30 Eylül 2015 Çarşamba

ENSAR MISINIZ, MUHACİR Mİ?


Memleketteydim bayramda. Sonrası yine İstanbul. Sonrası yani yine koşuşturmaca. Yağmur, çamur, trafik derken malum, lüzumsuz yoğunlukla yine ömür takviminden yaprak düşmeye başlamıştı yani tıpkı mevsiminde olduğumuz sonbahar yaprakları gibi.
"Perşembeye ordayım" demişti arkadaşım. Hac'dan dönüş tarihini vermişti. Umre sayısını bilmiyorum ama bu sanırım 4. Hac ziyareti idi.
Mina'yı sordum önce. Ölenlerin sayısını. Nasıl olduğunu filan.
"Boşver be üstad" dedi. "Kader" diye geçiştirdi sorularımı. Çin malı seccade getirmiş, pusulalısından. Hurma, takke, tesbih...Biraz da zemzem. Hediyelerimi takdim ederken Zemzem Towersta geçirdiği mubarek saatlerden bahsetti uzun uzun. Seneye Hilton'da kalacakmış. Arkadaşları çok meth etmişler orayı. Bu kez 3. eşiyle gitmiş kutsal topraklara.

Son model jeepini havalimanındaki otoparktan ben aldım. Bagajlar, valizler derken 2 saatte ancak çıkabildik havalimanından. Aslında şoförü gelecekmiş karşılamaya da Hac'da benimle ilgili birşeyler gelmiş aklına. Sıcağı sıcağına paylaşmak istemiş.
"Olur" dedim.
Sonra ver elini Başakşehir. 2 ve 3. numaralı eşleri orada ikamet etmekteler. Ama ayrı villalarda. 1 numaralı yenge ise boğazdaki malikanesinde mukim.

Yengeyi evine bıraktık. "Hadi" dedi. "Doğru fabrikaya!" Kıraç taraflarındaki fabrikasına yol aldık.

Yol boyu konuştu durdu. Tıkanan trafikte dilenen Suriyeli çocukları fırçaladı durdu. "Ne mültecisi kardeşim? Dünyanın başına bela oldular!"
"Ensar-muhacir" diyecek oldum. Dinlemiyordu ki beni.

"Senin yukarıyla ilişkin iyidir dostum dedi. Şu bizim arazi işine aracı ol da...Bak babanın hayrına koştur demiyorum ha! Kurulacak yeni şirketin başına da seni getirelim. Okkalı bir de maaş verelim. Bitir o ormanlık alandaki arazi işini...AVM ve rezidans yapalım. Adını da aynı Kabe' deki gibi Zemzem Towers koyacağım. Huzur buluyorum o mübarek topraklarda..."

Yol boyu konuştu durdu. Bense yeni bitirmeye çalıştığım hikaye üzerinde düşünüyordum. Hikayeyi de kısaca paylaşayım sizlerle. Aslında hikaye bilindik birşey ama, adı üstünde hikaye işte...

...
Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları dükkanının vitrinine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar henüz açılmak üzere olduğundan, ayakkabılara da rağbet fazlaydı. Gerçi sattığı ayakkabılar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkan için de yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle..
Adam çocuğa bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti.Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:
- Küçükk!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşünür müsün? Bu seneki modeller bir harika!.
Çocuk, ona dönerek:
- Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.
- Bence önemli değil!. diye, atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı.

Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmasını sürdürdü:
- Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.
Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:
- Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?
- Çok basit!. dedi, adam. Eğer vicdanımız yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükafat görecekler...

Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işaret ederek:
- Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin?
Çocuk, başını yanlara sallayıp:
- Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!.
-İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder. Çocuk biraz düşünüp:
- Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?
- Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım.

Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:
- Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.
- İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır.
- Tamam işte!. dedi adam. 5 lira da öğrenci indirimi yapsak, geriye kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!.

Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek
- Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.
- Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?
- Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi, adam. Antika eşyalardan haberin yok her halde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30- 40 lira eder.

Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları, üzerinden atabilmiş değildi.Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:
- Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..
Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu.

Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
- Babam haklıymış!. dedi. 'Sakat olduğum için, üzülmeme hiç gerek yok!'
evladım demişti.

...
Hikayem aşağı yukarı bu şekildeydi. Sanırım okurları etkilebileceğim hikayelerimden birini daha kaleme almış olacaktım.
"Nasıl" dedi arkadaşım.
"Nasıl gidiyor, yazdığın kitapların satışı?"
Sonra yüksek sesle, azarlarcasına yine seslendi.
"Oğlum bırak şu yazma çizme işlerini. Para yok bu işlerde. Hem kimsenin de okuduğu filan yok. Gerçekler başka, hayaller başka. Sen benim şu işimi hallet, doldur cebine yeşilleri...Sonra kitap mı yazıyon, nutuk mu çekiyon...artık sen bilirsin!"
...
Avcılar gişesinde arabasından indiğimi hatırlıyorum arkadaşımın.
"Oğlum, nereye gidiyon? Manyak mısın lan" diye seslenişini bir de. saatlerce TEM de yürüdüğümü, trafiğin akış yönünün tersine.

Hayatım hep böyleydi zaten; hep tersine gitmeyi sevmişimdir...ya da tercih etmişimdir oldum olası.
Az ötedeki yol boyu akan kalabalığın arasına karışıncaya kadar yürüdüm.

Yürüdüm, Suriyeli mültecilerle uzun süre. Evet ben de "öz vatanımda parya olduğumdan," iltica edecek bir memleket buluncaya kadar yürümeliydim.

Bir an kalakaldım olduğum yerde. Elimi cebime attım. Belki birazcık yol parası ya vardı ya yoktu. Geriye döndüm bir anda.

Hayır!
Memleketimde kalmalıydım ve direnmeliydim...

Daha yazılacak hikayelerim vardı, çünkü!



Fehmi Demirbağ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder