10 Şubat 2016 Çarşamba

Bu ülkede hiçbir başarı cezasız kalmaz!



Yüzyıllardır bu coğrafyada denge unsuru konumundaki Osmanlı'nın torunları, sahneye konulacak oyunun figüranları olarak "Lozan tiyatrosu”na davet edilir.

Görüşmeler esnasında Fransız Klemenso, Kur'an-ı Kerim'i havaya kaldırarak:

"Bakınız bu görüşmelerde aylardan beri bir adım dahi atamıyoruz. Bunun sebebi açıktır. Eğer bu kitaba bağlı olacaksanız, biz size bağımsızlık vermeyiz. Çünkü bu kitap siz Müslümanlara; Hıristiyan ve Yahudilerle dost olmamayı emrediyor. Bu kitaba uymaya devam ederseniz, düşmanlığı sürdüreceksiniz demektir. Bu şartlarda da sizinle barış yapmamız mümkün olmaz" der ve görüşmeleri kilitler.

İddialara göre, İsmet Paşa (İnönü) ile Lozan'a giden siyonist doktrinci Haim Nahum, müzakerelerin çıkmaza girdiğini görünce, Türk heyeti adına "Hilafet'in kaldırılarak, İslâm'la olan bağlardan yeni kurulacak devletin koparılacağı" garantisini verir.




Ancak, verilen bu teminatlar sonucu bir anlaşmaya varılabilir. Nitekim, Cumhuriyet'in ilanından kısa bir süre sonra, 3 Mart 1924 tarihinde Meclis'te alelacele görüşülerek kabul edilen kanunlar, yeni siyasi yapılanmanın istikametini göstermesi açısından önemli ipuçları veriyordu.
Aynı gün çıkarılan"Hilafet"in kaldırılmasıyla ilgili kanunla, yeni devletin İslâm dünyası ile bağlarını koparacak, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de medreselerin kapatılması sağlanacaktı.

Haim Nahum'un, "Biz Türk milletini bağımsızlığa kavuşturduk, ama manen yıktık. Bir daha ayağa kalkamazlar" deme cüretinin altında yatan gerçekler neydi acaba? Belki de bu sorunun cevabı yaşadığımız olayların içerisinde gizlidir.

Ve ilginç bir anektod. İngiliz Devlet eski Başkanı Wilson Churchill, 1932 yılında Avam Kamarası'da yaptığı konuşmada milletine ve temsilcilerine şu beyanatı vermektedir: "Türkleri güç ve ağırlık olarak yüz grama çıkarmamalı, elli grama ise hiç düşürmemeliyiz. Onları biraz kuruyunca sulamak, biraz yeşerince de budamak icap eder. Ellerindeki Kur'an-ı Kerim'i alamazsak, Türkleri yenmemiz mümkün değil. Öyleyse şimdiden Türkiye'ye karşı dinsizlik silahlarını çevirerek, en hassas imanlı kalplerinden vurmaya hazır olmalıyız."



1932'de Ezan'ın Türkçeleştirilmesi, Kur'an'ın Arapça olarak okunmasının yasaklanması, başörtüsünün okullarda sorun haline getirilmesi, "Kur'an'ı kapa, kadını aç" felsefesinin ayyuka çıkarılması, Sünnî-Alevî kesimin mezhep kavgasına sürüklenmek istenmesi, Güneydoğu'da kardeşi kardeşe kırdırma politikası... Evet, bunlar Müslüman coğrafyada, sırası geldikçe sahnelenen senaryoların bazı bölümleri.

Ve Basel'de alınan kararların 3. maddesi hâlâ uygulanma aşamasında... Gerek ülkemizde ve gerekse yanıbaşımızdaki "Ortadoğu"da yaşanan sıcak olaylar, geleceğe dair çok önemli ipuçları veriyor.

Siyonistlerin "Arz-ı Mev'ûd"hayalleri için kasıp kavurduğu İslâm dünyası her gün farklı bir felaketle sarsılıyor.

Dörtbin yıllık geçmişi bulunan Yahudi kavmi, Dünyanın tek hükümet tarafından yönetilmesini Kral Hammurabi zamanından beri içinde taşıyor. Yaklaşık yüzyirmi yıl önce Filistin’de yeni bir Yahudi Devleti kurmak için oluşturulan Siyonizm akımı; “Arz-ı Mev’ûd”a ulaşmak için bütün yolları deniyor. Siyonizmin isim babası Theodor Herzl(1860-1904) 1897’de Basel’de topladığı “Dünya Siyonist Kongresi”yle “Büyük İsrail”e ilk adım atarken, bu oluşumun eylem babası Chaim Weizmann(1874-1952) Filistin topraklarında “büyük işgal”in önünü açıyor.





Yeni Küresel Sistem"de hiçbir temsil yetkisi tanınmayan Müslümanlar; artık başta siyonist İsrail ve Amerika olmak üzere, Batı'nın topyekün "Dönüşüm Projesi"nin hedefi konumundadır

Ortadoğuda ve diğer Müslüman coğrafyadaki ülkeler ve halklar, özgürlüklerini kazandıklarını sanırlarken, sahip oldukları en büyük birlik olan İslam Birliği yıkılmıştır çünkü. Ve İslam Birliği'ni yıkarsan, ortaya birbiriyle uzaktan yakından alakası olmayan, birbirini önemsemeyen 57 tane İslam ülkesi ve iki milyarlık bir Müslüman nüfusu çıkar.



Yüzyılın en büyük olayı olan Hilafet'in ilgası, bugün hala tartışma konusu ne yazık ki... Ne yazık ki diyorum çünkü, bunu tartışanlar gayrimüslimlerden ziyade Müslümanlar. İçinde bulunduğu çağa öylesine ayak uydurmuş Müslümanlar var ki, dünya üzerindeki bütün Müslümanların ve Müslüman devletlerin birleşmedikçe, durmadan şikayet edip, yakınıp durdukları bu sistemin ortadan kalkmayacağını hala idrak edebilmeye muvaffak olamıyorlar.
Bakmayın siz sürekli yok ''sistem kötü, sömürü düzeni, siyonist sistem, kapitalist düzen...'' falan filan dediklerine, bu adamlar bizzat o şikayet ettikleri sistemin ekmeğini yiyen modern kölelerden başka bir şey değillerdir.
Bu gibi adamlar, Kur'an'daki ''Bölünmeyin!'' emrini yalnızca ''mezheplere bölünmeyin!'' olarak algılarlar çünkü. Ona karşı savaştığını söylediği sistemin kurduğu ulus devlet düzenine o kadar alışmış, o kadar benimsemiştir ki; İslam Birliği denince aklına ilk gelen şey acaba ulus devletlerine ne olacağıdır. Diğer bir taraftan 57 tane İslam ülkesiyle bir arada olamayacaklarına, bu kadar büyük bir coğrafyadaki ülkelerin hepsinin birlikte idare edilemeyeceğine inanır.
Fakat 25 milyon kilometrekare toprağa direkt olarak, dünyanın kalan tüm diğer coğrafyalarına da gönderdiği mektuplarla, elçilerle ve birliklerle, hiçbir teknolojik alet olmaksızın 600 yıl hükmeden bir devleti akıllarına dahi getirmezler. Şu anki teknolojik aletleri, iletişim ve ulaşım araçları hesaba katılınca bu işin ehil ellerde çok daha iyi bir şekilde yapılabileceği fikri, ne yazık ki bu gibi kafası Edirne ile Kars arasına sıkışmış olan insanların aklı almaz.
Osmanlı'nın nasıl yıkıldığını, hangi amaç doğrultusunda yıkıldığını ve bize doksan senedir bağımsızlığımızı kazandığımız martavalının aslında ne olduğunun farkına varmalıyız.. Bu yazıda bilhassa Lozan'ı ve sonrasını konuşacaz inşallah. Zira üzerinde bulunduğumuz konunun asıl kilit noktası İsviçre'dedir. Lozan'da..

MACERA BAŞLIYOR; MUASIRLAŞMA MACERASI!

1922, İsviçre, Lozan..



I. Dünya Savaşı, 1914'de başlamış ve 1918'de sona ermişti. Geçen dört sene içinde başta İngiltere ve Fransa olmak üzere batılılar, Osmanlı coğrafyasını tamamıyla işgal etmişlerdi. Balkanlar, Arap Yarımadası, Afrika, Kıbrıs, Kafkaslar...
Plan ise yüzyıl öncesinden belliydi; yeryüzünde kendilerine engel olan son imparatorluğu ortadan kaldırarak, yeni yüzyılın düzenini ulus devletler şeklinde kurmak. Bu yüzden işgallerin tamamı, ulus devletlerin kurulmasıyla sonuçlanmıştır.
Savaş 1918'de bitmişti. Fakat payitaht İstanbul tam da savaşın bittiği tarihte işgal edildi. Onlar bir yeri işgal ettiklerinde, arkalarında kendileri için çalışacak bir sistem, bir cunta kurmadıkça asla orayı terk etmezler. Önce işgal ederler, bir süre kalırlar, bu süre içinde eski sistemi tasfiye eder ve kendileri için çalışacak bir yeni cunta kurarlar, ardından da çekilirler. Halka ve dünyaya bölgede yenildiklerini ve bu yüzden çekildiklerini duyururlar. Çünkü yenilirlerse, kazananlar bağımsız olmuş demektir. Böyle düşünmelerini, buna inanmalarını sağlarlar. Ve onlar, bu insanlar kendilerini özgür sanırlarken yaptıklarını, işgal sırasında dahi yapamazlar.


İngilizler 1918'de girdikleri İstanbul'dan 1923'de çekildiler. Bu beş sene içinde bir tane savaş söz konusu değildir. Tabi bir de şunu unutursak tarihe ayıp ederiz; İngilizler gemilerle İstanbul'a vardıklarında, ellerinde bayraklarla onları karşılamaya gelen bir grup vardı. Bu grup ''dostlarımız bizi kurtarmak için geldi'' diye limanda bayrak sallayarak, alkışlarla karşıladılar İngiliz gemilerini. Grubun ismi mi? Ha yabancı değil, bizim Jön Türkler..

Tam beş yıllık bu süre içerisinde İngilizler Osmanlı Devleti'nin bütün üst düzey bürokratlarını ve askerlerini tutukladılar. Tabi o kadar zaman boyunca boğaz manzarası izleyip, adam tutuklamakla uğraşmadılar. Elbette ki bir sistem kurma arayışındaydılar.

1922 yılında, yeni kurulacak olan Türkiye Devleti'nin sınırları ve kuruluş şartlarının anlaşmaya bağlanması için Lozan'da toplanıldı. Henüz o tarihe kadar ne Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, ne halifelik kaldırılmış, ne de Osmanlı Devleti yıkılmış idi.




Yani şöyle bir düşünün, İstanbul neden savaş bittikten sonra işgal edildi?
İstanbul'da hala almak istedikleri ne vardı? Tüm yeraltı kaynaklarını haritalarla belirlemiş ve buna göre işgal yapmışlardı.
Bize kalan toprak parçasında ise petrol falan yoktu.
İyi de ne vardı?
Neden savaş bittikten sonra tam beş sene kaldılar İstanbul'da?
İstedikleri şey çok açıktı; hilafeti yıkmak. Yıkmak için geldikleri birliği yıkmak, tarihe gömmek.



Bunun yanındaki tüm maddeler, şartlar ve anlaşmalar hep ikinci üçüncü plandadır. Boğazlar, yeni kurulacak devletin sınırları, tazminatlar falan filan.. Lozan'ın toplanmasının asıl amacı hilafeti resmen yıkmaktır. Dönemin İngiltere dış işleri bakanı Lord Curzon 'un önderliğinde toplanan Lozan Konferansı, dünyada yeni bir çağın başlamasının tescilidir. Çünkü Curzon, hilafeti yıkmadıkları takdirde kurulacak devleti tanımayacaklarını söylemiştir.

Şimdi ben buradan bağımsızlıklarını kazandıklarını söyleyen, buna inananlara sesleniyorum;
Hangi bağımsızlık?
Bu adamların istedikleri her şartı kabul ettikten sonra, kuracağın devlet bağımsız mı oluyor, yoksa kukla mı? Ama henüz durun. Daha konuşacağımız çok şey var.




Şimdi size, aslında olayı daha yazının ortasında çözebileceğiniz bir kilit nokta söyleyeyim. Keza bu kilit nokta, her şeyin ama her şeyin açıklaması;

20 Kasım 1922 yılında başladı Lozan Konferansı.
24 Temmuz 1923 tarihinde sonlandı.
Türkiye Devleti 23 Ağustos 1923'de Lozan'ı kabul etti.
Fakat;
Henüz hilafet yıkılmamıştı.
Bununla beraber, konferansa katılan devletlerden;

İtalya 12 Mart 1924'de,
Japonya 15 Mayıs 1924'de,
İngiltere 16 Temmuz 1924'de,
Fransa 6 Ağustos 1924'de anlaşmayı kabul etmiş ve
Cemiyet-i Akvam'da da Eylül 1924'den itibaren resmen duyurulmuştur.
Şimdi elinize bir takvim alın ve dikkatinizi buraya verin;

Hilafet'in ilgası 3 Mart 1924'tür.

Yani yeni kurulan Türk devleti, hilafeti ilga etmedikçe, hiçbir devlet tarafından tanınmış değildir. 3 Mart 1924 tarihinde Hilafet'i resmen kaldırdıktan sonra, tanınmalar arka arkaya gelmiştir. Çünkü Lozan Anlaşmasının asıl toplanış amacı ve birinci şartı olan Hilafet'in ilgası, söz verildiği gibi vuku bulmuştur. Hilafetin ilgasından yaklaşık yedi ay sonra batılılar Türkiye'yi resmen tanımaya başlamışlardır.

Konferansın Hilafet ile ilgili asıl ana maddeleri şöyledir;

Hilafet ortadan kaldırılacak,
Halife ve ailesi sürgün edilecek,
Halife ve ailesinin tüm mal varlığına el konulacak,
Türkiye, Hilafet'i desteklemek için yapılacak her türlü ayaklanmayı durduracak,
Türkiye İslam dini ile ilişkilerini tamamıyla kesecek,
Türkiye'nin yeni anayasası seküler (laik) ilkelere dayanacak ve İslami yasalara dayanan bir anayasa olmayacaktır.



Bunlar Lozan Konferansı'nın toplanmasındaki ana amaçlardı. Elbette bunun yanında bir sürü teferruat da yapıldı. Mesela; ''Türkiye Devleti'nin ilk on yılında eğitimi, ekonomisi ve hukuku İngiltere ve Fransa başta olmak üzere batılı devletler tarafından denetlenecektir.'' gibi maddeler de var.

Lozan'ı ve Hilafet'in ilgasını bir de İngiliz ve Fransız arşivlerinden ve tarihçilerinden dinleyin.. O arşivlerde nelerin gizli olduğunu görün, çünkü bizim arşivlerimize hala bazı yasaklar nedeniyle erişemiyoruz. Ve Lozan'da ne dehşet verici olayların döndüğünü bizzat İngiliz arşivlerinden okuyun.

Şimdi gelin bu maddeler yürürlüğe girmiş mi birlikte bakalım;

Meclis 23 Ağustos 1923'de Lozan Anlaşması'nı kabul etti.
29 Ekim 1923'de cumhuriyet ilan edildi.
3 Mart 1924'de Hilafet ilga edildi.
Aynı gün Osmanlı Hanedanı'nın yurt dışına çıkarılması kararlaştırıldı.
Aynı gün Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlüğe sokuldu.
Aynı gün Şeri'ye ve Evkaf Bakanlığı kaldırıldı ve yerine Diyanet İşleri Başkanlığı getirildi.
Hilafetin ilgasından sonra batılı devletler Türkiye'yi tanımaya başladı.
Hilafetin ilgasının ardından 20 Nisan 1924'de anayasa yürürlüğe girdi.

Buraya kadar çok açık ki, Lozan'ın ilk şartları birebir uygulanmış. Hem de bire bir. En önemli kısım olan Hilafet'in ilgası ve Halife ve hanedanın toptan sürgün edilmesi tamamlanmış. Mallarına el konulduğunu da söylemeye sanırım gerek yok. Zira hanedan üyeleri gittikleri ülkelerde kapıcılık ve bulaşıkçılık yapacak kadar, hatta ve hatta son Sultan Vahdettin Han'ın parasızlıktan alamadığı ilaçlarının reçetesi, ölü bulunduğu yatağın yastığının altından çıkacak kadar; hatta ve hatta borçlarından dolayı cenazesine bile haciz gelecek kadar beş parasız ve çaresiz bırakıldılar.
Hani Son Osmanlı'da demiştim ya; ''Her darbeden sonra gelen bir yağma vardır.'' diye, bir de koca bir devlet yıkıldığında yapılan yağmayı varın siz düşünün, siz tasavvur edin...

Hatta bu konuda bir de Paşaların hatıratlarına göz atarsak çok daha iyi olur. Keza Lozan iki dönemden oluşur. Birinci dönem 20 Kasım 1922'de başladı ve 4 Şubat 1923'de kesildi. Çünkü başta İngiltere ve Fransa ''hilafet kalkmadıkça sizinle hiçbir anlaşma imzalayamayız'' tavrı içerisindeydi. Bunun üzerine Lozan heyeti Türkiye'ye döndü.

Tam da bu noktadan itibaren İsmet İnönü, Mustafa Kemal, Ali Fethi, Tevfik Rüştü ve meclisin önde gelenleri hilafet ve İslam aleyhinde söylemlere başladılar.

Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir'e şöyle der;
''Mustafa Kemal, bana hilafetin kalkması konusundaki fikrini İzmir'de söyledi. Ben sizin haberiniz var sanıyordum?''


Rauf Orbay ise ''Hatıraları ve Söyleyemedikleri İle Rauf Orbay'' kitabında şöyle der;
''İsmet Paşa, anlaşıldığına göre Lozan'da İngilizlerle bir nevi ara buluculuk rolü oynayan İstanbul Hahambaşısı Haim Nahum'un telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye'de devamına müsaade edilmeyip, derhal atılması lüzumu fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.''

Harp Hatıralarım'da Ali İhsan Sabis şöyle der;
''Hatta iddiaya göre Haim Nahum'a bir de yazılı taahhüt veriliyor. Ve akabinde yorgun olduğu ileri sürülerek ordu terhis ediliyor.''

Kazım Karabekir, İsmet İnönü'yle arasında geçen bir konuşmayı şöyle naklediyor;
''Macarlar ve Bulgarlar bizimle aynı safta savaşmalarına rağmen bağımsızlıklarına dokunulmamıştı. Bunun sebebi de doğrudan doğruya Müslüman olmamalarıydı. Biz kendi kudretimiz ile kurtulsak da Müslüman kaldıkça, sömürgeci devletlerin ve bu arada da İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını anlattı. Böylece bu değişimin ilhamının Lozan'dan ve itilaf devletlerinden geldiği açıklık kazanmış oluyordu. Ali Fethi, Tevfik Rüştü, Mahmut Esad Beyler ile, Mustafa Kemal Paşa'nın Lozan'ın ikinci döneminden itibaren başlayan İslam aleyhtarı söylemlerinin gerçek adresinin gerçek adresini tespit etmiş bulunuyordum.''

Hatta gelin  geriye götüreyim sizi biraz..

Yıl 1909.
31 Mart Vakıası sonrası.
Dönemin İttihat ve Terakki'cilerinden olan Filozof Rıza Tevfik, cemiyetin diğer ileri gelenleriyle birlikte darbeyi kutlamak için İngiliz sefaretine giderler. Fakat çok soğuk karşılanırlar ve yüzlerine doğru dürüst bakılmaz. Bunun nedenini ise şöyle anlatır;

''Dostum Rıza Tevfik Bey.. Biz Jön Türkleri teşvik ettik. Onlardan büyük neticeler bekliyorduk. İhtilal olacak; istibdat ile Sultan da, bahusus temsil ettiği hilafet müessesesi de alaşağı edilecekti. Fakat yanıldık. Beklediğimiz neticeyi alamadık. Zira ihtilal yaptınız, gerçi Kanun-i Esasi geldi, fakat Sultan da ve hele hilafet müessesesi de yerinde baki... ''

Rıza Tevfik; ''İngiltere Devlet-i Fahimesini, Hilafet müessesesi bu derece şiddetle neden alakadar ediyor?''

Nicholson; ''Ha.. Dostum Rıza Tevfik Bey.. Biz Mısır'da, bilhassa Hindistan'da, İslam kitlelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık, muvaffak olamadık. Halbuki Sultan..? Yılda bir defa bir ''Selam-ı Şahane'', bir de ''Hafız Osman Hattı Kur'an-ı Kerim'' gönderiyor, bütün İslam ümmetini, hudutsuz bir hürmet duygusu içinde elinde tutuyor..

İşte biz ihtilalden ve siz Jön Türkler'den, ihtilal sonunda Sultanların da, Hilafet'in de, yani bir Selam-ı Şahane ve bir Hafız Osman Kur'an'ı ile kitleleri avucunda tutan kuvvetin de devrilmesini bekledik. İşte bu sebeple soğuk bir ademi kabul gördünüz..''

Yani hedeflerini 13-15 yıl sonra tamamen gerçekleştirdiklerini de bir kez daha görüyoruz; 31 Mart Vakıası ile Sultan Abdülhamid'in devrilmesinin ardında kimlerin olduğunu da; bu darbeleri kimlerin yaptığını da; Kanun-i Esasi'yi ve Meşrutiyeti kimlerin ilan ettiğini de..

Rıza Tevfik hakkında biraz daha konuşmak gerek, diğer yazılarda inşallah..
Bir solcu, hatta Marksist olan Kemal Tahir de şöyle bir saptama yapmıştır ki, hep çok hoşuma gitmiştir;
''Bir politikacı için en müthiş ceza, devletinin kendi elinde batmasıdır ve bunun hiçbir özrü yoktur. İmparatorluğu elimize geçirdiğimizde sınırları Kongo'yu, Sudan'ı, Eritre'yi, Somali'yi, Tunus'u, Fas'ı, Libya'yı, Kıbrıs'ı içine alıyordu. Bu koca imparatorluk bizim elimizde ölmüştü. Suç ne kadar büyükse, çekilecek cezanın da o kadar büyük olması gerekir.Tarihin örneğini yazmadığı Kurtlar Boğuşmasına girip, yenik düştük! Kurtlukta, düşeni yemek kanundur!
Hakeza Britanya Kralı V. George; ''Lozan tasarısı yürürlüğe girdikten sonra dünyada yeni bir çağ açılacaktır'' derken, neyi ve nasıl bir çağı kastediyordu sizce?
Devam edelim.
İlk şartlar birebir yerine getirilmişti. Sırada ise bu işi sağlam bir zemine oturtmak için yapılacak destekleyici adımlar kalmıştı. Bu elbetteki biraz zaman alacaktı çünkü, halk hilafet ve saltanat için savaşmış ve her ev bu uğurda ya bir şehit, ya da bir gazi vermişti. Fakat tam da bu yüzden ''10 yıl İngiliz ve Fransız denetimi'' şartı vardı masada.
Şimdi de gelin yine hep beraber o şartlar gerçekleştirilmiş mi ona bakalım.
El ele tutuşun, kalkıyoruz;

Hukuk ve Ekonomi Alanı ;

8 Nisan 1924'da, İslam hukuku mahkemeleri olan Şeri'ye Mahkemeleri kaldırıldı.
17 Şubat 1926'da İsviçre Medeni Kanunu kabul edildi.
22 Nisan 1926'da İsviçre Borçlar Kanunu kabul edildi.
1 Mart 1926'da İtalya Ceza Kanunu kabul edildi.
4 Ekim 1926'da Mecelle kaldırıldı.
1927 yılında İsviçre Hukuk Mahkemesi Usulü Kanunu kabul edildi.
4 Nisan 1929'da Almanya Ceza Mahkemeleri Usulü Kanunu kabul edildi.
1926 yılında Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden derlenerek Kara Ticareti Kanunu kabul edildi.
1929'da yine birden fazla ülkeden derlenerek Deniz Ticareti Kanunu kabul edildi.
Aynı yıl Fransa İdare Hukuku Kanunu kabul edildi.
9 Haziran 1932'de İsviçre İcra ve İflas Kanunu kabul edildi.

Eğitim Alanı;

1926'da Medreseler kapatıldı.
2 Mart 1926'da Maarif Teşkilatı hakkında çıkarılan kanunla Din Eğitimi kaldırıldı.
1 Kasım 1928'de Latin Alfabesi kabul edildi.
12 Temmuz 1932 Dil Devrimi yapıldı.

Dini ve Toplumsal Alan;

13 Aralık 1925'de Tekke, Zaviye ve Türbeler kapatıldı.
25 Kasım 1925'de Şapka ve Kıyafet inkılabı kanunlaştırıldı.
1925'de takvim değişikliği ile hafta sonu tatili Perşembe-Cuma'dan; Cumartesi-Pazar'a alındı.
1928'de ''Devlet'in dini İslam'dır'' maddesi çıkarıldı ve laiklik kabul edildi.
22 Ocak 1932'de ezan Türkçeleştirildi.

10 yıl boyunca İngiliz ve Fransız denetimi altında olunacağı anlaşmasının sağlaması için, bu on yıl içerisindeki tüm inkılaplara bakmamız yeterli aslında. Ve size ilginç bir kilit nokta daha söyleyeyim;
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, inkılaplar tam ''10 yıl sürmüştür''. Yani 1933 yılına kadar.
Anlaşma metninde ''denetim'' adıyla kibarlık yapıldığına bakmayın. Basbayağı da ''ülke bizim direktiflerimiz doğrultusunda yönetilecek'' demektir bu. Bizim istediğimiz yasaları alacak, istemediklerimizi kaldıracaksınız demektir.
Yani resmen, bize ne yapmamız ve nasıl yapmamız gerektiği dikte edildi. Bizi özümüzden böyle kopardılar, böyle asimile ettiler. Kendilerine benzettiler. Çünkü eğer kendilerine benzersek düşman değil, dost olurduk. Karşılarında İslam için savaşan Müslümanlar değil; batılılaşmak, batılılar gibi giyinmek, onlar gibi konuşmak, müzik dinlemek, dans etmek, kısacası tamamıyla onlar gibi olmak isteyen, özünden koparılmış insanlar olurdu.

Yani Lozan'ın bütün şartları bir bir yerine getirilmiştir. Bu şartlar yerine getirilmeye başladıktan sonra da zaten tanınmalar başlamıştır. Fakat bu arada çok önemli birkaç ayrıntıyı da konuşalım. Atlarsak çok büyük hata yaparız.
Lozan'a giden heyette bulunan İsmet İnönü, Dr. Rıza Nur ve Hasan Saka'nın yanına Mustafa Kemal bir delege daha eklemiştir; Haim Nahum. Ya da Lozan'dan sonra üstün hizmet gerekçesi ile verilen unvanıyla ''Haim Nahum Efendi''.



Bazı bidon kafalılar var ki, şunu kabul ederler; ''Bu adam şeytanın ta kendisidir....''
Fakat o adamın Lozan'a neden gönderildiğini, kim tarafından gönderildiğini asla sorgulamazlar. İşte bunlar at gözlüklü ve kafadan bacaklılardır.
Haim Nahum; ''Siz Türklerin bağımsızlığını tanıyın. Ben size onların manevi kuvveti olan İslam ve Halifelikten vazgeçeceklerini, bunu ayaklar altına alacaklarını garanti ediyorum'' demiştir ve bunu hepiniz de duymuşsunuzdur.
Lozan'dan sonra ise Lord Curzon meclise geldiğinde ''Türklerin bağımsızlığını neden tanıdın?'' diye sorulan sorulara; ''Biz onların asıl kuvvetleri olan İslam ve Hilafet'i yıktık. İşte bundan sonra asla bir daha kendilerine gelemeyecekler, onların manevi yönlerini öldürdük.'' der. Hakeza Curzon'un bu sözünün gerçekleşmesini beklemişler ve Hilafet yıkılana kadar Türkiye'yi tanımamışlardır.

Peki hala bu ülkenin insanları, nasıl oluyor da ısrarla bağımsızlıklarını kazandıklarına inanabiliyor?

Aslında onun sebebi de çok basit. Eğitim sistemi öyle bir düzen üzerine, öyle bir temel üzerine oturtuldu ki, yedi yaşlarından itibaren aslında Osmanlı zamanında bizlerin köle olduğuna, cumhuriyetin gelip bizleri özgürlüğe ve refaha kavuşturduğuna inandırıldı insanlar. Çünkü yeni devleti kuranlar, eski devleti yıkanlarla aynı kişilerdi; İttihat ve Terakkiciler.
Okul kitaplarındaki tarihte birdenbire ortadan kaybolan İttihat ve Terakkiciler, cumhuriyetin kurucu kadrosunun tamamını oluşturuyordu. Peki neden bugüne kadar ne okulda, ne başka bir yerde bize bu cumhuriyeti kuranların İttihatçılar olduğu asla söylenmedi? Neden bu mevzu bahis bile edilmedi? Şunu düşünmek yeterli değil mi aslında?



Bir parantez açıp, konuyu hafiften değiştirelim şimdi.
Hintli Müslümanlar, Halife ve Hilafet için bugünkü parayla trilyonlar tutarında bir yardım toplamış ve bunu Hilafet'in merkezi olan Türkiye topraklarına göndermişlerdi. Size kendinizin araştırmasını tavsiye edeceğim bir soru sormak istiyorum; ''Bu para nereye gitti?'' Ya da Kılıçdaroğluna sorun.

''Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın bu toprak bir devrin battığı yerdir!'' diye bir söz var ya hani Çanakkale'de, ben bu sözü hala anlayamamışımdır. Gerçi bu söz bir de Lozan'a yakışır. Zira koskoca bir devir Lozan'da batmış ve yepyeni bir dünya düzeni Lozan'da ortaya çıkmıştır. Her neyse ama. Size asıl meselenin ne olduğuna dair bir başka örnek göstereyim;



Burası Bursa; Osman Gazi Hazretleri'nin türbesi.
Önde gördüğünüz anıt ise cumhuriyetin ilanından sonra dikilmiştir. Üzerinde de şu yazar;
''Burada yatan askerlerin şehit düştükleri muharebe öyle bir zaferle nihayet bulmuştur ki, neticesinde Bursa ikinci defa fethedilmiş ve kadim Osmanlı Devleti son bularak, yerine Cumhuriyet Hükümetimiz teessüs etmiştir. Bu şehitler, bu eserlerin abide-i mefharetidir.''
Bu savaşa Osmanlı'yı sokan İttihat ve Terakki'nin amacı, başından beri seküler, batılı bir ulus devlet kurmaktı. Ve bunu ''işte sonunda Osmanlı'yı yıkıp yerine cumhuriyeti kurduk!'' mealini taşıyan bir anıtla herkese ilan ettiler. Tabi hepsi o değil. Bu anıtta iki tane çok ama çok önemli sembolizm mevcut.

Onlardan birincisi şudur;


İslamiyet'in ve Osmanlı'nın sembolü olan hilale bir ok saplanmış. Üzerine yorum yapmaya, konuşmaya gerek var mı? ''İslamiyet bizim okumuz ve mermimiz ile yıkıldı, biz kazandık!'' demenin sembolik yolunu kullanmışlar. İttihat ve Terakki'nin bir Yahudi-Mason cemiyeti olduğunu hatırlarsak, neden sembolizm yaptıklarını anlamakta hiç zorlanmayız.

Tabi ikinci önemli sembolizm de şudur ki;



Anıtın hemen yanındaki yapı; ''Osman Gazi'nin türbesi''dir. Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi..

Yani abideyi öyle bir yere diktiler ki, ''Sen kurdun, biz yıktık!'' dediler.
Fatih'in, Kanuni'nin mezarının başına dikmediler bu yüzden bu abideyi, geldiler Osmanlı'nın kurucusu olan Osman Gazi'nin mezarının önüne diktiler.


Ad ve soyad kanunu gereğince Arapça kökenli isimler bile yasaklandı. İslam ile alakalı olan her şeye, tıpkı Lozan'da İngilizlerin dediği gibi savaş açıldı.
Duvarlardaki, binalardaki Osmanlı armaları dahi kazındı. Kitaplarda, dergilerde, radyoda ve kısaca her yerde Osmanlı saltanatından ve Hilafet'ten bahsetmek yasaklandı.



Lozan, gerçekten de bir devrin batırıldığı yerdir. 600 yıllık bir imparatorluk ve 1400 yıllık Hilafet Lozan'da yıkılmıştır. Yeni Dünya Düzeni Lozan'da başlatılmıştır. Sevr Projesi, Lozan'da onaylanmış ve yürürlüğe konmuştur.



Osmanlı yıkıldıktan ve Hilafet kaldırıldıktan sonra dünyanın ve bilhassa Ortadoğu'nun durumu ortada.. Osmanlı bu topraklardan çekildi çekileli asla kan durmadı. Çünkü bu kapitalist devletlerin önünde durabilecek hiçbir güç kalmadı.
Ulus devletler düzeni kurulurken, bunu kuran ülkelerin hepsinde önlerindeki yüzyılın barış, huzur ve refah içinde geçeceği fikri vardı. Buna inandırılmışlardı. Dünyadaki bütün sorunun aslında ırklarla alakalı olduğunu; eğer her ırk, her millet kendi ulus devletini kurarsa bütün sorunun çözüleceğini düşünüyorlardı.





Fakat aradan birkaç on yıl geçti ve düşündüklerinin, kendilerine birileri tarafından düşündürülen bu şeylerin koca bir yalan olduğunu tecrübe ettiler. En kötüsü de bizler hala ediyoruz. Bu cumhuriyeti halkın kendi kendisini yönettiği yönetim şekli diye bizlere okuttular ve inandırdılar, fakat yapılan hiçbir devrimde, alınan hiçbir kararda halk yoktu. ''Hilafet hakkında tek başımıza karar veremeyiz'' diyenler ve bunu diyenleri savunanlar, hiç kimseye sormadan Hilafet'i kaldırdılar. Madem Hilafet hakkında tek başımıza karar veremiyorduk, nasıl oldu da tek başımıza kaldırdık bunu?



İngiliz yazar P.H. Graves'in şu sözü bu konuyu aslında çok iyi açıklar;
''Türk cumhuriyetçileri, Müslüman uyrukları olan herhangi bir gayrimüslim devlet için her zaman güçlükler çıkaracak bir kurumu ortadan kaldırmakla Britanya İmparatorluğuna olağanüstü bir iyilik yapmıştır.''
Fakat gelin görün ki, gerek okullarda gerekse politikacılarda, kısaca tüm Türkiye'de, Hilafet'in ilgasının sebebi olarak ''çağdaşlaşma'' diye ucube bir adres gösterilir.
Çocuklarımıza ''Çağdaşlaşmanın önündeki en büyük engel kaldırıldı'' diye mide bulandırıcı şeyler öğretirler okullarda. Hiç kimse bu olaya ''Lozan'da İngiltere ve Fransa böyle istediği için, bunu dayattıkları için'' diyemez.
Ve cumhuriyet kurulduğu gün yani 29 Ekim'den itibaren, İslam ile alakalı her ama her şey gericilik ile yan yana anılmıştır. İngilizler bize önce Hilafet'i yıktırmış, sonra da karşı gelen halkı gerici diye yaftalarsınız diye akıl vermiştir. Ve birdenbire yeryüzündeki her şey, o günden itibaren tamamen ters yüz olmuştur. Doğrular yanlış, yalanlar gerçek, dürüstler yalancı, yalancılar dürüst...
Hilafet'i yıkmakla da kalmayıp, İslam coğrafyasında öyle oyunlar oynadılar ki, bu konuda işlerini şansa bırakmadılar. Türkiye'de aşırı milliyetçilerin hepsini sağcı, Arabistan yarımadasında da aşırı milliyetçilerin hepsini solcu yaptılar. Olur da yarın bir gün bunlar birleşmeye karar verirler diye, aralarına her türlü ideolojik ayrılığı soktular. Türkiye'nin doğusunu tamamen Şafii mezhebine mensuplarla doldururken, batısını da Hanefilerle doldurdular.
Suriye'ye Şii bir yönetim atayarak, Irak'ı yani petrol kuyularını, iki Şii devlet İran ve Suriye arasında bıraktılar. Böylelikle de Türkiye ve Arap Yarımadasının arasına Şii bir koridor çekmiş oldular. Türkiye'de Türk milliyetçiliği propagandası yapan Haim Nahum, oradan Mısır'a gitti ve Cemal Abdül Nasır'a danışman olarak Mısır başta olmak üzere Arabistan'da Arap milliyetçiliği propagandası yaptı.


İş bugüne ve dünyada oynanan oyunları çözme çabasına gelince, Baron Rotschild'in şu sözünü her yerde kullanırlar; ''Bana bir ülkenin para basma yetkisini verin, o ülkedeki kanun koyucuları bile takmam.''

Fakat ölesiye savunduğu bu cumhuriyetin parasını bir zamanlar İngiliz ve Fransızların bastığından bile haberi yoktur. Para basmak için İngilizlere 88 bin İngiliz altını ödendi yıllarca. Ama dünya üzerinde olan komplolara, sömürü düzenlerine o kadar kaptırmıştır ki kendisini, yanı başındaki hatta burnunun dibindeki komploları, sömürü düzenleri göremez. Komployu hep uzakta arar. Kendi tarihinde neler olduğunu bilmez. Hayatında bir kez dahi olsa, şu cumhuriyeti kuran adamların bir tanesinin bile hatıratını okumamıştır. Fakat okumuş adamdan daha fazla ahkam keser.



Bizleri, tıpkı diğer tüm uluslar gibi bir ''Kurtuluş Savaşı''na inandırdılar. Gidin biraz araştırın, Ortadoğu'da ve diğer coğrafyalarda şuan ne kadar sömürge toplum varsa, hepsinin birer kurtuluş savaşı var. Her birinin tarihinde kazandıkları bir kurtuluş savaşı var. İyi de bu sömürü düzeni ne öyleyse?

Neden tüm bu ülkeler, uluslar bir numaralı sömürge ülkeler dünyadaki?
1918'den sonra Türk ordusunun savaştığı tek ordu Yunan ordusudur. Şöyle bir hafızanızı yoklayın; Yunanlılar ile yapılan Sakarya Savaşından başka, -tabi bir de palavra olan I. ve II. İnönü Savaşlarını da sayın- İngiliz veya Fransızlarla yaptığımız bir savaş adı biliyor musunuz? Halbuki İstanbul'u işgal eden İngilizlerdi, fakat İngilizlerle hiç savaşmadık. Neden?

I. Dünya Savaşında savaştığımız ülkeleri, bizlere Kurtuluş Savaşında savaştık diye yıllarca anlattılar. I. Dünya Savaşı 1918'de bitti ve ondan sonra ne İngilizler, ne Fransızlar, ne İtalyanlar, ne de Ruslar hiçbir savaşa girmedi. Savaşsız, harpsiz, darpsiz geldiler İstanbul'a girdiler ve 5 sene sonra Lozan imzalanınca çekildiler.
Fransız ve İtalyan kuvvetleri de Suriye ve Irak sınırları çizilirken, olası bir Türk askeri yardımını engellemek amacıyla tam olarak sınır bölgelerinde nöbet tuttular.

Neden Antep, Maraş ve Urfa'daydı bu adamlar hiç mi düşünmediniz? Gerçi eğitim sistemi bunu düşünmenizin önüne inanılmaz büyük bir engel çekiyor orası da ayrı bir mesele. Lakin Sütçü İmam olayları gibi münferit olaylar dışında neden buralarda bir askeri harekatın olmadığını, neden orduların savaşından hiç söz edilmediğini düşünecek kadar beyne sahibizdir diye umut ediyorum.




Yunanistan savaş tazminatı ödemeyi kabul ediyor; fakat Türkiye bu hakkından feragat ediyor!

Lozan imza edildikten sonra, gerek İstanbul'daki İngilizler, gerekse sınırlarımızda nöbet tutan Fransız ve İtalyanlar kendileri çekilip gitmişlerdir. Suriye'nin Fransa sömürgesine girdiğini düşünürsek, neden sınırda onların olduğunu anlarız. Hakeza, Lozan'ı zahmet edip okursanız, bu anlaşmanın sürekli olarak bizimle Yunanlar arasında maddelerden ibaret olduğunu anlarsınız. Eğer biz savaşta İngilizleri, Fransızları, İtalyanları, Rusları yendiysek neden bu devletlerle alakalı bir tane madde yok Lozan'da?



İsmet İnönü Lozan Görüşmelerinde. Henüz şapka Türkiye'ye gelmemiş ve başında kalpakla Lozan'a gitmişken, bu kafadaki şapka ne ola ki..?

Öyle yalanlar döndürdüler ki o günlerde, bütün dünyayı bir yalanın peşinde sürüklediler. Örneğin Hindistanlı Müslümanlara ''Almanlar Hilafet'e karşı savaş açtı, Osmanlı Halife'si cihad ilan etti, sizi bekler'' deyip, Çanakkale'de Hindistanlı Müslümanları yanımızda savaşan Almanların üzerine saldırttıklarını kaçınız duydu bugüne kadar?

Duymazsınız. Duyamazsınız. Anlatmazlar. Bilmenizi istemezler. Çanakkale'de kazandığımız zaferde bile ne oyunlar altında kaldık. Kardeşi kardeşe kırdırdılar, kimsenin haberi olmadı.

Dünya üzerindeki işgal ve sömürü düzeni elbet ortadan kalkar, ama önce kafaların işgalden kurtulması lazım. Önce beyinlerimizin sömürü düzeninin bir ürünü olmaktan kurtulması lazım. Dünyaya, bu adamların yüz yıl önce kurdukları düzen çerçevesinden bakarsanız, hala ve hala bu adamların kurdukları ulus devletlerin refah getireceğine inanırsınız. Vatan algınız Edirne ile Kars arasına sıkışır. Kurtarıldığınıza inanırsınız. Kapitalizme, emperyalizme karşı savaş kazandığınıza inanırsınız.

''Buna inanmanın ne sakıncası var, bırak inansınlar?'' derseniz eğer, inanmanın sakıncası yok tabi. İnsanlar istedikleri şeylere inanabilirler. Fakat buna inanan insanların %90'ı, bununla birlikte gelen sistemi savunurlar. İşte olayın kilit noktası da budur. Bu teze inananlar, bu tezle gelen sistemin savunucuları ve koruyucuları olurlar. Ve seni özgürlüğüne kavuşturduğunu düşündüğün sistem için her şeyi yaparsın.

İşte tam da bu yüzden, bu sistemin yürümesi için ''Atatürk devrimlerini korumak'' adı altında her on yılda bir darbe yapıldı. Ama kimse ''Türkiye Hilafet için yapılan her türlü ayaklanmayı bastıracak'' maddesi gereğince bu darbelerin ve yağmaların yapıldığını aklına bile getirmedi. Kimse bu ülke ve bölgedeki laikliğin yani İslam'ın devletlerden ayrı tutuluşunun koruyuculuğunu bizzat batının yaptığını düşünmek istemedi. Hatta darbelerden sonra duydukları ''Bizim çocuklar işi halletmiş'' gibi ifadeler bile onları ''Ama laiklik tehlikedeydi'' demekten alıkoyamadı.

Bu topraklara öyle zehirli tohumlar attılar ki, Türkü Kürdü, Müslümanı gayrimüslimi, hatta bir cemaati diğer cemaatini sevmez oldu. Kafalardaki kavramlarla oynadılar. İnanç sistemlerini alt üst ettiler, böylece aynı şeye inanan insanlar dahi birbirlerine düşman olabildi. İkisi de Müslüman olduğunu söylerken, birisi şeriatı; diğeri tamamıyla zıt şekilde laikliği savundu.


Din derslerinin zorunlu olması, toplumu ayrıştırdığı gerekçesiyle tartışıldı ve kaldırıldı yıllarca. Yani dini açıdan bir ayrıştırıcılığa asla izin verilmediği gösterilmiş oldu. Fakat milliyet ayrıştırıcılığı ise sorunsuz oldu hep. Türk Kürt diye bir ayrım her zaman yapıldı. İşte ulus devlet sisteminin bir çürük noktası da buydu. Müslümana sormak lazım bir de bunu, sen ne zamandır din değil de ırk bakımından insanlara bakar oldun diye.

***
Birinci dünya savaşı yıllarına geri dönüyoruz ve Çanakkale Savaşı ile ilgili bir çok olay duymuşuzdur.

İşte o tarih kitaplarında bile yer almayan garip olaylardan birisi ülkemiz üzerinde oynanan büyük oyunların stratejisinin değişmesine neden olmuştur. Bu olay Norfolk Alayı ve başlarına gelen olay, o garip olayların en büyüğüdür. Bu birlik bir bulut tarafından öldürülüyor ve birçoğunun cesedine ulaşılamıyordu. Savaşta yaklaşık 7000 İngiliz askerinin ne cesedine ne de bir parçasına rastlanılıyordu. BBC devlet televizyonu "All The King's Man" (Kralın Bütün Adamları) diye bir film çekmesi ve bu filmde Sandringham taburunun hikayesini anlatıyor olması ve Sandringham taburunun Norfolk Alayında yer alması ise düşündürücüdür. Çanakkale'de savaşa metafizik bir gücün karıştığını anlayan İngilizler, izleyecekleri politikayı değiştiriyorlardı. Amaç aynıydı tabii.

Bu bulut olayını araştırırken Kur'an-ı Kerim'deki bir ayet dikkatimi çekti. Bakara Suresi - 210. Ayet,

"Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerinin gelmesini mi beklerler? Halbuki iş bitirilmiştir. (Allah nizamı artık değişmez.) Bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür."

Allah'ın bu ayette buluttan oluşan gölgeler içerisindeki meleklerden bahsediyor olması ve Komutan Hamilton'un İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener'e çektiği telgrafta bir bulutun gelip Norfolk Alayını götürmesinden bahsediyor olması manidar.
Şimdi bu bulut olayı için hurafe diyenler olacaktır tabi. Hurafe yada değil ama bu siyonistlerinin politikasını değiştirecek bir şeyler olmuş sonuçta. Hurafedir diyen de dinden çıkmaz. Yanlış anlaşılmasın, ben savaşta askerlerimiz ve komutanlarımız hiç savaşmadı, biz savaşı yalnızca meleklerle kazandık demiyorum. Kahraman ecdadımız kanının son damlasına kadar düşmanla çarpışmış, öleceğini bile bile emirleri uygulamışlardır. Allah hepsinin mekanını cennet eylesin.
Norfalk Alayının komutanı Hamilton'un Çanakkale Savaşı ile ilgili sözleri ise "Çanakkale geçilmez. Çünkü Türklerin atacak barutu bile yoktu. Biz orada gökten inen güçleri gördük."
Churchill İngiltere'ye döndüğünde ve başarısızlığın nedeni sorulduğunda ise kızgın bir şekilde "Biz orada Türklerle savaşmadık, Tanrıyla savaştık. Doğal olarak yenildik." Bu sözlerinden sonra konuşmasına devam eden Churchill büyük havuzun içine birkaç balık attırır ve balıkların yakalanmasını emreder. Balıkların yakalanması mümkün değildi. Bunun üzerine Churchill, "İşte balıkları yakalayamadınız. Çünkü balık suda iken yakalanamaz. Sudaki balıklar Türklerdir, su da onların dini. Türkleri dinlerinden uzaklaştıramadıkça onları yenemeyiz." der ve eline bir kova alarak, havuzun suyunu dışarı boşaltır ve ekler "Biz Türkleri suda yakalamaya çalışarak hata yaptık ama ben onları suda yakalamaya çalışmayacağım. Her gün bir kova suyu bu havuzdan alacağım, nitekim su bittiğinde ise Türkler ölecektir."

Churchill devletine yanlış bir strateji izlediğini belirterek 1880 yılında İngiliz Başbakanı Gladstone'un Lordlar kamarasında ortaya attığı teorinin izlenmesi gerektiğini söylemiştir. Peki Gladstone'un sözleri neydi?

“-Şu elimdeki kitabı görüyor musunuz? Bu, Müslümanların kitabı Kur’an’dır. Bu kitabı Müslümanların elinden, dilinden ve gönlünden almadıkça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp etmeli, Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız. Veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”

Churchill o dönemde Siyonizmin dünyadaki merkezi konumunda bulunan İngiltere'yi ikna ederek, müslümanları ve özellikle de Türkleri Kur'an'dan soğutma stratejisini izlemesini sağlamıştı.
İngiltere 1920 yılına kadar Siyonizmin merkezi ve dünya hakimiyetini elinde bulunduruyordu ancak 1.Dünya savaşı sonunda Amerika Birleşik Devletleri verdiği kararlarla dünyada tek otorite olduğunu belirterek Siyonizmin merkezi oluyor ve dünya hakimiyetini eline alıyordu. Dünya hakimiyetinin kimin elinde olduğunu merak ediyorsanız uluslararası para biriminin hangi ülkeye ait olduğuna bakmanız yeterlidir.
Dünyayı yöneten Siyonist oluşum kararını vermişti. Türkiye'nin dini ile tüm bağlantısı koparılacaktı. İlk adım Lozan ile atılmıştı. Lozan antlaşmasını kısaca özetlemek gerekirse, bir kısım çevreler tarafından "zafer" olarak gösterilen bu antlaşma günümüzde yaşadığımız tüm sorunların temelidir. Barzani ve tayfası tarafından kurulması hedeflenen Kürdistan devleti veya kıçı kırık yunanlarla yaşadığımız adalar sorunu veyahut kıbrıs meselesinin temelinde hep bu antlaşma vardır.
Lozan çok iyi bir antlaşma olsaydı ek 17 maddesi gizlenmezdi. Bilinen maddi kayıplarına değinecek olursak, 12 ada İtalyanlar’a İmroz Bozcaada ve Tavşanlı adaları dışındaki bütün Ege adaları Yunanistan’a 1571’den beri Türklere ait olan Kıbrıs İngiltere’ye verildi.
1920-1922 arasında Yunanistan’a karşı verilen İstiklal Harbi’nin galibi olarak Yunanistan’dan tek kuruş savaş tazminatı alınamadı
Belki de bugünkü en büyük sorunumuz olan terör meselesinin hiç olmayacağı Misak-ı Mili sınırları içindeki Musul-Kerkük ve Süleymaniye İngilizler’e Hatay Fransızlara bırakılması.
Lozan Antlaşması sonunda gazeteciler Lord Curzon'a "Arap ülkeleri işgal altındayken Türklere neden bağımsızlık verildi?" soruna Lord Curzon'un cevabı,
"İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz ki bu hilafet ve İslam'dır"

Bu açıklamadan sonra Lord Curzon'un sözleri pek anlaşılmamıştır ancak sonrasında alınan kararlar Lord Curzon'un ne kadar haklı olduğunu kanıtlar nitelikteydi.

Hilafet'in kaldırılışı

Günümüzde İslam aleminin neredeyse hepsi Atatürk'e söver. Bunun sebebi ise hilafetin kaldırılmasıdır çünkü hilafetin kaldırılmasıyla islam alemi başsız kalmıştır. Ancak hilafetin kaldırılmasıyla Atatürk'ün pek bir alakası yoktur. Hilafetin kaldırılmasında 2 ana aktör vardır. Bunlar İsmet İnönü ve Hahambaşı Haim Naum'dur.

Belgesiz konuşmayız. Kanıt isteyen arkadaşlar Dr. Rıza Nur'un "Hayat ve Hatıratım" eserine bakabilir. Lozan görüşmelerine katılanlardan olan Dr. Rıza Nur, "Hayat ve Hatıratım" adlı eserinde onların müdahalelerinden şöyle söz ediyor:

"Bir müddettir İstanbul eski hahambaşı Naum (Haim Naum) bizim otelde (Lozan görüşmeleri esnasında kaldıkları otelde) görülmeğe başladı. Baktım bir gün İsmet'le (İsmet İnönü'yle) görüşüyor. Ne yapmış, kimi vasıta yapmış bilmem. İsmet'e yanaşmış. Yaman yahudi!.. Artık İsmet'ten ayrılmıyor. Yemek zamanını biliyor ya, asansörün yanında bekliyor (yemek zamanını bildiği için tam o vakitte asansörün yanında bekliyor). Derhal İsmet'in koltuğuna giriyor, belinden yakalıyor. O da onun. İsmet'i lüzumu yokken holde dolaştırıyor. Sonra yemek salonunda, İsmet'le şakalaşıyor, gülüyor. Anlaşılıyor ki, herkese: "İsmet benim samimi, teklifsiz arkadaşımdır" diye göstermek istiyor ve gösteriyor. Nihayet bütün yahudi sırnaşıklığı (yapışkanlığı) ile yanaştı. İsmet'in yakasını bırakmıyor. Şimdi odasından da çıkmıyor. İsmet bunu müşavir tayin etti. Yevmiye vermeye de başlamış. Bana da söylemiyor. Heyet-i murahhasa çiftliktir, kullanıyor (görüşme heyetini, bu heyet için tahsis edilen parayı adeta kendi çiftliği gibi kullanıyor). Ne diye kandırdı bilmem, bu sadedil (saf, kolay aldanabilen) İsmet, Yahudinin dolabına girdi. Derken hahambaşını soframıza da aldı. Bu vakte kadar sesimi çıkarmamıştım.

İsmet'e dedim ki: "Bu yahudi de başımıza nereden çıktı? Senin böyle bir yahudi ile laubali görüşmen haysiyetini ve Türk milletinin, heyetinin haysiyetini kırar. Bu kadar yüz verme! Hiç olmazsa herkesin içinde yüz verme!" Bana kızdı.

Herif derken azdıkça azdı. Heyetten şuna buna herkesin içinde kumanda ediyor. Benim önüme geçip önümde yürüyor. İhtimal İsmet benim sözlerimi ona söyledi. Fakat ben durur muyum? Zaten yahudileri hiç sevmem. Hahama önüme geçtiği vakit hakaret ettim ve kolundan tutup arkama çektim. "Bir daha burada yürü!" dedim....

İsmet'e tekrar dedim: "Bu bir yahudidir. Yahudiler çok adi şeylerdir. Bunun kim bilir ne fena işleri vardır? Bundan bir hayır bekleme! Onun tanıdığı muhit yahudi sarraf alemidir...

Hahambaşı İsmet'e bütün İngiliz ve Fransız ricalini tanıdığını, hepsi ahbabı olduğunu, işleri istediği gibi yaptıracağını söylüyormuş. Tabii İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerine de İsmet'in avucunda olduğunu söylüyordu... Lozan muhitinde dolaşıyor, herkese: "İsmet teklifsiz ahbabımdır, sözümden dışarı çıkmaz" diyormuş.."

Lozan görüşmelerine katılan Türk heyetinin başında İsmet Paşa (sonraki adıyla İsmet İnönü) bulunuyordu. Bu heyetin içinde yer alan Dr. Rıza Nur'un hatıralarında geçen ve yukarıda verdiğimiz ifadeler yahudilerin cumhuriyetin kuruluşu aşamasında ne gibi lobi faaliyetleri yürüttüklerini, ne tür dolaplar çevirdiklerini anlamak için çok önemli ipuçları içermektedir. Onlar Lozan görüşmeleri esnasında çevirdikleri bu dolapları sonraki dönemlerde de çevirmekten geri kalmamışlardır. Bu dolapları çevirirken de özellikle kendilerinin zamanın güçlü devletlerinin yöneticileriyle olan irtibatlarını, bağlarını kullanıyorlardı.
Hahambaşı Haim Naum'un Lozan görüşmeleri esnasında yürüttüğü lobi faaliyetleri bu kadardan ibaret değildi. İngilizlerin dayatmalarının Türk heyetine kabul ettirilmesinde onun önemli rolü olduğu çeşitli tarihi kaynaklarda yer alan bilgilerden anlaşılıyor. Bunun da ötesinde hilafetin kaldırılması Türk tarafına Lozan görüşmeleri esnasında kabul ettirilmişti ve bunda da Haim Naum'un önemli rolü olmuştu. Şimdi bu konudaki bilgileri gözden geçirelim:

Lozan görüşmeleri esnasında Türkiye'de başvekil (başbakan) olan Rauf Orbay'ın belirttiğine göre hahambaşı Haim Naum İngilizler adına İsmet Paşa ile görüşmüş ve gizli pazarlıklarla halifeliğin kaldırılmasını kabul ettirmişti. Rauf Orbay bu konuyla ilgili olarak Feridun Kandemir'e şunları söylemişti: "İsmet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan'da İngilizlerle bir çeşit gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbul Yahudi Hahambaşı Haim Naum Efendi'nin telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye'de devamına müsaade edilmeyip, derhal kaldırılması fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu."

İsmet İnönü'nün Lozan görüşmelerinde sarhoş olduğunu belirten bazı kaynaklarda var ki bu durumun ne kadar vahim olduğunun bir diğer göstergesi. John Grew "bir amerikan elçisinin hâtıraları" adlı kitabında böyle bir olaydan bahsediyor.
Hilafetin kaldırılmasıyla çok büyük bir adım atan Siyonistler planlarına tam hızıyla devam ediyorlardı ancak planlarını kendileri uygularsa halkın tepkisini çeker ve geri teperdi bunun içinse içeriden birisini kullanacaklardı. İlk akla gelen isim Atatürk'tü. Evet Atatürk pek dindar bir insan değildi şimdi doğruya doğru konuşalım. Yok Peygamber Efendimizin kabrini yıktırmaktan kurtarmış falan diyorsunuz iyi hoş da o telgrafın yollandığı tarihte öyle bir devlet yok. Yanımızda anlatıyorsunuz, sosyal medyada paylaşıyorsunuz sesimizi çıkarmıyoruz ancak yurtdışında falan anlatmaya kalkmayın rezil olursunuz sonra da Atatürk'ün tüm başarılarını hurafe zannederler. Kısaca Peygamber Efendimizin kabrini yıkılmaktan kurtardı hurafesine kısaca bir göz atalım yoksa bana yobaz, Atatürk düşmanı diye küfredeceğinizden adım gibi eminim.

İddia şudur:

"Hz. Muhammed’in mezarını yıkıp, yerini değiştirmek isteyen zamanın Suud kralına Atatürk’ün kendi el yazısı ve imzasıyla çektigi telgraf:

” Suud kralının dikkatine !! Tarafımıza ulaşan haberlere göre Allah’ın sevgili ve özel kulu, elçisi peygamber efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın kabrini yıkıp yerini degiştirecekmişsin. O mezarın tek taşına dokunursan Kurtuluş Savaşı’nı bırakır ordularımla aşağı inerim.”

26 Haziran 1919 MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (Cumhurbaşkanlığı Atatürk Özel Arşivi)”

Prof. Nevzat Yalçıntaş'a ait olduğu söylenen yazıda ise 1926 yılında olduğu yazıyor. Hadi 1926 yılını referans alalım;
Öncelikle yazının başında Atatürk'ün kendi el yazısı ile çektiği telgraftan bahsediliyor ama telgraf ile mektup birbirine karıştırılmış sanırım. Çünkü mektup el ile yazılır, telgraf mors alfabesiyle çekilir. Yani yazı baştan ofsayt.

Mustafa kemal Atatürk imzalı (!) telgrafta imza olduğunu bilmiyordum :) gönderilen telgrafın yılını 1926 olarak alsak bile Mustafa Kemal Paşa 1934 yılında soyadı kanununu çıkarıyordu. 1934 yılında da Atatürk soyadını almıştır.

Yazıda Suudi kralından bahsediliyor ama o tarihte ne suudi devleti ne de suudi kralı vardı. Arabistan hala ingiliz işgali altındaydı. Yazıda bahsi geçen Suudi krallığı 1932 yılında kuruluyor.

Yazıda "O mezarın tek taşına dokunursan Kurtuluş Savaşı’nı bırakır ordularımla aşağı inerim.” cümlesi geçiyor ancak 1926 yılında kurtuluş savaşı mı vardı? 1923 yılında imzalanan Lozan ile kurtuluş savaşı bitmişti.
Son olarak, Derdinizi anlatacak kadar diplomasi bilginiz varsa hiçbir uluslararası telgraf veya belgede "ordularımla aşağı inerim, ağzını burnunu kırarım" gibi yazışmalar olmaz
Sonuç olarak bu tür yazıları bir araştırın sonra paylaşın. 

Evet Atatürk'ün pek dindar bir insan olmadığını söylemiştim. Tabi ki Atatürk'ün dinine olan bağlılığı kimseyi ilgilendirmez. Bu Allah ile Atatürk arasındadır. Atatürk bir şeyh yada evliya da olsa benim Atatürk'e olan duygularımda bir değişme olmaz.

Genelde bana sorulan "Atatürk dinsiz miydi?" sorusuna "Atatürk'ün dine olan bakışı senide beni de ilgilendirmez." diye cevap verirdim ama bu yazıda biraz ucundan Atatürk'ün dine olan bakışına göz atalım. Öncelikle Atatürk'ün çok büyük bir din ilmi olduğundan bahsetmekte yarar var. Öyle ki günümüzde Şeyh yada islam alimi diye geçinen birçok kişiyi çekirdek niyetine yiyecek düzeyde dini bilgisi vardı. Tabi bilmek ayrıdır uygulamak apayrıdır. Atatürk'ün dine karşı bir düşmanlığı yoktu ancak çok büyük bir arap düşmanlığı mevcuttu ve Arap düşmanlığının ucu bazı zamanlarda İslam'a da dayanıyordu. Sebebi ise Filistin Cephesinde başına gelenlerdir. Bunu ben değil Türkiye'de tarih denilince akla gelen en büyük isimlerden Murat Bardakçı ve İlber Oltaylı katıldıkları bir programda birbirlerini destekleyerek açıklıyorlardı.

Atatürk'ün inkılaplarında da bunu görmekteyiz. Mesela Harf inkılabıyla Arap harfleri kaldırılmıştır. Harf inkılabının zararı çok büyüktü. Bir gecede tüm alimler cahil oldular. Nasıl cahil oldular diye soracak olursanız, okuma yazma bilmeyen bir adama ne denir?

Şapka ve kıyafet devrimi ile de Arap kıyafeti olan takke ve sarığın giyilmesi yasaklanarak, şapka takılması zorunlu hale getirilmiştir. Ancak sarık peygamber efendimizin bir giysisi olduğundan giyilmesi sünnetti ve bunu bilen halk ise sarığı terk etmeyi istemiyordu. Sırf sarık giyiyor diye binlerce insan asılmıştır ve yalan yanlış bilgilerle de vatan haini ilan edildiler halbuki asılanların çoğu kurtuluş savaşında vatanı müdafaa eden taraftaydılar.

Şapka giymedi diye idam edilen birisinin mahkeme kararı

Sarığın ne olduğunu anlamadan yargılamak yanlış olur. Öncelikle Peygamber Efendimizin bir sünnetidir. Diğer bir özelliği ise kefendir yani ben ölürsem kefenim başımdadır, beni kefenime sarıp gömün anlamı da taşımaktadır. Şimdi yanlış anlaşılmasın, ben sarıklılardan hain çıkmadı demiyorum. Çıktı tabi ki hem de ne hainler çıktı ama bu durum, bir kaç çürük elma çıktı diye tüm çiftliği yangına vermeye benzer.

Peki şapka giymeyenin asıldığı dönemde şapka fiyatları ne kadardı. Hiç düşündünüz mü?

Rıfat Börekçi, kuruma gönderdiği genelgede kendi görevlilerinin de şapka almaları gerektiğini, şapka fiyatlarının, memur maaşlarına oranla pahalı olduğu gerekçesiyle memurlarına 50'şer lira "şapka avansı" verileceğini bildirdi. Şapka fiyatları yükseldiği için bu avans 80 liraya çıkarıldı.
Kaynak : Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Diyanet Işleri Başkanlığı Katoloğu, 051.V41. 8.67.20, (6.11.1926).

Şimdi bu parayı günümüze göre hesap edelim. 1926 yılında ekmeğin fiyatı 16 kuruş ve biz bunu düz hesap olarak 20 kuruş yapalım.

1 lira = 100 kuruş ve ekmeğin fiyatı 20 kuruş olduğuna göre 1 liraya 5 ekmek alınıyordu.
Şapka avansı 80 lira olduğuna göre şapkanın fiyatı en az 80 lira. Yani o dönemde 1 şapkaya ödenecek parayla 80 x 5 = 400 ekmek alınıyordu.

Günümüze göre uyarlayacak olursak, günümüzde ekmeğin fiyatı 50 kuruş ve o dönemde bir şapkayla 400 ekmek alındığına göre bir şapkanın günümüze göre hesabı 200 TL. Neredeyse bir takım elbise parası.

Ya şapka takacaksın yada öleceksin. Durum böyle olunca herkes şapkaya hücum ediyordu ve şapkanın satışı işi de günümüzde eşarp satarak yolunu bulan bir yahudi olan Vakko'ya ihale edilmişti. Vakko değil 80 lira 500 liraya da satsa millet almak zorundaydı çünkü ucunda ölüm vardı. Fransa'dan 2 frank'a aldığı şapkaları ülkemizde 120 Frank'a satıyordu. O dönemde işleri o kadar iyiydi ki, kendi hatıratında "sattığımız şapkaların çoğu bayan şapkasıydı ama millet alıyordu. Cumartesi günleri dükkânımızın önünde kuyruk bile oluyordu" demişti.

Saltanatın kaldırılması var ki, tam bir İngiliz ve siyonist oyunudur. Lozan'ın kabul edilmesinin en büyük etkenlerinden birisidir.

İngilizler, Fransızlar vs. Lozan'ı onaylamasalardı veya biz kabul etmeseydik Türkiye Devleti nasıl kurulacaktı?
Bunu hiç düşündünüz mü?
Türkiye Cumhuriyeti ortada yoktu, Osmanlıyı da kendi ellerimizle yıkmıştık.
Lozan kabul edilmeseydi Tayvan gibi korsan bir devlet olacaktık.
Bunun içindir ki anlaşmaya mecburduk.
İngilizler bize saltanatı kaldırtmakla bu tuzağı hazırlamışlardı.
Ya kabul edersin ya da korsan devlet olursun!
Anladınız mı saltanatın kaldırılması olayının arkasındaki oyunu ?

İttihat ve Terakki, saltanatı kaldırarak ile bu büyük millete büyük bir ihanette bulundular. Şimdi Lozan'ın 58. Maddesine bir göz atalım isterseniz,

58. Maddeden pek bir şey anlayamadığınızı ben de biliyorum. O yüzden günümüz Türkçesi ile tercüme edeyim.

Bir yandan Türkiye ve öte yandan (Yunanistan dışında) öteki Bağıtlı (sözleşmeli) Devletler, bu Devletlerle (tüzem kişileri de kapsamak üzere) uyruklarının, 1 Ağustos 1914 tarihiyle İşbu Andlaşmanın yürürlüğe giriş tarihi arasındaki süre boyunca uğramış oldukları, gerek savaş eylemleri, gerekse zoralım, haciz, dilediği gibi kullanma ve el koyma tedbirlerinden doğan kayıp ve zararlardan dolayı her türlü parasal istemde bulunma hakkında karşılıklı olarak vazgeçerler.

Bununla birlikte, yukarıdaki hüküm, İşbu Andlaşmanın II ncü Bölümünde (Ekonomik hükümleri) öngören hükümlere halel getirmeyecektir.

Türkiye, Almanya ile yapılmış 28 Haziran 1919 tarihli Barış Andlaşmasının 259 ncu Maddesinin birinci fıkrası ve Avusturya ile yapılmış 10 Eylül 1919 tarihli Barış Andlaşması 210 ncu Maddesinin birinci fikrası uyarınca, Almanya ile Avusturya’nın geçirmiş [transfer etmiş] oldukları altın paralar üzerindeki her türlü haktan, (Yunanistan dışında) öteki Bağıtlı (sözleşmeli) Devletler yararına vazgeçer.

Sürüme [tedavüle] çıkarılan birinci tertip Türk kâğıt paralarına ilişkin olarak, gerek 20 Haziran 1331 (3 Temmuz 1915) tarihli sözleşme, gerekse söz konusu kâğıt paraların arkasında yazılı metin uyarınca, Osmanlı Devlet Borcu Meclisine yükletilmiş bütün ödeme yükümleri geçersiz sayılmıştır.

Bunun gibi, Türkiye, Osmanlı Hükümetince İngiltere’ye ısmarlanmış ve İngiliz Hükümetince 1914 de el konmuş olan savaş gemileri için ödenmiş bulunan paranın geri verilmesini İngiliz Hükümetinden ya da İngiliz uyruklarından istememeği kabul eder ve bu yüzden her türlü istemde bulunmaktan vazgeçer.

Bu antlaşmanın özeti,

Yani Türkiye, Osmanlı hükümetince İngiltere’ye ısmarlanmış olup, Britanya hükümetince 1914 yılında haksız ve hukuksuz bir şekilde el konulan savaş gemileri için ödenmiş bulunan paranın geri verilmesini, ne Britanya hükümetinden, nede onun uyruklarından istemeyi kabul ve bu konuda her türlü isteklerden vazgeçer.

Eğer yalnızca Büyük Britanya'dan alacaklarımızın peşine düşseydik bu devlet, bu millet bu kadar eziyet çekmezdi. Çünkü Büyük Britanya'dan alacağımız para günümüzün bütçe açığını kapatacak düzeydeydi. Ama ne yapıldı? Saltanat kaldırıldı ve bize de yalnızca koşulları kabul etmek düştü. Bunun tek sorumlusu İttihat ve Terakki partisi ve uzantılarıdır. Tarihimizle ilgili size tek diyeceğim

"Okuduğunuz hiçbir şeye inanmayın. Çünkü tarihimizi yazanlar masonlardır."

Saltanatın kaldırılmasının arkasındaki süreci özetleyecek olursak,

1897 Yılında Theodor Herzl önderliğine Siyon kongresi yapılır ve para karşılığında Osmanlı Devletinden Filistin'de bir miktar toprak istenmesi kararı çıkar. Herzl'in bu toplantıdan sonraki açıklamasına dikkat!!

"Ben İsrail devletini kurdum ve 50 sene sonra ayağa kalkacaktır. Şimdi nasıl olacağına bakacağız." Theodor Herzl

Evet Theodor Herzl'in dediği doğruydu, dünyayı yöneten şer güçleri için İsrail diye bir devlet vardı. Tek sorun ise bu dünyayı tek bir merkezden yönetecek olan devletin kurulmasını engelleyen güçlerdi.

Theodor Herzl 1897 yılında kurduğu devletin dünya tarafından kabul edilişini göremedi, 1904 yılında geberdi. Aynı Thedor'u İsrail parasında bile görmek mümkün.

Siyon kongresinde alınan kararı uygulamak için Rothschild ailesinin temsilcisi vasfıyla İstanbul'a gelen Theodor Herzl, karşısında hiç beklemediği biriyle karşılaşır. Bu kişi Abdulhamit'tir.

”Ecdadımın kanla aldığı toprakları benden parayla geriye almak mı istiyorsun? Bu topraklar kanla alındı, kanla verilir." diyerek huzurundan kovar. Bunun üzerine Theodor Herzl tekrar dünyayı yöneten siyonistlere giderek Abdulhamit Han hakkındaki raporunu verir. Raporda "Bu padişah bildiğimiz liderlerden değil. Oluşumumuz hakkında birçok şey biliyor. Sorun teşkil ediyor, icabına bakılmalı." Bunun üzerine de Abdulhamit'i tahttan indirme kararı alınır.

Alınan kararı uygulamak için seçilen taşeron, Yahudilerin yoğunluklu yaşadığı Selanik'ten Emanuel Karasso'dan başkası değildi. Tabi Abdulhamit için karalama kampanyalarının da ardı arkası kesilmiyordu. Öyle ki Mehmet Akif Ersoy bile Safahat adlı eserinde Abdulhamit aleyhtarlığı yapıyordu.

31 Mart vakasından önce 21 Temmuz 1905'te Yıldız Camisinde cuma selamlığında çıktıktan sonra arabasına doğru ilerlerken şeyhülislam Abdülhamit'in önünü keserek bir kaç konu hakkında görüşüne başvuruyordu. Tam o sırada çok büyük bir patlama oluyor ve ortalık kan gölüne dönüveriyordu. Bu patlama olayı ermenilere ihale edilmişti ve başarısızlıkla sonuçlandı.

31 Mart vakası için Emanuel Karasso'ya italyan bankalarından 400,000 liralık altın verilmiş ve bu altınları 31 Mart vakası için kullanmıştı. Abdulhamit tahttan indirilmesine sebep olacak olan "Hareket Ordusu" adı altında toplanmış bir kaç bin kişilik ayak takımının kanını döktürmemiştir. Ayaklarına kapanan ve "İzin ver, onları sarayın en küçük birliği ile karşılayıp darmadağın edeyim. Zincire vurup huzuruna getireyim" diyen Tahsin Paşa'ya cevaben, "Hayır. Paşa, ben nefsim için bir damla müslüman kanının akmasına razı değilim" demiştir.

Abdulhamit'e siyonistler tarafından atılan bir çok iftira var. Onlardan bir kaçına göz atalım ve Cumhuriyet tarihinde siyonistlerin nasıl oyunlar oynadıklarına devam edelim.

Kızıl Sultan sözü fransa'da bir tarihçi tarafından "le sultan rouge" olarak ortaya çıkmış sonrasında bizim içimizdeki hainler topluluğu İttihat ve Terakki tarafından Kızıl Sultan olarak kullanılmıştır. Dikkat edin Fransızlar diyorum Ermeniler ile bağlantısı var diyorum. Kafanızda bir şeyler oluşmuştur artık. Doğu Anadolu'da Ermeniler kudurunca, isyanı bastırmak için ordu göndererek isyanı kanlı bastırdığı için bu lakap takılmıştır. Kızıl Sultan diyenlere soruyorum "Öldürmeyecekti de ne yapacaktı? Sizin gibi 30.000 kişinin katilini 7 yıldızlı otel konforunda bir yere mi yerleştirecekti?" Evet, isyanı kanlı bastırdığı için böylesine tepki gösterenlerle Apo'yu idamdan kurtaranların aynı kişiler olması tesadüf olmasa gerek.

Abdulhamit demek, istihbarat için İngiltere'de Portsmouth ve Drogheda United kulüplerine kurmaktır.
Abdulhamit, Japonya'ya 100 küsür yıl öncesinde robot göndererek günümüzün mekatronik alanında dünyanın 1 numarası olarak kabul edilen Japonya'nın bu alana yönelmesine ilham kaynağı olmuştur.

Ulu Hakan Abdulhamit tarafından gönderilen Alamet isimli Robotun özellikleri ise şöyleydi.

“Semâzen şeklinde, normal bir insan boyuna yakın, saatli bir robot. Kaideye oturtulmuş gövdesi; saat başı semâ ediyor, bu esnada kollarını açıyor, gümüş levhalardan yapılmış etekleri açılıyor ve aynı anda ezan okuyor. Tüm bunları yaparken yarım metre yürüyor, hem dönüyor ve ezan bitince de tekrar yarım metre geri giderek yerine dönüyor; kollarını ve eteklerini indiriyor. Robotun tamamı gümüş ve altın kaplamadan yapılmıştı. Robotun arka kısmında kurma yeri mevcuttu ve yedi günde bir kuruluyordu."

Kız çocukları okutulmazdı yalanı da en çok söylenen yalanlardan birisidir. Abdulhamit zamanında kız çocuklarının okuması için Abdullatif Subhi Paşa'ya kız sanat okulu konusunda tereddüt yaşarken tüm desteğiyle arkasında olduğunu söylemiş ve açılmasını sağlamıştır.

Abdulhamit demek bilime destek demektir. 1885 yılında Fransız bilim adamı Pasteur'ün kuduz aşısı üzerine araştırma yaptığını öğrenen Abdulhamit, Pasteur'ü ülkemize davet etmiştir çünkü kendi devleti bile destekte bulunmuyordu Pasteur'e. Ancak Ulu Hakan'ın davetine ihtiyar olduğu gerekçesiyle kibarca olumsuz cevap verir bunun üzerine Pasteur'e bu sefer de "Size 3 kişiyi göndersem eğitebilir misiniz?" teklifinde bulunuyor ve teklifi kabul edilince de yanına Zoeros Paşa, Hüseyin Hüsnü ve Hüseyin Remzi Bey'i çağırtarak Pasteur'e vermeleri üzere Mecidiye Nişanı ve Fransa'da insanların yararına bir aşı hayırnamesi açması için 800 lira para göndermiştir. İşte o parayla Pasteur bir enstitü kurar ve bilim için bir çok adımın atılmasına vesile olur.

Ne hikmetse bizim 90 yıldır bulamadığımız petrol kuyuları 100 yıl önce tespit etmiş. Acaba bizim bir türlü bulamamamızın arkasında Lozan'daki gizli ek 17 madde olabilir mi?

Masonların Abdulhamit düşmanlığı ise sınır tanımıyor. Zaten Abdulhamit'i kendilerinin indirdiklerini açıkladılar. Abdulhamit konusunda bu kadar derinmesine girmemin sebebi ise, İsrail'in ilk Cumhurbaşkanı Chaim Weizmann'ın açıklamalarıdır. Açıklaması şöyle,

"Biz yahudiler 20.yüzyılda Orta doğu'da yıkılmaz denen devleti yıkıp 2 tane devlet kurduk.
Onlara öyle güzel sistem inşa ettik ki Türkler bize Filistin'i vermeyen Abdülhamit'e en az 200 sene daha söverler! "

Konuştuğum bir çok siyonist ve mason Orta Doğu'da 2 devlet kurduk bunlar Türkiye ve İsrail'dir diyorlar ve bir çok delil ile sözlerini destekliyorlar. Şimdi cennet ülkemizi İsrail mi kurdu? diye bir başlarsak bitiremeyiz. Biz konumuza geri dönelim.

Emanuel Karasso görevini başarı ile tamamlayarak Abdülhamit'i tahttan indiriyordu.

Abdülhamit'i indirenlerden hiçbirinin Türk olmaması gariptir. Emanuel Karasso (Yahudi), Aram Efendi (Ermeni), Esat Toptani Paşa (Arnavut), Arif Hikmet Paşa (Gürcü).

Abdülhamit Han hatıratlarında der ki: Tahttan uzaklaştırılmam, servetime el konulması ve bir çok eza cefaya uğramam bir yana, bu iki vatan haininin karşıma çıkarak seni tahttan indirdik demeleri beni kahretmiştir.

Abdülhamit Han çok ileri görüşlü bir liderdi. Bir dünya savaşının çıkacağını adı gibi biliyor ve tüm planlarını ona göre yapıyordu ama ne var ki içimizdeki dönme ve hainler yüzünden 30 yıllık tüm birikim yok olmuştu. Abdülhamit Han kendi hatıratında şöyle anlatıyor;

"Kırk yıldır büyük devletlerin birbirleriyle kapışmasını bekledim. Bütün ümidim oydu ve Osmanlının bahtını buna bağlı görürdüm. O beklediğim gün geldi. Heyhat ki ben tahttan uzaklaştırılmış, ülkemi idare edenler de akıldan ve basiretten uzaklaşmışlardı. Kırk yıl beklediğim büyük fırsat, bir daha ele geçmemek üzere Osmanlının elinden çıktı gitti.

Otuz bu kadar yıl tahttan uzaklaşmamak için çalışmışsam, bunun içindi!. Saltanatım günlerinde bazı büyük devletlere tavizler vermişsem, bunun içindi. Donanmayı Halice kapamış, talime dahi çıkarmamışsam bunun içindi. Girid'i İngilizlere kaptırmamak için Yunan muharebesini göze almışsam, bunun içindi.. Velhasıl otuz bu kadar yıl ne yapmışsam, ne etmişsem, doğrusu da yanlışı da yalnız bunun içindi!

Bu sırrı kırk yıl içimde sakladım. Ahfadıma (gelecek kuşaklar) beni tanımaları için anlatacağım. En güvendiğim Sadrazamlarıma bile açmadım. Çünkü sınayarak öğrendim ki, iki kişinin bildiği bir şey sır olmaktan çıkıyor. Oysa, bunun yabancı devletlerce bilinmemesi, duyulmaması gerekliydi. Osmanlılar, ancak böyle bir fırsatı zamanında ve basiretle kullandıkları takdirde' kurtulacaklar, yeniden büyük devlet olacaklardı.

Bu kanaate nereden ve nasıl ulaştığımı anlatabilmekliğim için tahta çıktığım günlerde dünyayı ve memleketi nasıl bulduğumu bilmek lazımdır. Ben bu kanaate o günlerde de ulaşmış değilim; Rus muharebesini kaybettikten ve bu muharebe içinde büyük devletlerin bize bakışlarını yakından gördükten sonra edindim. Tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta birleşmiş düşmanlarımız kendi aralarında parçalanırlarsa ve biz de bu parçalardan birinin vaz geçemiyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünya için söz sahibi olabilirdik.

Büyük devletler arasındaki rekabetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği gözler önündeydi. Öyleyse Osmanlı Devleti de böyle bir çatışmaya kadar parçalanma tehlikelerinden uzak yaşamalı ve çatışma günü ağırlığını ortaya koymalıydı, İşte benim 33 yıl süren siyasetimin sırrı..."

Necip Fazıl Kısakürek'in de dediği gibi "Abdülhamit'i anlamak, her şeyi anlamak olacaktır."

Abdülhamit tahttan indirildikten sonra tahta Vahdettin geçiyordu. Masonlar ve işgalciler rahat durmuyor, ortalığı karıştırıyorlardı. Vahdettin veya Vahideddin yada Vahidüddin ismi zerre miktar umrumda değil ama tek diyebileceğim Osmanlı Devleti'nin en bahtsız padişahıdır. Ülke işgal altındadır ve rahat hareket edemiyordur. Zaten etrafı hainlerle çevrilidir. Kesinlikle vatan haini değildir. Şimdi çok hızlı bir şekilde özet geçerek hain olmadığını delilleri ile anlatmaya çalışacağım.

Ülkesinin düşman işgali altında olmasından ötürü rahat hareket edemeyen Vahdettin, güvenini kazanmış ve vatanını düşman işgalinden kurtarmak için canını tehlikeye atmaya çekinmeyecek birisinin kendisinin yerine orduyu yönetebileceğini düşünerek araştırmaya başlıyordu. Ve aradığı kişiyi bulmuştu. Mustafa Kemal.

Bu karar Fevzi Çakmak ile Vahdettin'in görüşmesinden de bunu görmekteyiz.

"Çakmak Paşa, eşi Fitnat Hanım`a, "Fitnat. Öyle birşey biliyorum ki ortaya çıkıp söylememe bugüne kadar ki tutumumuz ve davranışlarımız müsait değil. Mecburum, bu sırrı kendimle beraber mezara götürmeğe."

"Mütareke senesinde, bir Cuma selamlığından sonra Sultan Vahdettin beni huzuruna kabul etti. Paşa, dedi. Durumu görüyorsunuz. Bu işler anca Anadolu`da teşkilatlanarak kurtarılabilir. Bana Anadolu`da teşkilat kuracak, memleketi şu karanlık durumdan kurtarabilecek Paşaların bir listesini yapıp getirin."

Ertesi Cuma, yine selamlıktan sonra huzuruna girip hazırladığım listeyi verdim. Dikkatle okuduktan sonra, bir müddet sustu. Sonra yarı kapalı gözleriyle ağır ağır, tane tane konuşmaya başladı:

"Paşa, Mustafa Kemal Paşa hırsız mıdır?" "Haşa Padişahım.
" "Bir namussuzluğu, ahlaksızlığı var mıdır?" "Haşa Padişahım."
"Beceriksiz ve kabiliyetsiz midir?" "Hayır efendim. O hepimizden bilgili, kabiliyetli ve dinamiktir."
"O halde bu listeye niçin onun adını yazmadınız?.."
Hiç düşünmeden cevap verdim:
"Padişahım, Mustafa Kemal Paşa yenilik, bilhassa öteden beri Cumhuriyet taraftarıdır."
Padişah elindeki kağıdı atar gibi masanın üzerine bıraktı... Ayağa kalkıp pencereye döndü. Limanda demirli İtilaf devletleri (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan) gemilerini göstererek:

"Paşa, Paşa... Bu gemileri görmek kanıma dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun... Kendine selamla birlikte tebliğ ediniz, haftaya Cuma günü Mustafa Kemal Paşa`yı göreceğim"

Pek bilinmez ama Vahdettin ile Mustafa Kemal Atatürk'ün tanışması 1917 yılındadır.

Mustafa Kemal ile görüşerek bu görevi kabul edip edemeyeceğini sordu ve evet cevabını alınca da yemin ettirdi.

"Padişah'ın iradesine sunulan 21 maddelik özel talimatta bana verilen yetkiler doğrultusunda..." falan filan öyle devam ediyor.

Geçen günlerde bu konu hakkında bir kitapta bu bilgilere de rastlamıştık. Vahdettin'in sırdaşı olan Avni Paşa'nın Hatıralarında bu bilgiler geçiyordu.

Rauf Orbay anlatıyor:

“Bu arada Mustafa Kemal, Padişah tarafından sık fasılalarla ve hemen hemen her Cuma selamlığından sonra kabul ediliyor, kararlarımız istikametinde telkinlere devam ediyordu. Vahdettin’in kumandanlar arasında, veliahdlığı günlerinde beraberinde yaptığı Almanya seyahatinin müsbet intibaları sebebiyle de en yakından tanıdığı ve şahsına itimad ettiği Mustafa Kemal’di.”

Rauf Orbay’ın bahsettiği Cuma selamlıkları, 16 Mayıs’a kadar devam etmiş, 15 Mayıs’ta Vahdettin’le görüşen Mustafa Kemal, ertesi gün de Cumadan sonra yeniden padişah tarafından kabul edilmiş ve görüşme sonrasında da vedalaşıyorlardı.

3 tane şahit var. Fevzi Çakmak, Avni Paşa ve Rauf Orbay.

Neyse 16 Mayıs'ta görüşmeler bitiyor ve Atatürk, Vahdettin'in emri ile Samsun'a gönderiliyordu. Bize tarih kitaplarında hep yıkık dökük bir gemiyle gizlice gittiği yazar ama bu bilgiler tamamen yalandır. İstanbul'da o kadar donanma varken bırak gemiyi, yüzerek bile gitmeye kalksan yakalarlar. Atatürk'ün Vahdettin'in emriyle gittiğinin bir çok delili var. Bunlara bakalım,


Samsuna gidecek gemiye verilen İngiliz Vizesi

Atatürk Samsun'a inmiş ve rütbesi itibari ile kendinden çok çok üstün ve Kurtuluş Savaşının liderlerinden olan Cumhuriyetimizin kurucularından Kazım Karabekir ile görüşüyor ve emri altına alıyordu. Şimdi biraz düşünelim, Atatürk rüyasında bile zor görebileceği ve rüyasında görse bile hazır ola duracağı birisini nasıl olur da emri altına alıyordu? Demek ki 15. kolordu komutanından daha büyük bir rütbeye sahip birisinin bir fermanını yanında taşıyordu. O ferman da gönderen kişiye ait olmalıydı. Peki gönderen kişi kimdi?

Üstelik Atatürk'ün böyle bir düşüncesi de yoktur o dönemde. Atatürk'le olan bağları sayesinde Vahdettin, O'nu Samsun'a göndermeye ikna etmiştir. Atatürk'ten önce Kazım Karabekir 19 Nisan 1919 yılında Trabzon'a giderek milli mücadeleyi başlatıyordu. Vahdettin milli mücadelenin yalnızca cephedeki zaferle değil, siyasi ve stratejik başarıyla da olacağını bildiğinden Mustafa Kemal'i ikna ederek Samsun'a göndermiştir.

Atatürk'ü Samsun'a gitmeye ikna etmeye çalışılırken, Atatürk'ün o dönemdeki amacını anlamak için Atatürk'ün cephe arkadaşı ve Cumhuriyetimizin kurucularından Kazım Karabekir'in yazısına bir bakalım,

"Evvela, şunu belirtelim ki , veliahdlığı zamanında beri tanıdığı M.Kemal Paşa’ya itimad etmek ve işgal kuvvetlerini aldatıp, gözlerini boyayacak sun’i bir memuriyet ihdas eylemek suretiyle onu Anadolu’ya bizzat Sultan Vahideddin göndermiştir. Üstelik M.Kemal Paşa bu sırada Anadolu’ya gitmeyi değil, kabineye girmeyi düşünüyor ve bunun için çalışıyordu"
(Kazım Karabekir - İstiklal Harbimiz - İstanbul 1960, Sayfa 18)

11 Nisan'da Vahdettin İstanbul Meclisini kapatıyor ve 23 Nisan'da ise Ankara Meclisi kuruluyordu, resmen birbirlerinin yapacaklarını biliyorlardı. Eğer Vahdettin İstanbul Meclisini kapatmasa Ankara Meclisi korsan bir meclis olarak kabul edilecekti. Danışıklı dövüş gibi her şey planlı bir şekilde uygulanmıştı. Vahdettin'in ingilizlerle iyi geçinmesinin sebebi ise siyasettir. Ne yani "Ben Mustafa Kemal diye ileri görüşlü birini görevlendirdim. Anadolu'da mücadeleyi yönetecek." diye bir beyanda bulunmasını mı bekliyordunuz? Bunu anlayamayan adamlara değil mahalle muhtarlığını, age of ve empire total war gibi oyunlarda ülke bile teslim edilmez.

Atatürk'ün Vahdettin'e yazdığı mektup var. Eğer Vahdettin hain olsaydı Atatürk öyle över miydi?

Atatürk'ün idam kararı Vahdettin tarafından değil, damat ferit paşa tarafından çıkarılan idam fermanının altına "yakalandığında yeniden yargılanması" şartını koyarak imza atmış ve sonrasında idam fermanını iptal etmiştir.

"Vahdettin İngilizlerle antlaşma yapmış da o yüzden vatan hainiymiş." Peynir gemisi lafla yürümez canım kardeşim! Eğer bir iddian varsa belgeleriyle ortaya koy yoksa da sus. Milletimizin en sevmediğim yanı, böyle asılsız iddialara itibar etmesidir. Ne İngilizlerin devlet arşivinde ne de bizim arşivimizde böyle bir belge bulunmamakta.

Vahdettin Milli Mücadeleyi destekleseydi gönderilmezdi diyenler, Atatürk'ün silah arkadaşı Şahzade Osman Fuad Efendi ve Fehime Sultan neden gönderildi diye sormazlar mı adama?

Mesele destek veya köstek meselesi değil. Mesele bu ülkede yaşayan insanların aklına tekrar Osmanlı'nın gelmemesidir. Maazallah sonra tekrar geniş düşünmeye başlarlar ve büyük israil projesi önünde engeller oluşur.

Vahdettin kaçmamıştır, gitmek zorunda bırakılmıştır. Zaten 1 Kasım 1922 yılında saltanat kaldırılıyor. İstanbul ise düşman işgali altındadır. Yani halifelikten başka bir vasfı yok. Lozan'da da Hilafet'in kaldırılacağının sözünün verildiğini duyan bir Halife neden dursun ki? Zaten amaç idam etmek.

16 Kasım günü, yani saltanatın kaldırılışından 15 gün sonra, TBMM’de Vahdeddin’i vatan haini olarak kabul eden “Hıyanet-i Vataniye kanunu” kabul edilir. Yani yakalanırsa öldürülecekti.

17 Kasımda Vahdettin bir İngiliz zırhlısı ile ülkeyi terk ediyordu. Şimdi diyeceksiniz ki, ee İngilizlerle işbirliği yapmadı diyorsun ama bir ingiliz zırhlısı ile ayrıldığını söylüyorsun. Yok mu bir gariplik?

Ben de diyorum ki, evet doğru. Bir ingiliz zırhlısı ile ayrıldı ama o dönemde seyahat etmek için itilaf gemilerine binmek zorunluluğu vardı. İşte araştırmadan konuşmanızın sebebi budur. İkincisi birçok delegemiz de konferanslara ve görüşmelere İngiliz gemileriyle gitti buna ne diyeceksiniz?

Üçüncüsü İngiltere'ye de değil, İtalya'ya gitti ve masraflarını Mısır Prensi karşıladı. Geride bıraktığı serveti görmek istiyorsanız Topkapı sarayına gidip bakabilirsiniz. Yalnızca Kaşıkçı elmasını alsa, bir ömür krallar gibi yaşardı.

Sultan Vahideddin Han Ülkeden ayrılmak üzereyken son kez bir sigara yaktı ve saraydan bir görevli çağırtıp şöyle bir emir verdi:
''Evladım bu çakmağı ve kül tablasını saraya götür bunlar milletimin malıdır''

Vahdettin’in, Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi’ye söylediği şu sözlerle noktalayalım: “Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum; taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakayıkı (hakikatleri) yazar.”

Vahdettin hakkında araştırma yapmak isteyen arkadaşlara önerim, Turgut Özakman'ın "Vahidettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele " gibi belli bir ideolojiyle yazılmış saçma sapan kitapları değil de Murat Bardakçı'nın "Şahbaba" gibi tarafsızca yazılmış kitapları okumanızı öneririm. Ben bu iki kitabı da okuduğumu belirteyim.

Cennet Vatanımız 29 Ekim 1923 yılında ilan edilip tarih sahnesindeki yerini alıyordu. Ancak Lord Curzon'un da dediği gibi kurulacak bir Türk devletinin din ile bir alakasının olmaması gerekiyordu çünkü Lozan'da antlaşma bu yöndeydi.

Cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki uygulamalar da Lord Curzon'un ne kadar haklı olduğunu doğruluyordu. Öyle derinlemesine olmadan en kısa şekilde bu uygulamaları size aktarmaya çalışacağım.

Öncelikle istiklal mahkemelerinden bahsetmek istiyorum. Sizi suçlayanla, yargılayanın aynı insan olmasını ister misiniz? Eğer suçlayanla yargılayan aynı kişi ise bu mahkeme göstermeliktir değil mi? İşte İstiklal Mahkemelerindeki sistem böyle işlemektedir. Avukat yok, temyize gitme yolu yok. Hakim ne derse o olur. İstiklal Mahkemelerinin başında Kel Ali diye bir katil vardı. Kel Ali'yi aşağılamak için söylemiyorum, bildiğin lakabı Kel Ali yani.

Kel Ali, Halit Paşa'nın katiliydi. Halit Paşa 9 Şubat 1925'te Meclis koridorunda, İstiklal Mahkemelerinin zalim reisi Kel Ali tarafından vurulup 13 Şubat'ta vefat etti. Şehit Halit Paşa,öyle fedakar bir paşaydı ki, Mudanya'dan, Kocaeli'ne, Kars'a, Artvin'den Gümüşhane'ye, Erzurum'dan İzmir'e, Tunceli'den İstanbul'a, Yemen'den Trablusgarp'a, cephe cephe koşuşturmuş bir komutandı Halit Paşa.

Kel Ali ve İstiklal Mahkemelerinin hakimleri kendilerinden başka kimseyi otorite olarak kabul etmiyordu. Öyle ki, Cumhuriyetimizin kurucularından Kazım Karabekir'in dokunulmazlığını dahi dikkate almayıp tutukluyordu. Daha da ileri giderek Kazım Karabekir'i savunuyor diye İsmet Paşayı da tutukluyorlardı.

Kazım Karabekir'in idam edileceğini duyan subaylarımız mahkeme salonunu dolduruyorlardı. Kel Ali ve mahkemeye verilen mesaj şuydu, "Eğer 0.0001 mg erkeklik taşıyorsanız, idam kararını verirsiniz. İdam kararını verin de görün bakalım, taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalıyor mu?"

Durumun ciddiyetini görenler hemen haberi Mustafa Kemal'e ulaştırıyorlar. Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle Kazım Karabekir ve İsmet İnönü'nün beraatine karar veriliyordu.

Allahu Ekber cezası


Bir diğer uygulama ise camilerin satılmasıdır. Bu uygulama Yılmaz Özdil'in yazısında da gündeme gelmişti.

1- Açık arttırma usulu satılan camiler
2- Gazete ilanı ile satılan camiiler

Siyonistlerin kendi planlarını uygulaması için içeriden birisini kullanacaklarını söylemiştim ve ilk olarak Atatürk ile görüştüklerini ancak kontrol edilecek birisinin olmadığını anlayınca da bu sefer başka birisini aramaya başladılar. Lozan görüşmelerinde verdiği tavizlerden dolayı İsmet İnönü'yü çok seven bu siyonistler kararlarını vermişlerdi. Kullanılacak isim İsmet İnönü'ydü.

Siyonistlerin İnönü aracılığı ile bir çok tartışmalı karara imza atması Atatürk'ün canını sıkıyor ve Niyon konferansı ise bardağı taşıran son damla oluyordu. Atatürk, İsmet İnönü'yü başbakanlıktan alarak yerine Celal Bayar'ı getirtmiştir.

İsmet İnönü'yü başbakanlıktan alan Atatürk siyonistlere de savaş açmıştı. Atatürk mason muydu sorusunun cevabı Cemal Granda Atatürk'ün Uşağı idim adlı hatıratında yer alıyordu;

‘Bir zamanlar ben de mason olmuştum. Bir gün bir arkadaşım beni alıp Beyoğlu’ndaki Mason cemiyetine götürdü. Daha ne olduğunu bile anlayamadan kendimi cemiyetin içinde buldum. Mermer merdivenlerden büyük bir salona indik. Orada yüzlerini göremediğim bir takım kişiler vardı. Bizi buyur edip oturttular, kahveler sundular, hal hatır sordular. Orada fazla kalmadık, tekrar merdivenlerle daha da aşağı indik. Bir öncekinden daha geniş salonda bulduk kendimizi. Salonda büyük bir kalabalık toplanmış, kılıçlı bir tören yapılıyordu. Bu işleri daha önceden bildiğini anladığım arkadaşım beni kolumdan tutmuş, durmadan ne yapmam gerektiğini anlatıyordu. Kılıçların arasından geçip kutsal bir kitaba el bastık. Bütün bunlar olup bittikten sonra dışarı çıktık. İçeride çok sıkılmıştım. Bu olaydan sonra bir daha ne o binaya gittim, ne de oradakilerle karşılaştım. Şimdi gitsem, arasam o binayı belki de bulamam. İşte benim masonluğum bundan ibaret…’

İnternette bunun gibi bir çok tanınmış kişinin nizam duruşuyla verdiği görüntülere rastlamak mümkün. Neyse konumuza geri dönelim, Atatürk siyonistlere karşı mücadelesinde mason localarını kapatma kararı alıyordu. Zeynel Besim'in Sun adlı Masonun Dün ve Bugün dergisinde (Sayı: 10) yayınlanan hatırasında Atatürk’ün Masonluk etrafında koparılan tartışmalar üzerine ‘Kapatalım da kurtulalım’ dediğine rastlıyoruz. Ancak mason localarını kapatamadan mason locaları kendi kendilerini belirsiz bir zamana kadar kapatıyordu.

Atatürk siyonistleri çıldırtacak kararı ise 1937 yılında açıklamıştır. Orta Doğu'da kurulacak bir yahudi devletine karşı olduklarını açıklamış ve el sürülemeyeceğini belirtmiştir.

"Orta Doğu'da bir Yahudi devleti kurulacakmış. Kanımız pahasına karşı çıkarız. Böyle bir şeye asla müsade etmeyiz."
(Hakimiyet-i Milliye Gazetesi - Atatürk'ün kendi gazetesidir)

“Filistin’e el sürülemez!
Kemal Paşa Avrupa’ya ihtar ediyor

"Türkler mukaddes topraklarda, yabancı hâkimiyetine tahammül etmeyeceklerdir! "

“...Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz, vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık, fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslâmiyet’in mukaddes yerlerinin, Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzu altına girmesine mâni olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki, buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz...”

Daha ortada İsrail devleti yokken Atatürk ileri görüşlülüğü ile olacakları gördüğü için siyonistlere ihtar çekiyordu. Şimdi soruyorum size, "Atatürk Selanik gibi yahudilerin yoğunlukla yaşadığı bir yerde doğmuş ve büyümüş olan Atatürk, kurulacak olan bir siyonist devletin sınırlarını bilmeyecek bir adam mıydı?"

Bugün BOP diye ortalığı ayağa kaldıranlar, ''Ortadoğu'yu parçalayacaklar, yeni devletler çıkaracaklar'' diyenler, yüzyıl öncesinin dünya düzeni projesi olan Sevr'i kabullenmişler, hatta onu koruyorlar da haberleri yok. Çünkü okulda kendilerine Sevr'in Anadolu'yu parçalama projesi olduğu, bizim de Kurtuluş Savaşı adı verilen bir savaşta tüm batılıları yendiğimiz öğretildi.
Halbuki Sevr, yüzyıl öncesinin ''Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'' idi. Sevr sonucunda Suriye, Irak, Libya, Mısır, İsrail, Ürdün, Yemen, Suudi Arabistan gibi ülkeleri doğurdu. Bir devletten 50 devlet çıkaran projenin adıydı Sevr. Ve bizler İngiliz ve Fransızlarla yalnızca savaşın ilk senesinde Çanakkale Boğazı'nda, ve devamında da 1918'e kadar sürekli olarak Ortadoğu topraklarımızda savaştık. 1918'den sonra savaştığımız tek devlet Yunanistandır. Bugünkü Türkiye topraklarında diğer devletlerle tek bir savaş söz konusu olmadı. Lozan'dan sonra hepsi çekilip gitti.



Yarın bir gün Kürdistan'ın kurulduğunu düşünün.
Batılılar geldi, Kürdistan adında bir devlet kurdular. Bunun için başkent Ankara'ya geldiler ve sınır bölgelerimize asker yerleştirdiler. Ve bizlerin de bundan sonra; ''İşte kurtulduk, bağımsızlığımızı ilan ettik'' diye naralar attığımızı düşünün. Toprak kaybettik, ama tamamen heterojen bir Türk ulus devletimiz oldu. Yalnızca Türklere ait, yalnızca Türklerin olduğu.. Bunu her sene kutladığımızı düşünün.



İşte bundan yüzyıl önce bizim İstanbul'a bakış açımız ne ise; Kudüs'e, Halep'e, Bağdat'a, Şam'a, Mekke'ye, Medine'ye de oydu. Yani biz komple bir vatan idik, bir millet idik. Lakin bugün, Edirne'den Kars'a kadar olduğumuza ve gerisinin bizi alakadar etmediğine inanıyoruz. Bu da demek oluyor ki, İngilizler bu topraklarımızı işgal ettikten sonra, kafalarımızı da işgal etmişler. Kendi kurdukları sisteme göre düşünen insanlar yetiştirmişler.

Ve BOP denilen proje gerçekleştirilirse, aradan birkaç on yıl geçtikten sonra o projeyi ve o proje ile gelen sistemi destekleyen bir nesil yetiştirecekler. Ve aslında olduğundan daha kötü senaryolar yazılacak, çizilecek. Aslında Türkiye'nin tamamen yok olacağı, elimizde birkaç şehir bırakılacağı gibi masa başında maddeler uydurulacak ve biz de Kürdistan topraklarını kaybettiğimize üzülmeyi akıl edemeyip, elimizde tuttuğumuzu sandığımız topraklarımız için deliler gibi sevineceğiz.

BOP ile çizilen haritaya bakan kardeşim, bu haritaya bak, buna karşı önlemini al. Fakat, amma ve lakin; BOP'ta çizilen bu haritada kaybettiğimiz toprak yüz ölçümünün, Lozan'da masada Misak-ı Milli'den verdiğimiz yüz ölçümünden küçük olduğunu da unutma.

Yani biz Lozan'daki masada bıraktığımız topraklar daha büyük, ama bugün BOP'a karşı olduğunu haykıranlar, dün kaybettiğimiz ve hukuksal olarak hala bizim olan topraklarımız hakkında tek kelime etmiyor. Neden? Çünkü onlar, bir kahramanın gelip bütün kapitalist devletleri yenerek bizi özgürlüğümüze kavuşturduğuna inanıyorlar da ondan..



Toprakları bir an için boş verip, önce beyinlerimizi işgalden kurtarmamız lazım. Çağın şartları diye dayatılan ucube kalıplardan sıyrılıp, ''Bu herkesin herkesi sömürdüğü çağda, kendilerinin belirledikleri düşünce sistemine göre düşünmeyi reddediyorum!'' diyerek çağ dışı düşünmemiz lazım. Çağ üstü düşünmemiz lazım. Çağ üstü düşünmemiz lazım ki, bu çağı değiştirebilelim. Yeni bir çağ ideali kurmamız lazım ki, içinde bulunduğumuz çağdan kurtulabilelim. Kendi çağımızı, yeni dünya düzenimizi kendimiz kurmak istiyorsak, önce beyinlerimizi onların kalıplarından sıyırmamız şart.

İsrail devletini kuran Theodor Herzl toprak sınırlarını nasıl açıklıyor;

"Kuzey sınırlarımız Kapadokya'daki (Orta Anadolu) dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı'na; sloganımız Davud ve Süleyman'ın Filistin'i olacaktır." (The Complete Diaries of Theodor Herzl, Theodor Herzl, cilt 2, sf.711)

Peki Tevrat'ta nasıl geçiyor bu sınırlar,

"Ayak tabanınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan'dan ırmaktan, Fırat Irmağı'ndan Garp Denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allah'ınız Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyar üzerine koyacaktır." (Tekvin Bölümü, 12/25)

Kurulacak devletin sınırları

Yeterince açık değil mi? Atatürk'ün ölüm kararı alınarak öldürülüyor. Ve yerine siyonistlerin oyuncak gibi kullandığı İsmet İnönü geçiyordu. Şimdi bana İsmet İnönü'yü savunanlara bir kaç sorum olacak.

1) İsmet İnönü Atatürk'ün cenazesine neden katılmamıştı?
2) Atatürk'ün ölümünün hemen ardından, Atatürk'ün heykelini neden satmıştır?
3) Paramızdan Atatürk'ün resmini çıkartıp neden kendi resmini koymuştur?
4 ) Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz çekik gözlü ve güzel gülüşüyle insanın kalbine huzur veren Atatürk'ün manevi kızı ve yasal varisi olan Ülkü Adatepe hanımefendi ve ailesine neden baskı uygulamıştır?
5) Atatürk'ün canımız kanımız pahasına bile olsa kurdurtmayız dediği İsrail devletini neden yangından mal kaçırırcasına tanımıştır?

İnönü'nün marifetleri bunlarla sınırlı değil. Eğer hala Amerika'nın bir müttefiki ise bunun en büyük sebebi İnönü'dür. Yıl 1947 ve ABD ile Türkiye Cumhuriyeti arasında bir yardım antlaşması imzalanıyor. ( ABD'nin müttefiki = sömürgesi ve ABD'nin yardımı = boynuna vurulan zincir)

Truman Doktrini!

"Büyük Amerika Cumhuriyeti'nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı, her Türk candan alkışlamalıdır." diyor İnönü.

Yani ABD bizi savunmada ve ekonomide hamimizdir. Kabul etmediğimiz manda ve himayenin aynısı ama sadece daha kibar tarzda adlandırılmış hali.

Bunu 2 madde ile ispatlayabilirim.

Truman Doktrini 2. Madde "Türkiye Hükümeti, yaptığımız yardımı, tahsis edilmiş bulunduğu gayeler adına kullanacaktır."

Ve can alıcı 4. Madde; "Türkiye Hükümeti, Birleşik Devletler Hükümeti'nin onayı olmadan hiçbir madde ve bilginin mülkiyet ve zilliyetini devredemeyeceği gibi, aynı onay olmadan Türk Hükümetinin söylenilen gayeden başka bir gayede bu yardımı kullanmasına Birleşik Devletler Hükümeti müsaade etmeyecektir."

Yani bizim iznimiz olmadan bir kurşun bile sıkamaz ve bir ekmek bile alamaz. Eeee ne farkımız kaldı bir sömürge devletinden.

Bir de Johnson mektubu var ki hiç sormayın.. Mektup şöyle;

"Türkiye ile aramızda mevcut askeri yardımın veriliş maksatlarından başka maksatlarda kullanılması için hükümetinizin Birleşik Devletler'in onayını alması gerekmektedir. Hükümetiniz bu şartı anlamış olduğunu muhtelif vesilerle Birleşik Devletler'e bildirmiştir. Mevcut şartlar altında Birleşik Amerika'nın, Türkiye'nin Kıbrıs'a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış askeri malzemenin kullanılmasına izin vermeyeceğini bütün samiyetimle bildiririm."

Peki nerede karşılaştık bu maddelerle?

1974 yılında vatanperver 2 lider olan Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan, EOKA darbesiyle rumlar adadaki Türkleri bebekleri dahil katlederken adaya müdahale kararı aldılar ve kıbrıs barış harekatı başladı. Ancak yine sahneye İnönü çıkacak ve hükümeti dağıtacaktı. Eğer o zaman İnönü sahneye çıkmasa bugün kıbrıs sorunu falan da olmayacaktı.

1984 yılında PKK Eruh baskını yapacak ve ABD "Benim iznim olmadan PKK'yı vuramazsın." diyecekti.

İşte "Milli Şef" denilen İnönü'nün o imzasıyla beraber bağımsızlığımız ABD'ye geçti.

"Truman doktrini çerçevesinde ABD'den aldığımızın 69 milyon $ askeri yardım ile elde edilen askeri techizatın bakımı için ABD'ye her yıl 400 milyon $ bakım ve ithalat parası harcaması yaparak ne kadar zarara uğradığımız bir anlaşma yaptığımızı biliyor musunuz?

İsmet İnönü Atatürk'ün bazı inkılaplarını da kendine göre kullanmıştır. Onlardan birisi ise harf inkilabıdır. İşte İnönü'nün ağzından harf inkilabının kullanılma amacı,

''Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı."

 Soruyorum size, kaç kişi okuyabiliyor İstiklal Marşımızın orjinal halini? Peki bundan 5 asır önce yaşamış Shakespeare'in eserlerini ilkokul mezunu ingiliz çocukları bile okuyabiliyorken, çok değil daha üstünden bir asır bile geçmemesine rağmen İstiklal Marşımızı üniversite mezunları da dahil olmak üzere neredeyse kimsenin okuyamıyor olması garip değil mi?

Harf inkilabının bir diğer sonucu da çocuklarımızın kelime hazinelerinin çok düşük olmasıdır. Şöyle ki;

Önce araştırmanın sonucunu verelim:

ABD 71.681
Almanya 70.400
Japonya 44.224
İtalya 31.762
Fransa 30.193
S. Arabistan 13.579
Türkiye 7.260…

Bu rakamlar ne?

İlköğretim okullarında okutulan ders kitaplarının içerdiği kelime ve kavram sayısı…

Araştırmayı yapan: Ankara üniversitesi TÖMER Dil Öğretim Merkezi…

İlkokulu bitiren bir Amerikan çocuğu 70 bin kelime öğreniyor…

Aynı yaştaki bir Türk çocuğu ise 7.000 kelime…

Sonra da bizden neden Steve Jobslar ve Thomas Edisonlar çıkmıyor diye soruluyor. Sen gidip ilkokulda çocukların zekalarını köreltirsen tabi ki çıkmaz. Bunun Atatürk'ün harf inkılabıyla da pek alakası olmayabilir ancak kasıtlı bir uygulama olduğu kesin. İnönü döneminde eğitim alanında pek çok değişiklik olduğu bilinmekte.

İnönü döneminde din düşmanlığı da had safhaya ulaştı. Yalnızca Şükrü Saraçoğlu'nun sözü ile özetlemek mümkün.

"Din zehirdir. Türkiye'den dini tamamen atabilmek için bize 30 sene daha lazım."

İnönü döneminde halkçılık ilkesi de pek dikkate alınmıyor. Tandoğan meydanına adını veren Nevzat Tandoğan 3 Mayıs 1944 yılında huzuruna çıkarılan Osman Yüksel Serdengeçti'ye,

"Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek." diyerek anadolu insanını ne kadar hor ve aşağılık gördüklerini bir kez daha gözler önüne seriyordu.

1946 yılında ülkemiz çok partili sisteme geçiyordu ama bu geçişi İnönü babasının hayrına yaptı zannetmeyin. Elinden gelse kıyamete kadar iktidarda olurdu ancak İtalya'da Mussolini'nin ve Almanya'da Hitler'in başına gelenlerden sonra "siz cumhuriyet rejimiyle yönetiliyorsunuz ancak hala tek partisiniz" gibi demokrasiye geçişin yapılmasına yönelik uyarılar alan İnönü çok partili döneme izin vermiştir.

1950 yılında yapılan seçimlerde DP ezici bir üstünlükle iktidarı ele alıyordu ve Celal Bayar Cumhurbaşkanlığına geçerek başbakanlığa Adnan Menderes'i atadı. Menderes ilk icraat olarak halkın en şikayetçi olduğu konu olan türkçe ezan konusuna çözüm olarak ezanların türkçe okunması zorunluluğunu kaldırtıyor.

Yalnızca ezanların Türkçe okunma zorunluluğunu kaldırtarak masonların yeterince nefretini kazanmıştı Adnan Menderes.

Adnan Menderes tehlikeli sularda yüzüyordu. Zaten ABD'nin bir sömürgesi olmuş, sırtını illuminati piramidine dayamışsın (BKZ Truman Doktrini) daha niye ülkeni kurtarmaya çalışıyorsun ki değil mi? Bak İnönü'ye ne kadar rahat.

Evet Adnan Menderes içerideki ABD mandacılarını da karşısına alarak Ruslarla antlaşma yapmaya gidiyordu. Amacı ülkesini Truman Doktrininden kurtarmaktı ama olmadı. Bir darbeyle ülkemiz tekrar geriye gidiyordu.

Ezanların Türkçe okunması zorunluluğunu kaldırmasıyla masonların büyük tepkisini çeken rahmetli Adnan Menderes'in darbeyle indirilmesinin 2 sebebi vardır. İlki tekrar ezanların arapça okunmasını sağlamak ikincisi ise Osmanlı hanedanlığının ülkemize tekrar dönmesini sağlamasıdır.

Olay şöyledir; 1950 yılında iktidara gelen Menderes ilk seyahatlerinden birini Fransa'ya yapar ve Fransa'ya gitmeden önce de Fransa'da yaşayan Osmanlı hanedanlığına mensup kişilerin durumunu büyükelçiden ister ancak hiçbir bilgisi olmadığını görünce "24 saat içinde ya rapor getir ya da istifanı!" diyerek azarlar.

Raporu eline alan Menderes yıkılmıştı. Fransa Kralı Fransuva'nın yardım istediği Kanuni Sultan Süleyman'ın torunu Fransa ordusunun bulaşıklarını yıkıyordu. Dünyaya hükmetmiş ve tarihin belirleyici ülkelerden biri olmuş Osmanlı Devletinin yönetici ailesi 3.sınıf otel odalarında sefalet içinde yaşadığını gören Menderes doğruca Çankaya'ya Celal Bayar'ın yanına çıkarak "Osmanlı hanımlarını bulaşık yıkarken gördüm. Onların Türkiye’ye dönmeleri için af kanunu çıkaracağım” der. Bunun üzerine de Celal Bayar,

“Adnan bey sus, bu konuyu bir daha başka yerde açma, malum gazeteler tahrikiyle silahlı kuvvetlerin içindeki cunta Türkiye’de ihtilal yapar” der ve Adnan Menderes de cebinden istifa mektubunu çıkararak odadan çıkar.

İstifa mektubunda bunlar yazmaktaydı;

"Cumhurbaşkanlığı makamına, Analarının ve babalarının Fransa'da hizmetçilik yaptığı bir ülkenin Başbakanı olmaktan utanç duyuyorum,istifamın kabulünü arz ederim. İmza: Adnan Menderes”

Celal Bayar, Adnan Menderes'i yalnızca bayanların ülkemize dönmeleri hususunda af kanununu kabul edebileceğini belirterek istifasından geri dönmeye ikna etmiştir.

16 Haziran 1952 yılında yalnızca kadın üyelerin ülkeye dönmeleri için af kanunu çıkarılmış ve Adnan Menderes'in idam fermanı masonlarca çıkarılmıştır. 27 Mayıs darbesiyle ordu yönetime el koyuyor ve ülke yönetiminde bulunanları yargılıyordu. Tabi en başta Adnan Menderes vardı.

İdamından hemen önce Adnan Menderes'in hazin fotoğrafları hafızalarımızda travmatik yerini almıştır. Bu görüntü bize Sultan Abdulaziz'in ölmeden önceki son görüntüsünü hatırlattı.

Her iki liderin de masonlarca öldürüldüğünün kanıtıdır bu görüntüler. Sultan Abdülaziz sözde intihar etmiş. Önce sağ bileğini sonra da sol bileğini kesmiş. Hay Allah'ım ya böyle birşey tıbben de mümkün değil. Öyle bi devletiz ki, kendi başbakanımızı asıyor ancak 30.000 kişinin katilini de şehit analarının ödediği vergilerle besliyoruz.

Celal Bayar'ın torunu Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali Adnan Menderes'in idamını şöyle anlatıyor,


"Menderes'in idamı ertesi gün oluyor... Cellatları Üsküdar'da bir meyhaneden getiriliyor, ayılsınlar diye kahve veriyorlar... İdam öncesi Menderes:"İstirham ediyorum, yapmayın" demesine rağmen prostat muayenesi yapılıyor. Menderes'in boynuna geçirilen ilmiğin arkaya getirilmesi lazım, ama boynunun yan tarafına getirildiği için çok acı çekiyor ve çırpınarak can veriyor. Bu çırpınmalar sırasında ayakkabıları fırlıyor. Ayakkabıların fırlamasının sebebi de çok kilo kaybetmiş olması. Ayrıca vücudunda sigara izleri bulunuyor."

Tabi Merhum Adnan Menderes, Osmanlı hanedanlık üyelerinin tekrar yurda dönmelerini sağlamıştı ancak aile üyeleri döndüklerinde bıraktıkları servetten geriye pek bir şey bulamadılar. Ne tesadüf ki aynı dönemde yahudiler çok büyük bir servet elde ediyorlardı. Onlardan birisi de Bernar Nahum'dur. Bernar Nahum, Lozan'ın kaldırılmasında baş aktör olan Hain Naum'un oğludur. BEKO'nun da kurucularından birisidir Bernar Nahum. BEKO`nun BE`si Bernar`dan, KO`su Koç'tan gelir ama hep arkaplanda kalmıştır.

Merhum Adnan Menderes'in idamından sonra başka hiçbir liderimiz siyonistlerin ülkemizde bu kadar rahat hareket etmesine müdahalede bulunamamıştır ta ki Turgut Özal'a kadar.


Turgut Özal'a her zaman dua ederim. Özellikle de 163. Madde'den dolayı. Nüfusunun %99'ı müslüman olan bir ülkede birkaç kişi toplanıp Allah'dan bahsetti zaman 5 yıldan yargılanıyordu. Birçok tanıdığımda bu maddeden dolayı birkaç senesini mapus damlarında çürüttü.

163’üncü madde:

"Devletin sosyal ve ekonomik veya siyasi veya hukuki düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla, dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek (...) propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse, beş yıldan on yıla kadar hapisle cezalandırılır"

Turgut Özal'in CFR ile olan ilişkilerinden söz edilir ve hep suçlanır. Turgut Özal'i suçlayanların bir çoğu Truman Doktrininden haberi bile yoktur. Turgut Özal'in Siyonistlerle yaptığı birçok antlaşma hep Truman Doktrininin etkisini azaltması yönündeydi.

Turgut Özal döneminde Adnan Menderes döneminde olduğu gibi ülkede büyük bir kalkınma olmuştu. Yurtdışı gezilerine de yanında en az bir Türk iş adamını götürerek, sıkı ilişkilerin ekonomiye yansımasını sağladı.
Bu ilişkilerden rahatsız olmuşlar vardı ki Turgut Özal'a 1988 de uyarı mahiyetinde bir saldırı olmuştu.

Bizim siyasi kurt bu uyarının üzerine çalışmalarına daha hazla ağırlık vermeye başladı. Özellikle de Sovyet Rusya'nın dağılmasıyla da Kafkas pazarını neredeyse tekelimize almıştık. Bir çok alanda yenilikler yapılıyordu. Turgut Özal'in bir hedefi vardı, "Türk - İslam Birliğini" kurmaktı. İlk olarak Türk devletlerini birleştirmek ardında da bunu Orta Doğu'daki arap ülkeleriyle tamamlayıp bu birliği kurmayı planlıyordu ancak önünde büyük bir engel vardı. Terör sorunu! 1.Körfez savaşı sonrasında Kerkük ve Musul'a girilmesi konusunda Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay ile görüşmesinin hemen ardından, süresinin dolmasına daha varken Necip Torumtay görevinden kendi isteğiyle emekliye ayrılıyordu.

Turgut Özal kafasına koymuştu bir kere terör bitecekti. Kuzey Irak'a giderek Barzani ile görüşmüş ve “Musul ve Kerkük bizimdir. Bunu dünya biliyor, alacağız” demişti ve 10 gün sonra öldürülüyordu.

Turgut Özal ölümünden hemen önce de Türk devletlerine bir gezi yapmıştı. Kim bilir belki de Türk birliği için anlaşmıştı ancak ne yazık ki projesini tamamlamasına izin vermediler.

Turgut Özal öldüğü gün bir çok aksilik yaşanmıştı. Mesela Hacettepe daha yakından GATA'ya götürülmüştür. Ölümünden sonra kanı hastanede bulunurken, ne hikmetse tam alınmaya gidildiğinde sakar bir hemşire kanı düşürmüştür.

Oyun düşündüğünüzden çok daha büyük.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder