12 Şubat 2016 Cuma

MİHMANDAR GENÇLİĞE SELAM OLSUN!


İNGİLTERÖR!

ABD'nin dünya politikasını kontrol eden İngiltere'dir. ABD'de önemli kararlar İngiliz diplomatların kararıyla alınır. Ve onların izni, haberi olmadan adım atmaları mümkün değildir.

"ABD'yi dünyada etkileyecek tek güçtür Londra. Ve Washington'un da dünyada danışacağı tek ülke İngiltere'dir."




DÜN; Çanakkale’de GÜYA İngilizlerle Almanlar savaştı, ama biz öldük..

O kahramanca direnişin şehidlerini rahmetle anıyorum ama, sonuçta kirli bir savaşın kurbanları olduk.. Ölüm tarlalarına sürüldük karanlık siyasi pazarlıklar uğruna..

Biz şehidlerimizin ardından Fatiha okuyup hatimler indirmeyi seviyoruz..

Şiir okumayı da seviyoruz..

Öfkeli bildiriler yayınlamayı, sloganlar haykırmayı da..

Övgü ve sövgüyü de.. Ama keşke biraz da okumayı, araştırmayı ,düşünmeyi sevebilsek..

Neden yalan yazılmış tarihin üzerine birde , yalanlara ortak oluyoruz .

ÇANAKKALE SAVAŞI MİLLETİMİZİN BEYİN VE İMAN GÜCÜNÜ YOK ETMEK İÇİN BATILILARIN ORTAKLAŞA YAZDIKLARI BİR SENARYODUR!

Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir.. Tarihten ders alınır.. Tarih, bir toplumun hafızası ve tecrübeler birikimidir. Tarihlerini kaybetmiş, abartılı övgü ya da sövgülere kurban etmiş toplumların gelecekleri karanlıktır..
KISIM KISIM OLDUK YA... Millet olma şuurunu yitirdik te aynı gözle gözmez olduk ya hakikatleri...
Muhafazakar olduklarını söyleyenler kınalı kuzu mektuplarını okuyup gözyaşlarına boğulurken, heyecan verici şiilerin coşkusu ile gözleri dolduğunda tarihin sis bulutları arasında yaşanan bir savaşın soğuk gerçeklerini fark edemiyorlar.. Çoğu kimse Liman Von Sanders’i farketmiyor misal...
Biz buradan ‘İngilizler, Çanakkale’yi geçerse hilafet merkezi düşer’ diye gayret-i diniye ile yükleniyorduk; karşıdan İngiliz ve Fransız gemilerinden çıkan Müslümanlar, Almanlara esir düşen halifeyi kurtarmak için yükleniyordu.. Çünkü onlara öyle söylenmişti..Kemalistler ise gözlerine Mustafa Kemal’i çok yaklaştırdıkları için arkasında görmeleri asıl gerekenleri bir türlü görmeyip, hak-batıl savaşının süregelen çatışma sahnelerini görmüyorlar, göremiyorlar.

Osmanlı bütün kuvvetlerini Çanakkale’ye sevk edince; Ruslar, Kars’tan girip ilerleyince; Allahuekber Dağları’nda askerlerimiz donup ölünce İngiliz, Filistin’den vurdu bizi.. Biz de Çanakkale’deki komutanları bu defa Filistin’e sevk edince, o canhıraş savaşların yaşandığı Çanakkale’den bir süre sonra İngilizler tek kurşun atmadan ellerini kollarını sallayarak geçtiler Şehr-i hilafete...

Yüzbinlerce Şehid vererek geçilemez kıldığımız Çanakkale, basit bir hamleyle geçilivermişti yani. Çanakkale'nin geçilmesiyle de Müslüman Türk Milleti neticede BASKICI ŞEKİLDE SÜRDÜRÜLEN DEVRİM ADI ALTINDAKİ YAPTIRIMLARLA hak-batıl mücadelesinde başka bir saf'a geçiverdi.
Birileri bir trajediden, bir imparatorluğun kaybı ile sonuçlanan bir yenilgiden, tarihin belli enstantanelerine sıkıştırılmış bir kahramanlık destanı da ürettiler..

Almancılık veya İttihat Terakkicilik ya da ölen kirli bir oyunun kurbanı olan “kınalı kuzular”.. Kendi geleceğimizi bu kurgunun dışında aramamız gerek.. Bu kurguda kazanan kimse olmadı. Sonuçta insanlık kaybetti. Kazananlar için bile bu zafer pahalıya maloldu..

Zafere bak…Çanakkale sadece o gün geçilemedi. Sonuçta bir imparatorluğu kaybettik..

Bu savaş, Batılı ülkelerin Osmanlı Devletini yıkmak, talan etmek,gençlerini yıkmak-yok etmek içindi; göremedik...Çünkü ülkeyi yöneten jönler bir nev-i artistik derdindeydiler. Ruhları ağalarınca mekteplerde okutularak cahil birakılmıştı. 

***

1800’lerde, İngiltere öncülüğünde, uzun soluklu bir “sömürü plânı” hazırladı...
Bu plânın temel ekseni, Osmanlı şemsiyesi altında yaşayan etnik unsurları kışkırtıp, öte yandan İslâm dünyasını etkileyerek, Osmanlı Devleti’ni parçalamaktı.
Hilafetin gücü Osmanlıların elinden alınmalı, Müslümanlar, “dini lider”den mahrum edilmek suretiyle, dağılmaya mahküm edilmeliydi.
Böylece İslâm dünyasının elindeki zengin kaynaklar bölüşülecek, özellikle Ortadoğu’daki petrol yatakları yağmalanacaktı...

Bu proje, Ortadoğu’da bir “taşeron devlet” kurulmasını zaruri kılıyordu.
“İsrail Devleti” fikri işte böyle doğdu ve İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Belfour tarafından 1917’de açığa vuruldu: “Haşmetli İngiliz Kraliyet Hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli mesailerini harcayacaktır”.

Artık İsrail, İslâm dünyasının içine kılıç gibi girecek, Araplar paramparça edilecekti... Bu amaca ulaşmak için önce Osmanlı Devleti parçalanmalı, hilâfetin birleştirici gücü ortadan kaldırılmalıydı. Bu fikir, Ortadoğu’dan pay kapmak isteyenlere cazip geldi: Avrupa, Amerika ve Rusya tarafından onaylandı.
Ardından sürekli savaşlarla bizi yıpratma sürecine soktular: 1877’de Rusya saldırdı(93 Harbi). Korkunç bir yenilgi aldık ve kitlesel göçlerle sarsıldık. Bu savaşın yaraları sarılmadan Yunanistan ayaklandı (1897). Dömeke’de Yunanistan’la savaşırken, Makedonya isyanı patladı (1902)...
1911’de Osmanlı mirasından Trablusgarp’ı (Libya) aparmak isteyen İtalya ile kapışmak zorunda kaldık. Trablus Savaşı bitmeden Balkanlar yeniden alevlendi: Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan, Karabağ ve Romanya’dan oluşan küçük çaplı bir Haçlı Ordusuyla (iki Balkan savaşı) savaştırıldık.
Yıpratma savaşları soluksuz 17 sene sürdü: İnsan, para ve silah kaynaklarımız tükendi. Şimdi sıra öldürücü yumruğu indirmeye gelmişti: “Hasta adam” damgasını vurdular ve işimizi külliyen bitirmek üzere, dünyanın en büyük donanmasını 700 bin asker eşliğinde Çanakkale’ye gönderdiler.
18 büyük zırhlı, 24 denizaltı, 13 torpido gemisi, 42 uçak, mayın tarama ve çıkartma gemilerinden oluşan Müttefik Kuvvetler, 506 topla günde ortalama 23 bin mermi gönderdi mevzilerimize. Bizim elimizde ise çoğu eski, demode 150 top vardı. Atılabilen mermi sayısı sadece 370’ti. Bu açığı kapatmak için bulunabilen tek yol ise, mevzilere soba boruları yerleştirilip top görüntüsü verilmesinden ibaretti...

Buna rağmen yendik. Ne var ki diğer cephelerde işler iyi gitmemiş, I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmıştık. İstanbul işgal edildi. Halifeyi alıp götürdüler. Bir süre sonra da hilafet kaldırıldı. Böylece İngiltere, meş’um projesinin en önemli sonucuna ulaştı: Artık “İslâm Halifesi” yoktu ve Müslümanlar bu birleştirici güçten mahrumdu. Yılların rüyası (Filistin’de Yahudi Devleti kurma) artık gerçekleştirilebilirdi.

İngiliz Hükümeti ile hükümetin içinde ve dışında yer alan Yahudi önderler, Sir Herry Finch isimli idealist bir avukatı Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulması göreviyle bölgeye gönderdiler...
Takip eden yıllarda ise kesif bir Yahudi propagandası başladı: Dünya ticaretinin büyük bir bölümünü kontrollerinde tutan, bu amaçla kâğıt para, faiz sistemi ve kredi sistemi oluşturan Yahudiler, “mağdur-mazlum” olarak gösteriliyor, her şey kullanılarak kamuoyu oluşturuluyordu.

Başta Musos Haim Montefiore isimli bir İtalyan Yahudisi olmak üzere, kimi zengin Yahudiler kesenin ağzını açmış, bazıları Yahudi göçünü teşvik amacıyla Filistin’e göç etmişti.
Bir yandan kitaplar yazılıyor, Filistin’in ziraata ne kadar elverişli olduğu vurgulanıyordu...
Bu arada İngiltere Hükümeti, Filistin’e göçecek her Yahudi’nin İngiliz konsolosluklarının himayesinde olacağını açıklamış, can ve mal emniyeti konusunda garanti vermişti.
Buna rağmen Yahudiler Filistin’e göç etmekte pek istekli davranmıyorlardı...

1860’larda Filistin’deki Yahudi nüfus altı bin civarında idi. Bu durumda Filistin’e Yahudi göçünü hızlandırmak gerekiyordu. Kesif bir propaganda kampanyası açıldı. Bu konuda başta din, tarih ve para olmak üzere her türlü teşvikten yararlanıldı…
“Arz-ı Mev’ud” (vaat edilmiş topraklar) sözü her türlü yayının lokomotif kavramı olarak vurgulandı…
Hatta meşhur Fransız İhtilâli (1789) bile bu amacın hizmetine verilmedi…
Bir Alman Yahudisi olan Hess, “Roma ve Kudüs” isimli kitabında, “Yahudi emellerinin gerçekleşeceği günün yaklaştığını, her ne bahasına olursa olsun Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulacağını, Fransız İhtilâli’nin de bu maksatla yapıldığını” söylüyor, böylece Yahudi gücünün sınırsızlığını vurguluyordu. Bu tür yayınlardan etkilenmemek mümkün değildi…
Çöl, “cennet” gibi takdim ediliyordu… Artık sıra “devlet” taleplerini tek çatı altında toplamaya gelmişti.

İlk Siyonist Kongre bu amaçla yapıldı (29 Ağustos 1897). İsviçre’nin Basel Kasabası’nda Dr. Theodor Herzl liderliğinde toplanan kongreye 200 varlıklı delege katıldı. Kongreden başkenti Kudüs olan bir Yahudi Devleti kurulması kararı çıktı.
İsrail’i kurmak isteyenler başlangıçta bir “cemaat” gibi çalışıyorlardı, ama güçlendikçe durum değişti ve devlet düzenine benzer bir hiyerarşik yapılanmaya gidildi.

Bankalar ve ticarî şirketler oluşturuldu. Çok sayıda gazete, dergi, kitap yayınlandı. Tiyatro oyunları sahnelendi. Sinema endüstrisine el atılıp önemli filmler yapıldı. Böylece sanatın her dalı, Yahudi propagandasının hizmetine verildi. Artık her şey Siyonizm’in emellerine hizmet ediyordu.
Siyonizm’in kontrolündeki hareket kısa sürede o kadar zenginleşti ki, Sultan II. Abdülhamid’e müracaat edip, son derece cazip bir teklif sundular. Buna göre;
1. Osmanlı Devleti’nin tüm borçları ödenecek;
2. Osmanlı Devleti’ne büyük malî yardımda bulunulacak;
3. Sultan Abdülhamid’in siyaseti Avrupa ve Amerika’da desteklenecek;
4. Osmanlı Devleti’nde inşa edilecek savaş üslerinin parası ödenecek;
5. Sultan Abdülhamid Han’a şahsı için büyük bir meblâğ verilecek;
6. Filistin’de uluslararası çapta kurulacak üniversiteye Türk öğrenci de alınacaktı.
Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’nın anılarına göre, Sultan Abdülhamid, bu teklif karşısında çok öfkelenmiş, yüksek sesle bağırarak: “Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelse ve bütün hazinelerini kucağıma dökseler, size Siyonistlik adına bir karış yer vermem. Ecdadımızın ve milletimizin kanıyla elde edilen bir vatan, para ile satılamaz. Derhal burayı terk edin. Defolun!” demişti.

Hazin ki, 1909’da İkinci Meşrutiyet döneminde kurulan İttihad-Terakki Hükümeti’nde, üç Yahudi veya dönme bakan (maliye, ticaret ve ziraat ile nafia bakanlıkları) yer alacak, kurdun gövdeye girdiği böylece görülecekti…
Ardından İttihad-Terakki iktidarı, azınlıkların da toprak satın alabilecekleri yolunda bir kanun çıkaracaktı… Bu sayede Yahudiler, Filistin’de geniş topraklar satın alacak, hatta Sultan Abdülhamid’in kişisel arazisi bile yok pahasına Yahudilere satılacaktı.
Birinci Dünya Savaşı sürecinde İngiltere Filistin’i işgal etti. Askerî bir diktatörlük kurdu ve Filistin’e göç edecek her Yahudi’ye toprak sözü verdi. Ayrıca Yahudiler silah taşıyabileceklerdi. Oysa Arapların çakı taşıması bile yasaktı.
Öte yandan, “Kültür Dernekleri” adı altında, Yahudilerin organize hale gelmesini sağladı. Araplar ise dağınıktı.
Anlaşılacağı gibi, İngilizlerin Filistin’i işgal etmelerinin en önemli sebeplerinden biri, dünyanın değişik ülkelerinde dağınık olarak yaşayan Yahudileri Filistin’de toplamaktı.
Birinci Dünya Savaşı çıkarmalarının en büyük sebeplerinden biri ise (sebep-sonuç ilişkisine bakılırsa) Osmanlı Devleti’ni dağıtmak, hilafeti kaldırtmak, Müslümanlar arasında, istendiğinde kanatılabilecek bir “çıbanbaşı” bırakmaktı.

Gerisini biliyorsunuz!

FİLM BAŞLIYOR! İZLEMEYE HAZIR MISINIZ?


"Mahşerin Çiçeği Kınalı Kuzular"

BİNLERCE LİSELi VE ÇOCUK ASKERLERİ ŞEHİD ETTİLER. KATLEDİLEN, OKUYAN ÇOCUKLARLA MİLLETİN GELECEĞİ DE ÇALINMIŞTI YANİ. 
HEM, ZATEN İNGİLİZLER İSTANBUL'DA DEĞİL MİYDİ?

PEKİ,  BOĞAZDAKİ SAVAŞ NEYİN NESİYDİ? 


Yedi denizin hakimi, toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk” denilen ve devrin en güçlü imparatorluğu olan İngiltere ile birlikte Fransa’dır.

Yani devrin en büyük güçleri. Her iki devlet de 1. Dünya Savaşı’nı bir an önce bitirmek için ufacık bir karaya tüm güçleri ile yüklenmiş, bütün sömürgelerinden adeta insan yağdırmıştı.


Neden ? Zaten istanbuldaydılar ve İstanbul ve Boğazlar ellerindeydi.

BAKIN DİKKAT EDİN LÜTFEN : Bütün sömürgelerinden adeta insan yağdırmıştı.

Çünkü Bütün sömürgelerinden insanları savaş bahanesi ile kıyımla azaltıyorlardı.
Çanakkale’ye 12 bini aşkın sadece Kosovalı savaşmaya geldi. Bir köyden 110 kişi gelmişti. 106’sı şehit oldu. 4 kişi kaldı. Onlar köye gitmeye utandılar. Önce birisi gidiyor. Halk soruyor, diğerleri nerde? Geride gelecekler, diyor. Aradan 10 gün geçiyor, ikincisi geliyor. Ona da soruyor halk: Gerisi nerede? “Geriden gelecekler, diyor. 15 gün sonra üçüncüsü, bir ay sonra dördüncüsü... Sonrası yok. 

Hepsi Çanakkale toprağına düştü onların.


Bu savaş, bütün ayrıntılarıyla savaşın mimarı Winston Churchill tarafından 20 sene önce kaleme alınmıştır. Bu kişinin doktora tezi, Çanakkale Savaşı’nın adeta senaryosu gibidir.


Bu Savaş Almanlarla İngiliz-Fransızlar arasında başlamasına rağmen neredeyse bütün cepheler Osmanlı topraklarında açılmıştır. Tabiri caiz ise, kendi mahallelerinde kavgaya tutuşan iki serseri, komşunun bahçesine girerek orayı talan etmiş sonra da el koymaya çalışmıştır.

Bu Savaşın Osmanlının beyin gücünü bitirme üzerine kurgulanması, senaryonun ileriki yılları düşünerek yazılmış olduğunu gösteriyor. Özellikle bir başka tertip savaş olan 2. dünya savaşı ile de güya Hitlerin hışmından kaçırılan müderrisler bizim üniversitelerimize yerleştirilmiş olup, istiklal mahkemelerince yok edilen son dönem osmanlı müderrislerinin kökü tamamen kazındıktan sonra dönüştürülmüş beyinler akademisyen olarak ilim yuvalarımıza yerleştirilmişlerdir. Artık ülkemiz batıya gönüllü köpeklik yapacak kadrolara teslim edilmiştir.

***
Savaş öncesi hazırlıklara bakılırsa, Winston Churchill’in Çanakkale Boğazı’nı geçse bile kara savaşını planladığı anlaşılmaktadır. Zira, Kara Savaşları yoluyla Osmanlı’nı yetişmiş beyin gücü neredeyse tamamen bitirilmiştir. Öyle ki mühendislik fakülteleri, tıbbiye gibi okullar yıllarca mezun verememiştir. Bunun da ötesinde o dönemdeki bütün tarikat mensupları büyük bir iştiyakla gönüllü birlikler kurarak cepheye koşmuşlar ve bunun neticesinde de manevi dinamikler de yok olmuştur.

Winston Churchill’in sinsi planlarından birisi de sömürgelerden getirilenlerin de ölümleri üzerinedir. Zira Avustralya ve Yeni Zelanda’dan getirilen askerlerin de birçoğu ülkelerine dönememişler böylece İngilizler sömürgelerdeki muhtemel direnişlerinde önüne geçmişlerdir. Daha doğrusu, bir taşla iki kuş vurmak değil kuş katliamı yapmışlardır.

Müttefikimiz...Uğurlarına cihan harbine iştirak ettiğimiz Almanları da bir hatırlayalım isterseniz. 1.Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda Merhum Mehmet Akif görevi gereği Berlin’dedir. Akif, sabah kalkınca kaldığı otelin penceresinden gördüğü manzarayla sevinir. Evlerin pencerelerinden ve balkonlarından bayraklar sallanmaktadır. Almanlarla omuz omuza savaştığımızı düşünerek ‘’Galiba Kanal Cephesi’nde galip geldik’’ diye Almanların sevinçlerine sevinir. O sırada Kanal Cephesi’nde İngilizlerle çetin mücadeleler olmaktadır.
Mehmet Akif’in sevinci uzun sürmez. Hatta biraz sonra öğrendikleri karşısında dehşete kapılır. Meğer Kanal Cephesi’nde ordumuz ağır bir mağlubiyet yaşamış Kudüs düşmüştür. Bu bayrak asma sevincinin sebebini Almanlara sorduğunda aldığı cevap onu daha da dehşete düşürür. Almanlar; ‘’Bin yıldır Müslümanların elinde olan Kudüs, Hıristiyanların eline geçti. Bizim ordumuz yenilmiş ne önemi var ki?’’ demektedirler. Bu hadise ve benzeri hadiseler ayrıca açılan cephelerin neredeyse sadece Osmanlı topraklarında olması bu savaşın danışıklı dövüş olma ihtimalini dahi akıllara getirmiyor değil.


Bütün bu hadiseler gösteriyor ki Çanakkale savaşı, sadece Osmanlı Devletini fiziken yıkmaya değil aynı zamanda beyin gücünün ve manevi ruh gücünün bitirilmesine de yönelik bir savaştır.

Zira bu savaş sonunda; milletimizin beyin gücü, manevi gücü ve genç nüfusunu neredeyse tamamen bitirmişlerdir.

Ne hikmettir ki; Anadolu insanını tamamen yok etmek üzerine senaryo yazıp dünya sahnesinde vizyona sürenler, bir zaman sonra kendi aralarında bir daha kapışmışlar (2.Dünya Savaşı) birbirlerinin şehirlerini harabeye çevirmişler , altmış milyona yakın kendi insanlarını imha etmişlerdir.

Bundan dolayı, 2. Dünya Savaşı’na Çanakkale’deki mazlumların ahı sebep oldu dense yeridir. Şehitlerimizin ruhu şad ola.

***

Japon eğitim uzmanları eğitim sistemimizi incelemek üzere Türkiye’ye geldiklerinde, Hiroşima felaketi ile ilgili Başbakan Turgut Özal ile Japon diplomatlar arasında ilginç bir diyalog geçti. Birçok bürokratın da hazır bulunduğu bir ortamda raporlar sunuldu ve Japonlar sonucu şöyle açıkladı : “Sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok!”

Bunun üzerine Turgut Özal şaşırdı ve “Nasıl yani?” diye sordu. Japonlar ise şöyle devam etti: “Biz Japonya’da okula başlayacak çocuklarımıza milli ruh şoklaması yaparız. Onları önce toplu halde hızlı trenlere bindirir; dev fabrikalarımızı, teknoloji merkezlerimizi gezdirir; ülkemizin gücünü gösteririz. Sonra da bu yavrularımızı alır; Hiroşima ve Nagasaki’ye götürür; orada atom bombası atılan ve yıllardır ot dahi bitmeyen alanları gösterir ve deriz ki: Eğer siz bilinçlenmez ve az önce gördüğünüz teknolojiye sahip olmak için çalışmazsanız sonunuz böyle olur.”
Bu sırada Türk bürokratlardan biri atıldı: “Ama bizim Hiroşima’mız yok ki!”

Japon uzmanın cevabı ise tokat gibiydi:
“Sizin Çanakkale’niz on Hiroşima eder!”
***

Yıl 1915;

Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu.
Bir gün önce şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde bir yumak gibi birbirine sarılmış tir, tir titriyorlardı.
Onlar, bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı.
Ancak, birden içlerinden biri avaz, avaz bir marş söylemeye başladı!.

Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı
Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı.
Boş oturma çalış dedi. Hizmet eyle vatana
Sütüm sana helal olmaz, saldırmazsan düşmana

Biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz, avaz!.. Gözleri çakmak, çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı.

O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.."diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladı. Tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler.
İşte o an, bir makineli yavruları biçiverdi. Başak taneleri gibi dökülüverdiler. Hepsi sipere geri düştüler…

Yıl 2015;
Çanakkale Mahşeri’nde, hayatının baharını idrak eden nice civanmert genç “bir hilâl uğruna” kendini feda etmiştir. Çanakkale’ye gönüllü olarak iştirak eden başta İstanbul ve Çanakkale olmak üzere çevre illerdeki liseli, üniversiteli, medreseli gençlerle birlikte çeşitli gençlik cemiyetlerine mensup çocuklar da çarpışmışlardır. İlim öğrenme, tahsil yapma ve hatta oyun çağındaki gençlerimiz, okullarını ve ideallerini bir kenara bırakarak vatan müdafaasına koşmuşlar ve o tatlı canlarını, kınalı başlarını bu mübarek topraklara siper etmişlerdir. Seferberlik yıllarında, askerlik çağındaki bütün gençler gibi lise, üniversite ve medrese öğrencileri de silah altına alınmış ve “Gönüllü, Öğrenci veya Darülfünun taburları” adıyla çeşitli cephelerde çarpışmışlardır.
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale’deki muhârebelerde yitirilen gençlerin sayısı ve hangi mektep ya da cemiyetten geldikleri, askerlik kayıtları Harbiye Nezareti’ne düzenli bir biçimde ulaşmadığı için, bugün hâlâ tam olarak bilinmemektedir. Savaşa gidenlerin ve şehitlerin kayıtları incelendiğinde, adı geçen illerde bulunan okullardaki, lise birinci sınıf haricinde kalan öğrencilerin pek çoğunun savaşa katıldıkları ve bunların büyük ekseriyetinin cepheden geri dönmeyi başaramadığı ve liselerin çoğunun iki yıl süre (1915-1916) ile öğrenci mezun edemediği kaynaklarda genel olarak zikredilmektedir. Sadece Çanakkale Cephesinde şehit olanların 10 binden fazlasının yüksek tahsilli, 70 bin kadarının da rüştiye mezunu olduğu dikkate alındığında vahametin boyutları daha iyi anlaşılmaktadır.

Bu genç bahadırların yazdıkları “Çanakkale Destanı” ve onların hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar ulvî olan ölümsüz kahramanlıkları hakkında söylenebilecek en anlamlı söz, herhalde Darülfünun müderrislerinden İsmail Hakkı Bey ile devrin güçlü kalemlerinden Şair Süleyman Nazif’in şu veciz cümlelerinde saklıdır: “Burada kanlarını akıtanlar hep bu tarih, bu namus ve fazilet için öldü; onların kan borcunu ödemek lazımdır. Şairler destanlarını yazsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, heykeltıraşlar âbidelerini ortaya koysunlar, muharrirler hikâyelerini yazsınlar, sağ kalanlar rahmet okusunlar.” “Bu bahâdırlık ve fazîlet önünde idrâkin, muhâkemenin, hissin, hayâlin titrediği andan beri, hiçbir şeyi imkânsız göremiyor, hiçbir iddiayı reddedemiyorum. Ölüme karşı, vakarlı bir alın ile gururlu bir göğüsten coşan marş ve tekbirle ilerlediler.”

ÇANAKKALE GEÇİLDİ, HABERİNİZ OLSUN!

O gün orada bütün bu siyasi oyunların ötesinde, kahramanca direnen, savaşan Türk’ü, Kürd’ü, Arab’ı, Sudanlısı, Yemenlisi, Hindistanlısı, Senegallisi ile İslam milletinin fertlerini rahmet ve minnetle anıyorum

Hangi Türk ordusu.. Osmanlı ordusu, hiçbir zaman sadece Türklerden oluşmadı.. İslam ümmetinin ordusu idi o ve içinde bütün Müslüman unsurlar vardı. Çanakkale savaşında ise işin garib tarafı başımızda bir Alman generali olan Liman Von Sanders vardı.
Savaş, İttihat Terakki cuntasının ihaneti sonucu, Braslav ve Goben gemilerindeki askerlere fes, gemi gönderine Osmanlı bayrağı asarak bizim adımıza Almanların Rusya’ya saldırması ile başladı..

Yani savaşı başlatan taraf biz olmuş olduk. Bir oyunla saldırgan ülke konumuna düşürüldük..

Osmanlı’nın “Türklük ve vatan müdafası” diye bir derdi yoktu. “Cihad-ı fillah oluptur niyyetüm” derlerdi.. Namık Kemal, “Vatan yahud Silistre” kitabını yazınca, “Vatan” dediği için hapse atılmıştı.. 1900’lerin başında Osmanlı’da Türkleşme, İslamlaşma, Muasırlaşma tartışmaları başlamıştı bir yandan.

Bir yandan da Mehmet Akif milliyetçiliğe, ırkçılığa karşı çıkan şiirler yazıyordu:

“Hani milliyetin İslâm idi... Kavmiyet de ne!

Sımsıkı sarılıp dursaydın a milliyetine.

‘Arnavutluk’ ne demek, var mı şeriatta yeri?

Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri.

Arabın Türke, Lazın Çerkese yahut Kürd’e;

Acem’in Çinli’ye rüchanı mı varmış? Nerde..

Müslümanlıkta “anasır” mı olurmuş? Ne gezer!

Fikr-i Kavmiyeti tel’in ediyor Peygamber.

En büyük düşmanıdır ruh-ı nebi tefrikanın

Adı batsın onu İslâma sokan kaltabanın!..”

Hangi “Türklük davası”. İstiklal Marşı’nın şairi Arnavut ya hu. Tek bir Millet vardı, o da İslam milletiydi. Yeryüzü bize mescid kılınmıştı.. Allah’ın arzından bir parçasını diğer insanlardan koparıp almak ya da kendini bir toprak parçasına hapsetmek.
Arz Allah’ındı. Ve biz O’nun halifesi idik. Ulaşabildiğimiz her yerde O’nun rızasının gereğini yerine getirecektik. Çünki yeryüzü bize mescid kılınmıştı.. Bakmayın daha sonra “Hubbul vatan, minel iman” diye “milliyetçi bir din algısı”nın geliştirilmesine..

Asıl sormak istediğim soru şu: TÜRK ORDUSU TÜRKLERDEN OLUŞMUYORDU DA, İNGİLİZ ORDUSU İNGİLİZLERDEN, FRANSIZ ORDUSU FRANSIZLARDAN MI OLUŞUYORDU?

Mehmet Akif “Çanakkale savaşı”nı anlatırken “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” der.
Oysa Osmanlı aydını da kandırılmıştı, Mısırlı, Hindistanlı, Senagalli Müslümanlar da. İngilizler, Müslümanları Hindistan’dan ayrılmaya kandırıp ikna etmemiş, Pakistan ve Bengaldeş kurulmamıştı o zaman..
Avustralya ve Yeni Zellanda’daki İngilizler sağlam bir plan yapmışlardı.. Hindistan ve Mısır’da Cuma namazından sonra halka beyanname dağıtacaklar ve “Hilafet merkezi Almanlar tarafından işgal edildi. İngiltere halifeyi kurtarmak için seferberlik düzenledi” diye gönüllü toplayacaklardı..

İngiliz gemilerinde gelenler Müslüman gönüllülerdi aslında. Fransızlar da Senagal’de aynı kirli yalanı uydurdular. Oradan gelenler de Senagalli Müslümanlardı. Şimdi Anzak ayinlerinin yapıldığı topraklarda bizi bize kırdırdılar..

Şafak ayinleri kirli ve kanlı bir oyunun üzerine, gerçekleri gizlemek için örtülen “kutsal bir örtü” (!) sadece! Oysa orası bir hilal uğruna nice güneşlerin battığı yerdir.

Orada şafak ayini, değil, gece namazı kılmak gerekir..

Ah İngiliz ah! Hem “halifeyi kurtaracağım” diyeceksin, hem halifeyi Selanik’e Alatini efendinin evine süreceksin. Hindistanlı Müslümanlardan para toplatıp, onu yandaşlarına peşkeş çekeceksin.

O parayla İş Bankası’nı kurduracaksın, Osmanlı Bankası’nda işler çevireceksin.. Lozan’ı tezgahlayacaksın..

Bir yandan Arap düşmanı Türk milliyetçiliği örgütlerken, öte yandan, Türk düşmanı Arap milliyetçiliğini fonlayacaksın..

Kudüs’ü Yahudilere satarak, Müslümanlara yeni bir halife yutturmaya çalışacaksın.. Bir yandan da laik bir Türkiye icad etmek için onları batılılaştıracaksın.. İslam coğrafyasını 40 parçaya böleceksin..

Churchill, “Bir damla kan, bir damla petrol” diyordu da, gerçekten bütün bunlar petrol için mi idi, yoksa Müslümanlara duyulan kin ve nefretten mi kaynaklanıyordu?

3 yıl 2 ayda bir imparatorluk tasfiye edildi, sonunda teslim olduk ya hu! Mondros mütarekesi imzalandı.. 3 cephede birden çöktük, Allahuekber dağlarında, Filistin cephesinde ve sonunda Çanakkale’de..

Sahi şu fethin dışında kutlanan İstanbul’un kurtuluş hikayesi nedir? İngilizler iyi düşünmüşler, bir de yenilen bir millete zafer armağan etmediler mi! Ama isteyen kaybettiği bir savaşın belli cephelerdeki mevzi kazanımları ile övünmeye ve zaferini coşkuyla kutlamaya devam edebilir..

ÖLÜM...O KONUŞUNCA HERŞEY SUSAR!
Çanakkale Cephesi, sanki bir “ölüm değirmeni” gibiydi; haddi hesabı aşacak kadar insanı tüketmesine ve “Türk ordusunun çiçeğini” bitirecek ölçüde koskoca bir “eğitimli genç nesli” yutmasına rağmen doymak bilmiyordu. O kadar ki, cephede meydana gelen boşlukları doldurmak için en yakın çevreden başlayarak 15 yaşın üstündeki eli silah tutan bütün gençlerin dahi Çanakkale’ye sevk edilmeleri alışılmış normal bir hadise haline gelmişti. 1914 yılında çıkan “Geçici Askerî Mükellefiyet Kanunu”na göre askerlikten tecilli tutulan sultanî ve idadî talebelerine, evvela Çanakkale, sonra da diğer cephelerde baş gösteren asker ihtiyacı sebebiyle zamanla silah altına alınma mecburiyeti doğacaktı.

Bu amaçla, Çanakkale Savaşı sırasında, İtilaf Devletlerinin kara çıkartmasına başlamalarıyla birlikte cephede takviye kuvvetlere ihtiyaç hâsıl olunca Sultan V. Mehmed Reşad, 14 Mayıs 1331 (27 Mayıs 1915) ’de bir irade yayınlayarak, yukarıda sözünü ettiğimiz Askerî Mükellefiyet Kanunu’nda değişiklik yapmak ve lise talebelerini de cepheye çağırmak zorunda kalmıştı. Sultan Reşad’ın iradesinden sonra Harbiye Nezareti de bir tebliğ yayınlayarak, 1314/1896 doğumluların (19 yaşındakilerin) henüz askerlik hizmetine çağrılmamışları ile 1315/1897 doğumlulardan (15 yaşındakilerden) harbe elverişli ve silah kullanmaya kabiliyetli olanların da kıtalara teslim olmalarını istemişti. Ekseriyeti 15 ila 19 yaşında olan bu yeni yetme gençlerin, vatanın kendilerinden beklediği yüce vazifeyi ifa etmek azim ve inancıyla cepheye gitmeleri anısına Anadolu’da yakılan meşhur, “Hey Onbeşli Onbeşli” adlı türküde de söz konusu durum çok dramatik bir dille anlatılmıştır. Çoğunun bıyıklarının bile terlemediği bu delikanlılar, kısa bir talimden sonra cepheye uğurlanmış ve “isimsiz kahramanlar” olarak cephenin cehennemî atmosferinde eriyip gitmişlerdi.

II. Meşrutiyet’ten sonra iktidara gelen İttihat ve Terakkiciler, halkın yanı sıra gençlerin ve çocukların da örgütlenip eğitilmesi ve disiplinize edilmesi için, Almanya ve Avrupa ülkelerini örnek alarak okullarda “Keşşaf” (İzcilik) teşkilatları kurmaya büyük önem vermişlerdi. İzcilik teşkilatları yanında, Avrupa’da görülen “Judendbund” örgütlenmeleri esas alınarak “Genç Derneği”, “Gürbüzler Derneği” gibi kuruluşlar da meydana getirilmişti. Bu dernekler vasıtasıyla, ülkedeki 9-10 yaşından askerlik çağına kadar olan tüm gençler örgütlendirilmiş ve geleceğin askerî güçleri olarak eğitilmişlerdi. Savaş hali zuhur ettiğinde, eğitimini tamamlamış harbe hazır neferler olarak “onbaşı” rütbesiyle askere alınıyorlardı. Bu anlamda, 9 ila 12 yaşları arasındaki “Gürbüzler” olarak teşkilatlanan çocuklar, savaşlarda büyük yararlılıklarda bulunmuşlardır. Teşkilatın kendilerine söylediklerini şevkle yerine getiren bu gençler, daha ziyade hastanelerdeki yaralıların mektuplarını yazmak ve birtakım yardım faaliyetlerine iştirak etmek gibi cephe gerisindeki işlerde kullanılmıştı. Bilhassa da, zaman zaman orduya maddî yardımda bulunmak veya harp gemisi ya da uçak satın almak amacıyla açılan umumî kampanyalara, rozet satarak ve para toplayarak çok aktif mânâda katkı sağlamışlardı.
Çanakkale Savaşı’na katılan çok sayıda çocuk, vatan savunmasındaki fedakâr hizmetleriyle destan niteliğinde kahramanlık şaheserleri sergileyerek, “Meçhul Çocuk Askerler” olarak Türk ve Dünya tarihinde emsalsiz bir mazhariyete kavuşmuştur.

“Vatan savunmasında erkekler ve kadınlar kadar çocuklar da çok önemli görevler üstlendi. Millî şuurla hareket eden Türk çocuklarının gösterdiği fedakârlıklar, çektiği çileler ve eziyetler bugün tam olarak bilinmemekte. Anadolu’nun hemen her köşesinde, özellikle işgâl gören yerlerde, çocuklar da destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergiledi. Vatan çocuğu, yeri geldi omzunda silahla cephede savaştı, yeri geldi istihbarat için haber taşıdı, yeri geldi askerine mermi götürdü.”

Çanakkale Harbi esnasında, cüsselerini fersahlarca aşacak ölçüde devasa hizmetlerde bulunan cefakâr meçhul izci topluluklarından biri de Balıkesir Sultânîsi İzcileri idi. O yıllarda Balıkesir’de yayınlanmış olan “Karesi” gazetesinden öğrendiğimize göre, babaları Balkan Savaşı’nda şehit düşen ve Edirne İdâdîsi’nden Balıkesir Sultânîsi’ne “leylî” (yatılı) olarak nakledilen 25 izci öğrencinin tamamı gönüllü olarak Çanakkale’ye gitmiş ve geri dönemeden şahâdete erişmişlerdi. Hatta, bu yiğit izcileri cepheye uğurlama merasimine, onları yüreklendirip takdir etmek amacıyla iştirak edenler arasında İttihatçıların önde gelenlerinden Talat Paşa ile İsmail Canbulat Bey de yer almıştı. Bu meşhur sîmâların da içinde yer aldığı 25 izci çocuğun Balıkesir Lisesi merdivenlerinde, şanlı Türk bayrağının gölgesinde çektirdikleri hâtıra fotoğrafı, tarihimizi şerefle süsleyen aziz hatıralardan biri olarak kayıt altına alınmıştır.

Vatana Adanmış Meçhul Öğrenciler Ordusu

Balıkesir Lisesi’nden Çanakkale’ye gönüllü olarak gidenler sadece bu 25 izciden ibaret değildi. Gerek Karesi gazetesi gerekse Balıkesir Lisesi kayıtlarından anlaşıldığı üzere, 1914-1916 öğretim döneminde, 8-12. sınıflara kayıtlı bulunanlar ile mezun (100 civarındaki) talebelerin hemen hemen tamamı gönüllü şekilde cepheye intikal etmişti. Bunların çok azı harpten gâzi olarak dönmüş ve okul savaş yıllarından 1917-1918 öğretim dönemine kadar sınırlı sayıda mezun verebilmişti. Karesi gazetesinde yayınlanan, lisedeki muhâcir, kimsesiz ve fakir öğrencilerden askere gidenlere yapılan yardımla şu haber de, Balıkesir Sultânîsi’nin harbe iştirakini ispatlayan çarpıcı kayıtlardandır: “Sultânî mektebinde verilen müsâmereler hâsılatından münâsib mikdârının askere giden muhâcir ve kimsesiz fukarâ talebenin zarûrî ihtiyaçlarının tahvîline medâr olmak üzere tevzîi ve i’tâsı makâm-ı âlî-i mutasarrıfiyyece münâsib görülmüş olduğundan komisyon ma’rifetiyle talebe-i mûmâileyhimden otuz altısına 1930 kuruş verilmiştir.”

Balıkesir’den Çanakkale ve diğer cephelere sevk olunan öğrenciler sadece Balıkesir Lisesi öğrencileri ile sınırlı kalmamış; Balıkesir Erkek Muallim Mektebinden (şimdiki Necdet Bey Öğretmen Okulu) de büyük miktarda öğrenci harbe dâhil olmuştu. 

***


GALATASARAY, KONYA VE İZMİR LİSELERİ 1915'TE TEK BİR MEZUN VEREMEDİ

Çanakkale ve İstiklal Savaşı'na katılan çok sayıda çocuk, vatan savunmasında destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergileyerek, "meçhul çocuk askerler" olarak Türk tarihinde yerini aldı.
Türk çocuklarının milli bir sorumluluk şuuru içinde gösterdikleri fedakarlıklar, çektiği çileler ve eziyetlerin tam olarak bilinmediğini UNUTMAYALIM.
 "Antep savunmasında Kebapçı Said Ağa'nın oğlu küçük Mehmet, Şahin Bey'in oğlu Hayri, şehit Yolağası'nın oğlu Mehmed Ali gibi 11-12 yaşlarındaki çocukların özverisi göz yaşartıcı boyuttadır. Bu çocuklar Arslan Bey'in başında bulunduğu milis kuvvetlerinin içinde diğer Kuvayi Milliyeciler gibi silahlı olup yeri geldiğinde çatışmalara katıldılar ve çoğu zaman da istihbarat hizmetinde bulundular.
"Urfa'da 14 yaşındaki Bozan, Fransızlar kaçarken Kuvayi Milliye önünde harbe katıldı. Bu yavrunun kahramanlığını gören halk, Bozan için türkü bile yazdı. Sebeke dağından indim dereye/Atılıyor bombalar, bilmem nereye/Türk çeteleri dönmez geriye/Be yürü! yürü Bozan Yavrum yürü!/Vursun kırsın Fransızları, aslanım yürü!..."
Maraş savunması sırasında kendisine verilen köprü uçurma görevini yerine getiren Sarıca Köyü'nden 14 yaşındaki Ali ile milis kuvvetler arasında bir çok yeri dolaşmak suretiyle bilgi alışverişini sağlayan 10 yaşındaki Osmaniyeli Niyazi Aykan'ın da tarihe adını altın harflerle yazdırdığını da bilelim.

12 YAŞINDAKİ NEZAHAT ONBAŞI

Tabur Komutanı Binbaşı Halit Bey'in kızı 12 yaşındaki Nezahat onbaşının da, elinde silahı asker kıyafetiyl e çeşitli muharebelere katıldığınıbilmeliyiz.
 "Ata binmesini ve silah kullanmasını çok iyi bilen bu kız çocuğu Milli Mücadele boyunca 70. Piyade Alayı'nın bir mensubu olarak tam bir asker gibi, cepheden cepheye koştu. Hatta bu Alaya, o bölgede 'Kızlı Alay' denmiştir."

Çanakkale destanında bugünkü İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi eski adıyla Darul Fünun öğrencilerinin ise ayrı bir yeri var. 1915'te Darül Fünun 1. sınıfta öğrenim gören 2 bin 500 tıbbiyeli, okullarını bırakarak Çanakkele'ye koştu. İki tümen hâlinde Gelibolu'ya gelen gençler, bir Anzak baskını sonucu şehit oldular. Bu nedenle sonraki yıl açılışta siyaha boyanan Darul Fünun, 1921 yılında hiç mezun veremedi.




Çanakkale zaferi, Türk tarihindeki zaferler içinde en çok kan dökülerek, en çok şehit verilerek kazanılmış zaferlerin başında gelir. Evet Çanakkale zaferini düşmanın üstün silahlarına, çelik kalelerine karşı canımızı, kanımızı ortaya koyarak kazandık. Kendi iç denizimiz Marmara’ya bile güvenemeden, ikmalimizi karadan binbir zorlukla yaparak kazandık. Şehitlerimizle, gazilerimizle ve nice adsız kahramanlarımızla kazandık. Bir kuşağın gürbüz gençliğini orada gömerek kazandık.

Genelkurmay Başkanlığı kayıtlarına göre

Çanakkale Savaşı’ndaki kayıp rakamlarımız. Zayiat Toplamı : 250.000

Bugün her yıl 18 Mart’ı törenlerle, gururla ama bin bir acıyla yüklü olarak kutlarız. Ama Gerçeği ve Doğrusu “Biz orada aslında 500.000 den fazla şehit verdik . 

Osmanlı Ordusunun Alman hayalleri uğruna verdiği Toplam Zayiatı:2,5 milyon kadardır.

Birinci Dünya Savaşının diğer cephelerinde olduğu gibi Çanakkale Savaşlarına da kardeşlerimiz Kürtler de katılmış ve şehit olmuştu.

Kürtlerin burada mücadele etmesi gayet mühimdir. Çünkü o dönemde Kürt tebaanın yoğun yaşadığı Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu Bölgesinde de hem Ermeni Olayları yaşanmakta hem de Doğu Cephesi ismi altında kıran kırana bir savaş yaşanmakta idi. Burada mücadele eden Kürt alayların büyük çoğunluğu Urfa yöresinden gönderilmişlerdi… Bu alaylar Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği zaman 3.Ordu’nun emrine girerek bölgede Rus ve ayrılıkçı Ermenilere karşı müthiş bir mücadele vermişlerdi. Tabii Osmanlı’nın etnik unsurlarının dünya savaşlarında ki kayıplarının sayısını ayrı ayrı bilmek zor hatta imkânsızdır. Sadece katıldıklarını söyleyebiliyoruz ancak Kürtler hakkında bazı tahminler mevcuttur. Dünya Savaşında Kürtlerin kayıplarının toplam sayısını 300.000 olarak tahmin etmektedir.

ÇANAKKALE SAVAŞLARI AYNEN YUNAN İŞGALİ GİBİ BİR PERDELEME SAVAŞIDIR.

Çanakkale Savaşları’nda geleceğin Türkiye’sini kuracak çok sayıda üniversiteli gencin kaybedildiği ifade edilir.

İşgal güçlerinin, İngiliz belgelerine ve Meclis tartışmalarına göre Çanakkale’ye gelişleri, Boğazları kontrol değil, Mısır’ın işgalini perdelemek içindir. Konu ile ilgili döneme ait detaylar aşağıda verilmektedir.

Başlamadan bir hakkın teslim edilmesi gerekmektedir.

“… Mustafa Kemal’in tümeni, iyi bir Türk ve iki zayıf Arap alayından mürekkepti. İngilizlerin taarruzu 25 Nisan (1915) Pazar günü başladı. (1)

-“ I.Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin amacı, Hint yolundaki Mısır’ı almak, petrol yatakları üzerindeki Irak’la Mısır arasında bulunan Arabistan’ı almak, Anadolu’da da, Osmanlı’dan ayrılmış yeni bir Türk Devleti kurmaktı. Bu sahalardaki askeri hazırlıkları tamamlayabilmek için, Osmanlı ordusunu güney bölgelerinden uzakta oyalamak istiyordu.

Bu hareketle, aynı zamanda, Rusların doğudaki yükü hafifleyecek, Rusya, bütün gücünü batı cephesine sevk edecekti. Bu yer Çanakkale idi.

İngilizlerin endişesi, Ruslarınkinden büyüktü. Bütün düşünceleri Mısır Üzerine Türklerin yürüyüşlerine mâni olmaktı.

Bunun için buldukları çare, Boğazlar’a saldırmak ve Osmanlı’yı meşgul etmekti.

Binaenaleyh, Çanakkale’yi zorlama projesi menşe itibari ile İngiliz projesidir.


“İngilizlerin Çanakkale’yi zorlama fikrini ilk düşünen ve mevki-i tatbike koyan. Bahriye Nâzırı Churchill olmuştur. Churchill’e göre, daha Türkiye’nin harbe girdiği andan itibaren Mısır tehdit edilmiş oluyordu.’

Çanakkale savaşı, düşman ordusunu cephenin uzağında bir yerde oyalama savaşı idi. Bu nedenle Çanakkale savaşı İngiltere’de görüş ayrılığına yol açtı.

Çanakkale’ye hücum fikri İngiliz kabinesinde müzakere edilince bahriyeliler aleyhte rey verdiler. Bu işi donanmanın tek başına yapamayacağını, Askerlerin de görev alması gerektiğini dile getirdiler.

Fakat Harbiye Nâzırı Lord Kitchener,

-“Çanakkale için ayıracak askerim yoktur Hepsi Garp cephesinde dövüşecekler Buraya asker yetiştiremiyorum. Binaenaleyh bu işi ya donanma ile yapmalıdır Veya büsbütün vazgeçmelidir,”cevabını verdi.


Ruslar Almanlara karşı harp ile meşgul iken Kafkasya’da Türklerin tehdidine maruz kalmışlardı. Bu tehdide göğüs germeleri için Alman cephesindeki kuvvetlerden mühim bir kısmını Kafkasya’ya nakletmeleri lazımdı. Buna mahal kalmaması için Rus hükümeti, İngiltere ve Fransa’nın müştereken Türklere karşı bir harekette bulunmasını rica etti.

Churchill de derhal bu hareketin Çanakkale üzerine olmasını teklif etti. Fikrini kabul ettirmek için Çanakkale seferinden elde edilebilecek faydaları şu şekilde tebarüz ettirdi:

1-Türkler, kuvvetlerini Çanakkale’ye yığarak, Mısır üzerine yürümekten vazgeçeceklerdir.

2. Kafkasya’da Ruslara karşı büyük bir hareket yapamayacaklar ve dolayıyla Ruslar bütün kuvvetleri ile Alman cephesinde harp etmeye imkân bulabileceklerdir.

“İngiliz bahriyesinde kök salan bir kanaate göre, gemilerin karalara taarruzundan çok şey beklenemez. Bu kanaat, asırların tecrübesinin mahsulü idi. Meşhur amiral Lord Nelson bu kanaati şu cümle ile formülleştirmişti:

-“İstihkâma taarruz eden gemici delidir.” İngiltere imparatorluğu Millî Müdafaa Meclisi, 1908’de Boğazlar’ın yalnız bahrî kuvvetlerle zorlanamayacağını teyit etmişti.’

1807’deki deney bunu doğrulamıştı, İngiliz donanması, Duckworth kumandası altında Boğaz’ı geçmeye muvaffak olduğu ve hatta İstanbul’a kadar geldiği halde, kara kuvvetine dayanamadığı için geri dönmek mecburiyetinde kalmıştı.
İngiltere, göz bebeği gibi sakındığı donanmasını, neticesi bilinmeyen bir teşebbüse feda etmek istemiyordu.

Churchill, 3 Kânunusani 1915’te şöyle çözüm buluyor: Çanakkale’yi modern zırhlılarla değil, 1908’den evvel inşa edilmiş eski tip zırhlılar ile zorlamak mümkündür.

Churchill bu işin üzerine o kadar düştü ki, nihayet Çanakkale Savaşı’nın yalnız donanma ile yapılmasına karar verildi. 19 15’te büyük bir İngiliz filosu Fransız filosunun da iltihakı ile Çanakkale’ye geldi.

 Petrograd’daki İngiltere Elçisi’nin, Rus Hariciye Nâzırı Sazonov’a muhtırası:

“Kraliyet hükümeti, yalnızca ortaklaşa bir işin yararı uğruna Çanakkale Savaşı’na girmiştir

İngiltere, bu harekâttan kendisi için doğrudan doğruya bir çıkar sağlamak kaygısında değildir, orada yerleşmek niyeti de yoktur…”

“…İngilizler, asıl olarak Osmanlı kuvvetlerinin Kanal’dan ve Kafkasya’dan çekilip, bütün gücünü Çanakkale’de toplaması ve İngiltere’nin en çok önem verdiği Süveyş Cephesi’nin rahatlaması amacıyla Çanakkale Savaşı’nı başlattı. İngiltere Elçisi de, “Saldırı kuvvetlerini zayıflatmak” için Çanakkale’de savaşı göze aldık demektedir.

Çanakkale’deki bu fedakârlıklar, tarafsız Balkan hükümetlerini müttefikler lehine çekmek için yapılmaktadır.

Çanakkale savaşına yalnız donanmanın katılması, bu savaşın bir oyalama savaşı olduğunun açık delilidir. Kara askeri olmadan, Osmanlı başkentine kadar olan güzergâhın, karadan ve denizden işgal edilmesi olanaksızdı.

Mart 1915’ten Ocak 1916’ya kadar, sömürgelerinden getirdikleri erlerle yaptıkları muharebeler sonunda, İngilizler ve Fransızlar aniden çekilme kararı alıyor ve Çanakkale Savaşı sona eriyor.
Savaş sonunda, Osmanlı’nın seferi gücünün yanında, üniversite öğrencilerinin büyük çoğunluğu şehit oluyordu.

Çanakkale harekâtı başladığı sırada Ruslar, Anadolu’nun kuzeydoğusunda taarruz hareketlerine girişerek 15 Şubat’ta Erzurum’u, Nisan’da da Batum ve Trabzon’u işgal ettikten başka, tahrik ettikleri Ermenilerin yardımıyla Van’a kadar ilerlemeye muvaffak oldular.

Büyük resme bakmadan, Birinci Dünya savaşını, nedenleri ve sonuçları ile doğru olarak anlamak pek mümkün değildir. Bu amaçla aşağıda, Sultan 2. Abdülhamid Han’ın İttihatçı liderlere yaptığı konuşmadan bir bölüm verilmektedir.
Sultan 2. Abdülhamid, İngiliz ve Siyonist işbirliği ile, ittihatçılar kullanılarak, 1909 yılında yaklaşık (31 Ağustos 1876- 27 Nisan 1909) 33 yıllık bir hükümdarlık sonunda tahtından indirilir. Ancak, Deha seviyesindeki akıllı hükümdarı, dönemin en sancılı sürecinde tahtından indirmekle yaptıkları büyük hatayı, Osmanlıyı parçalamak için kullanıldıklarını geçte olsa farkeder ve Sultan’a çözüm için (onu tahtından indiren ittihatçı liderler) akıl almaya giderler.

Sultanın konuşmasından bir bölümü İttihatçı LiderlerdenTalat Paşa’dan dinliyoruz;

-“Benden sonra bambaşka bir siyaset takip edilmiştir. Bosna-Hersek, Avusturya-Rusya meselesi olmaktan çıkarılmış,Osmanlı-Avusturya meselesi yapılmıştır.

-Girit, İngiltere-Rusya meselesi olmaktan çıkarılmış, Osmanlı-Yunan meselesi haline getirilmiştir.

-Asla affedilmez gaflet olarak Bulgar-Yunan kiliseleri arasındaki ihtilafı elinizle hallettiniz ve Balkan Ittifakı’na yol açtınız.…

-Mebusan Meclisi’nin karar hakkını, Türk ve Müslüman’dan gayrıların birleşmesine imkân verecek tehlikeli neticeye sahne kıldınız.

-Bütün bu hatalarla devletin istinat ettiği siyasi denge, mihver-i mecrasından çıkmış oldu…

-Eğer Balkan Harbi olmasaydı. Cihan Harbi çıkar mıydı?”

-“Bu harbi denizlerde hakim olan kazanır. Almanların doğal kaynakları sınırlıdır. Biz geniş hudutları müdafaada müşkülat çekeriz, çünkü bütün silah ve malzemelerimizi hariçten alırız.

-“1293 (1877-1878) Osmanlı-Rus Harbini ilk cephede idare eden Gazi Osman ve Gazi Muhtar Paşa’lardan dinlemişimdir. Eğer harp sahası bu kadar geniş olmasa idi, düşman hiçbir zaman İstanbul önlerine gelemezdi”, demişlerdir.

-Eğer bu harbe girmek zaruret oldu ise, hiç değilse dar cephelerde muharebe etmek ve uzak yerleri de mahalli halkın ekseriyeti teşkil ettiği kuvvetlerle müdafaa etmek tarzını tercih etmek şarttı…

-Fakat görülüyor ki bunu da temin ve tatbik etmek mümkün olmamıştır…

-Bunları, evvelinden derpiş etmiş olduğunuzu kabul etmek lazım. Aksi ise, neticeler öne yığıldığı zaman fikir sormanın ne manası var?”

Talat Paşa, bu nazik haşlama önünde susmuş, verecek cevap bulamamış.

-“Tatbik edilen kararlardan evvel hatırlansaydım, uzun tecrübelerim mahsulü belki söyleyeceklerim olurdu. Fakat şimdi hadiseler iyi kötü neticelerini vermek üzere… Allah mülk ü milletin hayrına olan himmetleri müzdad buyursun… “
“Ve ayağa kalkmış, kısa veda selamını vererek salonu terk etmiş.

İkimiz de ‘tecrübe’ denilen nesnenin fert hayatından çok devlet varlığındaki değerini geç anlamış olmanın kavrayışı içinde kederli, susup düşünmüştük.”

Bu noktada bir not düşmemiz gerekmektedir.

Japonlar ikinci dünya savaşında “ezilme” derecesinde yenilirler. Savaşan ordularını ve savaş araçlarını kaybetmelerine rağmen anlaşma masasına otururken ileri sürdükleri şart, Olmazsa olmazları, “Japon İmparatoru yerinde kalacaktır!”

Ve bu şart ne hikmetse galip devletlerce de kabul edilir.
Japonya halen bir İmparator başkanlığında, “Parlamenter demokrasi altında anayasal monarşi” ile yönetilmektedir. İngiltere, İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda vb gelişmiş diğer ülkelerde olduğu gibi…

Peki, neden?
İttihatçı Talat Paşa yukarıda ne demiştir?

-“İkimiz de ‘tecrübe’ denilen nesnenin fert hayatından çok devlet varlığındaki değerini geç anlamış olmanın kavrayışı içinde kederli, susup düşünmüştük!”

Hadi bir soru daha yöneltelim;  Ülkeyi işgal eden devletler, “Kurtuluş Savaşı’nda bize neden silah ve para verdiler?

ÇANAKKALE BİR ZAFERSE...HERSENE KUTLADIĞIMIZ BU ZAFER ETKİNLİKLERİNDE MÜTTEFİKİMİZ ALMANLAR NEDEN YER ALMAZLAR? ANZAKLAR DAHİ İŞTİRAK EDERLERDE BU ETKİNLİKLERE...ÖYLE YA, ÇANAKKALE'NİN BAŞ KOMUTANI AMİRAL LİMAN VON SANDERS DEĞİL MİYDİ?

Otto Liman Von Sanders 1915’te, Çanakkale Savaşlarında Osmanlı kuvvetlerini yöneten Alman Deniz generali(amiral). Çanakkale'yi savunan Osmanlı 5. Ordu Komutanı Mareşal Liman von Sanders Osmanlı Devleti'ndeki Alman Danışma Kurulu Başkanıydı. .

.. Bakanlık ve Genelkurmay Başkanlığı makamlarından sonra, cephe içerisindeki en yetkli komutandı. Bu yönden bakıldığında Çanakkale Savaşında Başkomutandı.. Miralay (Alay komutanı, albay) Mustafa Kemal ise O'nun emrine bağlı albaylardan sadece biriydi ve 19. ihtiyat (yedek) tümen komutanıydı. Liman paşa, Esad paşa ve Enver paşa ile sıkı bir iletişim halinde Çanakkale'de ki savaşlarımızı yönetmiştir. 
O tarihlerde Osmanlı ordusu ve donanması içerisinde 40.000 e yakın Alman subayının görev aldığı bilinmektedir. Almanlarla bu derece içli dışlı olmamız ve 1. Dünya savaşında yanlış bir kararla Almanlarla müttefik olup, tamamen onların menfaatine uygun olarak savaşmamız, Talat, Enver ve Cemal paşa üçlüsünün gafleti yada ihanetidir. Otto Liman Von Sanders: 17 Şubat 1855 senesinde Pomeranya’da, Stolp şehrinde dünyâya geldi. 1913 senesinde Kasel’deki 22’nci Piyade Alayında Orgeneral iken Balkan Savaşlarında yıpranan Osmanlı ordularını ıslah etmek için Türkiye’ye gönderildi. Rusya, Osmanlı kuvvetlerine bir Alman generalinin gönderilmesini şiddetle protesto etti. Liman, askerî yönetimde yaptığı reformlar yüzünden Enver Paşa ile anlaşamadı. 
1 Mart 1918’de Suriye ve Filistin’deki Dördüncü, Yedinci ve Sekizinci ordulardan meydana gelen Yıldırım Orduları grubunun başına getirilerek, İngilizlerin daha fazla ilerlemesini durdurdu. Ancak İngiliz generali Edmund Allenby, başarı göstererek bu cepheyi çökertti (Eylül 1918). Liman, Birinci Dünyâ Savaşı sona erip Mondros Mütârekesi imzâlanınca Almanya’ya döndü ve 22 Ağustos 1929 senesinde öldü. İngiliz Generali Hamilton, Liman’ın Gelibolu’daki başarısını Hâtırât’nda övmüştür.Türkiyede Beş Sene (Fünf Jahre in Türkei) ve Silahlanmış Millet adlı iki eseri vardır. 

***

PARANTEZ ARASI...

Lehman ailesi Almanya’nın Bavyera eyaletine mensup Alman yahudisi olan geniş bir ailedir. Lehman Brothers Inc. merkezi ABD'nin New York kentinde bulunan bir ABD'li yatırım bankasıdır. Ağırlıklı olarak sabit faizli hisse senetleri ile çalışmaktadır. 2004 yılı itibarıyla dünya çapında yaklaşık 20.000 çalışanı vardır. Alman Yahudi asıllı bir aileden gelen Emmanuel, Mayer ve Henry Lehman kardeşler 1850 yılında yaşamış bulundukları Almanya'nın Bavyera eyaletindeki Rimpar kasabasından yola çıkarak ilk olarak Amerika'nın Montgomery, ardından Alabama'ya geldiler. Orada Lehman Brothers adını verdikleri firmayı kurdular. O dönemlerde Amerika'da iç savaş çıkınca da firmayı New York şehrine taşıyarak çalışmalarını sürdürdüler. Lehman kardeşlerin asıl soyadının Lehmann olduğu bilinmektedir.

Pamuk ticaretinden büyük paralar kazanan Lehman Brothers, Batı Afrikalı köle satın almak isteyen Güneyli plantasyon sahiplerine kredi veriyordu. Şirket, kısa sürede ülkenin en büyük firmalarından biri oldu. Lehman Ailesi’nin yönetimdeki kontrolü, şirketin 1969’da American Express ile birleşmesiyle sona erdi. 1977 yılında firmanın mirasçıları Kuhn, Loeb & Co. şirketi ile birleşince firma adını Lehman Brothers Kuhn Loeb & Co. olarak değiştirdi. 1984 yılında firma American Express tarafından satın alındı. 1988 yılında Shearson ve E.F. Hutton & Co. şirketleriyle birleştirildi. 1993 yılında American Express, bu şirketi tekrar Travelers Group'a sattı. 1994 yılında Travelers Group ile ayrılan Lehman Brothers, kendi başına bir şirket olarak Amerikan borsasına girdi. 2000'li yılların sonunda Lehman Brothers borsada başarılı bir çıkış yaparak piyasalarda yerini sağlamlaştırdı. Mayıs 2007'de Lehman Brothers, Amerika'nın ikinci büyük borsacısı ve en büyük emlak yatırımcısı Tishman Speyer ile anlaşarak 22 milyar dolarlık servet elde etti.

Lehman Brothers’ın kurucuları, Çanakkale Savaşı sırasında Osmanlı birliklerine komuta eden Alman general Otto Liman von Sanders ile akrabaydılar. Liman Sanders’in Lehman ailesiyle akrabalığını Amerikalı araştırmacı Martin Sieff’in kaleme aldığı “The Politically Incorrect Guide to the Middle East" adlı kitapta yer alıyordu. Kitabın 19’uncu sayfasında, "Mustafa Kemal, Amerikan Lehman Brothers şirketine sahip aile ile uzaktan akrabalığı bulunan, Yahudi kökenli, parlak bir Alman generali olan Otto Liman von Sanders’e danışıyordu" ifadesi kullanılıyor. Yazar Martin Sieff, bu iddiayla ilgili referans göstermese de, Lehman Brothers’ı kuran aile ile Prusyalı olan Otto Liman Von Sanders’in soylarının kesişmesi mümkün görünüyor.

Siegmund Kaznelson’un 1959 yılında kaleme aldığı Alman Kültüründe Yahudiler isimli kitabında ailenin geçmişini şöyle tanımlamaktadır; Otto Liman Von Sanders’in babası Yahudi asıllı Prusyalı bir asilzade ve toprak sahibiydi. Aile daha sonra hristiyan olmuş yahudi dönmesi bir ailedir. Soyadını karısından alan Liman Sanders’in ismi de, Lehman’ın telaffuzunu andırmaktadır.

Otto Liman Von Sanders Çanakkale ve Gelibolu cephesinin Birinci Ordu Komutanıydı ve aslında  siyonistti. I. Dünya Savaşı'nda Gelibolu Yarımadasında 3. Kolordu ve Arıburnu Kuzey Grubu Komutanlığına atandı. 7 Nisan 1915’te Mareşal Liman Von Sanders’in komutasında 5. Ordu karargahı Gelibolu’da olmak üzere, emrinde 3. Kolordu (7. Tümen, 9. Tümen, 19. Tümen, Gelibolu Jandarma Taburu, Bursa Jandarma Taburu), 5. Tümen, 11. Tümen ve 15. Kolordu olmak üzere teşkilatlanmıştır.

Tarihçilerimizde günümüzde sabetayizmin artık güç kaybettiğini söylemekte ittifak etmişler. Ben ise tarihten bu yana ve hala daha güçlü olduklarını iddia ediyorum.


İSRAİL ORDUSU ÇANAKKALE'DE KURULDU!

Çanakkale’yi geçmek isteyenlerin amacının İstanbul’u Müslümanlardan geri almak olduğundan şüphe yok. ‘Çanakkale geçilmedi’ ama İstanbul işgal edildi öyle mi?
Bir başka ilginçlik ise İstanbul’un kurtuluşunun hiç kutlanmamış olması.
İngilizler İstanbul’u işgal etmediler mi? Ettiler. Peki, İstanbul’a nasıl ulaştılar ve biz İstanbul’u İngilizlerden nasıl geri aldık? Savaşmadan aldığımıza göre neyin karşılığında?
Bu kısmını burada bırakalım. Siyonistlerin Çanakkale Savaşında Osmanlıya karşı savaştığını, üzerinden bir asır geçmesine rağmen Mavi Marmara hadisesinden sonra, Murat Bardakçı’nın kaleme aldığı yazıdan öğrenmiştim.
Bardakçı’nın “Siyonistlerle ilk çatışmamız Çanakkale'de oldu” başlıklı yazısında, Siyonistlerin Çanakkale Savaşı ile ilişkisini ve de İsrail’in kuruluşu ile bu savaşın nasıl bir ilişkisi olduğuna anlatıyordu.
Sion Katır Birliği Komutanı’nın “Çanakkale Savaşı’nda Siyonistler” adlı eserinin kapağında, Çanakkale Savaşı’nda hatıra fotoğrafı olarak çekilen ve ellerinde bugünkü İsrail’in bayrağı olan askerlere ait bir resim yer alıyor.
“Çanakkale Savaşı’nda Siyonistler” eseri, İrlandalı Yarbay J. H. Patterson’un hatıralarından oluşuyor. Yarbay Patterson, Gelibolu Harekâtında Zion Mule Corps (ZMC) / Sion Katır Birliği Komutanı olarak görev yapmış bir subay.
Patterson, bir Yahudi ve Siyonist değil ancak Müslümanlardan nefret eden, İstanbul’un geri alınması gerektiğine inanan Yahudilere hayran bir kişi.
Hatırat, Gelibolu Harekâtı’nda Zion Mule Corps (ZMC / Sion Katır Birliği) komutanı olarak görev yapan İrlandalı Yarbay J. H. Patterson’un o dönemle ilgili anıları…
Habertürk Gazetesi yazarı tarihçi Murat Bardakçı; “Tarih boyunca -Yahudilerle aramızda- hiçbir mesele çıkmadığından bahsediliyor. 
Oysa Yahudiler, 2 bin sene aradan sonra ilk savaşlarını Çanakkale'de bize karşı yaptılar. Yahudi dünyası ile aramızda tarih boyunca hiçbir silâhlı karşılaşma olmadığını yazıp söyleyenlere hatırlatmak istedim...” dediği yazısına şöyle devam ediyordu:
“Biz Yahudiler ile ilk defa geçen hafta değil, bundan 95 sene önce karşı karşıya gelmiş, hatta savaşmıştık! Hem de nerede? Çanakkale Cephesi’nde...

 Siyon Katır Bölüğü!
Mehmetçik kan ve ateş içerisinde vatanını savunurken, karşısındaki müttefik güçler arasında tuhaf bir birlik de vardı: Siyon Katır Bölüğü!
Bölüklerin kuruculuğunu Joseph Trumpeldor ve Ze’ev Jabotinsky adında iki Rus Yahudi’si yaptı. Filistin’e gitmiş, Cemal Paşa tarafından kovulunca Mısır’a geçmişler ve hızlı birer Siyonist olmuşlardı. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine İngilizler’e, bir Yahudi askerî birliği teşkil edip, birliğin Türkler’e karşı savaşmasını teklif ettiler. Teklifleri önce geri çevrildi, sonra kabul edildi. 1915 Mart’ında kurulan ve Yarbay John Patterson’un kumandasına verilen birlik, 17 Nisan’da gemilerle Çanakkale’ye gönderildi.
İngilizler, Siyon Katır Bölüğü’nü 1916 Mayıs’ının sonunda Çanakkale’den Filistin’e gönderip General Allenby’nin emrine verdiler. Birliğin adı “Yahudi Lejyonu” oldu, dünyanın dört bir tarafından Yahudi gönüllüler topladı ve Allenby’nin yine bize karşı başlattığı harekâta katıldılar.
Çanakkale’deki Yahudi Katır Bölüğü, talihin garip bir cilvesiydi. Yahudiler, Roma ordularının Milâttan Sonra 70’te Kudüs’ü yerle bir etmeleri üzerine, bir orduya sahip olamamışlardı. Çanakkale’ye gönderilen birlik, askerlerinin sayısının az olmasına rağmen, aradan geçen yaklaşık 2 bin sene boyunca kurulan ilk Yahudi ordusu idi ve Yahudiler, 2 bin sene aradan sonra ilk savaşlarını bize karşı yapıyorlardı.”
Bardakçı’nın yazısında yer alan bilgilerin tümü gerçek ve daha fazlası; dünya ordularını yakından tanıyan, Güney Afrika’daki Boer Savaşı’ndan Çanakkale Savaşı’na kadar çok sayıda savaşa katılmış olan, savaşı bir zevk ve romantizm olarak görebilecek kadar gözü dönmüş bir yarbay olan Patterson’ın kitabında yer alıyor.
İstanbul’un düşürülmesini ‘tarihin akışını yeniden değiştirecek destansı bir olay’ olarak düşleyen ve işgalin bu yüzden yapıldığını belirten yazar, 1947’de ölür. Kendisinden altı hafta sonra ölen karısı ile birlikte yakılır ve külleri Filistin topraklarına serpilir.
* * *
Çanakkale Savaşı’na katılan “Siyonistler” ise, bugünkü İsrail Ordusu’nun temelini oluştururlar. Cephede Osmanlı’ya karşı savaşan “Siyon Katır Bölüğü” askerlerinin arasında ilginç isimlere rastlıyoruz. Bunlardan biri, İsrail’in ilk başbakanı olacak olan David Ben Gurion, 1967’deki 6 Gün Savaşı sırasında İsrail Başbakanı olan Levy Eskhol, yine İsrail Cumhurbaşkanlarından Yitzhak Ben Zvi de vardır.
Korkaklıklarıyla da ünlü Siyonist Yahudilerin, Çanakkale’de korkuyu yendiklerini düşünmemek imkânsızlaşıyor.
Korkuyu yenen ve Filistin’i ele geçirme özgüvenine erişen Siyonistlerin, Çanakkale Savaşı’nda örgütlenmesini sağlayan Ze’ev Jabotinsky bu gerçeği; “Savaşmak açısından Gelibolu’ya gidiş, Siyonizm’e yepyeni ufuklar açmıştır” şeklinde itiraf ettiğini görmekteyiz.
Yine Ze’ev Jabotinsky’in bir başka itirafı da, Mete Tuncoku’nun Türk Tarih Kurumu’ndan çıkan “Çanakkale 1915 Buzdağının Altı” kitabında şu şekilde yer alır: “Eğer biz 2 Kasım 1917’de Balfour Bildirisi ile Filistin’de yurt edinme sözü aldıksa, buna ulaşan yol Gelibolu’dan geçmiştir.”
Son iki yüzyılın siyaset tarihi gözden geçirildiğinde görülecektir ki, Mısır’dan Trabzon’a uzanan hinterlantta ‘Büyük Siyonist İmparatorluğu’ kurmanın adımlarının ilmek ilmek dokunduğunu görürüz. Bugün, Uzungöl’de dağları santim santim dolaşanların bu amacın oyuncuları olduğunu, küresel ve yerel ölçekte tohumları ele geçirerek, yaşamımızı da ele geçirme gayretlerinin buna matuf bir girişim olduğunu göz ardı etmemek gerek.
Bugün dünyanın en büyük servetine sahip aile imparatorluğunu kuran büyükbaba ‘Mayer Amschel Rothschild’in, Osmanlı’nın dağılmasıyla, Filistin topraklarının en verimli yerlerinin Siyonist Yahudilerin eline geçmesini sağlamak için 2 milyon Sterlinlik bir fon tahsis ettiğini, bugün olduğu üzere kontrolü altındaki İngiliz Hükümeti’ne baskı uygulayarak, Balfour Deklerasyonu'nu yayınlattığını, bununla da yetinmeyip Hitleri finanse ederek, zehirli gaz sağlandığını ve bu sayede Filistin topraklarına gitmek istemeyen fakir ve gariban Yahudilerin katledilmesinin teşvik edildiğini de hatırdan çıkarmamak gerekiyor.

Osmanlı’nın hiçbir savaşını övmeyen resmi tarih kitaplarımızın, Mustafa Kemal’in de katıldığı -destansı- Çanakkale Savaşı’nı övmesi anlaşılabilir bir şey. Fakat Afrikalı Müslümanlardan Avustralyalı Anzaklar’a kadar bu savaşa katılan herkesi tek tek zikreden, hatta aralıksız bir şekilde ‘Arapları arkamızdan vurdular’ tezini işleyen resmi tarih kitaplarının Siyonistlerden tek kelimeyle bile olsa bahsetmemesi basit bir hata olmaz. Bu resmi tarih söyleminde rejim kadar bazı çevrelerinde ne kadar etkin olduğunun en açık göstergesi…

Bu durum hem yüzyıllar boyu besleyip sonra da gözünü oydurmak, hem de bir toplumun bilinçaltını yönetmenin en iyi örneği bu olmalı.
Bunlar ve daha fazlası, yakın tarih hatıraları ve araştırma eserlerinde okunmayı bekliyor. Bilmenin yolunun okumaktan geçtiği malum. Lakin bilmek yetmiyor, önlem almak da gerek... Her bireyin kendi başına alabilecek önlemleri var. Mesela, bunlara ait ürünleri tüketmemek bile önemli önlemlerden biri.

***

Modern İsrail Ordusu'nun temeli kabul edilen birliğin komutanının gözüyle bir döneme şahitlik eden hatıra, Çanakkale Savaşı'nın farklı bir yönünü ortaya çıkarıyor. Özellikle Seddülbahir cephesiyle ilgili savaşın dehşetine dair çok çarpıcı tespitler yapan Patterson'un, komuta ettiği askerlerden "Siyonistler" olarak bahsetmesi, Çanakkale Savaşı'na katılan birliğinin asıl davasının ne olduğunu açıkça belirtiyor.

ZMC, Mart 1915 sonunda Gelibolu Cephesi'ne gitmek üzere İskenderiye'den ayrılırken yapılan törende, Başhaham La Pergola Komutan Yarbay Patterson'u Yahudilerin çıkış efsanesini yeniden yaşatacak, İsrailoğulları'nı Mısır'dan Filistin'e ulaştıracak II. Musa olarak ilan etmişti!

Patterson, Gelibolu'dan sonra Filistin'de de İngiliz ordusundaki Yahudi birliklerini yönetmişti. Bu birliklerin içerisinde ileride İsrail'in ilk başbakanı olacak olan David Ben Gurion, 1967'de Araplarla yapılan 6 Gün Savaşı sırasında İsrail Başbakanı olan Levy Eskhol, yine İsrail Cumhurbaşkanlarından Yitzhak Ben Zvi de görev almıştır. Yine bu birliklerdeki birçok Yahudi asker, İngiliz mandası döneminde Araplara ve İngiliz yönetimine karşı çarpışan Haganah adlı paramiliter örgütün çekirdeğini oluşturmuştur.

Dönemin Siyonist liderlerinin çoğu ile tanışıklığı olan Patterson'un, en yakın dostlarından birisi de şimdiki İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu'nun babası Cornell Üniversitesi Tarih Profesörlerinden Ben Zion Netanyahu idi...

***

Herzl ve arkadaşları, Filistin'de bir Yahudi Devleti kurmak için kolları sıvadıklarında, karşılarında çözülmesi gereken en önemli problem, Filistin'in Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bulunuyor olmasıydı. Kutsal Topraklar, Osmanlı'dan "kurtarılmadıkça" bir Yahudi Devleti kurulamazdı. Bunun için Herzl, bilindiği gibi Osmanlı Sultanı Abdülhamid'le defalarca görüştü ve Kutsal Topraklar'ın Yahudilere bırakılmasını istedi. Bunun karşılığında, başta Rothschild olmak üzere kendisini destekleyen Avrupalı Yahudi finansörlerin yardımıyla, Osmanlı'nın ekonomik açmazını düzeltmeyi vaad etti. Herzl'in anılarında da belirttiğine göre, Abdülhamid tüm bunları reddetti ve Herzl'i son derece sert bir cevapla tersledi. Abdülhamid'in verdiği bu tutarlı cevap, bir anda verilmiş bir karara dayanmıyordu. Osmanlı Sultanı, uzun bir süredir Siyonist hareketi izliyordu ve hareketin Devlet-i Ali için taşıdığı tehlikenin farkındaydı.

Basel'de toplanan 1. Dünya Siyonist Kongresine ise gözlemci olarak Ahmet Tevfik Paşa yollanmıştı. Ahmet Tevfik Paşa Bab-ı Ali'ye yolladığı raporunda Yahudilerin Filistin'de büyük bir devlet kurmayı tasarladıklarını yazmıştı. Filistin'e yerleşen Siyonistlerin yayılma ve genişleme siyaseti güdeceğine, Hariciye Nezaretinin dikkatini çeken Ahmet Tevfik Paşa Kongre'deki Yahudi konuşmacıların sözlerinde temkinli olduklarını, Yahudi milletinin hayati meselelerinden bahsederek ana amaçlarını gizlediklerini kaydediyordu. 

Ama Abdülhamid'in izlediği bu temkinli politikaya rağmen, Herzl'in başını çektiği Siyonist hareket kendisine İstanbul'da ilginç destekler buldu. Osmanlı başkenti "crypto jewish" dönme yahudilerle doluydu. Cavit Bey, Nuri Bey gibi saray görevlileri Herzl için lobi yaptılar. Herzl'e destek olan Abdülhamid'in sekreteri İzzet Bey ise masondu hemde sabetayistti. İzzet Bey aynı zamanda Herzl'den rüşvet de almıştı. İşte Sultan Abdülhamitide Selanikten gelen hareket ordusu tahttan indirmişti. Bu ordunun başını çekenler kuşkusuz mason ve sabetayisttiler. Bundan sonraki süreçte Siyonistlerle İttihat Terakki üyeleri masaya oturdular. İttihat Terakkinin siyonistlerle olan bundan sonraki ilişkisini inceleyelim.
Çanakkale olmasaydı, bolşevik ihtilali olmazdı. Bolşevik ihtilal olmasaydı, çarlık Rusyası devam etseydi, Sovyetlerin Komünizmi terk etmesiyle elde dilen Türki Cumhuriyetlerin bağımsızlığı olmazdı. Dolayısyla Çanakkale Zaferi 70 yıl sonra bile Türkler için müspet neticeler vermeye devam ediyor.
Çanakkale cephesindeki direniş, İngilizlerin boğazlardan Rusya'ya yardım götürmesinin önünü kesti. Böylece lojistik ve silah desteği kesilen kısa bir süre sonra savaştan çekilmek zorunda kaldı. Devrimin oluşabilmesi için en önemli nedenlerden birisi de Rusyanın savaşta yenilerek çarın devrilmesiydi. Çanakkaledeki direniş Rusların ingilizler ile bağını koparınca rusya savaştan çekildi.

Bolşevikler, Osmanlıya karşı savaşan rus çarına karşı müslümanlar ile ittifak oldular. Bu ittifakın en önemlilerinden biriside İttihatçıların kurduğu Yeşil Ordu Cemiyetidir. Bu cemiyet Rus çarının devrilip Komünist devrimin oluşabilmesi için destek verdiler. Böylece çar devrilecek Rusya’da Osmanlı topraklarından geri çekilecekti.

***

Osmanlı hükümeti, Yahudiler'in Filistin'de oradan oraya göçmesine, seyahat etmesine, Arap çapulculara karşı kendilerini savunacak güvenlik birimleri oluşturmalarına izin vermiyordu. Bunun üzerine, bazıları, gizliden gizliye silah edinmeye ve İngilizler lehine casusluk yapmaya başladı. Aaron Aaronson adlı bir Yahudi'nin yönetiminde kurulan NILI adlı istihbarat örgütü hiç durmadan İngilizler'e bilgi kaçırıyordu. Fakat, Osmanlı yöneticilerinin bu duruma karşı takındığı tavır da sert oldu; bir çok Yahudi yakalandı, veya Mısır'a göçe zorlandı.

Çünkü, artık Osmanlı, bütün Yahudiler'e casus muamelesi yapmaya başlamıştı. Telaviv Yahudiler'den arındırıldı. İngilizler de bu Yahudiler için Mısır'da çadır kamplar oluşturdular. Özellikle ABD bandıralı USS. Tennessee gibi içinde orkestra bulunan gemiler, bu Yahudileri İskenderiye'ye taşıyordu. 1914 yılının Aralık ayında, İskenderiye'de dörtte üçü Rus Yahudisi olan yaklaşık 11.000 göçmen toplanmıştı. Bunlardan Mısır Yahudi Topluluğu ve İngiliz askeri yetkilileri tarafından korunup kollanan 1200 tanesi, Mısır İçişleri Bakanlığı Mülteciler Masası Şefi Mr. Hornblower tarafından Gabbari ve Mafruza kamplarına yerleştirilmişti. Bu mülteciler, kendilerine verilen bir kimlik kartı sayesinde, günde üç öğün yemek yiyebiliyorlar ve kamp içinde çalışabiliyorlardı. 3 Mart 1915 akşamı, 8 kişilik bir Yahudi komitesi, Gabbari kampında, bir akaryakıt firmasının temsilcisi olan Mordehay Margolin'in odasında toplandı. Bu Yahudi mültecilerin durumu görülmeye başlandı.

***
 Zion Katır Birliklerininde komutanı İngiliz general Alexander Godley siyonist askerlere şu sözleri tekrarlıyordu; Tanrının seçilmiş evlatları vaad edilen topraklarımıza dönüşümüz yakındır." 

Jabotinsky ve Joseph Trumpeldor , o sıralarda Siyonist liderler yahudileri Filistinde bir devlet kurmak için örgütlüyorlardı. Revizyonist siyonist Zeev Jabotinsky İsrail devletinin kurulmasını Osmanlı devleti’nin parçalanmasına bağlamaktadır. Bu yüzden Yahudi birliklerini İngiliz birliklerine kaydırmak istedi. Bu birlik, 2000 yıldan bu yana, Yahudi tarihinin "bir savaşa katılan ilk askeri birliği" olma şöhretini kazanacaktı. Zeev Vladimir Jabotinsky, İsrail Devleti'nin kurulmasında önemli bir rol oynayan militan Siyonist Revizyonist hareketin kurucusudur. 1903'te hem yazılarıyla, hem de çok etkileyici konuşmalarıyla Filistin'de bir Yahudi ulusal devletinin kurulması yolunda Siyonist görüşler savunmaya başladı. Bu düşüncesi onu, Siyonist hareketin amaçları için, savaşta artık İtilaf Güçleri (İngiltere-Fransa- Rusya) yanında yer alması gerektiğine inanıyordu.

Jabotinsky, 1917 yılında yayınladığı (Turkey and the War ) Türkiye ve Savaş adlı kitabında, I. Dünya Savaşı'nın çıkış nedeninin, İtilaf devletlerinin iddia ettiği gibi Alman militarizmi değil, Şark Meselesi olduğunu ileri sürecekti. Savaşın Osmanlı Asyası'nı paylaşmaktaki ahenk yoksulluğundan çıktığını söyleyen Jabotinsky'ye göre Almanya, tüm Osmanlı'yı himayeye almak bahanesiyle Şark'ın zenginliklerine sahip çıkmak istiyordu. Jabotinsky'ye göre, Osmanlı artık bölünmeli ve milli devletlerin kurulmasına izin verilmeliydi. Bu düşünceler ve Siyonizm davası, onda Osmanlı'ya karşı savaşma fikrini doğurmuştu. Jabotinsky de bu savaşı yüksek sesle öneren ilk kişiydi.

***
 Vladimir Jabotinsky der ki;
 "Filistin Yahudilere ait olmalıdır. Etnik bakımdan temiz bir Yahudi devletinin yaratılması amacıyla gerekli yöntemlerin uygulanması,  herzaman zorunlu ve gùncel olacaktır. Araplar , şimdi bile, onlan ne yapacağımızı ve onlardan ne istedigimizi biliyorlar. Durmadan oldu bittiler yaratmak ve Araplara bizim topraklanmızdan çekilerek çöle dönmeleri gerektigini söylemeliyiz." 

Jabotinsky'nin İskenderiye'ye gittiğinde tanıştığı adam, Rus yahudisi ve siyonist Joseph Trumpeldor adında biriydi. Kendisine orduda tekrar görev verilmesine rağmen Trumpeldor Rusya'da rahat değildi; Filistin'e yerleşerek toprakla uğraşmayı istiyordu. 1914'te Filistin'e geldi ve burada, kendisi gibi göçmüş Rus Yahudiler arasında siyasi faaliyetlere girişti. Jabotinsky ile Trumpeldor, ilk kez Aralık 1914'te, Mısır'da Cabbari mülteci kampında karşılaştıklarında aynı idealleri paylaşıyorlardı. 

Trumpeldor, mültecilerden bir lejyon oluşturup bu birliği Türkler'e karşı İngiliz Güçleri'nin hizmetine sunmayı ve bunun karşılığında da İsrail'i kurmakta İngilizler'den yardım almayı savunuyordu. O da, yapılan savaşa katılmazlarsa, Filistin'i Türkler'den koparmak ve İsrail yaratmak için bir fırsat daha olamayacağına inanıyordu. Trumpeldor ve Jabotinsky, İskenderiye'deki bu mülteci kalabalığından yararlandı. 1000 kişilik bir liste hazırlayıp bir dilekçeyle Mısır'daki İngiliz güçlerinin komutanı General Sir John Maxwell'e başvurdular.

Generel Maxwell, bu gönüllülerden diğer Türk cephelerinde kullanılacak bir katır ulaştırma birliği kurulması söylüyordu. Bu birliğin adı da Yahudi Mülteci Katır Birliğiydi. Jabotinsky ve komite üyeleri bu teklifi derhal reddettiler. Trumpeldor, bu birliğin Sion yolunu açacağı’na kalpten inanıyor ve sadece Yahudiler'den kurulu böyle bir birliğin, İsrail'i özgürlüğüne kavuşturacak gücün başlangıcı olacağını iddia ediyordu.

Tam bu noktada, sahneye Yarbay John Henry Patterson adlı bir İngiliz subayı girdi. Paterson İrlandalı Protestan bir babadan doğmuş siyonist fikirlere sahip askerdi. Kraliyet istihkamcılarından olan bu demiryolu mühendisiydi. General Maxwell Patterson'u Kahire'ye çağırdı. Onun Eski Ahit ve diğer dini kitapları okumuş, tarihi Yahudi kahramanları hakkında bilgi sahibi bir adam olduğunu biliyordu. Patterson Yahudiler'e de çok sempati duyuyordu. Bu nedenle kısa zamanda Jabotinsky ve Siyonizm destekçisi olmuştu.

19 Mart günü, Mafruza kampında göçmenlere hitaben yapılan bir toplantıda, Patterson; savaşta ileri hatlara cephane ve malzeme taşıyan bir kişinin, ileri hatta düşmana kurşun sıkan kişi kadar cesur olması gerektiğini vurgularken, onlara eşlik eden Gen. Alexander Godley de, Bugün İngiliz halkı, Yahudilerle bir akit (anlaşma) imzalamıştır dedi.Böylece, Yahudi Katır Bölüğü, Mısır'da, 23 Mart 1915'te, Yarbay Patterson yönetiminde göreve başladı. Trumpeldor, birlikteki 2. komutandı.

İkisi, Kahire'den Yahudi mültecilerin yaşadığı İskenderiye'ye gittiler ve Rue Sesostris 14 numarada bir karargah kurdular. 31 Mart'ta, Yahudi toplumunun önde gelenleri, özellikle de Hahambaşı Prof. Raphael de la Pergola'nın yardımlarıyla Gabbari'de gönüllü kaydettiler. İlk 500 kişiye yemin ettiren Hahambaşı Pergola, yaptığı konuşmada Patterson'u, İsrail'in Mısır'dan Vadedilmiş Ülke'ye ulaşmasını sağlayacak ikinci bir Musa olarak nitelendiriyordu.

 Başlangıçta bu birliğe karşı olan Jabotinsky ise, Roma, Paris ve Londra'ya giderek İtilaf Güçleri'nin içinde tam teşkilatlanmış bir Yahudi lejyonu kurulmasına destek vermeleri için birtakım devlet adamlarıyla görüşmeler yapmaya başladı. Ama, görünürde böyle bir iş için umut yoktu. Tam bu sırada, İskenderiye'deki Rus konsolosu Petrov, Mısır ve İngiliz yetkililerini uyararak, Rus Yahudileri'nin Rusya'ya geri gönderilmelerini ve Rus ordusunda kullanılmasını istedi.

Hahambaşı Pergola, Jabotinsky ve Yahudi banker Edgar Suarez'in de yardımıyla, ilişkilerini kullanarak bu konunun rafa kaldırılmasını sağladı.Bu yeni birlik, Mısır Seferi Gücü'nün bir birliği olarak tasarlandı. Birlik, 737 adam, 5 İngiliz ve 8 Yahudi subaydan oluşacaktı. 20 at ve 750 yük katırı, eyer ve yük sandıkları, her biri 4 galon su alan bidonlar İskenderiye'de temin edildi.Yahudi subaylar, İngilizler'den yüzde 40 daha az ücret alacaktı. Birlik, her biri iki subaylı 4 takıma, her takım, bir çavuş yönetiminde 4 bölüğe, her bölük de başlarında birer onbaşı olan alt birimlere ayrıldı. Emirler İngilizce ve İbranice verilecekti. Hahambaşı da onursal din görevlisi olarak nitelendi. Subayların ve askerlerin birçoğu yüksek okul okumuş ya da öğretmenlik, avukatlık yapmış profesyonel insanlardı. Sıhhiye ekibinin başına getirilen Dr. Meshulam Levontin de bunlardan biriydi.

Yahudi Katır Bölüğü, 562 adamla 17 Nisan 1915 günü Anglo-Egyptian ve Hymettus gemileriyle Gelibolu'ya doğru yola çıkmış ve 25 Nisan 1915 günü de yarımadaya ayak basmıştı. Hepsinin yakasında da sarı renkli Davut yıldızı motifli birlik arması işliydi. Birlik ikiye bölünmüştü; yarısı ünlü 29. Tümen'le birlikte Seddülbahir'e, diğer yarısı da Anzak Kolordusu'yla birlikte Arıburnu'na çıkarılmıştı.
Ancak, bu ikinci grup, görünürde nedensiz, Mısır'a geri gönderildi. Hamilton'un bir mektubunda belirttiğine göre, bu tasarrufun nedeni, Anzac askerlerinin, Katır Birliği mensuplarını Türk zannederek" vurmalarıydı. Diğer grup ise, savaş boyunca Seddülbahir'deki tek ulaştırma birliği oldu ve yoğun ateş ve inanılmaz güç şartlar altında, ön cephelere su, cephane, yiyecek ve diğer ihtiyaçların ulaştırılması görevi yaptı.

 Savaşta aynı ölçüde şöhret kazanan İngiliz ve Hint güçlerinin yanı sıra Yahudi Mülteci Katır Bölüğü (Zion Katır Bölüğü olarak bilinir), Suriye ve Filistin'deki mülteci Yahudiler'den kısa sürede teşkil edilmişti. Ağırlıklı olarak Rusya kökenli bu insanlar Mısır'a güvende olmak için gelmişlerdi. Albay Patterson, bunlar arasından 750 katırla 500 adam seçmekle görevlendirildi. Emirler kısmen İbrani, kısmen de İngiliz dilinde veriliyordu. Bu adamlar, 1915'te Süveyş Kanalı'ndaki savaşta Türkler'den ele geçirilen tüfeklerle silahlandırılmışlardı. Bu birlik, büyük bir olasılıkla, İsa'dan sonra 70'de Kudüs'ün düşüşü sırasında, Titus'un idaresindeki Roma ordusuna karşı savaşan Yahudi güçlerinden sonra savaşmış ilk Yahudi birliğiydi.

Birlikte, kimi zaman sonu herkesin önünde kamçıyla cezalandırmaya varan ciddi disiplinsizlik olayları görülüyordu. Ayrıca, Yahudi idealistlerle birlikte Mısır'daki mülteci kampının zor şartlarından kurtulmak için birliğe yazılmış olanlar arasında çatışmalar oluyordu.

Gelibolu savaşı sona erdiğinde, birlik 8 üyesi kaybetmiş, 25'i de yaralanmıştı. Katır kaybı ise 47 idi. 1915'in Haziran ayında Patterson, adam toplama, bir üs kurma ve iki birlik daha oluşturması için İskenderiye'ye gönderildi ama Gelibolu'daki birlik için Kahire'den sadece 150 kişilik bir takviye alabildi. Zion Katır Bölüğü'nün görevine, bir destek birliği olarak 26 Mayıs 1916'da son verildi.

Jabotinsky, özetle "Savaşmak amacıyla Gelibolu'ya gidiş, Siyonizm'e yepyeni ufuklar açmıştır. Eğer biz 2 Kasım 1917'de Balfour Deklerasyonu ile Filistin'de yurt edinme konusunda söz aldıysak, buna ulaşan yol Gelibolu'dan geçmiştir." demiştir.


ESAD & VEHİB PAŞA


Bu arada Çanakkale Boğazı'nın kilidi sayılan Conkbayırı'nı düşman kuvvetleriyle çarpışan Korgeneral Mehmet Esat Bülkat Paşa, Çanakkale'deki hizmetlerine ödül olarak 15 Eylül 1915'de Tümgeneralliğe yükseltilmişti. Goltz Paşanın Bağdat Komutanlığı'na gitmesi üzerine 3 Kasım 1915’de 1. Ordu Komutanlığına atandı. Arıburnu ve Anafartalardaki Kuzey Grubu Komutanlığı’na 3.Kolordu Komutanı Esat Paşa görevlendirildi. Esat Paşa, İtilaf Kuvvetlerinin Çanakkale Boğazını geçerek İstanbul'a gelmesini önleyen üç önemli kumandandan biri olarak tarif edilmektedir. Prof. Dr. Yalçın Küçük’e göre Selanik Yanya doğumlu Esat ve Vehib Paşalar sabetayist asıllıdırlar. Selanikli akraba bağları ve cumhuriyetin ilk yıllarındaki konumları bu iki paşanın sabetayist olabileceği tezini güçlendirmektedir. Nitekim Esat Bülkat Paşa aile çevresinden Celal Bülkat tarafından Necdet Kent ile akrabadır.

Necdet Kent Temmuz 2007 itibariyle Coca Cola'nın CEO'su görevine atanan Muhtar Kent'in babasıdır. Necdet Kent, Kent savaştan sonra Türkiye'nin New York Başkonsolosu olarak görev yaptı ve bunu takiben Yeni Delhi, Stokholm ve Varşova'da büyükelçilik görevlerinde bulundu. 1941 - 1944 arasında Türkiye'nin Marsilya Başkonsolosu idi. II. Dünya Savaşı sırasında birçok Yahudi'ye Türk pasaportu vererek hayatlarını kurtardı. Nazi işgali altındaki Fransa'da geçirdiği bu yıllardaki kahramanlıklar Alman toplama kamplarına giden treni durdurmakla sınırlı değildi. Aynı zamanda güney Fransa'da yaşayan veya oraya kaçan, geçerli Türk pasaportu olmayan birçok Yahudi'ye Türk kimliği sağladı. Artık emekli bir diplomat olan Kent'e, 15 Mayıs 2001 tarihinde, İsrail'den gelen ve üzerinde "Bir can kurtarmak dünyayı kurtarmak gibidir" yazan özel bir madalya ile beraber Türkiye'nin en yüksek şeref madalyalarından birisi olan Üstün Hizmet Madalyası verildi. Ayrıca, yazar Ayşe Kulin'in yazdığı ve II. Dünya Savaşı sırasında Yahudiler'in çektiği Nazi zulmünü anlatan "Nefes Nefese" adlı romanda geçen "T.C. Marsilya Başkonsolosu Nazım Kender" karakteri de Necdet Kent'i temsil eder.

Çanakkale’nin diğer komutanı ise Mehmet Vehib (Kaçı) Paşa, Esat Paşa’nın küçük kardeşidir. Esat ve Vehib Paşa, bir dönem milletvekilliği yapmış Kazım Taşkent’in amcalarıdır. Taşkent Almanya'da yüksek kimya öğrenimini yapmış 1926'da Alpullu Şeker Fabrikası'nın kuruluşunda önemli görevler üstlendi. 1944'de ise Doğan Sigorta Şirketi'ni ve Yapı Kredi Bankasını kurmuştur.

1912 Balkan savaşlarında Vehib ve Esat Paşa kardeşler doğdukları Yanya şehrine komutan atandılar. Balkan savaşında Yanya şehrini Kolordu komutanı olan Esat Paşa ve Müstehkem Mevki komutanı Kaymakam Vehib bey savundu. Bu iki kardeş 482 yıldır Osmanlı hakimiyetinde olan bu şehri Yunanlılara teslim ettiler. Esir düştülersede barış görüşmelerinden 9 ay sonra serbest bırakıldılar.

Vehib ve Esat kardeşler Çanakkalede savaşındada aynı cepheye düştüler. Savaş sırasında Vehib Paşa tuğgeneralliğe getirilerek Kafkasya’daki 3.Ordu Komutanlığına getirildi. Yaptığı taarruzlar bir neticeye varmadığı gibi Ruslar’ın Doğu Anadoluyu işgaline neden oldu. Savaşın sonuna doğru Vehib Paşa Şark Orduları komutanlığına getirildi daha sonra 1. Ordu Komutanlığına atandı. Mondros savaşından sonra Batumda petrol yolsuzluğuna karışmaktan dolayı Divanı Harp’te yargılanarak 4 ay hapis cezası aldı fakat hapis yatmadı bir gecede apar topar kaçırıldı.

Vehib Paşa milli mücadeleyede karşıydı. Fakat ne hikmetse milli mücadeleden sonra akrabaları yakınları cumhuriyette söz sahibi oldular ve sermayelerini büyüttüler.

Çanakkale’deki ünlü söz, (ölmek var dönmek yok) Esat Paşa tarafından söylenmiştir.


SABETAYİZM VE İNGİLİZ PROTESTANLIĞI


İngilizlerin dini Püritenizmdir. Yani diğer bir tabirle "İngiliz Yahudiliği"dir. 

İngiltere Protestanlığın kök saldığı ülkelerden birisidir. Doğrudan Tevrata bağlı olarak Protestan hristiyanlığın bilakis ingiliz protestanlığı (Püritenizm) inancında İsrailoğullarını sevmek, korumak, Tanrının İsrailoğullarına verdiği seçilmişliği kabul etmek ilahi bir emir ve inanıştır. Bu nedenledir ki 1948’de İsrail devletinid e İngiltere kurmuştur. Ve bugünde İsrail devletinin en ateşli destekçisi en ateşli savunuculuğunu en güçlü dünya ülkelerinden İngiltere ve Amerika yapmaktadır. 

Bu iki protestan ülke İsrail’in amili bekçisi durumundadır. İngiltere’nin ve Amerika’nın bu tutumu Tevratta Yeşaya bölümünde yazan kehanetede birebir uymaktadır; 

"Yabancılar senin surlarını onaracak, Kralları sana hizmet edecek, Çünkü sana kulluk etmeyen ulus yada krallık yok olacak. Uluslar ve krallar bir anne gibi seni emzirecekler. (Tevrat-Yeşaya Bap. 60 / 10.12.16)


1844'de İngiltere'de, John Thomas tarafından Christadelphians (Kristadelfiyan, Mesihte Kardeşler) adıyla yeni bir Protestan mezhebi kuruldu. Mezhep, açıkça Yahudilerin Kutsal Topraklar'a dönmesi gerektiğini savunuyordu. Daha sonra Yahudilere destek de sağladı, Siyonizmin öncülerinden Hibbat Zion hareketine yardımda bulundu.

19. yüzyılda doğan bazı Protestan mezhepleri, Yahudilerin Kutsal Kitap'taki kehanete uygun olarak Kutsal Topraklar'a dönmeleri gerektiği düşüncesini, teolojilerinin temeli haline getirdiler. 1830'da İngiltere'de John N. Darby tarafından kurulan 'Plymouth Brethren' (Plymouth Kardeşliği) mezhebi, tüm Kutsal Kitap kehanetlerinin, Yahudilerin Kutsal Topraklar'a dönmesi üzerine kurulduğu doktrinini kabul etti. Buna göre, İsa Mesih'in ikinci gelişinin ardından, İsa ve ona bağlanan Yahudiler, Kudüs'ten tüm milletleri yöneteceklerdi. Çoğu Köktenci Protestan kilisesi, bu düşünceyi kabul etti ve bugüne dek korudu.

İşte Protestanları, Siyonist yapan düşünce budur. Protestanlık'taki bu Siyonist etki birçok grubu kapsamıştır. Hıristiyan Siyonizmi, çok sayıda Protestan devlet adamını da etkilemiştir. Protestanlar, Eski Ahit (Tevrat)’a bağlanırken, Mesih inancını ve Yahudilerin dünyayı yönetme hakkına sahip olduklarını da kabul etmişlerdi, Hıristiyan Siyonistler, yani Yahudilerin Kutsal Topraklar'a dönüş projesine gönülden destek veren Protestanlar, tarihte başka hiçbir örneği olmayan bir şey yapıyorlardı. Bir dinin bağlıları, büyük bir arzu ve heyecanla bir başka dinin bağlılarının isteklerini yerine getiriyordu. İşte Püriten (Protestan) gelenekten gelen bu Yahudi sempatizanı etki, 20. yüzyıla gelinirken Hıristiyan Siyonizmi'ni doğurdu.

Sabetay Sevi olayı bile, Yahudilerin Siyon'a dönmesi gerektiğini savunan İngiliz Protestanlarını bu düşüncelerinden alıkoymadı. Çünkü onlar yoğun bir Eski Ahit (Tevrat) eğitiminden geçmişlerdi ve Filistin'i Yahudilere ait bir toprak olarak görme isteklerinden vazgeçmiyorlardı. Böylece 18. yüzyılda bir tür Yahudi olmayan Siyonizm (non-Jewish Zionism) İngilizler arasında yerleşik hale geldi. Bu bakış açısı, bugün Ortadoğu'da yaşanan trajedide de büyük rol oynamaktadır.

Sabetay Sevi’de yahudileri sürgünden geri toplayacak, Süleyman Tapınağını yeniden inşa edecek ve İsrail’in krallığını ilan edecektir. Sabetay Sevinin 18 emrinden birisinde de şöyle söylemektedir; Kesin imanla, Sabatay Sevi'nin hakiki Mesih olduğuna ve dünyanın dört bir yanına dağılmış İsrail'in sürgünlerini toplayacağına inanırım.  
İşte Sabetayizm ile İngiliz Protestanlığının ortak noktası, Yahudilere Filistinde bir devlet kurmaktır. Sabetayizmin ve Protestanlığın ortak noktası Yahudileri sürgünden Filistinde toplamak, Süleyman Tapınağını yeniden inşa etmek ve Yahudilerin başında olduğu bir İsrail Krallığı kurmaktır. 

Burada Protestanlık, Sabetayizm, Siyonizm ve Masonluğun buluştukları ortak nokta bir kere hepsinin kaynağı (Tevrat)’tır. İkincisi hepside Süleyman Tapınağının yeniden inşa edilmesini istemektedirler, üçüncüsü hepside Kudüste mesih krallığı yani İsrail Krallığının kurulmasını istemektedirler. Yani özetleyecek olursak Birinci Dünya Savaşında savaşan İngiltere’nin, Dünya masonluğunun merkezi Fransa’nın, Osmanlı Devletinin müttefiki Protestan Almanya’nın ve Osmanlının İttihat Terakkiye bağlı mason ve sabetayist komutanların hepsi aynı zihniyete aynı düşüncelere ve aynı amaca sahiptirler.

Çanakkale ve Gelibolu cephesindeki mason ve sabetayist komutanların, İttihat Terakkiyi kuran mason ve sabetaycıların amaçları doğrultusunda Filistinde bir Yahudi devleti kurulmasını istemiyorlar mıydı ? Sabetayistler eğer müslüman oldularsa gizli siyonist olduklarının garantisini verebilir misiniz ?

Peki Çanakkale, Gelibolu, Kafkas, Yemen ve Filistin cephesini savunan İttihat Terakkinin mason ve sabetayist komutanları Filistinde bir Yahudi devleti kurulmasını istemiyorlar mıydı ? Jabotinsky’nin dediği gibi Filistinde bir yahudi devletinin kurulabilmesi için Osmanlının yıkılması gerekiyordu. 

Peki İttihat Terakki Birinci Dünya Savaşına Osmanlı devletini bilinçli ve planlı bir şekilde sokarak yıkılmasına çanak tutmadılar mı? İttihat Terakki savaşı bilerek kasıtlı planmış bir şekilde kaybetmiş olamazlar mı ?

Ve diğer savaşlar ? Bu savaşların hepsinin bir amacı vardı. Ortadoğu petrolleri ve Filistinde İsrail devletinin kurulmasıydı.

İngilizlere protestan inancının vermiş olduğu inanış nedeniyledir ki püritenist ahlak ve inanış doğrultusunda Hristiyan Siyonistlerde diyebiliriz. 
Çanakkalenin ve Gelibolunun İngiliz ve Osmanlı devletinin komutanları da İsrail (yahudi) kavminden olup siyonisttiler. Düşman iki ülkenin komutanlarıda siyonistti. Osmanlıyı birinci dünya savaşına sokan İttihat Terakki Cemiyetini kuranlar mason ve sabetayisttiler. İttihat Terakki’nin daha kuruluş aşamasında hangi sınıfın çıkarlarını koruduğuda bilinmemektedir. İttihat Terakki’nin sınıfsal etnik kökeni konusunda derli toplu bir araştırmada bulunmamaktadır. Selanik’in güçlü adamlarından Rahmi Bey, yine Selanikli Talat Bey, Cavit, Mithat Şükrü ve Emanuel Karasu gibileri İttihat Terakkinin politikalarının gerçek sahipleridir. 
Osmanlı Devleti’nin müslüman elitinin, elinde sermaye biriken Yahudi ve Sabetaycılarla ittifak içinde olduğua bilinmektedir. Sonra Çanakkale ve Gelibolu savaşlarında cepheye komutan olanlarda hep Selanikliydiler. Daha da açacak olursak Çanakkale savaşları Osmanlı ordusunun başındaki Selanikliler, Alman birliklerin başında Yahudi asıllı siyonist komutanlar ve İngilizler ve Siyon Katır Birlikleri arasında geçmiştir.

Peki I.Dünya savaşında İngilizlerin amacı Çanakkale üzerinden İstanbulu işgal etmek miydi yoksa Osmanlı Devletinin Ortadoğu petrolleri ile bağını kopararak ve Filistinde bir Yahudi Devleti kurmak mıydı ?
Peki Çanakkale ve Geliboludaki şehitleremize ilahi saldırı emrini vererek Türk askerleri ateşin üzerine sürenler hangi amaç için ve hangi tarafın galip gelmesini istedikleri için bu emri verdiler ?

Kasıtlı bir şekilde planlanmış bir Türk-Müslüman kırımından bahsedebilir miyiz..?


FEHMİ DEMİRBAĞ




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder