8 Ağustos 2015 Cumartesi

YARIM KALAN HİKAYELER SERİSİ:

GAYB KİTABINDAN 
HABERDAR MISINIZ?

24 EYLÜL 2015

Ayayorgi kilisesine çıkmazdan önce sahilde bir çay bahçesinde buluştuk BBC muhabiriyle. Bir sohbet ortamında gerçekleşti röportajımız. Dünyada Açkurudyu dilini bilen tek kişi olmam hasebiyle bir araya geldik muhabirle. Bu dili neden başkalarına öğretmediğim konusu muhabirin bana yönelttiği en temel soru idi. Dünyanın bütün dillerinden birer parça taşımaktaydı aslında Açkurudyaca. Kimse bunun farkında değilse o halde bu benim sorunum olamazdı. Nalay'dan kaçınma yöntemiyle aslında diller sorgulansa rahatlıkla Açkurudyanın püf noktasıda çözülebilirdi. Ama nedense kimse bu zahmete girmiyordu. Üçharflilerle beş harflilerin ortak lisanıydı aslında.
Bir de dili öğrenmenin basit ritüelleri vardı. Sırasına göre yapılması gereken kuralları yani. Tam kırk gün tam vaktinde namazlarını eda etmeliydi bu dili öğrenmek isteyen. Ama namazlar cemaatle kılınmalı. Abdestsiz asla yere ayak basmamalı. Bu süre içinde katiyyen yalan söylenmemeli, dedikodu yapılmamalı, gıybet ve iftiradan kaçınılmalı. Pazartesi ve perşembe günleri mutlaka oruçla geçirilmeli. Bu süre içinde Kuran hatmi yapılmalı. Bir de Kuran'ın bir tefsiri okunmalı. Hiçbir medya hocasının söyledikleriyle ilgilenilmemeli.Buna benzeyen şeyler işte. Yani haramlardan kaçınmak, helallere sığınmak temel husustur kısaca.

Muhabirede bir müjdeyi verdim mülakatımda. Dünyanın Açkurudya dilindeki ilk romanını kaleme aldığımın müjdesini.
"Ama" dedi muhabir. "İnsanlar nasıl okuyacak bu yazdığınız eseri? Ve konusu ne olacak?"
Güldüm.
"Sanki" dedim, "insanlar çok okuyorlar da?!" "Benim için önemli olan bir ilki gerçekleştirmek." Anlamamıştı muhabir ne demek istedğimi. Açmak zorunda kaldım söylediğimi.
"Buyursunlar bir ilki de onlar gerçekleştirsin. Açkurudyayı öğrensinler ve okusunlar yazdıklarımı.
"Açkurudyayı öğrenmek çok kolay" dedim. "Biraz düşünsünler ve gayret etsinler yeterli olacaktır bu dili öğrenmek için. Romanın konusu ise bugün burada yaşayacaklarımız..."

Bugün burada bulunmamın asıl nedenine gelecek olursak... Dünyanın bütün ajansları, medya yayın organları huzurunda Ayayorgi kilisesinde ilkkez gün ışığına çıkartılan kadim bütün memleketlerin ve kültürlerinin bahsettiği meşhur, Dünyada bu zamana değin Açkurudya dilinde yazılmış tek eser olan "Gayb Kitabını" okuyacaktım.

Kafanız karışmasın. Dilerseniz bugüne değin olan biteni kısaca özetliyeyim sizlere.

7 AĞUSTOS 2015

Cuma namazını eda etmek için Sultanahmet Camisini seçmiştim bu hafta. Whatsap'tan bütün arkadaşlara "Hür Cumaların olsun ey Ümmet-i Muhammed" mesajını çektim, namaz saatini beklerken hemen caminin karşısındaki Ayasofya Müzesinin dibindeki çay bahçesinde.
Manidardı elbette çektiğim mesaj: Ayasofya Müzesinden müslümanlara Hür Cumalar dilemek. Camel marka Amerikan sigarasından kaç tane içtim bilmiyorum bu mesajın efkarından; "Hür cumalar!"
 Bir de araya şiir sıkıştırdım, bekleme esnasında.

"Sizce, Ayasofya açılsın mı, kapalı mı kalsın?
Yani yazı mı, tura mı?
Yazı diyenler desin, açılsın! Fatihin laneti kalksın!
Kapalı kalsın ya da cami olarak değil, müze olarak hizmet görsün diyen tura desin!
Millet ibreti görsün!
Yazı mı tura mı?
Açılsın, kapalıyken İslamın bütün müesseseleri gazımız alınsın!
Kapalı kalsın ta ki bütün camiler doluncaya kadar!
Soran olursa bana, fikrim alınırsa; Ayasofya kapalı kalsın, ateşimiz yansın!
Sorarım size de yazı mı tura mı?
Yazı da kahır da turada da yok ki tuğra!
Ayasofya bence kapalı kalsın, önce millet uyansın!
...
Önce kardeşleri Sultanahmet ve Süleymaniye Selimiye sonra kana kana kalabalıklara kansın!
Ayasofya değil zihinler açılsın! Hür Cumalar için elbette  Ayasofya illa ki açılsın!

Kariye aklıma gelmedi değil, karalarken kara bahtımı;
Dünyanın merkezinde bir yanım Sultanahmet'e bakar, diğer yanım da Ayasofya...Ezan sesinde kulağım. Ya yine yükselirse minarelerinden o bedbin ses; "Tanrı uludur!"
İşportacılar arasında taze çıkmış mısır haşlama ya da közünde...Bir de baldır bacak turistler: İngiliz, Fransız, Alaman ya da Amerikan...
Araplar ki ülkelerindeki savaştan kaçan.
Bir de Suriye'li dilenciler...Bilumum menşei belirsiz hafiyeler!
...
Bense bir çay eşliğinde yeni şiirler peşinde!
Kafamda onca uğultu, ilhamın derdinde!
Bi sus be adam, Marks'mısın nesin, sende sus lan Lenin! Kandildesiniz biliyorum. Silopide, Cizre'desiniz! Kızıla bulanmış Kürdün tetiğindesiniz. Ateist Türkle omuz omuza...Demokratik ve barışçıl sloganlarınızla!

Behey kapitalist dünya; Max Weber, Keynes, Adam Smith!
Önümde asgari gıdam çay ve simit varken hepiniz bi susun!
El hafifliğinden,nasipten, kaderden, kısmetten bereket'ten habersizler; bi susun!

Aslında sosyal adalet, İslamda da var diyen, kompleksli entelller, siz de susun!
İnanmaya utandığı değerlere...Resulu hafife alıpta diderottan, nihilizmden referanslar arayanlar... Beşerden medet bekleyenler; susun!
...
Ben ki dünyanın merkezinde, bir Ağustos sıcağında, sıyrılarak belirlenmiş gündemlerin, etkisinden...
Bu kez Aşk dolu şiirler yazacağım... hele bi susun!
...
Sakın susturmayın sakın!
Ağlayan çocukları...
Sakın başlarını okşamayın yetimlerin...Elbirliği ile öksüz bıraktıklarınızın...
Ben onlara da yazacağım!
Mahlukatı anlatacağım! Hilkat garibelerini de...
ve sırrını vereceğim, yaradılışın!
...
İçtiğim çayın bedelini öderken gözlerini gözlerime diken, paranın üstündeki  resimdeki, selanikliyi de susturun!
...
Zaten kafamda bi dünya dolu soru; dünyanın bütün analarının acı dolu hikayelerini yazıp duracağım dünyanın bütün anadilleriyle.
...
İyi de ben bunları kime okutacağım; demeksizin!

***
Daha namaza bir saat var.

Oturduğum çay bahçesinden ayaklarım açılsın diye kalktım biraz yürümek için. Soğuksu sokağına doğru yöneldim.  O sırada bir ayakkabı boyacısı çocuk yanaştı yanıma ve bir çırpıda elime bir pusula iliştirdi. Bir anda da kayboldu gitti sonra da kalabalığa karışarak. Kağıdı açtım ve yazılan notu okudum: "Bizantium Sarnıcına gel!" İyi de orası neresi?

Şaşkınlıktan olduğum yerde kalakaldım. Ta ki hoş bir sarışın turist kulağıma bir şey fısıldayana kadar."ayasofya պետք է մտնել"
Ben Açkurudyacadan ve Türkçe'den, biraz da Arapça'dan başka bir lisan bilmem ki! Bu kız şimdi bana ne demişti? Bir Ayasofya sözünü anlamıştım. Kızın kalabalığa karışıp gitmesine bile odaklanamamıştım. Ayasofya'ya doğru yönelttim adımlarımı.Müzenin kapısına geldiğimde turuncu kafalı bir görevlinin eliyle gel işareti yaptığını farkettiğimde ise "Bizantium sarnıcında bekleniyorsunuz" dediğini şaşkınlıktan nice sonra kavrayabildim.
"İyi de orası neresi?"
Kamburu çıkmış bir ihtiyara teslim etti beni görevli. Müzenin içine doğru yürüdük. Kalabalığın aksine tenha bir koridora yöneldik. Hermetik yazılarla süslü bir salona geçtik sonra büyük bir ahşap kapıyı geçerek.
Salonun tam ortasında "Gayya Kuyusu" adı verilen büyükçe bir mermerin kapattığı yerde cebinden çıkarttığı sarı bir tozu yüzüme doğru üfledi ihtiyar. "Ancak hatırlaman gereken şeyleri bileceksin" dediğini hatırlıyorum son kez üfleme işlemini yaparken ihtiyarın.
Mutlak bir iteat duygusu sarıp sarmalamıştı beni; işte bunu kesinkes hatırlıyorum.
Kendisinden beklenmeyen bir kudretle tek eliyle kuyuyu örten mermer kapağı çekiştirdi. "Atla" dedi!
İteat şuuru ilk saniyede etkisi göstermişti. Sorgusuz-süalsiz atladım kuyunun içine.

Suya düştüğümde çıkardığım ses boş salonda yankılanırken ihtiyar tekrardan mermeri kapatırken ben suyun dibine doğru hızla yol alıyordum. Suyun dibine kadar süren yolculuğum ne kadarlık bir zaman diliminde gerçekleşti, işte bunu tam olarak hatırlamıyorum.
Bir süre sonra bir külçe gibi yere düştüm. Su daki yolculuğum bitmiş bir anda büyükçe bir salonun tam ortasına düşmüştüm. Hem de kocaman yuvarlak bir masanın tam ortasına.  Masanın etrafına oturmuş, belki 500 kişinin yer aldığı büyük bir salon...Şaşkınlığımdan sonra dikkatimi çeken ilk şey olmuştu.
Masanın hemen başında ise aynen masanın etrafında yer alanlar gibi yüzü kapalı bir adam toplantıyı yönetiyordu.
"Bizantium Sarnıcına hoş geldin Müslüman" dedi hışırtılı bir sesle. Kusura bakmayın olan biteni çokta detayına girmeden anlatamayacağım. Hatırlayabildiklerimle yetineceksiniz.
"Biraz bekle toplantımız bitmek üzere. Sonra sizinle ilgileneceğim!"
Konuşmasını sürdürdü.

"Evet arkadaşlar! Sizler dünyanın her yerinden toplanmış yeni seçkinlerimizsiniz. Bütün sınavları geçerek bu aşamaya geldiniz. Görev yerleriniz Müslüman halkların yaşadığı coğrafyalar olacak. Değişik konularda sınavlar aştınız. En yavşak özelliklere sahip olanlarınız medya alanlarında çalışmaya başlayacaksınız. Vatan hainliğine varıncaya kadar bütün sınırları zorlayacaksınız. Ramazanda kotralarda viski kadehlerinizle en kahpe planların bir parçası olacaksınız. Kemiksiz olanlarınız değişik siyasi partilere yerleşeceksiniz. İlimi üç paraya satacak olanlarınız üniversitelerde çalışacaksınız. Şeytani hislerde zirve olanlarınız bu ülkenin sanatçıları olacaksınız. Bir kısmının pop hoca olacak, olmadık şeylere fetvalar vereceksiniz. Her müslüman ülkenin milli bir terörist grubu olacak. Gerekirse zırvalarınıza dini, etnik kılıflar uyduracaksınız. İblisin, ifritin, lusifer'in adını anacaksınız her işinize başlarken. Modernite ve teknolojinin bütün nimetlerini ayaklarınıza sereceğiz. Müslümanların fabrika ayarlarıyla oynayacak onların akaidlerini bozacaksınız. Amellerini tarumar edeceksiniz."
Yaklaşık olarak, hatırlayabildiğim kadarıyla talimatvari şeylerdi söylediği ihtiyarın kalabalığa söyledikleri.
"Şimdi dağılabilirsiniz!" ve ekledi.
"Unutmayın terör artarak devam etmeli!"

"Dostum" dedi. Çalışma odamıza geçebiliriz. İteatkar şekilde peşine takıldım ihtiyarın. Büyükçe bir kütüphanenin bulundğu bir salondu çalışma odası diye bahsettiği yer. Ceylan derisinden bir koltuğa gömüldüm. Odanın kapısı kapandı.
"Kusura bakma" dedi. "Biz de elçiyiz!" Sonra maskesini çıkardı. Herkes kimliğimiz bilmemeli. Adamı bir yerden hatırlıyordum. Ama sarıtozun etkisinden olacak inanın tam olarak hatırlayamıyorum. Ama gazetelerde sık sık resmini gördüğüm birisi, ondan eminim işte.
Dedi" Açkurudyaca bi eser var. Onu okumanı ve bize tercüme etmeni isteyeceğim sizden. En az kutsal kase kadar önemli birşey bu; Gayb Kitabı!"

Sonra...Sonra Kitabı mavi bir atlas kumaşa sarılı olarak önüme getirdi. Ben de merakla sayfalarını çevirmeye başladım. Yüksek sesle okumaya başladım. Tam kitabın yarısına gelmiştim ki..."Yeter" dedi.

Çünkü her okumam da "Ama bu Kur'an" diyordum. "Hem bu Arapça!"
Demek bu şer ehlinin "Gayb Kitabı" dedikleri aslında bizim kitabımızmış. İyi de neden böyle bir efsane türetilmiş ki?
...
Bir kısım refakatçiler eşliğinde beni tekrardan gün yüzüne çıkartmak için yola çıktık. Kafamda bir endişe vardı ki o da, Cuma namazım kaçmak üzereydi.

Harikulade balıkların içinde yüzdüğü bir süs havuzunun başına geldiğimizi hatırlıyorum. Yüzüme üflenen yeşil tozu bir de...
...

Bir el uzandı bana. Ayayorgi kilisesinin papazıymış meğer elin sahibi. Ayayorgi kilisesinin arka bahçesindeki kuyudan başımı dışarıya çıkardığımda papaz efendi gülen gözlerle karşıladı beni.

Üzerimdeki kıyafetlerimi değiştirmem için odasına geçtiğimizde bir de beni teselli ediyordu.
"Cuma namazını kaçırdığın için üzülme. Kazasını kılarsın sonra!"

Ayasofya'dan Büyükadadaki Ayayorgi kilisesine uzanan maceramdaki geçen süre aslında iki saatlik bir zaman dilimiydi.
O "bugün 24 Eylül 2015" dediğinde şaşkınlığımı varın siz düşünün.
"Büyük bir basın toplantısı düzenledik" dedi.
"Dünya basınının huzurunda Gayb Kitabını okuyacaksın" dedi.
Sonra elime mavi bir atlasa sarılı kitabı uzattı. Sayfalarını açtım. Baktım bomboş, bembeyaz sayfalar.
Dedim, "Bu kitabın içi boş!"
Dedi" İçi dolu kitabı, yani Kuranı içini boşaltmadan dünya insanlığıyla paylaşmana nasıl müsaade edebiliriz?"
...
BBC muhabiriyle ropörtajım bitmiş bende kalabalıkla Büyükadaya doğru yola çıkmıştım. Yılda iki kez ziyaretçi akınına uğrayan Büyükada’daki kilise, dileklerinizin ve hayallerinizin gerçekleşmesini sağlayabilir inancının yerleştirilmesiyle Müslüman halkın bile rağbet ettği bir yer haline gelmiştir.
Büyükada’daki Aya Yorgi Kilisesi yılda iki kez, 23 Nisan ve 24 Eylül tarihlerinde ziyaretçi akınına uğruyor. Üniversite sınavına hazırlananlar, hayırlı bir kısmet bulmak isteyenler, sağlığının düzelmesini arzulayanlar veya aklınıza hiç gelmeyecek dilekleri olanlar her yıl vapurları, motorları dolduruyor ve soluğu burada alıyor. Farklı dinden birçok kişiyi buluşturan, Büyükada’nın en yüksek yerlerinden biri olan Yücetepe’de bulunan Aya Yorgi Kilisesi, Saint George adına inşaa edilmiş. Orijinal adı Agios Georgios Rum Ortodoks Manastırı olan kiliseye, dik bir yokuş tırmanılarak çıkılıyor. Ortodoks kilisesinin otoritesi olarak görülen Başpiskoposluğun Türkiye’de kabul ettiği manastır olma özelliğini de taşımakta.
Efsaneye göre…
Kilisenin her yıl daha da fazla ziyaretçi almasının sebebi kulaktan kulağa dolaşan dileklerin gerçek olduğu söylentileri. Birçok motif barındıran kiliseye gelenlerin en çok dikkat ettiği, mızrağı ile bir deniz canavarını öldüren Saint George ikonası. Kilisenin bu ikonaların da dahil olduğu, ve ünlenmesini sağlayan bir efsanesi var. Rivayete göre, Bizans dönemlerinde işgal altında kalan adanın papazları, ikona ve kutsal eşyaları kurtarmak için toprağa gömmüşler. Aradan uzun yıllar geçmiş ve Rumların Aya Yorgos dediği ve zaman içinde Aya Yorgi olarak anılmaya başlayan aziz, bir gün bir çobanın rüyasına girmiş ve ondan kiliseye giden yokuşu turmanmasını, çan sesini duyduğu an olduğu yerde durup toprağı kazmasını istemiş. çoban bu rüyayı birkaç gün daha üst üste görünce aziz Aya Yorgi’nin kendisine dediklerini harfiyen uygulamış ve toprağın altından bugün halihazırda kilisede de sergilenmekte olan bu ikona ve kutsal cisimleri çıkarmış.Aya Yorgi kilisesi, Efes yakınlarında bulunan Meryem Ana’nın evi ile birlikte Hıristiyanlar tarafından kabul edilen iki Hac noktasından biri olma özelliğini taşıyor. Ortodoks mezhebinde 23 Nisan tarihi, Yorgoların isim günü olarak anılıyor. Hem 23 Nisan hem de bir Azize olan Ayie Thekla’nın anıldığı 24 Eylül tarihlerinde Aya Yorgi’ye gelmek Hıristiyanlar inancına göre daha kutsal. Bu tarihlerde Aya Yorgi’ye giden yolu tıpkı efsanedeki çoban gibi çıplak ayakla ve hiç konuşmadan takip edenlerin yarı hacı sayılıyor olduğuna inanılıyor.
Öncelikle 23 Nisan ve 24 Eylül tarihlerinde adaya adeta hücum eden kalabalık, polislerinde desteğiyle türlü güvenlik önlemleri alınarak bir yığın halinde iskeleden kiliseye doğru çıkan yokuşu tırmanmaya başlıyor. Bu tarihlerde kiliseye girebilmek için sabahın erken saatlerinde adaya varmanız şart! Dilek dilemek için yokuşu tırmanmış olmanız yetmiyor. Kiliseye ulaşmayı ve buradaki manzarayı kucaklamayı başaran şanslı ziyaretçiler, buradan bir anahtar veya bir çan alıyor. Dileği gerçekleşenler ise bu andan itibaren aldığı objeyi kiliseye geri götürmek zorunda. Ayrıca kiliseye çıkan yokuşta çalılara ip bağlayanların da dileklerinin gerçekleşebileceğine, yolun başından sonuna kadar bir makara ipi aça aça ilerleyenlerin de kısmetlerinin açılacağına inanılıyor. Dileklerini bir kağıda yazıp bu kağıdı kilisenin içindeki dilek kutusuna da atabiliyorsunuz. Bunların dışında son yıllarda rastlanılan renkli adak mumları da var. Ayrıca gelen ziyaretçilerin bazıları da kilisenin arkasında küp şekerler ve ağaç dallarını dizerek oluşturdukları harf ve çizimlerle de dilek diliyorlar.
Sizinde bir dileğiniz var mı? Ben "Ayasofya açılsın" diye bir not yazdım ve kilisenin dilek havuzuna atıverdim. Dileğim kabul olur mu sizce de?

FEHMİ DEMİRBAĞ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder