla ülkemizin her yerinde açtıkları yüzlerce okulda tahsil gören Türk çocuklarını birer köksüz olarak yetiştirmeğe itina etmişlerdir.
26 Ağustos 1911 tarihli, AIIgemeine Missions-Zeit-schrift isimli misyoner mecmuasında şöyle bir haber okunmakta idi; “Dünya Hıristiyan Talebeleri Birliği Konferansı İstanbul’da açıldı. Toplantıya 33 milleti ve 37 mezhebi temsilen 248 talebe mümessili iştirak etmiştir. Toplantı 1871’de kurulan ve içinde Türklerin de bulunduğu 450 talebeye HIRİSTİYANİ ESASLARA dayalı bir eğitim veren ROBERT COLLEGE’de yapılmıştır.»
Son yarım asır içinde Türkiyede İslamiyeti ve millliyeti yıkmağa çalışan zihniyet bu okulların yetiştirdiklerinin veya hempalarının zihniyetinden başkası değildir, Misyonerlerin bu siyasetlerini şu tabirle ifade edebiliriz: “Ağaç, sapı kendi dallarından yapılan bir baltayla kesilir.” Onların nazarında ideal Türk münevveri Tevfik Fikret’in oğlu Halük’tur. Malum olduğu üzere babasının hür ve ilerici fikirleriyle yetişen ve tahsilini bir misyoner mektebinde yapan Haluk, dinini ve tabiiyetini değiştirerek protestan bir Amerikan vatandaşı olmuş, milletini ve vatanını inkar etmiştir.
İLİM VE MANTIK KARŞISINDA MİSYONERLER
Misyonerler dinlerini yaymak için ilmi ve nazari yollardan faydalanmazlar. Zira ilim ve akıl vasıtasıyla hıristiyanlığm müslümanlığa üstün olduğunu ispat etmeye imkan ve ihtimal olmadığını bilirler. Bu yüzdendir ki, dolambaçlı ve sinsi yollara başvururlar. 19. asırda Hindistan’da cereyan eden birhadise, konumuz itibariyle, üzerinde ehemmiyetle durulmağı gerektiren bir ehemmiyettedir.
Hadiseyi kısaca hikaye ediyoruz: İngilizler, Hindistanı işgal ettikten sonra protestan misyonerleri bu ülkeye akın etmişler, yerli halkın dilin223
de kitaplar yazıp dağıtmak meydanlarda nutuklar çekmek suretiyle halkı hıristiyanlığa faaliyette geçmişler. Bu arada ulemanın ileri gelenlerinden Halilurrahman Rahmetullah Dehlevi Hazretleri de Hindistan’daki misyonerlerin en bilgilisi ve rütbece en büyüğü olan Papaz Pfander’i herkesin huzurunda yapılacak bir münazaraya davet etmişti.
Papazın kabulü üzerine bu münakaşa miladi 1853 yılında Ekberabad şehrinde yapıldı. Toplantıda yüksek ingiliz memurları, ileri gelen Müslümanlar ve kalabalık bir halk kütlesi hazır bulundu.
Rahmetullah Efendinin ve Pfanderin yanlarında yardımcıları vardı. Munakakaşanın programını müslümanlarla hıristiyanlar arasmda anlaşmazlık mevzuu olan şu beş ana mesele teşkil ediyordu:
1) Tahrif (Hıristiyanların kutsal kitaplarının muharref olup olmadığı meselesi).
2) Nesh (Hıristiyanların kutsal kitapların hükümden kaldırılıp kaldırılmamış olması meselesi}
3) Teslis (Hıristiyan inancına göre Allah’ın hem bir, hem üç; Hazret-i İsa’nın (A.S.) hem Allah, hem insan, hem de Allah’ın oğlu oluşu meselesi).
4) Kur’an-ı Kerim’in Allah tarafından gönderilmiş hak kitap oluşu meselesi.
5) Hazret-i Muhammed Sallallahü aleyhi ve sellemin risaletinin hak oluşu meselesi.
Münakaşanın ilk iki maddesinde Rahmetullah Efendi galip geldiğinden, misyonerler kaçma mecburiyetinde kaldılar. Bu hadise İslamiyetin hıristiyanlığa karşı ilim ve akıl yoluyla kazandığı parlak bir zafer olarak tarihe yazıldı. Rahmetullah Efendi daha sonra bu mevzuu genişleterek «İzharü’l-Hak» ismiyle iki ciltlik, arapça büyük bir eser telif etti. Bu eser. Türkçeye, Fransızcaya, ingilizceye ve başka dillere tercüme edilmiştir. İngilizce tercümesi neşrolunduğu vakit meşhur Times gazetesinin Edebiyat ilavesinde, bu kitap garpta yayılacak olduğu takdirde hıristiyanhğın tutar tarafı kalamayacağmı ifade eden bir yazı çıkmıştır.
Bugün, misyonerler İslam-Türk yurdunda ellerini kollarını sallı224
yarak dolaşabiliyor ve bir kısım vatan gençliğini batıl telkinleriyle ifsad edebiliyorlarsa, bu, müslüman ulemasının sindirilmiş olmasından veya bu konuda çalışmadıkları ileri gelmektedir. Halbuki hıristiyanlığı reddetmek için yeni eser telif etmeğe ihtiyaç bile yoktur. Zira asırlar boyunca birçok İslam alimi hıristiyalığa reddiye olarak yüzlerce eser telif etmişler. Onları tercüme etmek veya bugünkü dile yeniden neşretmek maksadın husulüne kafidir. Bu noktada merhum Mehmd Akif’in şu beytini tekrarlamamak mümkün müdür?
«Misyonerler gece gündüz çalışırken acaba, Oturup, vahy-i ilahiyi mi bekler ulema?»
KÜLTÜR EMPERYALİZMİ VE MİSYONERLER
Asrımızdaki eski sömürgecilik usulleri tarihe karışmakta, yerine daha sinsi ve gizli bir sömürgecilik ikame edilmektedir.
Garp alemi Asya ve Afrika devletlerini eskisi gibi silah, ve ordu kuvvetiyle sömürememektedir. Ancak, kültür, iktisat, ticaret sahalarında bu milleti soymağa ve kendi hizmetinde kullanmağa devam etmektedir.
Bu yeni sömürgecilikte misyonerlerin açtıkları okullar mühim rol oynamaktadırlar. Bu okullarda zehirlenmiş olarak yetişen ve bulundukları memleketlerde idareci mevkilerine geçen kimseler, sinsi emellerine emellerine alet olmaktadırlar. Öyle ki. Misyoner mekteplerinde yetişip. sonra da mühim mevkilere gelen bu devlet adamları. kendi öz milletlerine — sömürgecilerden daha fazla zulüm yapmaktadırlar. Onlar kendi vatanlarını bir “auto-colonie” olarak idare etmekte, içinden çıktıkları milleti ezip soymaktadırlar. Misyoner okulları, hıristiyan olmayan devletlerin milli bağımsızlıklarını ihlal eden zararlı müesseselerdir.
Değerli fikir adamlarımızdan Nurettin Topçu’nun misyoner mektepleri hakkında, aşağıda iktibas ettiğimiz satırları, meselenin bizdeki veçhesini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sereN KIYMETLİ BİR TESPİTTİR.
«Altı yüz yıldan beri dıştan yaptığı akınlarla muvaffak olamıyan, son asırlarda ise ana yurdun sadece peyk ülkelerini kopararak ayıran düş225
man, zaferini temin için azar azar içimize sızdı. Ruhlarımıza mayasını kanştırmak istedi.”
Ve geçen asırda, Fatih’in İstanbul’u aldığı surlardan bu milletin kültürünü fethedeceğini söyliyen Amerikalı Hamlin’in ( Robert College’i kuran papaz ) bu sözünün sembolleştirdiği davayı, ya’ni kaleyi içinden alma davasını güttü.
Zehirli iğnesini varlığımızın her tarafına geçirerek, okullara, aileye, zevke, kazanca, sanata, ahlaka ve dine kadar bünyemizin her tarafına zehirini akıttığı halde kendini göstermeyen düşman, altı yüz yıllık aynı düşmandır.
Dışımızda iken onu görüyor, ona karşı cihad açıyorduk. Şimdi benliğimize girdi.Kültür halinde, san’at halinde, ahlak ve aile hayatı halinde, servet ve mülkiyet halinde, hatta din halinde bize nüfuz etti.
Asıl benliğimiz olduğuna bizi, içimizdeki safdilleri ve masum bir gençliği inandırmak istiyor, muvaffak olduğu yerde kanlı ellerini gösteriyor.
31 Mart hadisesini yapıyor. İsyanları körüklüyor. Neron gibi Romayı yaktırdıktan sonra «Romalılar! Uyanın, ayaklanın! Hıristiyanlar şehrinizi yakıyor!» diye tellallar bağırtıyor.
Şehirilerini kuşatan ordunun ezan sesleriyle dehşet duyan düşman, bu ezanların vatanında, ruhlarına çan seslerini sindirmek için sinesine aldığı nesilleri, kendi kültür yuvalarında zehirliyor.
Bunun karşısında bin yıllık bir millet, neşriyatiyle, vicdaniyle, irfaniyle, üniversitesiyle bin yıllık bir millet lakayd duruyor. Nerede bu kültürün İbni Kemalleri?
Yabancı okullar meselesi derin bir yaradır.Şimdilerde yerli görünümlü yabancı okullar... Davanın siyasi zaruretleri bizi alakadar etmez. O hususa temas etmiyoruz. Ancak prensip itibariyle, her milletin kendi vatanında kendi mektepleri vardır. Yabancı okullarda okumak isteyenler, yabancı vatanlara giderler. Okul millet kültürünün, millet ruhunun bayrağıdır. Vatan topraklarında yalnız o bayrak dalgalanır. Yabancı okulların yayacağı kültürler, bu memlekete medeniyet ve irfan getirmez, belki
226
o milletin kültürünü yara bere içinde, perişan bırakır; milli şahsiyetin millet kültürü ile vücut bulmasını imkansız kılar, ileri bir milletin kültüründen faydalanmak için, kültürün tarlası olan vatana gitmek lazımdır. Memleket içinde yabancımektep, millet kültürünün ağacını köklerinden tahrip eden, ona zararlı bir nebattır.
Kendi vatanında milli kültürünün değerlerini yaşatan yabancı mektep, vatanının dışında misafiri olduğu milletin kültürüne karşı koyan zararlı bir kuvvettir. Öz vatanında kendini istiyen çocuklarına sevgi ile sunulur.
Yabancı bir vatanda, o vatanın çocuklarının kalbiyle, onlar ister farkında olsunlar, ister olmasınlar, çarpışır ve kalblerini aşındırır.. Her milletin vatanperverliği samimi olarak, kendi vatanında yaşanır.
Başka milletlerin milli değerlerini tanıyarak faydalanmak isteyenler, onu kültürün ancak kendi vatanında bulurlar.»
Misyonerlik faaliyetleri hakkında söylenecek sözümüz çoktur. Bu mevzuda fikir adamlarımıza düşen vazife ve sorumluluk son derece büyük ve ağırdır.
Milli bünyemizi tahrip eden zararlı cereyanlar meyanında bu hareketi de inceleyip, halkı uyandırmak, yabancıların açtıkları mekteplere boykot ilan etmek, hıristiyanhğa karşı reddiyeler hazırlamak bu cümledendir.
Papaz Okulunun Müslümanlar için “Gavur İmam” harekatı ile ABD, İslam toplumlarına nasıl sahte din görevlisi yetiştiriyor?
Halide Edip Adıvar’ın “Gavur İmam” adlı bir romanı vardır. Kanundan kaçan, canavar ruhlu bir cani, devletten saklanabilmek için bir imamı öldürüp de onun yerine geçer ve “gavur İmam” olur. İmam kılığı ve maskesi ile sinsi sinsi insanların canına kıymağa devam eder. ABD’nin, Müslüman toplumlarda görev yapmak üzere yetiştirdiği sahte imamların bu “gavur İmam”dan tek farkı, Müslümanların canlarına değil, dinlerine kıymak, İslam anlayışlarını bozmak için yetiştirilmektedir.
Hartford Seminary Papaz ve Misyoner Okulu’nda, hem Hıristiyanlık eğitimi veriliyor ve papaz yetiştiriliyor, hem de “Müslümanlık” eğitimi
227
veriliyor ve imam yetiştiriliyor.
Bu nasıl olur?
Asırlardan beri İslam’ı ve Müslümanları yok etmeye çalışan Haçlı dünyası kendilerine papaz ve misyoner yetiştiren bir okulda neden “Müslümanlık” eğitimi veriyor ve neden imam yetiştiriyor olabilir?
Bu okul ABD’deki 230 misyoner okulunun en eskisidir, 1833’te kurulmuştur.
Hartford Seminary Papaz Okulu’nda, 1970’lerde eğitimde bir yöntem değişikliğine gidilmiş, Hıristiyanlığa açıkça davet eden klasik misyonerlik anlayışı yerine, Müslümanlarla diya¬loga dayalı, dolaylı ve sinsi bir misyonerlik yöntemini esas alan bir eğitim başlatılmış. Bunun için okulda “Müslümanlık” eğitiminin de verilmesi kararı alınmış.
BURADA PAPAZ YETİŞTİRİLİRKEN NASIL İMAM YETİŞTİRİLMESİ PLANLANMIŞ?
Hartford Seminary Papaz Okulu’nda “Müslümanlık” eğitimi verilmeye başlandıktan sonra imamların yetiştirilmesi de planlanmış. İmam eğitiminde, iki ayrı bölümden oluşan ders programı takip ediliyor. İlk bölüm akademik ders programı oluyor. İkinci bölümde ise uygulama yapılıyor.
Burada şu soru akla geliyor: Sözkonusu Papaz okulunda yetiştirilen imamlar, nasıl ve hangi formatta imamlar olabilir?
Bu sorunun cevabını herhalde imamları yetiştirecek okulun formatında ve amaçlarında aramamız gerekir.
BAYAN HEM PAPAZ OKULU HOCASI HEM İSLAM ŞURASI BAŞKANI BU NASIL OLUYOR?
Hartford Seminary Papaz Okulu’nun formatını ve amacını, okulda yaklaşık bir asırdan beri çıkarılan The Muslim World Dergisi’nden öğrenebiliriz.
Bu derginin 2006’daki editörü hem ABD ve hem de İsrail çifte vatan228
daşı olan Ibrahim Abu-Rabi’dir, yardımcısı da Hart¬ford Seminary’nin öğretim üyesi olan bayan Ingrıd Matson’dur. Başı kapalı görev yapan bu bayanın, Papaz Okulunda ve okulun sözkonusu dergisinde bu görevlerini sürdürürken, 2006 yılında, Amerika’daki Müslümanların en büyük kuruluşu olan Islamic Society of North America’nın (ISNA’nın) başına getirilmesi dikkat çekicidir.
PAPAZ OKULUNUN TEMEL AMACI İSLAM’I DURDURMAK
1911 yılında yayınlanmağa başlayan The Muslim World (İslam Dünyası) Dergisi, Müslümanlarla ilgili bir misyoner dergisidir. Bu derginin amacı Dünyada hızla yayılan İslam’ı durdurmak, Müslümanları Hıristiyanlaştırmak ve İslam’ın Batı’ya yayılmasını önlemek için yapılan araştırmaları desteklemek ve yayınlamaktır. Dergide, bu amaç “Editör’ün Notu” adlı bölümde şöyle ifade edilmiştir: “Dünya genelinde Müslümanları maddi ve manevi olarak Hıristiyanlığa yönlendirmek, Hıristiyanlığın önündeki İslam engelini kaldırmak ve Müslümanları Hıristiyanlaştırmaktır. Pratik olarak Müslümanların İslam’a sevgi ve muhabbetlerini azaltıp dinlerinden uzaklaştırarak manen yaralayıp Müslümanları, İsa’yı kurtarıcı olarak arzu edecek kıvama getirmektir.”
Dergide, ayrıca Peygamber Efendimiz’i (SAS) Müslümanların gözünde yıpratmak ve küçük düşürmek için çalışılması gerektiği de bir başka amaç olarak dile getirilmiştir: “Muhammedi’lere Misyonerlikle Tesir Etmek”adlı bir makalede şöyle denmiştir: “İslam uzlaşma dinidir. Bu dinin kurucusuna karşı menfi hisleri uyandırarak, yani onun din duygusunu kendi politik hırsı için kullandığını ve doğruluğu savunmasının nedeni ise; ahlaksız, cinsel arzu ve isteklerine ulaşmak için yaptığını nazara verip bu şekilde Muhammed’in sevgisini Müslümanların kalbinden çıkararak başarılı olunabilecektir.”
The Muslim World’da çıkan bu yazılar, derginin ve bu yayını çıkaran Papaz okulu Hartford Seminary’nin amacının ve formatının da aynı olduğunu açıkça gösteriyor. Peki burada eğitilen imamların, bu amacın ve
229
formatın dışında yetişmesi düşünülebilir mi?
ABD TEMSİLCİLER MECLİSİNDE DUA EDEN İNCİL’Cİ İMAM BURADAN YETİŞMİŞ
Nitekim ABD Temsilciler Meclisi Dışilişkiler Komitesi’nin, 3 Mart 2010 tarihinde, Howard L. Berman’ın başkanlığında yapılan toplantının açılışında dua eden, 2005-2008 yılları arasında Hatford Seminary Papazlık Okulunda İslamcı vaizlik programının yardımcı direktörü olarak çalışan Türk İmam Abdullah Antepli bu konuda bir örnektir.
Abdullah Antepli sözkonusu açılışta, İslam’ın emrettiği şekilde Müslümanca dua yerine, dua metinlerini İncil’den seçmiş okumuştur. Abdullah Antepli, 1996-2003 yılları arasında Burma ve Malezya gibi Asya’da organize edilen İslam’ı değiştirme projelerinde görev almıştır. 2003-2005 yalları arasında da Wesleyan Ünversitesi’nde Müslüman vaiz olarak çalışmış ve “Dinlerarası Diyalog” projelerinde görevlendirilmiştir.
IRAK’TA BEYİN YIKAYAN SAHTE İMAMLAR BURADAN MI ÇIKMIŞ?
Nitekim ABD’nin Müslümanlara yönelik stratejilerinde “sahte imamların” görevlendirildiği programlar vardır. Hatırlanacağı üzere, ABD ordusu’nun Irak’ta zulüm ve işkencelerle durduramadığı, Müslümanların cihat direnişini kırmak için, Pentagon tarafından, hapishanelerde, tutsakların beyinlerini Kur’an-ı Kerim’den ayetler ileri sürerek beyin yıkayan özel yetiştirilmiş imamlar ve din adamları görevlendirilmişti. Ülkedeki tüm hapishanelerde uygulanan bu programın başında bulunan Amerikalı Tuğgeneral Douglas Stone, La Times’a yaptığı açıklamada “En büyük silahımız Kur’an... Direnişçilerin radikal fikirlerini Kur’an’la değiştirmeye çalışıyoruz” demişti.
Bu durumda, Pentagon’un kullandığı o beyin yıkayan imamlar, acaba sözünü ettiğimiz Papaz Okulu’nda özel olarak yetiştirilmiş imamlar değil midir, sorusu akla geliyor.
Ama ABD sömürgeciliğinin, Müslümanları dini kimlikleriyle kont230
rol altına alabilmek için imam yetiştiren ve eğiten programları sadece Papaz Okulu’ndakinden ibaret değil. Amerika’nın bu konuda başka programları da var. Örneğin, İslam dünyasında öncelikli ülkelerden seçilen imamlar ve diğer din sorumluları, Amerika’nın istediği formatta görev yapabilmeleri için ABD’ye çağırılıp kurslara tabi tutuluyor ve maaşa bağlanıyor.
Ayrıca İslam ilahiyatçısı akademisyenlerden seçilenler, “Birleşik Kilise Hareketi” olarak bilinen ve tanınan Moon toplantılarına çağırılmıştır ve oralarda kendilerine seminerler ve kurslar verilmiştir.
İSLAM ANLAYIŞINI BOZMAĞA ÇALIŞAN “GAVUR İMAMLAR”
Amerikan sömürgeciliğinin, Müslüman toplumlarda ve topluluklarda görev yapmak üzere yetiştirdiği sahte imamların bu “gavur İmam”dan tek farkları vardır: Bu imamlar, bugün Müslümanların canlarına değil, dinlerine kıymak, İslam anlayışlarını bozmak üzere yetiştirilmektedir. Herhalde Müslümana düşen basiretli ve uyanık olmak ve dinine kıydırmamaktır. İslam düşmanlarının bizden gözükerek oynadıkları oyunlarını bozmaktır.
Türkiye’nin kimliğinin ve bekasının korunması için ülke güvenlik stratejilerinin değiştirilmesi gerektiğinin tartışıldığı bir dönemin başladığını unutmadan UYUŞMA-UYAN TÜRKİYE diyoruz!
Yapay gündemle oyalamak
“Bir kısım” medya toplumu bilgilendirme değil, biçimlendirme görevi üstlenmiş, böylelikle görevinin dışına çıkmıştır. Basındaki zihin inşa mühendisleri, çeşitli yapay gündemler oluşturarak halkın gerçek sorunlarını tartışmasını engellemekte, gerçekleri gizleyip üzerinde düşünmemeyi sağlamaktadırlar. Bu durum özellikle ülkenin başına çorap örüldüğü zamanlarda daha da artmaktadır. Hava puslandırılır ve kurtlar ortaya salınır. Dikkatler başka tarafa çekilerek asıl yapılacak olanlar yapılır. Bazı olaylar kendi bağlamından cımbızla çıkarılarak başka biçimlerde sunulur. Dinleyici/izleyici/okuyucu yönlendirildiği sonuçlara ulaşır.
231
Böylece zihinler yeniden inşa edilir.
Gündemimizin yoğunlaştığı konularla kitleler bunlarla oyalandırılıyor. Bu tür işe yarar sonucu olmayan konuları konuştuğumuz için neleri konuşamadığımızın farkında mıyız? Toplumun gündemi ve konuştuğu konular aynı zamanda bunları izleyen çocuklarımızı eğittiğimiz konulardır. Çocuk ve gençlerimizi bunlarla eğitmek istediğimizden emin miyiz? Onlara öğreteceğimiz, haberdar edeceğimiz başka derdimiz, davamız, hedefimiz yok mudur?
Yapay gündem demokratik gelişmenin de önünde bir engeldir. Demokrasi eğer “halkın, kaynakları adilce paylaşma sürecini yönetmesi” ise, yönetim de karar almak ise ve karar almak da bilgiye dayalı ise bilgiden uzaklaştırılan bir toplum demokratik olabilir mi? Ancak mankurtlar, seçimden seçime oy kullanmanın demokrasi olduğuna inanabilirler! “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.” Bilgi sahibi olmak için de ilgi sahibi olmak gerek. İlgiyi medya yaratmalıdır. Bunu da sorumlu biçimde yapmalıdır.
İzlenen kültür politikalarıyla ülkenin geçmişte varolan manevi dinamiklerini gözden düşürmek ve toplumu başkasının manevi ve kültürel değerlerine hayran bırakmak amaçlanır. Bunu yapmak için önce toplumsal aşağılık duygusu uyandırılır, toplumsal özgüven ortadan kaldırılır. “Bir Amerikalı, bir Alman ve bir Türk” diye başlar fıkra ve en salakça eylemi Türk olan yapar! Oysa aynı durumlar Amerikalı için de, Alman için de söylenebilir. “Burası Türkiye, burada her türlü yanlış olağandır!” ifadeleri klişe haline gelmiştir. “Türklerin zekâsının düşük olduğu” safsataları manşetlere çekilir. Basın yayın yoluyla toplumun kusurları ön plana çıkarılır. Ahlâk, inanç, yurtseverlik, kahramanlık gibi değerler gözden düşürülür. Cinsel özgürlük, ilericililik gibi sloganlar devamlı ve sık kullanılarak var olan eğlence kültürü değiştirilir. Batı ülkeleri karşısında aşağılık duygusu uyandırılır. Kendine güveni azalmış topluluklar, başarılı toplulukları taklit etmek ve onlar gibi yaşamak isterler. 30-60 yıllık bir sürecin sonunda toplumun kültürel kimliği değişebildiği için amaca ulaşılır.
Eğer eleştirici düşünmeye sahipseniz ve bu salyangozların neden
232
bu mahallede satıldığını biliyorsanız, bundan etkilenmezsiniz. Bunun farkında değilseniz emperyalizm ve işbirlikçi kapitalizmin tuzağına düşmüşsünüz demektir.
Türkiye’deki egemen sınıf ya da güç, yukarıda sıralanan birçok hususta etkili ve bazen belirleyici olmaktadır. Hepimiz için çalıştığı varsayılan bazı kurum, kuruluş ya da bunların içindeki bazı kişilerin aslında başkalarına fayda sağladığını çok sonradan fark etmek düşündürücü olmalıdır. Kemal Tahir, “Emperyalizm o kadar açık bir namussuzluktur ki ancak yerli alçakların aldatma ve saklama ustalığıyla yutturulabilir. Bunu en iyi uygulayan emperyalist ajanların en yamanları da bizdedir diye haklı olarak öğünebiliriz” demekteydi.
Tarihi çarpıtmak
Birisine kırk gün “delisin” de, deli olur misali palavraların ardı arkası kesilmez. Göçebeymişiz. Uygarlığa neredeyse hiç katkımız olmamışmış. Her şeyimizi Batı’ya borçluymuşuz. Tarihle yüzleşmemiz gerekiyormuş… Sanki kimimizin Osmanlı ile kimimizin Cumhuriyetle ve Atatürk’le bırakın yüzleşmeyi, hesaplaşmadığımız gün varmış gibi. Geçmişi konuşmaktan geleceği düşünmeye vaktimiz kalmıyor.
Çocuklarımıza Avrupa merkezli bir tarih öğretiyoruz. Bütün uygarlık onların eseriymiş. Kendimize Batılıların bize baktığı gibi bakıyor, çocuklarımıza da bunu böyle öğretiyoruz. Batıcı tarihçi ve sosyologlarımız “biz eskiden de etkisiz bir toplum idik” düşüncesini yerleştiriyor. Müfredatını dışarıdan ithal eden, aydınlarının çoğunu dışarıda yetiştiren ve kendi değerlerini aktaramayan bir ülkede ne beklenebilir ki?
Millet kendini kahraman olarak algılıyorsa mankurtlara göre bu değiştirilmelidir. Tarihteki kahramanlık örnekleri unutturulmalı, korkaklık, çekingenlik ve ihanet halleri öne çıkarılmalıdır. Bir bakarsınız ki zaferleri unutmuş, hezimetleri öne çıkarmışsınız. Böylece Kutül Amare zaferini toplumun gündemine bile getirmezken, Sarıkamış felâketini “kutlarsınız!” Kahramanları unutur, unutturursunuz. Sonradan görme bir kişinin “pot kırarlar” diye akrabalarını saklaması gibi mankurt okumuşlar da
233
kendi kültürel değerlerini, tarihini, kahramanlarını saklayarak efendilerine şirin görünmeye çalışırlar.
Osmanlı’dan gurur duyan kitleler mi var, “Osmanlı Anaları” diye bir kitap yazar, onların aslında yabancı olduklarını yüklersiniz beyinlerine. Tarihimizin çocuklarımızda bağımsızlık bilinci yeşertecek sayfaları mı var, gizlersiniz, gündeme getirmezsiniz. Ne okul ne de medya onlardan bahseder. Yine de silemiyorsanız geçmişte kalan kavramları kirletirsiniz. Yakın bir zamanda siyasi entrika çevirdikleri iddiasıyla tutuklanan bir grup insanın davasına “Ergenekon Terör Örgütü” kod adı verildi. Emniyet birimleri bu ad altında bir örgüt kaydının olmadığını açıklıyor, yargılananlar bu örgütü kabul etmiyor ama ısrarla bir kısım medya bu adlandırmayı kullanıyor! “Ergenekon” ve “terör” kelimelerini yan yana kullanarak ne yapmaya çalışıyorlar? Velev ki böyle bir oluşum var, toplumun ortak bir kavramını hınçla kullanmak ırkçı bir tavır değil midir? Toplumun hafızasında yer alan ve kimseye zararı olmayan “Ergenekon” adının neden seçildiği, kimin adına kime ne anlatılmak istendiğini kaç kişi sorguladı?
Tarihimize Batılıların baktığı gibi bakıyor bazı mankurt okumuşlar. Peki, Batı Türkiye’yi nasıl görüyor? Batı Türkiye’yi bulduğu ilk fırsatta büyük bir devlet olarak karşısına dikilecek iflah olmaz bir rakip, güvenilmez ama yedekte tutulması gereken, müttefiklikle kandırılması gereken bir ülke olarak görüyor. Büyümemesi için sürekli budanması gereken, yoluna engeller konulması, kontrol altında tutulması gereken bir ülke!
Batı bizi ne kadar ve hangi niyetle tanıyor? Türkoloji araştırmalarının Batı’da başladığı bir gerçektir. Başladığı dönem ise aynı zamanda Osmanlı ve Türk coğrafyasının yağmalandığı dönemdir ve âdeta bu yağmalamayı meşru kılacak şekilde bir Türkoloji ortaya konmuştur. Ancak zamanla mızrak çuvala sığmamıştır. Gerek öntürk tarihi araştırmaları, gerekse İslamiyet sonrası düşünürlerin eserleri, tarihte Türklerin Batılıların öğrettiği gibi etkisiz bir toplum olmadığını gösteriyor. Aslında bunun için büyük araştırmalara gerek yok. Tarihte en çok devlet kuran bir toplumdan söz ediyoruz. Devlet kurabilmek üst düzeyde örgütlenme
234
yeteneği ve bu da iyi işleyen bir eğitim geleneğini gerektirir. Örgütlenme üst düzey bir soyutlamanın ürünüdür. Bunu başarmış bir toplum tarih yapmada etkisiz olamaz.
Mankurtlaşan bireyler mankurt bir toplumu oluşturur. Böyle bir toplum tarihsel özgörevini kaybetmiştir. Tarihin bir öznesi değil, nesnesidir. Tarihe nasıl katılacağını bilmez, unutturulmuştur. Tarih yapan bir aktör olarak tarihe katılmak gibi bir derdi de yoktur. Efendilerinin müttefiki olarak onlara hizmette bulunmak ve sadakatini her fırsatta kanıtlamak onlara gereken mutluluğu sağlamaktadır. Aydınlardan söz ediyoruz, halktan değil. Halk hala kendinde, şimdilik!
Tarihimize Batının gözlükleriyle bakınca ne mi olur? Kısa yanıt; ulusal benliğimiz aşınır ve değişir.
Bir masal daha
Bir zamanlar muzip bir Kızılderili bir kartalın yuvasından aşırdığı yumurtayı kuluçkaya yatan yaban tavuğunun yumurtaları arasına katmış. Zamanı geldiğinde yumurtanın içindeki kartal yavrusu kabuğunu kırmış ve dünyaya gelmiş. Kendisinin biraz farklı olsa da çevredeki yüzlerce tavuktan biri olduğunu düşünmüş. Oradaki tavuklarla birlikte, bir tavuk gibi büyümeye başlamış. Sadece o değil, etraftaki tüm tavuklar da onu bir tavuk olarak görüyor ve ona bir tavukmuş gibi davranıyormuş. Zaman zaman içinden; “ben çevremdeki tavuklara benzemiyorum... Acaba ben kimim?” diye soruyormuş.
Bir gün öteki tavuklarla birlikte eşelenirken, yukarılardan birkaç kartalın uçtuğunu görmüş. Kendini tutamamış, yüreğinde bir anda oluşan coşkuyla haykırmış:
“Ne kadar güzel uçuyorlar. Ben de onlar gibi uçmak is-
tiyorum.” Tavuklar, onun bu sözlerine hep birlikte gülmüşler.
“Sen bir tavuksun ve tavuklar asla kartal gibi uçamaz.”
Kendini yaban tavuğu sanan kartal her gün: “Ah tanrım, ne olur, ben de onlar gibi uçabilsem... Ben de onlar gibi özgürce kanat açabilsem göklerde.”
235
O böyle konuştukça çevresindeki tüm tavuklar her zaman söyledikleri sözleri bir kez daha, bir kez daha yineliyorlarmış: “Vazgeç düşlerinden. Sen tavuksun ve hep tavuk olarak kalacaksın.”
Küçük kartal, çevresindeki tavukların her gün birkaç kez yineledikleri bu sözlerinden öylesine etkilenmiş ki sonunda bir kartal gibi göklerde özgürce kanat açmak düşünden vazgeçmiş, hayatını bir tavuk gibi sürdürmüş ve bir tavuk gibi ölmüş.
“Ben” olabilmek
Benlik bireyin kendisiyle ilgili algısıdır. Benlik, çeşitli deneyimler sonunda öğrenilen ve sürekli olarak gelişen, bireyi kendi içinden gözetleyen, yargılayan, değerlendiren ve davranışlar üzerinde düzenleyici ve yönetici bir etkisi olan olgu ve süreçtir. İdeal benlik ile algılanan benlik birbiriyle çakıştığı ölçüde birey kendisiyle barışık, tutarlı ve bağımsızdır. Tersi durumda ise birey huzursuz ve kaygılı olur. Benlik “ben akıllıyım, çalışkanım, çekiciyim, büyük hedeflerim var ve bunları gerçekleştirecek güçteyim, herkes tarafından beğenilen ve saygı duyulan biriyim vb” gibi kişinin kendine ilişkin tanımlamasıdır. Bu ifadeleri hisseden kişinin olumlu bir benlik kavrayışı olduğu söylenebilir. Benlik kavrayışı olumsuz da olabilir. “Ben aptalım, tembelim, iticiyim, hiçbir şeyi başaramam vb”. Bireyler benliklerini çevreden aldıkları dönütlere dayanarak etkileşim halinde biçimlendirirler. Kişi akıllı, çalışkan, başarılı ve çekici olduğu halde çevreden bunları destekleyecek veri alamıyor, takdir ve teşvik göremiyor hatta sürekli tersleniyorsa kendi benliğini olumsuz olarak tasarlayacak ve olumsuz benlik kavramına ulaşacaktır.
Yukarıdaki açıklamada birey yerine ulus konulduğu zaman ulusal benlik kavramı açıklanmış olur. Ulus, güçlü ve zayıf yönlerini, yeterliklerini, yapabileceklerini ve geliştirmesi gereken yanlarını, geçmişte neleri başarıp neleri başaramadığını, diğer uluslar karşısındaki durumunu değerlendirerek kim olduğunu belirler. Bu belirleme olumlu, olumsuz ya da gerçekçi olabileceği gibi olumluluk veya olumsuzlukları abartılı biçimde de algılayabilir. Abartılı olumluluk ırkçılığa götürebileceği gibi abartılı o236
lumsuzluk da ulusu edilgen, silik ve sömürge durumuna düşürebilir.
Ulusun kendini kavrayışı ne kadar gerçeğe yakın ise gelecek tasarımında o kadar isabetli kararlar verir. Türkiye’de gözlenen durum gerçekçi olmayan biçimde topluma olumsuz bir benlik tasarımı yüklenmesidir. Bunun sakıncası yukarıda aktarılan Kızılderili masalındaki kendini yaban tavuğu sanan kartalın durumuna düşmektir. Ulusun kendini olumlu olarak tanımlaması kendisiyle barışık olmasını sağlayacağı gibi özgüveni olan bir ulus olarak geleceği daha iyi kurmasına yol açacaktır.
İzlenen mankurtlaştırıcı eğitim ve kültür politikalarıyla Türk ulusu yakışıklı, çalışkan, onurlu ve başarılı olduğu halde sarhoş babası tarafından sürekli aşağılanan ve horlanan delikanlının durumuna düşürülmüştür. Bu delikanlı olumsuz bir benlik tasarlayacağı için özgüveni olmayacak ve girişim gücü bulamayacaktır. Mankurtlaştırma süreci buna hizmet etmektedir. Batıdan ithal edilen eğitim ve kültür politikaları ve mankurt okumuşlarla olumlu benliğe sahip insan imal etmek mümkün değildir.
***
Başka ateş suyu etkisi yapan şeyler de sıralanabilir. Dikkat edilirse, bütün bunlar toplumu belleksizleştirmek, kimliksizleştirmek, kişiliksizleştirmek ve oyalamak sonucuna yol açmaktadır. Küresel sömürge haline getirmek istedikleri ülkemizde, zihnimiz yeniden inşa ediliyor. Oluşturulmaya çalışılan kimlik, bizim olmayan, yapay, emperyalizmle dost veya ona hizmet eden dolayısıyla onun uşağı bir kimliktir.
Neden mankurtlaştırıyorlar?
Mankurtlaştırma işini mankurtlaştırıcılar yapar. Mankurtlaştırıcı olabilmek politika belirleme gücünü gerektirir. Mankurtlaştırma eğitim ve kültür politikalarını belirleyebilenlerin yapabileceği bir ahlâksızlık ve insanlık suçudur. Sorumluları sözü geçen ve sesi çıkanlar arasında aramak gerek. Mankurtlaştırmanın hangi araçlarla ve nasıl yapıldığının bir kısmı yukarıda açıklandı. Ama neden? Neden birileri ötekilerini mankurtlaştı237
rır? Kısa cevabı şu: Etkisiz hale getirip sömürmek için! Bunu biraz daha açıklamak gerekirse şu sınıflama yapılabilir:
Sebeplerden ilki uluslararası rekabettir. Daha etkili olan devletler (emperyalist devletler de denilebilir) sömürge haline getirmek istedikleri ülkelerin eğitim ve kültür politikalarını bir şekilde tahrif veya tahrip ederek onları etkisizleştirir. Böylece hem muhtemel bir rakipten kurtulur hem de zihnini sömürgeleştirdiği insanların aslında sömürge olduklarının farkına varması engellendiğinden sömürü süreklilik kazanır, toplumlar kurtulma çabasına giremez.
Mankurtlaştırma sebeplerinden ikincisi sınıflar arası rekabetten kaynaklanır. Ülke içinde ekonomiye hâkim olan sınıf büyük ölçüde sosyal politikaların belirlenmesinde de etkilidir. Etki ve gücünü sürdürmesi diğer sınıfların mankurtlaşmış olmasına bağlıdır. Bu hâkim sınıf komprador olduğundan mankurtlaştırmayı işbirliği halinde olduğu emperyalist merkezlerle birlikte yapar.
Bir başka sebep toplum tasarımı mühendisliği yapanların cehaleti ya da yanlış bilgi kullanımıdır. Bu mühendisler bir çeşit ‘köprübaşlarıdır.’ Bu köprübaşları (yerine göre aydınlar, bir kısım bürokrasi, yönetici kadrolar vs) başka türlü olmasının mümkün olmadığına inandıklarından bilinçli veya başka bir akla hizmet ettiklerinin bilinçsizliği içinde ama bilim adına, vatan millet adına bu işe koşulurlar. Neticede Batı ile sürdürmek zorunda olduğumuz ilişkiler çerçevesinde bir sistem oturtulmak istenir.” Genellikle az gelişmiş aydınlardan kaynaklanır. Bunlar ya aydın olma niteliklerini taşımadıkları halde o sıfatı edinmiş ya da devşirilmişlerdir. İyi niyetli olanları yarı cahildir. Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki bağlardan habersizdirler ve çağın ortaya çıkardığı gelişmeleri ülke çıkarları açısından irdeleyemezler. Ötekiler ise zaten içinde bulundukları ülkeye hizmet etmek gibi bir dertleri yoktur hatta yıkmaya çalışırlar. Bu aydın (!) grubu ekonomi, siyaset, toplumsal hayat vb konularda düzenlemelerin nasıl yapılması gerektiğini tasarlayıp toplumun geleceğini biçimlendirirler. Niyet bozuk ya da yetenek yoksa yanlış planlamalarla insanları yanlış yönlendirirler.
238
Bir de gayretkeş mankurtlar vardır ve bunlar da toplumun geri kalanını mankurtlaştırma çırpınışındadır. Mankurtlaştığının farkında değildir ve herkesin kendisi gibi olması için elinden geleni yapar. Ne yazık ki ülkemizde yukarıda anlatılanların hepsinden bol miktarda bulunmaktadır.
Mankurtlaşmamak için ne yapmalı?
Aytmatov’un anlattığı mankurtlaştırma öyküsünde insanlar zorla mankurtlaştırılmaktadır. Mankurtlaştırmaya dayanamayanlar ölmektedirler. Günümüzde eğitim ve kültür politikaları öyküdeki devenin boyun derisi halini alabilmektedir. Mankurtlaşmaya direnenler meşruiyet dışına çıkarılarak yok edilmektedir. 68’li Devrimciler önce meşruiyetleri kaybedilip sonra dağıtılmışlardır. Aynı şey Ülkücüler ve İslamcılar için de uygulanmış mankurtlaşmaya direnenler yok edilmiş, fidanlarımız budanmıştır.
Mankurtlaşmayı önlemek millî bir eğitimle mümkündür. “Millî bir terbiye programından bahsederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Doğudan ve Batıdan gelen yabancı tesirlerden uzak ve millî karakterimizle orantılı bir kültür kastediyorum... Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize ve varlığımıza taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa kabiliyetiyle donanmış bir nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım.” Bu ise ancak HEROTÜRK projesiyle mümkün olabilecektir.
Ülkemizde yaşanan olumsuzluklara, aydın tipine ya da gündemimizi işgal eden konulara baktığımızda, ideal ve bağımsız insan tipini ne kadar yetiştirdiğimiz tartışmalıdır. Toplumun geleneksel eğitim (terbiye) müfredatıyla onun doğrultusunda olması gereken “millî” eğitimin amaç ve uygulamaları birçok yönden farklılaşmış hatta ters düşen uygulamalar yürürlüğe sokulmuştur. Millî bir eğitim, aile ve toplumun değerleri üzerine ulusal hedefler ve çağın yeni değerlerinin sentezinde ortaya çıkar. Süregelen süreçte ise ulusal/millî olmayan, ithal eğitim ve kültür politikaları kültür kodlarını zedelediğinden toplum zihnen teslim
239
alınmaktadır. Kültürel yönden teslim alınan bir ulusun bağımsız yaşama iradesi de yok olmaktadır.
Eğitim, sadece okulların ve öğretmenlerin görevi değildir. Millî Eğitim Temel Kanunu sadece okul ve öğretmenleri bağlamaz. Kanunun 17. maddesi “millî eğitimin amaçları yalnız resmi ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede, işyerlerinde, her yerde ve her fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılır” demektedir. Toplumda herkes herkesin öğretmenidir ve yapıp etmelerini millî eğitimin amaçlarına uygun olarak sürdürmelidir.
Her millet, bir “futbol takımı” gibidir. Takımdakiler eşgüdüm halinde takımın başarısı için mücadele ederler. Birey ve kurumlar görevlerini doğru ve eksiksiz yaparsa ancak o zaman ulusal hedeflere ulaşılır. Birinin yapmaya çalıştığını diğeri bozarsa elde bir şey kalmaz. Kitle iletişim araçları, aileler, sokaktaki insanlar, demokratik kitle örgütleri, siyasal partiler, kamu görevlileri... Her kurum ve herkes yapıp etmelerinde “millî eğitimin genel amaç ve temel ilkelerini” dikkate almak zorundadır. Bu amaç ve ilkelerden birçok kesimin bihaber olduğu da bir gerçektir.
Bir toplumdaki eğitim, hukuk, siyaset, yönetim, dernekler ve basın gibi tüm sistemler, eğitim başta gelmek kaydıyla, millî hedefler söz konusu olduğunda birbirini desteklemelidir. Öte yandan medya ve internet, kültürün yeniden üretilip aktarılmasında okullar kadar etkili olmaya başladığı gözden kaçmamalıdır. Çocuk aile, okul ve çevrenin ürünüdür. Medyanın bunların hepsini etkilemede üstünlükleri vardır.
Akla dayalı bilimsel bir eğitimle kültür kodları bireylere tüm eğitim süreçlerinde öğretilmelidir. Bütün bunları toplumca tartışıp doğru kararlara varabilmek için de sağlıklı bilgi verecek kitle iletişim araçları ve ortamlarına gereksinim duyulmaktadır. Medyamızın önemli kısmı bu konuda iyi bir sınav vermemektedir.
240
Kurbağa
Bilinen öyküdür: İçi su dolu bir tencereye bir kurbağa atar ve ocağı yakarsanız kurbağa yavaş yavaş ısındığından dolayı haşlanacağını düşünemez. Sıcaklık rahatsız edici boyuta ulaşınca, o kadar gevşemiş ve mayışmıştır ki, tencereden çıkacak gücü kendinde bulamaz ve ölür. Oysa kaynayan bir tencereye bir kurbağayı atarsanız tüm gücünü toplar, oradan sıçrar ve hemen kurtulur. Kurbağanın çıkamayışı hayatına yönelen tehdidi algılayan iç düzeneğin kurbağanın çevresindeki ani değişikliklere göre programlanmış olmasındandır, alıştıra alıştıra olan değişime göre değil. Bu öykü, insanlara azar azar zehir bile içirilebileceğini anlatmaktadır; şu sıralarda Türk toplumuna içirildiği gibi! Her toplum zaman zaman rehavete kapılabilir. Uçurumun eşiğine de gelebilir. Biz uçurumun kenarına gelmiş ama rehaveti üstünden atarak İstiklal Savaşında destanlar yaratmış bir toplumun çocuklarıyız. Türkiye genç ve eğitimli nüfusu, köklü devlet geleneği, üstün coğrafyası, zengin yer altı ve yerüstü kaynaklarıyla geleceği parlak olan bir ülkedir. Bunu bilerek, mankurtlaştırma araçlarına karşı uyanık kalarak tarihsel rolümüzü oynayabiliriz.
Gerçekten millî olan bir eğitim ve kültür politikası geliştirilmelidir. Mankurtluktan kurtulmak ve mankurtlaştırılamayanları yetiştirmekle işe başlanabilir. Bu görev, başta devlet, eğitim kurumu ve öğretmenler olmak üzere tüm toplumundur. Görev sadece bir kesime (eğitimcilere) yüklenmemelidir. Savaşlar sadece cephede askerler arasında olmaz. Kültürel yayılmaya karşı da mücadele yürütmek gerek. Asıl savaş zihinlere karşı açılmış durumdadır. Ulusal bilinci yükseltmek, emperyalist sömürüye karşı acil bir insanlık görevidir.
Son olarak eklemek gerekir ki, yukarıda yazılanlardan toplumun dünyayla ilişkisini kesmesi, kendi kabuğuna çekilmesi ve atalarını taklit etmesi gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır. Toplumlar başka toplumlardan kültür aktarma ve sentez yapma yoluyla gelişir. Her şeyin sürekli değiştiği bir dünyada değişmeden kalınmaz. Bu bölümün önerisi kendi ayakları üzerinde durarak değişmek ve gelişmektir.
241
Bir masal daha
La Fontaine Fransız edebiyatının önemli bir fabl yazarıdır. İnsanla, toplumla ilgili bazı durumları, zaafları, kusurları hayvanlar arasında geçen olaylarla simgesel olarak açıklamaya, dersler vermeye, insanları uyarmaya çalışır. Bu bağlamda milletlerin mankurtlaşma durumlarını açıklamada kendisinden faydalanabileceğimiz “Kırlangıç ve Küçük Kuşlar” adında çok güzel bir fablı var. Hikâye özetle şöyle:
Bilge bir kırlangıç varmış. Bir gün bu kırlangıç, köylünün birinin tarlasına kenevir tohumu ektiğini görmüş. Kırlangıç, küçük kuşları çağırıp “bakın bu adam sizin kuyunuzu kazıyor, size tuzak hazırlıyor” demiş. “Bu adamın ektiği tohumlar başınıza çorap örecek. Bunlardan yapışkan macun yapılacak, ip, sicim, kafes yapılacak ve bununla sizi birer birer avlayacak. Kiminiz kafese, kiminiz tencereye girecek. Sizin sonunuzu hazırlayacak olan şu kenevir tohumlarını bitmeden, büyümeden yeyin” demiş.
Ama küçük kuşlar, bilge kırlangıcı dinlememişler. Kenevirler büyümeye başlamış. Kırlangıç küçük kuşları gene uyarmış. “İş işten geçmeden, başınıza belâ gelmeden şu körpe kenevir yapraklarını yeyin bitirin, tehlikenin önünü alın” demiş. Bilge kırlangıcın sözünü tutacaklarına ona kızmışlar. “Ne şom ağızlısın” demişler. Bu arada kenevirler büyümüş.
Kırlangıç, kuşları bir kez daha uyarmış. Demiş ki “kötü tohum yurdunuzda aldı yürüdü. Bugüne kadar bana inanmadınız. Fakat insanlar sizi avlamak için dağda bayırda ağlarını kurmuş. Ya yuvanızdan hiç çıkmayın, ya da başka yere göç edin. Ama siz küçüksünüz, çölleri denizleri geçemezsiniz. Yeni dünyalar aramak size göre değil. Yapabileceğiniz tek şey, duvar deliklerine saklanmak.”
Kuşlar kırlangıcı dinlemekten yorulmuş, cıvıl cıvıl ötüşüp durmaya başlamışlar. Sonunda kafesler kuşlarla dolmuş.
La Fontaine’in hikâyesi böyle. Şimdi bunu günümüz Türk toplumuna, ülkemize, hâlimize uyarlayalım:
Bilge kırlangıcın karşılığı, sahih münevver gerçek Türk aydınlarıdır. Gerçek aydın, milletini tehlikelere karşı uyaran, olumsuz, kötü
242
gidişatı haber verip tedbir alınmasını isteyen millet vicdanıdır, milletin önderidir, kılavuzudur, uyarıcısıdır, yol ve yön gösterenidir. Tarihin her döneminde böyle gerçek Türk aydınları var olagelmiştir. Bugün de çok şükür bol miktarda Türk aydını vardır. Vatanına, bayrağına, Türkçesine, Türk kültürüne, İslam dinine, tarihine, atalarına, topraklarına, madenlerine, bankalarına, limanlarına, madenlerine, ordusuna, örfüne âdetine sahip çıkan, bu millî ve dinî değerlerimizi yabancılara peşkeş çekmeyen, emperyalizmin yağmalamasına izin vermeyen, vatanımızda yabancı hâkimiyetine karşı çıkan adam, gerçek Türk aydınıdır.
Köylünün tarlasına kenevir tohumu ekmesinin karşılığıda özellikle Tanzimat’tan beri Türk tarlasına yani Türk vatanına, Türk milletini avlayacak fitne fesat, kötülük, ayrılıkçılık, dinsizlik, gâvura taparlık, gâvurun aklıyla hareket etme, misyonerlik tohumlarının atılmasıdır. Tanzimat’tan beri ülkemizin tarlasına, milletimizin içine Türk’ü avlayıp kıskıvrak yakalayıp yok edecek tuzak tohumları atılıp durmaktadır. Dışardan batılı Haçlılar, içerden onların sözcüleri, işbirlikçileri, Türk milletini tasfiye taşeronları yoğun propagandalarla Türk’ün millî ve dinî kimliğini yok edecek kenevir tuzakları kurup duruyorlar. Alafrangalılık, garplılaşma, komünizm, liberalizm, kapitalizm, materyalizm, globalizm, dinsizlik, Sorosçuluk, Amerikancılık, Avrupa Birlikçiliği, Türk düşmanlığına dayalı etnik siyaset, Kürtçülük, Ermencilik gibi daha bir sürü tuzakların kenevir tohumları ekildi. Bunlar büyüdü, sicim oldu, kafes oldu ve Türk milleti bu kafeslere hasedildi. Milyonlarca vatan evladı gâvurun kurduğu tuzaklarla avlandı. Bu tuzaklarla avlanıp mankurtlaştırılan Türk, Türklüğünü ve Müslümanlığını unuttu; hatta bunlara düşman oldu, kendi kimliğine düşman edildi. Kendini “Müslüman Türk” olarak tanımlamak varken ruh kökümüze tamamen yabancı, ithal malı “dünya vatandaşı”, “liberal”, “Komünist”, “global”, “enternasyonalist”, “halklara özgürlükçü demokrat” falan gibi ucube kavramlarla tanımlamaya başladı.
Küçük kuşların kırlangıcı dinlememesi: Mankurtlaştırılmış bir kısım insanımız, dışarıdan ve içerden bize tuzak kuran hain karanlık aydınların, Türk düşmanı etnik siyasetçilerin, Sorosçuların, Amerikancıların, libe243
ral faşistlerin, şunların bunların Türk’e kurdukları tuzakları hatırlatan Türk aydınlarını dinlememekte ısrar ediyorlar. Atatürk’ün kurduğu millî Türk Devleti bütün kurumları ve değerleriyle tasfiye ediliyor, Türkiye’de, Türk vatanında, Türk devletinde, Türk’ün devleti,siyasî iradesi, malı mülkü, tarlası, bankası, madeni, işletmesi, kültürü, dini, dili, ruhu her şeyi elinden alınıyor dikkat edin, uyanık olun, tedbir alın diye uyaran gerçek Müslüman Türk aydınlarını dinlemiyorlar. Dinlemedikleri gibi dönüp bir de küçük kuşların kırlangıca “ne şom ağızlı adamsın!” dedikleri gibi, bu mankurtlaşmış bir kısım ahali, Türk aydınlarına “sen paranoyaksın, korkular üretiyorsun” diye alay etmeye kalkıyorlar.
Kendilerini avlayacak tuzak kenevirlerin büyümeye devam etmesi sırasında cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar gibi bir kısım mankurt Türk ahali “oh her şey ne güzel, her şey çok iyiye gidiyor, Türkiye gittikçe gelişiyor, ilerliyor, ekonomi artıyor, şu oluyor bu oluyor” diye vur patlasın çal oynasın, ye iç eğlen, gez toz havasında gidiyor.
Kötü tohumlar vatanımızın her tarafını sardı, büyüdü, tuzak oldu. Emperyalizmin örümcek ağları vatanımızı kıskıvrak sardı.
EMPERYALİZM
-Sıcak parayla, özelleştirmelerle, satın almalarla, ipoteklerle büyük ekonomik kaynaklarımız ve paramız,
-Avrupa Birliği ve Amerika baskıları kanalıyla siyasetimiz,
-Misyonerlik faaliyetleriyle dinimiz,
-Basın yayın, sinema, müzik yoluyla millî kültürümüz,
-Hazırlattıkları, dayattıkları eğitim programları ve gelecek kırk bin İngilizce öğretmeni adı altındaki ajanlar ve misyonerlerle eğitimimiz,
-Türkçenin dışında değişik eğitim ve resmî diller dayatmasıyla dilimiz üzerinde kafesler örmüştür.
Emperyalizm, Müslüman Türk’ü avlamak için dağda bayırda; her yerde tuzak avlarını kurmuştur.
Emperyalistlerin hesabına göre kapana sıkıştırılmış, tuzağa hapsedilmiş Müslüman Türk, bu durumda ya evinden hiç çıkmayacak,
244
mağarasına gömülecek, ya da başka yere göç edecektir. Ama hiçbir yere gidemez. Hiçbir yere gidemeyecek kadar güçsüz, bilgisiz, dayanaksız, parasız, donanımsız bırakılmıştır. Yeni dünyalar arayacak takatte ve donanımda değildir. Dış ve iç emperyalist odaklar Türk’ü böyle çaresizlik tuzağı içine hapsettiklerini zannedebilirler.
Ama gerçek öyle değildir.
Müslüman Türk, iki temel değerine; Müslümanlığına ve Türklüğüne sımsıkı sarıldıkça, dinî ve millî kimliğini yeniden kazandıkça, kendisi için örülen emperyalist oyunların farkına vardıkça bütün bu tuzakları paramparça edebilecektir. Bütün örümcek ağlarını söküp atacak, kendisini hapseden bütün demirden sarp Ergenekon dağlarını ateşte eriterek kendisine özgürlük yolu bulabilecek ve tekrar özgür vatanında kendi millî toplumunu ve kurumlarını inşa edebilecek potansiyele sahiptir.
Yeter ki bizim için çalışan, fikir üreten, siyaset yapan gerçek Türk aydınlarını ve Türk beylerini yani bilge kırlangıçlarımızı dinleyelim, onların uyarılarına kulak asalım. Aymaz, vurdumduymaz, gafil küçük kuşlar gibi olmayalım.
Üretim ve Tüketimde Mankurtlaşmak
Üretim , iktisadi malların kıtlık derecelerini azaltmanın ve ihtiyaçlarla kaynaklar arasındaki gerginliği hafifletmenin tek yolu, insan ihtiyaçlarını karşılama niteliği olan malların çoğaltılması, yani yeni üretimde bulunulmasıdır.
Tüketim, toplumdaki tüm bireylerin doğrudan doğruya ihtiyaçlarını karşılayan mal ve hizmetleri kullanma eylemidir. Tüketim harcamaları, bu eylemi gerçekleştirebilmek için yapılan parasal ödemelerin veya eşdeğer bedellerin toplamından oluşmaktadır.
Bir harcamanın tüketim harcaması mı yoksa yatırım harcaması mı olduğu konusunda bazen tereddüde düşülebilir. Örneğin bir bilgisayarın veya otomobilin satın alınması evde kullanma amacı taşıyor, bunlardan piyasaya belli bir fiyatla mal üretip arz etmede yararlanma amacı söz konusu değilse dayanıklı tüketim malları satın alınmış demektir. Dolayısıyla
245
tüketim harcaması yapılmıştır. Şüphesiz aynı mallar bir firma tarafından üretimde kullanılmak amacı ile satın alınmış olsaydı, yapılan harcama yatırım harcaması olarak değerlendirilecektir.
Üretim ve Tüketim Dengesi
Üretim ve tüketim birbirini asgari koşullarda dengede tutmak zorunda olan iki parametredir. Sanayi, tarım, hizmet gibi bir çok alanda söz konusu olan üretim ile bireysel ihtiyaçlar, toplumun genel ihtiyaçları, gelişen teknoloji ve değişen hayat koşullarından etkilenen tüketim arasında kaynakların yeterliliği açısından ya üretim yönünde bir pozitiflik, ya da ikisi arasında en azından bir dengenin olması gerekmektedir.
Üreten birey, tüketme ihtiyacını giderebilmek için toplumda meta olarak belirlenmiş parayı aracı olarak kullanmaktadır. Ülkelerin ekonomik durumuna, ürettiği hizmet veyahut ürüne göre belli bir maddi gelir elde eden birey, kısıtlı maddi kaynaklarıyla mümkün olan tüm ihtiyaçlarını karşılama çabasına girmektedir. Bu çaba, iktisadi bir çabadır. İktisadi bir çaba olmaktan çıkıp zevklerin sonsuz bir şekilde karşılanması isteğine dönüştüğü anda önce bireysel ekonomik sıkıntılar, daha sonrasında ise toplumsal ekonomik çöküşler ortaya çıkar. Üreten toplum özelliğinden çıkılıp, tüketen toplum özelliğine geçilmesi; zevklerin ve ihtiyaçların sonsuz bir şekilde karşılanması olgusunun olaya dönüşmüş halidir.
Tüketim toplumu nasıl yaratılır?
Tüketimde mankurtlaşma ne demektir?
Tüketim toplumları nasıl yaratılır sorusuna gelecek olursak, tüketim toplumları önce filmler afişler ve reklamlarla insanlarda talebin oluşması sağlanarak yaratılır. Modern ve çağdaş olmanın gereğinin bu reklam ve filmlerdeki ürünlere sahip olmaktan, onları satın almaktan geçtiğine toplum zamanla inandırılır.
Filmlerde, başarılı ve mutlu film kahramanlarının cep telefonu , araba markası , evi sürekli bizlere gösterilir , çizilen başarılı ve mutlu insan rolünü hepimizin benimsemesi istenir. Bu ürünlere sahip isen mutlusun246
dur ve başarılısındır artık.
Geçmişten günümüze doğru kendi toplumumuzdan yola çıkarak bir örnek verelim isterseniz.
Hollywood filmlerinde süper lüks evlerde küvet gören Türk halkı, 1990’larda lüks bir ev yaptırmanın banyoya bir küvet konulmasıyla mümkün olduğuna inanmıştır. Daha sonralarında, filmlerde duşakabinde ( jakuzi) şarkı söyleyerek banyo yapan aktrisleri gören halk, küvetin bir konfor yaratmadığına inanmış, evlerindeki küveti söküp yerine duşakabin taktırmak için sıraya girmiştir.
Sorgulamayan bir tüketim toplumunu ve tüketim mankurtlarını yaratmak, ihtiyaçlarını düşünmeden gideren, yeni alternatiflerin ortaya çıkması ile bir anda yeniden tüketim arzusu taşıyan, hep en iyiyi en pahalıyı kullanmak isteyen bireyleri var edebilmekten, en iyi ve en pahalısına sahip olma arzusunun sorgulanmamasını sağlamaktan geçer.
Bireysel iktisat neden önemlidir?
Bireysel iktisat şu bakımdan önemlidir. Kişilerin de devletler gibi , gelir ve gider bütçeleri vardır. Devletlerde gelir bütçesi, gider bütçesinden fazla olduğu durumlarda devletin hazinesi (birikimi ) oluşmaya başlar. Bu süreç içerisinde oluşan devlet hazinesinden yatırımlar yapılır; iskan , sağlık, üretim ve hizmet politikaları finanse edilir.
Ekonomik anlamda gelişen ve büyüyen bir devlet olmanın en büyük şartı , bu gelir gider dengesinin gelir yönüne doğru kaydırılması , hazinenin güçlendirilmesi ve yatırımın arttırılmasıdır.Zor zamanlarda ise ekonomide başabaş bir dengenin kurulması için uğraşılmasıdır.
Bireyler de gider ve gelirlerini bu benzer örnek üzerinden gerçekleştirmek zorundadır. Günlük bütçeleri aşan ihtiyaçlar (ev, araba, arazi vs) geçmişten bu zamana kadar var edilen hazinenin ( birikimlerin) elverdiği ölçüde karşılanmalıdır.
Peki kredi çekilmesi yanlış mı, ihtiyaç olanın daha önce alınabilmesi için kredi kullanılması mantıksız mı ? Aslında bu konu iktisadi olarak değerlendirildiğinde mevcut ürünün zamanından önce alınabilmesi için
247
bir ürüne değerinden daha fazla meblanın ödenmesi durumunu doğurmaktadır. Satın alınan ürünler bir yatırım aracı ise , kredi borcundan daha fazla bir satış geliri getirmediği her durumda kişi ekonomisi bu durumdan zarar görür.
Uzun vadelere yayılan kredi borçları kişinin ekonomik özgürlüğünü kısıtlamakta, ekonomik sıkıntılarını daha da şiddetlendirmektedir. Günlük elzem olan ihtiyaçlar , uzun vadeli ödemeler yüzünden ertelenmektedir. Kişisel bunalımlar ve toplumsal çöküşler baş göstermektedir ki bizim toplumumuzda bu sıkıntı son 5 yıl içinde katlanarak büyümüştür.2005 yılında kredi borcu olan yüzde %20’lik bir kesim var iken şu an bu yüzde %70’ler seviyesindedir.
Cebimizde yeterli para olmaz iken güzel arabalara binip, şahane evlerde oturmaktayız. Bizim olduğunu sandığımız bir çok şeye aslında biz değil , kredi kullandığımız bankalar sahip bulunmaktadır.
Ne yapmalıyız?
Toplum olarak geçmişten bu yana, ekonomik buhranlar ve kıtlıklar sayesinde(!) kazandığımız aza kanaat ve hamd etme yeteneğimizi kaybetmiş bulunmaktayız. Lüks yaşama olan isteğimiz artmış, sınırlarımızı aşan tüketimleri yapmaktan geri durmamaktayız.
Üretim yapmadan daha çok kazanma ve daha refah içinde yaşama arzusunu taşıyoruz.
Peki ne yapmalıyız , üzerimize düşen görev nedir?
Ülke olarak üretimi yeniden canlandırıp, memleketin hiçbir verimli arazisini boş bırakmamak ,ham maddeye yakın sanayi hamleleriyle üreten , ürettiklerinde kalite standardını yakalayarak ihracat yapan , dışa bağımlılığı azalmış öz kaynaklarıyla ihtiyacını karşılayabilen bir ülke olmak için devlet ve toplum olarak üzerimize düşen görevleri yerine getirmeliyiz.
Siyasi politikaları eleştirirsek buradan bir tez konusu rahatlıkla çıkar.Fakat toplum olarak ekonomiyi konuşmalı ,ekonomi üzerine kafa yormalı ve ortak aklın ürününü ortaya koymalıyız.
248
Çözüm önerilerimize en çok değer veren siyasi yapıları desteklemeli , ekonomi politikalarına ortak olabilmeliyiz.
Kıssadan hisse, bireysel iktisadımıza dikkat etmemiz, isteklerimizi ve arzularımızı gereklilik sırasıyla karşılama çabasında ve kendi imkanlarımızın farkında olmamız gerektiğidir.
Bu güzel, verimli Anadolu ve Rumeli topraklarında kurulmuş ülkemizin, ekonomi konusunda hepimizin faydasına olacak daha iyi politikaları hak ettiği gerçeğini de aklımızdan çıkarmamalıyız.
Yoksa ekonomik çöküntü ve esaret kapımızda beklemektedir.
Tüketimde mankurtlaşma aracı olarak televizyon ve medya “Batılar vardır, bir de Doğulular vardır. Birinciler hükmederler ötekiler hüküm altında olmalıdırlar” .
Bu sözler İngiliz Parlementer A. J. Balfour’a ait. Ama maalesef herkes böyle açık sözlü olamıyor. Batının hayat felsefesini açıklaması bakımından oldukça enteresan ifadeler bunlar ve Batı, sistemini bunun üzerine bina etmiş. Sisteminin propaganda aracı olan medyaları da teknolojik üstünlüğü sayesinde elinde tutarak bir fikir tekeli oluşturmuş. Bugün onların elinde bulunan dört büyük haber ajansı tarafında geçilen haberler, içinde gizlenmiş yorumları ve yalanları ile birlikte bütün dünyaya ulaşmakta ve yığınların beyinlerinde urlar oluşturmakta. Öte yandan beyinleri bombardımana maruz kalan bu zavallı kitlelerin, kanalın tek yönlü ve “geri besleme”ye (feed-back) elverişsizliği sebebiyle itirazını yükseltmesine imkanı da yok.
Çoğu kimse bunları okuduğunda abartmalı olduğunu söyleyecek ama söylediklerimizin doğruluğunu kendilerinden dinleyelim; English Times gazetesi baş editörü, “Başarılı gazeteci kimdir?” sorusuna verdiği cevapta şöyle demektedir:
“Gazeteci, kapalı bir kapı önünde durur ve önemli bir toplantının bitmesini bekler. Aradan altı saat geçer ve kapı açılır. Resmi sözcü kapıda arz-ı endam eder ve sadece iki kelime söyler: ‘no comment yorum yok’ . Sonra odaya geri döner ve kapıyı arkasından kapatır. Gazeteciye gelince, o, gazetedeki bürosuna döner. Bu toplantı ile İlgili haberlerini hazırlama249
ya başlar. Söz konusu toplantı ile alakalı yazacağı haber 600 kelimeden oluşan bir haber olmak zorundadır.”
Yine itiraflara devam edelim. Bakın ne diyor Le Monde Diplamatque gazetesi yayın müdürü, Iqnacio Ramonet: “Artık televizyon haberlerini kuşku, inanmazlık ve ihtiyat duyguları içinde izliyoruz. Çünkü televizyon haber veren bir araç olmaktan çıktı, televizyon artık sadece gösteriyor. Ve akla değil, duygulara hitap ederek gösteriyor. Yalan yanlış da olsa çarpıcı görüntüler vermek peşinde...
Körfez savaşı boyunca peş peşe olmadık yalanlar ve amatörce monte edilmiş görüntüler, sahneler yaydı televizyon. Örnek mi istiyorsunuz? Vereyim: ‘Irak, dünyanın dördüncü büyük ordusu dedi’ yalandı bu, yoktu böyle birşey. Denize dökülen petrol için ‘yüzyılın deniz kirlenmesi’ dedi ve petrole bulanmış zavallı bir karabatağın görüntülerini getirdi. O bölgede böyle bir kuş yok oysa. Bu kuş Fransa’nın kuzeyinde on yıl önce meydana gelen bir deniz kirlenmesi olayından alınmıştı.” Konuşmasının sonunda: “Ekoloji yalnız nehirlerin kirlenmesi değildir. Beyinler de bu enformasyon kirliliğinden temizlenmelidir.” diyen Ramonet, yalan yanlış enformasyon bombardımanı karşısında korumasız durumda olan izleyiciye tek bir çözüm gösteriyor: Okumak...
Bunları okuduktan sonra varın gerisini siz düşünün. Biz değil kendileri bile medyalarına inanmıyorlar. “Gülün adı” adlı romanın sahibi Umberto Eco, bu güvensizliğini şöyle dile getiriyor: “Bütün gördüklerimden şüphe ediyorum. Amerikalılar acaba gerçekten aya ayak bastılar mı, yoksa bu bir T.V. oyunu mu idi?”
Batı’nın bu albenili yalan makinalarına karşı günümüzün inanan insanına çok şey düşüyor. Bu çok başlı yılanlara karşı sokulacak yeri kalmadı müminin ve artık zehirletmemeli kendini. Uyanık olmak bir vecibe. Bir büyük mütefekkirimizin şu ırgalayıcı sözleri kulağımıza küpe olmalı: “Bugün Batılılar kendilerine daha ciddi şekilde alternatif olabilecek kitlelere, demokrasi, yeni dünya düzeni v.s. gibi özellikle bu tür düşünceleri lanse ediyorlar. İnsanlık yavaş yavaş Batı şokundan kurtulup kendine gelmek üzere. Asırlardır süren Batı zulmüne karşı ciddi bir reaksiyon söz
250
konusu, içe atılıp duran ve sineye çekilen bunca mezalim barajları taşıracak durumda. Onlar da akibetlerinin farkındalar ve onun için insanlığın önüne yeni yeni teklifler getiriyorlar. Tâ ki insanımız kendine dönüşü unutup, Batı’nın gündeminde tutmak istediği şeylerle meşgûl olsunlar. Bunu da ağırlıklı olarak medyalarla yapıyorlar.
Batı bize kabul ettirmeye çalıştığı düşüncelerin huzur ve saadet vaadedeceğine katiyyen inanmamaktadır. Onların demokrasi adına söyledikleri şeyler kendi istismarlarını kolaylaştırmaya yöneliktir. Dolayısı ile bize telkin edilen ve birçoğunu da tesir altına alan Batı kaynaklı düşünceler sadece bir aldatmacadan ibarettir. Bize kazandıracağı bir şey yoktur.” Batı’nın bu propagandaları karşısında müdafanın nasıl olması gerektiği konusunda da Bediüzzaman şöyle buyuruyor: “Propaganda sabıkan beyan ettiğim zalim cerbezenin (mübalağalı yalanın) veled-i nameşru’udur. Ona mukabele, o yalancı silahla olmamalı. Belki sıdk ve hak ile olmalı. Bir tane sıdk bir harman yalanı yakar. “
İTİNA İLE BEYİNLERİNİZ YIKANIR!
Her çeşit bilgiyi bireye ve topluluklara aktaran, eğlendirme, bilgilendirme, ve eğitme gibi 3 temel sorumluluğa sahip görsel, işitsel ve hem görsel, hem işitsel araçların tümüne medya diyoruz.
Kişiler günlük yaşamlarında sürekli iletişim kurarlar. Çağdaş dünyadaki yaşam türü, kişileri iletişimin teknik araçlarına daha çok bağımlı kılmaktadır. Çünkü haberleri , düşünceleri, duyguları bildirir. Düşünceleri paylaşma , ya da karşılıklı alışveriştir.
Görsel sanatları, müziği, tiyatroyu, baleyi, tüm insan davranışlarını kapsar. Bilgiyi yayar, eğitir, eğlendirir ya da bilgiye yönelik davranışlardır.
Bunun sayesinde insanlar görerek, duyarak, okuyarak edindikleri bilgileri çevresindekilere de yansıtırlar. Bir kısmı destekler, bir kısmı tepki gösterirler.
O medya aracına gösterdikleri güven oranında tutum ve tavırlarını değiştirirler.
251
Seçilen bilgileri belleklerinde saklayıp daha sonra bunlara başvurabilirler.
Görsel kanallar, yazılı araçlardan daha etkilidir. İnsanların çoğu televizyon karşısında haftada en az 15 saat oturuyorsa, yazılı basın için günde 15 dakika bile oturmuyor. Çoğu TV programları yönlendirici, paylaşımcı, katılımcı işler. Bunlar daha çok sayıda alıcı veya hedef kitleye iletilir.
Çoğunlukla “beyin yıkama” gerçekleşir. Gazetelerin yerini televizyon alırken , yerel haberler için gazeteler en önemli kanal görevini üstlenirler.
Oysa medya’nın temel görevi şunlar olmalıdır: Bilgilendirme, yönlendirme, eğitme, duyguları dile getirme, toplumsal ilişki kurma , eğlendirme, uyarma .
Deneyimlerin, düşüncelerin , tepkilerin, duyguların paylaşılmasını sağlayan bu medya araçları, bireyler arasındaki iletişimin temelidir.İletişim kuran kaynak kişiyi istediği biçimde etkileyebilir. Kişi de bunları algılayıp , yorumladıktan sonra yanıt verir, yani belirli bir tepki gösterir.
Bu iletişim kişinin kendini tanımasına , kendisini bulmasına da yardımcı olur .
İletişim kurarken kişi kendi inançlarını , duygularını da daha iyi çözümleyebilir.
Dinleyerek, izleyerek , okuyarak kazandığı bilgilerle de seçim yapma olanağı doğar. Bunları bir başkasına iletir, bunlar paylaşılır ve birbirlerinin davranışlarından etkilenebilirler.
Çünkü kişiler çevreden yalıtılmış , özerk bireyler olarak davranamazlar. Kişiler içinde bulundukları ortamı biçimlendirir. Kişiler arası ilişkiler özellikle az gelişmiş ülkelerde Batı’dakinden daha önemlidir. Bu iletişim olağanüstü durumlarda, siyasal ya da toplumsal değişim dönemlerinde de büyük önem kazanır. Toplumun yapısında sürekliliği sağlayan da , değişimi yaratan da iletişimdir.
Günümüzde medya, ister olumlu ister olumsuz yönde olsun, toplumu, tartışmasız bir etkileme gücüne sahiptir. Medyanın günümüz toplumlarının zihinsel hayatına hükmeden bir konumu vardır. Medya252
nın tarihsel gelişimi içinde, toplumsal sorunların çözümü, toplumun eğitilmesi ve bilgilendirilmesi, kültürün geliştirilmesi, bireyler arasında sağlıklı iletişimin kurulması, toplumda huzur ve daha insani bir düzenin sağlanması gibi işlevlerle ortaya çıkmasına rağmen, günümüzde bir çok sorumluluğu ve ahlaksal ilkeleri yerine getirmediği, tam tersine bir çok toplumsal soruna kaynaklık ettiği görülmektedir. Bugün, medyanın kendisinin, toplumsal sorunların çözümüne katkıda bulunmaktan çok, temel bir toplumsal sorun haline geldiğini söyleyebiliriz. Şöyle ki:
Kısaca Medya,
İnsanların hayatın gerçekliğine, doğaya, topluma yabancılaşmasına,
Toplum içindeki bireylerin kendi kendilerine yabancılaşmasına,
Bireyler arasında şiddetin ve saldırganlığın daha da yaygınlaşmasına,
Toplumsal olayların oluşumunu, provake ve manipule etmesine,
Savaşların oluşumuna ve desteklenmesine zemin hazırlamasına,
Psikolojik sorunlarının artmasına ve bunların toplumsal sorun haline gelmesine,
Bencilleşip tekilleşerek toplumsal duyarsızlaşmaya, çıkarcılığın, güvensizliğin ve kuşkuculuğun artmasına, İnsanların adalet kavramına olan güvenlerinin yitirilmesine,
Toplumda ahlaki dejenerasyonun meşrulaşmasına, Toplumsal ve kültürel değerlerin (din, milliyetçilik, ailesel değerler gibi), bireylerin üzerinde, sömürü malzemesi olarak kullanılmasına,
Şiddet, seks ve cinselliğin aşırı imajinasyonla ön plana çıkartılarak, sömürü ve tüketim malzemesi haline getirilmesine,
Bireylerin, duygu ve düşünce dünyalarına müdahale edilmesine, sömürülmesine ve bir mübadele aracı olarak bunun üzerinden çıkar sağlanmasına,
Toplumda gruplaşmalar, kamplaşmalar; ideolojik, siyasi, dinsel önyargılar oluşturulmasına,
Toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin meşrulaştırılmasına, İnsanla253
rın yanlış bilgilendirilmesine ve cehaletin artmasına,
Ve genel olarak, kültürel kirliliğin her alanda artmasına neden olmaktadır.
Bu bağlamda, medyayı ciddi sorgulamalara, analizlere tabi tutmak gerekir. Günümüzde, medyaya karşı eleştiriler bulunmasına rağmen, bu eleştirilerin çoğunun çözüm üretmekten ve ciddiyetten uzak oldukları görülüyor. Çünkü eleştirilerin kaynağını, bizzat medyanın kendisi olmakla birlikte, genel olarak, ekonomik bağımlılık ilişkisi içinde iletişim sektörü oluşturmaktadır. Medya yapılan bir çok eleştiriyi, kendisini düzeltmek için değil, varolan konumunu yeniden üretmek ve yaşatmak için kullanmaktadır. Medyayı, gerçek anlamda eleştiriye tabi tutup sorgulayan ciddi bir muhalif gücün en azından şimdilik ortalıkta görünmediği açıktır.
Medyayı oluşturan güçlerden en önemlisi kuşkusuz televizyondur. Televizyonu, medyayı oluşturan diğer araçlardan daha önemli kılan, bünyesinde bir çok etkileme unsurunu (görüntü, ses, müzik, hareketlilik ) bir arada barındırıyor olmasıdır.
Televizyon için yapılan bir çok tanımın, artık günümüzde geçerliliğini yitirdiğini söylemek mümkündür. Televizyon için yeni ve gerçekçi tanımların yapılması gerekmektedir. Günümüzde televizyon, tüm insanlığın toplumsal hayatını etkileyen, belirleyen en güçlü aygıttır.
Televizyon, artık, gerçek bilginin iletim aracı değildir
İlk televizyon kurumlarının ortaya çıktığı İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana iletişim teknolojisi korkunç bir ilerleme kaydederek akıl almaz buudlara ulaşmıştır. Gelişmenin çapını göstermesi bakımından, Stanford Ünv. Öğretim üyelerinden Edward Steinmüller şöyle bir kıyaslama yapmaktadır: “Eğer uçak teknolojisi de mikro-elektronik teknolojisi kadar hızlı gelişseydi, bugün Concord yarım milyon insanı, saatte yirmi milyon mil taşıma şansına sahip olurdu.”
Kitap kültürünün terkedilerek görüntü kültürü ağırlıklı bir medeniyetin yaygınlaştığı günümüzde bu kültürün taşıyıcıları olan iletişim
254
sanayii, ağırlıklı olarak Amerikalı dev uluslararası kitle iletişim ve telekominikasyon şirketlerin ellerinde bulunmaktadır.
A.B.D.’nin bu güç egzersizi ve gövde gösterisini daha net görebilmek için şu açıklamalar bir fikir verir kanaatindeyim: “NBC, CBS ve ABC gibi üç büyük televizyon şirketinin sahipleri Amerika’nın en büyük on mâli kuruluşudur. Bu kuruluşlar bu üç T.V. kanalının yanısıra ülkede 35 bağlı televizyon istasyonunu, 200 kablolu televizyon şirketini, 65 radyo istasyonunu, 20 plak şirketinin yanısıra Time, Newsweek gibi haftalık dergilerin bulunduğu 60 dergisi, New York Times, Washington Post, Wall Street Journal ve Los Angeles Times dahil 60 gazeteyi, 40 kitabevini ve Twentieth Century Fax ile Colombia Pictures gibi büyük şirketlerin dahil olduğu pek çok film şirketlerini ellerinde bulunduruyorlar. Bu kuruluşların en büyük hissedarları ise Chase Mahatton, Morgan Guorantee Turist, Citybank ve Bank of Amerika gibi bankalardır. “ Bu şirketler, esrarengiz, görünmeyen Batılı siyasî, ideolojik ve ekonomik seçkin sınıfların denetimindedir. Bu seçkin sınıflar ellerinde bulundurdukları iletişim sanayiini, şuurlu veya şuursuz bir şekilde kendilerini tepede tutan ürünlerin, zevklerin, değerlerin, davranışların ve kültürlerin yaygınlaşarak ebedileşmesi İçin kullanmaktadır.
Sadece ideolojileri taşıyan bir araç değil, bizzat kendisi birer ideoloji olan kitle iletişim araçları ağırlıklı olarak Amerikan kültürünün istilasını sağlamaktadır. Bugün bütün dünya, Amerikan televizyonunu ve filmlerini seyrediyor, Amerikan müziğini dinliyor, Amerikan dergilerini okuyor, Amerikan eşyasına sahip olmak istiyor ve Amerikan modasını takip ediyor. Maalesef tarihte hiçbir millet böylesine bir kültürel darbe yapmamıştır.
Amerikan televizyon istilası karşısında Avrupa Topluluğu Parlementosu bile kendini korumaya almak zorunda kalmış ve televizyonlarında % 60 oranında Avrupa programlarına yer vermeyi önermiştir.
Çeşitli tartışmalardan sonra her ülkenin kendi imkanları ölçüsünde bunu gerçekleştirmeye çalışması kararlaştırılmıştır.
Bu karar dahi Avrupa ülkelerinde büyük tepkilere ve gösterilere yol
255
açmıştır.
Bir yazar bu kararı daha doğrusu gevşekliği: “Molyer’in torunlarını Coca Cola’nın çocukları yapmak istiyorlar” diye tepkisini dile getirir.
***
Televizyon haberciliğinin güvenilir bir haber iletme sistemi olduğu konusu artık şüphelidir. Hakim sınıfın çıkarları doğrultusunda ve sınıfsal çıkarlarının gelişimiyle eşzamanlı yayınlar yapan medya kuruluşları, gelişen olayları yorumlama tarzlarıyla yönlendirerek, konserve hazırlanmış ya da gündelik toplumsal, politik, diplomatik kaygılarla oluşturulmuş yapay haberlerle kitleleri etkilemektedir. Çünkü medya organları yeryüzünü bir ahtapot gibi sarmış olan global kapitalizmin uzantılarıdır. Bugün haber iletim sistemlerinin teknik olarak nasıl geliştiği, bir o kadar da nasıl kirlendiğini ortaya koymak gerekmektedir. “Çağlar boyunca ulaşılması zor, öğrenilmesi zahmetli olan bilgi, bugün her yerde kaynayan bir bolluk içinde; akış hızı arttığı ölçüde de maliyeti düşmekte, ne var ki bir yandan da giderek daha fazla kirlenmekte. İletişim grupları arasındaki köprüler, dallanmalar ve birleşmeler acımasız bir rekabet ortamında günden güne çoğalırken bir medyanın bize ulaştırdığı bilginin, doğrudan ya da dolaylı olarak, yurttaşın çıkarı yerine üyesi olduğu büyük grubun çıkarlarını savunmayı amaçlamadığından nasıl emin olabileceğiz” Burada, emin olduğumuz tek şey büyük toplumsal çıkarlara hizmet eden sözleşmenin yıkıldığı, ona temel teşkil eden argümanların artık çürüdüğüdür.
Uzman televizyoncular, işinin ehli kurtlar, karizmatik şahsiyetler! İlgi ve yaşayış ve toplumsal arzu tarzına ilişkin programlar (reklamlar, haberler, diziler eğlence ve şov programları) hazırlayarak yap boz oyunu gibi üretilen popüler kültürle bir de kitlenin hayranlığını kazanırlar.
Televizyon artık bir kitle iletişim aracı olmaktan çıkmış, kitlelerin beynini yıkama aracına dönüşmüştür. “Televizyon, nüfusunun çok büyük bir bölümünün beyinlerinin oluşturulmasında bir tür fiili tekele sahiptir”
Televizyonda insanlar birbirileriyle iletişimde bulunmazlar. İletimin olabilmesi için, birbirinden haberdar olan, karşılıklı tarafların olması
256
gerekir. Televizyonda ise izleyicinin dinlemesine dayalı, tek taraflı bir iletim vardır. Kitle iletişim araçları olarak nitelendirilen aygıtların gerçek anlamda bir iletişim işlevi yerine getirmediği, aynı şekilde bu araçların, başka hedeflerinin olduğu konusu tartışılmamaktadır, bile. “Kitle iletim araçlarının birincil amacı çoğu kez ne belirli bir enformasyon iletmek ne de kamuoyunu bir kültür, inanç veya değer yargısının ifadesinde birleştirmektir. Amaç çok basit olarak izleyicinin görsel veya işitsel olarak ilgisini çekmek ve bunu sürdürmektir. Bunu yaparken kitle iletişimin dolaysız tek bir ekonomik amacı vardır: bu da izleyicisinden kar kazanmaktır. Bir de dolaylı amaç vardır, o da izleyicisinin ilgisini reklamcılara satmaktır. Kitle iletişimi düzenlenmiş anlamın transferi bağlamında çoğu kez iletişim bile değildir. Kitle iletişim daha çok izleyiciliktir ve kitle iletişim izleyicisi katılımcıdan veya enformasyon alıcısı olmaktan çok bir grup izleyicidir”.
Medya kuruluşu sahiplerinin, ideolojik ekonomik ve kültürel çıkarları doğrultusunda, olaylar ve bilgiler şekillendirilir, oluşturulur, yorumlanır ve halkın tüketimine sunulur. Medya kuruluşu sahipleriyle halkın çıkarlarının bu anlamda çakışmadığı görülmektedir. Televizyonun, bu durumda, halkın çıkarını ön planda tutmadığı, medya kuruluşu sahiplerinin çıkarları doğrultusunda halkı yönlendirdiği görülür. Televizyonda enforme edilen ekonomik ve politik iletinin gerçeği çarpıttığı ve bu çarpıklığı kitlelerin bilincinde zamanla hakim kıldığı kolaylıkla analiz edilebilir.
Televizyonun tarafsız olmadığı, insanların bilgisini artırmadığı, tam tersine arka arkaya birbirinden kopuk iletilerin, insanlar tarafından olayların öneminin yitirilmesini sağlarken analitik düşünme yeteneğini ortadan kaldırır.“Televizyon yanlılık gerektiren bir medya aracıdır; dolayısıyla, yapılan her aşırı bilgilendirme, neredeyse otomatik olarak o konuda bilgi yoksunluğunu da getirir. “Anında” aktarılan ve bir çağlayan gibi boşalan –çoğu kez içi boşhaberler, televizyon izleyicisini aşırı uyarır, onda haber aldığı, bilgilendiği duygusu uyandırır. Ne var ki araya mesafe konduğunda, bunun pratikte bir aldanma olduğu her defasında ortaya
257
çıkar”.
Haberlerin sunumunda doğruluğun, güvenilirliğin ne derecede olduğu artık ortadadır.“Bir haberin doğruluğu bundan böyle, nesnel kesin ölçütlere uygunluğu ve kaynağından aktarılmasıyla değil, öteki medyanın da aynı bilgileri tekrarlayıp onu “doğrulamasıyla” doğruluk kazanıyor… tekrarlama kanıtlamanın yerini almış durumda. Haberin yerini doğrulama aldı. Televizyon (ajanstan gelen bir mesajı ya da görüntüyü temel alarak) bir haber sunuyor, aynı haberi basın, ardından da radyo verirse bu, o haberin doğruluğunun bir kanıtı sayılıyor”. “Bir bilgi toplumunda yaşadığımızı sanırız. Oysa bilgi, bizi gerçek olandan kaçınılmaz olarak uzaklaştıran ayartma taktikleriyle biçimlendirir. Gazeteciler birbirini tekrarlar, taklit eder, kopya çeker, birbirlerine karşılık cevap vererek ve birbiriyle o kadar benzeşirler ki, tüm medya tek bir iletişim sistemi oluşturdukları izlenimini bırakır; tek başına ele alınan bir medyanın ötekilerle arasındaki farkları ayırt etmek giderek çok daha zor hale gelir”.
Çağımızı bilgi çağı diye adlandıranlar, bununla, kitle iletişim araçlarının geliştiğini, yaygınlaştığını, bunun sonucu olarak da, gittikçe daha çok sayıda insanın daha çok şeyden haberdar olduğunu söylemek istiyorlar. Ne var ki biraz düşününce, bir şeylerden haberdar olmakla, bir şeyleri bilmenin aynı şey olmadığını kolaylıkla anlayabiliriz… bu dünya, bizim yaşadığımız dünya değil, haberdar olduğumuz bir dünyadır.
Salonundaki koltuğuna rahat biçimde yerleşip, ekranda kendisine sunulan, çoğu etkili, şiddet içeren insanın yüreğini ağzına getiren imgelerden oluşmuş olaylar çağlayanını izleyen vatandaşların çoğu, dış dünyada olup bitenlerin kendisine ciddi biçimde aktarıldığını düşünür. Bu bütünüyle yanlış. Bu yanılgının üç nedeni vardır: bunlardan ilki, kurgu olarak hazırlanan televizyon haber programlarının insanlara haber sunmak için değil, onları eğlendirmek için yapılmış olması. İkincisi, kısa ve parçalar halinde sunulan haberlerin ( her haber programında yirmi dolayında haber yer alır ) birbiri ardından hızla geçişi, iki yönlü, yani aşırı ölçüde bilgilendirirken insanı bilgiden yoksun kılan olumsuz etki yaratması( gereğinden çok haber sunulurken, her birini üzerinde yeteri kadar
258
durulmaz). Üçüncü olarak, da, hiçbir çaba harcamadan bilgi edinmeyi düşünmenin, uygarlık yolunda seferber olmaktan çok, basının yarattığı mitten kaynaklanan bir yanılgı olması. Bilgi edinmek yorucu bir iştir; vatandaş ancak bu yorucu çabayı gösterdiğinde demokratik yaşama bilinçli olarak katılma hakkını elde eder.
İletişim zincirini bütünüyle egemenlik altına alanlar, bilgi endüstrilerinin yeni tutkusu; bunu gerçekleştirmek içinde birleşmeleri, satın almaları ve gruplaşmaları sürdürürler. Bu şirketlerin mantığına göre, iletişim öncelikle, çok büyük miktarlarda üretilmesi gereken bir mal ve bu malın miktarı kalitesinden önce gelir.
Televizyondaki program biçimleri, dikkat çekmenin sözde yaratıcılık yoluyla tüm psikolojik mekanizmasını kullanır. İkinci adımda ürün tanıtımına ve tüketime yönelik harekete geçirme tekniğine başvurur. Bu arada, dikkati canlı tutmak için, cinsellik, seks, ölüm ve şiddete sürekli vurgu yapar.
Şimdi Haberler
Yapımcıların tüm programlar içerisinde en çok üzerinde durdukları, öncelikle haber programlarıdır. Özellikle, süresi açısından akşam haberleri, tüm aile bireylerinin bir araya geldiği saatlerde yayınlanır. Ve izlenme oranının en yüksek olduğu programlarının başında yer alır. Haberler, en çok satan üründür.
Haber programları konularını politika, (politikacıların gündem için söyledikleri sözler, politikacıların nereye gittikleri ne yedikleri) magazin, eğlence, (mankenlerin, şarkıcıların, futbolcuların özel hayatları,bu kişilerin ne giydikleri ne yedikleri ne söyledikleri, sosyetenin nasıl yaşadığı, kimin kiminle çıktığı,) moda, defile, skandal, yolsuzluk, dolandırıcılık, cinsel taciz, savaş, cinayet, intihar, trafik kazaları, katliam, ölüm, hırsızlık, yangın, sel, deprem, silahlı saldırı, kavga, hayvanlar gibi olaylardan seçer. Buradaki sorun, televizyon haber uzmanlarının insanın içini karartan, bunaltan konuları seçmelerinden de öte, soruna yaklaşım tarzları, niyetleri, yorumlarıdır.
259
Medya tarafından insanların her gün özeline taşınan felaket, cinayet, toplu ölüm haberleri şiddetin sıradanlaşmasına, bu da insanların duyarlılıklarını yitirmesine, insanın insana karşı yabancılaşmasına neden olmaktadır. Özellikle dizi ve yabancı filmlerde eğlenceli bir oyun gibi yer verilen şiddet, seks ve saldırganlık temaları insanların bu yönde eğilimlerinin artmasına neden olmaktadır. Dizi ve yabancı filmlerde hayat, gerçek olmayan fantastik bir eğlence, bir oyun gibi sunulmaktadır. Bu da insanların hayatın gerçekliğine yabancılaşmasına neden olmaktadır.
Haberciler polislerle birlikte operasyonlara katılıp olay konusu olan insanları ‘izleyici’karşısında aşağılayıp, yargılayabilmektedir. İnsanlara suçlu olup olmadıkları kesinleşmeden, görüntüleri teşhir edilmekte suçlu damgası vurulmaktadır. Haber konusu edilen olayların olduğu yerde, kameralar olay öncesinden hazır bulunmakta, olayın konusu edilen insanların özel hayatları işgal edilmekte ve özel hakları ihlal edilmektedir. Televizyon habercilerinin mağdurları, bu pervasızlık karşısında ‘özel’in ve ‘genel’in daha insani bir tanımlamasının hukuksal yetersizliğiyle haklarını alamamaktadırlar.
Haber programlarında, insanların yaşadıkları olayları müzik ve diğer tekniklerle dramatize etme, gözyaşları içeren görüntülerin sıkça kullanılması, acıma duygusu verme, bunu dışlaştırma özellikle bilinçli bir planlamanın sonucudur. Gözyaşları içinde çırpınan insanların feryatları, çığlıkları televizyon haberleri için vazgeçilmez görüntülerdendir. Trafik kazalarında araca sıkışmış ve her tarafı kan içindeki insan görüntüleri, parçalanan arabaların tekrar tekrar görüntüleri; aynı şekilde gecekondu yıkımlarında zabıtalarla ev sahipleri arasındaki kovalamacalar, kavga, ağlama çığlıkları ve feryatları; bir yangında evi yanan insanların bilinçsiz ve çaresizce koşuşturma hareketlerinin görüntüleri; mahkeme salonlarında insanların birbirlerini nasıl dövüp bıçakladıklarını, öldürdüklerini; cinayet ve intihar olaylarının görüntüleri; gösteri ve eylemlerde insanların polislerce kovalanmaları ve dayak yeme sahneleri, izleyicileri heyecan ve etki altında tutmak için habercilerin başvurdukları görüntülerin en çekicilerini oluşturmaktadır.
260
Haber seçme ve inşa etme bir sürecin sonucudur. Haber programları, bir araya getirilen insan yapımı şeylerdir. Aslında anlam bunların içinde inşa edilmiştir. Anlamlar öylece ortaya çıkmaz, oradadırlar, çünkü birisi onları oluşturur. İletişimin ne kadar bilinçli bir şekilde yapıldığını açığa vuran, haber yapımıyla ilgili çeşitli görüşleri vardır. Örneğin muhabir yada sunucu olayları bizim için yorumlarlar. Karşı karşıya gelme, sözü kullandıkları andan itibaren aslında onları yorumlamaya başlarlar. Yazılı metinin ya da haber metninin ya da haber görüntülerinin tüm kurgulanma sürecinin, özgün olayla ilgili bakış açısının inşa edilmesinin aracı olduğu açıktır. Sonuçta inşa etme kavramı dikkatleri iletişimin yaratıldığı gerçeğine çeker.
Haber makinesi genel olarak kötü haberlerin dramatik etkisine değer verir. Kötü haber iyi haberdir. Borsada hızlı bir düşüşün yaşanması ya da ölümlerin olduğu bir kaza gibi olaylar oturmuş bir piyasadan mükemmel güvenlik verilerinden daha değerlidir. Haber üreticisinin kültürüne ve coğrafyasına en yakın olan haberler en değerlidir. Yakın zamanda meydana gelen olaylar daha öncekinden değerlidir, bu nedenle habere önce ulaşmak yarışı vardır. İnsanlar bütün haberlerin çok taze olduğuna inanır. Bu çok ilginçtir, çünkü sunulan olayların sadece önemlileri yakın zamanda meydana gelmiştir. Özgün öykü ortaya çıktığında devamı geleceği açıkça belli olan konular değerlidir. Depremler ya da savaşlar gibi konularla ilgilenmek çekicidir, çünkü sonuçta bu devam eden bir dram haline gelecektir. Görüntü öyküleri değerlidir. Öykülerin ele alış biçimi olarak dramatize edilmesi değerlidir, çatışma değerlidir. Örneğin felaketlerle ilgili haberlerin, yalın gerçekleri hemen ortaya çıkaracak olsa bile, bu yönde ele alındığını kazazede ve yakınlarıyla yapılan röportajların izleyiciyi cezbettiğini fark etmişizdir. Gerçeklik değerlidir. Haberciler olayın geçtiği yere, mekan çok sıkıcı da olsa bir muhabir gönderilir” .
Televizyonun bilgiyi nasıl manipüle ettiği, gösterge ve imgelerle iletilmek istenilen iletileri nasıl seçerek şekillendirdiği konusunda şu hususu görmezden gelemeyiz. Televizyonun tuhaf bir şekilde, yapılması gereken şeyin,yani bilgilendirme işinin yapılması için gösterilmesi gere261
kenden daha başka şeyler göstererek ; ya da yine,gösterilmesi gerekeni gösterirken,bunu göstermeyecek ya da anlamsızlaştıracak bir tarzda yaparak, ya da onu gerçekle hiçbir şekilde uyuşmayan bir anlam kazanacak tarzda kurarak nasıl gizleyebildiğini göstermek suretiyle….”
Medya menajerleri imajların ve haberlerin yaratılması işlenmesi, rafine edilmesi ve bunlara riayet edilmesi; dolaysıyla inançlarımızı ve tutumlarımızı, sonuç itibariyle davranışlarımızı belirleme işini kendilerine iş edinmişlerdir. Sosyal mevcudiyetin gerçeklerine tekabül etmeyen mesajları kasıtlı olarak ürettiklerinde medya menajerleri zihin menejerleri olup çıkarlar. Realitenin kusurlu olarak algılanmasına, hayatın gerçeklerini kavrama gücünden yoksun bırakılmış bir şuurun oluşmasına sebebiyet veren mesajlar, zihin menajerleri tarafından kasıtlı olarak üretilmiş manipülasyon amaçlı mesajlardır”. Örneğin, televizyonda, eşitsizlik kanıksanmış, meşrulaştırılmış ve rasyonalize edilmiştir. Bu durum özellikle dizilerde ve sinema filmlerinde belirgin bir şekilde görülmektedir. Zenginlik ve fakirlik iç içe geçmiş, adeta sorgulanamaz bir duruma dönüşmüştür.
Şimdi reklamlar
Haberler gibi ön plana çıkan bir başka program türü de reklamlar olmaktadır. Aslında tüm programları bir reklam türü olarak düşünmek de mümkündür. Ama gene de reklamlar en özel kategoridir. Reklamın temel amacı, ürünlerin tanıtılması ve tüketimine yönelik talebin artırılmasıdır. Ürünlerin tüketilmesi, beraberinde sosyo-ekonomik sistemin devamlılığını, ekonomik ve siyasal gücünü olağanüstü ölçüde artırır.
Reklamlar, insanları etkileyerek insanları ikna etmeye çalışırlar. Reklamların günümüzde insanları etkileme ve yönlendirme, arzularını belirleme yöntemleri, büyük boyutlarda gelişmiştir. -Bu noktada, insan bilimlerinin rasyonel sonuçlarını kullanır ve bu bilgi türlerini üretimin yapısı içerisine hapsederek işlevsiz hale getirir.İzleyicinin reklamlardan bir şekilde etkilenmemesi imkansızlaşmıştır. Reklamcılar, hedef kitlenin demografik ve psikografik özelliklerini (yaş, cinsiyet, meslek, sosyo
262
ekonomik konum, ilgi, harekete geçme sebepleri vs.) gibi ölçütlerle, kategorilere ayırarak, stratejik ürün mesajını, tüketiciye ulaşabilmesi için reklam yayın saatlerini belirlerler.
Reklamcılar tüketici kitlenin dikkatini çekmek için dil, gelenek, görenek, milli ve dini duygular, otantik değerler, cinsel ahlaki, karşı ahlaki değerler gibi kültürün tüm unsurlarından tüketimi koşullamak üzere yararlanırlar.
Reklamcılar bize tanıttıkları ürünlere sahip olmamız durumunda mutlu olacağımız mesajını verirler. Gerçekte reklam bir vaad üzerine kuruludur ve mutluluk satar.
Reklamlar neden kitle açısından çekicidir?
Reklamların sürelerinin kısa olmaları, ürünlerin bir ödül gibi sunulması, sahip olunan ürünle toplumsal bir statüye terfi edileceğini düşündürmesi, yinelemelere dayalı ses, efekt ve imaj bombardımanı yapılması; bu yolla, izleyicinin hipnotize edilmesi, reklamları çekici hale getirmektedir.
Ve sinema
Televizyonların vazgeçemediği diğer program türlerinin başında sinema filmleri gelir. Sinema filmleri deyince de, akla ilk gelen Hollywood filmleridir. Bugün Amerika, tüm dünyaya emperyal ideolojisini Hollywood filmleriyle ihraç etmektedir
Hollywood filmleri, Amerika halkının yaşam tarzının diğer uluslarınkinden üstünlüğünü, zenginliğini, değerlerinin yüceliğini, sözde özgürlükçülüğünü, askeri gücünün ihtişamlığını vurgulayıp, ön plan çıkarır. Bir sistemi dayattığından ideolojiktir. Bu anlamda Hollywood filmlerinin ırkçı, milliyetçi ve militarist bir yaklaşım sergilediği görülür. Öte yandan, bu filmler, insanların tüketime olan taleplerinin artmasında yeni tüketim alışkanlıkları ve davranış kalıpları geliştirdiğinden, büyük ekonomik bir sektör oluşturmaktadır.
Bu filmler aracılığıyla Amerikan yaşam tarzı, tüketim kültürü, başka uluslara dayatılmakta, bu durum, başka ulusların kültürlerinin ve yaşam
263
tarzlarının derinden etkilenmesine, kültürel çatışma ve kültürel çelişkilerinin artmasına, yerel kültürlerin yok olmasına ön ayak olmaktadır. Hollywood filmleri, insanların hayata bakış açılarının, gelenek ve göreneklerinin, davranış ve ilişki biçimlerinin değişmesinde baş rol oynadığı gibi, insanlar arasında tüketim çılgınlığını körükleyerek sistemin bir iç dinamiği olarak görevini yerine getirir.
Hollywood filmleri, Amerikan toplumunun toplumsal gerçekliğini yansıtmadığı gibi başka toplumların ve insanların gerçekliğini de yansıtmamaktadır. Filmler, fantastik öğelerle yoğrulmuş, hayatın gerçekliğiyle örtüşmeyen, yapılandırılmış bir kurgusallıktan ibaret olmaktadır.
Hollywood film yapımcıları, insanlar üzerinde, etki dozunu artırmak için, ölüm, seks, şiddet, eğlence, oyun gibi temalardan çok yararlanırlar. Aynı şekilde bu uzmanların, gelişmiş teknolojik imkanlardan, özel efektlerden ve büyük parasal kaynaklardan yoğun bir şekilde yararlanarak, insan doğasına müdahale edilmesi ve şekillendirilmesinde büyük başarı sağladıkları görülmektedir. Gerçeklik, abartılı bir şekilde taklit edilerek, gerçek ötesi bir gerçeklik (hiper-gerçeklik) ile sunulurlar. Patlamalar, araba kovalamacaları, insanların kurşunlara dizilmesi, arka arkaya bindirilmiş saniyelik görüntüler, şiddetli müzik, oyuncuların rollerinde uzmanlaşmış olmaları, filmlerin insanları etkileme derecesini artıran faktörler arasındadır.
Hollywood filmleri, genellikle, polisiye, cinayet, intihar, askeri operasyon, uçak kaçırma, uyuşturucu kaçakçılığı, uzaylı ya da canavar yaratıklar gibi kurgusal, fantastik gerçekliğe ilişkin çarpık bilgi içeren, salt eğlenceye dönük, insanları kendilerine ve hayata yabancılaştıran konuları malzeme edinir. Bu konuları işlerken yönetmenler bir olayın tarafı şeklinde filmin kurgusunu örer. Klasik iyi-kötü çatışması iyinin manipule edilmesi ile son bulur.
Hollywood filmleri insanları eğlendirirken aynı zamanda karmaşık olmayan, insanların beyinlerine yerleştirilen kültürel kodlarla, belirli mesajlar verir. Bunlardan en çok ön plana çıkan iyi-kötü ayırımıdır. Bu kavramlarla bazı keskin yargılar verilir. Şablon hep aynıdır. İyi ile kötü264
nün savaşımında, iyiler hep olağan üstü özelliklerle donatılan Amerikalı kahramanlar, kötüler ise Amerikan halkından olmayanlardır, ötekilerdir. İyiler, kahraman Amerikalı polisler, kötüler ise; sürekli suç işleyen, katiller, uyuşturucu bağımlıları, fahişeler, silah kaçakçıları ve ölümcül Çinliler, pis zenciler, sorunlu göçmenler, Ortadoğulu teröristler, Ruslar ve doğuştan patolojik olarak nitelendirilen insanlardır. İyiler, savaş oyununda hep kazanırlar, kötüler ise hep kaybederler, olayın sonunda cezalandırılırlar ve öldürülürler. İyiler, güzel, çekici, seksi ve yakışıklıdırlar, kötüler hep kaba ve küfürlü konuşurlar, çirkindirler.
Beyaz Saray’ın kullandığı filmler
ABD Başkanları sinemayı, halkı politik kararlara hazırlamak ve ABD sempatizanlığı oluşturmak için bir araç olarak kullandı... İşte ABD’nin propagandasında kullanılan o filmler...
Yönetmen Barry Levinson’ın Türkiye’de ‘Başkan’ın Adamları’ ismiyle gösterilen Wag the Dog (1997) filminde, Beyaz Saray danışmanlarından Robert De Niro, Başkan’ın adının karıştığı seks skandalını, seçimlere kısa bir süre kala medyanın ve Amerikan halkının gündeminden çıkarmak için ilginç bir yönteme başvurur. Hollywood yapımcısı rolündeki Dustin Hoffman ile bir araya gelerek, dikkatleri hayali bir savaş senaryosuna yönlendiren De Niro, tüm dünyayı ilgilendiren krizi yönetmek için bir beyin takımı kurar ve kitleleri meşgul etmeyi başarır. Levinson’ın Amerikan siyaseti ve medya ahlakı üzerine ince eleştiriler yönelten filmi, Beyaz Saray ile Hollywood arasında uzun bir geçmişe dayanan koalisyonun şifrelerini ilk kez gün yüzüne çıkarıyordu. Beyaz Saray’ın, sıkıntılı günlerde ülke içinde moral yükseltmek için film endüstrisiyle işbirliğine ihtiyaç duyduğu görülüyor.
ABD başkanları için sinema, politik kararlarına halkı hazırlamak ve uluslararası kamuoyunda Amerikan sempatizanlığı oluşturmak için ikna gücü yüksek bir propaganda aracı oldu. Mesajlar, kimi zaman politik kimi zaman da komedi ve aksiyon türünde yapımlarla verildi.
265
Bir filmle kazanılan savaş
1930’lu yıllar boyunca tüm dünyayı etkileyen ekonomik buhranda umutları yıkılan kitlelerin trajediden kaçış olarak sinemalara akın etmesi Başkan Franklin D. Roosevelt’in dikkatinden kaçmadı. Roosevelt, beyazperdenin, topluma yön verebilecek etkili bir politik araç olabileceğini o sırada keşfetti.
Roosevelt, 1933’te hükümetin film yapımına doğrudan müdahalesini yasalaştırdı ve bunun karşılığında stüdyo sahiplerine sınırsız yetkiler verdi. Başkan Roosevelt, Amerika Birleşik Devletleri’nin 1. Dünya Savaşı sonrasında dünyada aktif bir rol oynaması konusunda kararlıydı. Ama kendisi gibi düşünmeyen Amerikan kamuoyunu buna hazırlamak için büyük çaba sarf ediyordu. Çoğu Amerikalı, Avrupa’da devam eden 2. Dünya Savaşı’na tamamen ilgisiz kalmayı tercih ediyordu. Pearl Harbor saldırısı, bölünmüş Amerikalıları birleştirmişti; ancak savaşa karşı olan azımsanmayacak bir kesim vardı.
Hollywood stüdyolarının kapılarını çalan Roosevelt’in imdadına Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman’ı bir araya getiren 1942 yapımı Kazablanka (Casablanca) filmi yetişti. Gişe rekoru kıran filmde, Alman toplama kamplarından kaçarak Kazablanka’ya gelen direnişçilerin Lizbon üzerinden ABD’ye iltica etmeleri, romantik bir aşk hikâyesi ekseninde gösteriliyordu. Konu, tarihi gerçeklerle hiç örtüşmese de Kazablanka, dikkatleri Pasifik’in öte kıyısında yaşananlara dikkat çekmeyi başarmıştı. Filmin ilk gösterimi bu yüzden, 1943 Kasım’ında General Dwight Eisenhower komutasında Kuzey Afrika’daki Alman birliklerini yenerek Kazablanka’ya giren İngiliz ve Amerikan askerlerine yapıldı.
Kazablanka’nın hemen ardından Savaş Bilgilendirme Ofisi (OWI) bünyesinde kurulan Sinema Dairesi’ne, milliyetçilik duygularını yükseltmek ve Amerikan ordusunun güçlü imajını yükseltmeyi amaçlayan propaganda filmleri üretme görevi verildi. Savaş yıllarında Paramount hariç film stüdyoları, OWI’nin tüm senaryoları çekim öncesinde okumasına ve rötuşlar yapmasına izin verdi.
“Amerikan milliyetçiliğini anlatmak için propaganda enjekte etme266
nin en kolay yolu filmlerin içerisine orta şiddetli propaganda katmaktır.” diyen dönemin OWI Müdürü Elmer Davis, önüne gelen senaryolar için sadece şu soruyu soruyordu: “Bu film, savaşı kazanmamıza yardımcı olacak mı?”
Sığır Çobanı Kovboylar
Kazablanka’nın yapımcısı Warner Bross, Franklin D. Roosevelt’in sadık bir destekçisi oldu. Bunun karşılığında sinema, savaş yıllarında Avrupa kıtasında çalışmasına müsaade edilen ve kazancını artıran tek sektör oldu.
II. Dünya Savaşı’nda Frank Capra, John Ford ve William Wyler gibi yönetmenler vatanseverlik duygularını okşayan Nazizm karşıtı filmlerle Amerikan kamuoyuna moral verdi. Capra, Savaşa Giriş (1942), Nazilere Darbe (1942), Britanya Savaşı (1943), Bölmek ve Fethetmek (1943), Düşmanın Japon’u Tanı (1945), Tunus Zaferi (1945) ve Neden Savaşıyoruz? (Why We Fight?) adlı propaganda amaçlı savaş belgeseli serileri yaptı. Kapalı gişe oynayan, Olmak Ya da Olmamak (To Be or Not To Be 1942) isimli komedi filminde Hitler alaya alındı.
Soğuk Savaş’ın etkili olduğu 1950’li yıllarda, ABD’de Senatör McCharty ve arkadaşlarının başını çektiği komünist avında işe Hollywood’dan başlanması anlamlıydı. ‘Komünistler geliyor’ paranoyasının hâkim olduğu bu dönemde, yüzlerce senarist, oyuncu ve yönetmen baskılara maruz kaldı, işten çıkartıldı; hapse atıldı. Kara listede ismi olan senaristlere, kazanmalarına rağmen Oscar’ları verilmedi.
OWI, 1945’te kapatıldı; fakat Beyaz Saray’ın Hollywood’la kurduğu örtülü koalisyon format değiştirerek devam etti. Sovyet rejiminin yayılma politikasına karşı sinema büyüsünü kullanan Beyaz Saray, kovboy filmleriyle ustaca düşünülmüş bir propaganda yolu izledi. Başkan Harry Truman ve Eisenhower dönemlerinde seri üretimle çekilen western filmlerinde, çitlerle çevrili özel mülkünde özgürce yaşayan ve pazar günleri kiliseyi aksatmayan muhafazakâr değerlere sahip aile modeli özendirilerek, komünizmin ‘ortak mülkiyet’ ve din konusundaki söylemlerine karşı
267
bir model geliştirildi. Frank Capra, filmleriyle Amerikan Rüyası’nın ilham kaynağı oldu.
Kovboyların amansız düşmanı ise halka korku salan, gerçekte Kızılordu’yu temsil eden ‘Kızıl’derililerdi… Posta Arabası (Stagecoach 1939) ve Çöl Aslanı (The Searchers 1956) gibi türün önemli filmlerine imza atan John Ford, propaganda içerikli kovboy filmleriyle özdeşleşti. Stalin, kovboy filmleriyle beyazperdede Amerikan ikonu haline gelen ve sıkı bir anti-komünist olan John Wayne için KGB’ye ölüm emri verdi.
Hollywood, Vietnam Savaşı’nın seslerinin duyulduğu 1962 yılında, 2. Dünya Savaşı’nda Amerikan askerlerinin kahramanlıklarını anlatan savaş filmlerinin seri üretimine başladı. Normandiya çıkarmasını anlatan 2 Oskar ödüllü En Uzun Gün (The Longest Day) filminde Richard Burton, John Wayne, Henry Fonda ve Robert Mitchum gibi dönemin ünlü yıldızları düşük ücretlerle oynadı. Film, Vietnam öncesinde, ‘insanlığın güveni için çarpıştık, gerekirse yine yaparız.’ mesajını veriyordu.
Ne var ki Vietnam Savaşı’nda işler Beyaz Saray’ın planladığı gibi yolunda gitmedi. Warner Bross, bu kez Vietnam’dan gelen kötü haberleri perdelemek için çıkış yolu arayan Başkan Lyndon Johnson’ın tutunacağı bir can simidi oldu. Cepheden ulaşan iç karartıcı haberlere rağmen Vietnam’dan çekilmeyi politik çıkarları için göze alamayan Başkan Johnson, karşı propaganda için düğmeye bastı. Amerikan ordusunun ‘Ezileni kurtarmak’ sloganıyla kurulan özel gücü Yeşil Bereliler’in Vietnam’da ‘kahramanca mücadelesi’ni konu alan The Green Berets (1968) filmi çekildi. Başrolde John Wayne’nin oynadığı filmde ‘Vietnam’da her şey yolunda’ mesajı verildi. Oysa Yeşil Bereliler gösterimde olduğu sırada Pentagon, Vietnam’da tarihinin en büyük kayıplarını verdiğini rapor ediyordu.
Politikacı Holywood Aktörleri
Aktörlükten ABD Başkanlığı’na geçiş yapan Ronald Reagan da politikaları için sinemayı profesyonelce kullandı. Beyaz Saray, 1980’li yıllarda bir yandan Soğuk Savaş’ta galip taraf olmayı, diğer yandan da
268
Vietnam yenilgisinin toplumda oluşturduğu ezikliği telafi etmeyi, gündeminin ilk sırasına aldı.
Reagan’ın, özgürlüğünden taviz vermeyen, ‘güçlü ve muhafazakâr Amerikalı’ hayali kısa sürede yapımcıların elinde ete kemiğe büründü. Sylvester Stallone, Arnold Schwarzenegger, Chuck Norris ve Bruce Willis gibi oyuncular korkusuz kovboyların yerini alarak güçlü kaslarıyla kötülere hadlerini bildirdi.
Stallone, Rambo 2’de (1985) Vietnam’da esir tutulan Amerikalı askerleri tek başına komünistlerin elinden kurtararak
Vietnam yenilgisinin intikamını alır. Rambo 3’te (1988) Ruslara karşı özgürlük mücadelesi veren Afganlılara katılır ve onlara beyazperdede zafer kazandırır. Rocky 4’te (1985) ise Amerikan bayraklı şortuyla Rus rakibi Ivan Drago’yu kendi ülkesinde ve Sovyet yöneticilerinin hazır bulunduğu salonda ringe seren Stallone, finalde “herkes değişebilir” tiradıyla komünist dünyaya çağrıda bulunur.
Reagan döneminde, Vietnam Savaşı ve Watergate skandalıyla sarsılan Amerikan halkını birbirine kenetlemek için, ülkenin kuruluş yıllarında yaşanan İç Savaş ve sonrasını konu alan diziler üretildi. Kuzey ve Güney (North and South 1985), Şefler (Chiefs 1983), Mavi ve Gri (The Blue and The Gray 1982) gibi tarihi dizi filmlerde milliyetçilik duyguları kabartıldı. İlk Kan (First Blood-1982) filmiyle toplum dışına itilen Vietnam gazilerine ‘sizi anlıyoruz’ denildi.
Amerikan Savunma bakanlığının 54milyon dolarla sübvanse ettiği Top Gun (1986) filminde donanma pilotu Tom Cruise, Sovyetler’e ait MiG uçaklarıyla havada yaptığı mücadeleyi kazanır.
Rakibi SSCB’nin kıtalar arası balistik füzelerinin uzaydan kontrol edilmesini öngören savunma programına Yıldız Savaşları (Star Wars) adını veren Reagan, medyanın desteğiyle kısa sürede ülkesini süper güç yapan kahraman bir başkomutan figürüne büründü.
Time dergisi Reagan’ı ‘Yılın Adamı’ seçerken, Hollywood ‘Süper Başkan’ figürüne göndermeler yapan kahraman filmlerine ağırlık verdi. Superman (1983/1987), Robocop (1987), Batman (1989), Cehennem
269
Silahı (Lethal Weapon (1987), American Ninja (1985) filmleri gerçekte Reagan döneminin felsefesini parlatan yapımlar olarak dikkat çekti.
Oliver Stone, Müfreze (Platoon 1986) filminde savaşın acımasızlığına vurgu yapsa da alt metinde ‘onlar savaştılar; ama kahramanca öldüler’ mesajını vererek Vietnam’da zedelenen ulusal onuru onarma gayretine girişti. Stone’un, eleştirmenlerce en iyi işi kabul edilen Salvador (1986) filmi, ABD’nin Latin Amerika ülkelerindeki uygulamalarını iğneleyen bir akış izlese de arka fonda, ‘bu coğrafyada yaşananlar Beyaz Saray’ın sistemli politikası değil, kişi ve kurumların kişisel hatası’ düşüncesi aşılanır.
Harbi mi harbi, delikanlı mı delikanlı; James Bond
Ian Fleming’in romanlarından sinemaya uyarlanan İngiliz ajan 007 James Bond, Soğuk Savaş döneminde kapitalist NATO ülkelerinin üstün teknolojisini de kullanarak dünyayı ‘kötü Ruslar’dan kurtaran politik bir sembol oldu. MI6 ajanı İngiliz olsa da tüm James Bond filmleri Hollywood desteğiyle çekildi.
Küba krizinin dünyayı yeni bir savaşın eşiğine getirdiği 1963’te tamamlanan ‘Rusya’dan Sevgilerle’de (From Russia with Love) James Bond, komünist Ruslar karşısında zekâsı ve yüksek teknoloji sayesinde yüzü gülen taraf olur.
1967 yapımı İnsan İki Kere Yaşar (You Only Live Twice) filminde ise bu kez dünyayı tehdit eden ‘kötü’, komünist Çin’dir.
1983 yapımı ‘Ahtapot’ (Octopussy) filminde kötü adam Sovyet Generali Orlov’un amacı, çaldığı nükleer savaş başlıklarını Batı Almanya sınırları içindeki bir ABD hava üssünde patlatarak, Batı Avrupa ülkelerinin silahsızlanma politikasına yönelmelerini sağlayarak bu ülkelerin Sovyet yayılması için kolay lokma olmasıydı. Filmde Sovyetler, diğer Bond filmlerinin aksine ‘iyi’ yanlarıyla da temsil edilir.
Yaşayan Gün Işıkları (The Living Daylights1987) filminde ise Bond ülkesinden kaçan bir Rus generale yardım ederken, NATO ülkelerinin amansız düşmanı Sovyet gizli servisi, ilk kez sakıncasız olarak
270
resmedilir. Serinin 19. filmi ‘Dünya Yetmez’ (1999) filminde Bond, Sovyetlerin dağılmasının ardından bağımsızlıklarını ilan eden Kazakistan ve Azerbaycan’da uluslararası bir teröristin izini sürer. Artık ne ideolojik düşman vardır ne de KGB…
Bond ezeli rakibi Ruslarla giderek yakınlaşırken, SSCB lideri Mihail Gorbaçov, ‘ekim devrimi’nin 70. yıldönümündeki konuşmasında Stalin ve Troçki’yi eleştiriyor, Avrupa ve Asya’da yerleştirilmiş olan orta ve kısa menzilli füzelerin imha edilmesini kabul ederek yeni dönemin sinyalini veriyordu.
Düşman algısının kısmen değişmesinin sebebi, Soğuk Savaş’ta yaşanan yeni süreçle yakından ilgiliydi. Sovyet lideri Gorbaçov, 1985 yılından itibaren ABD Başkanı Reagan ile Cenevre ve Reykjavik’te art arda zirve toplantıları yapmış, silahsızlanma, silahların denetimi, bilim, kültür, eğitim alanlarında bilgi alışverişi konuları ilk kez telaffuz edilmişti. Gorbaçov’un Soğuk Savaş’ı bitiren Perestroika (yeniden yapılanma) ve Glasnost (açıklık) adını verdiği reform çalışmaları sonunda Reagan, 1987’de orta menzilli füzelerin imhası için antlaşma imzaladı.
Soğuk Savaş’ta esen ılık rüzgârlar çok geçmeden Hollywood’da da etkisini gösterdi. Kaslarıyla ‘güçlü Amerikalı’ projesinin prototipi olan Arnold Schwarzenegger, Kızıl Ateş (Red Heat 1988) filminde bu kez ABD’ye kaçan bir uyuşturucu kaçakçısını kovalayan disiplinli Rus polisini canlandırdı. Schwarzenegger’in, ‘Ivan Danko’ rolünü canlandırdığı Kızıl Ateş, Kızıl Meydan’da çekilen ilk ABD filmi oldu. Böylece kamuoyu, Beyaz Saray ile Kremlin arasında başlayan yakınlaşmaya hazırlatıldı.
SSCB’nin dağılmasından sonra ABD’nin süper güç olduğu tek kutuplu dünyada, Washington imajını parlatırken masal dünyasının büyüsüne ihtiyaç duydu. Bill Clinton’ın başkanlığı döneminde (1993-2001) ise başkanları sempatik ya da kahraman gösteren yapımlara ağırlık verilerek sempatik başkan algısı oluşturulmaya çalışıldı. Michael Douglas (The American President 1995), Kevin Klein (Dave 1993), Harrison Ford (Air Force One 1996), Bill Pullman (Independence Day 1996) Amerikalıların sevgi ve güvenini kazanan başkan figürünü canlandırdı.
271
İslami Terör ve Müslüman teröristler
Soğuk Savaş’ın ardından Hollywood kahramanlarının yeni düşmanı Arap teröristler oldu. Arnold Schwarzenegger, ‘Gerçek Yalanlar’da (True Lies 1994) ülkesini bir grup Arap teröristten kurtarır. Denzel Washington’ı, ‘Kuşatma’ (The Siege 1998) filminde New York’ta bombalama eylemleri yapan Arap teröristlerin izini süren FBI ajanı rolünde görürüz.
George W. Bush, başkanlığının ilk yılında yaşanan 11 Eylül saldırılarının ardından ABD güvenliğini tehdit eden İran, Irak ve Kuzey Kore gibi ülkeler için önleyici savaş doktrinini açıkladı. Afganistan müdahalesi ve Irak’ın işgalini takip eden Guantanamo ve Ebu Gureyb Hapishanesi gibi uygulamalar dünya kamuoyunda Amerikan karşıtı sivil eylemlerin artmasına sebep olunca, Hollywood tekrar göreve çağrıldı.
Leonardo DiCaprio, ‘Yalanlar Üstüne’ (Body of Lies 2008) filminde Ortadoğulu terörist bir liderin dünyanın çeşitli yerlerinde bombalama eylemi yapmasını engeller. Filmde Arap coğrafyası, güven vermeyen bir yer olarak gösterilir. 6 Oscar kazanan ‘Ölümcül Tuzak’ (The Hurt Locker 2008) filminde Amerikan askerlerinin kahramanlığı anlatılırken alt metinde ‘Irak’ta herkesin potansiyel bir düşman’ olduğu izleyiciye empoze edilir.
Green Zone (2010) filminde CIA, Irak’ın bölünmemesi için uğraş veren ama başaramayan bir örgüt olarak gösterilir. Irak Savaşı’nı konu alan filmlerde, ABD’nin, gerçekte çıkarları için değil, bölge halkının özgürleştirilmesi için orada olduğu mesajı verilir.
George Clooney, birinci Körfez Savaşı’nı konu alan ‘Üç Kral’da (Three Kings 1999) Irak ordusunun zulmüne uğrayan yerel halkı koruyarak, gerçekte ABD ordusunun neden çölde olduğunun cevabını verir.
Ridley Scott’ın propaganda filmi ‘Kara Şahin Düştü’de (Black Hawk Down 2001) 1993’te Birleşmiş Milletler gücüne bağlı olarak kötü adamları yakalamak için Somali’ye gönderilen bir grup Amerikan askerinin hikâyesi etkileyici bir görsellikle anlatılır. Alt metinde, ‘yerel halkın özgürlüğü için buradayız’ mesajı dikkat çeker.
272
ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılında gösterime giren Güneş’in Gözyaşları (Tears of The Sun) filminde, orduya bağlı özel kuvvetlerde görev yapan Bruce Willis, emrindeki mangayla, bir grup mülteciyi Nijerya’daki diktatörün elinden kurtarmaya çalışır. Film, Irak’taki varlığı tartışılan Amerikan askerleri için iyi bir propaganda olur.
Michael Bay’ın, Transformers (2007) filminde Amerikan ordusu, doğal kaynakları ele geçirmek için başka bir gezegenden gelen kötü robotlardan Dünya’yı kurtarır. Bay, Armageddon (1998) filminde de ‘dünyayı kurtaran Amerikalı’ temasını merkezine alır ve Dünya’ya çarpmak üzere olan bir astreoidi, petrol sondaj uzmanı Bruce Willis hayatını feda ederek yok eder. Bir anlamda ‘biz iyi adamız’ mesajı alttan alta verilir.
Wag the Dog filminin gösterime girdiği 1998 yılında ilginç bir olay yaşandı. ABD Başkanı Bill Clinton ile Beyaz Saray stajyerlerinden Monica Lewinsky arasında Beyaz Saray’da yaşanan seks skandalı Clinton’ı başkanlığını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Clinton, Kongre’de bir konuşma yaparak Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in nükleer silah yapımına göz yumduğunu öne sürdü ve Kongre’de Bağdat’a saldırı tehdidinde bulundu. Aralık ayında dört gün süren Çöl Tilkisi Operasyonu’nda Irak’ın farklı yerleri bombalanarak gözdağı verildi.
Televizyon insanlar üzerinde etki etme gücünü nereden almaktadır?
Medya kuruluşları, uzun süreden beri, yayınları aracılığı ile biriktirdikleri büyük bir sermaye ile güçlendiler ve güçlerine güç kattılar. Bugün dünyadaki bir çok ülkede medya, devleti yönlendirebilecek güce ulaşmıştır. Hatta devletten daha güçlü olduğunu söylememiz mümkündür. Medya kuruluşları, artık denetlemeleri, uymak zorunda oldukları ilkeleri pek ciddiye almaz oldular. Toplum sağlığını koruma adına denetleme kurulları oluşturulmasına rağmen, insanların düşünsel ve ruh sağlıklarını bozan yayınlarına bir şekilde devam etmektedirler.
Televizyon, ortalama insanın kavrayamayacağı, algılama gücünü a273
şan, karmaşık, organize ve gelişmiş bir yapıya sahiptir. Bu gelişmişlik düzeyini, yüzyıllar boyu biriken teknik gelişmişlikten ve insan doğasına ilişkin bilgilerin birikiminden ve bunların kullanmasından alır.
Medya çalışanlarının çoğu eğitilmiş, uzman kişilerden oluşmaktadır. Bu donanımlı insanlar, insan doğasını ve yapısını araştıran bir çok bilim alanından (sosyoloji, psikoloji, tıp, sanat, edebiyat, felsefe ) yararlanmaktadırlar. Televizyon programlarını hazırlayan uzmanlar; aşırı heyecan, şok korku, tehlike, panik, patlama gibi heyecan uyandıran duygu durumlarından yararlanarak, kitleler üzerinde dikkat uyandırmayı başarmaktadırlar.
Televizyon haberleri gücünü, (düzensizlik, kargaşa, yıkım, savaş, ölüm, hırsızlık, intihar, kaza, dolandırıcılık, cinayet, dedikodu...) gibi kötü olaylardan alarak beslenir. Bu olayları meydana gelmemesi televizyon habercilerinin işsiz kalması demektir. Televizyondaki haberler, yaşama kaynağını, insanlarda dehşet uyandıran olayların meydana gelmiş olmasından alır.
Televizyon gücünü görüntüden ve halkın kullandığı dilden alır. Televizyonun dili basit, yalın, sıradan, kurnaz ve iki yüzlüdür. Televizyon, cemaatinin mantığına değil kalbi ve duygularına seslenir. Televizyon haber sunucuları, tebaasına seslenirken bir vaiz gibi konuşurlar, ses değişimleriyle, müzikle, kendine güveniyle hipnoz etkisi yaratarak, cemaatlerine seslenirler.
Televizyon izleyicileri, hem kurban hem de bir çok çirkin olayın suç ortaklarıdırlar.
Televizyon demagoji üretir, aşırı heyecanlar yaratarak duygu şokları yaratır.
Televizyon için haber peşinde olan gazeteciler, her türlü ahlaksızlığı ve ilkesizliği, yalan, kurnazlık, rezalet, düzmece ilkeler edinerek, skandallar ve trajik olaylar peşinde koşuşturup duran insanlardır. Haber peşinde koşan televizyon çalışanları, tam bir linç çetesini andırmaktadırlar.
274
Televizyon insanlar üzerinde, bilginin manipüle edilmesini nasıl sağlamaktadır?
Televizyonun insanlara gönderdiği iletilerin kimler tarafından nasıl seçildiğini, gündemlerin nasıl oluşturulduğunu, mesajların hangi teknik ve yöntemler aracılığıyla kitleye ulaştırıldığını, iletilerle insanların profesyonelce nasıl kandırılıp ikna edildiğini çok iyi bilmek gerekmektedir.
Aynı şekilde televizyon habercilerinin olaylar karşısında taraf tutmadıkları, tarafsız oldukları fikrini sorgulamak gerekir. Bugün, habercilerin seçtikleri olaylar karşısında taraf tuttuklarını söylememiz mümkün. Haberciler olayları kendi inançları, ideolojileri doğrultusunda direkt değil de örtük bir şekilde yorumlayarak yansıtırlar.
Televizyonun yazı işleri müdürü haberleri seçer, bu seçim işleminde de konulardan bir gündem oluşturur ve bu, toplumun o günkü gündemi olur.
Televizyon haberlerindeki iletileri nasıl söylendiklerine göre anlamak gerekmektedir. Haberciler, haber konusu edindiği konuya bir anlam yükler. Bir olaya ilişkin bir görüntünün, bir çok insanda farklı anlam yüklemesi mümkündür. Ancak televizyon çalışanları, niyetli bir şekilde, seçtikleri olay üzerinden, kendisinin yüklediği anlamla insanları düşünmeye yönlendirmeyi sağlamaktadır.
Televizyonlardaki sunucular bir çeşit anlatıcıdır. Anlatılacak şey ekrana çıkmadan önce düzenlenmektedir. Anlatının yaptığı çok önemli bir şey, materyali mekan ve zaman açısından şekillendirmektir. Yani olayların nerede, ne zaman ve ne hızda meydana geldiğini tanımlamaktır. Canlı televizyon yayınında bile anlatı bu yönlendirmeyi başarabilir. Tekrarlar gösterim süresini uzatmak için bir hiledir. İzleyicinin gerilimini yükseltmek için uzun uzun çekimler kullanılmaktadır. Televizyondaki anlatı zaman ve mekana dair farkındalığımızı yönlendirmek için sınırsız bir yeteneğe sahiptir. Bu da anlatımın bir başka şekilde yönlendirilmesidir
İkna süreci her şeyden önce bir öğrenme ve öğretme etkinliğidir. İkna edici mesajın amacı, bir sözcüğe olumlu ya da olumsuz bir tepki verilmesini sağlayarak öğrenmeyi sağlamaktır.
275
İletişimin etkinliği, öğrenmenin düzeyi ile de bağlantılıdır. Öğrenme pekiştirme, hatırlama ve öğrenmede koşullu öğretme yöntemi simgelerle yapılır. Simgesel uyaranlar hatırlamayı harekete geçirmekte kullanılmaktadır. İnsanlar koşullandırma yoluyla alışkanlıklar biçiminde bazı davranışlarının kazandırılmasının, ancak bu alışkanlıklarının bireyi o anda etkileyen bilinçli ve bazı bilinç dışı bazı gereksinimleri karşılayan bir işlev yapmaları halinde mümkündür.
Kaynaktan alıcıya mesaj iletimi her toplumda ve her bireyde farklılık gösterebilen sosyal ve geleneksel bir ortam içersinde seyreder. Bireyin hayat karşısında konumlanışı, temsil ettiği görüş ve grubun özellikleri, beklentiler, bilinçsel işleyiş gibi farklı etmenler tarafından örülmüş bir ağ içersinde gerçekleşir. Bunlar alıcının hangi mesajı ne ölçüde ve ne biçimde algılayacağını ve zihinsel değerlendirmesini biçimlendiren etkenlerdir. Varolan tutumları destekleyici bilgilerde, alıcının algılama yeteneğini daha yükseltir”.
Herhangi bir konudaki görüşün, konunun uzmanı tarafından iddia edilmesi, sıradan kişilerin iddiasından daha yüksek güvenirlik taşımaktadır. Bu mesajın içeriğinin kabul edildiğini tek başına artıran bir etkendir. Bunun yanında bir futbol yıldızı, siyasal lider gibi bazı kurgusal katkılar da kullanılmaktadır.
Algılama ve öğrenme işlevini hazırlamada, tekrar yönteminin etkili olduğu kuşkusuzdur. Enformasyon kanallarının ve mesaj miktarının artmasına rağmen, bunun kişilerin bilgi ve bilinç düzeylerini artırma düzeyine yansımadığı anlaşılmaktadır.
İletişim etkinliğini artırma yolları: a) Mesaj dilinin, alıcının dili ve kavrayış düzeyinin uygun olması ilk kuraldır. b) İletişimde mevcut tutum ve davranışı değiştirilmesi çok dirençli olmayan noktalarda hareket etmesiyle başarılabilir. c) Mesaj içeriğinin herkes böyle düşünüyor şeklinde sunulması olarak bilinir. Bu yöntem alıcının mevcut tutumlarıyla çok çelişkili olmamak koşuluyla sağlayabilir. Bunun yanında mesaj sunumunda yönlendirme amacı taşıyan bazı yöntemlerle küçültücü dizayn resimler kullanmak, bazı cümlelere gereğinden fazla önem verilerek ya
276
da tanımlamalarla bir zayıflığı belirginleştirmek de etkileme amacıyla kullanılan yollardandır.
Ortak sembollerin bütünü olan dil, ikna uzmanları için en temel hammaddedir. Ses önemli mesaj ileticisidir. Müzik ve görüntü bu dili tamamlayıcı öğelerdir. Kişinin etkilenebilmesi için, dil kodlarının ortak olması gerekir. Dil ve iletişim ayrılmaz bütünlerdir. Haberin kaynağından çıkan mesajın anlamı ile alıcının algıladığı anlam yakınlık derecesi, haber dilinin başarı düzeyini gösterir. Buna göre medya standart dili kullanmaya özen gösterir ve dildeki standartlaşma eğilimini de hızlandırır. Televizyondaki söylem büyük oranda görsel imajla yansıtılır. Televizyon konuşması sözcük ağırlıklı değil, görüntü ağırlıklı olarak aktarılır.
Haberler drama üretmek eğilimindedir. Drama izleyicinin ilgisini toplama aracı olarak kullanılır. Materyallerin dramatik gerilimde önemli anlar yarattığını kabul ederiz. Heyecanlı anlar dediğimiz şeyleri görmeye alışkınızdır. Haber programı ilerde bir felaket görüntüleri vereceğini haber saati boyunca sık sık duyurur.
Kurgu, drama, kullanılan dil, bu öğelerin hepsi bir araya geldiğinde artık “Televizyon sunucuları daha çok verili bir programın belki de kendi kararımızı özgürce vermemizi engellemek için bize onun ne anlama geldiğini anlatma işi kalır.” İnsanlar neden televizyon izlerler? İnsanları televizyon izlemeye yönelten şey nedir?
Televizyon, hazırladığı programlarla insanların duygu dünyasına direkt müdahale eder. İnsan doğasında duygulara ilişkin ne varsa, onları ön plana çıkarır, kullanır ve sömürür. İnsanlar bunun farkında olmazlar. Gündelik hayat da (iş hayatı, aile hayatı, sosyal hayat) insanların televizyon izlemesine göre düzenlenmiştir.
Gündelik hayatın sıkıntı ve gerilimleri, televizyona kaçmak için yeterli sebebi oluşturuyor gibi görünüyor. Televizyona yönelme, sonuçta kolaya kaçma eylemidir. Televizyon izleme, insanların gündelik iş hayatının verdiği gerilimden, stresinden kaçmak için sığındıkları bir eylemdir.
İnsanları televizyona yönelten diğer bir sebep de, küçük yaştan beri alışkanlık haline gelen bir davranış olmasıdır. Televizyon izleme böylece
277
farkında olunmayan otomatik bir davranış şekline dönüşür.
Televizyon, toplumun yaşayış tarzından (dini inançlar, gelenek, görenek, milli değerler, cinsellik) kesitler gösterdiği için dikkat çekicidir. Bir çok program toplum yaşayışına uygun basit bir dil kullandığından izleyiciler açısından dikkat çekicidir
Programların çoğu düşünsel etkinliği içermemektedir, yorucu değildir.
Televizyondan kaçış kitle açısından neredeyse imkansızdır. Her nerede olunursa olunsun televizyon onları bir şekilde bulacaktır.
Televizyon insanlara eğlence sunar. Eğlendirirken de izlemeyi teşvik etmek için ödüller( para, araba tatil, hediyeler vb.) dağıtır.
Televizyonun, yarattığı bağımlılık ve insanların hayatlarındaki vazgeçilmezliği
Televizyon günümüzde insanların yaşayış şekli üzerinde güçlü bir belirleyiciliğe sahiptir. Televizyon, insanların gündelik hayatta neyi sorun edinmeleri gerektiğini, olaylara bakış açılarını, hatta neyi konuşmaları gerektiğini bile belirlemektedir. Tüm yaşam alanlarımıza sızmış olan televizyon kültürü, toplumsal hayatın içinde neredeyse hiç ‘dışarısı’ bırakmamıştır. İzleyen biz miyiz, yoksa ‘o’ mu? Televizyon bu anlamda, izlemeyi ve izlenmeyi arzu nesnesi haline getirmiştir.
İnsanların hareketleri, konuşma biçimleri, giyim tarzları ve inançları genel olarak bütün davranış biçimleri ‘çalış-tüket’ mantığı çerçevesinde şekillenir.
Elektronik medya sembolik ortamımızın niteliğini kesinkes ve geri dönüşümü olmayan biçimde değiştirdiğine göre eminim biz de kritik bir büyüklüğe ulaşmış durumdayız. Şu anda enformasyonları, fikirleri ve epistemolojisi basılı sözlerle değil, televizyonla şekillenen bir kültürüz.”.
Televizyon iletişim ortamlarımız, başka hiçbir iletişim aracının gücünün yetmeyeceği tarzlarda bizim adımıza düzenler… televizyon,dünyaya ilişkin bilgimizi değil, aynı zamanda bilme yollarına ilişkin bilgimizi de yönlendiren bir araç statüsüne yükselmiştir. Televizyonun hakikat, bilgi ve gerçeklik tanımlarını o kadar gözü kapalı kabul etmekteyiz ki ilgisizlik
278
bize anlamlı görünmekte, tutarsızlık ise özellikle akıllıca davranmak gibi gelmektedir.”
Televizyon günümüz insanlarının adeta tanrısıdır. Emir ve yasakların menbaıdır. İnsanların artık televizyon izlemedikleri gün nerdeyse yok gibidir. Televizyon insanlarda, öylesine bir bağımlılık yaratmış ki, televizyon izlememek neredeyse imkansız bir hal almıştır. Televizyonun girmediği yer kalmamıştır. Akşam saatlerinde, milyonlarca insan televizyon ekranının karşısına oturup ayine katılırlar. Bebekler, artık anne babalarının ninnileriyle değil, reklamlar ve televizyon şarkılarıyla dinlendiriliyorlar ve uyutuluyorlar. Anne ve babaların kendileri de birer televizyon bağımlısı ve kurbanı durumuna gelmişlerdir. Televizyon en önemli zaman öldürme ve eğlence kaynağı haline gelmiştir.
Aynı şekilde eğitmenler de televizyonun kurbanlarındandır. Çocukların zihin yapısı eskiden daha çok aile tarafından şekillendirilirken, günümüzde artık çocuklar daha okul çağına bile gelmeden, televizyon tarafından şekillendirilmektedir.
Dolayısıyla, devletin en küçük birimi olarak aile ile televizyon arasında tarihsel, sosyolojik bağ kurulmuştur.
İktidar artık günümüzde kitleleri daha rahat gözetlemekte, denetlemekte ve kontrol etmektedir. Röntgenciliğin ve teşhirciliğin benimsemesi, denetim ve kontrol mekanizmasını arzu edilir kılınmasını, aynı zamanda desteklemesini sağlamaktadır.Yığınlar artık televizyonun teşvikiyle pornografik olarak kendilerini ortaya koymaktan ve gözetlemekten rahatsızlık duymamakta, tam tersine şiddeti bile pornografik düzeyde algılayarak haz duymaktadırlar.
Televizyon bir bütün olarak kendi kurallarıyla, kendine özgü kültürüyle hayata hükmediyor. Televizyon kendine özgü dayatmacı kültürü ile geliyor ve insanların hayatlarını derinden etkiliyor. Hiç kimse, onun karşısında direnemiyor. Eğitimsiz, cahil yığınlar üretiyor. Yanılsamalı bir hayatla gerçeğin karşısına dikiliyor. Hiç kimse farkında bile olmadan bir sürü şey olup bitiveriyor. Gerçek ellerimizden kayıp gidiyor.
279
Televizyon kitle kültürü üretme aracıdır
Televizyonun yarattığı, kitle insanının özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
Rahat ve doğal değildir. Kendi doğasına yabancılaşmıştır. Kurallarla ve sınırlamalarla yaşar. Kimlik ve kişilik çatışmaları yaşar.
Anlık heyecan ve zevkler peşinde koşuşturur.
Bir nesneye sahip olduğu sürece, alışveriş yaptığı sürece, seks yaptığı sürece mutludur.
Hayatın sorunlarına karşı güçsüz ve zayıftır.
Hayata karşı bir belirleyiciliği yoktur, sorunları çözmekte acizdir.
Kendi hayatının yönlendiricisi değildir başkaları (medya sahipleri, reklamcılar ve politikacılar) onu yönlendirir. Başkaları onun adına kararlar verir.
Kendi yazgısının kurbanıdır.
Çaresizlik içerisinde bir kabullenişi yaşar.
Sistemi, hayatı, olayları ve varlığını sorgulayamaz. İtaatkardır, ehlileştirilmiştir.
Sistem için bilinçsizce seri çocuk üretir.
Özgür olduğunu sanır ama, bedensel, düşünsel ve ruhsal olarak tutsaktır.
Kültür düzeyi düşüktür. Düşünsel sistematiği gelişmemiştir. Geçmiş ve gelecek zamanı yaşamaz, sadece şimdiki zamanın içinde kayıptır.
İdeolojilere, fala ve büyüye inanır. Dili kullanma becerisi gelişmemiştir.
Kendisi gibi olmayan insanları bir tehlike olarak görür. Hayatını, paranın yasaları ve kuralları şekillendirir. Böylesi bir insan türüne hükmedip sömürmek yönetici sınıf açısından son derece kolaylaşmıştır.
Televizyonun, günümüzde yarattığı insan (televizyon insanı), ruhsal ve düşünsel olarak özürlüdür.
Televizyonun ortaya çıkardığı insan, şekil ve form olarak insan özelliklerini göstermekle beraber deforme olmuş Frankestein’ı andıran bir yaratığı haline gelmiştir.
280
Televizyonun yarattığı insan, yönlendirilen bir canavardır.
Örneğin, televizyon insanı savaşı kanıksamıştır ve savaşı doğal bir şey olarak görür ve ona katılır. Dizi film ve sinema filmlerinde öylesine çok ölüm sahneleri var ki; ölüm, dizilerde filmlerde ve haberlerde gerçek olmayan eğlenceli bir oyun gibi sunulmaktadır. Fantastik bir eğlence olarak sunulan ölüm oyunu, bir süre sonra gerçekliğin yerini almaya başladığında, ‘televizyon insanı’ gerçek hayattaki ölümleri, gerçek olmayan filmlerdeki bir oyun gibi görür ve hayata duyarsızlaşır. Böylelikle, ortaya çıkan bu yaratığın şiddet eğilimleri belirli bir yöne kanalize edilebilir ve tarihin tekerrüründe vahşet çağı yeniden yaşanır. Böylece, üretimin yapısından bağımsız olmayan kültürel yeniden üretim, gittikçe insanı kendi özüne yabancılaştırır.
Televizyonun yarattığı insan paylaşımcı değildir. Bencildir, kuşkucudur. Diğer insanlar güvenilmemesi gereken, tehlikeli yaratıklardır.
‘Televizyon insanı’ ciddi bir yanılsamayı yaşamaktadır. Onda, gerçeklik ile fantastik dünya yer değiştirmiştir. ‘Televizyon insanı’ Yaşanmış ciddi olayları, gerçek olmayan fantastik bir film gibi algılanırken; rasyonel dünyada fantezi, akıl sağlığını bozan en büyük hastalık haline gelmiştir.
Özellikle genç kuşak arasında fazlaca görülen özdeşleşme; ölümsüzlük isteği, davranış ve giyim tarzlarının taklidi (ve bunun tüketimi koşullaması); yani özdeşleşilen starla hayatını değiştirme arzusu gerçek hayatla asla çakışmayan bir yanılsamadır.
Televizyon insanının’ kültür düzeyi düşüktür.
‘Televizyon insanı’, soyut düşünme yeteneği gelişmemiş, yalnızca görünenler üzerinde konuşan insandır. Televizyonda saniyelerle değişen görüntü bombardımanı altında olan televizyon insanı, görüntüyü düşünebilme, sorgulama, değerlendirme, analiz etme yetisini kaybetmiştir. Televizyon insanının geçmişe ilişkin belleği ve geleceğe yönelik öngörüsü zayıftır. Konular üzerinde derinlemesine düşünme yetisini yitirmiştir. Sadece şimdiki zaman içerisinde anlık bellek ile yaşayan bir insandır. Televizyon ayrıca okuma yazma kültürünü geliştirmez, tam tersine mevcut
281
olanı köreltir.
‘Televizyon insanının’ konuştuğu konuları, genellikle, kendi yaşam alanındaki mikro sorunlar oluşturmaktadır. Televizyon, politik ekonomik kültürünü geliştirmez. Çünkü, dünya olayları onun için dışsaldır. Olayları sorgulamaz. Hayatın geneline ve hayata hükmeden güçlere ilişkin bütünsel bir bilgisi yoktur. Bu konuları, onun adına, yöneticiler, reklamcılar, politikacılar, akademisyenler ve din adamları düşünür, karar verir.
Televizyon yöneticileri için tüm insanlar, yürüyen, hareket eden, yakalanması gereken banknotlardır. Çünkü izleyici sayısını parayla değiştirir. Programlar çoğunlukla kültür düzeyi düşük geniş bir kitleyi hedef alır. En kolay da onlar avlanır. Uzmanlar bunun için özellikle psikoloji ve sosyolojinin ve de diğer bilim alanlarının sonuçlarından ustalıkla yararlanır. Bu uzmanlık karşısında hedef kitlenin televizyon ağından kaçış şansı nerdeyse hiç yoktur.
Televizyon, alışveriş çılgınlığının artmasına neden olmaktadır.
Televizyon kültüründe insan, hem bir ürün, hem de ürünü tüketendir. İlerleme ve gelişme yanılsamasıyla tüketimi devamlılığını sağlar. Teknolojik gelişim, toplumun ilerlemesinin bir ölçütü ve göstergesi olamaz.
Televizyon insanları kendisine uyuşturucu madde gibi bağımlı kılar. Sonuçta tüm programlar tüketim amacına hizmet eder. Arada ortaya çıkan, birbirleriyle yarışan, birbirini ezen, ezdikçe beğeni kazanan, insan tipleridir. Bu yarışı kazanmanın tek yolu, üretim ve tüketimin sorgusuz içinde olmak, yaşadığımız dünyayı daha fazla kirletmektir.
Televizyon kültüründe bireye empoze edilen değerler tüketimle ilgili değerlerdir. Tele-kültürde, hedef kitlenin niteliği önemli değildir. Kim olursan ol, önemli olan iyi bir tüketici olmandır.
Televizyonda, özellikle güç ve haz peşinde koşan insana ‘ne kadar sahipse o kadar güçlüsü ve hükmedici olabileceği’ mesajı verilir. Ancak gerçekte güç ve haz peşinde olan insan, asla bu gücü ve mutluluğu yaka282
layamaz.
Televizyon bugün tüketici kitle üreten bir fabrika merkezi konumundadır.
Televizyondan nasıl korunabiliriz?
Televizyon göründüğü gibi, hiç de masum değildir. Televizyon getirdiği sonuçları itibariyle, toplumsal kültürde bir enkaz, insanların kişiliğinde onarılması zor tahribatlar yaratmaktadır.
Televizyon izlemenin alternatiflerinden birisi de sağlıklı, metodik kitap okumaktır. Her şeyden önce, televizyon izliyorsak, ciddi bir ruhsal ve zihinsel hasara maruz kalmamak için, iyi bir kültürel donanıma sahip olmak gerekir. Yoksa televizyon bizi sel suları gibi önüne katarak alıp götürür. Televizyon, asıl gücünü insanların cehaletinden ve bilgisizliğinden alır. Kitap okumak en azından, insanlarda körelmiş olan düş gücü, soyut düşünme yeteneği, kavramsal düşünme sistematiğini ve insani duyarlılığı geliştirir.
Çağın insanı gözünü dünyaya açtığından beri televizyon izliyor. Uyku dışında yaşadığı saatlerin neredeyse yarısını televizyon başında geçiriyor. Bunun içindir ki, televizyondan kopması, imkansız gibi görünmektedir. kişisel olarak, televizyon izleme saatlerinin en aza indirilmesi, kanserli bir hayattan kurtulmaya ve bir özgürlük alanı açmayı mümkün kılar. Sorunun bilinçli bir şekilde tespiti ve çözüm yollarının araştırılması, insanın kendisine ilişkin yolculuğunda bir kazanım olacaktır.
Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, bütünüyle Batı’yı temsil etmekte olan bu teknoloji robotunun (T.V.), dünya çapındaki satranç oyununda maalesef bizler piyon rolünü oynuyoruz. Oyundaki Batılı şahlar ve vezirler kaleler inşa edip, harcanmak üzere biz zavallı piyonları öne sürüyorlar.
Bize yaratılış gayemizi unutturan, kendimiz olmaya bırakmayan ve kendi varlığımıza düşman yapan bu korkunç silahın esiri değil de neyiz?
Üzerimizdeki kıyafetten, kursağımıza giren lokmaya ve kafamızdaki düşüncelere kadar Batılı efendilerimizin (!) tesiri altındayız. Ayağımızda blue jeansımız, midemizde Mc donald’s mamulleri ve beynimizde de çe283
şit çeşit batıl izm’ler...
Yarı aydınları dini “İZM” ler!
“İzm” İngilizce’de -ism sonekidir. Türkçe’de -cilik, -culuk, -lıkçılık şeklinde bir kelimenin sonuna gelir. Sonu -ism ile bitmesine rağmen Türkçe’de birçoğu aynıyla kullanılıp -izm sesiyle kullanılır. Bu kelimeler bir doktrine, akıma, teoriye, politik yapılara, sanat ve meslek akımlarına, devlet kavramlarına, din ve mezheplere ait olabilir. Kominizm, kapitalizm, realizm gibi… Eski Yunanca “ismos”tan gelen ektir. Esas kökü itibariyle “doktrin” manasına gelmektedir.
Cemil Meriç’e göre; ‘anlama kabiliyetimize giydirilmiş deli gömlekleridir’; bütün izm’ler!
Aslında insanların, insanlar tarafından yapılan ve yapılacak olan ayrımcılığını kolaylaştıran basmakalıp felsefi terimlerdir. Bir grubun ya da topluluğun diğerlerinden farkını belirtir.
Yirminci yüzyıl beşeri ideolojilerinin yaftasıdır. Yaftalamanın kısa yolu, uzlaşma ve anlaşmanın önündeki settir. Yarı aydınların dinidir “izm”. Aslında kullanımı sokağa nüfuz etmiş kaypaklık bildiren bir son ektir.
Bir kitleyi mi sömürmek istiyorsunuz? O kitlenin inanışının ya da hayatı algılama biçiminin sonuna “izm” koyun, “ben sizin bunalımlarınıza son vermek için geldim”ler eşliğinde hangi “izm”den yana olduğunuzu söyleyin ve karşı “izm”lere de mutlaka .ok atın. Çatışma ortamlarının bakteriel unsurudur “izm” ler!
Ya da insanları etrafınıza toplayıp güç kazanmak ya da gücünüze güç katmak mı istiyorsunuz; neden bir izm sahibi olmuyorsunuz?
Gelin biraz biz de dalgamızı geçelim! Herkesin bir izm i var ise buyrun bir de benden bir izm! FEHMİNİZM(! )Tarafgirlerimin ismi Fehministlerdir. :))
Ne demekti, Fehmi? Anlayışlı olan! Anlayış! Nedir anlayışın dayanağı? Kendini karşıdakinin yerine koymak! Yani; empati!
Empati veya eşduyum, bir başkasının duyguları, içinde bulunduğu
284
durum ya da davranışlarındaki motivasyonu anlamak ve içselleştirmek demektir. Kendi duygularını başka nesnelere yansıtmak anlamında da kullanılır. Empatinin zıt anlamlısı antipatidir
Yani;
1- Bir insanın kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak, olaylara onun bakış açısıyla bakmak.
2- Karşıdakinin duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlamak ve hissetmek.
3- O kişiyi anladığını ona ifade etmek.
Empati kaynağını nerden alır peki? Tabiki de İnsani Değerlerden! Peki Nedir İnsani değerler?!
İnsani değerler, bir başkasının insani varlığı için içimizde hissettiğimiz ve başkalarına göstermek istediğimiz kendi özümüz üzerine bina edilmiş birbirinden farklı müspet his ve duygularımızdır. Beşeri varlığı esas özüne ulaştıran ve o varlıktan gerçek anlamında bir insan meydana getiren duygu, düşünce ve davranışlardır. Bu değerlerle beşeri münasebetlerimizi geliştirebilir, çalışmalarımızı verimli hale getirebilir ve insani hayatımızı idame ettirebiliriz.
İnsanlığa kasteden şiddeti bunlarla önleyebilir, adâleti bunlarla gerçekleştirebilir ve insani huzuru bunlarla temin edebiliriz. Sadece insani değerlerle kendimizi bulabilir ve toplum halinde huzur ve güven içinde mutlu bir halde yaşabiliriz.
İnsani değerlerin kişilere yeniden öğretilmesi ve yaşatılması ile farklı din, dil, kültür ve cinslerle insanlar arası bağlar kurmak mümkün olacaktır.
İnsan benliğinin, heva ve heveslerinin, bencilliğin aksine etik değerlerin belirttiği, insanlara ve diğer bütün varlıklara saygı gösterilmesi ve haksızlık yapılmaması, onlara âdil davranılması demektir ki, ahlaki değerlerin evrensel emirlerindendir. “İnsanlık”, insan yapan değerleri içerir. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk ve dayanışma insana özgü ve bütün insanlar için ortak sayılabilecek üstün değerlerdir. İnsan her şeye bu değerlerin penceresinden bakar. İnsanın
285
tavır ve davranışlarında kendini gösteren bu güzel ve doğru nitelikler herkes tarafından kabul görür. Medenileşmiş demokratik tüm toplumlarda bu tür üstün değerler onaylanır ve erdem olarak kabul edilir. Örneğin bir insanın hayatını kurtarmak için organ bağışında bulunmak erdemli bir davranış olur.
Adaletli davranma ve diğer insanlarla paylaşabilme, affetme affedici olabilme, ahde vefa (sözünde durma), akrabalara iyilik, ahlak sınırlarını aşmama, anlaşmalara riayet, barışçı olma, cömertlik, dargınları barıştırma, emanete riayet, fakirlere iyilik yapma, kırıcı olmadan insanların rahatsız olmayacağı şekilde konuşmak, güzelce tartışma, hilm sahibi olma, insanlara ve haklarına karşı saygılı olma, iyilikte yarışma, kendisi için istediğini başkası içinde isteme, kötülüğü iyilikle savma, selamlaşma, tevazu sahibi olma, varlıkları olduğu gibi görme ve varlığı değerli görme, Irkçı egoist olmama, gibi daha yüzlerce değeri sayabiliriz. Şefkatli olmak, alçakgönüllük, hoşgörü ve anlayışlı olmak, başkalarını kendi çıkarı ve amacı için kullanmamak, gerçek sevgiyi varedebilmek, açgözlülüğünü yenmiş olmak, sabırlı ve cesur olmak, dürüstçe ve yüreklice yaşamak vb...
Bir insan, diğer insanların, onlara ait özellikleri, niyetleri ve istekleri, davranışları hakkında hüküm verirken, kendisine ait olan değerler penceresinden bakar. Bu pencereden gördükleri, çerçeve içerisinde kalıyorsa onaylar aksi taktirde yadırgar ve reddeder.
Değer kelimesine toplumsal açıdan baktığımızda, çeşitli olaylar, olgular ve fikirler karşısında bireylerin tepki ve fikir birliği olarak tanımlayabiliriz.
Anlaşılacağı üzere, kişi, çevresini sahip olduğu değerlere göre yargılar. Aynı zamanda, kişi çevre tarafından, toplum değerlerine göre yargılanır. Bu karşılıklı yargılamaların, toplum bireyleri arasında bir istikrara kavuşması noktasında, toplumsal bir kültür değerleri bütününün oluştuğu görülür.
Fakat oluşan her kültür, sahip olunması gereken değerleri ihtiva etmeyebilir. Psikolojik olarak sağlıksız insanlar mevcudiyeti nasıl doğal ise, sosyolojik olarak hasta toplumlar bulunabilir.
286
İnsani değerler ile evrensal değerler karıştırılmamalıdır! Evrensal değerler ile de evrensel kültür!
Evrensel değerler kavramı da, bu düşünce ışığında ortaya çıkmıştır. Evrensel değer olarak nitelendirilen bir olgunun, uluslararası bir nitelik kazanmış olduğu bütün insanlığı ilgilendirdiği insanın doğasında mevcut olduğu varsayılır.
Günümüzde, evrensel değerler denilince genel olarak, insanın doğuştan sahip olduğu hak ve özgürlükler, belli kriterlere bağlı olarak yaşamasını garanti altına almayı hedefleyen fikri, ahlaki ve sosyal değer yargıları anlaşılmaktadır. Kültürleşme sürecinde tüm dünya milletlerinin paylaşmaları gereken ortak kültür öğeleridir.
Evrensel değerler konusuna girmeden önce değer kelimesi üzerinde duralım:
“Değer” kelimesinin sözlük anlamı “Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet, bir şeyin ya da şahsın taşıdığı yüksek ve yararlı nitelik ya da kıymet “ olarak verilmiştir.
Değer kelimesini, psikolojik açıdan ele aldığımızda, düşünce, eylem işlem yada nesnenin insan için taşıdığı önemi belirleyen, niteliğe ve niceliğe ilişkin inançlardır şeklinde tanımlayabiliriz.
Bir insan, diğer insanların, onlara ait özellikleri, niyetleri ve istekleri, davranışları hakkında hüküm verirken, kendisine ait olan değerler penceresinden bakar. Bu pencereden gördükleri, çerçeve içerisinde kalıyorsa onaylar aksi taktirde yadırgar ve reddeder.
Kişisel ve toplumsal, yani kültürel değerlerin ne olduğunu netletleştirdikten sonra, “Evrensel Değerler” ifadesi ile neyin işaret edildiğini anlamaya çalışalım.
Doğaya baktığımızda, onun her bir parçasının kusursuzluğunu ve sayılamayacak kadar çok parçanın, inanılmayacak kadar mükemmel uyumunu görürüz. Bunu, keşfedilmiş en büyük astronomik sistemlerden, gözümüzle görebildiğimiz en küçük parçasına kadar gözlemlemek mümkündür.
Bunun sonucunda ise, söyleyebiliriz ki; doğa belli doğrular, gerçek287
ler, kurallara göre işler ve bu kurallar, gerçekler ve doğrular tüm evren için geçerli olacaktır.
İnsan oğlunun da, bu evrenin içerisinde, onun bir parçası olarak varlığını sürdüğünü, düşündüğümüzde, insanoğlu için de, evrende değişmez doğrular, gerçekler ve kurallar olması gerektiği sonucuna varırız.
Evrensel değerler kavramı da, bu düşünce ışığında ortaya çıkmıştır. Evrensel değer olarak nitelendirilen bir olgunun, uluslararası bir nitelik kazanmış olduğu bütün insanlığı ilgilendirdiği insanın doğasında mevcut olduğu varsayılır.
Günümüzde, evrensel değerler denilince genel olarak, insanın doğuştan sahip olduğu hak ve özgürlükler, belli kriterlere bağlı olarak yaşamasını garanti altına almayı hedefleyen fikri, ahlaki ve sosyal değer yargıları anlaşılmaktadır. Kültürleşme sürecinde tüm dünya milletlerinin paylaşmaları gereken ortak kültür öğeleridir.
Uluslar arası düzeyde insan hakları, hayvan hakları, çocuk hakları, kadın hakları, işçi hakları, hasta hakları ve azınlık hakları olarak algılanmakta ve uygulama alanı bulmaktadır.
Evrensel değerleri, doğanın içinde kendiğilinden var olan değerler olarak tanımlamıştık. Öte yandan, doğa kanunları ile uyumlu olan canlıların güçlendiği, uyumu yakalayamayanların zayıfladığı ve zayıf olanların yine tabiat tarafından elendiği, kanıtlanmış bir gerçektir. Bu gerçek “Doğal Seleksiyon” olarak adlandırılmaktadır.
Kültürün de toplumsal ve canlı bir olgu olduğunu göz önüne alarak, sahip olduğu değerlerin evrensel değerlerle taban tabana zıt olduğu bir kültür düşündüğümüzde bu kültürün dolayısıyla toplumun doğal seleksiyona tabi tutularak, doğa tarafından yok edileceği sonucuna varmak yanlış olmaz.
Tarihte yaşamış üç yüz kadar uygarlığı incelediğimizde bu uygarlıklar içerisinde kültürleri evrensel değerlerden yoksun olanların zaman içinde yok olduğu sonucunu görürüz. Kültürel değerler ve evresel değerler arasındaki ilişkinin ne kadar önemli olduğu görülmektedir.
Bütün bunların ışığında, tarih öncesi çağlardan beri varlığını sürdür288
mekte olan Türk Milletinin, sahip olduğu kültürel değerlerin evrensel değerler ile büyük oranda örtüştüğü, değişimini ve gelişimini evrensel değerler doğrultusunda devam ettirdiği sonucuna varabiliriz. Binlerce yıllık sağlam kültürel kökümüze rağmen Türk Milletinin kültürü de çağımızdaki baş döndürücü bilimsel ve teknolojik gelişmelerle, tüm dünyanın yaşadığı değişim atağı içerisinde payına düşen değişimi yaşamaktadır. Bu hızlı değişimin, tarihimizde yaşanmış olan üstün değerleri kayba uğratmadan, bir gelişim şeklinde yaşatmak ise, değişim istikametinin evrensel değerler doğrultusunda gerçekleşmesiyle mümkün olacaktır.
Halkımızın düşük eğitim seviyesi göz önüne alındığında evrensel değerler ile emperyal değerlerin arasında bir metamorforda olduğunuda unutmayalım.
Her birimiz düşünerek ya da hislerimize başvurarak pek çok değerin evrensel olduğuna hükmedebiliriz. Bu değerlerin insan ve toplum için zararlı olduğu ispatlanmadıkça, bunun yanlışlığı da iddia edilemez.
Günümüzde en çok kullanılan kültürel kavramlardan biri de evrensel kültürdür. Buna bazen küresel kültür denmektedir.
Küreselleşme toplumların yönetimi ve yönetim politikaları, ideolojisi ve kültürleri üzerinde uluslararası sermayenin ekonomik politikası, kültürü ve ideolojisinin egemenliğini kurması ve geliştirmesini anlatır. Küreselleşme yeni-sömürgeciliğe geçişi büyük ölçüde tamamlamayan emperyalizmin kendi için koyduğu yeni isimdir. Küreselleşmede esnek üretim, yerellik, bürokrasinin küçültülmesi, yapısal uyarlamalar, özelleştirme, deregülasyon, gümrüklerin kaldırılması, uluslararası şirketlere garantiler, teşvikler ve teşviki kolaylaştıran yasalar gibi küresel sermayenin ve ortaklarının işini kolaylaştıran, karını artıran ve ona güvenli pazar ortamı yaratan kurumsallaşma ve ilişkinin doğasını biçimlendirme vardır. Bilinç yönetimiyle ilgili meşrulaştırıcı gerekçe ise bu şirketlerin gittikleri yerlerde iş alanı açtığı, istihdamı artırdığı, standartları yükselttiği, demokratikleşmeyi getirdiği gibi iddialardır. Dolayısıyla, ekonomik küreselleşmenin başarısı bilinçsel, bilişsel, davranışsal ve kültürel küreselleşmenin yaygınlık kazanmasına bağlıdır. Bu ikinci türle küreselleşme
289
desteklenerek tamamlanır.
Emperyalizm küreselleşme olarak satılmaya başlandığından beri küresel pazarın kültürü, yani kültürel emperyalizm de evrensel kültür olarak dönüşüme uğratıldı. Küresel kültür çıktığı yerin çok ötesinde işler. Menşeiyle hiç bir gerçek bağ tutmaz; bağlamsızdır, başka yerlerden (ve hiç bir yerden) gelen ayrı elemanlara sahiptir. Ortak bir geçmişle bir bağ kurmaz ve tutmaz; ulusal kültürden farklı olarak “hafızasızdır” veya çok kısa bir hafızaya sahiptir. Aslında küresel kültür teknolojiyle üretilmiş, bilinç yönetimi yapıları içinde hesaplanmış bir kültürdür. Görünüşte bir yere, dine, inanca, dünya görüşüne bağlı değildir, kopmuştur ve yansızdır. Varlığı önce teknolojik kitle üretimine ve uluslararası dağıtıma bağlıdır; sonra da tüketen kitlelere. Sürekliliği uluslararası pazar yapısı ve iletişim sistemlerine bağlıdır.
İnsanın toplumsal yaşamında hiç bir şey her insanı kapsayan evrenselliğe sahip olamaz. Doğum, ölüm, üretim, yemek, içmek, barınmak ve iletişim gibi evrensel gerçekler vardır, fakat evrensel gerçekler somut insanın somut yaşam koşullarında evrenselliğini yitirir. Kadınların doğurduğu evrensel bir gerçektir, çünkü dünyanın her yerinde kadınlar doğurur. Fakat dünyanın her yerinde kadınlar aynı şekilde doğurmaz, aynı şekilde çocuk yetiştirmez. Dolayısıyla evrensel gerçek ile kültürü karıştırmamak gerekir. Evrensel gerçek somut sosyal üretimin kültürel pratiğinde evrensel karakterini yitirir.
Niceliksel çoklukla evrenselliği de karıştırmamak gerekir. Evrensel olanı belirleyen nicel çokluk değil, nitel karakterdir. İnsanların susadığı ve su içtiği evrensel bir gerçektir. Suyun ne tür olduğu, nasıl içildiği ve suyun içilmesinden ne tür doyumlar elde edildiği kültüreldir. Herkesin Coca Cola içmesi, Coca Cola kültürünün evrenselliğini anlatmaz; bir tüketim kültürünün diğer kültürler üzerindeki egemenliğini anlatır. Herkesin Coca Cola içmesi evrensellik için yeterli bir koşul değildir, o kültürel pratiğin her yerde yeniden üretilmesi ve anlamlandırılmasında ortaklık olmalıdır: Her yerde herkes Coca Colayı aynı nedenlerle, aynı doyumlarla ve aynı atıflarla içmezler. Mal tüketiminin nicel yaygınlığı290
nın nedenleri, sağladığı psikolojik doyumlar ve giderdiği gereksinimler aynı değildir. Dolayısıyla, tüketim her yerde olsa bile, evrensel kültürdenbahsedilemez. Dönerin her yerde yenmesi döner kültürünü evrensel bir kültür yapmaz. Marlboro içen biri Amerikanın bir parçasına sahip olamaz. Aslında evrensel kültür imkansız bir düştür!
Global köyün insanları, özellikle Batılıların dışındakiler, 1980’den beri elektronik medyanın haber, hayal ve imaj dünyasının içine kitleler halinde atılmışlardır, fakat küreselcilerin iddiasının aksine, globalleşme ve dönüşüm siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel farklılıklar ötesine geçerek insanları egemen bir dünya cemiyetinin üyesi yapmamıştır. Üyelik ile kölelik ve sömürü karıştırılmamalıdır. Zincire vurulanın zincirine üyeliği, zincirine vurgunluğunu (sahte bilinci) anlatır ve bu üyelik zincire vurulmanın (örneğin ücret köleliğinin) ortadan kalktığını (veya emperyalizmin olmadığını) anlatmaz Evrensellik ve küresellik; baskınlığı, boyun sunmayı, boyun sundurmayı ve mücadeleyi içinde taşıyan bir öznelliği anlatır.
Evrensel kültür: Farklı ırkları, farklı dilleri içine alan kültürdür. Bütün kültürleri içeren bir kültür çeşididir.Tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan her türlü değerlerle bunları kullanmada sonraki kuşaklara iletmede kullanılan insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların tümüdür.
Günümüzde en çok kullanılan kültürel kavramlardan biri de evrensel kültürdür Buna bazen küresel kültür denmektedir
Küreselleşme toplumların yönetimi ve yönetim politikaları, ideolojisi ve kültürleri üzerinde uluslararası sermayenin ekonomik politikası, kültürü ve ideolojisinin egemenliğini kurması ve geliştirmesini anlatır. Küreselleşme yeni-sömürgeciliğe geçişi büyük ölçüde tamamlamayan emperyalizmin kendi için koyduğu yeni isimdir. Küreselleşmede esnek üretim, yerellik, bürokrasinin küçültülmesi, yapısal uyarlamalar, özelleştirme, deregülasyon, gümrüklerin kaldırılması, uluslararası şirketlere garantiler, teşvikler ve teşviki kolaylaştıran yasalar gibi küresel sermayenin ve ortaklarının işini kolaylaştıran, karını artıran ve ona güvenli pazar
291
ortamı yaratan kurumsallaşma ve ilişkinin doğasını biçimlendirme vardır Bilinç yönetimiyle ilgili meşrulaştırıcı gerekçe ise bu şirketlerin gittikleri yerlerde iş alanı açtığı, istihdamı artırdığı, standartları yükselttiği, demokratikleşmeyi getirdiği gibi iddialardır Dolayısıyla, ekonomik küreselleşmenin başarısı bilinçsel, bilişsel, davranışsal ve kültürel küreselleşmenin yaygınlık kazanmasına bağlıdır Bu ikinci türle küreselleşme desteklenerek tamamlanır
Ulusal kültür: Ulusal (milli) kültür, bir millete kimlik kazandıran, diğer milletlerle arasındaki farkı belirlemeye yarayan, tarih boyunca meydana getirilen o millete ait maddî ve manevî değerlerin uyumlu bir bütünüdür. Bir toplumu millet yapan ve onun bütünlüğünü sağlayan ulusal (milli)kültürdür. Bir millete özgü bilgi, inanç ve davranışlar bütünü ile bu bütünün parçası olan maddi nesneler.Bir milletteki toplumsal yaşamın dil, düşünce, gelenek, işaret sistemleri, kurumlar, yasalar, aletler, teknikler, sanat yapıtları gibi her türlü maddi ve tinsel ürününü kapsamına alır.
Milletlerin, tarih boyunca geçirdikleri pek çok sarsıntılı anlardan bile hiç elden bırakmadıkları bir takım değerleri vardır. Bu değerler, fert fert olduğu kadar toplumun bütün katlarında da aynı şevk ve heyecan kaynağı olur. Çünkü bu değerler o milleti meydana getiren bütün kişilerin ve zümrelerin ortak var oluş kaynakları, var oluş sebepleridir. Devletler, başka devlet ve milletlerle olan münasebetlerine hep bu millî değerleri açısından bakmak zorundadırlar. Yeni ortaya çıkan durumları da milletler ve millî değerler çerçevesinde değerlendirip yollarını ona göre çizmek durumundadırlar. Bu millî değerlerin bir kısmı ortaktır. Yani diğer milletler ve devletler de aynı değerlere sahip olmak arzusu besleyebilirler. O değerlerin yanında bir takım millîlik vasfı taşıyan pek çok özel değerler vardır. Türk milleti olarak bizim millî değerlerimiz, vatan sevgisi, bayrak, millî marş, istiklal, dinî inançlarımız, gelenek ve göreneklerimiz, yakın tarihimizde geçirmiş olduğumuz mücadeleler, devlet ve millet büyüklerimiz, tarihî kişiliklerimiz vb. sayılabilir.
292
Hakikaten ne oldu bize... Yoksa biz mankutlaştık mı?
Herhalde dünya tarihi hiçbir çağda bu kadar mankuta (köleye) sahip olmamıştır. Çünkü kitlelerin duygu ve düşünceleri hiçbir zaman bu kadar telkin ve propagandanın açık imkanlarıyla zincire vurulmamıştı.
Bu çağdaş köleliğin boyutları kadim kölelikten çok daha büyük... İşin en vahim yönü de; zincirlerini kolye, kafeslerini saray zanneden günümüzün çağdaş köleleri eskiler kadar şanslı da değil. Çünkü şimdikileri köle olduklarına inandırmak hayli zor.
Ekranda ard arda geçiveren anlık imaj ve görüntüler uzun vadede yavaş yavaş tesirini gösterdiği için seyredilen haber, filim ve dizilerdeki hayat tarzlarının, kültürlerin, ekonomik ve siyasi mesajların tuzağına düşen insanımız tehlikenin büyüklüğünün farkında değil.
Belki çoğumuz kalbimizin nokta nokta siyahlandığını hissediyoruz. Ama sisteme öyle narkozlanmışız ki. Bu fasit dairenin dışına bir türlü çıkamıyoruz.
Yine çoğumuz pişmanlıklar kuşağı içinde bocalamakta ve vicdanındaki sessiz çığlıkları suçluluk psikolojisi içinde bastırmakta.
İşte size kazanma kuşağından kaybetme noktasına gelmiş binlerce ebeveynin feryadından sadece biri:
“Ben tam 25 sene ailemle Almanya’da yaşadım. Çocuklarımı onların çarpık kültüründen korumak için de ülkeme döndüm. Fakat burada beş sene içinde televizyon sayesinde oralarda dahi göremediğimiz bir yabancı kültür bombardımanına tutulduk. Şimdi çocuklarımın durumunu endişe ile seyrediyorum. Hergün bizden biraz daha uzaklaşıyorlar. Kısacası yağmurdan kaçarken doluya tutulduk. Yetkililer buna çare bulsunlar. “Bir mütefekkirimizin: “İnsanlar ne kadar garip! Yabancı girmesin diye evlerinin kapılarını kilitliyorlar, sonra da televizyonlarını açıyorlar” ifadesiyle anlattığı modern çağ insanının bu yeni aile reisi olan televizyonu değişik bir perspektiften ele alacağız.
293
Terörist televizyon
Ünlü antropolog ve İletişim Bilimci Arthur Asa Berger, televizyonu bir “terör aygıtı “ olarak nitelendirmekte sanırım haksız sayılmaz.
Beyaz camın icadıyla birlikte hızla değişikliğe uğrayan dünyamızda, siyasî terör yerini ruhî ve diğer terör tiplerine ittiği bir gerçek.
Ülkeler, hava alanlarında uçak kaçırmaya teşebbüs edecek teröristlere karşı çok sıkı tedbir almalarına mukabil, kültür teröristleri dünyanın dörtbir yanında ceza korkusu duymadan, manevî değerleri çökerten silahlarını rahatça kullanabiliyorlar. Bu teröristlerin başında da Batı ve özellikle A.B.D. gelmektedir. Yıkımları o kadar korkunç ki, kendisi de aynı millete mensup olmasına rağmen yazar John Holford bile yapılanları itiraftan kendini alamıyor:
“Amerika ve İngiltere başlarına ne gelirse hak etmiş olacaklardır. Zira bütün dünya onların ekranlarından, artistlerin cinayet, zina, ‘.. ırza geçme hadiselerini sergilemelerini seyrediyor; şarkıcıları ise müstehcen şarkıları haykırarak insanlarının milli günahlarını artırıyorlar. “
Bütün dünyayı tesiri altına alan Amerikan gösteri sanatları (eğlence endüstrisi), ürettiği; şiddet müstehcenlik ve cinsi sapıklık dolu filmlerini, birçoğu kendi ülkesinde yayın yasağına konu olmasına karşın üçüncü dünya ülkelerine pazarlanmakta oldukça mahir davranmaktadır.
Hatta bu ustalığını Avrupa ülkelerine karşı da göstermekte ve AB sözcülerinden Jacques Delors bir konuşmasında şöyle yakınmaktadır. “Avrupa Topluluğu televizyonlarında yayınlanan kurgu programlarının % 70’i topluluğa üye olmayan ülkelerden gelmektedir. Bunların yarısı da Amerikan üretimidir.”
Delors yakınmakta haklıdır. Çünkü haftalık Le point dergisinin bir araştırmasına göre: Fransa’nın altı televizyon kanalından bir hafta içinde 670 cinayet. 848 kavga, 15 ırza geçme. 419 silahlı saldın, 14 adam kaçırma. 11 soygun, 8 intihar, 32 rehin alma, 27 işkence, 18 uyuşturucu kullanma, 13 boğmaya teşebbüs. 11 savaş, 20 seks sahnesi gösteriliyor.”
Sadece Fransa’da değil diğer Avrupa ülkelerinde de durum bundan farklı değildir.
294
Düşünen bazı Batılı kafalar da bundan oldukça şikayetçi. Gençleri saldırgan, cinsi sapık ve cani haline getiren filimlerin yasaklanmasını istiyorlar. Çünkü bu sahneleri seyreden gençlerin kafalarına güçlü olan üstündür felsefesi işlendiği için kuvvetperestlik, hakperestliğe tercih edilmekte ve sonuçta gençler gayri meşru yollarla güçlü olmanın yollarını aramaktalar. Sonuçta da, ya çete ve mafyalara adam yetişmekte veya hapishaneleri suçlular almamakta.
Ahlak bozucu filmlerin sonucu da, sefih hayatın iştah kabartan görüntüleri tasvir edilerek şehvet kamçılanmakta ve akıldan çok hislerine hitap edilen gençlerin kendilerine hakim olmaları mümkün olmamakta. Bunun akıbeti de ar ve namus duyguları kurumuş, hissiz ve vicdansız canavarlaşmış yığınlar…
Wisconsın ve Manitoba Üniversiteleri’nde yapılan iki araştırma yukarıdaki tespitlerimizi pekiştirici mahiyettedir; “Filme alınmış cinsî şiddeti izleyenlerin, bihassa kadınlara karşı, daha fazla saldırgan davranışlara kışkırtıldıklarını ortaya koydu. Manituba Ünv. araştırmasınca da; bu artmış saldırganlığın en az bir hafta devam ettiğini göstermektedir.”
Bütün bu objektif sonuçlara rağmen kapitalizmin acımasız çarkları içinde pazar kapma savaşı veren televizyon şirketleri “şiddet iyi televizyon üretir” felsefelerini menfaatleri gereği bırakmamaktalar. Onlara göre başarılı bir yayın; azamî heyecan, yoğun duygu ve eğlence ihtiva eden bir yayın olmalıdır.
Uzun yıllar BBC’de vazife yapmış Martin Esslin’ın şiddet konusundaki tesbitleri oldukça düşündürücü: “... Ne var ki heyecan konusunda azalan verim kanunu işlenmektedir. Seyirciler şiddete alıştıkça, şiddet tesir uyandırabilmesi için daha şiddetli olması gerekir. Bu ana yayın kuşağındaki dramatik diziler için olduğu kadar, haberler için de geçerlidir. Ve haber programlarının editörleri şiddet hangi haber programında olursa olsun seyirci kazanabilmek için merkezi bir yere koymaktadırlar. Terörizm, bombalamalar. suikastler, adam kaçırmalar ve rehin almalardaki artışın televizyonun mahiyetiyle ve onun dünyadaki birinci bilgi kaynağı durumuna yükselmesiyle yakından ve organik bağlantısı olduğu çok a295
çık. Çağdaş suçluların T.V. ‘ye çıkma talebine alışır olduk.”
T.V.’deki cinselliğin ve şiddetin çoğalması uzun dönemde zararlı bir tesir gösterecektir, ama sadece T. V. izleyicileri tarafından şiddete daha fazla dayalı eylemlerin teşvik edilmesinde değil, aynı zamanda bu malzemelere (görüntülere) maruz kalanların duyarlılıklarının adım adım köreltilmesinde tesirli olacaktır.
Çağın nimeti ya da vebası internet
Öyle bir dönemde yaşıyor, öyle teknolojik gelişimlere şahit oluyoruz ki, adeta baş döndürmekte. Gaz lambalarının kullanımını da gördük, teknolojinin – özellikle bilgisayar ve internet alanındaki – gelinen son noktasını da gördük. Bilmiyorum bu denli hızlı teknolojik gelişmelere şahit olacak başka bir kuşak gelir mi?
“Bilgi otobanı” olarak da adlandırılan internet, bilgi çağının en anlamlı teknik ve toplumsal kazanımlarından biridir. Tüm dünyada milyonlarca ana bilgisayarı birbirine bağlayarak olağanüstü büyük bir ağ oluşturmaktadır. Yaklaşık 160 ülke bu ağa bağlanmış durumdadır.
Bir iletişim ağı olan internet aracılığı ile dünyanın herhangi bir yerindeki bir bilgisayarla bağlantı kurarak karşılıklı bilgi alışverişi sağlamak mümkündür. Yine internet aracılığı ile dünyanın herhangi bir yerindeki bir kütüphaneden yararlanmak, ya da bilimsel bir toplantıya katılmak da mümkündür. Yerinden alışveriş, yerinden bankacılık, hatta işe gitmeden evden çalışma vb gibi kullanımlar insanın sosyal yaşamını etkileyebilecek unsurlardır.
Artık evlerimizdeki her eşya da internetle etkileşimli olacak. Yani internetin kullanım alanları her geçen gün genişleyecek. Belki de gelecekte hava ve su insanlık için neyse internet de öyle olacaktır.
Ancak teknolojik gelişmeler insana her zaman arzu ettiği huzuru vermeyebilir. Vaktiyle bir köye çok geç de olsa elektrik bağlanır. Bütün köylü bunun sevinciyle köy meydanında toplanarak ellerindeki tüm gaz lambalarını kırarlar. Ancak köyde elektrik kesintisi başlar. Tüm gaz lambalarını da kırmış olan köylünün durumu daha da kötüdür artık.
296
İnternet’in sundukları çok geniştir ve bu kadar bilgi arasında, bilinçsiz bir kullanımla, insan yolunu çok kolay kaybedebilir. İnternet’in, şu an için, çok fazla güvenli olduğu söylenemez. Nadiren de olsa, kişisel iletiler (e-posta, e-mail) kötü amaçlı kişiler tarafından yasal olmayan yollarla ele geçirilebilir. Özellikle – çok güvenli olduğu söylense de
– internet bankacılığı sebebiyle insanlar büyük maddî zarara da uğrayabilmektedir. Yine uluslar arası dolandırıcılar, internet kullanıcılarının telefon hatlarını çeşitli numaralara yönlendirerek büyük vurgunlar yapmakta.
Ayrıca henüz yeterince bilinçlenmemiş çocuk ve gençlerimizin adeta internetin kucağına itilmesi, belki de doğabilecek zararların en büyüğü olacaktır. Çünkü internet, yararlarının yanı sıra pek çok tuzaklarla da doludur. Bu tuzaklar maddî zararlara sevk eden tuzaklar olabileceği gibi, manevî zararlara sevk eden tuzaklar da olabilmektedir. Tamamen ahlaksızlığı çağrıştıran kimi reklâm sayfalarının peşine düşen insan kendisini büyük bir rezilliğin içerisinde bulabilir.
Bilgisayar ortamındaki sohbet ise, gerçekte tam bir kör dövüşüdür. Konuşan ve dinleyenin yerini, yazan ve okuyan aldığında, aradaki ilişki yalnızca ekranda beliren standart harf dizileriyle gerçekleşir. Chat, geleneksel sohbetin temel şartı olan tanışıklığı da ortadan kaldırmaktadır. Birbirlerini hiç tanımayan ve hatta tanımayacak olan insanlar bile, bir tanışıklık yanılgısı içinde bu sanal sohbeti gerçekleştirebilir. Uzaklık kavramı internet kullanıcıları için hiçbir anlam ifade etmez; ancak söz konusu olan chat yapmaksa, bu kez insanlar çevrelerindeki sayısız ihtimali görmezden gelerek, önlerine pek çok elektronik donanım ve kilometrelerce aralar koyarlar. Bu durum gerçekten de çok trajik bir çelişkiyi gözler önüne sermektedir.
İnternet, kişiler arasındaki mesafe, yaş, cinsiyet, ırk, kültür vb gibi gerçek dünyada önemli olabilecek pek çok özelliği de ortadan kaldırmaktadır.
Bilinen adıyla chat’leşmek, aslında “yabancı olmanın” en belirgin ve belirleyici seviyesidir. Reklâmların etkisiyle internet sözcüğünü
297
duyan kimse doğal olarak internetin bir tür eğlence aracı olduğunu düşünecektir. Kimi çevrelere göre internet bir eğlenme ve özgürleşme aracıdır. Aslında eğlence ve özgürleşme, modernliğin bir telkini olmakla birlikte, bu kavramlar çerçevesindeki yaşam alışkanlığının sürekli özendirilmesi de ideolojik bir söylemdir. İnternet kullanıcısı eğer eğlendikçe özgürleştiğini düşünecekse, gerçekte internetin sınırsızlığını hiçbir zaman kavrayamayacak demektir, çünkü eğlence, internetin en popüler yanıdır ve kullanım amacına yönelik olarak ne kadar büyük bir oran teşkil etse de, gerçekte internetin imkânları göz önünde bulundurulduğunda, bu imkânların çok küçük bir kısmına karşılık geldiği tartışılmazdır. Buna bağlı olarak öncelikli sorumluluklarımız- dan artakalan boş zamanlar, günümüzde büyük oranda medya tarafından işgal edilmişken, medyanın interneti tanıtma ve pazarlamalarında benimsedikleri yöntemle kendi işgal alanlarına interneti de ortak etmeleri dikkat çekicidir.
Çevremizle olan ilişkimizi düzenleyen, belirleyen ve bu anlamda da sınırlayan, günümüz için vazgeçilmez bir önemi olan, sahip olduğu boyutlarıyla şimdiye kadar hiç şahit olmadığımız bir dünyanın kapılarını açan ve bir ‘vazgeçilmez’ olarak hayatımıza giren yeni bir aygıt olan internetin sunduğu imkânlardan yararlanmak hakkına sahip olan çağımız insanı, millî ve manevî değerlerimizden asla taviz vermeden onunla yaşamasını da öğrenmesi gerekmektedir.
Şu hususu asla akıldan çıkarmayalım ki; “Bir bıçak cerrahın elinde olursa can kurtarır, caninin elinde olursa da can alır.” Bilgisayar kullanımı okul öncesi çağlara kadar inmiştir ve çocuklar tıpkı yetişkinler gibi internetin her türlü olanaklarından yararlanmaktadırlar.
Çocuklar, adeta bilgisayar oyunlarının içine hapsolmakta, sanal dünyanın içinden çıkamaz halde saatlerce ekran karşısında durmaktadırlar.
Bilgisayar kullanımının dozunu tutturamayan kullanıcılar Bilgisayar kullanıcıları, tüm gün ve gece bilgisayar başından kalkmadan oyundaki karakterini yöneten, hayattan kopuk kişiler haline geliyor. Çocuklar odadan çıkmaya, hatta su, tuvalet gibi ihtiyaçlarını bile karşılamaya gerek duymuyor. Yarattığı sanal dünya içinde kendine yer edinmeye çalışıyor.
298
Yüz yüze iletişim yerine sanal dünyayı tercih ediyor. Çekingen ve sosyal ortamdan uzak duran bu çocuklar, sosyal anksiyete rahatsızlığına sahip olmakta, internet ve online oyunları bağımlılık halinde kullanmaktadır.
Ortaya Çıkabilecek Başlıca Problemler
Hiperaktivite davranışlar: Saatlerce bilgisayar başında hareketsiz kalan çocuklar enerjilerini boşaltamamaktadırlar. Enerjilerini boşaltamamaları ve oyunlardaki bir takım öğeler çocukların daha çok saldırgan ve hırçın olmasına sebep olmaktadır.
Şiddeti Normal Görme: Oyunlardaki şiddet, çocuğun gerçek yaşamda da bunu normal görmesine sebep olmaktadır. Son zamanlarda çocuk suçlu sayısının artmasında bu oyunların etkisi dikkate alınmalıdır.
Epilepsi Nöbetleri: Ekranda yayılan radyasyon, epilepsi (sara) nöbetlerine sebep olabilir. Bilgisayarın bu zararı çok da dikkate alınmamaktadır.
Oyunların yararları derken zararlarını da ıskalamayalım Dünya çapında bir çok fakültede bu konuda araştırmalar yapılmış ve sonuç olarak aşırıya kaçılmadığı takdirde bilgisayar oyunlarının özellikle zeka konusunda çok yararlı olduğu keşfedilmiştir.
Bilgisayar oyunlarının, çocuğun sembolik kodları çözme yeteneğini ve analitik düşünmesini geliştirdiğini ortaya koymuştur
Bilgisayar oyunları oynayan çocukların teoriyi pratiğe dönüştürmekte çok daha başarılı olduklarını bazı sorunlarda da diğer yaşıtlarından daha zeki oldukları saptanmıştır.
Sosyal etkinliklerde ise oyunların bir sohbet konusu olduğunu ve arkadaş bulmakta bir araç olarak kullanıldığı, bu sayede sosyal bir çevre edinildiği, zira oyunların bazı sosyal çevrelere adapte olmakta kişiye zorluklar çıkardığı ve kimi kişiliklerde içedönüklük yarattığı saptanmıştır.
Kültürel özelliklerine gelince, bilgisayar oyunlarının büyük bir çoğunluğunun İngilizce olması kuşkusuz kişinin bu dile merakını arttırır, pratiği ve telaffuzu geliştirir.
Ancak tüm bu olumlu kazanımlar aşırıya kaçılmadığı takdirde ge299
çerlidir.
Aileler işi ciddiye almalı
Bazı oyunların içerdikleri şiddet ve cinsellik nedeniyle ailelerin bu konunun üstünde çok daha fazla durmaları gerekiyor. Oyunların üzerinde alıcıları uyaran yazılar bulunuyor ancak ailelerin bunları çok fazla önemsemiyor.
Satıcılar, satılması yasak ürünleri satıyor. Satıcılar da, çocukların almaları yasaklanmış oyunları satmak konusunda özensiz davranıyor.
Ne yapmalı?
En önemli çözüm, “ilgi”dir. Yeterince ilgilenilmeyen çocuklar daha çok bilgisayar başındadır…
Anne babalar, “aile birliği”ne önem vermelidir. Eşler, çocuklarına ve birbirine zaman ayırmalıdır. Eğer aile üyeleri saatlerce televizyona, dizilere dalmakta veya tüm zamanını gece ziyaretlerine ayırıyorsa çok büyük bir sorun var demektir. Televizyonun başından ayrılmayan ebeveynler, çocuklarına ders çalışma alışkanlığı kazandıramazlar. Ne kadar çalışılması gerektiğini anlatırlarsa anlatsınlar, anlattıkları adeta masal gibi gelecektir çocuklar için. Önce anne baba televizyon ve bilgisayarın başından ayrılmalı ve örnek olmalıdır.
Anne babalar emir-komut vermemeli; çocuklarını dinlemeli, onlara sevgisini söz ve davranışla göstermeli, kaygılarını, korkularını, sorunlarını dinlemeli, birlikte çözüm bulmalıdır. Ailelerin belli bir ölçüde bu tip oyunlara kısıtlama getirmesi, çocukların sosyal aktivitelere motive edilmesi bilgisayardan uzaklaşmanın en önemli yoludur.
Çocukların grup olarak yapacakları spor oyunları çözüm olabilir. Böylece hem çocuk sosyalleşecek ve yeni arkadaşlar edinecek hem de zamanını bilgisayar ve televizyona ayırmayacaktır.
Sorun aslında tahmin edilenden daha büyük. “İnternet bağımlılığı” adıyla yeni bir hastalık literatüre girmiştir. Sırf bu bağımlılıktan boşanan eşler, parçalanan aileler var.
300
Lütfen çok geç olmadan çocuklarınıza gerekli ilgiyi gösterin.
Bu konuda okul rehberliklerinden ve psikolojik danışma merkezlerinden yardım alın.
Akıllara hemen şu soru gelmektedir: nedir bu “İnternet Bağımlılığı”? İşte bu soruya cevap verebilmek ve bu rahatsızlığı daha iyi anlayabilmek için ilk önce bu bağımlılık çeşidinin belirtilerinin açıklanması gerekmektedir. Daha sonra bu konu ile ilgili yapılmış olan önemli araştırmaların sonuçlarına bakılacak ve kimlerin bu tip bir bağımlılığa mehilli olduğu veya bir başka deyişle risk grubunu oluşturan kişiler açıklanacak ve son olarak ise internette yoğun olarak kullanılan chat (sohbet) odaları inceleme altına alınacaktır.
“İnternet Bağımlılığı”nın nasıl bir rahatsızlık olduğunun net bir şekilde anlaşılması açısından bu rahatsızlığın belirtilerinin açıklanması gerekmektedir. Eğer bir birey 12 ay boyunca aşağıdaki belirtilerin 4 veya daha fazlasını gösteriyor ise bu kişide İnternet Bağımlılığı olduğu düşünülmektedir.
İnternete bağlı değilken bile internet hakkında olan düşünceler
*Sosyal medya adı altında oluşan organizasyonlar genel eğilim itibariyle şeytani tuzaklarla bezelidir.
*Tatmine ulaşılması için giderek artan bir şekilde İnternet kullanımı,
*İnternet kullanımını kontrol edememe,
*İnternet kullanımını kesmeye veya harcadığı zamanı düşürmeye çalıştığında kişinin huzursuz hissetmesi ve daha çabuk sinirlenmesi,
*İnternet kullanımını gerçek hayat problemlerinden bir kaçış gibi görmesi,
*İnternette daha fazla zaman geçirmek için ailesine ve arkadaşlarına yalan söylemesi,
*İnternet kullanımı yüzünden eğitim, iş veya kariyer fırsatını riske atması,
*İnternet erişimi için harcanan olağandışı ücretlere rağmen kullanı301
ma devam edilmesi,
*İnternete bağlı olmadığı zamanlarda kişinin sosyal yaşamdan geri çekilmesi veya içine kapanması,
*İnterneti ilk kullanmaya başladığı zaman ile karşılaştırıldığında şu anki kullanım süresinin uzaması,
Eğer birey yukarıda açıklanmış olan belirtileri 12 aydan kısa bir süre için gösteriyorsa bu kişi internete bağımlı değil diye adlandırılmaktadır. Ayrıca yukarıdaki belirtileri gösteren bireylerin eğitim, meslek, sosyal ve finansal alanlarda güçlük çektiği açıkça görülmektedir.
Modern hayatın olmazsa olmazları” listesinin başında bilgisayar geliyor. Bilgisayarlar pek çok alanda işleri kolaylaştırmanın yanısıra oyunlarla eğlence aracı olarak da kullanılıyor. Ancak uzmanlar, bilgisayar oyunlarının, çocukları daha saldırgan, daha saygısız ve hantal hale getirdiği konusunda aileleri uyarıyor.
Oyunlar, çocukları saldırgan, hantal ve saygısız hale getiriyor
Başta ABD olmak üzere aileler, bilgisayar oyunlarındaki şiddet konusunda ne kadar endişelenseler de, meselenin ciddiyetini kavramaktan çok uzaklar.
Çocukları saatlerce bilgisayar başında tutan şiddet içerikli oyunlara dikkat çeken uzmanlar, bu oyunların çocukları şiddete sevk ettiğini ve sosyalleşmelerine engel olduğunu ifade ederek ebeveynleri dikkatli olmaya çağırmaktadırlar.
Bilgisayarla birlikte hayatımıza giren oyunlar, akıl sağlığını tehdit eder hale geldi. Önceleri birkaç saatte biten bilgisayar oyunları artık 8-10 saati buluyor. Yeni nesil oyunlarda adeta sanal bir dünya kuruluyor. Kişi oyunlarda çok iyi korunan bir bankayı soymaya çalışıyor, bir dizi olumsuz koşul altında şirket kuruyor, bir şehri yapılandırıyor ya da saatler süren stratejik savaşlara giriyor. Üstelik bağımlılık yaratan bu oyunların art arda yeni sürümleri piyasaya çıkıyor. İnternet üzerinden binlerce kişinin aynı anda oynadıkları oyunlar bile var. Sektörün cirosu, Hollwyood gibi devi barındıran sinema sektörünü ve aynı büyüklükteki müzik en302
düstrisini geçmiş durumda. Türkiye’de 3 oyun dergisinin tirajı 30 bini buldu. Uzmanlar, bu oyunların kontrollü oynanmasını istiyor. Aksi takdirde psikolojik sorunların ortaya çıkacağına dikkat çekiyor.
Oyun sektörü dünyada 25 milyar dolarlık bir ciroya ulaştı. Bir oyun için milyon dolarlar harcanıyor. Türkiye’de legal olarak senede yaklaşık 40 bin adet oyun satılıyor. Oyunların yüzde 90’ından fazlasının korsan olarak satıldığınıda unutmamak gerekir.
Oyunlar bilgisayarla gelişti. Birkaç dakika süren atari türü oyunlar zamanla yerini daha kapsamlı oyunlara bıraktı. Şimdi saatler alan, haftalar süren oyunlar revaçta. İmparatorluklar kurduğunuz, kentler inşa ettiğiniz veya futbol takımı yönettiğiniz oyunlar olduğu gibi mafya üyesi olduğunuz, cinayet işleyip banka soyduğunuz oyunlar da mevcut. Bu oyunlar şiddet içerikli olmakla beraber bir insanın günlük hayatta yaptığı hemen hemen bütün aktiviteleri içeriyor. Sözgelimi GTA San Andreas adlı oyunda polis katili bir karakter oyuncu tarafından yönlendiriliyor. Karakter sadece çatışmalara girmekle kalmıyor bunun dışında arkadaş ediniyor. Yemek yiyor ve hatta yediği yemeğe göre kilo alıp veriyor. Spor yapıyor. Bu aktiviteler oyunda karakterin fiziksel hareketlerini de etkiliyor. Mafia adlı bir diğer oyunda ise adından anlaşılacağı gibi bir mafya üyesisiniz. Polisle çatışmaya girdiğiniz, diğer yasadışı örgütler ile mücadele ettiğiniz oyunda size verilen görevleri yerine getirmeye çalışıyorsunuz. Silent Hill adlı oyunda ise korku dolu bir macera geçiriyorsunuz. Bilim-kurgu ürünü yaratıklardan kaçmaya çalışıyorsunuz. GTA San Andreas adlı oyun minimum 150 saatte bitiyor.
Oyunlar ne kadar tehlikeli?
Video ve bilgisayar oyunlarındaki ışık efektleri, ender durumlarda çocuk ve gençlerde baş dönmesine ve mide bulantısına yol açabilir. Uzmanlar, bu konuda yapılan uyarılara pek dikkat edilmediğini söylüyorlar. 1993 yılından bu yana ABD’de satılan bilgisayar ve video oyunlarının kullanma kılavuzunda, bu oyunların epilepsiye yol açabileceği uyarısı yapılıyor. Oyun sırasında ara vermek ve aşırıya kaçmamak gerekiyor. O303
yun sırasında başağrısı, görme bozukluğu, baş dönmesi, mide bulantısı, bilinçte kayma, yön bulma bozukluğu, kramp gibi sağlık şikayetleri oluşursa doktora başvurun.
Bilgisayar oyunları şiddete yöneltiyor
Bilgisayar oyunlarının “yaşamak için yok et” düşüncesini çocuklara aşıladığını ifade eden Akbaş, çocukların hoşgörüden uzak, insan bedenini parçalayan oyun kahramanlarını kendilerine örnek aldıklarını bunun kişilik gelişimleri için çok tehlikeli olduğunu bilmeliyiz. Şiddet içerikli oyun ve filmleri izleyen çocuklar, olayların sebep ve neticesini sorgulamamakta, hayatı bir oyun gibi algılamakta, bu durum çocukların sosyal-ailevi ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir.
Bilgisayar oyunlarında genellikle yabancı kültür ve değerlerin reklamlarının yapıldığı, zararlı akımların, farklı inanışların sembollerinin kullanıldığını unutmamalıyız. Bu oyunları oynayan çocuklarımız, kendi kültür dünyamıza yabancılaşmakta, farkında olmadan zararlı akımların etkisi altında kalabilmektedir.
Çocuklarınızı takip edin!
Şiddet ve saldırganlığın çocukluk dönemlerinde öğrenildiğinin hatırlatıldığı yazıda, anne ve babalara “çocuklarınıza şiddet uygulamayın”, “onlara zaman ayırın”, “değer verin”, “çocuklarınızın ne tür bilgisayar oyunları oynadıklarını ve ne tür filmler izlediklerini kontrol edin” ve “şiddetin insan ilişkilerine acı verdiğini ikna edici biçimde anlatın. Bu oyunlara alternatif olarak, çocukların derslerine yardımcı olacak, eğlendirerek eğiten, dini ve ahlaki milli değerlerimizi aşılayan, güzellik, iyilik şefkat, yardımseverlik ve başkalarını düşünme gibi olumlu niteliklere sahip ürünler üretilmelidir.
Irkçı grupların silahı bilgisayar oyunu
Irkçı gruplar gençleri kendi yanlarına çekmek için bilgisayar oyunlarını kullanıyor. “Etnik Temizlik”, “Siyahlara Ölüm”, “Toplama Kampında
304
Av” gibi isimleri bulunan ırkçı oyunlarda, oyunun baş karakterin hedefi beyaz ırktan olmayanları öldürmek.
“Beyazların güç oyunları” olarak adlandırılan bu tür oyunlar ırkçı grupların internet sitelerinden satın alınabiliyor ya da ücretsiz download ediliyor.
Irkçı mesajlar veren oyunların en yenisi olan Etnik Temizlik’in kahramanı, siyahları, Yahudileri ve Latin Amerikalıları bulup öldürmek için şehrin sokaklarında dolaşıyor. Beyaz olmayan kurbanlar öldürüldükçe, oyuncunun puanları artıyor.
Bir Neo-Nazi grubunun hazırladığı “Toplama Kampında Av” adlı oyun ise, II. Dünya Savaşı’nda Yahudilerin toplandığı Auschwitz’de geçiyor.
Avrupa’da bu tür sitelerin faaliyetleri yeni çıkarılan birtakım yasalarla engellenmeye çalışılıyor ancak ABD’de ırkçı siteler üzerinde bir denetim bulunmuyor.
Kişiye özel
Kişiye özel bilgisayar oyunu çağına merhaba. Her yaşa ve düzeye hitap eden bilgisayar oyunları son günlerin en gözde eğlence araçları. Yıllardır çocuklarla özdeşleşen bilgisayar oyunlarının gerçek meraklıları ise yetişkinler. Gökyüzünde, yaşadıkları stresi yeryüzünde bilgisayar oyunlarıyla atan pilotlar genellikle II. Dünya Savaşı’nı konu alan oyunlarda Nazi ordusuna karşı savaşıyor. Pilotların uçak savaşları dışında tercih ettikleri oyunlar ise şehir ve ülkelerin kurulduğu stratejik oyunlar. Üst düzey şirket yöneticileri ise genellikle NBA liginde basket oynuyorlar. Büyük şirket sahipleri ise genellikle stratejik oyunları tercih ediyorlar. Bankacıların tercihi ise genellikle kumar oyunları.
Her yaştan insanın gittiği oyun salonlarında erkeklerin tercih ettiği oyunlar futbol, araba ve motor yarışları olurken İstanbul’un dur-kalk trafiğinde hız yapamayan ve eğlenmek isteyen çoğu taksi şoförü birçok kimse de hız tutkusunu bilgisayar oyunlarında gidermeye çalışıyor. Sürdüğü motoru ya da otomobili dev ekrandan izleyebilen oyuncu mo305
torunun üzerinde çocuklar gibi eğlenebiliyor.
Oyunlar da virüs bulaştırıyor
Bilgisayarları tehdit eden virüsler artık, sadece e-mail ya da web siteleriyle değil oyunlarla da bulaşıyor. Sega’nın Dreamcast oyun konsolu için piyasaya çıkarılan “Atelier Marie” adlı “role-playing” oyun CD’sinin çok tehlikeli bir virüs yaydığı açıklandı.
Oyun CD’sinin içinde bir ekran koruyucu bulunduğu ve bu ekran koruyucu, bilgisayara yüklendiğinde sisteme “Kriz” virüsü bulaştırdığı belirtildi. Oyunu Ekim ayında piyasaya dağıtan Japon şirketi Kool Kizz’e, oyunla ilgili çok sayıda şikayet geldi, bunun üzerine Kasım ayı ortalarında oyun piyasadan çekildi.
Uzmanlar, Kriz virüsünün bulaştığı bilgisayarda, 25 Aralık günü aktif hale geçerek CMOS kurulumu ve BIOS’a zarar verebileceği uyarısında bulunuyor. BIOS, bilgisayarın en önemli fonksiyonlarını yerine getirmesini sağlıyor, eğer BIOS cipi zarar görürse kullanıcı bilgisayar giremiyor ve sorun ancak çipin yenilenmesiyle çözülebiliyor.
Virüs, bilgisayardaki dosyaların yanısıra hard diske de zarar verebiliyor. Anti-virüs şirketi Sophos, virüsün bilgisayarı kullanılamaz hale getirebilecek kadar tehlikeli olduğuna dikkat çekiyor.
Kool Kizz şirketi virüs bulaştıran “Atelier Marie” oyunu nedeniyle kullanıcılardan özür diledi ve CD’ye virüsün, yetkili olmayan bir personel tarafından kazayla bulaştırıldığını açıkladı.
Virüs bulaşan oyunun sadece Japonya’da piyasaya çıktığı ancak oyun meraklılarının aracılığıyla ülke dışına çıkmış olabileceği belirtiliyor.
Bilgisayar çocuğunun hastalığı “Nintendonitis”
Bilgisayar oyunları ile televizyonlara bağlanarak oynanan konsol oyunlarının, çocukların vücut ve ruh sağlığını bozduğu belirlendi. Doktorlar bu hastalığı “Nintendonitis” olarak adlandırdılar.
306
Çocuklar ve gençler arasında hızla yayılan bilgisayar oyunları, adı yeni konulan bir hastalığa yol açıyor. Doktorlar ilk örnekleriyle karşılaştıkları bilgisayar çağının bu yeni hastalığına ‘Nintendonitis’ adını verdiler.
En çok el kaslarını etkiliyor
Amerika’da 11 yaşında bir çocuk geçen yıl Noel hediyesi olarak aldığı konsol setinde oyun oynayarak saatler geçirdiği için elini kullanamaz duruma geldi. Elinde ve omzundaki ağrılar nedeniyle tedavi gören çocuğa ancak sınırlı saatlerde yeni oyuncağıyla oynamasına izin veriliyor.
Amerika’da anne ve babalar, çocuklarının bilgisayar ve konsol oyunları nedeniyle bozulan sağlıkları nedeniyle uyarılıyor. Çocuklara, evde ve okulda el bakım egzersizleri yaptırılması isteniyor.
Nintendo firması, bu yeni hastalığa karşı bir ‘yardım hattı’ kurdu. Buraya başvuranlara, bedava koruyucu eldivenler dağıtılıyor. Amerika’da ise okullarda bilgisayar derslerinden önce ve sonra zorunlu el egzersizleri yapılıyor.
Strese neden oluyor
Çocukların vazgeçilmezleri arasına giren bilgisayar oyunlar, ruh sağlığı açısından da ciddi tehlike yaratıyor. Oyunlarda aynı sahnenin saatler boyunca tekrar tekrar yaşanmasının çocuklarda strese neden olduğu belirtiliyor. Hekimler, Nintendonitis’in stres boyutunu engellemenin tek yolunun ise bu oyunların sınırlı saatlerde oynanması olduğunun altını çiziyor.
Oyun, bilgisayar piyasasının lokomotifi
Sanal oyunların hedef kitlesi olan gençlerin, bilgisayar piyasasının lokomotifi konumundadır. Son yıllarda internet kafelere giden ve evine bilgisayar alan gençlerin önemli bölümünün oyunlara ilgi gösterdiği, hayal gücünün sınırlarını zorlayan moda oyunların internet kullanımının da önüne geçtiğini görmezden gelemeyiz.
Son dönemde piyasaya çıkan üç boyutlu oyunların eski donanıma sahip bilgisayarları zorladığından dolayı, bilgisayarın ana işlem merkezinde verilerin hızlı işlenerek ekrana yansıması, dolayısıyla oyundan
307
keyif alınması için bilgisayarın değiştirilmesi de gerekebiliyor. Bu da keyifli ve oynayanı içine çeken bir oyun için en az bin dolarlık maliyeti gözden çıkarmak anlamına geliyor. Oyunun özelliğine göre bilgisayar bazı ek donanımlarla da güçlendirilebiliyor. Yüksek kapasiteli bir ekran kartı için 80 ile 300 dolar arasında bir harcama yapılabiliyor. Üstelik, bilgisayarın bütün birimleri arasındaki kapasitenin eş düzeyde yenilenmesi de performansın artırılması için şart.
Yeni oyunlar için yüksek donanımlı bilgisayarlara ihtiyaç duyulmasının üretim ve satış planlaması olduğu, yazılım ve donanım şirketlerinin yeni ürünleri, satışlarını artırmak için birbirine paralel geliştirdikleride bir başka gerçekliktir.
Firmaların birçoğunun ortak ticari ilişkilerinin bulunduğunu ve anlaşmalı olduğuna işaret etmeliyiz.
Bilgisayar oyunları eğitici olmalı
Piyasada çocuklara yönelik çok sayıda bilgisayar oyun programları var.
Bu bilgisayar oyunlarının çocuğun gelişmesinde büyük önemi olduğu vurgulanarak ailelerin eğitici ve öğretici oyunları tercih etmeleri gerektiği bildirildi.
Keyfî, şakacı, muhakeme istemeyen savaş oyunları çocuklar için çok caziptir. Bunu dikkate alan üreticiler çeşitli oyunlar üretiyorlar ve bunların halka sunulduğu oyun salonları açıyorlar. İnsanların parasını alıp enerjisini ve zamanını boşa kullandırmanın, onları bu salonlarda uyuşturucu tüccarlarının hizmetine sunmanın dışında başka bir hizmet vermemektedir. Halbuki çocukların muhakeme ve öğrenme kabiliyetini geliştirme yönünde yapılmış olan oyun programları var. Çocuk, oyundaki elemanları kullanarak problem çözer ve bu konuda cesaret kazanır.
Hayata çok yönlü katkıları bulunan bilgisayarlar, eğitim ve öğretim aracı olmaktan çıkıp sosyal yönü tahrip eden, boşa zaman kaybettiren bir kutuda ileri gidemeyecektir.
308
Bilgisayarla gelen hastalıklara dikkat!
Bilgisayar iş hayatında büyük kolaylıklar sağlıyor kuşkusuz. Ancak göz yorgunluğu, nefes alma meseleleri ve bilgisayar koltuğunda oturmaktan kaynaklanan sırt ağrıları gibi rahatsızlıklara yolaçtığı ve bu yüzden bilgisayarla çalışırken, dikkatli olunması gerektiği uzmanlar tarafından söyleniyor.
Bilgisayarın yaydığı zararlı ışınlardan gözü kesinlikle korumak gereklidir. Bunun için bilgisayarın önüne anti-refleks bir cam koyulmalıdır. Bilgisayarı kullanan kişi de polaroit gözlük camları kullanabilir. Ayrıca yarım saatte bir gözü beşon dakika dinlendirmekte fayda vardır.
Bilgisayarın uzun ömürlü olması için nemsiz ve tozsuz bir ortama ihtiyacı vardır. Bu yüzden kapalı bir ortamda olması gerekir. Ancak havalandırma sistemi yapılmadığı takdirde değişik hastalıklara yuvalık yapabilir. Bunu önleyebilmenin tek yolu özel havalandırma isteminin yapılmasıdır. Havanın kurumaması için, kalorifer borularının bulunduğu yerlere tas içerisinde su konulmasının da faydası olabilir. Ayrıca bilgisayarın filtrelerinin sürekli kontrol edilmesi ve tozlarının alınması gerekmektedir.
Bilgisayar karşısında dik oturmaya da özen gösterilmelidir. Bilgisayarın, iş hayatında büyük kolaylıklar sağladığı her-
kes tarafından bilinen bir gerçek. Saymakla bitmeyecek olan kolaylıklarının yanısıra, göz yorgunluğundan tutun da, nefes alma meselelerine ve bilgisayar koltuğunda oturmaktan kaynaklanan sırt ağrılarına kadar pek çok rahatsızlıklara yolaçtığı da uzmanlar tarafından belirtiliyor. Bu yüzden bilgisayarlarla çalışırken, çalışma ortamına, oturma şekline ve ekranla olan diyaloğa çok dikkat etmek gerekiyor.
309
BİRAZDA KOMPLO TEORİLERİ EŞLİĞİNDE MANKURTLAŞMA
Beyin Kontrolü Nedir, Ne Elde Edilmek İsteniyor?
Dünya istihbarat örgütlerinin karşı tarafı yönlendirmek için psikolojik operasyon yapabilmeleri en önemli hedefleridir. İstihbarat örgütleri özellikle CIA ve MOSSAD bu konuya büyük önem vermektedirler. Bir Çin atasözü vardır, “Yüz savaş kazanmak hüner değil, hüner savaşmadan güvenliği sağlamaktır.”
İstihbarat örgütleri bu konuya bilimsel olarak eğilmektedirler. Sürekli çalışmalarla yeni yollar araştırmaktadırlar. Bugün MOSSAD’ın CIA’dan daha başarılı operasyonlar yapmasının iki nedeni vardır. Birincisi, Tevrat’ta Musa Peygamber’e Kenan ilinde casusluk yapmasının emredilmesi. İkincisi de, ideallerinin yüksek fakat güçlerinin az olması ve dünya bilim çevresinde önemli etkinliklerinin olmasıdır.
Bilinen ilk ve en önemli psikolojik operasyon örneği Hasan Sabbah’tır.
Haşhaşi tarikatı da denilen bu örgütlenmede kişiler Haşhaşın etkin maddesi eroinle keyif duygusuna ve cennet inancına şartlandırılıyor. Hasan Sabbah’a itaat ederlerse hep böyle yaşayacaklarına inandırılıyorlardı. Böylece intihar saldırılarını zevkle yapıyorlardı.
Günümüzde işadamından öğrenci, bilim insanından politikacısına herkes için “bağımlılığa yol açan bir tüketim maddesi” yaratılıyor. Bağımlılık yaratıcı maddeler, insanların düşünme şekillerini, cinselliklerinin doğasını, topluluk şekillerini ve kimliklerini değiştiriyorlar. Küreselleşmenin ideolojik saldırısına alet olabiliyorlar.
Fikirlerin ve fantezilerin aktarılmasına yardımcı bir araç işlevi görüyorlar. Bağımlılık uzun zaman ruhsal ve fiziksel bağımlılık olarak ikiye ayrılmışsa da günümüzde bu iki tanım, kişide hem ruhsal hem de fiziksel bağımlılığın aynı zamanda görülebilmesi nedeniyle birbirlerinden ayrı değerlendirilmemektedir. Fiziksel bağımlılık, maddenin varlığına karşı duyulan fizyolojik bir istektir. Ruhsal bağımlılık. “alışkanlık”, “itiyat” gibi
310
diğer bazı terimlerle açıklanır.
Bağımlılık bir davranış biçimini içeren hastalıktır. Kendine özel seyri ve tedavisi vardır. Bağımlılık yaratan maddelerin bir aydan fazla kullanılmaları halinde; iradenin yok olması, unutkanlıkların artması, olaylar arasında ilişki ve sentez kurma zorluğu, düşünce ve davranış bozuklukları, ahlaki değerlerin kaybolması, bedensel ruhsal çöküntü gibi belirtiler kişiden kişiye değişik boyutlar da ortaya çıkar.Bağımlılığın kişisel nedenleri içinde, psikolojik gelişim, katılımsal etkenler, biyolojik etkenler yer alır. Ailesel nedenler arasında ayrı anne baba, anne baskısı ve babanın duygusal itmesi, sosyopot baba, ailenin çocuğu yetiştirme biçimi gibi etkenleri sayabiliriz.
Günümüzde kapitalist yabancılaşmanın aldığı boyut öyle ki,ne çocuklar sorunları anne babalarına açabiliyor, ne de anne babalar çocuklarına yardım edebiliyorlar. Gençler sorunlarını daha çok kendileri gibi bilgisiz ve deneyimsiz olan arkadaşlarıyla tartışıyorlar. Bu da bir yandan da anne babalarının uzaklaşmalarına,hatta sürtüşme ve çatışmalara yol açıyor. Günümüzde ailenin toplumsallaştırıcı işlevi nitelik değiştiriyor. Arabesk kültür ile Emperyalist kültür arasındaki çelişki “globalleşmenin” getirdi kültürsüzleşmenin kültür şoku, aile içi ilişkilerde büyük sarsıntılara neden oluyor. Bunlar, kimi ailelerde eşler arası boşanmalara neden olurken kimi ailelerde de çocuklar ve anne babalar arası büyük uçurumlara yol açıyor. Kapitalizm aile kurumuna bile parayı, piyasayı, yabancılaşmayı sokmuş ve böylece aileyi, sevginin bunlar tarafından tutsak edildiği bir şirkete dönüştürmüştür. Toplumsal etkenlerin içinde, sosyokültürel etkenler, sosyoekonomik düzey, şehirleşme sorunları gibi çeşitli sorunlar ele alınıyor.
1937’de Stalin’in Halk mahkemelerinde dâvâlıların îtiraflarında bazı kimyasallar kullandığı bilinmektedir. Hatta Macaristan Kardinalinin de bulunduğu bir dâvâda dâvâlılar devlete karşı bir tutum aldıklarını birden itiraf etmişlerdi.
Bu durum kesinlikle ahlaki değildir. Mamafih, Dünya Af Örgütü 1992 yılında bir rapor neşretti. Bu durum “İnsanın zihni yetilerini boz311
mayı, yok etmeyi, değiştirmeyi hedefleyen sorgulama prosedürü ahlâki suçtur denildi. Fiziksel işkence sınıflandırması kadar insanlık dışıdır.” düşüncesi benimsendi.
Hangi yöntemler uygulanıyor?
Klasik yöntem; psikolojik faaliyet, propaganda ve beyin yıkama yöntemidir. En sık kullanılan yöntem; kimyasal maddeler kullanılarak kişinin düşüncesini etkilemektir. Son yıllarda üzerinde çalışan ve durulan yöntem ise elektronik implantlar yerleştirilerek kişinin beynini uzaktan kumanda ile yönetme çabalarıdır.
Zihin kontrolü deneylerinde ilk kullanılan madde LSD idi. LSD psikokimyasal bir maddedir. Alan kişide olağanüstü psikolojik değişimler olur. Halüsinasyonlar görür, canlı, neşeli, güçlü duygu, düşünme ve davranışlar içerisine girer.
Bu madde beynin ön bölgesinde DOPAMİN isimli zevk maddesini aşırı salgılamaktadır. Bu maddeyi alan bir kişi inandığı konuda olağanüstü eylemler gerçekleştirebilmektedir.
İkinci Dünya Savaşında hem Hitler hem Amerikan ordusu “Amphetamin” isimli uyarıcı kimyasalı kullanarak askerlerin savaş gücünü arttırmayı hedeflemişlerdir. Hatta Hitlerin milyonlarca psikoaktif madde kullanarak ordusunun hareket kabiliyetini çok hızlı hâle getirdiği bilinmektedir.
İçkisine LSD veya uyuşturucu katan kişilerin kolay intihar ettikleri ve kolay insan öldürdükleri bilinen gerçeklerdir. Bu konu da ABD’de gönüllüler, siyahlar ve eşcinseller üzerinde ilginç deneyler yapılmıştır. Deney yapılan kişilerde akıl hastalıkları, yaşayanlarda da erken bunama, erken yaşlanma gözlemlenmiştir.
Psikiyatride tedavi amacıyla kullanılıyor mu?
Psikiyatrik uygulamada tanı ve tedavi yöntemi olarak kullanılmaktadır. Narkoanaliz olarak tanımlanan bu yöntemde kişiye damardan kısa süre etkili barbibüratlar verilir. Kişi uyku uyanıklık arası bir boyuttadır.
312
Bilinçaltının üstündeki baskılar aralanır. Kişiyle güven ilişkisi içinde psikoterapödik ilişki kurulabilirse bilinçaltı duygular, eğilimler, hatıralar, şartlanmalar ortaya çıkarılır. İlaçlı hipnoz da denilebilen bu yöntem kişinin bilinçaltı çatışmalarını analiz edip onun tedavisini gerçekleştirmek için kullanılır.
Hipnozla beyin yıkamak mümkün müdür?
Hipnoz bilimsel bir yöntemdir. Kişi hipnotik uykuya geçtiğinde vücut ve beyin uyur, fakat terapistle, kişi arasında seçici bir algılama alışverişi kanalı açılır. Böylece kişi yönlendirilir, düşünceleri, duyguları değiştirilebilir. Psikiyatride hastalıklı düşünceleri yok etmek, sağlıklı düşünceler kazandırmak, ego gücünü arttırmak için bu yöntemi kullanıyoruz.
Her bilimsel yöntem gibi hipnozda gösteri malzemesi veya siyâsî amaçla kullanılabilir. Hipnozda ilk şart iki tarafın birbirine güvenmesidir. Daha sonra konsantrasyon gücü artırılır, uygun telkinde bulunulan kişi geçmişine götürülebilir, beyni yıkanabilir, yanlış şeylere inandırılabilir.
Ancak kişiye hipnozda istemediği şeyi yaptıramazsınız. Bazı kişiler telkine çok yatkındır, kolaylıkla girerler. Fakat obsesif ve paranoid denilen güvensiz özelliği fazla olan kişileri hipnotik transa geçirmek çok güçtür.
Elektromanyetik etkileme mümkün müdür?
Evren “Radiant Enerji” denilen yayılan bir enerjiden oluşur, gözümüzle gördüğümüz spektrum bir dalga boyudur. Morötesi ve kızılötesi dalga boyları gözümüzle görülmez. Ancak röntgen filmlerinden, termal kameralara, yeraltı su havza haritalarına kadar bir çok alanda kullanılır. Her elektrik kaynağı bir radyasyon neşreder. Bazı radyasyonlar iyonlama yaparak hücre ölümlerine yol açar. Hidrojen atomu frekansına uygun mikrodalga ile MR gibi beyin tomografileri çekilir. Mikrodalga fırınlarda ışınların camı geçerek tabak içindeki suyu buharlaştırdığını biliyoruz.
313
Mikrodalga ile beyin kontrolü nasıl olur?
Mikrodalga ile uzaktan gürültü hissi oluşturmak mümkündür. Elektromanyetik ritmik vuruşlar kişinin başını elektrikli matkapla oyulduğu hissi uyandırabilir. Çok düşük frekans da (VLF), iyonlamanın olmadığı bir radyoaktivite ile baş ağrısı, çınlama, sinirlilik, depresyon, hâfıza kaybı hatta panik duygusu oluşturulabilir. Radyasyonun diş dökülmesi, kan kanseri, sakat doğumlara neden olduğu yaptığı bilinmektedir. İyonlanmanın olduğu radyasyonlar X ışınları Radyum gibi kanser tedavisinde kanserli hücreleri öldürmek için kullanılır. Bu ışınları uzaktan yönetmek mümkün olmamakta, fakat mikrodalga kaynağını 1-2 km. uzaktan bir hedefe yöneltmek mümkün olabilmektedir. Kötü niyetli kişilerin elinde korkunç bir silah haline dönebilen bir teknoloji insanlık dışı amaçlarla kullanılırsa insanlığın sonu başlar.
Elektronik parça yerleştirmek mümkün mü?
İnsan davranışını kontrol etmek isteyenler hayvan deneylerinde bunu gerçekleştirmişlerdir. FM radyo kanalı ile sinyaller alabilen ve nakledebilen minyatür elektrotlar hayvan kafasına yerleştiriliyor. Maymunda cinsel saldırganlık, boğada âniden durma komutu verme deneyleri başarılı oldu. Yunus balıkları yönetilebildi. ABD’de beynin elektronik uyarılması zihinsel özürlülerde ve eşcinsellerde araştırılmıştır. James Olds isimli araştırmacı beynin hipotalamuş bölgesine elektronik implant yerleştirerek eşcinselleri kontrol etmeyi başardı. Hastalarda korku, heyecan, halüsinasyon oluşturarak davranışlarını ödüllendirdi veya cezalandırdı. Zihin özürlülere de benzer deneyler yapıldı. Bu çalışmalar çok tartışıldı. Bilimin iyiliği değil hastanın iyiliği ön planda tutulması etik kuralına göre çalışmalar durduruldu. FM radyo kanalında sinyaller alabilen ve nakledebilen bu uzaktan beyin elektronik uyarılması ateşli tartışmalara konu oldu. Hatta Fransa’da her doğan çocuğa kimliğini belirtir elektronik parça yerleştirerek ömür boyu nerede olup olmadığını izleyebiliriz tezi bile ortaya atıldı. İnsanın robot gibi tuşlarla kontrol edilmesi çok tehlikeli bir gelişmeydi. Elektronik implantı (Stimoreceiver) bulan
314
Dr. Delgado beynin amigdal ve hipokampus gibi alanlarını canlandırarak neşe, tuhaf duygu, renkli görüntü gözlemlediğini kayıt ederek kitabında açıkladı. Radyohipnotik beyinlerarası kontrol projesi elektronik hipnoz yapmayı amaçlamaktadır. Bu projede kişiye istemediği şeyler yaptırmak mümkün hale gelecektir. Tuşlarla kontrol edilen insana ne yaptırılmaz ki! Elektromanyetik enerjinin biyolojik bilimlerde kullanılması yeni bir gelişme midir? Bugün psikiyatride beynin ürettiği sinyalleri kaydederek beyin fonksiyonel görüntülemesi yapılabilmektedir. Klasik EEG’nin bilgisayar devriminden sonra analog sinyallerin sayısallaştırılması ile beyin haritası çıkarılıyor. Beynin hastalıklı çalışan alanlarını görüntüleyebiliyoruz. Tanı ve tedaviyi güçlendirmek için işe yarayan bir yöntemdir. Hatta ilaç tedavisinin biyoyararlılığını hasta izlerken görselleştirmiş oluyoruz. Elektromanyetik enerjinin tedâvide kullanımı yeni gelişmelerdendir. TMS denilen bir yöntem ile ilgili araştırmalar hâlen sürmektedir. Beynin ön bölgesine elektromanyetik uyarı vererek depresyonu tedâvi etme projesi Elektroşok tedavisine alternatif olarak işe yarayacak gibi görünmektedir.
Bir de duyu ötesi algı nedir?
Birleşik Devletler parapiskolojik araştırmalara büyük bütçeler ayırmaktadır. Beş duyuyu kullanmada insanın geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman hakkında bilgi edinmesi çok ilgi çeken bir konudur. Telepati, Durugörü (Clair-voyance), Altıncı his de denilen bu algılama biçimi hakkında şu anda bilimsel çalışmalarda sağlam deliller yoktur. Sesin, elektromanyetik frekansın, lazerin varlığı başka dalga boylarının varlığına kanıt olabilmektedirler. Zihni kontrol etmenin, ikizlerin, anne-çocuk arasındaki uzaktan duygusal etkilenmelerin nasıl olduğu henüz çözülemedi. Rüya laboratuarlarında telepati yolu ile kavram ve imaj uyandırıldığının gözlemlenmesi elektronik psikiyatri açısından devrim niteliğindeki çalışmalardır.
Durugörü veya beden dışı sezgi denilen bir yöntemde de bazı denekler odada gizlenmiş nesnelerin yerini tespit etmeyi başarabiliyorlar.
315
“Remote Viewing, remote sensing” denilen uzaktan görme ve hissetme özelliği olan insanların bunu nasıl başardıkları bilimsel ilgi alanına girmektedir. Uzaktan görüşün elektromanyetik işleyişi çözülebilirse insanlığın kaderi etkilenecektir. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz insanın zihninin uzaktan kontrol edilmesi dünya için sosyal ve politik etkileri çok fazla oluşacağı gelişmeleri getirecektir.
Elektromanyetik silahlar tehdit ediyor
Takip edildiğinizi, gözetlendiğinizi hissettiğiniz oldu mu hiç? Kimsenin duymadıklarını duyup, görmediklerini mi görüyorsunuz?
Hareketlerinizi kontrol edemeyip istemediğiniz şeyleri mi yapıyorsunuz?
Hafızanızı kaybettiğiniz oldu mu? Çok mu unutkansınız? Ya da insanların özellikle üzerinize üzerinize gelip sizi şiddet, gürültü, kaba muamele vs. gibi yöntemlerle taciz ettiklerini mi düşünüyorsunuz?
Belki de kasıtlı olarak tecrit edildiğinizi ve mali açıdan yoksullaştırıldığınıza inanıyorsunuz...
Muhakkak ki bu ve bunun gibi pek çok soruya farklı cevaplar verilebilir ve bunlar çok çeşitli şekillerde yorumlanabilir. Fakat en sivri yorumlar “delisin” veya “beynin kontrol ediliyor” olurdu herhalde. İki yüzü keskin bıçak yani. Bir bakıma ikisi de paranoyaklık... Zaten ikinci şık eninde sonunda insanı paronayak eder gibi geliyor bana. Belki bu sebepten “zihin kontrol operasyonları” son birkaç aydır iyiden iyiye girdi gündemimize. Ardı ardına bu konuyla ilgili kitaplar basılıyor, televizyon ve radyo programları yapılıyor. Duyuyoruz ama duyduklarımıza inanamıyoruz. İddialar oldukça ciddi. Hal böyle olunca insan sormadan duramıyor “gerçekten de beyin kontrolü mümkün mü?” diye.
Birilerinin bizim bilgimiz ve istemimiz dışında beynimizi kontrol edip bilgi yüklediğini, hatta bu yöntemle cinayet bile işletilebileceğini düşünmek bile korkunç. Hatta bir insanlık suçu. Bu suçun baş failleri ise ABD ve Rusya... ABD’nin baş yardakçıları ise İngiltere ve Kanada. Çin ve Kuzey Kore’nin de masum olduğunu söyleyemeyiz.Aslında beyin kontrol
316
çalışmalarının kökleri Hitler Almanyasına kadar uzanıyor. Öyle anlaşılıyor ki 2. Dünya savaşını müteakip Almanya’dan kaçan bilim adamlarına kucak açan ABD ve Rusya cereyan eden soğuk savaş esnasında boş durmamış ve birer fantaziden öteye gitmemesi gereken düşüncelerini hayata geçirmişler. Zihin kontrolü alanındaki gelişmelerin ilk ipuçlarını, 1969 yılında Dr. Delgado’nun kaleme aldığı “Beynin fiziksel kontrolü-Psiko-medeni bir topluma doğru” adlı kitapta buluyoruz. Delgado beynin içine soktuğu tellerle (elektrot) beynin muayyen bölgelerini uyarıyordu. Örneğin beyninin bir noktasını uyararak parmaklarının büzülmesini sağladığı hastasına parmaklarını aç dediğinde hastasından “Doktor, sanırım sizin elektriğiniz benim irademden daha güçlü” cevabını alıyordu.
Çalışmalar dört bir koldan devam ediyordu. Tarihler 16 Temmuz 1977’yi gösterdiğinde ise New York Times gazetesinde akıllara durgunluk veren bir haber yayınlanıyordu: “ABD insanlığın esir edilebileceği görünmez silahlar geliştiriyor.” Bu haberden sadece bir yıl sonra yayınlanan Walter Boward imzalı Beyin Kontrol Harekatı kitabı ise gelinen noktayı bir nebze olsun aydınlatıyordu. Boward aynen şunları yazıyordu: “Bu araştırmalar; hipnoz tekniği, narkotik-hipnoz, elektronik olarak beyinin uyarılması, ultrasonik, mikrodalgalar, alçak ses frekanslarıyla davranışların etkilenmesi ve davranış değişiklikleri terapisidir. CIA psikolojik silah stoklarını, psişik silahların değişik tiplerini geliştirmeyi başararak artırmıştır. Şimdi bu kabiliyetleriyle yeni tip bir harbe girişmesi mümkündür. Bu harp görünmez, muharebe sahası ise insan zihinleridir.” Diğer bir deyişle kan dökmeden zafer kazandıracak görünmez silahlar. İz yok, delil yok, dolayısıyla suç yok... Kirli emelleri için ne kadar da uygun bir yöntem.
Bir komplo teorisi midir, subliminal mesajlar?
Kısaca bilinçaltını fark ettirmeden etkileme yöntemidir. Gözümüzle göremediğimiz, kulağımızla duyamadığımız fakat beynimizle algılayabildiğimiz mesajlarla karşı kayşıya kalma durumudur.
Göz gördüğüne inanır diye bir söz vardır. Bu söz her zaman için ge317
çerli mi acaba?
Çünkü gözümüz gördüğü birçok bilgiyi beyne gönderir. Bizim bir anlık bile gördüğümüz her türlü bilgi bir yerlerde daha sonra karşımıza çıkabileceğini hiç düşündünüz mü?.
Bilinci Çalınan toplumlar
Her ne kadar ülkemizde bilinmese de yabancı ülkelerde Subliminal mesaj kavramı birçok kişi tarafından bilinir. Subliminal mesajı kısaca kişinin bilinçaltına gönderilen gizli mesaj olarak tanımlayabiliriz.
Kişinin bilinçaltına subliminal mesaj göndermenin bir çok yolu var. Bunları sesli, görsel ve yazı olarak aktarabiliriz. Bunlardan en çok kullanılanı dijital ses dosyalarına gömülen mesajlardır. Üzerinde oynanabilirliği ve işlenilmesi ve yayılması daha kolay olduğundan MP3 dosyaları gizli mesaj için biçilmiş kaftandır diyebiliriz. İnsan kulağı belirli frekans aralıklarındaki sesleri duyabilir.
Ama çeşitli hayvanlar köpekler ve atlar örneğinde olduğu
gibi bu sesler verilerek hayvanları çılgına çevirmek mümkün. Eğer siz bir müzik parçasını rahatça duyabiliyorsanız bu sizin duyabileceğiniz frekans aralığında olduğunu gösterir. İnsan beynini algısı ise daha düşük ya da daha yüksek frekansları algılayabilecek kapasitededir. Subliminal mesaj içeren bir MP3`ü kulağınızla dinlersiniz, ancak içindeki gizli mesajı beyniniz dinler. Bu esnada kulağınız hiçbir şey duymaz. Bu tür mesajlarında daha çok heavy metal müziklerde verildiği iddia edilmektedir.
Yine bu iddiaya göre de bu müziklerde satan (şeytan) kavramı çokça işleniyormuş. Subliminal mesaj göndermenin bir yolu da görüntülü mesajlaşmadır. Siz ekrana bakarken gözünüzün yalnızca göz kırpma hızında bir görüntü ekrana gelip kaybolur. Gözünüz hiçbir şey görmez ancak bilinçaltınız bu mesajı çoktan almıştır. Bir dönem sinemalarda bir kola firmasının ambleminin anlık olarak gelip kaybolduğunu savunan kişiler bazı iddialar ortaya attılar. Daha sonradan bu şirketin subliminal mesaj tekniği ile reklam yaptığı ortaya çıktı. Buda gizli reklam olarak çok defa
318
kullanılmıştır.
Gerçek, görmediklerimiz mi?
Konunun uzmanlarına göre şu an Türkiye`de Kızılötesi ışınlar ve düşük frekanslı reklamlarla tüketiciye gizli propaganda yapılıyor. Bunu özellikle büyük markalar ticari kaygılar ile yapıyorlar. Büyük marketlerde insanlara alışveriş yapma isteği empoze edilmesinden tutunda terörist gösterilmek istenen kişiyi terörist olarak algılanmasına kadar tam bir yönlendirme yapmak mümkün bu teknoloji ile. Subliminal teknik anlamı ile insanın bilinç altını etkileyen, insanın duyu organlarının algısı dışında olan sesler ve görüntülerdir. 1964`te İngiltere, 1974`te ABD olmak üzere dünyadaki 55 ülke insanlarını bu tekniklere karşı korumaya almıştır. O zaman ortaya ciddi bir sorun çıkıyor.
Subliminal teknikle insanlar etkileniyorsa, o zaman insanların doğal olarak kanun yapıcılar tarafından korunması gerekiyor. Subliminal mesajlar bir film seansında saliselik görüntüler halinde verilebildiği gibi afişlere de gizlenebiliyor. Ayrıca müzik de etkili bir araç. Hızlı müziğin insanları alışverişe yönlendirdiği söyleniyor. Hatta psikologların yaptığı bir deneyde çalan müziğin milliyetinin alışverişinde ülke tercihini değiştirebildiği tespit edilmiş durumda.Siyasi arana da ise bu teknoloji çok fazlası ile kullanılıyor. Bu teknoloji ile bir siyasi parti rakip partiyi halkın gözünde kötü gösterebiliyor.
Yine reklamcılar
Subliminal teknolojisi deyince akla ilk gelen reklamcılık sektörü oluyor. Elli beş ülkede yasaklandığını bildiğimiz bu teknoloji zihne onun izni olmadan ne düşüneceğini, nasıl bir karar vermesi gerektiğini öğretiyor. Bir çeşit hipnoz diyebiliriz belki bu teknolojiye. Mesela siz sinemada bir film seyrediyorsunuz ve filmin arasında birden canınız kola içmek istiyor. Bunu sizin o beylik keyfinizin karar verdiğini sanıyorsunuz ama olay o kadar masum değil ne yazık ki. Filmin ilk yarısında sizin beyninize filmi seyrederken gönderilen mesajlardan ötürü canınız buz gibi kolayı
319
içmek istiyor.
Size gidip kola içmenizi söyleyen bir hayalet var ortada yani. Sanırım bu teknolojiyi yani bilinci yönlendirmeyi konu alan filmler de hem de Hollywood filmleriolmuştur. Bunlardan biri de hem Amerika`nın simgesi olmuş hem de Amerika`yla dalga geçen Simsons isimli çizgi filmin bir bölümüydü. Çizgi filmin bahsettiğimiz bölümünde insanlar çok popüler olan bir şarkıyı dinliyorlar ve ardından da askere yazılıyorlardı. Şarkı televizyon kanallarında radyolarda sürekli çalıyordu. Ve dinlerken kişinin bilinçli bir şekilde algılamadığı ama zihnin idrak ettiği savaş fikri dinlenen kulaklarca benimseniyordu.
Asıl hedef çocuklar
Subliminal teknolojisi maalesef çizgi filmlerde, şarkılarda, reklam panolarında, filmlerde yasal olmayan bir şekilde kullanılıyor. Çocuklara sevgiyi kardeşliği öğütleyen masum
zannettiğimizçizgi filmlerin arasına pornografik resimler, şiddet unsuru içeren görüntüler bu teknolojiyle saklanıyor. Çocuğunuz fark etmeden o görüntüleri beynine konuk ediyor ve kişiliğinin oluştuğu o en önemli yaş dilimde (sıfır yedi yaş arası) bu görüntüler içeride hapis oluyor. Artık sizi siz olun her gördüğünüz ve duyduğunuza çok dikkat edin. İnternette oyun oynarken keyifli keyifli gazete okurken herşeyi zihninizin kopyalayıp karakterinizi oluşturduğunu ve bu karakterinizin fikirlerinizin aslında bir kurguya bağlı olduğunu düşünmek ürkütücü değil mi?
Elektromanyetik dalgalar
Artık teknolojinin, çip veya beyne sokulmuş elektrotlara ihtiyaç duymadan beyne müdahale edebilecek noktaya geldiği iddia ediliyor. Belli merkezlerden gönderilen elektromanyetik dalgaların beyne yöneltilmesi sayesinde kurbanın beyin fonksiyonlarına müdahale edilebiliyor. ‘Sinyal istihbaratı’ denilen teknik içinde elektrik akımı bulunan her şey çevresine elektromanyetik dalga yayar prensibine dayanıyor. Tekniğin ilk ayağı da insanın EEG’sinin (elektroencephologram) yani beynin işleyişi
320
sırasında yaydığı e.m. dalgalarının manyetometreler vasıtası ile ölçülmesi. 3-50 herz arasında değişen beyin dalgaları aynı parmak izleri gibi her insanda farklılık gösteriyor.
Beyin dalgaları ölçülüp bilgisayara kaydedilen herkes uydular ve yerleşik aygıtlar sayesinde dünyanın her yerinde 24 saat takip edilebiliyor. İddialar bununla da bitmiyor. Çok gelişmiş bilgisayarlar yardımıyla kişinin öfke, acı, endişe, küçümseme, ümitsizlik, dehşet, sıkıntı, kıskançlık, korku, uyku, terör... hallerinde beynin yaydığı radyasyon frekansları kaydediliyor ve daha sonra istenilen psikolojiye uygun frekanstaki elektromanyetik dalga dışarıdan beyne gönderilerek oluşturulabiliyor. Yani bu elektromanyetik dalgalar sayesinde kişinin düşünceleri ve davranışları kontrol altına alınabiliyor. Teknolojinin aynı yöntemle kişinin sözlerini ve gördüklerini de saptayabilecek duruma geldiği öne sürülüyor. Bu elektromanyetik silahların beyin kontrolünden başka depremlere neden olabileceği, uçakları düşürebileceği... de ifade ediliyor.
Beyaz ses
İnsan beynini kontrol altına almayı kafalarına koyan mihraklar elektromanyetik dalgaların yanı sıra birçok masum(!) yöntemi de kullanıyor. Bunlardan en çok bilineni göz ve kulağın algı alt ve üst sınırlarına göre yapılan yayınlar. Bilindiği gibi duyabildiğimiz tüm ses, en düşük bastan en yüksek tize kadar 16 ilâ 20000 hz arasında. Yani bütün ses dalgaları arasında iğne ucu kadar bir aralık. Bu değerlerin altındaki ve üstündeki sesler insan kulağı tarafından pas geçiliyor fakat beyin tarafından algılanıyor.
Taa 1974 yılında Amerikalı bilim adamı Joseph Sharp bir askerî hastanede bir kişinin beynine başkaları duymadan ses göndermeyi başardı. Bu yöntemde hasta mesajı gönderene karşı koyamıyor çünkü beyninin algıladığı sesleri kulakları duymuyor. Bu yöntem gizli telkinlerde çok kullanılıyor. Şuuraltı telkin için en iyi yöntem ise müziğin gerisine psiko-akustik denilen özel metodlarla telkin mesajları kaydedilmesi.
Velhasıl sesler gaibden değil özel cihazlardan geliyor. Aynı şekil321
de gizli görüntülerle telkiner de yapılabiliyor. Bunun sırrı ise 25. karede yatıyor. Televizyon veya sinema seyrettiğimiz bir görüntü 24 kareden oluşuyor. Gözlerimiz 25. kareyi göremiyor ama beynimiz algılıyor. İşte bu 25. kareye çeşitli telkin mesajları, ideolojik fikirler yerleştirilebiliyor.
MKULTRA
Bu gün ortaya çıkan belgeler de gösteriyor ki zihin kontrol operasyonları aman tanımaz, etikten yoksun ve işkence boyutlarına ulaşan bir deneme sürecinden geçmiş halende deneylerin sürdüğü ifade ediliyor. Bu öyle bir deney ki kobayları bütün insanlık.
Tanıkların ifadeleri ve belgeler ışığında CIA’nın yüzlerce insan üzerinde 1950’lerden bu yana denemeler yaptığı bugün artık bir sır değil. Zihin kontrol deneylerinde insanların kobay olarak kullanıldığı söz konusu programların kod isimleri “MKULTRA, MKSEARCHE, ARTICHOKE VE BLUEBIRD” idi. Deneyler esnasında birçok deneğin dengesini kaybettiği, birçoğunun öldüğü ve büyük bir kısmının da intihara teşebbüs ettiği iddia ediliyor. Dr. Armen Victorian Beyin kontrolü-İnsan davranışlarının manipülasyonu adlı kitabında MKULTRA’yı şöyle tarif ediyor: “MKULTRA programı kimyasal, biyolojik ve radyolojik maddelerin insan davranışlarını kontrol etme hedefli gizli operasyonlarda kullanılmasına yönelik bir seri araştırma ve geliştirme projesinin adıydı. Vurguyla ifade edilirse, CIA belgelerinden biri, bariz bir şekilde insan davranışlarını kontrol etme deneylerinde, radyasyon, elektrik şoku, psikolojinin çok sayıda dalı, toplumbilimi, antropoloji gibi ek yöntemlerin yanısıra askeri araç gereçlerin kullanıldığını göstermektedir.”
ABD’de zihin kontrol deneyleri sadece CIA tarafından değil ABD Ordu Haber Alma Dairesi ve Ordu Kimyasal silahlar ofisi tarafından da yürütüldü. Askerlere bir kağıt imzalatarak gönüllü olarak kobay olmaları sağlandı. Ordu daha çok halüsinasyon etkisi yapan uyuşturucu maddelerin kullanıldığı özellikle de LSD’nin kullanıldığı deneyler yaptı. LSD aldıklarından haberi olmayan askerler zihin kontrol operasyonları ile il322
gili bilgiler açıklandıkça nasıl bir deneye kurban verildiklerini anladılar. Aynı deneyde görevli arkadaşlarının ani ölümleri olayları aydınlatıyordu.
İş rayından çıkınca NSA aleyhine davalar ardı sıra açılmaya başlandı. Bunlardan biri istihbarat ajanları tarafından uzaktan beyin kontrolü deneylerinde kullanıldığını iddia eden George Farguhar. 1984 yılından bu yana uzaktan monitörlerle takip edildiğini 1997 yılından beri de mikrodalga radyasyon saldırılarına ve beyin kontrol deneylerine maruz kaldığını öne süren Farguar beyin kontrol polisleri adını verdiği ajanlarla Project Freedom/ özgürlük projesi adını verdiği web sitesinde mücadele etmeye çalışıyor.
ABD’nin insanlık dışı deneyleri
Ortadoğu’yu kimyasal silah üretmekle suçlayan ABD, anayasasına göre yurttaşlar üzerinde gizli askeri deney yapılması yasal oldundan bakın ne insanlık dışı deneyler gerçekleştirdi. ‘Kitle imha silahları geliştirmekle’ suçladığı Irak’ı işgal eden, ardından da benzer nedenlerle Suriye, İran ve Kuzey Kore’yi hedef göstermeye başlayan ABD, yıllardır kimyasal ve biyolojik silah geliştirmek uğruna yaptığı sayısız deneyde kendi yurttaşlarını kullandı. Üstelik Amerikan anayasasına göre yurttaşlar üzerinde gizli askeri deneyler yapılması yasaldı. 1977 yılından itibaren yirmi yıl süreyle yürürlükte kalan bu madde, Körfez Savaşı’ndan sonra bazı sivil örgütlerin girişimiyle böyle bir yasadan haberdar olan halkın tepkisi üzerine 1997 yılında geri çekildi. Amerikan istihbaratı ile Savunma Bakanlığı’nın çoğu zaman ortaklaşa gerçekleştirdiği bu deneylerin başlangıç tarihi, 1930’lara kadar uzanıyor. II. Dünya Savaşı’nın ardından Almanların ve Japonların bu konudaki deneyiminden de yararlanan ABD, Soğuk Savaş sırasında dünyanın en korkunç biyolojik silah deposu haline geldi.
Nazi savaş suçluları çalıştırıldı
ABD’nin 34. başkanı General Dwight D. Eisenhower ‘ın Nazi savaş suçlularına çalışmalarını Amerika’da devam etmeleri karşılığında dokunulmazlık verdiği biliniyor. Almanların sayısız insan hayatı ve hayal
323
bile edilemeyecek işkenceler karşılığında elde ettikleri bilgileri edinmek isteyen Eisenhower, Nazi toplama kamplarında gerçekleştirilen araştırmalardan ‘’yararlanılması’’ emrini vermişti. Daça toplama kampında Yahudiler üzerinde gerçekleştirdiği korkunç deneylerle tanınan Dr Hubertus Strughold ve onun gibi 34 Nazi ‘’bilim adamı’’ uzay tıbbı çalışmalarına Amerikan topraklarında devam edebilmeleri için Teksas, San Antonio’daki Randolph Hava Kuvvetleri Üssü’ne getirildi. Ataç Projesi kapsamında toplam 3 bin kadar Nazi savaş suçlusuna ABD ve Kanada topraklarında çalışma izni verildiği tahmin ediliyor. Tarihçiler ve bilim adamları, CIA tarafından Amerikan ve Kanada (başta MKULTRA projesi olmak üzere ABD’de yapılan bazı deneylerin bir ayağı da Kanada’da sürdürülmüştür) vatandaşları üzerinde gerçekleştirilen deneylerin çoğunun Nazi ölüm kamplarında yapılan insanlık dışı deneylerin bir devamı olduğunu ortaya koymuşlardır.
Zihin kontrol deneyleri
Soğuk Savaş’la birlikte Rusların zihnin kontrolü alanında kaydettikleri ilerlemelere karşılık CIA da zihin kontrol tekniklerine olan ilgisini ve bu konudaki araştırmalarını yoğunlaştırdı. Dehşet veren araştırmalarda, psikotropik ilaçlar kullanılarak beyin yıkama ve insan zihnini kontrol etme deneyleri yapıldı. Vietnam Savaşı sırasında sorgulanan insanları itirafa zorlamak için aynı yöntemler kullanıldı. Belki de tüm bunlar arasında en rahatsız edici olanı, belgelerin büyük bölümü sonradan CIA tarafından yok edildiği için ve ilgili kişilere ulaşılamadığı için insan kobaylar üzerinde yapılan deneylerin gerçek boyutlarının bilinmiyor olması. Zihin kontrolü deneyleri arasında en acımasız ve en geniş kapsamlı olanı 50’li yıllarda başlayıp 70’lere kadar süren ünlü MKULTRA projesiydi. Üniversitelerde, hapishanelerde, akıl hastanelerinde, yetimhanelerde ve uyuşturucu bağımlıları rehabilitasyon merkezlerinde yürütülen deneylerin yanı sıra kentlerin olası bir saldırıya karşı ne kadar dirençli olduğunu ölçmek için kalabalık yerleşim birimleri de kimyasal ve biyolojik maddelere maruz bırakıldı.
324
Gizli deneyler kronolojisi
1931
Dr. Cornelius Rhoads , Rockefeller Tıbbi Araştırmalar Enstitüsü’nün gözetiminde insan deneklere kanser hücreleri aşıladı. Daha sonra Maryland, Utah ve Panama’da ABD Ordusu Biyolojik Silah tesislerini kurdu ve ABD Atom Enerjisi Komisyonu’na tayin edildi. Buradaki görevi sırasında Amerikan askerlerine ve hastanelerde yatan sivil hastalara radyoaktif madde verilmesini içeren bir dizi deneye başladı.
1932
Tuskegee Frengi Araştırmaları başladı. Frengi teşhisi konulmuş ancak hastalıkları kendilerine bildirilmemiş 200 siyah erkek tedavi edilmek yerine hastalığın seyrini ve belirtilerini izlemek amacıyla kobay olarak kullanıldı. Sonuçta hepsi frengiden ölen bu insanların ailelerine onların aslında tedavi edilebilecekleri asla söylenmedi.
1935
Pelagra Olayı: Milyonlarca insan 20 yıl içinde Pelagra’dan (vitaminsizlikten kaynaklanan bir hastalık) öldükten sonra ABD Kamu Sağlığı Hizmetleri Ajansı nihayet hastalığın kökenine inmek için harekete geçti. Ajansın müdürü en az 20 yıldır Pelagra’nın niasin eksikliğinden kaynaklandığını bildiklerini, ancak ölümlerin büyük kısmı yoksul siyah halk arasında gerçekleştiğinden harekete geçmediklerini itiraf etti.
1940
Chicago’daki 400 tutukluya yeni ve deneysel ilaçların etkilerinin araştırılması amacıyla sıtma mikrobu enjekte edildi. Daha sonra Nürmberg’de yargılanan Nazi doktorlar, Soykırım sırasında kendi yaptıklarını savunmak için bu Amerikan araştırmasını örnek gösterdiler.
1943
Japonya’nın tam kapsamlı biyolojik silah programına karşılık ABD de Fort Detrick askeri üssünde biyolojik silahlarla ilgili araştırmalar başlattı.
1944
325
Amerikan Donanması gaz maskelerini ve koruyucu kıyafetleri denemek için insan kobaylar kullandı. Gaz odasına kapatılan bu denekler hardal gazı ve levisit’e maruz bırakıldı.
1945
Ataç Projesi başlatıldı. Nazi bilim adamlarını işe alan ABD Dışişleri Bakanlığı, Ordu İstihbarat ve CIA, onlara ABD’de çok gizli hükümet projelerinde çalışmaları karşılığında dokunulmazlık ve yeni kimlikler verdi. ‘’Program F’’
, ABD Atom Enerjisi Komisyonu tarafından başlatıldı. Bu program, atom bombası üretimindeki en önemli kimyasal maddelerden biri olan ‘florid’ in insan sağlığı üzerindeki etkilerini araştıran en geniş kapsamlı çalışmaydı. Araştırma sırasında floridin insanoğlunun bildiği en zehirli kimyasallardan biri olduğu ve merkezi sinir sistemi üzerinde büyük hasara yol açtığı anlaşıldı; ancak elde edilen bilgilerin büyük bölümü atom bombalarının yapımının engelleneceği korkusuyla ulusal güvenlik adına gizli tutuldu.
1946
Savaş gazilerine hizmet veren hastanelerdeki hastalar, tıbbi deneylerde kobay olarak kullanıldı. Kuşkuları ortadan kaldırmak için ne zaman böyle bir hastanede gerçekleştirilen bir çalışmayla ilgili rapor hazırlansa, ‘’deney’’ sözcüğü yerine ‘’araştırma’’ ya da ‘’inceleme’’ sözcüklerinin kullanılması emredildi.
1947
ABD Atom Enerjisi Komisyonu, insan deneklere damardan radyoaktif maddelerin verileceği deneylere başlayacağını bildiren gizli bir belge yayımladı. CIA, Amerikan istihbaratı tarafından silah (zihin kontrol, beyin yıkama aracı) olarak kullanılabilmesi için LSD araştırmalarına başladı. Hem sivil hem asker denekler haber verilerek ya da verilmeyerek bu deneylerde kullanıldı.
1950
Savunma Bakanlığı, nükleer silahların çöllerde denenmesi ve bombanın etki alanı içinde kalan insanların sağlık problemlerinin ve ölüm
326
oranlarının gözlenmesi için planlar yapmaya başladı. Amerikan kentlerinin bir biyolojik saldırı durumunda ne ölçüde zarar göreceğini belirlemek için ABD donanmasına bağlı gemiler San Francisco kentine bakteriden oluşan bir bulut püskürttü. Çok sayıda insan zatürree benzeri belirtiler göstererek hastalandı.
1951
Savunma Bakanlığı hastalığa neden olan bakteri ve virüslerin kullanıldığı açık hava deneyleri başlattı. 1969 yılına kadar süren bu deneylerde geniş kitlelerin bu bakterilere maruz kaldığından kuşkulanılıyor.
1953
ABD ordusu, kimyasal maddeleri dağıtmak konusunda ne kadar etkin olduklarını belirlemek amacıyla Fort Wayne, Minneapolis, Winnipeg, St Louis ve Leesburg, Virginia’da çinko kadmiyum sülfür gazıyla yüklü bulutlar saldı.
Ordu, Donanma ve CIA’nın ortaklaşa gerçekleştirdiği deneylerde New York ve San Francisco’da yaşayan on binlerce kişi solunum yoluyla bulaşan mikroplara maruz bırakıldı.
CIA, MKULTRA projesini başlattı. Resmi olarak 11 yıl süren bu araştırma programı, zihin kontrolünde kullanılabilecek ilaçların ve biyolojik silahların üretimi ve denenmesi için tasarlanmıştı.
1955
Geniş kitlelere biyolojik maddeleri bulaştırabilme yeteneğini ölçmek isteyen CIA, ordunun biyolojik silah cephaneliğinden alınmış bir bakteriyi Florida’daki Tampa Körfezi’ne saldı.
1956
Amerikan ordusu, sıtma mikrobu taşıyan sivrisinekleri Georgia’nın Savannah ve Florida’nın Avon Park bölgelerine bıraktı. Her deneyin ardından kendilerini kamu sağlığı görevlileri olarak tanıtan ordu ajanları mikrobun kurbanlar üzerindeki etkilerini inceledi.
1960
Savunma Bakanlığı, Avrupa ve Uzakdoğu’daki halklar üzerinde LSD’yle ilgili saha denemeleri yapılması için onay verdi. MKULTRA
327
kapsamında Avrupa’da yapılan deneyin kod adı Üçüncü Şans Projesi, Asya’dakine de Derbi Şapkası Projesi denildi.
1964
CIA ve Savunma Bakanlığı, ortaklaşa, zihin kontrol tekniklerinin araştırıldığı MKSEARCH Projesi’ni başlattı. Aynı yıl resmen sona erdirilmiş gözüken MKULTRA Projesi aslında MKSEARCH Projesi’yle birleştirilmişti. MKSEARCH Projesi, davranış ve algı bozukluklarına yol açan kimyasallar (uyuşturucular) yoluyla insan davranışlarını yönlendirme çalışmalarına verilen ad.
1965
Philadelphia’daki Holmesburg Eyalet Cezaevi’ndeki tutuklulara, ABD’nin Vietnam Savaşı’nda bitki örtüsünü ve ormanları yok etmekte kullandığı yüksek oranda zehire sahip Portakal Gazı’nın kimyasal bileşeni olan dioksin verildi. Tutukluların daha sonra kanser taramasından geçirilmeleri, Portakal Gazı’nın başından beri kanserojen bir madde olduğundan kuşkulanıldığını gösterdi.
1966
CIA, yine MKULTRA’nın devamı olan Proje MKOFTEN’ı başlattı. Bu, belli kimyasalların insanlar ve hayvanlar üzerindeki zehirleyici etkilerini araştıran bir projeydi. ABD ordusu tarafından New York kenti metrosuna Bacillus subtilis mikrobu verildi. Ordu bilim adamlarının bakteriyle dolu ampulleri havalandırma ızgaralarına atmaları sonucu bir milyonun üzerinde insan bu zehirli havayı soludu.
1967
CIA ve Savunma Bakanlığı, yine biyolojik ve kimyasal silahları denemeyi amaçlayan MKNAOMI Projesi’ni hayata geçirdi.
1969
Savunma Bakanlığı’ndan Dr. Robert MacMahan , 5-10 yıl içerisinde, ‘’insanın bağışıklık sistemine saldıran ve hiçbir ilaçla tedavi edilemeyen sentetik bir virüs geliştirmek için’’ Amerikan Kongresi’nden 10 milyon dolar ödenek talep etti.
1970
328
Ödeneğin sağlanmasının ardından CIA gözlemi altında yürütülen proje, ordunun çok gizli biyolojik silah tesisi olarak bilinen Fort Detrick’teki Gizli Operasyonlar Bölümü’nde başlatıldı. Burada, AIDS benzeri virüsleri ayrıştırmak için moleküler biyoloji teknikleri kullanıldığı yolunda spekülasyonlar giderek arttı. ABD, DNA’larındaki genetik değişiklikler ve varyasyonlar nedeniyle hassas olan belli etnik grupları hedef almak ve yok etmek amacıyla tasarlanmış ‘’etnik silahları’’ geliştirme çalışmalarını yoğunlaştırdı.
1975
Fort Detrick’deki Biyolojik Silah Merkezi’nin virüs bölümüne Fredrick Kanser Araştırma Tesisleri adı verilerek Ulusal Kanser Enstitüsü’nün (NCI) denetimine verilir. ABD Donanma sı’nın burada kansere neden olan virüsleri geliştirmek amacıyla özel bir virüs kanser programı başlattığı tahmin ediliyor. Bilim adamları burada, aynı zamanda, hiçbir bağışıklığın bulunmadığı bir virüs ayrıştırdılar. Bu virüse sonradan HTLV (İnsan Thücresi Lösemi Virüsü) adı verildi.
1977
Senato’da yapılan oturumlarda 239 yerleşim bölgesinin 1949-1969 yılları arasında biyolojik maddelerle zehirlendiği doğrulandı. San Francisco, başkent Washington, Key West, Panama Kenti, Minneapolis ve St. Louis bu bölgelerden sadece birkaçı.
1978
Salgın Önleme Merkezi (CDC) tarafından gerçekleştirilen deneysel Hepatit B aşılama çalışmaları New York, Los Angeles ve San Francisco kentlerinde başladı. Araştırma denekleri bulmak için verilen ilanlarda özellikle çok eşli eşcinsel erkekler arandığı vurgulandı.
1981
İlk AIDS vakalarının New York, Los Angeles ve San Francisco’daki eşcinsel erkekler arasından çıktığı doğrulandı. Bu vakaların ortaya çıkması AIDS’in Hepatit B aşısı yoluyla bulaştığı yönünde spekülasyonların da yayılmasına neden oldu.
1985
329
Öldürücü bir koyun virüsü olan VISNA HTLV’ye (İnsan T-hücresi Lösemi Virüsü) çok benzediği ortaya çıktı. Bu benzerlik, iki virüsün ortak evrimsel ilişkisine işaret etmekteydi.
1986
Ulusal Bilimler Akademisi Tutanakları’na (83: 4007-4011) göre HIV ve VISNA virüsleri, HTLV ile neredeyse aynıydı (ufak bir kısım hariç yüksek oranda benzerlik taşıyordu). Bu bilgi, HTLV ve VISNA virüslerinin, doğada hiçbir bağışıklığı bulunmayan yeni bir virüs ayrıştırmak amacıyla birleştirilmiş olabileceği spekülasyonlarını doğurdu. Kongre’ye sunulan bir rapor, ABD hükümetinin ürettiği bu yeni virüslerin, aralarında dünyada bilinen hiçbir tedavisinin bulunmayacağı şekilde genetik mühendislik yoluyla üzerlerinde oynanmış virüslerin ve kimyasal maddelerin bulunduğu gerçeğini ortaya koydu.
1987
Savunma Bakanlığı, biyolojik silah geliştirilmesini yasaklayan uluslararası bir sözleşme bulunmasına karşın, ülke çapında 127 tesiste ve üniversitede araştırma çalışmalarını sürdürdüğünü kabul etti.
1994
Houston’daki MD Anderson Kanser Merkezi’nden Dr. Garth Nicholson, ‘’gen izleme’’ adı verilen bir teknikle, Çöl Fırtınası Operasyonu’ndan dönen askerlerin birçoğunda, biyolojik silah yapımında kullanılan bir mikrop olan mycoplasma incognitus’un değiştirilmiş bir cinsini keşfetti. Moleküler yapısının yüzde 40’ına HIV protein tabakası katılmış olması mikrobun insan yapımı olduğunu göstermektedir. Senatör John D. Rockefeller , Savunma Bakanlığı’nın en az 50 yıldır yüz binlerce askeri personeli deneylerde kobay olarak kullandığını ve bilinçli olarak tehlikeli maddelere maruz bıraktığını açıklayan bir rapor yayımladı. Bu maddelerin arasında, hardal gazı, sinir gazı, radyasyon ve Körfez Şavaşı sırasında kullanılan kimyasallar bulunuyor.
1995
ABD Hükümeti, insanlar üzerinde tıbbi deneyler gerçekleştirmiş Japon savaş suçlularına ve bilim adamlarına biyolojik silah araştırmala330
rıyla ilgili bilgi karşılığında maaş ve dokunulmazlık teklif ettiğini kabul etti. Dr. Garth Nicolson , Körfez Şavaşı’nda kullanılan biyolojik silahların Houston, Teksas ve Boca Raton Florida’da üretildiğini ve Teksas Cezaevi’ndeki tutuklular üzerinde denendiğini gösteren kanıtları ortaya serdi.
1996
Savunma Bakanlığı, Çöl Fırtınası’na katılan askerlerin kimyasal maddelere maruz kaldığını kabul etti.
1997
Seksen sekiz Kongre üyesi, biyolojik silah kullanımı ve Körfez Savaşı Sendromu ile ilgili soruşturma açılmasını talep eden bir mektup imzaladı. Manhattan Projesi Nagasaki’yi yerle bir etti
Almanya’da Adolf Hitler’in iktidara gelmesiyle Yahudi kökenlilere yapılan baskılar sonucu, aralarında dünyaca ünlü Nobel ödüllü fizikçi Albert Einstein’ın da olduğu çok sayıda değerli bilim adamı çareyi ABD’ye sığınmakta buldu. İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken, Başkan Franklin Roosevelt’e mektup yazan ünlü fizikçi, Nazi rejiminin yakında atom bombası yapabileceği uyarısında bulundu. Roosevelt, Einstein’ın uyarısını dikkate alarak, atom bombası geliştirilmesini öngören ‘Manhattan Projesi’ni devreye soktu. Ne var ki Einstein, atom bombasının yapımında rol almadığı gibi, buna açık bir dille de karşı çıkmıştı. Ancak Almanya’nın 7 Mayıs 1945’te teslim olmasının ardından atom bombası yapma işinde korkulduğu kadar ciddiyetle uğraşmadıkları ortaya çıktı. Bu proje çalışmaları sonunda ABD, yaptığı atom bombalarını, Japonya’yı teslim olmaya zorlamak için, Hiroşima ve Nagazaki’ye attı.
Kendi canavarlarından korkuyorlar
ABD, 10 bin kişinin katılımıyla yakın zamanda tarihinin en büyük terör tatbikatlarından birisini daha yaptığında, planlanan tatbikatta, biyolojik ve kimyasal silahlarla düzenlenen saldırılarda neler yapılacağı gözden geçiriliyor. Tatbikatın ilk gününde New Jersey’e biyolojik saldırı, Connecticut kıyısındaki bir limana da kimyasal saldırı düzenlendi. 16 milyon dolara malolan ABD İç Güvenlik Bakanlığı’nca düzenlenen tatbi331
kata İngiltere ve Kanada’dan da yetkililer katılmışlardır.
ABD, denek olarak kullandığı insanlara LSD dahil birçok kimyasal verdi
Amaç beyin kontrolü
Sovyetler’in geliştirdiği düşünülen biyolojik silahları ve beyin yıkama yöntemlerini örnek alan ABD, 1947 yılında CIA’nın kurulmasıyla bir dizi zihin kontrol projesinin ilkini başlattı. ABD’ye getirilen Nazi doktorlar da bu projelerde yer alacaktı. Manhattan Projesi adı altında atom bombasını geliştiren hükümet gizli projeler konusunda büyük tecrübe kazanmıştı. Zihin kontrol deneylerinde insanların kullanıldığı bu programların kod adları, ‘’CHATTER, BLUEBIRD, ARTICHOKE, MKULTRA, MKSEARCH ve MKDELTA’’ idi.
Neredeyse tüm ülkeyi sarmış olmasına karşın yıllarca büyük gizlilikle sürdürülen bu deneylerde olan bitenden habersiz insanların, küçük çocukların, akıl hastalarının, tutukluların kullanıldığı belirlendi. Deneyler sırasında ölümlerin meydana geldiği; birçok deneğin dengesini kaybettiği ve bazılarının intihara kalkıştıkları bugün artık kesin olarak biliniyor. CHATTER (gevezelik) Projesi, Sovyetler’in casusları, esirleri itiraf ettirmek için kullandıkları ilaçların ‘başarısına’ karşılık olarak geliştirilmişti. Araştırma, casusların sorguları sırasında kullanılabilecek ilaçların belirlenmesi ve denenmesi üzerine odaklanmıştı. CHATTER Projesi, 1953 yılında resmen sonlandırıldı. Çalışmalarını insan davranışlarını kontrol yönünde genişletmek isteyen CIA, teşkilatın başı Allen Dulles ‘ın onayıyla 1950 yılında BLUEBIRD (bir tür muhabbet kuşu) Projesi’ne başladı.
Bu programın hedefleri şöyle sıralanıyordu: 1) Personelden izinsiz bilgi sızdırılmasını önleyecek bir yöntem geliştirmek, 2) Özel sorgulama teknikleri yoluyla bireyin kontrol edilmesinin mümkün olup olmadığının araştırılması, 3) Hafıza geliştirme yöntemlerinin araştırılması, 4) CIA personelinin düşman kontrolüne geçmesini önlemek için savunma teknikleri geliştirmek. BLUEBIRD Projesi’nin kod adı, 1951 Ağustos’unda
332
ARTICHOKE (enginar) Projesi olarak değiştirildi. Bu projenin hedefi de hipnoz ve çeşitli kimyasalların kullanımı yoluyla sorgulama tekniklerinin araştırılmasıydı. Bu program da 1956’da noktalandı. Ancak ARTICHOKE Projesi’nin durdurulmasından 3 yıl önce, yani 13 Nisan 1953’te CIA Başkan Yardımcısı Richard Helms ‘in önerileri doğrultusunda MKULTRA Projesi başlatıldı. MK harflerinin Mind Kontrolle (zihin kontrolü, kontrolle kelimesi İngilizce ‘control’ ün Almanca karşılığı) kelimelerinin kısaltması olduğu tahmin ediliyor.
MKULTRA Projesi kapsamında insan davranışlarını kontrol etmek amacıyla kullanılan yöntemler arasında radyasyon, elektroşok, hipnoz, başta LSD olmak üzere çeşitli kimyasallar, askeri araç gereçler, işkence aletleri, psikoloji, psikiyatri, sosyoloji, antropoloji gibi sosyal bilimler vardı. MKULTRA’nın yurtdışı için geliştirilenine de MKDELTA adı verilmişti. MKULTRA şemsiyesi altında tanımlanan 150 kadar projeden en ünlüsü olan MONARCH Projesi, resmi olarak 1960’ların başlarında Amerikan ordusu tarafından başlatıldı. (Gayri resmi olarak çok daha önceden başladığı biliniyor.) MONARCH Projesi halen ulusal güvenlik nedenlerinden ötürü ‘çok gizli’ olarak sınıflandırılmış durumda. Bu korkunç deneylerin gerçekleştirildiği yerler arasında 44 üniversite, 15 bilim vakfı, 12 hastane, 3 hapishane ve ilaç şirketleri bulunuyordu. Araştırmalarda dünyaca ünlü psikiyatrlar, psikologlar ve beyin cerrahları yer alıyordu. Zihin kontrol çalışmalarında CIA ile işbirliği yapanlar arasında Amerikan Psikoloji Derneği, Amerikan Psikiyatri Deneği’nin eski başkanları, Biyolojik Psikiyatri Topluluğu ve ödüllü psikiyatrlar vardı. ABD’de zihin kontrol deneyleri sadece CIA tarafından değil ABD Ordu Haber Alma Dairesi ve Ordu Kimyasal Silahlar Ofisi tarafından da yürütüldü. Askerlere birer kâğıt imzalatarak kobay olmaları sağlandı. MKULTRA belgelerinin büyük bölümü yine programı başlatan kişi olan CIA Başkanı Richard Helms’in emriyle 1972’de yok edildiği için insanlar üzerinde zihin kontrol deneylerinin gerçek boyutu belki de asla bilinemeyecek.
333
Tüyler ürperten ifadeler
Biyolojik saldırı korkusuyla yaşayan ABD’de hastalalıklara karşı her türlü önlemi alınıyor. ABD’nin işgal ettiği ülkelerde ise çocuklardahil birçok kişi kullanılan silahlardan dolayı çaresiz durumda kalıyor.
MKULTRA Projesi’nin ilk olarak 1975 yılında başkanlığa bağlı Rockefeller Komisyonu tarafından gün ışığına çıkartılmasının ardından Senato’nun sağlıktan sorumlu alt komitesi, CIA’nın insanlar üzerinde yaptığı deneylerle ilgili tüyler ürperten ifadeler dinledi. Günümüze kalan belgeler ve tarihçiler, bilim adamları ve gazeteciler tarafından yapılan araştırmalar, CIA’nın MKULTRA kapsamında özellikle radyasyon ve LSD’nin kullanıldığı deneylere ağırlık verdiğini gösteriyor. Bu deneyler, CIA personeline, askerlere, casuslara, fahişelere, akıl hastalarına ve sıradan insanlara tepkilerini ölçmek için, çoğu durumda deneğin haberi olmadan LSD verilmesini içeriyordu. Bu tür deneylerde eroin, meskalin, skopolamin, marihuana, alkol ve sodyum pentatol gibi maddeler de kullanıldı. MKULTRA Projesi’nde görevli biyolojik silah uzmanı Dr. Frank Olson, 28 Kasım 1953 tarihinde, kendisinden habersiz içkisine karıştırılan LSD’nin etkisi altındayken Manhattan’da bir otelin13. katından atladı. Ailesi Dr. Olson’un gerçek ölüm nedenini 22 yıl sonra MKULTRA ile ilgili bilgiler ilk ortaya çıkmaya başladığında öğrendi. Harold Blauer adında bir profesyonel tenis oyuncusunun da gizli bir meskalin deneyi sırasında öldüğü sonradan ortaya çıktı. ABD Donanması’ndan emekli Wayne Ritchie , 1957’de katıldığı bir Noel partisinde kendisine gizlice LSD vermekle suçladığı CIA aleyhine geçen yıl 12 milyon dolarlık bir tazminat davası açtı.
Biyolojik silah çalışmaları sürüyor
Başkan George W. Bush , kitle imha silahları üreterek uluslararası sözleşmeleri ihlal etmekle suçladığı Irak’a harekât emri verdiği sıralarda ABD’nin, İngiliz ordusunun da yardımıyla yeni nesil biyolojik ve kimyasal silahlar geliştirme çalışmalarını sürdürdüğü iddia ediliyor. Bundan üç yıl önce İngiliz The Guardian gazetesine demeç veren ABD’li mikrobiyoloji
334
profesörü Mark Wheelis ile İngiliz uluslararası savunma profesörü Malcolm Dando , ABD’nin biyolojik misket bombaları, antraks ve kalabalık insan gruplarının söz konusu olduğu durumlarda kullanılacak öldürücü olmayan silahlar üzerinde çalıştığını iddia etmişlerdi.
CIA’NIN ABD dışındaki projeleri
CIA projeleri arasında yurtdışında da gerçekleştirilenler vardı. Özellikle yurtdışı için tasarlanan MKDELTA programı Avrupa ve Asya ayağı olarak ayrılmış ve bunlara Üçüncü Şans ve Derbi Şapkası projeleri adı verilmişti. Ancak bu konuda belgeye ulaşılamamıştır. Senato’da yapılan oturumlarda da bu projeler hakkında bilgi sahibi olan tanığa rastlanmadı. Ancak Kanada’da MKULTRA kapsamında çok çeşitli deneyler yürütüldüğünü kanıtlayan belgeler bulunuyor. Bunlardan en iyi bilineni Dr. Ewen Cameron tarafından 1950-1965 yılları arasında Montreal’deki Allen Memorial Enstitüsü’ndeki hastalara elektroşok ve deneysel ilaçlar verilmesini kapsayan deneylerdir. 1992 yılında bu deneyler ortaya çıktığında Dr. Cameron da hastalarının çoğu da ölmüştü.
‘Mançuryalı Aday’ gerçekti
Kişilik bölünmesi konusunda uzman olan ABD’li psikiyatr Colin A. Ross , günümüze kalan belgeler üzerinde yaptığı uzun süreli araştırmalardan sonra kaleme aldığı ‘’Bluebird: Psikiyatrlar Tarafından Kasıtlı Olarak Yaratılan Bölünmüş Kişilik’’ adlı kitabında şöyle yazıyor: ‘’BLUEBIRD Projesi’nde CIA, kasıtlı olarak kişilik bölünmesi yarattığı deneklerini gizli operasyonlarda kullanmaya çalışmıştır. Belgelerin incelenmesi sonucu bu inanılmaz deneylerde, 11 yaşındaki çocukların beyinlerine elektrodlar yerleştirildiği, 7-11 yaşları arasındaki çocuklara haftalarca, her gün, günde 150 mg LSD verildiği ve elektroşok yoluyla deneklerin hafızalarının silindiği, hayvanların beyinlerine elektrod yerleştirerek kimyasal ya da biyolojik saldırılarda kullanma çalışmaları yapıldığı biliniyor. ‘Mançuryalı Aday’ (orijinali 1962 yılında çekilen ve beyin yıkama yöntemlerini konu alan bir film) kurgu değil gerçektir ve CIA tarafından 1950’lerde
335
BLUEBIRD ve ARTICHOKE zihin kontrol programlarında yaratılmıştır.’’
Aytunç Altındal, Araştırmacı Yazar
Frekansla herhangi bir kimsenin beynine bir duyum (mesaj) gönderme teknolojik olarak mümkündür. Bu konu üzerinde gerek CIA gerekse KGB uzun zamandan beri çalışıyorlar. SSCB’de Komünist Parti’ye muhalif bazı kişiler, KGB’nin dalga harekatı yayınları sonucu ya intihar etmiş ya da delirmişlerdir…
Onkolog Doktor-Haluk Nurbaki
CIA tarafından uyuşturucu ilaçlarla yapılan deneyler, ABD hükümetinin uyguladığı çok gizli zihin kontrol projesinin yalnızca bir kısmıdır. Bu deneyler binlerce kişi üzerinde 35 yıl devam etmiştir. Bu araştırmalar narkotik, hipnoz, elektronik olarak beynin uyarılması, alçak ses frekanslarıyla davranışların etkilenmesi ve davranış değişiklikleri terapisidir. Devletler parapsikolojik silahları, vatandaşlarını kendi ideolojik ve politik sistemleri içinde tutmak için veya diğer ülke insanlarının zihinlerini etkileyerek değiştirmek ve kendi gayelerini uygun yönlendirmek için kullanacaklardır...
Walter Boward, Gazeteci Yazar
Radyohipnotik beyinler arası kontrol projesi, elektronik hipnoz yapmayı amaçlamaktır. Bu projede kişiye istemediği şeyleri yaptırmak mümkün hale gelecektir. Tuşlarla kontrol edilen insana neler yaptırılmaz ki!
E. Kurmay Albay Nevzat Tahran
CIA’da senelerdir, ‘Uyuyan Güzel’ kod adlı bir araştırma operasyonu yürütülüyor. Amaç, insan beyninin uzaktan kumandası, yönetilmesi ve yönlendirilmesi... Pentagon, bu operasyon hakkında hiç ama hiçbir teknik bilgi vermiyor. Açıklama şu: ‘Bugün eski bir CIA patronu olan Başkan Bush bile bu araştırmalarla ilgili bilgi alamaz.’
Sıtkı Uluç, AA Brüksel Temsilcisi
“EMF sinyalleri ile insanlar uzaktan tespit edildiği gibi öldürülebiliyor. Psikotronik silah 320 kilometre mesafeden insan üzerinde etki
336
yapabiliyor, metabolizmayı etkileyerek ölüme yol açıyor.”
KULAKLARA KÜPE
Hepimizi ciddi bir tehdit altında bırakan küresel psikolojik saldırı ortamında “beynimize sahip olabilmek için; yeterli ve doğru bilgilerle donanmıs, sadece maddeyi değil, beraberinde milli şuuru da özümsemis nesiller yetiştirmek mecburiyetindeyiz. Aksi halde, eski de olsa gelişen teknoloji ile sınırsız güce ulasan psikolojik savaş ve onun en güçlü silahı olarak bilinen propagandanın hedefi ve mağduru olmaktan kurtulamayız.
Genetik silah
6 Mayıs 2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nin haberine göre dünyadaki ırkların genetik geçmişini aydınlatmak üzere “National Geographic” Derneği ve IBM şirketinin sponsorluğu ile “Genografi” adlı bir proje başlatılmıştır. Bu proje ile Genetik yapısı nispeten saf olan yerli topluluklardan en az yüz bin DNA örneği toplamayı hedeflemektedir. Bu projeye, dünyanın her yanından genetik geçmişini bilmek isteyenler de katılabileceklerdi. Bu noktada öteden beri Türkiye’de çeşitli isimler altında ortaya konulan birkaç somut olayı hatırlamak gerekir. Bunlardan en popüleri ünlü Dr.Babuna olayıdır. Sağlık Bakanı Osman Durmuş’un Tespiti Kan kanseri olan ve ABD’de tedavi gören Dr.Babuna’ya uygun kemik iliğinin bulunması için Türkiye’nin belirli bir bölgesinden büyük bir “kan toplama” kampanyası düzenlenmiş ve analiz için binlerce kan örneği ABD’ye gönderilmişti.
Kimliklerden kuşku duymak
Türkiye’de yaşayan insanların kimlikleri konusunda kafalarının karıştırılarak; insanların mevcut aidiyetlerinden kuşku duyar hale getirmek isteyebilirler.
Azınlıkların kışkırtılması
Bu projenin Türkiye yönünden etnik ve mezheple ilgili yapıları abartıp, kışkırtarak mikro milliyetçi akımların gelişmesini sağlamak gibi
337
gizli bir amaca hizmet ettiği açıktır. Son zamanlarda AB’nin Alevilerin ve Kürtlerin azınlık olarak kabul edilmesini talep etmesiyle sözü edilen gen projesi arasında gizli bir bağlantı bile söz konusu olabilir. Genom projesiyle AB’nin Türkiye’de suni azınlık yaratmayı esas alan uçuk taleplerine bilimsel gerekçe üretilmiş olabilecektir.
Sosyal çözülmeler yaratmak
Toplumların benzerliklerini perdeleyerek farklı yanlarını ve ayrıntıları ön plana çıkarıp sosyal çözülmelerin önünü açmakta bu tür projelerin bir başka amacı olabilir.
Kitleleri birbirine düşürmek
Barış içinde bir arada yaşayan kitleleri birbirine düşürmek, ulusal sınırların laboratuarda üretilmiş ırkı ve etnik yapılar doğrultusunda yeniden çizilmesini sağlamak.
Ülkeler’in kendi içlerine kapanmasını sağlamak
Özellikle imparatorluk mirasçısı olan Türkiye gibi ülkeleri etnik/ırki çelişkilerle uğraştırarak kendi içine kapanmasını sağlamak ve hatta ayrıştırma başarılı olursa kontrol edilebilir etnik temelli küçük devletçiklere dönüştürmek. “Genom” milli değerleri yıkma sürecinin son aşamasıdır. Türkiye’de son zamanda milli olan her şeye şuursuzca saldıran sayısız yazar/ gazeteci ve düşünür türemiştir. Bunlar Türkiye için değerli, kutsal, milli, etik bulunan her şeye saldırarak halkta moral bunalımına neden olmaktadırlar. Gerçekte yapılan psikolojik bir savaştır. Bu savaşı klasik savaştan ayıran askerle ve silahla değil kavramlarla yapılmış olmasıdır. Örneğin Türklerin meşhur “Oğuz Kağan Destanı”ndan bugüne, nesillerin nesillere aktararak getirdikleri bir “vatan”ın kutsallığı algısı vardır. Bunun için Türkün olduğu her yerde önce yüreklere sonra da dağa bayıra her yere “Önce vatan” yazılmıştır. Vatan uğruna ölen evladının ardından bir baba çıkar ve “oğlumu uğruna kaybettim. Vatan sağ olsun” der. Bu duyguyu yenmek ve halkın nezdinde gözden düşürmek için sureti haktan görünen türlü çeşit gayret sarf edilmektedir. Bir gazete yazarı
338
vatana ihanetin sağlayacağı yararları bir İspanyol yazardan alıntı yaparak şöyle ifade eder:
“Vatan tüm kötü alışkanlıkların anasıdır: İlletten tedavi olmanın en hızlı ve etkin yolu onu satmak, ihanet etmektir; nasıl mı satmak? İster pahalı ister bedavaya; kime mi? En yüksek peyi kim sürerse ona; ya da, verip kurtulmak ağulu armağanı, onu hiç bilmeyene, bilmek de istemeyene; ister zengine ister yoksula, umursamazın tekine ya da bir aşığa; salt ihanet zevki yeter; bizi belirleyen, bizi tanımlayan, istemeden bizi bir şeyin sözcüsüne dönüştüren; üstümüze bir yafta yapıştıran, bize bir maske yakıştıran ne varsa ondan sıyrılma zevki uğruna… Haraç mezat satmak her şeyi; tarih, inanışlar, dil; çocukluk, manzaralar, aile; fırlatıp atmak kimliğini, sıfırdan başlamak; Sisyphos olmak, aynı zamanda, kendi küllerinden yeniden doğan Anka kuşu”.
Bu yazar aktardığı bu sözlerden sonra “önce vatan” ilkesini sistemimizden dışarı atıp atamayacağımızın ne kadar önemli olduğunu altını çiziyor.
Vatan seni seviyor mu?
Bir başka meşhur düşünürümüz (!) de şöyle diyor; “İnsanı zorla askere alıyorlar, Afganistan’a yolluyorlar. ‘Vatanını seviyorsan’ diyorlar. ‘Sevmiyorum’ derse ne olacak? Siz vatanı seviyor musunuz? Ben yaptığım işi seviyorum. İnsan yaptığı işi seviyorsa, bir de ‘vatanı sevmek’ diye ayrıca bir meslek çıkmaz ortaya. Vatan sevmek bir meslek midir Allah aşkına? Bir de ‘Vatan seni seviyor mu?’ diye sorarlar adama”. Bu düşünür (!)bir mülakatta sorulan “Milliyetçilik ne demektir?” sorusuna Oscar Wilde’dan şu alıntıyı yaparak cevaplandırmıştır: “Her alçağın son sığındığı yer milliyetçiliktir”. Bu anlı şanlı (!) yazar ülke ve millet sevgisiyle dolu, zamanını üretmekle geçiren, kütüphane ve laborotuvarları mesken edinmiş, ecdatının mirasına saygılı, diline ve inanç değerlerine bağlı olmayı milliyetçilik olarak algılayan insanlara bile dolaylı da olsa “alçak” deme hakkını kendinde görebilmektedir.
339
Milletçiliğe karşı dünya vatandaşlığı
“Millet herhangi bir insan kümesinden neden daha değerli olsun?” diye sorarken bir diğeri “milliyetçiliğin iyisi yoktur” diye yazar. Milliyet, milliyete bağlılık bilinci, milli devlet ve milli egemenlik aşağılanırken onun yerine konulması gerekenler üzerinde de kafa yoran bir başka aydınımız erkekçe (!) bir çıkışla “milliyetçiliğe karşı dünya vatandaşlığı”nı önerir. Birisi çıkıp da kendi ülkesinin vatandaşı olmayı beceremeyen birisinin dünya vatandaşı olmayı nasıl becereceğini soracağını ise hiç aklına getirmez.
Kuşkusuz bütün bu çabalar entelektüel egzersiz olsun diye yapılmamaktadır. Millet, milliyet, milliyetçilik, vatan vb. kavramların tahribinin ardından son aşama olarak Genom Projesi ile de “Türk diye bir soy yoktur” siz “kendinizi yanlış tanıyorsunuz, aslında siz Afrika’dan Mao Mao ya da Hutu kabilesinin ilk reisinin torunlarısınız” demeye getireceklerdir. Ardından da vatanınız dünya, milletiniz bütün insanlıktır; bulunduğunuz topraklara gelince işte oralar bulunmanız gerekli olan topraklar değil! Nitekim Genom ve benzeri projelerle eş zamanlı olarak Türkiye’de Türklerin yüzdesi de verilmeye başlanmış, milliyetçilik sözü edilen projenin varsayımlarına göre yeniden Türklük’ün tanımlanması ortaya atılıp önerilmeye başlanmıştır.Türk’lüğe vurarak Bu cağrafyanın umum ismi olan “Türk milleti” ninde itibarı zedelenmek istenmektedir.
Ki bizim Türklük anlayışımız Mimar Sinan’ın Türklüğüdür. Etnik köken farklı bir şeydir. Milliyetçilik başka, milletçilik başka bir şeydir.
ABD’nin Ulusları yok etme silahı : GENOM
Kendilerini seçilmiş insanlar olarak gören Amerikalı’lar, dünya egemeliğini ellerine geçirmek için Türkler gibi diğer ulusları da toptan yok etmeyi planlıyor. Bu amaçla başlatılan GENOM projesine göre önce toplumların milli değerleri ortadan kaldırılıp bölünmeleri sağlanacak,sonra tarihin sayfalarına gömülecektir. Geçmiş yıllarda bütün Töton ırkları içinde Amerikan halkı, “sonunda dünyanın dinçleştirilmesine öncülük etmek üzere” seçilmiş ulus olarak görülürdü. Amerika’nın yüce görevi
340
buydu. Tanrı Amerikan halkını, “dünyanın gelişmesini emanet ettiği halk, hakça bir barışın koruyucuları olarak atamıştı . 1910’ların ABD’sinde Beveridge bu görüşleri dile getirmişti. Bugünün ABD Başkanı Bush, “Birliğin Durumu” adlı konuşmasında “Kendisinin yıldızların ötesinden aldığı ilhamla dünyayı demokratikleştirme ve özgürleştirme” görevi olduğunu söylemiştir.
GENOM Projesi neyi amaçlar?
Genom, ABD’nin dünyadaki en büyük güç olma savaşının en büyük silahıdır. Yakın geçmişte SSCB’nin evrensel iddialarından ve kapitalizmin lideri ABD’yle rekabetten çekilmesiyle dünya tek kutupluluğa mahkûm hale gelmiştir. Neredeyse bütün ülkelerinin günümüzde egemenlikleri, meşruiyetleri, etkinlikleri ve varlıkları tek küresel güç olan ABD’ye bağımlıdır. ABD’ de tarihin kendisine sunduğu bu eşsiz tek güç olma fırsatını sürekli kılabilmek için elinden geleni yapmaktadır. Bu bağlamda tek küresel güç olmanın sağladığı stratejik, askeri ve politik üstünlüğünü dünyanın herhangi bir köşesinde tehdit edecek bir bloklaşmanın ya da bütünleşmenin ortaya çıkmasını engellemeyi birinci stratejik hedef olarak almıştır. Bu bakımdan bölgesel güç olabilecek ülkeleri etnik, soy, dil, mezhep, ideoloji vb. yönlerden ayrıştırarak güçsüzleştirmektir. İşte “Genom” bu amacı gerçekleştirecek çok güçlü ve bir o kadar da tehlikeli stratejik bir saldırı projesidir .Bir başka deyişle Milli Devletler’e yönelik ırkçı saldırıların başlangıç aşamasıdır. Türkiye kendi genlerini AB/ABD/Yunan/Ermeniperest olmayan, kendisini “Dünya Vatandaşı” değil Türk vatandaşı olarak gören fikir namusuna sahip bilim adamlarına emanet etmelidir. Gen araştırmalarını Türkiye’ye karşı silah olarak kullanmak isteyenlere karşı kendi argümanlarını bizzat kendi bilim adamlarına hazırlatmalıdır.
Artık birileri bu konuda da “Değmesin mabedimin göğsüne namehrem eli” demek cüretini göstermelidir.
341
İnsan Genomu Projesi
Organizmayı oluşturmak için gerekli bilgilerin toplamına genom diyoruz. Bir diğer tarifle, bir hücredeki genetik materyalin tamamı o organizmanın genomunu oluşturur. Resmi olarak Ekim 1990’da başlamış olan insan genom projesi (İGP), uluslararası niteliğe sahip olup insan kromozomlarının fiziksel haritasının çıkarılmasını, sayısı yaklaşık 100.000 adet olarak tahmin edilen insan genlerinin keşfedilmesini ve bu sayede bu genlerin daha ileri biyolojik çalışmalar için ulaşılır kılınmasını amaçlamaktadır. Günümüzde, tedavisi henüz olanaksız 3000’den fazla genetik hastalık milyonlarca insanın yaşamını etkilemektedir. Bu tip hastalıklardan sorumlu genlerin yapısının aydınlatılması ile “işlevi bozuk” genler için “düzeltmelerin” yapılabileceği, hastalıkların önceden teşhisi ve tedavisinin mümkün hale geleceği tartışmaları, bu projenin başlatılmasındaki en önemli etken olmuştur. İyiniyetli çalışmaların dışında biyolojik silahlarında gündem oluşturması bu proje ile ayrıca gündeme girmiştir.
Sadece genetik tespit değil, aynı zamanda kan dokusundan hareketle, özel ilaçlar çıkarılıp hastalıklar üretilebilir. özel hastalıklardan yola çıkılarak ırkî anlamda tespite yardımcı olacak sonuçlara ulaşmanın mümkün olabileceğini vurguluyor. Örneğin, ailevi Akdeniz ateşi Araplar, Ermeniler, Yahudiler ve Türklerde ağırlıklı olarak görülüyor. HLA B5 Behçet hastalığı, B8 diyabet hastalığı taşıyan doku gruplarından.
Ezoterik bilgilerden parapsikolojiye
Tibet Budizmi, Zen Budizmi, Sufizm ve Yoga gibi öğretilerin içerikleri, Batı da tam anlamıyla bilinmiyor. Bugün, zihnimizin normal çalışmasının dışında, sezgiye dayanan bilince sahip olduğumuz kabul ediliyor ve insanın akıl ile sezgiye dayanan kabiliyetleri arasındaki fark inceleniyor. Dini ve mistik batıni sistemlerdeki meditasyon ve vecd ise batıda yeterince bilinmiyor.
Bugün modern bilimin ortaya koyduğu madde ve enerji kanunları, medeniyetimizi oluşturuyor. Ancak bu kanunlar yalnızca maddeye ilişkin ve canlıların duyumlar dışı yeteneklerine cevap bulamıyor. Bu ne342
denle, bir grup bilim insanı metafizik ve mistik öğretilerden yola çıkarak, dünya yaşantısının bir hayalden ibaret, bir rüya hali olduğundan yola çıkarak sezgileri inceliyor.
Yeni bir bilim dalı olarak kabul edilen ve giderek gelişen Parapsikoloji, eskinin batıni öğretileri ve bilgilerini, modernteknolojik cihaz ve vasıtalarla inceliyor. Londra Üniversitesi King´s College Matematik Profesörü John G. Taylor, şöyle diyor; ´Zihin ihtilalinin yarı yolunda bulunduğumuz anlaşılıyor. Daha parlak gelişmeler olacak. Zihnin yeni anlayışı; insanın hislerini, hareket tarzlarını yahut zekasını kontrolde güçlü metotlar meydana getirdi. Biz şimdi birçok zihin halini, hemen hemen bütünüyle, fiziki vasıtalarla kontrol edebiliyoruz.´
Günümüzde insanların zihnine çeşitli araçlarla (gazete, kitap, radyo, internet ve televizyon) ulaşma imkanı sınırsız ve kontrolsüz bir halde. İnsan denilen biyolojik varlık, çok kolay programlanabilmekte. Okült (batıni, gizli) bir bilgi olan teknomaji´nin (teknik büyü) sırları da son 300 yıl içinde insanlar tarafından çözülmüş durumda. Bu bilgi yığını korkunç silahları da beraberinde getirdi.
Teknokrat, bilim adamı ve askerlerden oluşan bir grup, bu güçlerin kontrolünü şimdi elinde bulundurmakta. Son 25 yıl, parapsikoloji ve psikotronik gibi adlar altında psikomaji´nin (ruhsal büyü) uygulama alanına konulduğu yıllar oldu. Hedef insan zihinlerini kontroldür. Geleceğin insanının-hatta günümüzün-kaderini; psikologlar, psikiyatristler, nörologlar, nörobiyologlar, biyokimyacılar, kuantum fizikçileri çiziyor.´
İllaki uyuşturucu
ABD’nin Nikaragua’da, El Salvador’da Guatemala’da Orta Amerika’nın diğer ülkelerinde. Ortadoğu’da ve Afganistan’da çok ciddi örgütlenme çalışmaları olduğu artık bilinen bir gerçek. Özellikle Vietnam savaşından itibaren bu gerçek daha da açığa çıktı. Yani ABD’nin dünyanın uyuşturucu şebekelerini örgütlemesi, bunun yani sıra Afganistan’da SSCB’ye yönelik savaş döneminde oradaki örtülü mücadeleyi uyuşturucu parasıyla finanse etmesi, bu doğrultuda Pakistan istihbarat örgütünü
343
de kullanması, bilinen gerçeklerdir.
Ülkemizin bulunduğu coğrafya üzerinde yasadışı uyuşturucu madde trafiğinin ana hatlarıyla tek yönlü bir seyir izlemediği görülmektedir. Ülkemizin doğrudan etkilendiği Avrasya uyuşturucu trafiği, kendi aralarında kollara ayrılmış, Balkan Rotası, Kuzey Karadeniz Rotası ve Doğu Akdeniz Rotası olarak şekillenmiştir. Türkiye, sözü edilen uyuşturucu yollarının tam ortasındadır. Bütün bu uyuşturucu trafiğinin olduğu hatların ise aynı zamanda terör bölgeleri olmaları ise manidardır. Heleki ülkemizin belası Pkk’yı bu noktada hatırlamakta fayda görüyorum.
Çözüm yolu üzerine
Soğuk toplumsal gerçeklik içinde, sevginin sıcaklığını yitirmemek için verilen bir mücadelenin anlamı olduğunu düşünüyorum. İnsanları kendilerine yabancılaşmaktan kurtarmalı ve insanların gerçek anlamda insani bir öze dönmeleri sağlanmalıdır. Yok edici kapitalist tüketime, verilecek en güzel yanıt böylesi mücadeledir.
Bağımlılık yaratan maddelerden ve bu maddelerin gençlerimize olan etkilerinden kurtulmak, insanlık dışı eşitsizlik ve haksızlıkları ortadan kaldırmakla mümkündür. Kapitalist üretim ve paylaşım sisteminin artık olmadığı, insanın insanı sömürüsünün yok olduğu zaman insanlık için tarih öncesi dönem kapanmış olacaktır. Kapitalizmi ve emperyalizmi aşmaya yönelik mücadelenin başarısı, sadece barbarlığa son vermek için değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak için de gereklidir.
344
Ve Herotürk!
Yaş ortalaması 50’li yaşlarda bulunanlar arasında sanırım amerikan çizgi romanlarından dilimize uyarlanan çizgi kahramanlarının maceralarını okumayanımız yoktur. Özellikle 70’ li yıllarda hepimizin birer model çizgi kahramanı vardı. İletişim araçlarının henüz ülkemize gelmediği o yıllarda, birçoğumuz okumayı dahi o sözde kahramanların maceralarıyla öğrenmişti. Texas, Tommiks, Zagor, Swing vs gibi çizgi roman kahramanlarıyla yatıp, yine onlarla kalkıyorduk. Her geçen onlu yıllar dönemin çocuk ve gençlerini etkileyen kahramanlarla kendini yineledi durdu. Haryy Potter’li günlere uzandık geldik. Böylece çocukluk günlerimizde bir taraftan eğlenirken, diğer taraftan da o ülkelerin kültürü, bakışı açısı ve düşünce şekli bilinçaltımıza işleniyordu. Zaman içerisinde kültür dayatılmış etmenin şekli veyapısı değişti. O zaman çizgi romanlarla empoze edilen yabancı kültür, bugün iletişimin gelişimine bağlı olarak başka başka araçlar aracılığıyla empoze edilmeye çalışılmaktadır. Kültür emperyalizmi aynı zamanda kültür endüstrisine kilitlenerek bu uğurda ülkenin ciddi orandaki dövizini de alıp götürmektedir. Ancak bugün dahi, özellikle çocuklar için çizgi roman ve filmlerin etkisi gözardı edilemez. Bugün dahi 3 yaşına gelen çocukların ilk izledikleri çizgi filmler ile beyinlerde oluşturulan rol model tiplemeleri daha ileriki yaşlarda ise diğer ürünler ile pekiştirilmektedir. Günümüzde de çocukların yeni nesil çizgi kahramanları vardır. Bu kahramanların sadece adları ve işlevleri değişmiştir. O zaman da, bugün de sözde çizgi kahramanlar ile kültürümüze sızma ve dejenere etme çabaları sürmektedir.
Batı kökenli çalışmalara salt karşı çıkmak adına itiraz etmiyor; tek yanlı kültürel beslenmenin çocuklar üzerindeki olumsuz etkisinden bahsediyoruz. Biz de bu arenada yer alarak kendi çocuklarımıza, onların üzerinden de tüm dünya çocuklarına bizimde söylenecek sözlerimiz var demek istiyoruz. Bu gerçekten yola çıkarak çocuklarımız için; HeroTürk Çizgi Romanı, HeroTürk Romanı, ve HeroTürk Tiyatro Oyunu’nun hazırlıkları tamamlanmış bir yandan da çizgi film çalışmalarını sürdürmekteyiz. Söz konusu eserlerle ilgili tanıtım ve kamuoyunun
345
bilgilendirilmesi de devam etmektedir. Bu noktada
“Duyan duymayana söylesin” tercih ettiğimiz yöntemdir.
Burada kısaca HeroTürk Projesi’nde izlenen amaç, yöntem ve karakterlerden de kısaca söz etmek istiyorum. Bu projedeki amacımız,
Ülkemizin birlik ve beraberliğe, dünyanın barış ve adalete ihtiyaç duyduğu günümüzde; yüreğinde ecdadının hissiyatını, aklında evrensel değerleri, batının ilim refleksiyle bir tutup, onları bir haznede harmanlandıran, kısaca milli-manevi değerlere sahip, yeni nesil bir kahramanın çocuklarımızca rol-model olarak benimsenmesini sağlamaktır.
MİSYONUMUZ
Avrasya isimli coğrafi bölge başta olmak üzere; yeryüzünde yaşayan her insana, meşru olan her fikre, her inanca, her ideale aynı yakınlıkla duran, kendini toplumların parçaları ile değil, dayanağını başta bu ülkenin geleneksel bağlarından alıp sonra da evrensel değerlerin bütünlüğü ile ifade eden, pozitif aklın, sağlam inancın, uzak ideallerin rehberliğinde barış ve adalet politikaları izleyecek olan uluslar arası uzlaşmacı bir kimlik haraketi oluşturmaktır.
Bölge devletleri ve halkları ile milletimizin arasındaki tarihe dayalı bağlantıları modern bir algı ile yeniden sağlam bağlarla tesis edip bu uğurda gelecek nesillere örnek teşkil edecek değişim takviminin sayfalarını hazırlamaktır. Hedef meşgalemiz; adı geçen coğrafyada yaşayan her bir bireye toplumumuzun ülkülerinin ve inancının temel dinamiklerini zinde bir ruh, sarsılmaz bir inanç, sonsuz fedakarlık ile aktarmaktır.
VİZYONUMUZ
Başta bütün insanlığı ilgilendiren sosyal refleksler eğitim, çevre ve sağlık konularında olmak üzere özellikle ana faaliyet konusu olan çocuklar ve gençliğin bilgilendirilip eğitim ve öğrenimlerini bu doğrultuda gerçekleştirerek insani irtibat hususu ile toplumlar arası diyalog vasıtaları oluşturulacaktır.
Ortak paydalar temin etmek üzere oluşturulacak her bir organizas346
yonda hareket şiarının temel prensibi; bölge insanlarından oluşturulmuş olan istişare kurullarıyla belirlenmiş olan hedefler etkisi tüm insanlığı kapsayacak şekilde eyleme dönüştürülüp genel manada faydacı gayeler elde edilecektir.
HEDEFLENEN GENÇLİĞİN İLKELERİ;
Yalan söylenmemeli, kimseyi aldatmamalı!
Kul hakkı ve haram lokma yenmemeli; helal kazanç ve gelirle geçinilmeli!
Emanetlere ihanet edilmemeli!
Ehil olmadığı başkanlığı, memurluğu, makam ve mevkiyi kabul etmemeli.
Rüşvet almamalı ve vermemeli de!.
Haksızlık ve adaletsizlik yapmamalı. Kendisinin ve yakınlarının aleyhinde de olsa doğruyu söylemeli, doğru şahitlik yapmalı, doğruyu tutup ve desteklemeli.
Eliyle ve diliyle (kalemiyle) fitne ve fesat çıkartmamalı.
Olumsuz ve yıkıcı tenkit yapmamalı.
Zengin de olsa kanaatli bir şekilde yaşayıp, gereksiz ihtiyaçlarını çoğaltmamalı.
Komşularını kardeş kabul etmeli, onlara elinden gelen maddî ve mânevî iyiliğide yapmalı.
Köyünü, sokağını, mahallesini, şehrini ve bütün vatanını bir ev ve yuva olarak kabul edip ve onu kirletmemeli, onlara zarar vermeyip, onları çirkinleştirmemeli.
GERÇEK BİR AKGENÇ kadınlara anne, eş, bacı, kız çocuğu muamelesi yapar, onlardan gayr-i meşru ve haram şekilde yararlanmak istemez. İffetle yaşar, ırza, namusa, şerefe gözle, elle, dille, tecâvüz etmez.
347
İnsan haklarına saygı gösterir, çeşitliliklere tolerans gösterir, başkalıklara düşmanca bakmaz.
Haksızlıkları, zulümleri, adaletsizlikleri, kötülükleri YASAL SINIRLAR içinde protesto eder, onların giderilmesi için elle ve dille çalışır veya çalışanları destekler.
Parayı bir değer değil, bir vasıta olarak kabul eder; altını gümüşü, euroyu doları putlaştırmaz, para için her haltı yemez.
Komşusu aç iken kendisi tok gecelemez.
Toplumda ve ülkede iyiliklerin hâkim olması, kötülüklerin uzaklaştırılması için çalışır.
Maddî manevî her türlü sömürüye karşıdır.
Para spekülasyonları, devalüasyonlar, borsa oyunları, riba ve tefecilik yoluyla devletin, halkın ve ülkenin soyulmasına yardımcı olmaz, aksine bunlara karşı çıkar. İsraftan, aşırı tüketimden, saçıp savurmaktan, sefih bir hayat sürmekten, gösterişten, süs ve püsten, lüksten uzak durur, ölçülü bir şekilde yaşar.
Çocuklarını bilgili, kültürlü; ahlâklı, faziletli; güzelliği seven ve güzel olmaya çalışan insanlar olarak yetiştirir. Onları cahil, sapık, ahlâksız, karaktersiz, çirkin, şerir kimseler olarak yetiştirmez.
Toplumsal barışı ve sosyal uzlaşmayı zedeleyecek fikir ve hareketlerden kaçınır.
Devletle sistemi özdeşleştirmez. Devleti her hâlükârda korur, sistem bozuk ve zararlı ise onun değişmesi için çalışır.
Gelenin keyfi için gidene söğmez. Atalarına, dedelerine bağlıdır, onlara hürmet eder, rahmet okur. (Atalarına söğüp sayanlar, ana ve babalarını reddedenler gibidir.)
Anarşi ve terörden uzak durur; kötülükleri, fena şeyleri meşru sınırlar içinde ve hikmetin (bilgeliğin) ışığında değiştirmeye çalışır.
Futbol kulübü tutar gibi parti, cemaat, hizip, fırka tutmaz, bu gibi fanatikliklerden kaçınır.
Evcil ve vahşi hayvanlara merhametli olur. Zevk için, sapık duygularla cana kıymaz.
348
Zulmü, haksızlığı, sapıklığı, ahlâksızlığı desteklemez.
Sevdiği ve bağlı bulunduğu siyaset, ideoloji, tarikat adamlarını putlaştırmaz, onları erbab haline getirmez.
Dostlarına mürüvvet ve lütuf, düşmanlarına karşı tolera ile hareket eder.
Her yeni gününün BİLGİ-KÜLTÜR, AHLÂK-FAZİLET, İYİLİKGÜZELLİK bakımından bir önceki günden daha üstün olması için çalışır çabalar.
Öyle bir hayat sürer, öyle hal ve hareketlere sahip olur ki, onun faziletini ve iyiliğini düşmanları bile kabul ve tasdik eder.
Vicdanında yirmi dört saat açık duran bir mahkeme vardır. Orada kendini muhakeme eder, denetler.
Hayattan-sorumsuz bir şekilde azamî (en fazla) zevk ve haz alma sapık-felsefesine bağlanmaz. Maddî hazların ve zevklerin çok üstünde birtakım yüce değerler olduğunu bilir ve onlara bağlanır.
349
350
351
352

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder