8 Mayıs 2016 Pazar

YENİ TÜRKİYE İÇİN YENİ ANAYASA


BENİM ANAYASAM

Madem ki Anayasa’dan bahsediyoruz. Toplumsal uzlaşının, (mutabakatın, consessüs’ün) vesikası yani. Medine Vesikası mı, Magna Carta’mı? N’eyin consessüs’ ü ya da? Asker vesayetinin şekillendirdiği metinlerle yıllar tüketen “Türkiye Toplumu” “SİVİL ANAYASA” üretebilecek olgunluğa erişti mi? Bizce de “Yeni Türkiye” ye “Yeni Anayasa” pek te yakışır doğrusu! Kafalar eski ise ne yapacağız peki? Toplumumuz ya da idarecilerimiz “Yeni Türkiye” algısında gözetilmesi gereken hususların eşliğinde öngörümüzü, aşağıdaki metnin refakatinde idrak’a hazır mıdır sizce de?” Yeni anayasaya yeni başkanlık sistemi monte edilebilecek midir peki? Anayasayı hallettik diyelim. Peki medeni hukuk’un, aile hukukunun, ceza hukukunun v.s üzerindeki Roma’nın nüfuzu kırılabilecek mi? Şer’i hukuk mu, mer’i hukuk mu, örf ’i hukuk mu?.. Derken sekü- leritenin ahvali “securty” şeklinde mahfuz mu kalacak mahfillerin gizli anayasalarında? 5 YENİ TÜRKİYE İÇİN, YENİ ANAYASA ve İLKE ARAYIŞLARI İLKELERİMİZ; 1 — Hâkimiyet; kayıtsız şartsız BİZİ TARİH BOYUNCA “BİZ” YAPAN geleneksel inanç olgunluğuna erişmiş, cehaletten ve fakirlikten arındırılmış milletin öz değerlerine aittir. Öncelikli olarak “kültürel öze dönüş” projesi başlatılmalıdır. “İlimkültür-sanat-edebiyat ve ahlak” açısından milletin vizyonu belirlenmeli ve bu uğurda operasyonlar tasarlanmalı ve uygulamaya konulmalıdır. İlay-ı Kelimetullah milli kimliğimizdir. 2 — Kanunlar, “İnanç, Akli Gelenek ve İlmi Gerçekler” gözönünde bulundurularak kaynak değerler çerçevesinde yapılmalıdır. İstişare ve analiz komisyonları tamamen ilmi heyetlerden ibaret olmalıdır. 6 Devlet başkanı, Hükümet başkanı, Senato, Meclis ve STK kurulları devletin organlarını oluşturacaktır. Üniversite öğretim üyelerinden oluşan bir danışma meclisi ayrıca kurullara referans kurul hizmeti görecektir. 3 — Devlet; ülke, dil ve soy gibi beşerî esaslar üzerine değil, toplumumuzun hakim inanç değerlerinin belirlediği evrensel insani de- ğerlerle kâimdir. 4 —İnanç, ahlak ve değerlerimizin emir ve yasaklarını icra; iyiliğe yönelik hal ve hareketlerin teşviki, kötülüklerin ise yasaklanması temel esasdır. 5 — İnanç kardeşliğini tesis etmek, devletin en önemli görevidir. Bu doğrultu aynı zamanda bütün mahlukata karşıda hoşgörü, merhamet ve anlayış hukukunu edinmeyi de şart kılar. 6 — Devlet, sınıf ve din farkı gözetmeksizin, zaruri ihtiyaçlarını temin edemeyenlere yardım elini uzatmakla mükellefdir. Devletin görevi insanların üzerinde bir hakim zümre oluşturmak değil, adaletin tesis ve paylaşımından ibaret olmalıdır. 7 — Vatandaşlar fırsat eşitliğine sahiptir ve bütün hak ve hürriyetlerden eşit olarak istifade ederler. “Empati ahlakı ve refleksi” oluşturmak devlet eğitim şiaarının en önemli özelliğidir. 8 — Toplumun ortak inanç değerlerinin müsaade ettiği istisnai haller dışında, sözkonusu haklara tecavüz edilemez ve cezalandırmada da şahsîlik prensibi esas alınır. 9 — Meşruiyeti kabul edilen bütün toplumsal müntesipler, toplumsal hak ve hürriyetinden tam olarak istifade ederler. Hak arayışında 7 olanların kendini ifade etmelerine genel toplumsal ahlak anlayışında gerekli imkan ve kolaylık sağlanır. 10 — Türkiye toplumunun genel ekserisi dışındaki küçük topluluklar, din ve vicdan ve fikir hürriyetine sahiptirler; ahval-i şahsiye konusunda isterlerse kendi hukuklarını devletin güvence ve kontrolünde tatbik edebilirler. 11 — Devlet genel manada toprakları dahilindeki bütün fert ve toplulukların hamisi pozisyonundadır. Aynı zamanda dünyadaki bütün insani olaylarında mazlumlardan yana tarafıdır. 12 — Devlet reisinin seçiminde ki usul söyledir. Bütün iller bazında siyasi partilerin dışında stk lar aracılığı ile ortak üç isim belirlenir. İktidar partisinin belirlediği diğer üç isimle birlikte seçime gidilir. Ana muhalefet yapıyı temsilende bir kişi bu adaylar arasındadır. Yine ilk üç isim yedi coğrafi bölgenin içindeki illerin temsilcileri ile önmeclisi oluş- tururlar. Bunlarda kendi aralarında belirledikleri üç isimle yedi bölgenin herbirinin belirlediği bir senato oluşturur. Bu senato kendi içlerinden belirledikleri üç adayı seçim için halkın huzuruna sunar. Halkta bu üç adaydan birini 7 yıllığına devlet reisi olarak seçer. Ayrıca siyasi partilerin oluşturduğu meclis ve meclisin kendi içinden seçtiği bir hükümet başkanı icra ile yükümlüdür. Merkez, sağ, sol başlıkları altında üç temel siyasi partinin oluşumu sözkonusudur. 13 — Devleti yürütme gücünün başı devlet reisidir; ancak yetkilerinin bir kısmını ferdlere yahut kurullara devredebilir. Kendi istişare kurullarını oluşturabilir. 14 — Devlet reisi, devleti şura usulüne uygun olarak idare etmekle mükelleftir. 8 15 — Devlet reisi, anayasayı ilga edemez ve istibdad yoluna başvuramaz. 16 — Devlet başkanını seçme hakkına sahip olanlar, azletme hakkına da sahiptirler. 17 — Devlet reisi, medeni haklar açısından diğer vatandaşlar gibidir; kanun dışına çıkamaz. 18 — Devlet ricali de dahil olmak üzere bütün vatandaşlar için tek kanun vardır; bunlan da sadece mahkemeler tatbik eder. 19 — Yargı (kaza) bağımsızdır. 20 — Devlet nizamına aykırı olan, kötülüğü ve anarşiyi teşvik eden ve toplumun inanç değerlerini tahkir eden yayınlara müsaade edilemez. 21 — Ülkenin vilâyet ve eyâletleri, devletin idarî üniteleridir; kabile, dil ve soya dayalı ünitelere müsaade edilemez. 22 — Anayasanın hiçbir hükmü, toplumun inanç değerelerinin aleyhine aykırı olarak tefsir edilemez.

BİRİNCİ ÖNCELİĞİMİZ; YAŞAM HAKKININ DOKUNULMAZLIĞIDIR! Yaşam hakkı, kişinin sahip olduğu diğer tüm hak ve özgürlüklerin kullanılabilmesini sağlayan en önemli temel haktır. Tüm özgürlüklerin ilki ve vazgeçilmezidir. Bu nedenle yaşam hakkı karşısında diğer bütün haklar ikincil haklardır. İnsan varlığının ve fizik devamlılığının koşulu, yaşamaktır. Bu ise ancak kişi güvenliği ve beden özgürlüğüne sahip olmakla anlam kazanır. Yaşam hakkı değerlendirilirken ve onu koruma amacı güdülürken göz önüne alınması gereken maddi ve manevi hususlar vardır. İnsan biyolojik ve moral varlığı ile bir bütün-dür. Yaşam hakkının maddi unsuru biyolojik varlık olarak karşımıza çıkar. Biyolojik varlığın korunması ise, bu varlığa dışarıdan hiçbir müdahalede bulunulamaması ve var-lığın kendi doğal gelişmesini sonuna kadar sürdürmesi demektir. Moral varlık ise manevi unsuru oluşturmakta ve insan onurunun, entelektüel gelişiminin korunmasını içerir. İnsan onuruna yaraşır bir hayat sürdürmenin mümkün olması için; kişinin doğuştan getirdiği, dokunulamaz, bölünemez, devredilemez ve vazgeçilemez haklarının var olan hukuk sistemince tanınması ve bu hakların devlete, üçüncü kişilere ve hatta hak sahibinin kendisine karşı en iyi şekilde korunması gerekmektedir. İnsanlık tarihi onurlu bir yaşam mücadelesinin verildiği yüzyıllarla doludur. Yaşam hakkının bu seyri doğal olarak, farklı coğrafya ve hukuk sistemlerinde aynı gelişim sürecini göstermemiştir. İslam hukukunun merkezinde birey vardır. Cahiliye Arap toplumunda kadınlara ve kölelere reva görülen hukuksuzlukların önüne geçilmiş, insan onuru ait olduğu yere yerleştirilmiştir. Kız çocuklarının sebepsiz yere öldürülemeyeceği, canların ve malların mukaddes olması, bir masumun hayatının ve haklarının bütün insanlık için de olsa feda edilemeyeceği gibi hükümler esas alınmıştır. Yaşama, maddi ve mane- 10 vi varlığını geliştirme hakkının sadece iktidar sahiplerine ait olduğu bir dünyada adalet yeniden tesis edilmiştir. Yaşam hakkı hususunda Allah’ın hâkimiyeti fikri esastır ve insan bedeninin kimsenin hâkimiyeti altına alınamayacağı öngörülür. Kendini öldüren yahut kendi bedenine zarar veren kişi Allah’ın kendisi üzerindeki haklarına tecavüz etmiş olur. Yaşamın sona erme-sindeki temel prensip Allah’ın verdiği canı yine onun alabileceği doğrultusundadır. Ki- şinin kendisini öldüremeyeceği ve kendi bedenine zarar veremeyeceği hususları ayetlerle kesin olarak yasaklanmıştır. Temel bilgi kaynağı olan Kur’an ve Peygamber uygulamaları ile “insanların doğuştan getirdikleri dokunulamaz ve vazgeçilemez hakları” ilan edilmiştir. Henüz dönemin hiçbir coğrafyasında görülmemiş özgürlükler ve haklar Müslüman topluma verilmiştir. Batı’dan çok öncesinde bu haklara sahip olan Müslüman toplumun, verilen hakları layıkı ile kullanması iktidarlarca engellenmiştir. Bireye verilen bu hakların muhafazası için, İslamiyet’in doğuşunun henüz ilk asırlarında mücadele edilmeye başlanmıştır. Öyle ki bu mücadele, “insan hakları kavramı” ile 20. yüzyılda tanışmış olan batı hukuk sistemine kadar taşınmıştır. Bütün dünya, insan haklarını, medeniyetin bir ölçütü olarak sunarken, İslami insan haklarının uygulanmasında ve temsilinde problemlerin olması ironiktir. Bu ironi iki sebebe matuftur: Teori ve pratik Müslümanların insan haklarını evrensel bir değer olarak kabulü çok eski tarihlere dayanmasına rağmen, bu evrensel kabul edilen hakların uygulamasında yaşanan aksaklıklar Müslümanların müzmin bir sorunu olarak hala durmaktadır. 16 - 17. yüzyıllara kadar insanların köle, serf ve daha sonra tebaa olarak sınıflandığı Batı’da ise, kişi, hukuki ve siyasi bakımdan “birey” olarak değerlendirilmemiştir. 1809’larda kadının insan olup olmadığını 11 tartışılmış, Fransız İhtilâli’ne kadar özel mülkiyet hakkı dahi tanınmamıştır. Aydınlanma çağı denilen yüzyıllarda ise bilim, sanat ve felsefe alanlarında meydana gelen değişimlerle insanın değeri ortaya çıkmış ve insan hakları önem kazanmaya başlamıştır. Kilise hukukuna göre yaşam hakkı kutsaldır ve intihar Tanrı’ya ve ruha karşı işlenmiş bir suç olarak kabul edilmiştir. Buna ilişkin cezalar kilise hukukunda altıncı yüzyılda ortaya çıkmışken, sivil hukukta oldukça geç ortaya çıkmıştır. İlk olarak 1215 tarihli Magna Carta’da keyfi ölüm cezasını önlemeye yönelik düzenlemeler getirilmiş, 1628 tarihli İngiliz Haklar Bildirgesinde ise yasaya aykırı bir şekilde ölüm cezası infaz edilemeyeceği hükme bağlanmıştır. Temel hakların çağdaş anlamda topluca ve anayasa gücünde pozitif hukuka aktarılması ilk olarak 1776 Virginia Haklar Bildirisi ile gerçekleşmiştir. Bu bildirinin 1. maddesinde tüm insanların doğuştan eşit, özgür ve bağımsız oldukları vurgulanmıştır. Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nde yaşam hakkının evrensel bir değer olduğu ve gerek ulusal gerekse uluslararası hukuktan bağımsız olarak değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Müslüman toplumlarda kişinin birey olarak kabul edilmesi mü- cadelesinden ziyade, verilen hakların uygulanabilirliği hususunda mücadeleler verilmiştir. Batı’da ise kişinin kendisini birey olarak kabul ettirmek hususundaki verdiği uzun mücadele, 20. yüzyıl fikir akımlarının etkisi ile bambaşka bir yöne doğru evrilmiştir. Yaşam hakkının muhafazası için yoğun bir mücadele veren insanlık, bireyselciliğin gelişimi ve kendi kaderini belirlemenin en önemli değer olduğu algısı ile nerede, nasıl ve ne şekilde öleceği konusunda karar vermeyi istemiş ve bunu bir hak olarak sunmaya başlamıştır. Kişi, “vücut bütünlüğünün dokunulmazlığı”nı, dolayısıyla insanca yaşamasının teminatı olan yaşam hakkını, ölmeyi seçmek özgürlüğü- ne feda eder duruma gelmiştir. Bireylerin tercih hakları, yaşam hakkının kutsallığının önüne geçmiştir. 12 Öyle ki günümüzde bireyselcilik akımı insanların kendi vücutlarına istedikleri gibi davranabilecekleri fikrinin oluşmasına da sebebiyet vermiştir. Oysaki bizim anayasamızda ve daha pek çok anayasada “yaşam hakkının dokunulamaz ve vazgeçilemez” haklar olarak sınıflanması; hiç kimsenin, hatta hak sahibinin kendisinin bile, bu haklara ve uzantısı olan haklara hiçbir koşulda dokunamayacağı anlamına gelmektedir. Yaşama hakkının bütün boyutları ile kullanılabilmesi için önce bireyin bir bütünlük içinde dünyaya gelmesi, sonra bu bütünlüğün geliş- tirilmesi, sonra da bu bütünlüğe -toplum yararı için bile olsa- sınırlama getirilememesi gerekmektedir. Buna göre yaşama hakkı beden bütünlü- ğünün korunmasını gerektirir. Dolayısıyla yaşam hakkı öldürülemezlik ilkesini doğurur. Öldürülemezlik ilkesi ise insanın önce kendisine kar- şı korunmasını gerektirir. Kişi bizzat kendisi bile, yaşamına, yaşamını sağlıklı bir şekilde sürdürme olgusuna zarar verecek bir eylemde bulunamaz. Bu sonucu gerçekleştirmeye yönelik yükümlülükler altına giremez, intihar edemez, herhangi bir organını satamaz. Bedeni üzerinde deneylere ve ötenaziye izin veremez. Hak sahibinin bu konudaki rızası, bu işlerin yapılmasına meşruluk kazandıramaz. Velâkin, yirminci yüzyıl fikir akımları “bireyin tercih özgürlüğü” gibi süslü ifadelerle yaşam hakkının dokunulmazlığını sabote etmiştir. Bu ise insanın onurlu yaşam mücadelesine yapılmış en büyük ihanettir. Yaşam hakkı, kimsenin tercihine bırakılmayacak kadar mühim hususları bünyesinde barındırmaktadır. Zira yaşam hakkının uzantısı olan diğer bütün hakların korunması bu hakkın korunmasına bağlıdır. Yaşamını onurlu bir şekilde sürdüremeyeceğini düşünen kimsenin intiharı, yaşamının artık katlanılmaz olduğunu düşünen bir hastanın yahut yakı- nının ötanaziyi tercih edebileceğini savunur duruma gelmiştir. Çünkü bu akım hastalıklı bir bedene çare bulmak zorunluluğumuz olduğu gibi kederli bir yaşama da çare bulmamız gerektiğini söyler. Bunu gerçekleş- tirmenin yolu olarak da ölüm’ü işaret eder. İnsan yaşamını sadece haz aldığı ve fayda sağladığı oranda değerli 13 kabul eden materyalist bakışın hezeyanları olan bu görüş, yaşam hakkını dokunulabilir kılarak insanlığa en büyük ihaneti gerçekleştirmiştir. Bu kapsamda yaşamını acılar içinde sürdürmek istemeyen biri intiharı/ ötanaziyi tercih edebilir, bebeğinin sakat doğacağı endişesi ile kürtajı, topluma fayda sağlamadığı ve hatta topluma yük olduğu gerekçesi ile bütün engellilerin öldürülmesini tercih edebilir. Üstün ırk yaratma çalışmaları bu görüş ile olumlanabilir. Acıların dinmesi için uyuşturucu kullanımı tercih sebebi olarak düşünülebilir. Sıkıntı ve kederimizi sınırsız alkol ve sigara ile savuşturmak bir tercih sebebi olabilir. Oysa saydığımız bütün bu vakıalar, kitlesel bir yok etme projesinin ürünüdür. Aksine toplumun huzurunu bozan yüksek orandaki şiddete karşı ise alabildiğince hoşgörülüdür, bu bakış açısı. İdam cezalarının men’ i gibi. Maksat kaos büyüsün! Kaos sürsün ki emperyal hegemon güçler dünyadaki zulümlerini perdeleyebilsinler. Tercih hakkı, yaşam hakkının önüne geçirildiği takdirde, bütün bu tehlikeler ile de karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz görünüyor. Kü- resel bir krize dönüşmüş olan sigara ve alkol tüketimi, bireysel tercih özgürlüğü olarak değerlendirildiği için bu hale gelmiştir. Oysa kimsenin yaşamını sağlıklı bir şekilde sürdürme olgusuna zarar verecek bir eylemde bulunamayacağı gerçeği dikkate alındığında birey ve toplum bu tehlikelere atılmaktan da kurtulmuş olacaktır. Uyuşturucu madde satışı ve temininin pek çok ülkede suç olması- na karşın kullanımının suç teşkil etmemesi yine batılı materyalist algının bir neticesidir: Tercih özgürlüğü(!) İnsan ve dolayısıyla toplum sağlığı “tercih özgürlüğü” kavramına kurban edilemeyecek kadar büyük bir öneme haizdir. Topluma yük olduğu gerekçesi ile engelli insanların ölüme terk edilmesi, dayanılmaz acılar çektiği gerekçesi ile hastaların ötenazi hakkı, kürtaj, yaşamın sağlıklı bir şekilde devam ettirilmesi yükümlülüğünün inkârı ile birlikte sigara, alkol ve hatta uyuşturucu madde kullanımının meşruiyet kazanması ancak yaşam hakkının kutsallığı tezi ile önlenebile- 14 cek ve anayasal güvence altına alınan bu hakların dokunulmazlığı ancak bu şekilde sağlanabilecektir. İnsanın doğumla birlikte getirdiği dokunulmaz olan yaşam hakkı adına verdiği kadim mücadelesi küresel oyunlara kurban edilmek isteniyor. Uyuşturucu madde, alkol ve sigara kartelleri ve piyasaları da düşünüldüğünde yaşam hakkının kutsal kabul edilmemesi gerektiğini savunacak güç odaklarının varlığı ve etkisi yadsınamayacaktır. Bununla birlikte yaşam hakkı, bireyi kendisine bağımlı ederek günden güne ölüme sürükleyen bu maddelerin tahakkümüne terk edildiği takdirde, insanlığı bekleyen kaos, sermayesini uyuşturucu, sigara ve alkol üzerine hızla inşa etmeye devam edecektir. Modern dünyada, yaşam hakkı adına yapılan mücadelenin seyri bahsettiğim güç odaklarına doğru yön değiştirmiştir. Bu gerçeği ne kadar erken fark edersek insanlığın kendi rızası ile intiharına zemin hazırlayan bu büyük projeyi engellemek o ölçüde mümkün olacaktır.

ANAYASA’DAN ÖNCE ÇOCUKYASA! GENÇYASA! YANİ; ÇOCUKLARIMIZIN GELECEĞİ! Türkiye dâhil bütün ülkeleri yakından ilgilendiren, suç işleyen çocukların kendilerine, ailelerine, suçu işledikleri hasım taraflara, suçun işlendiği yöreye ve topluma zarar veren çok önemli sosyal bir sorundur. Ceza hukukuna göre, suç yasanın cezalandırdığı harekettir. Ancak çocuk suçluluğunda her ne kadar ergenlik, bazı kalıtsal etkenler ve beden kusurlarının suçluluğunda etkili olabileceği teorileri destek gö- rüyorsa da günümüzde daha çok çevre faktörlerinin etkili olduğu kabul edilmektedir. Sevgi yoksunluğu, yanlış veya eksik eğitim, baskıcı disiplin yöntem- 15 leri, çocuk istismarı, iç ve dış göçlerin oluşturduğu kültür çatışmaları, gecekondulaşma, yöresel gelenek ve görenekler, ekonomik bunalımlar, çocuğun çalışmak zorunda kalması, parçalanmış aileler, ailede suç- lu birey örnekleri ile kitle iletişim araçlarındaki şiddet ve suçlarla ilgili programlar çocukları suça iten nedenler arasında sayılabilir. Çocukların en çok işlediği suçların kapkaç, hırsızlık ve gasp olduğu görülmektedir. Genellikle çocuğun ihtiyaçlarının karşılanmaması neticesinde yarı açlık durumunun özellikle mala yönelik suçlara zemin hazırladı- ğı görülmektedir. Gerçekte tehlikenin en büyüğü, ebeveynin sevgi ve şefkatinden yoksun olmaktır. Hırsızlık yapan çocuk bu yolla maddi gereksinimlerini gidermekten çok ailenin ve okulun denetiminden uzak kalmanın verdiği bir başıboşlukla suça yönelmekte, sevgi ve sevecenlik eksikliğini gidermek için bu yola başvurmaktadır. Çocuk suçluluğuyla ilgili yapılan araştırmalar erkek çocukların kız çocuklarına göre çok daha fazla oranda suç işlediklerini göstermektedir. Ülkemizde de suç işlemiş erkek çocukları kızlara göre bir hayli yüksek orandadır. Hemen hemen suç işleyen çocukların %95’inden fazlası erkektir diyebiliriz. Toplumumuzun sosyal yapısı nedeniyle erkek çocuklar evleri dışında daha serbest olabilmekte, üzerlerindeki aile denetimi daha az olmakta, çeşitli arkadaş gruplarına katılıp anti sosyal faaliyetler ve suç işleyebilmek için daha kolay zemin bulabilmektedirler. Okul, çocuğun ilk sosyal deneyimleri elde ettiği yerdir. Suç işlemiş çocuklar, ailenin eksikliğini giderecek, denetlemeyi ve toplumsallaşmalarını sağlayacak okul olanaklarından da yeterince yararlanamamışlardır. Çocuğun eğitim düzeyinin düşük olmasının yanısıra, suç işlediği esnada genellikle okulla ilişkisinin kesik olduğu dikkat çekmektedir. Suç işlemede arkadaş çevresinin rolü de önemlidir. Çevreyle iyi iletişim kuramayan çocuklarla, otoriteye başkaldırma eğilimi gösteren çocuklar belirli bir arkadaş grubuna katılmakta, bu grupta sosyal kabul görme ve bir statü sahibi olabilmek için grup dayanışmasına gereksinim duymaktadırlar. Bu beraberlik zaman içinde ergenlik çağının özelliklerinin de etkisiyle bir suçluluk çetesine dönüşebilmektedir. Suç işleyen 16 çocukların arkadaşları arasında suçlu ve alkol kullananların çoğunlukta olduğu belirlenmiştir. Ergenlik döneminin kendini arama, kurulu dü- zene başkaldırma, çelişkiler ve belirsizlikler içinde bulunma şeklinde özetlenebilecek bazı özellikleri, gençte onu destekleyecek, değerlerini paylaşacak ve bu ölçüde de özdeşleşebilecek bir arkadaş grubu özlem ve ihtiyacını doğurmaktadır. Katıldığı grupta suçlu gençlerin oluşu, sonuç- ta onun suça yönelmesine yol açabilmektedir. Çocuk suçluluğu ile ilgili yaptığımız çalışmalarda özellikle mala yö- nelik suçlarda gruplar halinde suç işleme oranlarının %50’lerin üstüne çıktığı görülmüştür. Okur yazar olmayan çocuklarda toplu halde suç iş- leme oranı %60’lara dayanmaktadır. Okur yazar olmayan çocukların çevreyle uyum sağlamaları daha güç olduğundan sosyal dayanışmaya ve bu tip arkadaş gruplarına ihtiyaçları daha fazla olmakta ve toplu suç işleme eğilimleri diğerlerine göre artmaktadır. Yine küçük yerleşim birimlerinden büyük şehre göç etmiş çocuklarda da, sosyal dayanışma ihtiyacının fazla olması nedeniyle daha yüksek oranda gruplar halinde suç işleme oranı tespit edilmiştir.

ORGANİZE SUÇ ÖRGÜTLERİ VE GENÇLİK Ülkemizde işlenen suçlara katılımın özellikle büyük çoğunluğunu gençlerin oluşturduğunu ya da suç işleme konusunda ilk oluşumun küçük yaşlarda başladığı bir gerçektir. Her ne kadar reşit olmayan ve kendi başlarına gelecekleriyle alakalı yön verme konusunda mutlak iradeye sahip olmayan bu grubun, yapmış oldukları işlerde; gerek düşünce planında, gerekse eylemde kendilerinden daha çok dış kaynaklardan etkilenmektedir. Bunları sıralayacak olursak; küçük yaştan itibaren bilinç altına yer eden birikimlerin bilinçsiz ebeveynler tarafından verilmesi veya yanlış verilmesi aile içerisinde çok fazla çocuğun bulunması, ebeveynlerin karşılaşmış olduğu maddi imkânsızlıklar, ileriye yönelik uzun vadeli bir eğitimin olmaması, yakın sosyal çevreden kopukluk ya da ters istikamette zararlı etkileşim, ufak yaşta hayata atılma, bunlardan kaynaklanan bir kısım beklentilerinin olması şöyle ki: “Aldıklarından daha 17 çok kaybettiklerinin farkında olmayışları ya da mukayesesini yapamamaları” neticesinde ortaya çıkan kontrolsüz bir netice; Suç işleyen çocukların çoğunluğunu aile korumasından uzakta olan sokak çocukları oluşturmakla birlikte, başta ekonomik sorunlar olmak üzere çeşitli sorunların etkisi altında köyden kente göç eden çocuklar ve aileleri kent yaşamına uyum sağlayamamakta, geçim derdine düşen aile fertlerinin ilgisizliği sonucu veya yoksulluk ve eğitimsizlik sebebiyle çok çocuklu ailelerde yetişen çocuklar küçük yaşlardan itibaren çalış- maya başlamakta, bu gibi sebeplerle yaşam mücadelesi verip, basın ile televizyonda yayınlanan mafya vari dizilerdeki kahraman karakterlere ö- zenti göstererek hiçbir zaman sahip olamadıkları “ilgi, alaka, saygı, para, kariyer ve doğal neticesi olarak güce” kavuşabilme amacıyla neticesini düşünmeden organize suç örgütlerine katılıp, rahatça suç işlemekte ve organize gruplar tarafından kullanılabilmektedirler. Son yıllarda televizyon kanallarında yayınlanan yerli yapım dramalarda büyük bir çoğunlukla mafya tiplemeleri olan “Deli Yürek, Yılan Hikayesi, Aynalı Tahir, Kurtlar vadisi” vb. dizilerde yaratılan karakterler de, çocukların bu gibi karakterlere sempati duymalarını sağlamaktadır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin de katkılarıyla yapılan “Mafya dizilerinin gençlik üzerindeki etkisi” konulu çalışma neticesinde de “TV kahramanlarının statü ve pozisyonları, onu modelleyen gencin yoksun olduğu olanak ve niteliklerini işaret etmektedir” sonucunu çı- karmıştır. Bu nedenle ailelere çok büyük görev düşmektedir: Aile içerisinde bebeklikten itibaren bilinçli bir eğitimin verilmesi. “Okula başlayınca öğretmen onu hizaya sokar. Öğretmen onun hakkından gelir.” demeyin. Çünkü eğitim okuldan önce evde başlar. Çocuğun maddi olduğu kadar duygusal ihtiyaçlarının da karşılanması ve değer verilmesi. Küçük yaştan itibaren okul eğitiminin sağlanması. Aynı zamanda okulda verilen eğitimle, ailede verilen eğitim birbiriyle tutarlı olmalıdır. Ailelerin kontrol edebilecekleri kadar çocuk sahibi olması. 18 Çocuğun içerisinde bulunduğu sosyal çevrenin önemi ve ailenin bu konuda seçici olması. Çocuğun örnek alabileceği karakterlerin seçimi konusunda ailenin dikkatli davranması. Özellikle okul ve okul dışındaki arkadaş seçiminde çocuğun yönlendirilmesi. ANNE VE BABALAR! Çocuğunuzu her hâliyle kabul edin. Onu sevin, sevmeye ve sevilmeye hepimizin ihtiyacı var. Şimdiden karşılığını yıllar sonra alacağınız bir yatırım yapın ve çocuğunuzla ilgilenin. Çocuğunuzla kurduğunuz ilişki ömür boyu kuracağınız ilişkinin temelini oluşturacaktır. Temeli iyi atın ki binanız sağlam olsun. Çocuğunuza iyi bir örnek ve iyi bir model olun. Ona ne verirseniz, size de aynısını geri verecektir. Doğru dürüst olmasını istiyorsanız. Siz de yalan söylemeyin... İçinizdeki çocuğa seslenin, onu oradaki uykusundan uyandırın. Kendi çocukluk yıllarınıza dönün. Neler hissettiğinizi neler yaşadığınızı düşünün. Çocuğunuzu anlamak şimdi daha da kolaylaşacaktır. Çocuğunuz kendisini sizin yerinize koyamaz; çünkü o sizin yaşadıklarınızı henüz yaşamadı. Ama siz kendinizi onun yerine koyabilirsiniz. Organize suç örgütlerinin çıkar sağlamak için suçta kullandığı çocukları, parçalanmış, aile düzeni olmayan, aile korumasından uzakta olan çocuklardan seçtikleri unutulmamalıdır. Bilindiği üzere Organize Suç Örgütlerinin ortaya çıkış sebepleri içerisinde Siyasi Otorite boşluğu, Ekonomik istikrarsızlık ile Sosyal dengenin oluşturulamamasıdır. Ülkemizdeki kültürel yapının da doğal bir sonucu olarak; okul çağındaki gençlerin sosyal kabul ve statü arayışı içinde olmaları nedeniyle çıkar amaçlı suç gruplarına sempatiyle yaklaştıkları, aile ve çevre kültürlerinin zayıf olma durumlarında bu grupların bir parçası durumuna geldikleri görülmüştür. Bu kategorideki gençlerin bilinçlen- 19 dirilmesi, suç örgütlerinin gerçek yüzlerinin kendilerine anlatılabilmesi için başta aileler ve eğitici pozisyonunda olan kişiler olmak üzere tüm topluma önemli görevler düşmektedir. GEL ÇOCUK Gel çocuk, bırak elindeki taşı. Gel top oynuyak! ip atlıyak! Gel çocuk, ellerimizde uçurtmanın ipi, gökyüzünü gezek! Sinemaya yeni film gelmiş, onu seyredek! Gel çocuk, bir çocukluğa sığmayacak ne çok oyun var; yeni oyunlar bulak! Gel çocuk, büyükler yine anlamsızca kavga ediyorlar; uzaklaşak! Gel çocuk bi yerde oturak, büyüyünce ne olacağız; onu konuşak! Gel çocuk beraber gülüp, beraber ağlayak! Ekmeğimizi paylaşak! Gel çocuk; yazak, okuyak, adam olak! Gel çocuk, çocuk olak! 20 Ebu’l Vefa der ki; “ Mal, can emniyeti ve sıhhat olmadan yaşanılan hayat, hayat değildir. Bir kimse sana, söz ile üstün gelirse aldırma, yeter ki sükut ile galip gelmesin. Bir kimsenin seviyesine uygun olarak arkadaşlık et. Eğer sen cahile ilimle, laubaliye ciddiyetle muamele edersen, arkadaşına eziyet etmiş olursun. Halbuki sen, onlara sıkıntı vermekten uzaksın. Sözü- ne ancak ihtiyacı anında kıymet verenle sohbet etme. Hocanın hakkını gözetmemek ahlaka sığmaz. Düşük, karaktersiz kimselerle görüşüp konuşma! “

21. YÜZYIL’A AHİ EVRENCE BİR BAKIŞ “Bir varmış, bir yokmuş...Evvel zaman içinde...Çocuklar varmış cennet meyvesi, çocuklar varmış varlıklarına ömür feda, çocuklar varmış yaşam sevinci; hayat kaynağı! Öylesine enerjileri varmış ki bu çocukların, yerlerinde duramazlarmış; kıpır kıpırmışlar! Her şeyi karıştırmak isterlermiş, büyük bir merakla. Ama; anneleri varmış, elleriyle tesis ettiği düzenin bozulmasından hoşlanmayan. Anneleri varmış, çocuklarının bir anda yetişkin olmalarını bekleyen. Babalar; ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü sayarmış kendini yalnızca. Önceleri evdeki düzeni karıştırırken, anne tarafından meraklarına yasak konan çocuklar; sonraları hem annelerini hem babalarını rahatsız eder olmuşlar. Kafalarını karıştırır, işlerini karıştırır olmuşlar. Ne görseler sorar olmuşlar o sıralar, ne düşünseler sorar olmuşlar. Tam da zamanında gelirmiş akıllarına bir şey sormak. Tam, anne komşuyla pek mühim bir şey konuşurken ya da baba tam kestirecekken koltukta, sorular baş- larmış birden. Ya “git şurdan” derlermiş çocuğa anne – baba. Ya da hiç alakası olmayan bir yanıt verirlermiş. Dönerlermiş uğraşlarına böylelikle yeniden. Bundan öte, en gerekli zamana gelmeden daha, merakın ne kadar gereksiz(!) ne kadar kötü(!) bir şey olduğunu keşfedermiş çocuklar. Her merak uyandığında içlerinde, kendilerinde suçluluk hissederlermiş… 21 Eş – dost varmış o zamanlar da. Konuk geldiklerinde eve, çocuğun en ufak hareketinde annesine babasına yüklenirler, “çok şımartmışsınız siz bunu” derlermiş. Utanırmış haliyle zavallı anne – babalar, rezil olurlarmış konu komşularına. Eş dost gidince evden, konuşurlarmış çocukla anlayaca- ğı dilden! Adeta çocuktaki yüksek enerji, anne babada yüksek sinire dönüşürmüş haklı olarak (!) Anne baba çocuklarının en iyi olmalarını beklermiş. Zira, hata yapmazmış en iyi olanlar… Oturursa kalkması- nı isterlermiş, kalksa oturmasını. Çünkü çocukmuş onlar ve onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş yaşamın her alanında. Çocuklar defalarca anlatmak istemişler kendilerini; ne dinleyen olmuş onları, ne anlayan. Çoğu kez “seni yaramaz” deyip gülüvermişler çocuğa. Ve çocuklar; bu kez de kendilerini anlatsalar bile birilerinin onları dinlemeyeceklerini, dinleseler de anlamayacaklarını öğrenmişler. Arada bir doğru bildiklerini söylemeye çalışmış çocuklar; “sus” denilmiş. Kendilerine “sen çocuksun, senin aklın ermez.” Kom- şunun çocuğu gelip, oyuncağını onunla paylaşmayınca da; “bak sen büyüksün, hadi ver oyuncağını kardeşine…” Böylelikle de büyüklük ve küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini öğrenmişler. Yaşayarak öğrenmiş- ler(!) Eeeee daha ne istiyorlarmış ki çocuklar; aç değillermiş, açık değillermiş. Ve bunca şeyi öğreniyorlarmış anne babalarından. Büyüdükçe, öğrendikleriyle yaşar olmuşlar. Anne babaların merak ettiklerinin dışında bir şeyleri MERAK ETMEMEYİ kendilerini İFADE EDECEĞİM diye boşa zaman harcamamayı, büyüklükle küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini(!) yaşar olmuşlar. Her şeye hakim olmayı istemekle, bir hakim bulabilmenin çabası i- çerisinde MUTSUZ olmayı öğrenmiş çocuklar, çocukluklarında… İnsan kişiliğinin % 35’ini anne ve babasının kromozomlarından alır. % 25’ ise henüz anne karnındayken yaşadıkları belirler. % 30’unu ise 22 okul çağına kadar ki yaşadıkları olaylar belirler. Geriye kalan % 10’luk bölüm ise sonrası hayatına bırakılmıştır. Türkiye tüm kurum ve kuruluşlarıyla problem yumağı olmuş bir ülke konumunda. Herkesin, çözüm önerilerine dair nice görüşleri söz konusu. Ancak bütün bu görüşlerin ortak özelliği “insan” merkezli olmayışı. Özellikle en temel yaklaşım “ekonomik insana” dair tezler üzerine kurulu. Bu ülkenin iki temel kaynağı söz konusu: birisi insan, diğeri toprak. Her ikisinin ortak özellikleri uzunca yıllardır nadasa bırakılmaları. Batı dünyası bütün kurum ve kuruluşlarıyla “moleküler” düşünceler üretip, didik didik ederken bilimsel bütün yaklaşımları... Bizler hala “satıh” kabilinden yüzeysel gündemlerle gün tüketmekteyiz. Geleceğimiz için “Çocuk ve Gençlik” açılımları üretmeliyiz. Nasıl bir geleceğe talip isek artık o yola yönelik bütün arayışlarımızı belirlemeliyiz. Çocuklarımızın geleceği aynı zamanda toplumumuzun da geleceği olacaktır. Hatta insanlığın geleceği... Biz bu çalışmamızla “insan merkezli” bir yaklaşımla ülkenin problemlerine bir bakış açısı getirmeye çalışacağız. Bu arada “İnsan”a tanımlama getiremez isek de tüm iyi niyetine rağmen hayata dair yorumlarımızın haybeye olduğunu da vurgulamak zorundayız. O halde insan başarı denklemine, mutluluğa giden yol tarifini veremez isek yeni bir akıntıya karşı kürek çekme sınavından başka bir şey yapmamış olur, laf kalabalıklarından birini de biz üretmiş oluruz. İnsanımızı ıslah edici bir programa adım atamak zorundayız. Bunun için bireyi hedef alarak, toplumun en küçük nüvesi olan “Aile” kavramını yeniden imar etmekle işe başlamak durumundayız. İlk önce ailenin en hassas dengesi “anne”lik mesleğini ehilleştirmeliyiz. Hep dile getirilen “Türkiye’nin sorunu eğitim sorunudur” betimlemesinin mihenk noktasına “kadın ve anne” kavramlarını oturtmalıyız. Kadın ve aile aynı zamanda mutlu ve başarılı çocuklar için ortam ye- 23 terliliği demektir. Bireyin oluşa geldiği ilk kurum olan “Aile”nin imarı, sağlıklı bir toplum olmasının da ilk koşuludur. Aşağıda sıralayacağımız biline gelen hususlar temel prensiplerimizdir. Bu akışkanlığın ciddiye alınması gerekir. Bu bir illiyet bağıntısı silsilesidir. Eğer bir çocuk ELEŞTİRİLMİŞSE, kınamayı ve AYIPLAMAYI öğ- renir. Eğer bir çocuk KİN ORTAMINDA büyümüşse, KAVGA etmeyi öğrenir. Eğer bir çocuk ALAY edilip AŞAĞILANMIŞSA, SIKILIP UTANMAYI öğrenir. Eğer bir çocuk UTANÇ duygusuyla eğitilmişe,kendini SUÇLAMAYI ögrenir. Eğer bir çocuk övülmüş ve beğenilmişse,TAKTİR etmeyi öğrenir. Eğer bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyümüşse, ADİL olmayı öğrenir. Eğer bir çocuk güven ortamı içinde yetiştirilmişse, İNANÇLI olmayı öğrenir. Eğer bir çocuk kabul ve onay görmüşse,KENDİNİ SEVMEYİ öğ- renir. Eğer bir çocuk aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse,bu dünyada “mutlu” olmayı öğrenir. Duygusal ve ruhsal yapısı sağlıklı olarak inşa olmuş birey; akıl,inanç ve sezileriyle kendini geleceğe hazırlayan bir toplumun asil unsurudur. Türk insanı olarak hayatı yalnızca batı penceresinden yorumlama hastalığını üzerimizden atmamız gerekiyor. İnsanlık aleminin mensupları olarak yalızca tek yönlü yorumlarla değil de bir bütün olarak “gezegen insanı” olarak hayata, “emaneti üstelenmişler” noktasında yaklaşmalıyız. 24 UNUTMAYALIM! Unutmayalım; unutmak ihanettir, unutmak sevdaları... ... Hainlerle doldu yeryüzü; insanlığa ihanet edenler, işgal ettiler, dünyanın başkentlerini... Cinayetle başladıya hikayesi insanlığın; geleneğe devam! En kolayı öldürmenin çocuklara... Çürük binalar yap! yıkılsın, altında kalsınlar. Aç bırak! Seslerini nasıl duyursunlar? Yağmur ol yağ bombalarla. Kefensiz gömülsün, minicik elleri! Annesiz bırak, babasız, diri diri gömülsünler! Sevgisizlik mezarlığında, acımasızlık taşını dikin başucuna! 25 En moda ölüm biçin onlara; hele ki müslüman çocuklara. Mazeretiniz olsun petrol kuyuları, gayri safi milli hasılalar! Siz hala bir çocuk öldüremediniz mi? Beceremediniz mi? Üzülmeyin cinayetten pay almak çok kolay! Susmanız yeterli! Görmezden gelmeniz cinayeti! Ya da çalın hayatlarından! Öldürmek kadar kutsal, hırsızlık. Marka marka kemirin, çocukluk düşlerini! Okutun, yetiştirin, onları da ihanet şebekesine, kaydettirin! Öldüremediklerinizi, kendinize benzetin! Önce unutmayı öğretin. Kendileri olmayı bilmesinler, unutsunlar insanlığı! 26 Şen kahkahalarla başlayın derse, girsinler kümese! Yemleyin; dizilerle, filmlerle! Banane demeyi öğretin, sokakta bir kediyi tekmeletin! Sanane desin ardından! Bencil olmayı öğretin, adına da kendi ayaklarıyla durmasını, öğrensin deyin! Merhamet musluklarını kesin, ağlamayı hemen kessin! Ağlayan çocuk, dil kullanmakta aslında, itiraz etmekte yanlışa. Sesinizi yükseltin, soru sormasına asla müsaade etmeyin! ... Dünyanın masumlarını, çocukları... Nasıl bir canavara dönüştürüyoruz, asla bilmesin! Ona çocukluğunu unutturun, İşte bu! Asıl akla gelmez sorun! 27 Misal, Hitler çocuk değil miydi? şimdilerin Esedi, Putini? Tarihteki onlarca zalimin hikayesi, büyümüş çocukların, küçük çocukları katli! ... İnsanlık sevdası lazım bize, hafızası kaim! Unutturmayın asla çocuklara, çocukluklarını! ... Nerden bilsinler, korkmayı, sevmeyi, nefreti? Emerler annelerinden süt gibi, dünyanın bütün çocukları, her bir kelimeyi! ... Ya çikolata tutuşturun ellerine, ya yetim deyip geçiştirin... Onları sömürün, taze etlerini kemirin! Okullar kurun, mezar misali bedenlerinde, insanlıklarını kurutun! 28 Beşeri ideolojilerinizle, Rablerini unutturun! Deliler gömleği giydirin, ergenlerine. Tornadan geçirin, hepten tesviye! Nasihat edin veresiye! ... İçimdeki çocuk yazdırdı bu satırları! (Satırbaşı;) çocuk ruhlu olanlara, okutun sizde; bu yazılanları çocuk kalanlara! Ya da başlar satır altında! HİÇ, “BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” Okumayan, okuduğunu anlamayan, anladığını yorumlayamayan bir topluluk oluverdik. İddia ediyorum şu kitabı dahi okumaya gayret edenler en azından bazı kelimeleri anlama konusunda bana bile kızacaklar, “Türkçe” yazmalıymışım diye. Çünkü insanımızın günlük kelime kullanım sayısı diplerde. Neyse sözüm bu arkadaşlara değil zaten. Anlamaya gayret edenlere olacaktır. 29 Rönesans’a kadar “medeniyet” kaşesini bizim düşünce iklimimiz üstlenmiştir. Sonrasında maalesef ki diğer yitik medeniyetler arası- na bizlerde dahil olduk. Ancak bir gerçeklik ifadesi olarak belirtelim ki bizim “medeniyet” anlayışımız “nur”un tamamlanması statüsünde olduğundan henüz söylenesi sözümüz vardır. İçinde bulunduğumuz ahval keyfimizi kaçırmasın. 18. yy. sonra “medeniyet” ile tanışan batı bunun keyfini nimetlerden istifade noktasında bir müddet daha yaşasın. Rönasans devrinde, Copernic Dünya’nın Güneşin uydularından biri olduğunu anlatırken Ptoleme’ninde dünyasını karartmış oldu. Yeryüzünün, evrenin merkezi olduğu inanışı yeni tartışmaları getirdi. Galilee ile Coprnic’in iddiaları pekiştiren kilise ilk ciddi paniğini yaşamaya başlıyordu. Aristo’nun Saint Thomas D’aquin, Dante’nin dünyaları da kararıyordu. Marco Polo Asya’nın kudretini Batı’ya aşılarken, Colomb, Gama yeni maceraların, havarilerin, fatihlerin sayısı artırıyordu. “İlim” tarihte ilk kez Hıristiyan “batı”nın damarlarında dolaşmaya başlamıştı. Gütenberg matbaasıyla ilmin “iletişimini” sağlıyor, Machiavel, Copernic, Luther aydınlanma çağının havarileri olarak “tanrı”, “melek” yada kutsiyet ifade eden kavramları “batı”lı insanın gündeminden çıkartıyordu. Kilisenin otoritesinin bitişi “Avrupalı milletleri” tarih sahnesine alıyordu. Tanrı makamına “ modernite ve teknoloji”ve kutsallaştırılmış bilgi oturtulurken İsa ve Meryem ancak foklorik bir ritüel olarak kentin ara sokaklarında ya da bir yerlerin sıkılmışlıklarında bir sığınak dokusu olarak anlam ifade ediyordu. Endüstriyel ekonomi insanı şekillendirirken “İsa inancı” dahi, “üretim ve tüketim” sarmalında ancak kendine yer bulabiliyordu. 30 İnsan, felsefe ve bilim arasındaki tartışmalar bireyin huzursuzluğunun yeni sebebidir. Aldatan bilim bütün insanlığı kuşatmıştır. İnsanlığın tesellisi yada avuntusu teknoloji ile eşyaya verilen yeni şekillendirmelerdir. Sanat,şiir gibi avuntular, fazilet ve güzelliğin önüne geçti. İrade faziletin unsurlarından sayılarak yalnızca “dünya nimetine” yöneldi. Makineleşmeyle birlikte insanı yeni bir “yeryüzü hakimiyeti”mücadelesi bir kez daha şekilleniyordu. Bir “ölümsüzlük” kalmıştı ulaşılması gereken tek ütopya. İdeolojiler son yüzyılın yeni dinleriydi artık. Pascal ve Descartes’le birlikte, bir fikrin açıklığı onun doğruluğu için yeterli sayılıyordu. İdeolojiler, zekanın fantezileri akla uygunluk çerçevesinde hayat tarzı için esas teşkil ediyordu. Oysa bir medeniyetin sürekliliği, salt felsefi prensipler üzerine değil yaradılışın gereği olan fıtrati iman ve çevresinin ilmi kavramları üzerine kurulması gereğine bağlıdır. Volteire ve ansiklopediciler akımı Adam Smith’in görüşleriyle yeniden tanımlanırken bir kısım insanların zenginliği insanlık aleminin hürriyet ve mutluluğun ön koşulu haline getiriliyordu. Küreselleşme dininin temelleri iyiden iyiye pekişiyor bu dinin yeni peygamberleri olarak ta “iş adamları” statükolarını perçinliyorlardı. Popüler kültürün yıldızları yeni dinin yeni ilahlarıydı. Lavoisier modern kimyanın başlangıcını yaparak yeni bir “ferisiler” dönemi “modern illüzyon” ile betimliyordu. Bağımsızlık, refah, hürriyet, bilimsellik, demokrasi yeni dinin amentüsünü içeriyordu. Bütün bunlar “çağdaşlık” ambalajında tek seçenek olarak sunulmaktaydı insanlığa. 31 Aristokrasi, burjuva ile askeri ve kilise feodolitesi ise yerini kapitalist feodileteyle yer değiştirdi. Ekonomik liberalizm ahlaki manipülosyonlara yol açıyor “uygar insan” terimi yeni dinin “müminlerinden” sayılıyordu. “İyi ile kötüyü ayıran denge” ideolojilerin, kaprislerin ve enaniyetin ihtirasları karşısında yitirildi. Bireysel dünyalarında iç disiplinleri kalktı. Vicdanın yerini kanunlar, polisler ve silahlı kuvvetler aldı. İmaj en ö- nemli kavramdı. “Algı” ve “olgu” ise tek hedef. Doğruluk, şeref sorumluluk, saflık, kahramanlık, arkadaşlık, kom- şuluk gibi kavramlar ancak övgü içerip, gerçek hayatta anlam bulamayan terimlere dönüştü. Yeni yaşam alanları modern hapishanelerimizdi. İnsanat bahçeleri kuruldu, şehir şehir... Toplumsal çarelerin yetersiz arayışları bireyi kendi kabuğuna yöneltirken “ben merkezli” kişilikler gelecek nesiller içinde sağlıklı emareler taşımamaktadır. Ruhsal tedavi merkezleri uyum rehabilatasyonları için istasyon hükmüne girdi. Modern devlet anlayışı ise yalnızca mülkün, banka, endüstri ve ticaretin koruyuculuğuna kilitlenince “vatandaş” ise yalnızca “tüketici” kimliği ile “istatistik” verileri açısından anlam ifade etmeye başladı. Yasama – Yürütme – Yargı ile Askeri – Siyasi ve Ekonomik olu- şumların tezatları bireyi hep “çarkın dişlisi” konumuna itekledi. “Global Kaosçu Düzen” bu yüzyılın genel adı oldu. “Demokratik Hürriyet”, hakları kutsanmışların genel insan kitlelerine empoze ettikleri kocaman bir yalandan ibarettir. Sosyal uçurumlar kurulu düzenlerin yaşama şartıdır. Fransız ihtilali, hem aristokratlara hem de proterlere karşı idi. Sonucunda ise burjuva bu kavganın gerçek hakimi olarak “galip” hanesine adını yazdırdı. 32 Türkiye öncelikli olarak “psikolojik yaşı 10’u” geçmeyen insanların “oy”larıyla geleceğini yönlendirme hastalığından kurtulmalıdır. Yöneticilerini ilmen – ahlaken rüştünü toplum nazarında belirlemiş yerel adaylarını bir takım üst kıstaslarla belirleyip meclisinin dokusunu öyle belirlemelidir. “Kaosçu düzenin” kurmayları olan kendi burjuvasının etkisinden kurtarmak istiyorsa önce “seçme ve seçilmenin” gerekleri ü- zerinde kafa yormalıdır. Gerçekte “insan hakları” denilen bir kavram yoktur, modern anlayışta. “İnsan ihtiyaçları” esas teşkil eder, insan haklarına. Önce bu ihtiyaçların akıl – inanç – bilim adamlarınca ortak platformda ele alınması gerekir. Türkiye olarak nasıl siyasi bir meclis oluşturuyorsak acilen “ilim meclislerini” de tesis etmek durumundayız. Yani istişare heyetleri. Çö- züm siyasi değil, insani olmak durumundadır. Siyasilere düşen görev ise kendi “insani” davranışları ile topluma “örnek” olmuşluklarında yer bulacaktır. Rol model olmalıdır; yönetici ve liderler. Hayat yolunda Türkiye olarak artık pusulasız gitmemiz söz konusu değildir. İçinde bulunduğumuz buhranlı günlerde panik yapmadan “tarihin muhasebesini” yeniden ve objektif olarak yapmamız gerekmektedir. Ve her şeyden öteye Türkiye yeniden tüm kurumlarıyla bir barış ortamı kurmalı öncelikli olarak da “Allah” ile barışmalıdır. Ya da nasıl bir “Allah”a inandığını tespitinde bulunmalıdır. Son dönemlerdeki “dinsel” pazarlamanın önüne geçilmelidir. Allah’ın dinine karşı oluşturulan şer güçlerin güdümlediği Paralel dini yapılanmalar İslam’ın en tehlikeli rakipleridirler. Kozmik kanunların, kimyanın, fiziğin, hücrenin sahibi “yüce yaratan” ile onun yarattıklarından bir tanesi olan “insan”ı tekrar bir araya getiren “sulhun” ilk adımlarını atmakta biz Türk toplumuna önemli 33 adımlar düşmektedir. Tarihi misyonumuz bize bu sorumluluğu haklı gerekçelerle yüklemektedir. Ordu, üniversite, idare, adliye çevrelerindeki, tehlikeli rakiplere karşı girişilen tavırlar bire bir anlatıma indergendiğinde mantıklı kar- şılanacak sosyal hadiseler değildir. Ancak “mayası bozulmuş” insan çekirdeği etmen yapılarda tehlikenin boyutlarını da göz önüne koymaktadır. Maalesef ki bir ideale bağlananlar, çıkarını gözetmeden çalışanlar, iki yüzlü yada deli olarak algılanmaktalar. İnsanların kalbinde iyilik yapmak, dürüst kazanarak çalışmak de- ğil de maddi menfaat sağlama kaygısı yerleştirilmektedir. “Kar tutkusu” paranın iktidar sağladığı bir sürece sürüklenmiştir. İstenenler sıradanlaş- mış, para ise araç statüsünden sıyrılarak amaç konumuna yüklenmiştir. Suç ve ceza oranındaki adaletsizlikler sosyal dokuyu zedelemiş, aile kurumu parçalanma aşamasına getirilmiştir. Helal ve haram dairesi yerini getiri-götürü hesaplarına bırakmıştır. Besmele başlangıç cümlemiz olmaktan çıkmıştır. Türkiye’deki ceza evlerinin kontenjanı 60 bin kişidir. Oysa parçalanan dokusu sayesinde sokaklarda salınan kimsesiz çocuklarımızın sayısı 200 bin civarındadır. Birer potansiyel suçlu konumundaki bu insanlarımız yarının ciddi tehlikelerinden birini oluşturmaktadır. Halbuki bu 200 bin çocuğu “geleneksel devşirme” ile silahlı kuvvetlerimizin alt yapısına indirgesek hem profesyonel orduya geçişi sağlayabiliriz, hem de şimdiden geleceğe yönelik bir tedbir zincirinin de ilk halkasını oluştururuz. Bireysel yaşantımız amaçsız ve disiplinsiz olunca topyekün olarakta eğlence batağına akmaktayız. Bu ise bizleri tembellik, uyuşturucu ve alkol, fuhuş ortamına keyifli fakat bencil bir hayata yönlendirmektedir. Yaratılış kanunlarına ters olan bu yapılanma bizleri topyekün bir yok oluşa da sürüklemekte, insanlık bu girdabı savaşlarla çözmeye çalışırken dünya “uygar görünümlü, barbar insanların” dünyası olmaktadır. 34 Modern diye lanse edilen toplum ilk önce insanın asli unsuru “kadının asli fonksiyonunun” ne olduğunu ortaya koymalıdır. Kadın tüketim toplumunun metası olmaktan kurtarılmalıdır. Kadının insan olarak zihni ve organik gelişiminin “annelik duygusuna” yönlendirilmesi gerekir. Burada kalitetif bir anlayışla “eş” ve “anne” kavramlarının altının doldurulması gerekir. Hedef sağlıklı nesiller olacağına göre, sağlıklı gelecek için konsessüsünüz olmalı. Burada sorgulamadan edemiyorum, başörtüsü yasağının arkasında yatan düşünceyi. Otomobil sahibi olmayı, hayvan yetiştirmeyi ciddiye alan modern toplum gelecek nesillerin taşıyıcısı olan genç kızlara karşı aynı özeni ne zaman gösterecektir. Acaba okullarımızda “potansiyel anne ve babaların” eğitilme süresine ne zaman ihtiyaç duyacağız? İdeal eş, ideal anne, ideal baba sürecini ne zaman başlatacağız? İdeal meslek erbabı kadar “ahlaklı meslek erbabı” odak noktamız olacak mı? Bir eğitim ihtilali ile okulları kuru kuruya diploma ve sertifika ü- reten üzüntü fabrikaları olmaktan çıkartıp, ahlaki, entelektüel, estetik, mesleki ve ölüm sonrasına dair duygulara cevap veren “vicdani müesseseler” haline getirmek zorunda değil miyiz? İşte benzeri tarzdaki bir sorgulama mekanizmasının işletilme zamanını yaşamaktayız. Sorularımız ne kadar içten olursa cevaplarımız da o kadar berrak olacaktır. Her insanilik iddiasındaki “beyin” Türkiye ve İnsanlık geleceği için üzerine düşeni yapmak durumundadır. Ben bir birey olarak bütün hissiyatımla kuyuya taş atmaktayım. Düşünce havuzunda bir damla olmaktır, niyazımız. 35


 GLOBALİZASYON, BİREY ve DEVLETİN BEKASI Geleneksel toplum yapımızda istişareye önem vermek (danışmak), zorlamayı reddetmek, içtenlik ve merhamet zemini esas unsurumuzu oluşturmuştur. En büyük düşmanımız önyargı, en çok ihtiyaç duyduğumuz şey ise diyalogdur. Baskıcı yaklaşımların insanı ahlaksızlaştırdığı, ikiyüzlülüğe, samimiyetsizliğe ittiğini vurgulamamız yerinde olur. Siyasi ve askeri otoritenin kültürel inanç sistemimizi göz önüne alması, geleceğimiz büyük önem taşımaktadır. Birey esas alınmadığı takdirde toplumsal huzurun bozulacağı sonucu kaçınılmazdır. Yalnızlaşan insan birbirinden kopuk bireylerin oluşturduğu kaosçu bir toplumu var edecektir. İçinde bulunduğumuz savaş psikolojisi Türkiye’nin ve dünyanın büyük bir kültürel değişim sürecinde olduğunun da işaretlerini barındırmaktadır. Devlet fetişizmi, aşırı vatanseverlik bu psikolojik blokajda birtakım sendromların da ön habercisidir. İnsanın beş kutsalı, yani yaşam, mal, nesil, düşünce, inanç, ideolojik devlet anlayışıyla kutuplaşmalarda en fazla olumsuz etkiye tabi olan unsurlardır. Özellikle “özgürlük korkusu” bireyselleşmenin önündeki en büyük engeldir. Adalet ve güven duygusuna ihtiyaç duyulurken totaliter anlayış, birtakım yüce idealler adına bireyin gelişiminin önüne set çekecek, nihayetinde toplumsal infiallerin de ortaya çıkmasına engel olamayacaktır. Bugün dünya iklimlerine hakim olan anlayış, büyük bir güvensizlik ortamına mahkum olmuştur. Dünyanın gelişmiş ya da gelişmemiş tüm toplumları, oluşmuş ya da oluşturulmuş olan kaosun girdabında boğu- şurken gelecek korkusu değişik nedenlerle tüm insanları içsel bir paniğe sevk etmektedir. “Korku” ya da “beklentilerin” çeşitliliği artırılmıştır. 36 Maalesef ki bu gidişat bir şekilde sivil bir çatışma döneminin de alametlerini taşımaktadır. Birey olarak ele aldığımız insan düşünme ve duyumsama özelliklerini taşıyan bir varlıktır. İnsan oğlunun gezegenin en üstün varlığı olmasının özelliği güçlü olduğundan değil; akıllı olduğundandır. Akıl ise “irade” sahibi olmayı gerektirir. İnsan beyni kuru gerçekleri hipokampus bölümüyle kaydederken duygusal çeşniyi amigdal isimli hücreler grubuna kaydetmektedir. Yüz ifademizin şekillenmesine bu bölge yön verirken korku, öfke, heyecan; depresyon, neşe, sevinç gibi tüm kimyasal özelliklerin bir network mantığıyla burada kaydedildiğini de unutmamak gerekir. Beyne gelen uyarıları talamus bölgesi süzgeçten geçirir, bu bilgiler oradan beyin kabuğuna gönderilir. Duygusal şartlanmalara bağlı olarak bazı bilgiler doğrudan amigdala gönderilir. Çocukluk dönemlerinden korkutularak yetiştirilmiş insanların beyinlerinde böyle refleksler oluş- maktadır. Sormadan düşünmeden itaat etmek konusunda duygusal şartlanmalar meydana gelmektedir. ileri aşamada kölelik burada zemin bulur. ‘Sorma, düşünme; itaat et’ zihinsel şartlanması bilinçli bir eğitim ve öğretim metodolojisiyle çağımızın doğrusu olan ‘sorgula, düşün, uygula’ pratiğine yönelmesi gerekmektedir. ‘Türk’e Türk’ten başka dost yoktur.’; ‘Ya sev ya terk et’ gibi yüklemeler tüm iyi niyetli çağrışımlarla donanmış olmasına rağmen realite bunun böyle olmadığını tüm tarihsel dokusuyla ortaya koymaktadır. Önemli olan, özgüveni ve çevresine itimadı olan ve kültürel doğ- rularla donanmış olan birey, hamasetten kurtularak geleceğin dünyasını kurmak hususunda daha akılcı bir yol izleyecektir. Günümüzde savaşlar artık cephelerde kazanılmamaktadır. Sıcak savaştan öteye psikolojik savaş taktikleri bundan sonraki dünyanın haritalanmasında önemli rol oynayacaktır. 37 Defaaten belirttiğimiz gibi Türk toplumu olarak evlatlarımızı hangi ahlak ile yetiştireceğimizin adını koymamız gerekir. İnanca dayalı bir ahlak mı, geleneklere dayalı bir ahlak mı; ya da kurulu yapıların öngördüğü tek tip insan ahlakı mı? YENİ ANAYASANIN İLKELERİ BU CEVAPLAR VERİDİĞİNDE BELİRGİNLEŞECEKTİR: Bu arada insan davranışlarını paranoid, obsesif, püriten, narsist; anti sosyal tavırlara karşı hangi güdülerle kontrol altına alacağız? Özellikle kabul görmüş ve yetkiyi eline almış yönetici kesimi bu tür davranış bozukluklarına sebep olan ortamlardan nasıl uzaklaştıracağız. Aristo’nun, Sokrat’ın; Akşemseddin’in temsil ettiği akılcı ve duygusal gücü göz ardı ederek İskender’in ya da Fatih’in liderliğinin sonuçlarına toplumu hangi ortamda hazırlayacağız? Günümüz yönetim anlayışındaki parlamenter demokrasi tarzında gücünü halktan alan bir iradeye hangi verilere dayalı olarak değer aşılayacağız? İnsanın yetişme aşamasındaki şiddete maruz kalmasının etkilerini yetişkin insan statüsünde gördüğümüzde ve bu kişiyi yönetici vasfına oturttuğumuzda; yani kavgacı bireysel ilişkilerin profilini çizdiği bireyi hangi unsurlarla yönetici vasfına koyacağız? Modern bilim stresli ortamlarda yetişen neslin büyüme hormonlarına verdiği zarardan dolayı kısa boylu insanların ortaya çıktığını söyler. Günümüzün bilimsel ortamı sinir iletileri ve beyin kimyası ile dini ve ahlaki deneyimler arasındaki bağlantıyı bulmaya çalışırken hatta Profesör Andrew Newberg’in ‘Tanrının beynin sabit bir parçası” olduğu’nu öne sürdüğünde biz hala pozitivist bir anlayışın körelimini mi yaşayaca- ğız? Moleküler biyoloji ve genetik bilimdeki ilerlemeler her türlü duygunun genler tarafından salgılanan enzimler tarafından yönlendirildiğini söyler. Sosyal bilimlerle uğraşanlar, dolayısıyla toplum mühendisleri genleri dikkate almak zorundadırlar. Filhakika küreselleş- 38 menin tüm detayları tartışıldığı şu savaş ortamında psikolojik etkenlerin teknolojik etkenlerle bir arada tutulması gerekmektedir. Toplumların zihinlerine şekil verme ve zevklerini biçimlendirme amacıyla kullanılan psikolojik savaş yöntemleri artık stratejik amaçlıdır; bir kültürel savaştır. Sovyet manifestosunun, hakim unsur olan Batı blokuna karşı direnişini yitirmesinde, yani sembolik değerlerle ‘blueajean pantolon, ciklet”karşısında nasıl tarumar edildiğini de görmezden gelemeyiz. Batı değerlerinin ekonomik ve askeri üstünlük için bütün dünyaya ihraç edilmesi aynı zamanda batıdaki sorunların da tüm dünyaya yayılmasına neden oldu. Bireysel mutluluklar bozulurken “küresel kaos” da başlamış oldu. Düşünen beyinler ise bu kültürler çatışmasında ister istemez ‘tarihin sonu’ gibi, “medeniyetler çatışması” gibi birtakım handikap düşüncelere yönelmek durumunda kaldılar. İntiharların artması, yeni din arayışları, yıkıcı tarikatlerin ve satanizmin hızla yayılması; psikolojik savaş mağdurlarının durumu ister istemez bu kaosun en bariz göstergelerini oluşturmaktadır. Şu anda dünyada bir milyar üç yüz milyon insan açlık sınırındayken yani dünya nüfusunun % 20’si olan Batı toplumları dünya kaynaklarının %80’ini tü- ketirlerken bugün bu adaletsiz ve haksız tutumun küresel bir reflekse dönüşeceğini de göz önüne almak durumundayız. İsyan kapıdadır. Bu ise öfke topluluklarını çoğaltacaktır. Yakın zamanın gezi olaylarını bu açıdan değerlendirmeliyiz. Atın önündeki et ile itin önündeki ot öfke patlamasına gebedir. Adaletli bir global düzene ihtiyaç vardır. Toplumsal barış ve bireysel mutluluğun sağlanması için aklı rehber aldığını söyleyen batı 39 değerleri duygusal doğu değerlerinden ve doğu ahlakından yararlanma noktasına gitme yolunu arayacak mıdır? Bu uğurda doğu toplumları bunu gündeme taşıyacakmıdır. Cesur İslam alimlerine bu konuda büyük sorumluluklar düşmektedir. Kurumsallaşmış İslami yapılara...İslami dü- şünce akımlarına...gençlik ve kadın hareketlerine ihtiyacımız vardır. Bir İslam Unescosuna ne dersiniz? Güdümlü siyaset ortamları birtakım kirli ilişkilerin getirdiği ve yaşattığı vahşi kapitalizm realitesinin son marifeti olarak dünyayı bir ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ arifesine getirdiği şu ortamda bilim dünyası ‘’Genom Projesi’ ile evrenin sırları konusunda önemli adımlar atmaktadır. Yerimizi ve safımızı belirlemez isek ümmetin çocukları olarak çok dayak yemeye devam edeceğiz. Eğer kazasız belasız bu ortamları atlatır isek dünyanın geleceğini şu çerçevede görebiliriz: 1. İnternet değişik teknolojik buluşlarla daha da büyüyecek ve önem kazanacaktır. 3D teknolojileri ıskalanmaması gereken hedeflerdendir. Bu teknolojiye dayalı sinema ve internet oyunları çocuklarımızı şekillendirmede asli unsur olacaktır. 2. Yeni enerji kaynakları yeni teknolojilerin belirlenmesinde esas unsuru oluşturacaktır. 3. Beden gücünün yerini mekanik makinalar alırken bilgisayarlar zihinsel çalışmaların yükünü azaltacaktır. 4. Bilgi teknolojisi dünyanın her yerine yayılacak, aletler küçülecek (hatta bedeninizin içinde taşıyabileceksiniz) Cyborg’lar oluşacaktır. 5. Bağımsız bir dünya kültürü oluşacak, ara kültür ve dillerden ço- ğu yok olacaktır. Bu kültür hakim zihniyetin etkisinde şekillenecektir. 6. Akıllı evler oluşturulacak, büro gökdelenler gereksizleşecektir. İnsanlar kırsal kesimlere, tatil yörelerine yerleşecek, elektronik rahatlık insanı evinden dışarı çıkaramayacak; bir nevi modern hapishaneler olu- şacak, yeni bir yalnız yaşam türü oluşacaktır. 7. İnsan alabildiğine anti sosyal olacak, suçlarda artışlar oluşacaktır. 40 Gettolar ile merkezler aynı şehrin iki ayrı dünyasını oluşturacaktır. 8. Klasik zekaya dayalı eski tip okul eğitimi yerine paketlenmiş eğitim sistemi uygulanacaktır. Bu yaşam boyu eğitim düşüncesini yaygınlaştırırken uzaktan eğitim modeli tüm dünyaya egemen olacaktır. Formal eğitim ticaretin bir gereği olurken informal eğitim aynı zamanda bir kültür kuvveti olarak silahlı güçlerin uzantısı olacaktır. 9. Sanal ortamlar ve sanal gerçekler hayatın her alanına sahip olacaktır. İnsan tüketimleri (fizyolojik, biyolojik ve sosyal gereksinimler) daha endüstriyel formata dönüşecektir. 10. İnsanlar daha az bilecek; ancak bilgiye istediği anda ulaşabilecektir. Depolanmış bilgi kaynakları vasıtasıyla daha çok bilgiye ulaşacaklardır. Bilgi artık bir mal hükmünde olacaktır. 11. Bencilliğin yol açacağı kişisel çıkar tutkunluğu daha büyük toplumsal yaralara sebep olacaktır. Ayrıca bütün bunlar yaşanırken bir arayış modu olmak üzere din yükselen değerler arasında alternatif bir ö- zellik taşıyacaktır. Sertifikalı inançlar kendi yıldızlarını yaratacaktır. Bütün bu özellikler bireyin göz ardı edilmesinin geleceğin toplumsal dokusunun da tekrar olumsuzluklara gebe olacağının acı işaretlerini taşımaktadır. İlla ki devletten ve toplumdan söz ediyor isek olması gereken şekil apaçık şu hali içermelidir. Bir devletin şekillenmesinde ilk etapta belirli bir kavmin ağırlıklı rol oynayacağı şüphesizdir. Ancak devletin akibeti bir ırka dayalı anlayış ile götürülemez. Bir felsefenin, ideali, doktrini, akılcı bir programı olmalıdır. İktidarın ele geçirilmesi mutlak muktedir olmanın alameti değildir. Elbette ideal bir devlet fikrinin toplumda yer bulması için ırki özelliklere ihtiyaç duyulur. Ancak o toplumu oluşturan diğer katılıkcı mini 41 toplulukların da duyarlılıklarının göz önünde bulundurulması gerekir. Günümüz insan aklı işte bu noktada muhalefeti olması açısından demokraside karar kılmıştır. Beşeriyet ya da hümanizma artık ilahlık makamındadır. Devletin bir fiziki sınırı olduğu kadar aynı zamanda duygusal sı- nırları da söz konusudur. Belki arazi şartları ve coğrafi engeller, devletin sahibi olan topluluğun sayısı, teşebbüs ve hamle kabiliyeti etkin rol oynarken diğer komşu ülkelerin kriterleri de bu etkileşimde öne çıkar. Aidiyet duygusu vatandaşlığa dayanak teşkil eder. Çeşitli cemaatlerin ve toplumsal katmanların taleplerini kolektif bir akla uyarlayamaz isek bu birlikteliğin bekası da bir süre sonra tartışı- lır hale gelecektir. Muhalif grupların birbirini çelmelemesi bir süre sonra genel toplumsal huzurun da bozulmasına sebep olacaktır. Kontrollü bir iç muhalefetin varlığı devletin gücünü zayıflatmayacak, aksine çok seslilik adına artıran bir işleve sahip olacaktır. Devlet bu güç kaynaklarından istifade etmesini bilmelidir. Katılımcı bir sistem netliği belirlenmiş milli hedefler doğrultusunda ulusal çıkar politikalarıyla kendisine rota çizmeyi bilmelidir. Sosyal devrim bir toplulukta arzu, iştiyak ve hak talebinin doğmasıyla başlar. Ordu ve halk desteği aynı duyarlılıkta mutlak iktidarı oluşturur. Devlet olmak ise kaçınılmaz bir şekilde ağır ve hantal bir statü- koyu da beraberinde getirir. Devletin ilk kuruluş yıllarındaki törelerin muhafaza edilme arzusu modernize edilmez ise klasik bir devlet muhafazakarlığını geliştirecektir. Devletin üst yapısında oluşmuş olan bürokratik yapılanma ister istemez lüks ve konforun, israfa ve arpalıkları paylaşımı getirecektir. Bu kez açıkları kapatmak için yeni vergiler ve borçlanmalar devleti acz içine düşürecek, dışarıdan ve içeriden yükselen ciddi muhalif güçler devletin akıbetini sorgulayacaktır. 42 Devletleri insanların hayatına benzetmek gerekir. İşte burada birey her şeyiyle ön plana çıkmaktadır. Bireyin gelişimi ise dürüst ve cesur idarecilerin makro projelerle onun önünü açmasıyla olur. Bir taraftan savaş gündemimizi oluştururken öte taraftan yakın vadedeki arap baharının yeni konjoktürel yalpalanmalara yol açacağı gerçeği bizim için milat olma gerçeğinden hala uzaklaştıramamıştır. Avrupa Birliği dahi son dönemdeki çırpınma ve küresel bankerlerin istidap refleksiyle farklı ve ani bir değişime yönelirken Türkiye’nin artık basiretsiz ve ferasetsiz politikalara tahammülünün kalmadığının da acı bir gerçeğini bugün derinliğine yaşıyoruz. Hal böyleyken bu duyarsızlığın sorgulamasını da samimi olduğunu iddia eden insaf sahibi beyinlere havale ediyoruz. İNSAN, EKONOMİK DEĞER VE İSTATİSTİK İnsan nedir? Türkiye devleti yaşanmışlıklarında ya da yakın tarih adı altındaki geçmişinde; sermaye birikiminin sınırlı olduğu ve normal yollarla çok uzun zaman alacak olan büyük ölçekli girişimlerin yaratılması sürecinin ancak devletten transfer edilecek fonlarla mümkün olacağı bir sistem bir toplum tanımını ortaya koymuştur. Bu ise oluşabilecek toplumda ahlaki reflekslerden uzak, “rant”tan istifade edecek yeni bir sınıfın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İlay-ı Kelimetullah davasından uzaklaştırılan toplumumuzun genel çatısı değişik eğilim ve yönlemlendimelerle özellikle son dönemlerde kimseleri tatmin etmeyen tanımsız manada milliyetçilik, dindarlık ve çağdaş insan temeline dayandırılmıştır. Mevcut kaos bu üç sınıfın çatışması prensibine dayalı olarak bireyi es geçmiştir. Milli irade atanmışlar ve seçilmişler arasında sıkışırken 43 kolektif ruh anlayışı bireyin tanımlanmamasından dolayı topluma genel manada nüfuz etmemiştir. Bireyi hangi kültür ve ahlak ile ya da hangi normlarla ele alıp yetiştireceği noktasında toplum bir çelişkiye terk edilmiştir. Anne ya da baba olacak insanlar o anın heyecanıyla standartları icabı da anne karnındaki yavrunun psikolojisiyle uyarılırlarken doğum sonrası çocuğun şekillenebileceği terbiyenin tereddüdünü yaşamaktadırlar. Bir taraftan gelenekler bir taraftan dinsel öğeler bir taraftan milli strateji (kolonizasyon) nasıl bir insan tipinin ortaya çıkacağı noktasında büyük tenakuzlar resmeder. Haram helal, dini açıdan ifade edilirken seküler bakış açısı bunu iyi ya da kötü olarak betimlemektedir. Yalan söylemek, çalmak, aldatmak, iftira atmak, dedikodu yapmak gibi hayatın içerisinde yer alan kavramları hangi anlayışla çocuklara aktarmak durumundayız? Terbiye dediğimiz eğitimin en önemli unsuru olan etmeni hangi ahlaka göre tanımlamak durumundayız? Böylesi bir çocuk yetiştirme süreci ise bizi toplum olarak yetişen nesillerin normunda belirsizliklere itmektedir. Günümüzde modernlik, çağdaş olma, cesurluk ve özgürlük sembolleri altındaki insanlar uyuşturucu, fuhuş, kumar, alkol gibi hayatın gerçeklerinde belirsizlikler arenasını ortaya koyar. Dolayısıyla yönetimin bireye yönelik ortak akıl ve ortak vicdan ile yeni tanım belirlemesi gerekmektedir. Türk insanının genel dokusu hangi ilkelere göre belirlenecektir? Psikologlar genel insan davranışını bireye indirgediğinde empati kelimesini öne çıkarırlar. Kişinin kendini karşısındaki insanın yerine koyması... Psikoloji, sosyoloji, felsefe, mantık, teoloji, güzel sanatlar gibi bilim dalları kökenini insanda bulmaktadır. Oysa bu zamana kadarki genel 44 insan tanımımız ekonomik değerlerle ve istatistiki rakamlarla ifade edilmiştir. Bu da bir emtia raporunun analizi şeklinde görülen bir varlık olarak vahşi kapitalizmin süzgecinde ruhsuz ve hedefsiz bir insan kitlesi ortaya koymuştur. Yani yöneticilerimizin birinci görevi öncelikli olarak insan kalitesini yükseltmektir. Sonuçta enflasyon ekonomik kriz gibi kavramlar kısa sürede bertaraf edilebilir. Pekiyi bozulan insan dokumuzu hangi sermayeyle düzeltme yoluna gidebileceğiz? Bu soru bizi özellikle yedi yüz yıl cihanşümul özellikler içeren Osmanlı’nın yapısını irdelememize sebebiyet verir. Osmanlı yönetim itibariyle monarşik özellikler göstermesine rağmen sosyal dokusunda halkın kendi örgütlenmesini yapmasına da müsaade etmiştir. Loncalar, vakıflar, tekkeler, medreseler sosyal dokuya nüfuz etmiş günümüzün bir nevi sivil toplum kuruluşlarıdır. O halde günümüz Türkiye’sinin bir sivilizasyon hareketiyle tabana yayılması gerekmektedir. Yani bir tarafta devlet dediğimiz merkezi yönetim diğer tarafta yerel yönetim, bir başka tarafta ise halkın örgütlendiği sivil toplum kuruluşları... Misal; Bugünün Türkiye’sinin yalnızca İstanbul’undan yola çıkarak sosyal dokusuna baktığımızda tekstil egemen özelliğini hemen fark edebiliriz. Beylikdüzü’nden Tuzla’ya kadar olan yelpaze buram buram tekstildir. O halde tekstil sivil toplum dernekleriyle (İstanbul nüfusunun 2,5 milyonu direkt olarak tekstille iştigal etmektedir.) ilişkilerinin daha düzeyli olması gerekmektedir. Halkla bütünleşme adına ve halkın nabzını tutmak için bu tür derneklerin yönetimle doğrudan teması sağlanmalıdır. 45 IMF’ye,Nato’ya, Dünya Bankasına, Washinton’a, bağlı kulaklar bir an için yükselen feryatları bir duyabilseler! Temenni! ... Ah Temenni! ... “Bir kısım kendini değiştirmedikçe, Rab onları değiştirmez.” Ya... da... “Nasıl yaşarsınız öyle idare olursunuz.!” Sahi devlet neydi? Senin amcan, benim dayım, onun teyzesi! Kim imza atıyorsa o! Yani biz! Yani önce biz; yani önce “ben” adam olmalıyım! BİLİNÇLİ BİREY-BİLİNÇLİ AİLE-BİLİNÇLİ ŞEHİR-BİLİNÇ- Lİ TOPLUM-BİLİNÇLİ ÜLKE-BİLİNÇLİ İNSANLIK!!! ve İLLA Kİ ERDEM! 46 MATRUŞKA; PARALEL EGEMENLİK Ülkelerin iç düzenlerinde toplumla devlet arasına giren örgütlenmelerden beklenen, devlet egemenliğine paralel bir egemenlik kurulmasıdır. Paralel egemenlik demek, o ülkede yeni bir güç odagı olustururak, yeni ve etkili bir ortak yaratmak, erki anayasal sorumluluk tasımayanlara devretmek anlamını tasır. Vatandaslarda bu ikilemde büyük bir tenakuz yaşar. Kaos düzeninin filiz bulacağı ortam artık hazırdır.Yeni egemenlik, nüfuz alanı ile devletin egemenlik alanına galebe çalmaya başlar. Özgürlük gibi kutsal betimlemelerin arkasına sığınan emperyal güçler ulusalcılık gibi kavramlarında naif sıfat kazanmalarına yol açar.Milli bir kompleks toplumun tüm bireylerini etkisi altına alır. Paralel yönetimin oluşturulma süreci, ülkeden ülkeye uygulamada küçük değişiklikler göstersede, ana program değişmiyor.İçine sızılan devlet bürokrasisinin de yardımıyla, yaygın bir “medyatik” ve “enteklektüel” yedek güç operasyonuyla, Amerikalılar’ın “manufacturing public perception” dedikleri “kamuoyunun algılama silsilesini üretme” sü- recinde, aşamalar birbir geçilerek ülke insanları, aslında kendilerine benimsetilmiş olan düşünce ya da eylemleri, bizzat kendilerine aitmiş- çesine algılayıp- uygulamaya geçiyorlar. Beyin temizleme, beyne yeni algılama düzeneği yerleştirme, örgütleme, kimlik oluşturma ve eyleme geçirme süreci birbirini takip eden adımlarla gerçekleştiriliyor: -Kamuoyu oluşturuculara (bizdeki adlandırmayla) aydınlara, yazarlara, bilim adamlarına- yönelik içerde ve dışarda masrafları karşı- layarak, konferanslar, toplantılar düzenlemek. Katılımcılarla doğrudan ilişki içinde, ilgili ülke hakkında bilgi almak ve “düşünce” ve “örgülenme” özgürlüğü başlığı altında yeniden yapılanma düşüncesini kabul ettirmek. 47 -Alt örgütler yoksa, hemen Helsinki Nihai Senedi kapsamında Helsinki Yurttaşlar ve Ortak Zemin Merkezleri örgütlemek ve koşullar olgunlaştıkça, uzatan yönlendirilebilecek bir ilişkiler ağı altında insan hakları dernekleri ve benzeri örgütlenmelerin kurulması, -Yeni propaganda aygıtlarının (radyo, gazete, dergi, televizyon, internet yayını) devreye sokulması. Bilimsel magazinsel içerikli, insan hakları ilkeleri üstüne sürdürülen yayınların yoğunlaştırılması. İnsan hakları ihlallerinin yaratılmasıyla sürecin hızlandırılması. Gerekiyorsa toplumsal şiddeti gezi olayları gibi aktivitelerle meşrulaştırmak, etkisinden duygusal ortam yaratmak. -Casuslar yerine yayın muhabirleriyle yerinden bilgi elde etmek i- çin yaygın bir yayıncı eğitim programının gerçekleştirilmesi, -Bilimsel ve toplumsal konferansların çoğaltılması. Yerel vakıf ve “think tank” derneklerinin kurulması,( Genel manada yapılan bu de- ğerlendirmelerden tamamen milli hassasiyet içinde kurulan, faaliyet gösteren yapılar asla kastımız dahilinde değildir. Ancak temkinli olmak adına ülkemizin geleceği için hassas olmamız gerektiğinin altına vurguda bulunmak istiyorum.) -İşadamları derneklerinin, sendikaların kurulması, varolanların içine bilim danışmanlarıyla sızılması. Siyasi partilere eğitim programlarıyla, particilik dersleriyle yaklaşarak kadroların yönlendirilmesi gençliğin “düşünce özgürlüğü” ve “siyasi katılımcılık” propagandasıyla örgütlenmesi, -Gizli ve yarı gizli istihbarat çalışmalarının azaltılması, buna karşılık medya muhabir ağıyla açık ve yaygın istihbarat toplanması, olanaklıysa Amerikan televizyonlarının yerli şubelerinden yayına geçilmesi, eksik-yanlış bilgilendirmeyle kitlelerin yönlendirilmesi, yerel medya ile 48 eğitim-konferans-gezi düzenleyerek kalıcı bağlar oluşturulması, -Etnik kışkırtıcılık: Etnik ayrılıkları güçlendirmek üzere kültür anımsatma programlarına başlanarak yerel toplantılardan uluslar arası toplantılara adam taşınması, ulusal-bölgesel tarihin bütünleştirici özelliklerinin anımsanılarak, yerel tarih, yerel kültür araştırması adı altında en eskiye özlem yaratılması, -Yanlış ve eksik bilgilendirme: Kitlelerin akıl denetimlerini ele ge- çirmek üzere yoğun propaganda ve yanlış bilgilendirmeyle tarihsel devlet kurumlarının ve etnik sürtüşmeleri önleyen geleneksel kurumların yıpratılması, toplumsal kimliği karıştırmak için tarihsel ve toplumsal gelişim gerçeklerini bozarak yeni kimlikli topluluklar oluşturulması. “Dinlerarası diyalog” “hoşgörü” gibi programlarla egemen devletin seküler yaklaşımı ile mevcut dindarlar arasında polemikler oluşturulması, çatışmalar yaratılması.. -Yolsuzluk kampanyaları: Yerinden yönetim talepleri ile merkezi yönetim arasında ayrışmalar tesis edip, yolsuzluk olayları ile de topluma aşağılık duygusu yerleştirilip çaresizlik boyutunu yükseltmek. -İktisadi ortamı denetleme: Para piyasalarının uluslar arası spekülatör ve tefecilere borç ekonomisinin gereği olarak açılması, -Merkezi yönetime güvensizlik yaratımı: Kritik dönemlerde iktisadi bunalıma düşürülen sanayici ve üreticilerin konferans ve sempozyumlarla güvensizliklerinin artırımı, -İşadamlarının örgütlenmesi:Serbest Pazar veya serbest ekonomi söylemlerinin işadamları örgütlenmeleriyle kamuoyuna maledilmesi, -Ulusal sanayinin yıkımı: Ulusal iktisadın çökertilmesi için, ulu- 49 sal sanayileşmenin ve enerji kaynaklarının yıkıma uğratılması...Çevreci akımların üzerinden ulusal madenciliğin, doğal yakıt üretim kaynakları- nın ulusal egemenlik sınırlarının dışına çıkartılması, -Orduları ulusal kimliğinden koparma: Ordunun profesyonelleştirilmesi, ordunun günlük siyasi konuların içine çekilmesi, orduyu halkın hassas olduğu konularda taraf kılmak, -Silahlı gücünün zayıflatılması: Ulusal silah sanayini engelleyip, iktisadi bunalım bahane edilerek ordunun yenilenme alımlarının yapılmayışı, ulusal sınırların gevşetilmesi, -İnanmış örgüt liderlerinin yetiştirilmesi:Yeni ultra liberal önderlerle yeni partilerin kurulması; parti programlarının kışkırtmaya yönelik içerikte olması, -Ulusal bunalımlar yaratılarak,güven ortamının zedelenmesi:Sık sık iktisadi krizlerle bunalım aralarının azaltılması. Devletin gücünün gözüktüğü kaynakların yabancı sermayeye geçirilmesi.Yabancı sermayenin devletin imtiyazlı noktalarına yerleşmesi, -Ulusal üretim birimlerinin ele geçirilmesi: Ağır sanayi, enerji, iletişim kurumlarının özelleştirme programlarıyla terki, büyük projelerin ihlali... -Devlet yönetiminin kargaşayla ele geçirilmesi: Seçim darbesiyle egemen devletin ele geçirilmesi. Merkezi direniş durumunda kitle gösterileri düzenlenmesi. Etnik ya da mezhepsel kışkırtma ve çatışmaların körüklenmesi. -Belediye hizmetlerinin yabancı şirketlere devri: Toplumsal hizmetlerin karlılık adına devri; su-elektrik gibi kentsel işletmelerin devri 50 içinde düşünsel altyapının oluşturulması, -Kültürel kaynaşmanın yıkımı:”Çok kültürlülük” propagandasıyla ortak kültürün batının değerlerine açık edilmesi. Batının dinsel kurumlarının ulusal egemenlikten pay talep etmesi. -Federatif yapı için yasal düzenlemelerin alt yapısı hazırlanacak, bunun içinde şiddet olayları tertip edilerek gerekli ortam tesis olunacak; “dirty work” un bütün kuralları itina ile uygulanacaktır. -Ülke içinde benzeri faaliyetler yürütülürken insan hakları gibi kavramlar dışarıdan empoze edilip uluslar arası kamuoyunun edinim şartlarından da istifade olunacaktır. -Etnik ve dinsel ayrışımların sermayesi ise parasal ve siyasal olarak müttefiklerden temin edilecektir. Küllenmiş tarihsel acılar, çatışmalar temcit pilavı misali halkın gündeminde taze tutulurken, halkın milli benliği yabancı kültür ve düzenine özenme eğilimleri kışkırtılır. -İşin kaos boyutuna yakın komşu ülkeler çekilirken ülke yalnızlaş- tırılır. Yıllardır birlik ve beraberlik içinde yaşayan toplumlar önce ayrışır sonra da çatışır. SONUÇ: Batı kartellerinin eline geçmiş, enerji kaynakları, hertürden iç korunması kaldırılarak açık pazarlaştırılmış ve güvenliği Batı’nın ordularına terkedilmiş koloni halk! Ekonomisi yabancıların eline geç- miş, zayıflamış merkezi egemenliğiyle dış politikada karar yetkinliği bitmiş, dış dayatım kurallarına mahkum bir devlet, tarihsel ve kültürel egemenliğini yitirmiş, Batı’nın alt dereceli bir hizmetkarına dönüşmüş bir halk yığını...Azalmış olan yeryüzünün hammadde kaynaklarının keyfiyetli paylaşımı için haklı-haksız gerekçelerle dünya nüfusunun azaltılması adına demokratik katliamlar tertiplemek… 51

 NORMLARIN ÖNCÜLÜĞÜ VE ÖNCELİĞİ Bir atasözümüz der ki: “Bir adam yedisinde neyse, yetmişinde de odur.” Yine Cizvit papazları der ki: “Çocuğunuzu yedi yaşına kadar bize teslim edin; sonrasında sizin olsun.” . Şu ana kadarki yazdıklarımızda toplumu, insanlığı ve tarihi geniş bir perspektifte ele almamızın gerekliliğinin mesajlarını verdik! Aslında meselenin özü, bireydir. Tekil olarak insan; hatta bir ölçüde tüm 20. Yüzyıl ideolojilerinin açmazı da burada düğümlenmektedir. Herkes toplumu tarif etmeye kalkışmıştır. Toplumun nüvesi olan birey, göz ardı edilmiştir. Çağdaş insanlığın konsensüsü, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi dahi (niyeti öyle olmasına rağmen) yine toplumcu bir yaklaşım ortaya koymaktadır. Kavganın kökeninde aslında yaradılış, insanın kökeni, inancı veya felsefesi yatmaktadır. Tanrısalcı yaklaşım insanı bir kul olarak ele almakta, ödevler ve sorumluluklar yüklemekte; karşılığında ise dünya ve ahiret kavramlarıyla mutluluk ya da mutsuzluğa (cennet ve cehenneme) düçar kılmaktadır. Oysa Darwin’e dayalı düşüncenin ürünü olan manifestosu insanı sorumsuz kılmaktadır. Tabii bu arada hakim olan 20. Yüzyıl kültürünün kökenine temel teşkil eden Avrupa tarihini tüm açı- lımlarıyla görmek durumundayız. Örnek, bir Otuz Yıl Savaşları yalnızca Almanya’nın 24 milyon olan nüfusunu 4 milyona indirmiş; (O dö- nemde Osmanlı’nın başındaki Avcı Mehmet samur peşinde Edirne’nin derelerinde koşuşturmaktadır. Osmanlı’da içler acısı sonuna doğru pupa-yelken yol almaktadır.) Kral, derebeyi, din adamları üçgeninde bir kaos ortamı yaşanmıştır. O kaosun bugüne taşınan intikamı bir özlem uyandırmış, bu ise toplumsalcılığı ön plana çıkarmıştır. Empati denilen insanın bireyden toplum olmaya geçiş aşamasındaki köprü, bir inanca dayalı olmak zorundadır. Bu ise kendini karşısındakinin yerine koymak demektir. Kendinden sonraki aşama toplumsalcılığı doğuracaktır. İnsan toplumsalcılık aşamasına geçerken 52 doğa, toplum, zaman ve ego dörtlüsüyle bir kıskaç altındadır. Toplumun kuralları ve yaşanan zaman içinde bulunulan ortam tek başına dış etkiyi oluştururken yaradılışa dair bir kavram olan ego, bambaşka bir görünüm ortaya koymaktadır. Yani laboratuara sokulamayacak kavramlar insanın ruhaniyeti, maneviyatı, moral değerleri insanın gerçek şeklini ortaya koymaktadır. İşte 20. Yüzyıl düşünürleri bu soyut kavramları pozitivist amaçlarla es geçmişler; dolayısıyla 20. yüzyıl kaosunu oluşturmuşlardır. Sonuçta insanın mutluluğuna dair olan topyekün arayış cinnete dayalı bir toplum yapılanmasını ortaya çıkarmıştır. Türkiye’nin yakın plan ve yakın tarih görüntüsündeki skalası şöyle belirlenebilir. Medeniyet yitirmiş bir toplumun şaşkınlığı, çareler arayan bir aydın açmazı, tamamen kimliksizliğin verdiği bir bedbinlik, güncel yaşamı etkisi altına almış genç Türkiye adeta felçli bir vücut haline dö- nüşmüştür. Bütün organlar mevcut; ancak birbirleriyle ilişiksiz. Herkes iyi niyetli, çözüm önerileri ortaya koymakta; ancak körlerin fil tanımı gibi gerçekten uzak. Türkiye, sorunların çözümü noktasında adeta bir toplum mühendisliği mantığıyla nasıl bir birey yetiştirmek istediğinin kararını vermek durumundadır. Somut bir örnek olarak, Tekel’i vasıtasıyla sigara üreten, üretilmiş olan sigaraya da Sağlık Bakanlığı aracılığıyla “Sağlığa Zararlıdır” ibaresi bir çelişki mantığındadır. Bunu toplumun hemen tüm katmanlarına yaygınlaştırabiliriz. Çocuğu yetiştirirken önce aile içi hukuk olan anne babanın çapı, kültürü, vasfı belirgin rol oynamakta; hemen peşinden gelenek ve görenekler devreye girmekte, sonrasında toplumun denilen denizin girdaplarına çocuk terk edilmektedir. Bilimsel hiçbir veri burada aktif rol oynamamaktadır. Bir din ol- 53 gusu var ki tanımı bir türlü yapılamamıştır. Bir Diyanet mantığındaki resmi din anlayışı, hurafelerden örülü başka bir din anlayışı, Türkiye’deki tarikatlerin ve cemaatlerin algılamasıyla kendini gösteren bir başka din anlayışı, ilahi mesajlara dayalı gerçek din anlayışı arasında hakikatleri arayan genç bir beyini düşünün. Şöyle ya da böyle dinin normlarına ayak uyduran, ya da onu kabullenen genç beyin bu kez dış olguda laiklik kavramıyla karşılaşmaktadır. Hoşgörüye dayalı bir laiklik, hemen peşinden despotluğa varan laikçi bir tutum insanımızı sendeletmektedir. Yine ayrıca bu toplumun Alevi, Sünni gibi tarihsel kökenlere dayalı arayışları yine devreye girmekte, insanımız bir kez daha bocalamaktadır. Adeta herkes “sahibinin sesi” konumuna düşmektedir. Bu arada oryantalistleri, Tapınak şövalyeleri’ni, Armageddoncuları, Masonları ve bilumum komplocuları “dahili ve harici bedhahları” devreye koyduğumuzda yine kafalar karışmaktadır. Devreye girmesi gereken bilim maalesef üniversitelerin çatı altlarında kendine yer bile bulamamaktadır. Herkes bir şeylerin bezirganı konumundadır. Ayrıca ülkenin yaşadığı ekonomik ve sosyal dengesizlikler insanımızı ya kaderciliğe ya da isyana itmektedir. New York Times muhabiri John F. Burns’a göre Kürtler yüz yıllık hayallerini gerçekleştirerek bağımsız devletlerini çoktan kurdular. Saddam, Humeyni, Esed, Işid, Taliban gibi çıban mevzular ve Amerika kavramı arasında bocalayan Ortadoğu, bize “Misak-ı Milli”yi çoktan unutturmuş; adeta Türkler olarak Batı’ya çekilmeyi bir çözüm olarak göstermiştir. Başka bir gerçek daha yakın planda kapımızı çalmak üzere. Eğer son yüz yıl savaşlarının temelinde petrolün yattığı gerçeğini kabullenecek olursak bugün Orta Asya’nın Ortadoğu’ya alternatif yeni bir enerji merkezi olmasını bilmeliyiz. Rusya, Orta Asya’da atağa geçmek için yeterli imkan ve stratejiye 54 sahip değil. Amerika’nın stratejisi ise çok açık. Bölgeye yeni boru hatları döşeyerek Rusya’yı devre dışı bırakıp Uzakdoğu’ya açılmak. Bu ise oraların insan dolgusu olan İslami kimlikler üzerinde yine birtakım hesapların yapılmasını zorunlu kılacaktır. Bir Türkmenistan doğalgazı belki de Afganistan’ın yasal işgalini gerektirecek On Bir Eylül’ü doğuran en önemli unsurdu. Ya da bölgenin bir Afgan eroini ile yoğun bakıma alınması... Her gün yaklaşık otuz bin kişinin susuzluktan öldüğü dünyamızda yepyeni hesaplar bir şekilde yavaş yavaş gündemimize girecektir. Petrol ve su bundan sonraki ilk yirmi yıla damgasını vuracak stratejik kavramlardır. ve diğer nükleer yakıtlar. Toryum için Küreciğe yerleşen müttefikimiz aynı zamanda elbette tüp bebeği İsraili kollamayı hesaplarken geleceği de ıskalamamanın derdindedir. Dünyada cadı kazanı kaynamaya devam ederken Türkiye’nin hala “tavuk mu yumurtadan çı- kar, yumurta mı tavuktan” mantığındaki arayışları bu millete çok şey kaybettirmektedir. Zihniyet devinimi ve kültürel dönüşüm olmaz ise ha başkanlık sistemi ha başka şey; gerçeğimiz: Kölelik sistemi! Şu anki sükunetimizi öncelikli olarak borçlu olduğumuz tekstil sektörü halkın geçimini bir süreliğine daha üstlenecektir. Gerek bavul ticareti yoluyla ve gerekse sınır ticareti yoluyla halkın bireysel olarak geçimini sağladığı bu sektörler birçok üst hesabın boşa çıkmasını da sağlayacaktır. Ancak yakın gelecek dört ayrı kıskaçta Türkiye’yi ciddi tehlikelere sürüklemektedir. Bunlardan birincisi ekolojik çevre kirlenmesi ve erozyon, ikincisi tarımda yetersizlik, üçüncüsü enerji açmazı ve son olarak su kaynakları- nın yok olmasıdır. Bugünleri tekstilcilerin kişisel becerileriyle atlatan politikacılarımız, acaba yarınlara karşı nasıl bir hesap içindedirler. İhracatımızın 55 150 milyar dolar olduğu söyleniyor. İçindeki fatura dalaveresini geçecek olursak “kar marjını da” sorgulamalıyız. Etrafımızda oluşan savaş ekonomisinin getirileri ve kirli para trafiğinin getirileri milletimizin helal hükmündeki geliri olamaz. Kısa dönemli bu rahatlama bizim asıl rehavetimizin sebeplerindendir. Ayrıca adeta bir ver kurtul mantığıyla kendimizi AB kapılarına atmamız bir teslimiyetçiliği gerektirmeyecek mi? Kopenhag’ın, Maastricht’in kriterleri olur da Müslüman Türk’ün kriterleri olmaz mı? Evlatlarımızı yetiştirirken nasıl bir terbiyeyle yoğuracağımızı bir taraftan ele alıp diğer taraftan ise insan hayatının sınırlı, insanlığın ise çok daha uzun sürelere ihtiyaç duyduğunu bilmeliyiz. Şu anda atalarımız diye nitelendirdiğimiz bir dönem yaşayan insanların bize bıraktıkları doğruların ve yanlışların birikimlerini yaşıyoruz. Bu şu demektir ki torunlarımız konumundaki yarının insanları bizlerin doğrularını ve yanlışlarını miras alacaklardır. O halde tarihsel misyonu olan Müslüman Türk’ün kriterlerine rü- cu etmemiz gerekmektedir. Varlığımız ve geleceğimiz buna bağlıdır. Bizi bu zamana kadar oyalayan ve uğruna kavga ettiğimiz tüm lüzumsuz kavramları iğdiş edip kendimize yol açabilecek yeni ufuklar belirlememiz gerekiyor. Artık vicdanı olan, insafı olan, aklı olan herkesin ortak menfaatler hususunda Türkiye için bir araya gelmesi gerekiyor. Bir kısım aklı evveller bilmiyorlar mı ki kendi şahsi menfaatleri i- çin sattıkları bu ülkenin değerleri yok olduğunda onlar o menfaatleriyle hangi topraklarda, hangi bayrak altında yaşayacaklar? Efendileri bir sü- re sonra kendi emellerini gerçekleştirdiklerinde onları el üstünde mi tutacak? Filistin davası bunun açık bir ispatıdır. O halde çok ciddi bir muhasebenin yapılma zamanı gelmiştir. Ya bağımsız bir Türkiye ya da tarihin derinlikleri. Ayrıca unutmayalım mezarlıklar vazgeçilmezlerle doludur. 56 BİLMEK VE UYGULAMAK Başarılı bir mimar, öğretmen, hekim, tekstilci olunabilir. Ancak unutulmamalıdır ki bu özellik, ‘iyi insan’ olmaya yeter bir özellik değildir. Mesleki başarı ‘ideal insan’ı tek basma oluşturamaz- İnsanı asıl şekillendirmesi gereken laboratuara sokulamaz özellikleridir. Yalan söylemek, hilekarlık, uyuşukluk, gıybet, dedikodu, iftira gibi ‘kötülük’ ifadelerinin sonucunu - etkilerini fen, hukuk, ya da diğer modem ürünler somutlayamaz. Eski site, ortaçağ, liberalizm, marksizm insanlara hayatlarını geliştirebilecek yöntemleri sunamadıkları için birer birer çöktüler. Özellikle toplum olarak da etkisini yoğun bir biçimde yaşadığımız liberalizm insanlara dar felsefi görüşü, gerçekliğin adi yönlerini sunduğu ve aklı yanılttığı için kuzeni Marksizmle birlikte son dönem insanlığını da hüsrana uğrattılar. İçinde yalnızca aşk ve öfke unsuru taşıyan marksizm idealden öteye geçemedi. Çatışmaya dayalı muhteviyatı içeriğinde çok kompleks olan insan ruhuyla bir türlü uzlaşamadı. Oysa şahsi hayat ile sosyal hayatın prensipleri uzlaştığında bir yandan kişisel başarı diğer yandan gelişmiş toplum modeli ortaya çıkar. Bireyin ise kontrol mekanizmalarından öteye emniyete ihtiyacı vardır. Emniyet, yani güven ve adalet duygularının tesis edildiği ortam gelecek için duyulabilecek kaygıları da ortadan kaldıracaktır. İnsan davranışları korkular ya da beklentiler üzerinde şekillenir. Bunun kılavuzu ise kolektif bir ahlakın ve hayat anlayışının uzlaşışında yer bulur. Kadın çocuğunu yetiştirebileceği gereken imkanlara kavuşmalı, bir baba ise evine ekmeğini getirebilmek için çalışabilmeli ve insanlar yine ortak bir akıl ile de var oluş sebeplerini inanç, gelenek, bilim süzgecinde şekillendirmelidir. 57 Halbuki insanlık Rönesans’tan beri ‘medeniyet’ meşalesini üstlenmiş olan batıcı bakış açısıyla merkeze salt ekonomiyi koyarak zekayı, imanı, bilimi, dini, aşkı ve matematiği ‘bir tüketim paradoksu’nun içine yerleştirmiştir. Hayat hakkındaki yaklaşık fikirler yalnızca organik özelliklerimize indirgenmiştir. Sonuçta oluşan kısır döngü, toplam bir ‘cinnet insanı’ tipi ortaya koymuş, bu ise özellikle yüzyılımızı ‘felaketlerle iç içe’ yaşamaya mahkum bırakmıştır. Bu kez laboratuarlar tekrar devreye girerek ‘çözümsüzlüğe çözüm’ üretme arayışına itilişlerdir. Entelektüeller ise acziyet içinde ‘küresel’ bir savunu ile modernitenin ve teknolojinin bü- yüsünde yeni yok oluşlara kılıflar aramaktadırlar. Dünya merhamete dayalı yeni bir soluğa ihtiyaç duymaktadır.Çö- zümü ortak hayatta, insanların birbirlerinin hakkında aramak gerekir. Ortak hayatın şartları felsefi kavramlara göre değil, evrensel bilimin ışı- ğındaki verilere göre değerlendirilmelidir. Ekonomi çıkışlı insan değil de ‘bütün’ olan insana yükleme yapmak gerekir. Bu ise fedakarlık ve devrim sürecine ihtiyaç duymaktadır. İnsan tüketimlerinden olan alkolü bu çerçevede ele alabiliriz. Ekonominin ve endüstrinin bir gereği olan alkol, hayatın gerçeklerindendir. Oysa akıl, mantık, tüm bilimsel verilerle alkolün karşısındadır. Psikoloji, sosyoloji, mantık, felsefe, teoloji tüm verileriyle alkole karşı bütün itirazlarını ortaya koyarlarken ‘global kaosçu düzen’ alkolü hayatın gereklerinden biri haline getirmiştir. Bütün bu gereksinimlerine rağmen alkolü ancak kuvvetli inanç ile pasifize edebiliriz. Bunun başlangıç noktası ise kendilerini çocuklarına adayabilecek kadın ve erkek (yani insan) tipini ihdas etmemiz gerekiyor. Bir bilişsel faaliyet olan din duygusunu bütün etmenleriyle devreye sokmak gerekmektedir. Dini bir kuvvetler ayrılığı karmaşasına sokmaksızın 58 “insanın ruhsal ihtiyacı” kategorisinde görerek hayatta kurumsallaşması- nı gerçekleştirmek gerekmektedir. Sosyal hayatın bir büyük kurguda ve organizasyonda kavranması gerekmektedir. Bir zamanlar birlikte çalıştığımız, sıkıntılara birlikte göğüs gerdiğimiz ölüp gidenlerimiz de dahil olmak üzere tüm insanlık aleminin birer mensubu olduğumuzu ‘aidiyet’ duygusuyla algılamak zorundayız. İdeal insanın ‘insanlara faydalı olan’ olduğunu ve ‘güzel ahlak’ ile bezenmiş, ‘elinden, belinden, dilinden’ zarar umulmayan insan olduğunun da tespitinde bulunmalıyız. Doğa, toplum, zaman, iç benlik duvarlarıyla sıkıştırılmış insanın ‘bir yeryüzü cenneti arayıcısı’ olduğunu unutmayalım. Bilmeliyiz ki ‘Adem’ ne ise ‘ben’ oyum. Ancak kriterlerimiz farklıdır. Dedem, babam, ben ve oğlum sürecini aynı işlevde yaşayan insan, yarının toplumunu hazırlamak için bugünün gerçeğinde uzlaşma sağlaması gerekmektedir. Torunlarının hesabını yapan anlayışın ise evladını yetiştirmede organize olması gerekiyor. Kendi az gelişmişliğiyle ruh dünyası kararmış insanların tüm insanlık için bir yük olduğunun da farkında olmamız gerekir. Gelecek, bir ideal için bütün tehlikeleri göğüslemeleri gerekenlerin fedakarlıklarında saklıdır. Hiçbir şey yapmadan sürekli eğlence ve tüketim kıskacında ömür tüketen’yığınlar’a söylenecek sözümüz yok. Bilgelik emekli maaşlarına mahkum bırakılan hayatların eleştirilerinde saklı değildir. Tembelliklerimizi ve iştahlarımızın tatminlerini iptal zamanındayız. İnsanlık mesleğini yaşamak isteyenlere yol açıktır. Herkesin kendi hesabım vereceği gün ise çok yakındır. 59 YENİDEN BÜYÜK TÜRKİYE ‘Hiç ummadığınız zengin semtlerde bile kuvay-i milliye örgütlenmeleri gerçekleşiyor.’ Moralleniyosunuz biranda…Ulusal şuur ölmemiş, bu millet halen ayakya filan oluyosunuz…Ama kazın ayağının ısrarla perdeli ve paralel oluşu…’Hıımm’ diyosunuz…Yoksa bir bit yeniği durumu ile daha mı karşı karşıya geliyoruz? Peygambere hakaret bu insanlarında tüylerini diken diken etti mi? Kuvvacılıklarının manevi boyutunda Allah ve Resulu yer almakta mı? Laikçiliklerinin kamusal alanında din hala bir ritüel mi? İnanç derken İslamın amentüsümü, batı standartları mı? Cidden Vatan mı, başka uzuvların korkusu mu? Antiamerikancılıktan nasiplendiler mi? Emekli olunca erkekleşen birkısım paşaların durumu ne bu yapılanma içinde?.. Kuvva-i Milliyeci bu adam ve kadınların çoğu yabancı sermayeli şirketlerde, üst veya orta düzey pozisyonlarda çalışan, kredi ile aldıkları klimalı son model arabalar kullanan, tatillerini ya yurtdışında ya da tatil köylerinde geçiren, bu ülkenin şanslı evlatları. Çözümün Anadolu’da olduğunu haykırıp kendi insanını kapıcılığa layık görenler… İnsanlarının inançlarını küçümseyenler, Şehitliğe evet Amma şehit analarının örtü- süne hayır diyenler… Karhaneci Beyaz’ın İmamlığında reformist İslama hasret duyanlar… Bugüne kadar politika ve ülke meseleleri ile de, ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ cümlesinden daha öte ve derin bir anlayışla ilgilendiklerini görmedim. Neymiş efendim 200.000 sokak çocuğu potansiyel suçluymuş… Alkol, fuhuş, kumar sokaklara taşmış… Türk aile hayatı dejenerasyon sürecinde imiş…Ensest ilişki denilen çirkeflik realitemiz olmuş. Bilumum seksüel sapıklar haklılık derdinde... Bini bir paradan komplo teorileri efendiler bunlar… Bugüne kadar ülkedeki sorunları gözucu ile televizyon ekranlarından izleyen beyaz yakalı, beyaz Türkler kitlesi ; sorunun kapıya dayandığını görünce, hiç beklemediğiniz bir ruh haline bürünüyor. 60 Türkiye’nin beyaz yakalı burjuvazisi gittikçe ‘Kürtleri’, evini istila eden böcek olarak gören bir anlayışla ‘faşistleşiyor’. “Kürtler” ise mukadderatlarını ısrarla kendilerini ve kadınlarını cahil bırakan çürümüş gelenekselliklerine itiraz yerine batının aymaz taşeronu kızıl, kominist ve illa ki “Allah’sız terör örgütünün himmetine terk etmişler. Varsın bu arada yıllardır secdeye durdukları batı, dünya kamuoyu nezdinde haçlı seferlerinin startını vermiş olsun. Dani(bozuk)markası paçavra zihniyetiyle Allah Resulune hakaret etsin, İsviçre bebek katilini bilboardlarıyla yüceltsin; Norveçte mantıksız katliamlar bize fatura edilmeye çalışılsın, Almanta, İngiltere ve Amerika her daim bizi dinlesin... biz mal beyanlarıyla gün tüketelim. Oynanan oyunların hesabını kim verecek pek merak ediyorum. Amaaan çok mu önemli; iktidar olup, muktedir olamayan dostları ya da iktidar hevesleri kursaklarında olanları kongre ya da seçim heyecanları biraz daha oyalar…heyecan bir basmış ki sormayın… Ergenekon, balyoz, şike, paralel operasyon üstüne operasyon… ‘Faşiştleşme’ kelimesini; bu kelime ile lekelenmeye çalışan vatanseverleri muaf tutarak kullanıyorum. ‘Faşistleşme’; vatanı ‘senden’ olmayandan arındırıp, tek renkleştirmenin tanımıdır; ‘Milliyetçilik’ ise; vatanı bütün renkleri ile bütünleştirip, tek çatı altında toplamanın tanımı. Kültürel milliyetçilik! Diyoruz ki: bu ülkenin ortak paydasının genel adıdır Türklük… Mimar Sinan kadar Türk olabilmek…Tarihsel şemsiyemizin umum adı… İman ve ülkü kardeş- liğinde ayrım yoktur. Nasıl ki domuzdan post gavurdan dost olmaz ise… Alman Almanlığından, Fransız Fransızlığından vazgeçtiği gün biz de vazgeçelim Türklüğümüzden. Mümkün mü? Ne önemi var canım; büyüğümüz ‘diyalog’ diyor da başka konularda ‘Dut yemiş bülbül’… Kardeşe beddualı gazap dolu sözler! Hani nerde kürsülerde Allah Resulu için dökülen gözyaşları? Neden meydanlara nehir olupta taşmayan 61 sevda selimiz? Taş olmuş yüreklerimiz taş… İmam hatiplerimiz neden anlatmazlar Allah’ın dinini? Böyle bir ortamda; Ülkede yakın zamana kadar binlerce şehit verilirken; Bünyesinde çalıştığı çok uluslu şirketler ülke ekonomisini adım adım ele geçirirken; Hele ki Nato? Birleşmiş Milletler, hangi konuda birleşmiş? Ülkedeki siyasi yapı hallaç pamuğu gibi atılırken seyretmekle yetinen ve burjuva hayatından zerre ödün vermeyen beyaz yakalılar ve kahredici boyutta ki yalakalar; şehirdeki arazisinin ‘Kürtler’ tarafından istila edildiğini, annesinin çantasının kapkaç şebekelerinden birine kurban gidince tepki vermeye başlıyor. Ve bu tepki; ‘Vatana sahip çıkma’ içgüdüsünden çok, ‘Malına sahip çıkma’ iç- güdüsü ile çok sağlıksız bir boyutta baş gösteriyor. Malına çıkma da Mortgage tehlikesinden bizar… O kadar ki; Anadolu insanının köklerinde bulunan Milliyetçilik ve bu bayrağı taşıma iddiasında olan MHP gibi partileri bile solda bırakacak; faşizan bir ‘Ari Türkiye’ anlayışının tohumları bu süreçte ekilmeye başlanıyor. Ha bir de şu kamusal alan tartışmaları…Allah canınızı almaya salaklar güruhu… Plazalardaki yemek masalarında; ‘Bu adamlar iyice şımardı ve tepemize çıkmaya başladı, böyle giderse temizlemeden başka bir seçenek kalmayacak’ diyenlerden tutun da; ‘Abi bu ordu niye uyuyor; yok mu bir gecede bu adamların elebaş- larını yok edecek güç bu adamlar da?’sorularını soranlara kadar bir çok beyaz yakalı yalaka ile karşılaşmaya başlıyorsunuz. 62 Nedir bu kürt ve laz mafyası paradigması? Anadolu’nun özünden kaynaklanan, toprak kökenli Milliyetçilik’e alternatif; Metropolitan merkezli, mal kökenli bir ‘Ari Türkiye’ faşizminin ilk filizleri boy gösteriyor. İstanbul sermayesinin üst katları Anglo-Sakson-Yahudi efendilerinin koordinasyonunda, Kuzey Irak merkezli aşiret sermayesi ile derin bağlar geliştirirken;(Bavul ticareti ağırlıklı toz-toprak ticaretini es geçin efendim…Laleli parazadelerimi…Af buyur… Yeni yetme zenginler?) Bu sermayenin alt katlarında istihdam edilip;beyinlerini emperyalizmin uç noktalarında hizmete sunmaları karşılığında ülke standardının kat be kat üstünde yaşam imkanları sunulan beyaz yakalı yönetici kitleler ise; plazalardan sitelerindeki evlerine kadar olan yol üzerinde artık gittikçe daha fazla huzursuzlanmaya başlıyorlar. Bir yandan daha modern bir hayata sahip olacağını zannedip AB’yi destekleyen; diğer taraftan; yaşam alanı çeteler tarafından tehdit edilmeye başladıkça, ‘temizleyeceksin bunları bir gecede, rahat edeceksin’ demeye başlayan, kafası hayli karışık bir garip vatandaş türü ile karşı karşıya kalmaya başlıyoruz. Metrosexsüalite bir nev’i lightmen’ i yeni idol olarak betimlerken İslamcı camianın ‘cılığı’ Ali Bulaç- Ahmet Hakan polemiğini salyaladı. Sahi ya hangisi daha kolpa?…Papuçlarımın mü- nevverleri…Ya da Ankaranın taşları, gözlerimin yaşları…Şak şakçılar… Burada ilginç olan bir nokta daha var... Türkiye’nin plazalarında bu toprağın alışık olmadığı bir tür milliyetçilik serpiliyor ki; bu milliyetçilik Anadolu bozkırlarının, tarihten kaynaklanan, efsanelerinden entellektüellerine her şekilde donanımlı Milliyetçilik kültürünün ‘vatan-toprak-millet’ merkezli toparlayıcı özelliğini değil; ‘malıma mülküme zarar veriyorlar, ele geçiriyorlar’ tepkisinden beslenen, kaynağını Anadolu’dan değil, yabancı faşizan metinlerden alıp ezoterik imgelerle süslenen, ‘temizlikçi-saflaştırıcı’ bir 63 özellik taşıyor. Omuzlarında yıldızlar; Altlarında koltuklar; Türkiye’de sermayeden toprağa, siyasetten kültüre bir çok alt ve üst yapı Millet’in elinden uluslar arası çetelerin eline geçerken; hedefte sokak soytarılarını odaklayanlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin gördüğü en kapsamlı ihanet sürecini izleyenler ise; çocuklarımızın vebalini üstünde taşıyor. Gelecek bu vebalin altında hepimizi ezer dostlar. Cidden endi- şelerimiz derinleşmeye başladı. Bizim bu münevver duruşumuza karşın sizlerin desteği ise yalnız olmadığımız duygumuzu pekiştirecektir. Destek mi? Pardon yaa…Unuttum bi anda…Soru-yorum: Sizler Nasrettin Hoca’nın mı, yoksa Nasrettin Hoca’yı Timur karşısında yalnız bırakanların mı çocuklarısınız? Hade bakalım bu satırlar ne kadar titretti yüreğinizi? Biz ki dans ettik yine kelimelerle…Siz yoksa ekran karşısında obezleşerek dans edenlerden misiniz? UNUTMAYALIM! İnsanlık tarihi; husumet ve bu husumete bağlı sonu gelmez çatışmaların, kanlı savaşların yaşandığı acı dolu sayfalardan ibarettir. Bu savaş bir nevi; iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, hak ile batılın arasında cereyan ede gelmiştir. Zalim ve mazlum kavramlarını ortaya çıkarmıştır savaşlar ki; galip ile mağlubun dışında! Biz Türklerin İslam dairesine girdikten sonra batılının bizlere uyguladığı Haçlı Seferlerini unutmamız mümkün değildir. Her ne kadar günümüzde diyalog ve hoşgörü kavramları yerli yersiz, uluorta kullanılmaya başlandıysa da tarih bizlere karşı uygulanan zalimce sahifelerden ibarettir. Enson yitirdiğimiz devlet-i Osmaninin akıbeti ise ortadadır. Cumhuriyet tarihimiz ise batılının entrikaları ile kapkaranlıktır. 2. Dünya Savaşından sonra kapitalist ve komünist dünya arasında danışıklı oynanan soğuk savaş oyunları bittiğinde, dünya hükümranı 64 olarak bir başına kalakalan kapitalist zihniyet, kendisine bu kez hasım olarak eskimeyen düşmanını yepyeni bir şekilde dünya kamuoyuna ve pazarına sunarak azılı düşman ilan etmiştir. 11 Eylül kurmacası ile bu oyunun startı verilmiştir. Arkasından, yıllarca Kominist Rusların işgaline karşı destansı mü- cadele gösteren Afganistan fiilen bu kez batılı şer odaklarının ağabeyi tarafından haksızca talan edilmiştir. Irak üzerinden fiili ve kültürel olarak Arap coğrafyası… Arap Baharı adı altında romantik bir tezgahtır aslında! Suriye halkı kanlı iç savaş trajedisini hala yaşamaktadır. Suriye semalarında akbabaların uçakları fransız, rus, amerikan, ingiliz olup uç- maktalar...Bizimse dilimizde Vah, Türkmenler! Türkiyem üzerinden oynanan oyunun oyuncusu Komünist bir terör örgütü olan PKK ya ise Kürdistan hayali üzerinden bir başka böl-parçala-yut senaryosu uygulanmaktadır. Doğunun illerinin mahallelerinde mahalli olmayan şer güçler hendekten atlatmaya çalışmaktalar, “neresi doğru ki develeri”! Arakan’da hunharca yakılan Müslümanların sızısı Batılının fastfood köfte kokularından AVM koridorlarında ılımlı İslama konuçlanan bizlere ise ulaşamamaktadır. Sokak yaşamlarımızda; dinimizde ve geleneğimizde olmayan kavramlar boy göstermektedir; Ensest ilişki, homoluk, lezbiyenlik, zina, çocuk pornosu, alkol, faiz, uyuşturucu…Dedikodu, gıybet, iftira, yalan söylemek günah kabilinden değil sanki… Sokaklar dolusu ahlaksızlık terörü ile de günbegün vurulmaktayız. Her günah bir başka günahın tetikçisi...Çürümenin eşiğindeyiz! 65 “Oku” ile başlayan bir dinin müdavimlerinin hayatında kitap okumak insan ihtiyaç sıralamasında 235. sırada! Yazan ne kadar da az! Onun içindir alın yazılarımız başkalarınca yazılmakta! Batılının şer güçlerinin markalarınca hem ahlaken, hem iktisaden kuşatılmışız; birbirimizle dalaşmaktan fırsat bulup da bütün bu gerçekleri görmezden gelerek! Batılı şer güçler yeni düşmanını belirledi: İSLAM! Yani Bizler! Biz İslam mensubu kavimlerinde düşmanları ortada! Yani Bizler! Onlar dışarıdan, biz içerden birbirimizi kemirmekteyiz, tarihten ibret almadan! Müslümanlar laboratuarlara, kütüphanelere girmeli artık! Frekans, manyetik alan ve moleküler yapı odaklanmamız gereken üç kavram! “Müminler Kardeştir” düsturuyla asırlardır coğrafyaları şekillendirmedik mi? Nedir bu kavmiyetçilik hastalığı? Batı yalnızca bize düşman değil ki? İnsani olan bütün değerlerin düşmanıdır. Batılının günümüzdeki değerleri yeryüzünü talan etmedi mi? İki koca cihan harbine ne demeli? Teknoloji ile kendi ihtirasını biçimlendiren batılının bu batıl tavrı kendi insanlarını bile mutsuz kılmakta. New York’taki evsizlerin hali neden içini sızlatmaz şer güçlerin? “Yeni Dünya Düzeni” eskimeyen şeytani bir aldatmaca değil midir? Ya bu zalimin çizmesi altında onursuzca yalnızca sızlanarak yok olmayı bekleyeceğiz ya da yeniden İslam Medeniyetini ihya edeceğiz. İnanın İslam’ın şefkat eline Bolivya’nın, Şili’nin, Fransız’ın da çocukları- nın ihtiyacı var! Bir cinnet çılgınlığındaki batıyı durdurmanın tek çaresi Medeniyetimizin dirilişini gerçekleştirmektir. Bunun yolu ise artık çocuklarımıza kendi kültürel kodlarımızı yüklemlemekten geçer. 66 İLİM ile donanıp, KÜLTÜR ile içselleşip, SANAT ile tezahür,EDEBİYAT ile ifade etmeliyiz ki, İSLAM AHLAKI ile de EVRENSEL İNSANİ DEĞERLERİ insanlığın gündemine alabilelim. Kürt kardeşlerim! “Kürt sorunu” dediğiniz, Türkiye’nin olduğu kadar “Kürtler” adı- na konuşan birilerinin de sorunudur. “Kürtler”in her türlü insani hak arayışlarının yanında olduğumuzu deklare ederek diyoruz ki; BİZ Bİ- RİZ! Ancak kendimize de soralım; ne zaman ki bize öğretilen hissiyat ile ve bilgi ile 21. yüzyılda yaşadığımız bizlere unutturulmaktadır. Bir ortaçağ skolastizmi kürt kardeşlerimizin boyunduruğu olmuştur. Artık sorma zamanı gelmedi mi; Ne zaman ahlaken savunmaları mümkün olmayan önderlere ya da örgütlere bel bağlamaktan vazgeçeceksiniz? Türk hükümetlerinin “resmi tarihi”nden yakınırken, PKK ve uzantılarının söylemlerine teslim olmaktan geri duracaksınız? Ne zaman bizzat kendi aydınları tarafından ihmal edilmiş budunlarının acısını “Yeni Dünya Düzeni”nde var olabilmek için petrolsüz, doğalgazsız çabalayan kan kardeşleri Türklerden çıkarmaktan vazgeçeceksiniz? Bütün bunlar bir süreç meselesidir, gayret meselesidir. Bunu çözüm süreci olarak mı göreceğiz, çözülme süreci mi? Berdel, aşiret, kan davası, toprak ağalığı gibi köhne yapıların çözü- mü anadilde eğitim hakkı kadar öncelikli değil midir? Kürt sorunu deyip duruyoruz. Türkiye’de nitelikli “eğitim sorunu” bahsedilen terör meselesinden çok daha tehlikeli bir sorundur. Biz ilkokul seviyesindeki soruların içinden çıkamayan üniversite mezunlarımızla geleceği nasıl kurgulayacağız, bunu sorgulayalım! Bu çocuklarımız, batının kültür değerleriyle yetiştirdiğimiz çocuklarımız Güneydoğu da dahil olmak üzere, hangi sorunla baş edecekler? Hangi milli ve evrensel reflekslere sahip olabilecekler ki? 67 Türkiye’nin bir de 2023 hedefleri var. 2053, 2071! Evet… 2 trilyon dolarlık milli gelir öngörülüyor. Bunlar bizzat sayın Hükümet erkanı tarafından dillendirilen fevkalade sevindirici hedefler. Velâkin, ulaşılabilir olmaları için işgücünün istihdam edilebilir nitelikte olması şart. Oysa, eğitim sistemimizin nitelik ve nicelik olarak ne denli yetersiz olduğunu sağır sultan duydu. Melbourne Enstitüsü’nün 2012 raporu Türk yükseköğretim sistemini 50 ülkelik listesinde 46. sıraya koydu. İran bile bizden daha iyi durumda. Gençlerimiz hedeflediğimiz ligde rekabet edebilecek donanıma haiz değil. Astronomisiz kozmoloji, matematiksiz teknoloji, biyolojisiz çevrecilik, fiziksiz, kimyasız eskatologya, notasız müzik, tarihsiz siyaset… 21. yüzyılın “Türkiş” ütopyası. Barbyler, Bentenler, Spidermanler ve Mickey Mauslarla yetişen nesil! Ve bu uğurda dışarıya pompaladığımız yetim hakkı dövizlerimiz… Aklımızı başımıza toplamazsak terör filan değil, entel görünümlü cehaletimiz dağıtacak bizi! Dağılan bilyelerden son yuvarlakta siz olacaksınız kardeşlerim. Biz ortak yönlerimizi payda yapalım. Bu coğrafya dış dünya tarafından Müslüman Türk olarak bilinmektedir. Yurt dışına çıktığınızda bu ülkenin ateistide olsanız vasfınız Müslümandır. Çingene de olsanız, kürtte olsanız, çerkezde olsanız siz Türk vatandaşısınız. Bu coğrafyanın markası Müslüman Türk’tür. Birilerinin egosu tatmin olsun diye de 2000 yıllık Türk tarihini neden es geçelim ki ayrıca. Eğer “kürtçülük” ayrı bir alternatif olarak sunuluyorsa bü toprakların diğer insanlarını da çok daha fazla haklı gerekçelerle “Türkçülüğe” yönlendiririz ki; işte bu kardeşi kardeşe kırdırma mayasının tutması demektir. Bölünmek değil birleşmek kaderimiz olmalıdır. “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılmadıkça, parçalanırsınız!” diyen rabbimize kulak verelim. Birliğimiz dirliğimizdir prensibini unutmayalım! Evet, yeni kurulan devletimizin cumhuriyet hükümetleri çok bü- yük hatalar yaptılar. Jandarmanın dipçiği yalnızca sizin ensenize inmedi. 68 Hepimiz zulümlerden nasiplendik. Bizim sonu gelmeyecek kavgamız kimin işine gelebilir ki, bir baksanıza! Bizler evlatlarımızı yitirirken kimlerin kurşunlarını sıkmaktayız birbirimize? Ve asla sizin sesiniz olamaz batılının taşeronu olan bir terör örgütü! Mezarlarımıza bir bakalım, yan yana yatmıyor mu ecdadımız? Aynı türkülerle büyümedik mi? Aynı sokaklarda kirletmiyor mu çocuklarımız kıyafetlerini? Aynı okul sıralarında çürütmüyorlar mı dirseklerini! Açılım diyorlar! Açılalım; birbirimiz olduğumuzu söyleyelim birbirimize! Hangi Akil adam söyleyecekse söylesin artık; “Müminler kardeş- tir!” Musalladan sonra nereyi yurt edineceğiz dostlar! Rabbimiz bizi ayrı ayrı yurtlara yerleştirmeyecek; Türkler şuraya, kürtler buraya! Ya cennetliğiz, ya cehennem! Ya iyiyiz ya da kötü aslında! Bir kavga vereceksek eğer, cehalete, yoksulluğa ve zulme karşı verelim; hep beraber! Uranyum, toryum, bor, demir, çinko, altın, manganez, poliüretan, bakır, kurşun, gümüş, molibden gibi kıymetli maden cevher yatakları BÜYÜK DESTAN KAHRAMANI Battal Gazimizin memleketi Malatya’mızın KULUNCAK ilçe sınırlarındaki mevcudiyeti ile, rezerv olarak ÜLKEMİZİN geleceğine umut vaad etmektedir. 69 Hele ki toryum… Dünya rezervinin %78’i Kuluncak’ta…%8’ide Manisa Edes’de. Zararsız radyasyona haiz nükleer enerji kaynağı yani. Bir çuvalı ile bir şehrin tüm enerji ihtiyacını karşılayabilirsiniz. İşte bu bölgede konuşlandı Amerika’nın füzesavarları. Ya da Kuluncağın önemini örtbas eden dikkatsavarlar! Ki Kuluncak New Age Akil Adamlarımızın gaflet, delalet ya da ihanet içerisinde olarak biçimlendirecekleri Kürdistan sınırları içerisinde. Yani şimdilik gayri resmi başkenti Amed olan, Kürdistan’ın! İnanmayan Googleearht’ın map ine bakıversin! Bölgenin efsanesi ise yaşadığı çağda, çağının en büyük küresel gü- cüne kök söktürmekte mahir idi; Bizans’a… Battal Gazi! Eskişehir’de kıyameti bekleyen büyük mümtaz şahsiyet! Osmanlının yedi düvelle boğuşup, can çekiştiği günlerde Anadolu’nun bağrına Bağdat demiryolu döşenmiştir, Alamanlar tarafından. Biz tezek yakaduralım en büyük enerji kaynağı olarak, o günlerde; Osmanlımızın topraklarından olan Arapların yaşadığı bölgeye “neft” seferleri düzenlenmektedir “gavurlarca!”: Petrol! Şimdilerde kazık yiyerek ithal ettiğimiz doğalgaz enerji ihtiyacımızı daha ne kadar karşılar? Arap yöneticiler İngiliz’le işbirliği yaparken Anadolu’nun Bir milyon evladı Peygamber kucağı Medine’ye Serpuşlu çizmesi değmesin diye şehid olmuştu, kızgın çöllerde!: “Burası Muştur, yolu yokuştur” Türküsünde gidip te gelmeyenler acep kimlerdir? Aynen “hey onbeşli, onbeşli” isimli Tokat türküsündeki onbeş yaş ortalamasındaki gibi…Mersin, Sivas, Balıkesir, İstanbul liselerinin mezuniyet veremediği o günlerdeki gibi! Şimdinin lise mezuniyet tö- renlerindeki reşit dahi olmayan çocuklarımıza boca edilen içkili fuhuş partileri ise başka bir mevzuu! 70 Ne diyordu Filistinli Bakan; “Osmanlıya ihanetimizin bedelini ö- düyoruz!” O Filistin’deki çocuklar ise zalim İsrail yönetimini şeytan taşlar misali taşlarken, nasır tutmuş minicik elleri dedelerinden miras aldıkları baldıran şarabının etkisi ile bölgelerinden çıkan petrolden elde edilen naylondan çiçeklere dahi o kadar uzaktılar ki… Naylondan sevgilere ise bir o kadar aşina! İsveçli eski başbakan bile yakınlarda insanlığın tekrardan Osmanlı ruhuna ihtiyaç duyduğunu vergulamadı mı? Kimse soramadı PKK ya! Onların ihanet içindeki eli kanlı komü- nist, ahlaksız ve Allahsız yöneticilerine; Ya hu görmüyor musunuz Kürt halkının içine çekildiği berdel, kan davası, cehalet ve hatta ensest tuzağı? Yozlaşma bütün Ümmet-i Muhammed’in sorunu değil mi? 25 milyon nüfusumuz 12 yaş altındaki çocuklarımızdan ibaretken çocuklarımıza yönelik bir informal eğitim sistemimiz var mı? Düşman aynı değil mi? Bütün Evlad-ı Fatihan toprakları işgal altında değil mi, şirkin kültür değerleri ile! Ana dilde eğitim mi? Geçiniz Kürtçeyi… Ortalıkta Türkçe mi kaldı? Dilimize de, dinimize de PEPE değil miyiz? Müslüman Mücahit Afganlı kardeşim dünya eroin üretiminin %94’ünü bir başına üstlenirken öğrenci anlamındaki “Taliban” kimin öğrencisi? 100 dolarlık eroin Afgan dağlarından yola çıkınca, Pakistan’da 7000$… Şeriatçi İran’da, 12.000$, 71 Çağdaş, laik Türkiyem’de ise 22.000$! Ya da kısaca 40.000 vatan evladı! Ya da kısaca PKK! Ardından da gelsin silah sektörü, ilaç sektörü! Peki ya toplamda 150 milyar $ olan 76 milyon nüfusumuzun ihracat rakamına ne demeli? Kar marjı ise % 4! Yani 6 milyar dolar ile geçinmekte, 76 milyonluk nüfus! Mevcut borcumuzdan bahsetmeyelim, IMF ye borcumuzu kapattığımız şu günlerde. Apple’nin 500 milyar $, Microsoft’un 250, Google’nin 150, Face’nin 100 ve Twitter’in 12 milyar$ olan büyüklüklerinden bahsetmenin ne gereği var şimdi? “Kültür Ekonomisi” desem siz el hafifliği ile bereketten mi bahsedeceksiniz? Peki, sizce; Arz-ı mevud uzantısından haberdar mıdır genişletilmiş Ortadoğu projesinin sevdalıları? Gelin bu kez hep beraber arayalım, Battal Gazi’yi! O Bizans’a kafa tutan yiğit adamı! Ya da; China malı seccadelerimizde kıldığımız namazlarımızda Allah’tan yardım isteyelim, “Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah onları de- ğiştirmez” ilahi buyruğuna rağmen! Ki; “Onlar kıldıkları namazlardan gafildirler!” 72 KALDIR KAFANI TÜRKİYE! Başta Amerika olmak üzere dünya siyasetinde ve ekonomisinde merkez olan Batı, dünya üzerindeki egemenlik alanlarını yavaş yavaş kaybetmektedir. Teknoloji alanında bir dev olan Amerika’nın ekonomik üstünlüğü acık bir şekilde tehdit altındadır. 1950’li-1960’li yıllarda dünya gayrisafi milli hasılatının tek basına % 55’ini üreten Amerika bugün bu hasılatının ancak %23;’lerini üretmekte ve bu pay her geçen gün daralmaktadır. Bunun ana sebepleri arasında iktisat teorilerini de şaşırtan bir şekilde Çin merkezli ucuz emeğin teknoloji merkezli Amerikan ekonomisini tehdit etmesi ve dünya pazarlarını ele geçirmesidir. Bugün Amerika’da bir isçinin ortalama saat ücreti 15$ civarında iken Çin’de bir isçinin ortalama saat ücreti 45 Amerikan senti civarındadır. Aradaki farkı siz düşünün. Bu durum CIA raporlarında da belirtildiği gibi Amerikan egemenliğine çok büyük bir tehdittir. Amerikan ekonomistleri ve siyaset bilimcileri tarafından yapılan analizlere göre önümüzdeki 15 yıl içerisinde Çin, Amerika’yı ekonomik olarak geçecek ve daha sonraki 10 yıl içerisinde dünya siyasetinde belirgin bir güç olacaktır. Amerikan üstünlüğüne tehdit oluşturan öteki iki gelişmeden birisi Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra çok büyük bir sarsıntı yasayan Rusya’nın Putin önderliğinde kendini toparlaması ve basta Asya olmak üzere dünya politikasında güç ve denge oluşturabilmek için acılımlar yaratabilmesidir. Rusya’nın yaşadığı birçok probleme karsın elinde bulundurduğu ve dünya politikalarında açabileceği bir kaç kartı bulunmaktadır. Bunların başında sahip olduğu doğal gaz ve petrol rezervleri, üstün teknolojiye dayalı silah üretimi ve bakir iç pazarı. (Biz Laleliyi ıskalayıp duralım) Sovyetlerin dağılmasından sonra dünya gücünden bölgesel bir güç olmaya düsen Rusya kendisini toparlamaktadır. 73 Amerikan üstünlüğüne tehdit olan son unsur ise Avrupa devletlerinin bir araya gelip oluşturduğu ortak pazar ve serbest dolaşım düşüncesi etrafında oluşturulmaya çalışılan Avrupa Birliği’dir. AB her şeyden önce ekonomik bir güçtür ve içinde birçok handikaplar taşımasına rağmen dünya politikalarında önemli bir şekilde rol oynamak için oluşturulmuş bir mekanizmadır. Dünya politikasında ve ekonomisinde ABD hegemonyasını tek başına kıramayacak olan ülkeler basta kendi bölgeleri olmak üzere çeşitli alanlarda işbirliğine gitmektedirler. Buna örnek olarak askeri alanda büyük bir güç olan Rusya’nın dünya ekonomisinde dev olan Çin ile askeri, siyasi ve ekonomik alanlarda geliştirdiği işbirliği projeleridir. Asya’da oluşan bu yapılanmaya bu aralar Asya’nın parlayan yeni yıldızı Hindistan’ın da dahil olabileceği ihtimali belirmektedir. Kendi içerisindeki kuruluş ve yapılanma sorunlarını asmaya çalışan Avrupa Birliği ise bir zamanlar düşman gördüğü Çin-Rusya merkezli yapılanmaya hızla yaklaşmakta bu yakınlık Birleşmiş Milletler toplantı- larında kendisini açığa çıkartmaktadır. Kısaca özetlemek gerekirse, dünya politikalarında çok güçlü bir değişiklik meydana gelmekte ve bu değişim çok büyük sarsıntılar ve boşluklar ortaya çıkartmaktadır. Gücü ne olursa olsun hegemon devletler de insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler. Geçmişte birçok hegemon devlet bunu ispatlamış- tır. Amerika’nın en büyük handikap’ı acık dolar basma üzerine kurduğu imparatorluk, doyum noktasına ulaşmış iç pazarı, tüketim malları üretiminde kaybettiği pazar, çürümüş ve deforme olmuş sosyolojik iç yapısı ve dünya siyasetindeki ‘arrogant’ yani kibirli ve küstah durusudur. Girdiği periyodu çok iyi kavrayan Amerika uzun bir zamandır 74 planladığı stratejiyi George Bush’un hemen iktidara gelmesinden sonra meydana getirdiği 11 Eylül olayıyla birlikte sahneye koymuştur:Obama’yla devam edegelen Evangelik şablonlarla dünya genelinde askeri üstler açıp militarist bir güç olmak ve ekonomik bü- yümenin en önemli motoru olan petrolü ve gazı kontrol etmek.Evet petrolü ve gazı kontrol eden dünya ekonomisini de kontrol edecektir. Savaş güç savaşıdır.Mevcut güçle gelen güç arasındaki yer değiştirme her zaman çatışmalı ve kanlı olmuştur.Bu bağlamda, Amerika mevcut güçtür, Çin ise olası gelen güç.... Her halükarda ise kurban İslam coğ- rafyasıdır. Dünya nimetlerinin %80; ine sahip olan Müslümanlar bu nimetlerin ancak % 10 undan istifade edebilmektedirler. Türkiye’nin komşularıyla ticaretinin mevcut ticaretinin ancak %5 ini kapsaması gibi… Amerikanı’nda, Avrupanın’da, Çininde, Rusya’nın da ortak düş- manı İslam’dır… Hatta İslam dünyasının da ortak düşmanı; İslam’dır. Çünkü İslam dünyasına hükmeden egemenler mutlak egemenlerin sadık birer kölesidirler. Ve kirlenmiş beyinler sayesinde bu acı gerçeği fark eden o kadar az insan var ki… Sanki vahyin ilk indiği günleri yaşıyoruz. Bir yanda Bizans, öte de Pers sultası… Bir de Mekke’nin müşrikleri… Hani kendilerini İbrahim’in dininin hamisi sayanlar… Putları kendilerine aracı kılanlar… Heva ve heveslerini rab edinenler de cabası… Cidden tarih tekerrürmüş dostlar. 75 KÜRESEL HESAPLAR Dünya ciddi anlamda henüz tanımı yapılmamış “küresel” tabirinin etrafında değişik yorumlara giderken özellikle Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” ya da Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezleri arasında bocalarken Türkiye, iç tartışmaları gündemini ziyan etmekte; yaşana gelen beliksizliklere her geçen gün yenilerini eklemektedir. Oysa paktlaşan dünya bir tarafta NAFTA’sıyla, diğer tarafta AB süreciyle ya da Asya-Pasifik arayışlarıyla, Genişletilmiş Ortadoğu Projesiyle ”küreselleşme” denilen şeyin belirsizliğini paylaşım olarak ortaya koyarken Türkiye, safını belirleyememişliğin verdiği bir kararsızlıkla yoğun bir bocalama yaşamaktadır. Halbuki bu tür kavramlar uluslar arası konjonktürlerde konum ararken geleneksel devlet politikaları göstermektedir ki henüz “hinterland” ımızdaki ülkeler milli hedeflerinden vazgeçmemişlerdir. Bir Yunan “megalo idea”sı,Ermeni’nin “Ararat” sevdası; Rus’un “Sıcak Deniz” hülyası ya da İsrail’in “Arz-ı Mev’ud” u bu tezimizi ispatlamaktadır. Şimdilerde “Yaşasın Kürdistan!” Bizler, bizlere yedirilmek istenen “küreselleşme”sakızını çiğnerken benzeri ülkeler, asla da milli hedeflerinden şaşmamışlardır. Oysa genç Türkiye Cumhuriyeti’nde, kuruluş gerekçelerinden biri olan ve 20.Yüzyıla taşınan yeni hedef “Batılılaşma” bir türlü rengini ortaya koyamamış; şu ana kadarki tüm siyasi partilerin topluma önerdikleri reçeteler de milleti feraha kavuşturamamıştır. Yalnızca maddi açıdan örneklersek, bugün içinde bulunduğumuz 700 küsür milyar dolarlık toplam borcumuz geleceğe gerek bireysel gerekse toplumsal olarak sıcak bakmamızı gerektirecek ciddi bir portföyü ortaya koyamamaktadır. Bütün bu söylediklerimiz bir karamsar tablo ortaya koymak adına değil; ama acilen laf ebeliğiyle gün tüketmenin hiç kimseye fayda sağlamayacağını ve bir an önce bütün toplumsal hastalıklarımızın teşhisinin ciddi manada yapılıp, tedaviye geçilmesi gerektiği üzerinedir. Genetik 76 yapılanmamızda bunu gerçekleştirebilecek milli hasletlerimiz olduğu gibi, artı değer ifade edebilen nice zenginliklerimizin olduğunu da (Çar çur etmeksizin) bir an önce fark etmemiz gerekiyor. O halde yeniden yapılanma sürecine acil adım atması gereken ülkemiz, öncelikli olarak a- şağıda zikredeceğimiz temel konularda tavrını belirlemelidir. A)Yönetim: Tüm kesimlerin üzerinde ittifak ettikleri tarzda ve haklı gerekçelerle belirlendiği üzere gerek anayasa üzerinde gerekse yasama-yürütme-yargı ve basın kavramları üzerindeki belirsizliklerin ve tartışmaların önüne geçilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede öncelik siyasi partiler ve seçim kanunu üzerindeki yolsuzluğu doğurucu etmenlerin önünün alınması gerekmektedir. Sırasıyla bankalar kanunu, uluslararası anlaşmalar ve özellikle ekonominin kayıtdışılıktan kurtarılmasına yönelik ön tedbirlerin alınması gibi düzenlemeler herhangi bir yerden gelebilecek direktifle değil, içsel bir arayışla ortaya konulmalıdır. Bunun başarılabilmesinin yolu da en azından geçici olarak milli bir mutabakatın tavır olarak ortaya konulmasından ibaret olacaktır. B) Eğitim: Bu süreç gerek birey eğitiminde düşünebileceğimiz gibi gerekse de toplumsal eğitim çerçevesinde ele alınmalıdır. Özellikle aile olgusunun geleneksel Türk ailesi rotasından asla saptırılmaması gerekir. Hele ki bu yapının bozulması ya da üzerinde birtakım uygulamalar yapılması gelecek adına ciddi tehlikeler içermektedir. En temel nüvemiz olan Türk ahlak anlayışı korunmalı, buna dair manevi değerlerimiz ideolojik kaygılardan uzak ve bilimsel olarak ele alınmalıdır. Bu çerçevede kültür-sanat ve spor gibi takviye unsurlar toplumun birleştirici ya da yakınlaştırıcı özelliklerinden olacaktır. İlim, kültür, sanat, edebiyat ve ahlak gözetilmesi gereken ana unsurlar olmalıdır. Eğitim denildiğinde yalnızca “okul” aklımıza gelmemelidir. “Hayat boyu öğrenme” tebliğ ve irşad mantığında olmalıdır. 77 C) Çevre: Olayı yalnızca piknik yerlerinde bırakılan “naylon poşet” naifliğinde görmememiz gerekir. Bir ulusal toprak projesinden dahi bahsedemediğimiz bu ülkede ciddi bir erozyon tehlikesini ya da kimyasal tehlikeleri gündeme nasıl taşıyabiliriz? Dolayısıyla sanayileşme sürecindeki Türkiye’nin yine özellikle bilimsel kaygılarla geleceğini bilinçli bir tarzda ortaya koyması gerekir. Yakın vadede bir “Haliç” gerçeğini yaşadık ki, “Altın Boynuz”un etrafına serpiştirilen ve bir kısım kesimlerin fabrika sahibi kılındığı bu coğrafya çok kısa bir süre içinde ülkemizi yalnızca “Haliç” in temizlenmesine yönelik bir projede 800 trilyonluk bir yükle karşı karşıya getirmiştir. İddialar odur ki, şu ana kadar yalnızca Trakya Bölgesi’nde fizibilitesiz yapılan tekstil boyar fabrikaları yer altı su kaynaklarını kirletmekte, yakın gelecekte buraların temizlenmesi adına da şu ana kadar tekstilden kazandığımız tüm sermayenin harcanmasına yol açacaktır. D) Enerji: Modernitenin en belirgin özelliklerinden birisi de kişi başına tüketilen enerji miktarıdır. Bir ölçüde de sanayileşmenin olmazsa olmaz koşullarından birisinin hele ki maliyet hesaplarında öncelik teşkil eden bu konuya ilişkin yatırımların planlı ve uzun vadeli olması gerekmektedir. En önemli enerji kaynağı olarak artık “nükleer enerji” konusunu gündemimize almamız kaçınılmazdır. Hem enerjiyi elde ederken maliyet hem de enerjinin diğer üretim alanlarındaki etmenliğini göz önünde bulundurmak için apansız yakalanacağımız yeni kriz ortamlarında mı gündemimize alacağız? E) Tarım ve hayvancılık: Hem endüstriyel formatında kaynak teş- kil eden hem de insan yaşamı için kaçınılmaz cevapların sergilendiği bu iki sektörün “kendine yeterlilik” bakış açısında ele alınması gerekiyor. Ayrıca istihdam boyutunun, ciddi bir toprak politikasının göz önüne alınacağı bu konuda yine ulusal bir “su politikası” nın da masaya yatırılması gerekmektedir. Bu konuda özellikle GAP projesinin acilen millilik çerçevesi içerisinde ele alınıp politikalar oluşturulması gerekir. 78 F) Yer altı zenginlikleri: Son dönemlerde basına da yansıdığı kadarıyla yalnızca “bor” madeni üzerindeki tartışmalar bu konudaki belirsizliğin de acı bir göstergesini oluşturmaktadır. Dünyada rezerv a- çısından petrol kaynaklarının son yirmi yıla endekslemesi bizim acilen bir “petrol arama” önceliğini gütmemiz gerekmektedir. Diğer yer altı kaynaklarının da milli bir devlet politikası çerçevesinde rehabilite edilip yeryüzüne çıkarılması gerekmektedir. Diğer yer altı kaynaklarının da milli bir devlet politikası çerçevesinde rehabilite edilip yeryüzüne çıkarılması gerekmektedir. Madenciliği “soma” tradejilerine dönüştürmemek gerektiği de elzem hakikatimizdir. G) Dış Politika: Tarih boyunca olduğu gibi bundan sonrasında da dünya “Ortadoğu ve Kafkasya” politikaları üzerine inşa olunacaktır. Ö- zellikle geleceğin dünyasında “su”, bu politikaların belirlenmesinde aktif rol oynayacaktır. Bahsi geçen bu bölgeler ülkemiz coğrafyasında yaşayan insanların manevi açıdan da bağlarının olduğu yerledir. Biz doğrudan etkileyebilecek bu bölgelere dair uzun vadeli politikaların belirlenmesi gerekmektedir. Elbette ki şiarımız “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” tur. Çünkü inancımız olan İslam, “sulh” demektir. H) Sivilizasyon: Başta Kızılay olmak üzere ülkenin her tarafında faaliyet gösteren hayır-hasenat derneklerinin (Deniz Feneri Derneği, ihh gibi) sayılarının artması ve faaliyetlerinin, alanlarının genişletilmesi sosyal dokumuzun en ihtiyaç duyduğu önceliklerimizdendir. Toplumsal güvenini tazelemiş bir Kızılay gerek yurt içinde gerekse yurt dışında milli kimliğimizin en önemli temsilcisi kılınabilir. Milletiyle empati bağ- lantısı kurmuş yönetici kimliği hem lokal uygulamalarla hem de ulusal anlamda geleceğimizin sigortası işlevini oluşturacatır. Bütün bu ya da buna benzer sıralayabileceğimiz unsurlar açısından iç dinamiklerimizin göz ardı edilmemesi gereklidir. Hedef güçlü Türkiye’nin inşasıdır. Ancak ciddi bir sorgulama sürecinden kendimi- 79 zi geçirmemiz gerekiyor. Artık itiraf noktasındayız. Özellikle yönetici kesimin ya da kısaca politikacıların popülizmden vazgeçip bir siyasetçi kimliğine bürünmeleri gerekmektedir. Ayrılıklarımızı değil, birleştirici unsurlarımızı göz önüne almamız gerekmektedir. Klasik bir söylemle aynı geminin yolcuları olduğumuzu unutmamamız bizleri başarıya ulaştıracaktır. Hele ki komşuluk ilişkilerimizde menfaatini bilen bir Türkiye, hem kendisi hem de tüm dünya barışı adına vazgeçilmezliğini pekiştirecektir. Burada özellikle “bavul ticareti” üzerine düşeni yapmış; halkların yakınlaşmasında olumlu roller üstlenmiştir. Her iki tarafın da arz-talep dengesi üzerine menfaatleri tesis edilmiş, kısmi da olsa halklar üzerinde bir refah unsuru görevini icra etmiştir. Organizatör konumundaki devlete düşen görev ise bu olgunun yaşanmasında özellikle imaj makerlık kimliği kazanımı, ticaretin artı değerlerinden birisi olarak göze çarpmış- tır. Uluslar arası ilişkilerde “eko-partner” kavramına gereksinim duyulmaktadır. Ülkemiz diğer ülkeler ligindeki konumunu belirlemeli, tandasına uygun bir sanayi belirlemeli, kademeli politikalarla da bu hedefine en kısa sürede yol almalıdır. Son dönemlerde yapıla gelen sermaye kaçışına yol açan “nereden buldun?” gibi mesnede dayalı olmayan rizikoların yaşanmaması gerekiyor. Ya da iç piyasa ticaretimiz açısından da karşılıksız çeke hapis cezasının kalkması gibi müeyyideden yoksun yine riziko taşıyıcı uygulamalara tevessül etmemek gerekiyor. Eğer acil çözüm arıyorsak Türkiye, hazineyi dolduran esnaf yapı- lanmamızı göz ardı etmemeli; istihdam gibi sunumu olan bir sektörü sosyal açılardan kaale almalıdır. Ve uluslar arası rekabette SSK, vergi, enerji, gümrükler gibi tartışmaya açık acil tedbir isteyen konularda özellikle tekstilcinin yanında yer almalıdır. Reel ekonominin yani... Esnaf yapımız, küçük üreticilerimiz girmiş olduğu uluslar arası 80 arenalardaki rekabet ortamının acımasızlığında ülkesini büyük bir özveriyle temsil ederken yanında artık idarecilerini de görmek istemektedir. Yani ülke geleceği adına bütün yaşanılanlar göstermiştir ki üç ana denklem grubunun örtüşmesi gerekmektedir. Öncelikli olarak akademisyenler, aydınlar, bilim adamları... Hemen peşinden ise pratisyenler, işadamları, sanayiciler... Nihayetinde ise politikacılar, yöneticiler ve bü- rokratlar. Esnaf yapımız pratisyen grubuna dahil olarak ülkenin yükünü çekme adına yıllardır mücadelesini sürdürmektedir. Artık yükün daha da ağırlaştığı bu süreçte herkes elini taşın altına sokmak zorundadır. Ülkemizin ticari elçilikleri ve hatta konsoloslukları bürokrasi merkezleri gibi değil, işlevselleştirilmelidir. Ekonomik istihbarat, veri ve envanter toplama özelllikleri olmalıdır. Kapitalist, komünist ya da liberal ekonomi anlayışlarının en büyük yalanı ‘sosyal devlet’ anlayışıdır. ‘Kâr’ maksatlı bir algılama üretim denkleminde ağırlıklı rol oynayan ‘işçi’ sınıfını bir kıskaçta tutarken nasıl olur da ‘sosyal’ bir kimliğe atıfta bulunarak ‘insani’ bir kimlik edinebilir? Sosyal devlet, çalışanın, gayret edenin, üretenin hakkı olan kaynakları ‘başkalarına’ nasıl sunabilir? Modernitenin geliştirdiği teknolojik gelişim bir taraftan yoğun bir şekilde üretim-tüketim dengesini de bozmaktadır. Milli ekonomiler ithalat ve ihracat paradoksunda uluslar arası sermayelerin cenderesinde çırpınmaktadırlar. İhracat fazlası ülkenin içindeki para stokunu artırarak fiyat yükselmelerine sebebiyet vermektedir. İhracatın artışı ise ülke içi üretimin gerilemesine ve işsizliğe yol açmaktadır. Enflasyon ya da işsizlikle mücadele yurt dışından bağımsız bir ekonomi politikası artık gerçekleştirilemez hale gelmiştir. Özellikle de dolar-euro kapışması, milli ekonomileri büyük bir kaosa sürüklemektedir. Hele ki ülkemizin içinde bulunduğu yoğun borç 81 batağı geleceğimiz adına hiç de iç açıcı olmayan tabloları da sergilemektedir. İşte bu sıkışıklığımızın emniyet supabı olan temelsiz ve lalettayn sektörlerimiz , üretim, istihdam ve ihracat boyutuyla iç dinamiklerimizi bir süreliğine daha zinde tutacaktır. Ancak merkezin tertiplediği ekonomik yaklaşımlar (makro körlük) basiretsizlik neticesinde yaklaşan yeni sınırlar-yeni yönetimler-yeni devletler oluşumu sıradan insanların cenderesini daha bir zorlayacaktır. Serbest dünya ticaretini güvenceye almak uğruna (ki burada uluslar arası kartelin çıkarlarını göz önüne alalım) işsizlik ve enflasyondan kaçınma (dünya ticaret hacminin düşmesinden dolayı) yeni entrikaları da ortaya koyacaktır. Gümrüklerin ya da kotaların kaldırılması, para birimlerinin birbirine bağlanması, sermayenin hareketliliği ve serbest ticari alanların oluşturulması siyasi iradeleri yönlendirmektedir. Orta, düşük gelir tabakalarının artan sefaletleri şiddet ve suç oranlarını da yükseltmektedir. Bu ise geleneksel Türk aile dokusunun ‘değer’ yargılarını etkilemekte, sosyal kaos düzeni ekonomik kaos üzerine inşa edilmektedir. Milli irade ve hedefinde kafası karışık ülkemiz ise kaos ortamları- nın sersemletici etkisiyle de her 10 yılda siyasi her 5 yılda da ekonomik olarak krizlere yakalanmaktadır. ‘Küresel cinnet’ tüm insanlık alemini ‘ahlaki’ açıdan bozulmaya mahkum kılmaktadır. Gıpta ettiğimiz Almanya’da dahi 50 bin çocuk (bizde bu rakam 200 bin civarındadır) ‘kimsesiz’ kimliğiyle sokaklardadır. 1987-93 yılları arasında sosyal yardım alan gençlerin sayısı yüzde 60 artmıştır. 25 yaşın altındaki 500 binden fazla insan işsizdir. 82 Sefalet değişik cepheleriyle yaşanmaktadır. İşsiz akademisyenler, bakıma muhtaçlar, yaşlılar, kadınlar değişik katmandaki kitleler...İşte bu ortamda insanların ‘devlet baba’larmdan beklediği yaklaşım onun ‘sosyal’ yönüne atıftır. Oysa küresel rekabet kabiliyeti direkt olarak üretimin ucuzlatılmasına yönelik olarak ‘işgücü maliyetleri’nin ve sosyal ödemelerin kısıtlanmasına yöneliktir. İşgücü maliyetleri ucuzladığında genel kitlenin alım gücü düşmektedir. Bu üretim fazlalığını gerektirmekte, böylelikle güçlülerin üretici kimliklerini muhafaza etmeleri sağlanmaktadır. Bu ‘sarmal kaos’ tavuk yumurta ikilemi ile tüm insanlığı sarsacak yeni arayışlara da gereksinim duyuracaktır. Türkiye’yi her şeye rağmen ayakta tutan, ekonomik ve sosyal dokuyu muhafaza eden küçük ve orta ölçekteki firmaların kayıt dişiliğidir. İstihdam noktasında, yaşayan ekonomi kenar mahallelerin merdiven altlarındaki tekstil ağırlıklı atölyelerde soluk almaktadır. Zaten devletin olması gereken ‘sosyal’ yönünü insanlarımız gelenekçi yapılarıyla ‘vakıf, dernek, bağış, zekat, sadaka’ gibi müesseseleriyle bu zaman kadar gerçekleştirdiler. İktisadi dokumuz, bereket, nasip, kısmet temelli iken kapitalizmin söylemleri doku uyuşmazlığı göstermektedir. Merkezi yönetim anlayışımız ilk etapta halkı kendine yakıştırma değil de kendi bünyesini halka adapte etme noktasına gelmek zorundadır. Bu ise reel ekonomi bazlı bir anlayışı Ankara’ya hakim kılmanın ilk adımıdır. Artan işletme kârları yeni istihdam alanları oluşturmak için değil, maliyet gerekçesi ile mevcutların ortadan kaldırılmasını gerektirmekte- 83 dir. Emek yoğun üretim alanları da daha esnek hareket edeceği ülkelere kaymaktadır. Yeni ürünlerin de emek-yoğun özelliğini teknoloji yoğuna kaydırması ile de ‘işsizlik’, istihdamsız büyüme’ stratejisinden dolayı her geçen gün artmaktadır. Firmalar bu kez gayretlerini üretim ve istihdama değil, banka-borsa değerlerine yönlendirmektedir. Bu da firma birlikteliklerini getirmekte, bu ise yeni işsizler ordusuna yenilerini eklemektedir. Çünkü birleşen firmaların hisse senetlerinin değeri artmaktadır. İşletmelerin performansları ise borsadaki değerlerine göre ölçülmektedir. Firmalar arası rekabet ise üretilen malların daha ucuza arzını değil, kârların yükseltilmesini hedeflemektedir. Bu ise malın fiyatı ile üretim maliyeti arasındaki münasebet için bir ara kavram olan ‘marka’ mantığı- na yükleme yapmaktadır. İşsiz kalan ve kalabilecek emekçinin sesi ise şimdiden tehlike girdabında yankılanmaktadır. Son iki yüz yıldır bedelini ağır şekilde ödediğimiz sanayileşmenin ilerlemesi insanlığa ne kazandırdı? Ya bize? Nerde üretilmiş otomobillerimiz, uçaklarımız? İşte bu sorunun alacağı şekil ‘batı medeniyeti’nin de final sahnesini oluşturacaktır. Kısaca; Bütün estetik değerlerimizi yitirmişiz. İnsani olgusunu oluşturan felsefe, ahlak ve siyaset kapımızdan geçmez olmuş. Kelimeler iğdış edilmiş, kavramlar manipüle. Gözlerimizin önünde tüm toplumun beyinleri alınmış; koca ve yüce Müslüman Türk toplumu bir “yığına” dönüşmüş. Bütün bu yığını illüze eden tek şeytani güç ise, “şer odaklarının” 84 yerli uzantısı “basın ve yayın organları!” Yakın çevrem olayları negatif yorumladığımdan dem vurarak benim olumsuz profilimi bana haykırmaktalar. Ah birde benim gördüklerimi bir görebilseler! Doğru! Ben bu zamana değin “Perihan ablayı, Mahallenin muhtarlarını, Asmalı konağı, Aliye’yi, Kurtlar vadisini hiç izlemedim. Okuduğum kitaplar arasında hiçbir zaman Barbara Cartland’ın yazdıkları yer almadı. Hiçbir topçunun, popçunun ya da mevcut medya ilahlarının dinlerine dair ilmihal bilgisine hiç sahip olmadım. Hiçbir politik görüşte saf tutmadım. Bütün politikacıları “külliyen maslahatçı” bildim. Referanslarımın kaynağında Vahiy ve Bilim yer aldı. Dini dincilerden, bilimi de ateistlerden öğrenme gereği duymadım. Din önce yaratıcıyı bulmak ve onu anlamaya çalışmaktı. İslam sonralarda gündemime girdi; Taksimdeki İtalyan kilisesinde “lailaheillallah” derken…. 70 milyon tek vücut olmuş, TV mabedinde secdeye kapanırken ben… 85 “Değişmez kardeşim” inancı toplumda yaygınlaştıkça içimizdeki “gavur’ların” sayısı çoğalmakta; Gavur İzmir “derken de” gavurlaşıyoruz! “Değişmez; böyle gelmiş-böyle gider” dedikçe, ülkemizden, devletimizden ve kendimizden nefret eder hale geliyoruz. “Ben değişmedikçe” demedikten sonra bu ülkeyi birbirine bağlayan bütün değerler çürümekte ve kokuşmaktadır. Bu işler öyle yasalarla filan olacak gibi de değil. Avrupa hayali yalnızca bugünlerimizin rüyası hiç değil. Tanzimat’tan beridir, ne zamanki bu rüyalara ve hülyalara daldık; hep kabus, hep düş kırıklığı… Yüz elli yıllık bu yılgınlık, aydınlarımızı daha da bir kararttı. Toplumda aynılıkların değil; ayrılıklarımızın konuşulduğu uzlaşılmaz cepheler oluşturuldu. Cephe adına ortalıklarda dolaşan komünistler, fa- şistler, kemalistler, liberaller ve dinciler sizi aldatmasın. Kafaları karışık şekilde çaresizlikten çareyi hep beraber dışarıda aradılar. Ne sol bu ülkenin solu oldu, nede sağ olan ölenlere oldu. Kendi halkın, kendi marifetinle, kendi politik yapılarınla, kendi sosyal kurumlarınla, kendi sosyal gerçeklerinle yeni dinamikler peşinde koşan yok! Hazırı varsa tabldot fikirler, yasalar neyimize yetmiyor ki? Oysa gerçek şu ki, eleştiri üreten kurumlarınız, alternatif üreten insanlarınız yoksa, bu topraklarda hiçbir ithal sistem tutunamaz. Meclisin eleştirel olması, üniversitelerin, hukuk camiasının, aydınların, yazarın-çizerin, kültür ve din adamlarının toplumu zinde tutacak tarzda “itirazcı” olmaları gerekir. Elbette eleştiri “samimiyet” ve “bilmek” üzerine kurulmalı. 86 Eleştirinin “bağımsız” olması ise ön koşuldur. Bu toprakların zehir’i “batıcılıktır.” Asla iflah olmadık, olamayız da… “iflas” olmak ise kaçınılmaz sonumuzdur. Milliyetçilik, milli din, milli tören, milli devlet hepsi Fransız ihtilalinin bize bıraktığı fikrin çöpleriydi. Yüz elli yıldır aynı çöpten besleniyoruz. Hala doymadık gitti. Bunca lafın sonunda “Eee… anladık be kardeşim, çözüm ne peki?” dediğinizi biliyorum. Çözüm sizsiniz! Önce yüreklerinizi bir yoklayın! Sonra bildiklerinizi! Ve yaşayıp yitirerek geride bıraktığınız günlerinizi! Şu satırları okuyabiliyorsanız eğer, sizde umut var demektir dostum. Mücadeleye, okumaya devam… Siz farklısınız. Her şeye rağmen okuyorsunuz! Ve hala soruyabiliyorsunuz; “Çözüm ne peki?” Sizce çözüm ne ise bence de o! Çözüm biziz dostlar! Ben yazdım, siz okudunuz! İşte yangının kıvılcımları çakıldı bile! 87 BİLİM MANGALARI İŞBAŞINDA Medeniyet, dünyadaki bütün milletlerin ortak malıdır.Her toplumun bugünkü medeniyet çizgisinde az olsun çok olsun bir payı vardır. Sadece bu pay Avrupalılara ait değildir.Bu medeniyet paydasında Çin,Mısır, Hint, Roma, v.b. Medeniyetlerin de bir payı vardır.Medeniyet yarışı uzun koşulu bir bayrak yarışına bezer.Ortaçağda bu bayrağı İslam Medeniyeti almış olup sonra gerileme dönemine girince bu bayrağı Batılılar almıştır.Batı bugünkü seviyesine sadece kendi kendilerine gelmemiştir. Müslüman bilim adamlarından bir çok sahada etkilenmiş- lerdir. Bilim alanındaki keşiflerin bir çoğu, 9. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar uzanan dünya tarihinde , dönemin en ileri uygarlığı olan “İslam Uygarlığı”nın ürünüdür. Akıla ve bilgiye dayanan bu uygarlık, dünyanın bugün sahip olduğu pek çok değere de kaynaklık etmiştir. Kur’an’da, evrenin yaratılışı ve kainatın düzeni ile ilgili ayetlerin bildirilmesi, İslam’da akla, bilgiye ve bilgi sahibi olmaya büyük önem verilmesi, doğada Allah’ın varlığının delillerinin görülmesi, evrendeki her nesne ve varlığın birbirine olan uyum ve bağlılığı; Ayrıca toplumsal ya- şantının getirdiği ihtiyaçtan kaynaklanan ( Oruç, namaz vakitleri için Astronomi v.b.) sebeplerle söz konusu dönemde bilimsel ilerleme Müslümanlarda görülmüştür. Teknik ilimler, tıp, astronomi, cebir ve kimya gibi birçok alanda önemli neticeler elde eden Müslüman bilim adamları, medeniyet ve kültür sahasında kısa zamanda kendilerini tüm dünyaya kanıtlamışlardır. Buluşlarıyla uygarlığa vesile olan Müslümanlar, ilerlemenin yolunu açmışlardır.Batı’daki Rönesans ve Reform hareketlerine öncüllük etmişlerdir. ( Prof.J.Risler “Müslüman astronomistler, matematik alimleri derecesinde Rönesans’ımıza tesir ettiler.” -E.F.Gautier “ Yalnız Cebir değil, diğer matematik ilimlerini de, Avrupa kültür dairesi, Müslüman- 88 lardan almış olduğu gibi, bugünkü Batı matematiği gerçekten İslam matematiğinden başka bir şey değildir. Müslüman bilim adamları öncelikle, bilim evrensel olduğu için – İlim Çin’de dahi olsa gidip alınız.(Hadis) - Batı’da Roma ve Doğu’da başta Çin olmak üzere, diğer devletlerde geliştirilen bilim ve teknolojiyi rehber almışlar ve önemli kaynakları tercüme etmişlerdir. Bu bilgi birikiminin içinden imanî ve teknik anlamda yanlış ve tutarsız olan noktaları çıkartarak, kendilerine fayda sağlayacak duruma getirmişlerdir. İlk adım niteliğindeki çalışmalarının ardından, elde ettikleri bilgileri değerlendirip yorumlayarak bilim ve teknolojiye özgün olarak katkıda bulunmaya başlamışlardır. Beşinci yüzyılın ikinci yarısında doğup geli- şen İslamiyet, deneye ve gözleme dayalı bilimin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. İslam Tarihi’ne baktığımızda, Kuran’la birlikte Ortadoğu coğrafyasına bilimin de girdiğini görürüz. İslam öncesindeki Araplar, türlü batıl inanışa ve hurafeye inanan, evren ve doğa hakkında hiçbir gözlem yapmayan bir toplumdur. Ancak İslam’la birlikte bu toplum medenileşmiş, bilgiye önem verir hale gelmiş ve Kuran’ın emirlerine uyarak evreni ve doğayı gözlemlemeye başlamıştır. Sadece Araplar değil, Türkler, Kuzey Afrikalılar gibi pek çok toplum, İslamiyet’i kabullerinin ardından aydınlanmıştır. Kur’an’da insanlara öğretilen akılcılık ve gözlemcilik, özellikle 9. ve 10. yüzyıllarda büyük bir medeniyetin doğmasına yol açmıştır. Bu dönemde yetişen çok sayıda Müslüman bilim adamı, astronomi, matematik, geometri, tıp gibi bilim dallarında çok önemli keşifler ger- çekleştirmiştir. İslâm Biliminin Kaynakları Bu yazıda İslam uygarlığının klasik dönemi denen 9.-14. yüzyıllar arasında İslam ülkelerinde gelişen ve zamanının en ileri örneğini oluş- turan bilimsel faaliyetin kökeni üzerinde duracağım. Bilimden kastım o zamanki bakış açısından doğanın sistematik olarak incelenmesi için 89 yürütülen çalışmalar olacak ve bugün bilim adı altında kapsanmayan mantık ve matematik gibi formel disiplinleri, simya gibi batıni bilimleri ve doğayla ilişkili olduğu ölçüde felsefeyi de içerecek. Amacım bu dönem biliminin kendisini değil kaynaklarını incelemek olduğundan zorunlu olarak İslam biliminin özgün yönlerini değil eski geleneklere bağımlı yönlerini vurgulayacağım . İslâm Dini ve Ortaçağ Bilimi İslam uygarlığının çıkış noktası, esin ve otorite kaynağı, kutsal kitabı Kuran’dır. Dolayısıyla bugünkü bilimin ilham kaynağı Kurandır. Kuran olmasa idi bugünkü bilim olmayacaktı yani. Sırf bu yüzden bile İslam biliminin ilk kaynağının Kuran olduğunu söyleyebiliriz. Kuran sayesinde önce Arapların, sonra İslam’ı benimseyen diğer toplumların özgün bir kimlik ve kendine güven duygusu kazanması, kavmiyetçiliğin aşılarak evrensel bir bakış açısının oluşması, ve bu sayede Müslü- manların geleneksel olmayan düşüncelere korkusuzca yaklaşabilmesi mümkün oldu. Bunun yanında Kuran’da bilgi (ilim) sahibi olmaya büyük önem verilmesi doğada Allah’ın varlığının işaretlerinin varoldu- ğunun belirtilmesi, bu dönemde özel olarak bilimin gelişmesine itici güç sağladı. Müslümanların kendinden önceki kültürlerin bilimsel ve entellektüel birikimlerini kolayca benimsemelerinin sebeplerinden biri de, gene Kuran’a dayanan, her kültürde ilahi vahyin bozulmuş da olsa izlerinin olduğu görüşüydü. İslam uygarlığına dışarıdan gelen en büyük etki olan Yunan kültürünün benimsenmesi hem bu sayede, hem de (mesela aynı kültürle İlkçağ sonunda karşılaşan Hıristiyanlığın durumunun tersine) bu kültürün sahiplerinin siyasi rakip konumunda olmamaları sayesinde mümkün olabilmişti. Doğrudan Kuran’dan kaynaklanan etkilerin yanında İslam biliminin İlkçağ sonu ve Ortaçağ bilim anlayışlarıyla paylaştığı, zamanın genel düşünce ortamından kaynaklanan bazı özellikleri vardı. Kuran’da da ısrarla vurgulanan tevhid inancı, yani yaratıcı ve yönetici gücün birliğine 90 dair inanç, ve bu birliğin tezahürü olarak evrenin bir bütün olarak görülmesi, herşeyin birbirine bağımlılığı, fiziksel ve ruhani alemin içiçeliği ve beraberce anlaşılması gerektiği, zamanın bütün bilim geleneklerince kabul ediliyordu. Bu anlayıştan kaynaklanan ortam da, insan hayatındaki değişikliklerin göksel değişikliklerden kaynaklandığı varsayılan astroloji gibi bilimlerin gelişmesine uygundu. Diğer bir ortak özellik de, bilginin birikerek doğrusal bir şekilde ilerlediği yönündeki modern görüşe zıt olarak, döngüsel bir gelişme-bozulmaya dayanan bir tarih anlayışının benimsenmesi ve eski uygarlıkların bilimde en üst noktaya çıkmış olabileceklerinin kabul edilmesiydi. Bu yüzden mesela 12. yüzyılda yaşayan İbn Rüşd’e göre bile Aristoteles kendisine ilim verilmiş bir bilgeydi ve bilim alanında hata yapamaz ve aşılamaz bir konuma sahipti. Son olarak, modern bilimin tersine, Ortaçağ’da bilimin genel olarak teknolojiye ve ekonomiye katkısı yoktu; bilimsel faaliyet sadece belli bir zümreye has, halka inmeyen bir uğraştı. Bu yüzden bilimsel motivasyon kaynakları pratik olmaktan ziyade entellektüeldi. Fakat bunda saf entellektüel merak kadar, doğadaki ilahi işaretleri görmek, Tanrı’nın bilgeliğinin farkına vararak bundan ruhani dersler çıkarmak amacı da vardı. Antik Çağın Mirasının Aktarılması İslam dünyasında bilimin gelişmesine ortam hazırlayan faktörleri bu şekilde özetledikten sonra bilimsel faaliyeti başlatan asıl itici gü- cün, diğer kültürlerin ve özellikle de Eski Yunan’ın bilimsel birikiminin Arapça’ya aktarılması olduğunu söylemek gerekir. İslam’ın ortaya çıktı- ğı devirlerde bilimsel mirasın korunduğu birkaç önemli merkez vardı. İskenderiye’deki Yunan, Yahudi, Mısır ve Babil geleneklerini biraraya getiren okul kapandıktan sonra buradaki Yunanca bilim ve felsefe kitapları Süryanice’ye çevrilip Antakya’ya, oradan da daha doğudaki Nisibis (Nusaybin) ve Edessa’ya (Urfa) aktarılmıştı. Harran’daki Sabiiler Helenistik dönemin batıni düşünce akımlarını (YeniPisagorculuk ve Hermetizm) devam ettiriyorlardı. Bizans tarafından dışlanan Nasturiler Süryanice’deki bilimsel eserlerini İran’a taşımışlardı. Ve son olarak gene İran’da 91 Sasani krallarının kurduğu Cundişapur’daki okul Hint, Hıristiyan ve Yahudi felsefe ve biliminin merkeziydi. İlk tercümeler Abbasi hanedanının başlangıç dönemlerinde, ö- zellikle de Harun Reşid, Memun ve Mutasım zamanında yapılmıştı ve gayet pratik sebeplere dayanıyordu. Arapların tıp alanındaki yetersizliği tıbbi eserlerin, fethedilen topraklarda yaşayan ve Eski Yunan’ın mirası- na sahip Hıristiyanlarla entellektüel düzeyde mücadele edebilmek isteği de mantık ve felsefe alanındaki eserlerin tercüme edilmesine yol açmış- tı. İlk tercümanlar arasında Hıristiyan Huneyn bin İshak, Harranlı Sabit bin Kurra ve Zerdüştçülükten İslam’a geçen İbn Mukaffa vardı. Çevrilen eserler arasında felsefe alanında Platon ve Aristoteles’in birçok eserinin yanısıra bunların düşüncelerinin Yeni-Platoncu yorumu vardı. Özellikle Yeni-Platoncu Plotinos ve Proklos’un bazı eserleri Aristoteles’e ait zannedildiği için İslam felsefecileri Platon’la Aristoteles’in birbiriyle uzlaştırılması ve bunun da İslam’ın temel ilkeleriyle uyumu konusunda aşırı bir iyimserlik içinde olacaklardı. Bilim alanında ise Hippokrates ve Galenos’un tıpla, Ptolemaios’un astronomi ve optikle, Eukleides’in matematikle, Arkhimedes’in mekanikle, ve Aristoteles’in genel olarak fizik ve biyolojiyle ilgili birçok eseri çevrilmişti. Bunlar arasında özellikle Aristocu dünya görüşü (mantığın bilgi edinmedeki merkezi rolü, sistematik metafizik, bilimlerin sınıflandırılması, vb.) Müslüman felsefeci ve bilimadamlarının düşünce sistemini köklü bir değişime uğratti. Çeşitli yönlerden zaman zaman eleştiriye uğrasa da İslam bilimi yüzyıllar boyunca temelde Aristocu kimliğini sürdürecekti. İlk önemli bilim ve felsefe kurumu Bağdat’ta Memun zamanında 815 civarında kurulan Beyt’ül-hikme idi. Bu sayede bilimadamlarının biraraya gelmesi sağlanmış ve çoğu tercüme burada yapılmıştı. Bunun yanında hastaneler, rasathaneler ve bir açıdan tekkeler bilim ve felsefe yapılan kurumlardı. 92 İslâm Felsefesi İslam biliminin kaynaklarından biri de bunun düşünsel temelini oluşturan İslam felsefesiydi. Bu yüzden düşünceleri bilim alanında özellikle etkili olmuş filozof-bilimadamları geleneğinin üç önemli temsilcisi olan Kindi, Farabi ve İbn Sina’nın varlık ve bilgi teorisi konularındaki görüşlerini kısaca incelemek yararlı olacak. Kindi (y.800-870) İslam felsefesinde Aristocu geleneği izleyen Meşşai okulun ilk temsilcisiydi ve kendinden sonra gelen felsefeciler gibi ana amacı felsefi ve dinsel bilgiyi tek bir sistem içinde birleştirmekti. Ona göre bütün düşünce sistemlerinin temeli, ezeli Hakikat’in bilgisi olduğundan bütün eski gelenekler temelde aynı şeyi söylüyor olmalıydılar. Bu yüzden Kelamcıların tersine Kindi, felsefe ve din arasında görünürdeki çelişkilerin giderilebileceğine inanıyordu. Buna rağmen Kindi’nin bu tür sorunlara orijinal çözümler getirdiği söylenemez. Dinsel dogmalarla açıkça çelişmediği sürece dünya görüşü Aristocu metafizik tarafından biçimlenmişti. Evrenin ortaya çıkışı konusunda ise Kindi Aristoteles’in ezeli evren anlayışından ayrılıp İslami yoktan yaratılış görüşünü benimsemişti. Bu eklektik yaklaşımı yüzünden düşüncesi tutarlılıktan uzaktı. Kindi’ye göre varlıklar, duyularla algılanabilenler (tikeller), akılla algılanabilenler (tümeller), ve vahiy yolu dışında hakkında bilgi edinilemeyenler (ilahi varlıklar) olarak sınıflanıyordu. Bilgi teorisi konusunda fazla birşey yazmasa da diğer İslam felsefecileri gibi genelde Aristoteles’in ‘Ruh Üzerine’ (‘Peri Psukhe’) adlı eserindeki Akıl (Nous) anlayışını benimsemişti. Bilimleri sınıflandırışı da Aristocu nitelikteydi ve varlık teorisini takip ediyordu: Değişime tabi varlıkların incelendiği fiziksel bilimler (fizik, biyoloji, coğrafya, vb.); değişmez formların konu edildiği mantıksal bilimler (matematik, mantık, müzik, metafizik, astronomi); ve maddeden tamamen bağımsız varlıkların konu edildiği dinsel bilimler. Bunlar aynı zamanda önemsizden önemliye doğru sıralanıyor- 93 du. Kindi felsefeci olmasının yanısıra bu bilim dallarının birçoğunda da eser vermişti. Farabi’ye (870-950) geldiğimizde ortada çok daha tutarlı ve özgün bir felsefi sistem olduğunu görüyoruz. Farabi Kindi’den farklı olarak Aristocu felsefenin kendisinden ziyade bunun -özellikle kozmolojisi itibariyle İslam’la daha uzlaşabilir gibi görünen- Yeni-Platoncu yorumunu benimsemişti. Ona göre doğrudan gerçeğe ulaşmanın yolu felsefeydi; din ise bu gerçeğin halkın anlayabileceği şekle sokulmuş haliydi. Dinle felsefe arasındaki görünürdeki çelişkiler dinin sembolik anlatımından kaynaklanıyordu ve bu gibi durumlarda akıl yoluyla varılacak sonuçlar esas alınmalı, dinsel hükümler buna göre yorumlanmalıydı. Farabi temelde Yeni-Platoncu Plotinos’u takip ederek evrenin yaratılışında ‘sudur’ teorisini benimsedi. Buna göre göksel ve dünyevi varlıklar determinist bir süreç sonucu ilk varlık olan Allah’tan türemişlerdi. Allah’tan ilk olarak İlk Akıl çıkmış, bu da hem en dıştaki gök katına hem de İkinci Akıl’a sebebiyet vermişti. Böylece sırayla on Akıl ve bunların herbirine ait olan dokuz gök katı -ki son yedisi o zaman bilinen yedi gezegene karşılık gelir- ortaya çıkmıştı. Onuncu Akıl sayesinde de evrenin merkezindeki dünya yaratılmıştı. Değişime tabi varlıkların yer aldığı bu Ay-altı alemde en aşağı seviyede ezeli madde vardı. Bundan dört temel eleman (su, toprak, ateş, hava), onlardan da sırasıyla mineraller, bitkiler, hayvanlar ve son olarak insan ortaya çıkmıştı. Farabi burada, varlık ve bilgi teorilerini biraraya getirecek şekilde, insanın en üst düzeydeki varlığını da aklı olarak görür. ‘Akıl Üzerine Risale’sinde Farabi de Aristoteles’i takip ederek insan aklını Potansiyel Akıl (Akl bi’l-Kuvve), Fiili Akıl (Akl bi’l-Fi’l), Edinilmiş Akıl (Akl Müstefad) ve Faal Akıl (Akl el-Fa’al) olarak dörde ayırır. Bunlar aklın bilgi edinme sürecinde geçtiği aşamalardır. Bilmek, maddi nesnelerin ötesindeki soyut Formları bilmektir ve bu, duyular dün- 94 yasıyla ilgili bilgi kadar ahlaki bilgi için de geçerlidir. İşin ilginç tarafı, Faal Akıl kozmik süreçteki Onuncu Akıl’la aynıdır ve genellikle melek Cebrail’le özdeşleştirilir. Diğer bir deyişle, insan en üst bilgi düzeyine Faal Akıl’la birleşmek suretiyle ulaşır. Fakat bu sadece peygamberler ve felsefeciler gibi küçük ve seçkin bir kesim için mümkündür. Peygamberler ilham yoluyla Faal Akıl’la ilişkiye geçerken felsefeciler aynı ilişkiyi tefekkür yoluyla kurarlar ve sonuçta aynı gerçekliğin bilgisine ulaşırlar. Farabi’nin en özgün yönlerinden biri Aristoteles’in Faal Akıl’ıyla Yeni-Platonculuktaki onuncu kozmik Akıl’ı özdeşleştirmesi ve bu sayede Akıl kavramına dayalı tek bir kozmolojik-epistemolojik sistem ortaya koymasıdır. Allah kendi zatını akleden Akıl’dır; bilen, bilinen ve bilme işi (ilim) onda bir ve aynı şeydir. İnsan da aklı sayesinde kozmik düzenin önemli bir parçasıdır. Ölümünden sonra ebediyen yaşayacak olan da maddi varlığı veya ruhunun daha alt seviye kısımları değil, aklıdır. Farabi’nin bilimleri sınıflandırması Kindi’ninkinden çok daha ayrıntılıydı ve İslam bilim tarihinde özellikle etkili olmuştu. ‘İlimlerin Sayımı’ (‘İhsau’l-Ulum’) adlı kitabında Farabi, bilimleri beş ana dala ayırır: Dil bilimleri; mantık; hazırlık (veya talim) bilimleri (doğa bilimlerine hazırlık anlamında: aritmetik, geometri, optik, astronomi, müzik); doğa bilimleri (fizik ve metafizik; metafizik ilk prensiplerin bilimi olarak dinin bilgisini de kapsıyordu); ve toplum bilimleri (hukuk ve siyaset). Farabi İslam tarihinin en önemli mantıkçısıydı ve sınıflandırmasında dil ve mantığa -Aristocu geleneğe uygun olarak- öncelikli bir yer vermişti. Diğer bir ilgi çekici nokta da optik ve astronominin -değişime tabi olmayan varlıkların matematiksel özellikleriyle uğraştı- ğından- doğa bilimleri arasında sayılmamasıydı. Farabi İslami düşünceyle Yunan düşüncesini içine alan büyük bir sistem kurmuş, fakat bu sistemin İslami yönü oldukça zayıf kalmıştı. Felsefeyi Müslümanların gözünde daha cazip hale getiren ve İslam ta- 95 rihindeki en etkili sentezi gerçekleştiren, Farabi’nin takipçisi İbn Sina olacaktı. İbn Sina (980-1037) Farabi gibi temelde Yeni-Platoncu kozmolojiyle süslenmiş Aristocu metafiziği kabul etti. Buna yaptığı ana katkı, Aristocu ezeli evren görüşüyle İslami yoktan yaratılış görüşünü uzlaş- tıracak bir formül bulmaktı. Bunun için Aristoteles’in metafiziğinde önemli bir değişiklik yaparak varoluş (vücud) ve öz (mahiyet) kavramlarını birbirinden ayırdı; zira birşeyin özünü bilmek o şeyin varolup olmadığını bilmekten bağımsızdı. Varlıklar zorunlu ve mümkün olmak üzere iki çeşitti. Varolmadıklarını varsaymanın bir çelişki yaratmadığı varlıklar mümkün varlıklardı ve bunlar varoluşlarını kendi dışlarında bir varlığa borçluydular. Bu açıdan bakıldığında dünyada gördüğümüz bütün nesneler gibi evrenin kendisi de mümkün bir varlıktı. Mümkün varlıklar zincirinde sonsuza kadar geriye gidemeyeceğimize göre varlığı kendi dışında birşeye bağlı olmayan ve diğer herşeyin varlığını borçlu olduğu bir zorunlu varlığı kabul etmemiz gerekiyordu. Bu varlık da Allah’tı. Sadece Allah’ta varoluş ve öz aynı şeydi; diğer bir deyişle Allah’ın özü varolmaktı. Yaratmanın anlamı da Allah tarafından özlere (veya formlara) varlık verilmesiydi. Fakat bu, zaman içinde gerçekleşen bir olay değildi. Yani evrenin varolmadı- ğı bir zaman yoktu ve bu açıdan evren ezeliydi. Allah’ın evrene önceliği zaman bakımından değil, mantıksal veya ontolojik bakımdandı. Zira İbn Sina’ya göre yaratılışı zaman içinde gerçekleşen fiziksel bir olay olarak görmek içinden çıkılmaz çelişkiler yaratıyordu. Ayrıca İbn Sina’nın sisteminde yaratılış, Farabi’ninki gibi determinist bir süreç olmaktan çıkıp Allah’ın iradesine bağlı kılınıyor ve böylece İslam’ın ruhuyla da daha uyumlu hale geliyordu. Fakat yaratılış bu anlamda düşünüldüğünde, kozmolojik sürecin bir parçası olan semavi akılların da yaratıcı özelliği vardı. İbn Sina da Farabi gibi yaratıcıyla yaratılmışı birbirinden kesin olarak ayırmayıp bunların kozmolojik zincirdeki sürekliliğini vurguladı. 96 İbn Sina varlıkları kozmolojik bakımdan akıl, ruh (nefs) ve cisim olarak üçe ayırdı. Farabi’deki sudur görüşüne benzer şekilde her kozmik Akıl İlk Varlık’ı zorunlu, kendi özünü İlk Varlık’tan ötürü zorunlu, ve kendi varoluşunu mümkün olarak kavrar. Böylece ortaya sırasıyla bir sonraki Akıl, bu Akla ait gök katının (felek) ruhu, ve bu gök katının cismi çıkar. Diğer bir deyişle bilme ve yaratma aynı işlemlerdir. Göklerin ruh sahibi ve dolayısıyla bilinçli olması da burada gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. Gene Farabi’deki gibi Onuncu (Faal) Akıl hem bu dünyanın yaratıcısı hem de insan aklının aydınlatıcısıdır. Formlar Faal Akıl’ın zihnindedir ve maddi varlık kazanarak dünyayı oluştururlar. İnsan aklı ise maddenin ötesindeki formları bu Akıl yardımıyla kavrayarak tekrar bir üst düzeye çıkar. İbn Sina peygamberlerin bilgisini filozoflarınkinden üstün görerek bu konuda da İslami görüşe Farabi’den daha yakın durdu. Fakat peygamberin getirdiği bilginin temelindeki gerçeği anlamak için bunun dış anlamına bağlı kalmaktan ziyade akıl yoluyla yorumlamak gerekiyordu. Buna bağlı olarak -kozmolojik sistemine uymayacağından dolayı- maddi dirilmeyi İbn Sina da reddetti. Bilim alanında ise İbn Sina’nın görüşleri Farabi’ninkinden fazla farklı değildi; akıl-nefs-cisim ayrımına bağlı olarak bu alanlarda bilgi edinmeyi amaçlayan değişik bilim dalları öngörüyordu. Kendisi de başta tıp olmak üzere birçok alanda araştırma yapan İbn Sina, burada Aristocu tür akıl yürütmeden deney ve gözleme ve esin kaynağı olarak kutsal metinlere başvurmaya kadar çok çeşitli yöntemler kullandı. Bilim Dalları ve Bilimadamları İslam tarihinde tek tek bilim dallarına baktığımızda hepsinin Eski Yunan’dan alınma sistemler içinde (özellikle de en yetkin ifadesini İbn Sina’da bulan Aristocu sistem içinde) geliştiğini ve aynı sorunlarla uğ- 97 raşıldığını görüyoruz. Bunun yanında İran ve Hint uygarlıklarından da bilgi aktarımı yapılmıştı. Tıp alanında uzunca bir süre peygamber zamanından kalma pratik bilgiler geçerliliğini korudu. 9. yüzyıldan sonra ise Hippokrates ve Galenos’un çevrilmesiyle vücut sıvılarına (kan, balgam, sarı safra, kara safra) dayalı tıp anlayışı kabul edildi. Razi ve İbn Sina gibi tıbbiyeciler özellikle anatomi ve tedavi alanına birçok yeni bilgi ekledilerse de temelde bu anlayış içinde çalışıyorlardı. Tıp ahlakı da Hippokrates’e dayalıydı. Tıp, simya gibi batıni bilimlerle yakından ilişkiliydi. Cabir bin Hayyan ve Razi’nin en önemli temsilcileri olduğu bu alanda Pisagorcu-Hermetik gelenek (ki Aristocu geleneğe karşı olanlar için tek alternatifti) devam ettirilerek simya, astroloji, sayılar ve harfler bilimi gibi batıni bilimler doğa bilimleriyle içiçe görülüyordu. Mesela yukarı- da sayılan dört biyolojik eleman, dünyayı oluşturan dört temel elemana (toprak, su, ateş, hava) karşılık geliyor, insan vücudu, dünya, gök, sayılar ve harfler gibi gerçekliğin çeşitli katmanları arasında yedi hayati vücut bölgesi, yedi metal, yedi gök, ve yedi nota gibi kavramlar sayesinde bağlantı kuruluyordu. Bu tür karşılıklılıklar Müslümanlara hepsinin kaynağının bir olduğunu ve maddi doğanın da ilahi sistemin bir parçası olduğunu hatırlatıyordu. Yani batıni bilimler maddiyatla maneviyatın içiçeliğinin özel olarak vurgulandığı alanlardı ve simya türü bilimlere karşı olsalar da İbn Sina gibi Aristocu bilimadamları da temelde bu anlayışı kabul ediyordu. Bir açıdan bu sayede İslam dünyasında Avrupa’daki gibi dinden bağımsız seküler bir doğa bilimi ve doğanın aşağı görüldüğü bir din anlayışı hakim olmamıştı. Fakat batıni gelenekteki din ve bilimle ilgili görüşlerin ortodoks din ve bilim anlayışları açısından ne derece meşru olduğu tartışmalıydı. Kozmolojiye ve astronomiye baktığımızda esin kaynaklarının Kuran’ın Arş ayeti (2:255) ile Nur ayeti (24:35) olduğunu görüyoruz. 98 Bunlardan birincisi herşeyin Allah’a bağımlı olduğunu söylerken ikincisi alegorik bir şekilde evrenin yapısı hakkında bilgi veriyordu. Kuran’daki kozmolojiyle ilgili diğer ifadeler de genel olarak Antik Çağ sonlarından beri Ortadoğu’da geçerli olan ve en sistematik şeklini Yeni-Platonculukta ve Batlamyusçu modelde bulan evren anlayışına uygundu. Bu yüzden astronomide -Hint ve İran kökenli bilgilerden de yararlanılarak- temel kaynak olarak Ptolemaios’un ‘Almageste’sinin ve genel olarak Batlamyusçu sistemin benimsenmesinde bir zorluk olmamıştı. Coğrafyada Ptolemaios’un ‘Coğrafya’ adlı eseri temel kaynaktı. Kozmik merkezdeki Kaf Dağı ve yedi iklim gibi dinsel sembollerin de önemli bir yeri olmasına rağmen asıl otorite bilimsel araştırma sonucu yazılmış eserlerdi. Mesela Kuran’da yer alan, dünyanın düz olduğu anlamı çıkarılabilecek pasajlar Yunan bilimiyle karşılaşıldıktan sonra daha değişik yorumlanmaya başlamıştı. Fizik tamamen Aristoteles’in verdiği şekil doğrultusunda geliş- ti: Sadece ay-altı dünyanın değişime açık olması ve dolayısıyla fiziksel prensiplerin sadece burada geçerli olduğu fikri; biçim ve madde, potansiyellik ve aktüellik ayrımları; dört sebep (maddi, formel, faal, nihai); ve doğadaki her olayın bir amaçlılık taşıması (teleoloji) hep Aristoteles’ten gelen kavramlardı. Matematik alanındaki temel eser Eukleides’in ‘Elemanlar’ıydı. Bunun yanında Müslümanlar Hint matematiğinin de mirasçısıydı. Matematik sadece hesap yapma yöntemi olarak görülmüyordu; her zaman metafiziksel bir yönü vardı. Her şeklin noktadan, her sayının da ‘bir’den çıktığından hareketle matematik Formlar dünyasının ve Bir’e varmanın bilimi olarak el üstünde tutuluyordu. Bu da Pisagorcu-Platonik gelene- ğe uygundu. İslam bilimlerinin gelişmesinde Yunan biliminin etkisini bu şekilde özetledikten sonra bunun hangi yönlerden aşıldığından da kısaca 99 bahsetmek gerekir. Zira sonraki dönemlerde yaşayan Müslüman bilimadamlarının önünde kaynak ve otorite olarak sadece Eski Yunan’dan kalma eserler değil, İslam biliminin büyük isimlerinin kaleme aldığı eserler de vardı. Astronomi alanındaki ilk büyük yenilik, 9. yüzyılda yaşayan Sabit bin Kurra’nın, ekinoksların yer değiştirmesini açıklayabilmek için Batlamyusçu sisteme dokuzuncu yıldızsız küreyi eklemesiydi. Daha sonra bu sistemin başka güçlüklerle de karşılaştığını gören Müslüman astronomlar, özellikle İran’da 13. yüzyılda Tusi ve öğrencilerinin girişimiyle Batlamyusçu olmayan gezegen modelleri geliştirdiler. Bunlar gerçekten zamanının çok ötesinde modellerdi ve dünyamerkezli olmaları dışında Kopernik’in 16. yüzyılda geliştireceği modelle matematiksel düzeyde aynıydı. Bu dönemin Müslüman bilimadamları Batlamyusçu modelde matematiksel yönden değişiklikler yapmalarına rağmen, yalnız bilimsel değil felsefi ve dinsel dünya görüşünün de temelinde yer alan dünyamerkezliliğe dokunmaya cesaret edemiyorlardı. Fizik alanında Aristocu sistem içinde çalışılması Aristoteles’in bir- çok görüşüne karşı çıkılmasına engel olmadı. Mesela Endülüs’lü İbn Bacce, 6. yüzyılda yaşayan Hıristiyan Yeni-Platoncu Philoponos’un gö- rüşlerinden de yararlanarak, hareketle ilgili Aristocu olmayan fikirler geliştirmiş, bunlar da modern momentum kavramına kaynaklık etmişti. İslam biliminin en büyük isimlerinden Biruni de hem felsefi hem de fiziksel konularda Aristoteles’e alternatif görüşler geliştirmişti. Bu konuda İbn Sina’yla yaptığı mektuplaşmalar, İbn Sina’nın Aristocu görüşlerine karşı bunların yetersizliğini göstermesi, bilim tarihi açısından son derece önemlidir. Matematik ve optik alanında da Müslümanlar Yunan biliminin çok ötesine geçmişlerdi. Kısaca özetlemek gerekirse, matematikte, sayılar teorisinde önemli ilerlemeler yapılmış, ayrıca cebir ve trigonometri ge- 100 liştirilmişti. Optikte ise 11. yüzyılda yaşayan İbn Heysem tek başına bu bilim dalını yeniden inşa etmişti. Ayrıca çalışmalarında matematiksel modellerle deneysel yöntemi birleştirerek genellikle Galileo’ya atfedilen modern bilimsel yöntemin öncüsü olmuştu. Fakat İbn Heysem’in çalışmaları İslam biliminde bir gelenek oluşturmadı ve Rönesans Avrupa’sında yeniden ele alınana kadar büyük ölçüde unutuldu. Sonuç Kısaca özetleyecek olursak, bilime motivasyon sağlayan, amacı- nı ve dayandığı değerleri yönlendiren gücün Kuran olduğunu, üzerine oturduğu metafiziksel sistemin, bilgi temelinin ve yöntem anlayışının ise İslami prensiplerle açık bir uyuşmazlık içinde olmadıkları ölçüde eski Yunan kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz. Bir yandan bunlar sayesinde, bir yandan da kendi iç dinamikleri ve birikimi sonucu İslam bilimi her alanda kendinden önceki geleneklerin ötesine geçip yüzyıllar boyu a- şılamayan bir bilimsel gelenek yaratmıştı. Bu bilimin bence en önemli özelliklerinden biri birden çok kaynağa dayanması ve bunların mümkün olduğu ölçüde bir sentezini yapmasıdır. Özellikle modern bir İslami bilim geliştirme çabalarında bunun gözden uzak tutulmaması gerekir. Müslüman Bilim Adamlarının Bilinmeyen İlkleri Yüzyıllar önce Semerkant, Bağdat ve İstanbul’dan Latinceye veya Fransızcaya çevirilen kitaplar ve buluşlar ilk bulan alimler göz ardı edilerek Avrupalı bilim adamları tarafından nasıl sahip çıkıldı? Dekart, Galile, Kopemik, Newton, Lavoisier, Kepler, Wright Kardeşler, Toriçelli, Kristof Kolomb, Vasco de Gama... İçinizde bunları tanımayan var mı? İlkokuldan başlayarak tanıma- 101 ya başladığımız bu yabancı bilim adamları tarih kitaplarına bakarsanız, birçok önemli buluşun “ilk” sahibi. Yüzyıllar önce Semerkant, Bağdat ve İstanbul’dan Latinceye veya Fransızcaya çevirilen bir çok kitaplar ilk bulan alimler göz ardı edilerek Avrupalı bilim adamları tarafından sahip çıkıldı. Günümüzde batılı bilim adamları bunları yer yer itiraf etmektedirler. Mesela “Newton’dan yerçekimini “ilk bulan” kişi diye bahsederiz. Oysa yerçekimini ilk keşfeden, bilim adamı, pek tanımadığımız bir müslüman: Razi’dir. Şimdi gelin, Batı kaynaklı önyargıları bir kenara bırakalım ve bilimsel birçok buluşu “ilk” yapan İslam bilginlerini tanıyalım. İlk kağıt fabrikasını kuran alim İbni Fazıl Kızamık ve çiçek hastalığını keşfeden; alim Razi Mikrobu ilk tanımlayan alim Akşemseddin Cüzzamı bulan alim ... İbni Cessar Vebanın bulaşıcı olduğunu bulan alim İbni Hatip Verem mikrobunu bulan alim Kambur Vesîm Retina tabakasını bulan alim İbni Rüşd İlk göz ameliyatını yapan alim Ammar İlk kanser ameliyatını yapan alim Ali bin Abbas 102 Küçük kan dolaşımını bulan alim İbnünnefis İlk Tabipler odası başkanı Ali bin Rıdvan Sıfırı ilk kullanan alim Harizmi Trigonometriyi ilk bulan alim Battani Tanjant, kotanjant ve kosekantı ilk kullanan alim Ebul Vefa Trigonometri kitabını yazan alim Nasiruddin Tusi İlk trigonometrik dönüşüm formülünü bulan alim İbni Yunus Binom formülünü ilk bulan alim Ömer Hayyam İlk difransiyel kitabını yazan alim. Sabit bin Kurra Ondalık kesiri ilk bulan alim Gıyaseddin Cemşid İlk usturlabı yapan alim Zerkali Dünyanın döndüğünü keşfeden ilk alim Biruni Dünyanın çevresini ilk ölçen alim Musa kardeşler Güneşin yüzündeki lekeleri ilk bulan alim Fergani Yıldızların yer ve açıklıklarını ölçen ve ilk cetveli geliştiren alim Cabir bin Eflah 103 İlk otomatik kontrol sistemleri tasarlayan alim Ahmet bin Musa Sibernetiği ilk kuran alim. İsmail-El Gezeri İlk optik temellerini koyan alim İbni Heysem Sesin fiziki açıklamasını ilk yapan alim Farabi İlk torna tezgahını yapan alim İbni Karara Kanatlarla uçan ilk alim Hazerfen Ahmed Çelebi İlk uçağı yapan alim Ebu Firnas Yer çekimini ilk bulan alim Razi Sarkaçlı saati ilk yapan alim İbni Yunus Maddelerin özgül ağırlığını ilk hesaplayan alim Hazini Atomun parçalanabileceğim ilk bulan alim Cabir bin Hayyan Gökkuşağını ilk açıklayan alim Kutbettin Şirazi İlk kimya laboratuarını kuran alim. Cabir Saf alkolü ilk elde eden alim Razi Fosforu ilk bulan alim Beşir Havan topunu ilk bulan alim Fatih Sultan Mehmed 104 İlk kıta seyahatnamesini yazan alim İbni Battuta İlk dünya haritasını çizen alim Mürsiyeli İbrahim İlk ecza kitabını yazan alim İbni Baytar... Ümran ilmi ile uygarlık arayışındaki TÜRKİYE’YE YOL HARİTASI Hunnington, Fukuyama, Fuller, Chamosky, Brezenski...diyerek batının laboratuar aydınları dünyayı dizayn etmeye dursunlar... Maturudi, Gazali, Farabi, İbn-i Haldun ve İbn-i Rüsdlerin Cihan Şümullü günlerinden ilham almayı unutupta yerine yenilerini koymayı unuttuğumuz yıldızlarımız yok artık... Cehaletimiz karanlığımız oldu... Başkalarının ışığında yol aramamız ondan... *** Modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi İbn-i Haldun’a göre tarihin görünür yüzünde bir dizi olaylar yer alırken, tarihin asıl manası gizli yüzündedir. Mukaddimenin girişinde sırf nakil ve söylentilere dayanan bir tarih bilimine güvenilemeyeceğini, çeşitli milletlerin ve devletlerin gelişimlerinin peşpeşe sıralanmasının tarihi anlamaya hiçbir katkı sağlamayacağını belirtir. Önemli olan bu gelişmenin sırrını kavramaktır. Nakledilen bilgilerin ve olayların bir mantık süzgecinden geçirilip, gerçeğe uygun olup olmadığını anlamak gerekir. Peki toplumların geli- şip değişmesiyle ilgili bu mantık süzgeci nedir? 105 Tarihin gerçek bilgisine ulaşabilmek için sosyal olay ve olguların objektif gözleminden işe başlamak gerekir. Uygarlık ve toplulukların çeşitleri, zaman içindeki değişimleri ve bu değişimlerin nedenleri incelenmelidir. İşte bunu yapacak bir bilime ihtiyaç vardır. İbn-i Haldun’a kadar, böyle bir bilimin oluşturulmamış olduğunu belirtelim. Kendisi, Fars fetholunduğunda Halife Ömer’in eski Farslı- lardan kalma eserlerin yakılmasını emrettiğini, bu yüzden bu eserlerin yokolup gittiğini, Keldanilerin, Süryanilerin ve Babil ahalisinin eserlerinin kalmadığını söyleyerek bundan dert yanar. Halife Memun’un büyük paralar harcayarak çevirilerini yaptırdığı Yunanların eserlerinden bahseder. İbn-i Haldun’a göre Aristo’ya nispet edilen ve önemli bir parçası ellerde dolaşan “Siyaset” adlı bir kitap vardır. Fakat, bu kitapta da bizim bu eserimizde incelenen konulara dair yeter bilgiler verilmemiş, delil ve burhanlar da lüzumu derecesinde anılmamış, başka sözlerle karıştırılmıştır. Ayrıca Fars din bilgini Mubezan ve Nuşirevan’dan da sözeder ve onların da Mukaddime’de incelediği ilimle ilgili bazı değinmeleri olduğunu belirtir. Bunun dışında İbni Mukaffa’nın risalelerinde ve Kadı Ebubekir Tartuşi’nin Sirac-ül-mülük adlı eserinde de bu konulara kendi kitabındaki başlıklara yakın başlıklarla değinildiğini ancak bunlarda yeterli delil ve açıklama olmadığını belirtir. İbn-i Haldun, ilk kez kendisi tarafından kurulduğunu yeminle belirttiği bu ilime “Ümran ilmi” der ki,gerçekten de bu keşfi ile bir taraftan bilimsel tarihçiliğin diğer taraftan da sosyolojinin temellerini atmıştır. İbn-i Haldun bu yeni bilimin araştıracağı konuları şöyle özetler: “Geçmiş çağlarda yaşamış kavimlerin durumları ve yaşayışlarında meydana gelen değişiklikler; bunların idareyi ve ülkeyi ellerine geçirmelerinin sebepleri; insan topluluklarının tabiatları, yerleşik veya göçebe hayat sürme, göçler ve nüfus hareketleri; devlet kurma, devletlerin kuvvet kazanmaları ve çökmeleri; üretim ve tüketim, bilim, sanat, ticaret, kâr ve zarar olayları; zamanın akışı içerisinde bu sayılan durumların de- 106 ğişmesi ve değişmelerin sebeplerinin incelenmesi” İbn-i Haldun’un, “Tarih”i, felsefi ilimlerden biri olarak kabul ettirme çabası klasik felsefe anlayışı ile çelişir. Her ne kadar Aristo ve Platon’un toplum ve devlet konusundaki görüşleri tarihsel öğeler taşısa da, her ikisi de, tarihi, “bilgeliğin” bir dalı olarak görmezler. Aristo’ya göre şiir tarihe göre çok daha felsefi ve üstündür, çünkü tarih özel ve tikel olana yönelirken, şiir evrensel olana yönelmektedir. Farabi ve İbni Sina’nın bilimler sınıflandırmasında da “Tarih”in hiç- bir yeri yoktur. İbn-i Haldun’un keşfettiğini ilan ettiği yeni ilmi kabul ettirmede karşılaştığı güçlüğü anlayabilmek için düşünürün yaşadığı dönemde bilim olarak algılanan şey ile bugünkü bilim algısı arasındaki farkı bilmek gerekir. “Tarih”in klasik felsefe tarafından bilim sayılmamasının iki temel nedeni vardır: Birincisi, tarihin nesnesi geçmişe ilişkindir, karşımızda bir nesne olarak bulunmaz, belirlenemez ve sürekli değişir. Halbuki bilgeliğin konusu ancak Platon’un “İdealar Evreni” ya da Aristo’nun “Devinmeyen Devindirici”si gibi değişmeyen şeyleri incelemek olabilirdi. İkinci güçlük ise nedensellik ilkesinin uygulanabilirliği konusundadır. Burada nedenselliği de bugünkü anlayışımızdan daha farklı şekilde anlamak gerekir. Klasik felsefede nedensellik tüm nedenlerin kendine bağlandığı bir “İlk “Neden” (Tanrı) düşüncesine gider ve felsefenin konusu bu İlk Neden’i incelemektir. Oysa İbn-i Haldun, somut olaylar arasındaki nedensellikten bahsetmektedir, yani nedenselliği tarihe uygulayarak, olaylar arasında geriye dönük bağlantılar kurarak, tarihe ve toplumlara ilişkin yasalar bulmaya çalışmaktadır. Tarihsel olayların doğ- ruluklarını denetleyebilmek böylelikle mümkün olabilmektedir. Kendi deyişiyle: “Umran ilmi” ile tarihte neyin olanaklı neyin olanaksız olduğu hakkında bir “zorunlu yasa bilgisi”ne ulaşılır ki, bu aynı zamanda tarihçilerin aktara geldikleri haberlerin doğruluk ve yanlışlıklarını sınama olanağı verir. 107 İbn-i Haldun’un olayların nedenlerine, aralarındaki görünmeyen bu bağlantıya işaret etmesi, birçok yazar tarafından onun için determinist, pozitivist, tarihi materyalist, ampirist ve rasyonalist gibi tanımlamalar kullanılmasına yol açmıştır. Tarih boyunca toplum biçimleri: İbn-i Haldun’a göre göçebe yaşam, toplum halinde yaşamanın ilk örneği olup yerleşik yaşamdan önce gelir. Göçebeler ikiye ayrılabilir. Birinci grup olan “Çoban göçebeler” koyun ve inek beslerler. Türk, Türkmen ve bazı Berberi topluluklar bu gruptandır. İkinci göçebe gruba ise deve besleyen Araplar, Batı Afrika’daki Berberiler ve Kürt göçebeler girer ki, bunlar otlak aramak için çöllerin derinliklerine kadar girerler. İşte göçebe toplumların asıl karakteristik özellikleri bu ikinci grupta gö- rülmektedir. Göçebeler uzak ve tenha yerlerde yaşadıkları ve diğer toplumlarla temas imkânı bulamadıkları için utangaç, kaba ve sert tabiatlı, fakat şehirlilere göre iyi ahlaklı olurlar. Barınakları, yiyecek ve içecekleri açı- sından kanaatkârdırlar. Egoist değillerdir, kabilelerinin çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün görürler. Bu yüzden cesaret ve kahramanlık, başlıca değer yargılarıdır. Kendilerini koruyacak bir devlet teşkilatı olmadığı için topluluğun her bireyi, her an olabilecek bir saldırıya karşı tetikte ve atik olmalıdır. Sürekli güvenlik sorunu yaşadıklarından, yabancılara karşı çekingen, ancak kendilerine güvenen, savaşçı ve cesur kişilerdir. Bu toplumlar şehir yaşamının rehavetine dalmış yerleşik toplumlar için daima tehlike oluş- tururlar. Göçebe toplumlar: İbn-i Haldun’a göre insan toplumsal bir hayvandır. Birkaç kişi Allah’ın verdiği düşünme gücüne dayanarak ve birbirleriyle işbirliği yaparak birtakım kurumlar yaratmaya başladıkları an, kültür ya da kendi deyimiyle ümran doğmuş demektir. 108 İnsanın soyunu sürdürebilmesi için aklı ve eli yeterli olmamış, aynı zamanda dayanışması ve toplumsal şekilde yaşaması gerekmiştir. İnsan topluluklarına bakıldığında bunların birbirlerinden farklı oldukları gö- rülür. İbn-i Haldun, bunun sebebinin, kendi deyimiyle “geçinme şekil ve tarzlarının bir¬birinden başka ve türlüce olması” olduğunu belirtip, bunun dışında toplulukların yerleştikleri coğrafî yer, iklim, iktisadî şartlar, üretim şekil ve iliş¬kilerinin de bu farklılıkları doğuran etkenler olduğunu ekler. Benzer özelliklerine bakarak bu toplulukların sınıflandırılabileceğini söyler ve biribirine zıt özelliklere sahip iki grup sayar. Bunları hadarî (yerleşik toplumlar, kentsel çevre , gelişmiş toplum ve bedevî (göçebe toplumlar, çöl çevresi, ilkel toplum ) olarak adlandırır. Bir de ücra, kırsal yerleşim birimlerinde olup, tarımla uğraşan, yerleşik hayata geçmekle birlikte henüz bir uygarlık kuramamış küçük topluluklar vardır. Bu son gruptaki topluluklardan, yerleşik bir topluma bağlı olmaksızın sahralarda yerleşerek ekincilik ve tarımla uğraşan grupların durumları iyi ve rahatken, yerleşik topluluklara tabi olan ve dolayısıyla kendilerinden vergi alınanların durumu pek kötü ve aşağılıktır. İbn-i Haldun bu son gruba kısaca değinip geçer ve iki ana grupla ilgilenir. Yerleşik toplumlar: Yerleşik toplumlar devletin kurulmasından hemen sonra veya devletin kuruluşu ile beraber ortaya çıkmaktadır. Bedevi yaşam biçimi sadece yaşamı sürdürebilmek için gerekli şeylerin üretilmesi ile sınırlı- dır. Toplumsal üretimde güç, zenginlik, rahatlık ve boş zaman isteği ile artı değerler artmaya başlar ve böylece toplum hadari (yerleşik) yaşam biçimine doğru ilerler. Göçebe toplumların bu yerleşik hayata geçme eğilimi kasaba ve şehirlerin kurulması ile kendini gösterir. Ancak bütün göçebe toplumlar devlet kuramazlar. Bir kısmı kurulmuş bir devlete tabi olarak yerleşik hayata geçerler. Sadece asabiyye bağları güçlü olan toplumlar devlet kurmayı başarır. 109 Devletin kurulması ile gelinen bu aşamada artık göçebelik dönemindeki kan bağı yeterli olmaz. Toplumsal dayanışmayı sağlayacak yeni bağlara ihtiyaç duyulur. Böylece “hanedana bağlılık ve din duygusu” devreye girer. Din, burada oldukça önemli bir rol oynar. Farklı kan bağına sahip olan asabiyyeler arasındaki çekişmeyi giderip hepsinin tek bir amaç etrafında bir araya gelmesini sağlayacak olan dindir. İbn-i Haldun, kan bağına dayalı olan asabiyye olmaksızın dine çağrını yetmeyeceğini belirtir. Başka deyişle, din, kan bağına dayalı asabiyyesi en güçlü olan grubun içinde gelişir ve sonra diğer gruplara yayılır. Ancak devlet bir kez kurulduktan sonra artık insanları dış tehlikelerden koruyan bir siyasi örgüt varolduğu için insanlar askerlikten ve tekdüze bir iş olan üretim yapmaktan vazgeçerler ve sanat, edebiyat, mimarlık gibi kültürel alanlarla ve ticaret ve zanaat gibi daha çok para kazandıran işlerle uğraşmaya başlarlar. Güvenlik, bol para ve işbölümü insanlarda daha güzel, daha ince ve yeni ihtiyaçların oluşmasına yol açar. Böylece toplum yerleşik hayata geçtikçe daha çok rahatına ve zevkine düşkün, daha egoist olur ve giderek kötü alışkanlıklar sahibi olur. Kolaylıklar ve lüks ancak çok sayıda insan kümeler halinde bir arada yaşadığı zaman ortaya çıkar. Bu lüks ve ihtişam beraberinde soysuzlaşma ve gerileme tohumlarını getirir. Baş- langıçtaki grupta varolan saf bağlılık, yalın güç ve sadelik yozlaşmaya başlar. Toplumun rahata alışması, kendilerini güvenli hissettikleri kaleler içinde huzurlu şekilde yaşamaları, göçebelik dönemindeki cesaret ve savaş kabiliyetlerini yitirmelerine neden olur. Devleti idare edenlerden gelen emirlere uymayı da alışkanlık haline getirirler. İdareciler de zulme ve şiddete başvurdukça, göçebelik dönemindeki bağımsızlık ve onur duygularını iyice yitirerek kendine güveni olmayan, korkak, sinsi ve dalkavuk kişiler haline gelirler. 110 Aidiyet ve din: İbn-i Haldun’un toplumsal örgütlenmelerin nicelikleri, çapları, güçleri ve başarıları açısından farklılaşmalarını açıklamak için kullandığı önemli bir kavram “asabiyye”dir. Sözcük Arapça “tutmak, bağlı olmak” anlamına gelen “asabe” kökünden gelmektedir. Farklı araştırmacılar tarafından “yakınlık bağı”, “topluluk duygusu”, “dayanışma duygusu”, “ortak ruh”, “toplumsal uyuşma”, “toplumsal dayanışma”, “milliyetçilik fikri”, “askerî ruh” gibi karşılıklar verilmiştir. İlerlemeci bir yaklaşımla “toplumların ilkellikten uygarlığa doğru ilerlemesini güdüleyen güç” olarak yorumlanabilecek olan asabiyye en açık şekliyle kan bağıyla bağlı olan yakın akrabalık ilişkilerinde görülür. İbn-i Haldun’a göre kabilelerin çeşitli yollarla nüfusu arttıkça bu bağ kan bağından bir kabile veya kavim bağına dönüşür. Bir akrabası hakarete veya saldırıya uğrayan bir kişi bu saldırı kendisine yapılmış gibi faile düşmanlık besler. İbn-i Haldun, benzer bir davranış özelliğini çöllerin derinliklerinde yaşayan, soyları bozulmamış Arap kabilelerinde de görür. Ancak bu saflık durumu sürekli olmaz; savaş, barış ve evlenmelerle başka soyları da içine alarak büyüyen kabilede başkanlık da asabiyye bağı daha güçlü olan grupta kalır. Çeşitli nedenlerle kendi soylarını kaybedip başka bir kabileye sığınan topluluklarla da hami-mahmi, efendi-köle ilişkilerinden doğan yapma bir akrabalık bağının yarattığı yeni bir asabiyye bağı ortaya çıkar. Başlangıçta yaşlı ve akil olanların hakemliği ile çözümlenen çatışmalar, kabile büyüdükçe gruplaşmalara ve grup içi çatışmalara yol açar. En yoğun grup içi dayanışması olan, başka deyişle asabiyye bağı en güçlü olan grup diğerlerine üstün olur ve hü- kümranlığı eline geçirir. Asabiyye bağı bu grup içindeki yardımlaşma ve şeref duygusundan gelen ve dış düşmanlarla uğraşma gücü veren bir bağdır. Eğer tüm topluluklar eşit oranda işbirliği yapmış olsalardı böyle farklılıklar olmazdı. Toplumsal örgütlenmenin çap ve yoğunluğunu belirleyen değişken 111 grup duygusu, grup dayanışması Asabiyye’dir. Tüm ilkel gruplarda dayanışma, direniş gücü ve cesaret vardır ve hepsi de zenginliğe ve boş zamana ulaşmak isterler. Grup dayanışması onları fetihler yapmaya da götürür. Ya varolan bir devleti fethederler ya da yenisini kurmaya çalı- şırlar. Ancak devlet kurma aşamasında kan bağı yeterli gelmez. İhtiyaç duydukları yeni gücü ise dinde bulurlar. Din, asabiyyesi en güçlü olan grubun içinde gelişir ve yayılır. Din, dünyevi istekler ve hısımlığın ötesine geçtiği için kan bağına dayalı asabiyyeden çok daha güçlü bir sadakat duygusu yaratır. İbn-i Haldun’a göre din, bir uygarlığın yaratılışındaki en üstün güçtür ve aynı zamanda o uygarlığı korumak için de en etkili olanıdır. Toplumda Aidiyet hissi: En açık şekliyle yakın kan bağı ile bağlı olan akrabalık ilişkilerinde görülür. İbn-i Haldun’a göre aile bağı şeklindeki bu bağ zamanla kabile ve kavim bağına dönüşür. Bir akrabası hakarete veya saldırıya uğrayan bir kişi bu saldırı kendisine yapılmış gibi faile düşmanlık besler. İbn-i Haldun, bu davranış özelliğini çöllerin derinliklerinde yaşayan, soyları bozulmamış Arap kabilelerinde de görür. Ancak bu saflık durumu sü- rekli olmaz; savaş, barış ve evlenmelerle başka soyları da içine alarak büyüyen kabilede başkanlık da asabiyye bağı daha güçlü olan grupta kalır. Çeşitli nedenlerle kendi soylarını kaybedip başka bir kabileye sı- ğınan topluluklarla da hami-mahmi, efendi-köle ilişkilerinden doğan yapma bir akrabalık bağının yarattığı yeni bir asabiyye bağı ortaya çıkar. Başlangıçta yaşlı ve akil olanların hakemliği ile çözümlenen çatışmalar, kabile büyüdükçe gruplaşmalara ve grup içi çatışmalara yol açar. En yo- ğun grup içi dayanışması olan, başka deyişle asabiyye bağı en güçlü olan grup diğerlerine üstün olur ve hükümranlığı eline geçirir. İbn-i Haldun’a göre asabiyye bağı bir grup içindeki yardımlaşma ve şeref duygusundan gelen ve dış düşmanlarla uğraşma gücü veren bir bağdır. Eğer tüm topluluklar eşit oranda işbirliği yapmış olsalardı böyle 112 farklılıklar olmazdı. Toplumsal örgütlenmenin çap ve yoğunluğunu belirleyen değişken grup duygusu, grup dayanışması Asabiyye’dir. Tüm ilkel gruplarda dayanışma, direniş gücü ve cesaret vardır ve hepsi de zenginliğe ve boş zamana ulaşmak isterler. Grup dayanışması onları fetihler yapmaya da götürür. Ya varolan bir devleti fethederler ya da yenisini kurmaya çalışırlar. Ancak devlet kurma aşamasında kan ba- ğı yeterli gelmez. İhtiyaç duydukları yeni gücü ise dinde bulurlar. Din, asabiyyesi en güçlü olan grubun içinde gelişir ve yayılır. Din, dünyevi istekler ve hısımlığın ötesine geçtiği için kan bağına dayalı asabiyyeden çok daha güçlü bir sadakat duygusu yaratır. İbn-i Haldun’a göre din, bir uygarlığın yaratılışındaki en üstün güçtür ve aynı zamanda o uygarlığı korumak için de en etkili olanıdır. İbn Haldun’a göre iki türlü asabiyyet vardır: Nesep, şecere (soy) asabiyeti: Kan temelli bu asabiyye bağı bir toplumun devlet kurmasına kadar yeterli olur. Sebep, (mükteseb) asabiyeti: Devlet kurma aşamasından sonra kan bağı yetmez ve yerine din ve hanedana bağlılık şeklindeki sebep asabiyyeti gelir. Birincisinde aynı soydan gelmek ve kandaş olmak kaçınılmaz bir şart olduğu halde, sebep asabiyetinde böyle bir şart aranmaz. İbn Haldun’a göre nesep asabiyeti ilkel toplumlarda ve badevilerde yaygın iken, sebep asabiyeti daha çok hadarî-medenî toplumlarda yaygındır. İbn-i Haldun’un kullandığı bu kavrama farklı araştırmacılar tarafından “yakınlık bağı”, “topluluk duygusu”, “dayanışma duygusu”, “ortak ruh”, “toplumsal uyuşma”, “toplumsal dayanışma”, “milliyetçilik fikri”, “askerî ruh” gibi karşılıklar verilmiştir. Genel anlamda kan akrabalığına dayanan, aynı zümre¬ye ait bulunmaktan doğan sosyal ilişkiyi ifade eden bu terimin kap¬samına kan 113 birliğini olduğu kadar insanlardaki bir arada yaşama eğilimini veya müşterek bir fikir etrafında beraber olmayı kat¬tığınıda unutmayalım. Asabiyye topluluğu bir arada tutan, topluluğa yaratıcı güç veren ve kaderini etkileyen hayat enerjilerinin toplamıdır. İbn Haldun’a göre umran (uygarlık, kültür) ağacının kökü badiye (göçebelik) ise gövdesi mülk (devlet) ve hadara (kent yaşamı), özsuyu “asabiye”dir. Devlet Kuramı: İbn-i Haldun, toplum (cemiyet) ile devleti ayrı ayrı varlıklar olarak ele alır. Toplum, insanların doğa ile mücadelelerinde birbirlerine ihtiyaç duymalarından dolayı bir araya gelmelerinden oluşurken, devlet insanı hemcinslerinin saldırıları ve zulmünden korumak için oluşturulan bir şeydir. İnsanlar hemcinslerinin tacizinden korunabilmek için bir yasak- çıya ihtiyaç duyar ve onun otoritesine boyun eğerler. Devlet de toplum gibi doğal bir şeydir, tüm insan topluluklarını kapsar, ancak bu ne Tanrı buyruğudur ne de tek tanrılı dinlere özgü bir durumdur. İbn-i Haldun, burada İslam düşünürlerinden ayrılır ve hükümdarlık ile peygamberliği karıştırdıkları için onları eleştirir. Ehl-i kitap olmayan kavimlerin de çok sayıda devlet kurduğunu, hatta bunların sayısının Ehl-i Kitap olanlardan çok daha fazla olduğunu söyler. Ona göre, peygamberlik ile hükümdarlık arasında hiçbir mantıki ve zorunlu ilişki yoktur. Devletin aşamaları: İbn-i Haldun’a göre devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Buna göre, devletin geçirdiği aşamaları beşe ayırır. Hatta bu beş aşamanın üç ya da dört kuşağın ortalama ömrü olan 120 yılda tamamlandığını ileri sürer. İbn-i Haldun’un bu süreyi tespit ederken, zamanında doktor ve müneccimlerin, normal insan hayatının 120 yıl olduğu iddiasına dayandığı ve bu yüzden devletlerin normal yaşam sü- relerinin de 120 yılı aşamayacağını düşündüğü ileri sürülmüştür. 114 Birinci aşama fetih ve kuruluş aşamasıdır. Bu aşamada yerleşik bir yönetimin elinden askeri güç ile iktidar alınır. Asabiyye bağlarının çok güçlü olduğu, hükümdarın bir lord ya da kraldan çok bir şef olduğu dö- nemdir. İkinci aşamada hükümdar iktidarı tekeline almaya başlar. Bunun için kendisinin başa gelmesini sağlayan doğal dayanışmayı tasfiye etmeye başlar, onunla güç paylaşanları ortadan kaldırır, kan bağına dayalı dayanışma yerine doğrudan kendisine bağlı paralı asker ve bürokratlardan oluşan bir grup oluşturmaya başlar. Bunların dışında bilginlerden oluşan danışmanlar da bulur. İbn-i Haldun’a göre bilginler en kötü siyasal danışmanlardır. Ayrıntıdan çok evrenseli, insan türü yerine tüm türleri görmek üzere eğitildikleri ve toplumsal ve siyasal olayları tek baş- larına görmek yerine birbirleriyle kıyaslayarak gördükleri için olumsuz siyasal önerilerde bulunurlar. Hükümdarlara asıl yararlı olan öğütleri ise “ortalama zekâya sahip, alelade kişiler” verirler. Üçüncü aşama ekonomik refahın arttığı, kültürel unsurların gelişti- ği bir yükseliş ya da lüks ve debdebe aşamasıdır. Bu aşamada hükümdar kişisel gelirini artırmak, tebaasının vergilerini azaltarak devletin mali kaynaklarını artırmak ve yeniden düzenlemek, kentleri güzelleştirmek i- çin uğraşır. Herkes ekonomik refahtan payını alır,güzel sanatlar, bilim ve el sanatları teşvik görür, hâkim sınıflar kültürel projelerin koruyucuları olarak boy gösterirler. Refah ve serbestlik devletin egemen iklimi haline gelir. Dördüncü aşama doyum, tatmin ve kendini beğenme aşamasıdır. İstikrar ve barışın egemen olduğu, yönetimde yenilikçi hiçbir girişimin olmadığı, eski yönetimlerin taklit edildiği ve bundan ayrılmanın devleti yıkacağına inanılan bir aşamadır. Hem yönetenler hem yönetilenler bu istikrar ve refahın ebediyen devam edeceğine inanırlar. Devlet kurucularının gücü ve başarılarına göre bu durum gerçekten de uzun sürebilir. 115 Ancak bu aşama içinde farkına varılmadan gerileme ve çözülme başlamış ve devlet son aşaması olan sefahat ve israf aşamasına geçmektedir. Son aşama sefahat, israf ve çöküş aşamasıdır. Bu aşamada hükümdarın ekonomik ve toplumsal olayları kişisel arzularına göre yönetmeye çalışmasıyla, devlette iyileşmesi olanaklı olmayan hastalıklar ortaya çıkar. Hükümdarın lüksünü ve desteğini, satın almış olduğu ordu ve bürokrasinin desteğini sürdürebilmesi için vergileri artırması gerekir. Artan vergi oranları ekonomik faaliyetlerin azalmasına neden olur ve hükümdarın amacının tersine devlet gelirleri azalır. Yönetilenlerin devletten beklentileri zayıflar ve umutsuzluk yayılır. Ekonomik faaliyetler duraklar, insanlar uzun vadeli planlar yapamaz olurlar. Doğum hızı geriler, kalabalık kentlerde nüfus ve çevre sorunları ortaya çıkar. Devlet çözülmeye başlar. Merkezden uzak bölgelerdeki valiler, generaller, prensler ya da başka devletler belli toprak parçalarını koparmaya baş- larlar. Başkentte bile ordu ve bürokratlar hükümdarın otoritesini ele geçirmeye, hükümdarı sadece makam ve sıfattan oluşan bir şeye dönüş- türmeye başlar. Sonunda dışardan gelen, asabiyyesi güçlü genç, sağlıklı bir topluluk devleti istila eder ve çürüyen yapıyı ortadan kaldırıp yenisini kurar. Toplumsal ve siyasal koşullar devletin bu aşamalarında bir takım değişiklikler yapabilse bile İbn-i Haldun’da katı bir belirlenimcilik vardır. Her devlet bu süreçleri yaşar ve bunlar döngüsel bir şekilde sürekli tekrarlanır. Görüldüğü gibi bir aşamadan diğerine geçiş toplumsal yapı- daki doğal güçlerle açıklanır. İbn-i Haldun’a göre bu süreç bir toplumsal yasadır ve kişilerin iradesinden bağımsızdır. Siyaset biçimleri: İbn-i Haldun, yerleşik yaşamın ortaya çıkardığı karmaşık sorunları çözebilmek, hükümdarın yetkilerini sınırlandırıp, belli kurallara uymasını sağlamak ve devleti çökmekten kurtarabilmek için belli bir siyaset izlenmesi gerektiğini ileri sürer. Ona göre üç tür siyaset vardır: 116 Akli siyaset: İnsanların akılları ile bulup koydukları kanunlar aracılığı ile devleti yönetmeleridir. Siyasetçi akla dayanarak kimi zaman yöneticinin iyiliğini, kimi zaman da yönetimin/sistemin iyiliğini araştı- ran kişidir. İbn-i Haldun bu siyaseti de ikiye ayırır. Birinci tipi bilgiye ve akla dayandığı için iyidir. Akli siyasetin diğer bir şeklinde ise devlet yö- netimi şiddet ve cebire dayanır. Bu siyaset biçimi akli siyasetin kötü bir biçimi olduğu halde gerek Müslüman gerek Müslüman olmayan çok sayıda devlette uygulanır. Medeni siyaset: Filozofların ileri sürdükleri ideal bir siyaset biçimi olup, gerçekle ilgisizdir. İdare eden bir otorite olmaksızın, insanların barış ve huzur içinde yaşaması şeklindeki bir sistemdir.(krş. Anarşizm) İbn-i Haldun’a göre böyle bir sistemin gerçekleşebilmesi için her bir ferdin fazilet ve bilgi sahibi olması gerekir ki, pratikte bu gerçekleşmesi uzak bir ihtimaldir. Nitekim filozoflar da bu gerçeği kabul ederler. Dinî siyaset: Devletin peygamber tarafından bildirilmiş olan Tanrı buyrukları ile idare edilmesidir. Dinî kurallar insanların davranışlarını gösterdiği kadar, devletin izlemesi gereken yolu da gösterir. Peygamberden sonra da halifeler tarafından yürütülür. Bu yüzden hem bu dünya hem ahiret için faydalı bir siyasettir. İbn-i Haldun’a göre İslam devletleri telifçi bir yol izlemişler, önce şeriat hükümlerine, sonra da filozofların ortaya koydukları etik kurallara uymaya çalışmışlardır. Buna örnek olarak da Halife Memun zamanında Sultan Tahir bin Hüseyin’in oğluna devleti nasıl idare etmesi gerektiği hakkında tavsiyeleri taşıyan bir mektubunu örnek gösterir. Medeni siyaseti tamamen hayalî bir tarz olarak tanımlayarak devre dışı bırakan İbn-i Haldun, akli ve dinî siyaset türlerini karşılaştırır ve dinî siyasetin akli siyasetten üstün olduğunu ileri sürer. İbn-i Haldun’da batı dünyasında sonradan gelişen din ve devlet işlerinin birbirinden 117 ayrılması şeklindeki fikre hiçbir şekilde rastlanmaz. Bu anlamda ortodoks islam siyasi düşünce biçimine bağlıdır. Dünyada çok sayıda akli/ dünyevi siyaset yürütüldüğünü gören İbn-i Haldun, İslam toplumları- nı bunlardan ayırır. İslam toplumunun devam edebilmesinin yolunun peygamberin koyduğu kuralların sürdürülmesinde olduğunu, halifelik kurumunun da bunun için gerekli olduğunu belirtir. İbn-i Haldun, bu çerçevede İslam devletinin geçirdiği aşamaları inceler. Buna göre Hz. Muhammed’den Halife Ömer’e kadar olan süreçte dinî siyaset uygulanmışken, Emevi hanedanı ile İslam devleti dinî siyasetten ayrılmış ve akli/dünyevi siyasete geçmiştir. Bu yüzden yıkılmış ve iktidar Abbasilere geçmiştir. Abbasi halifesi Mutasım’ın saltanatı ile benzer bir durum yaşanmış ve bundan sonra Arap asabiyyesi bozulmuştur. İlimleri sınıflandırması: İbn-i Haldun, henüz gençliğinde yazdığı Şifâu’s-Sâil adlı tasavvufa dair kitabında iki tür ilim olduğunu belirtir: Birincisi cisim âlemine ilişkin olan “kesbî” ilimler, diğeri ise ruhlar âlemine ilişkin olan “vehbî” ilimlerdir. Kesbî ilimler duyular aracılığıyla yapılır. Bu ilimlerde eşyaya ilişkin sentez, analiz ve kıyaslamalar yapılır. Başka deyişle akli/felsefi ilimlerdir. Kesbî ilimler mantık, tabiat, metafizik ve matematiksel ilimlerden oluşur. Matematiksel ilimler de kendi içinde hendese, aritmetik, musiki ve astronomi olarak dört kısımdan oluşur. İbn-i Haldun, metafiziği akli/felsefi ilimler içerisine koymakla birlikte metafiziğin akılla kavranamayacağını ileri sürer. “Vehbî” ilimler ise ruhlar âleminden melekler aracılığıyla yapılır. En yüce ilim bu ilimdir. Vahiy bu ilimi elde etmenin en üst aşaması iken daha alt bir aşamada “kalbe üfleme” yer alır. Bu iki aşamanın da altında ise “kalbe doğma” şeklinde başka bir aşama vardır. İbn-i Haldun, Mukaddime’sinde ise ilimleri amaçlarına göre sınıflandırır. Burada ilimleri “amaç ilimleri” ve “araç ilimleri” şeklinde iki 118 gruba ayırır. Amaç ilimlerde detaylı açıklamalar yapmak gerekirken, araç ilimlerde gerekmez. Buna göre amaç ilimlere örnek, dinî ilimlerden tefsir, hadis, fıkıh ve kelam, felsefi ilimlerden tabiat veilahiyatken, araç ilimlere örnek dinî ilimler için Arapça ve miras ilmi, felsefi ilimler için ise mantık ilmidir. Alem’i anlamak: Aristo ve onu islami çerçevede yorumlayan birçok islam filozofu gibi İbn-i Haldun da varlıkları aşağıdan yukarıya belli bir düzene göre sı- ralar ve yine benzer şekilde ruhani âlem, cismani âlem gibi ayrı âlemlere yerleştirir. İbn-i Haldun, varlıkların içinde olduğu üç âlemden sözeder. Bunlar duyularımızla idrak edilen ve içinde maden,bitki ve hayvanların bulunduğu “duyular âlemi” veya “maddi ve cismani âlem”, içinde insanların bulunduğu ve düşünce ile idrak edilen “düşünce âlemi” ya da “beşeri âlem” ve rüyalar ve kalbe ilham gelmesi gibi daha farklı şekillerde hissettiğimiz “melekler ve ruhlar âlemi”dir. Bu âlemlerdeki varlıklar da yukardan aşağıya bir düzen içinde sıralanırlar. Her âlemin en üst basamağındaki varlık, kendinden sonra gelen âlemin en alt basamağındaki varlığa geçiş özelliğine sahiptir. Örneğin bitkiler âleminin son basamağında yer alan üzüm ve hurma ile hayvanlar âleminin en alt basamağındaki salyangozun böyle bir ilişkisi vardır. Benzer şekilde duyular âleminde en üst seviyede olan maymun ile dü- şünceler âlemindeki insan da böyle bir ilişkiye sahiptir. Peygamberlerin de, insan görünümünde olmalarına karşın, en üst basamakta oldukları i- çin bir üst âlem olan “melekler âlemi”ne geçmeleri mümkündür. ve insan aklı: İnsan düşüncesinin çeşitli dereceleri vardır. İlk derece “temyizi akıl”dır. İnsan bu akıl sayesinde kendisini tehlikelerden korur, para kazanır ve yaşamını sürdürür. İkinci derece “tecrübi akıl”dır. Toplum 119 içerisinde ilişkiler kurma, toplumsal kuralları oluşturma bu akıl sayesinde gerçekleşir. Üçüncü derece ise “nazari akıl”dır ve “varlık”ı olduğu gibi tüm özellikleriyle bu akıl kavrayabilir. İbn-i Haldun’un akıl konusundaki düşünceleri Farabi’nin düşünceleriyle örtüşür. Farabi ve İbn-i Rüşd de aklı “amelî” ve “nazari” akıl olarak iki gruba ayırırlar. İbn-i Haldun’a göre ilimler sosyal şartlarla birlikte gelişen “tecrübi akıl”ın ürünleridir. İnsanda aklın oluşumu konusunda İbn-i Haldun, idealist filozoflardan ayrılır ve Farabi,İbn-i Sina ve bazı Kuran ayetlerinin benimsediği gibi insanın doğuştan bilgi getirmediğini düşünür. Bilgi “a posteriori”dir, sonradan edinilir. İnsan dünyaya geldiğinde zihni boş bir levha gibidir. İbn-i Haldun, bazı yönlerden Farabi ve İbn-i Sina ile ortak yaklaşımlara sahip olsa da, “ruhani âleme” ait bilgiye insanın akıl yoluyla ulaşabileceğini reddeder. Ona göre, insan bu bilgiye vahiy dışında bir yolla erişemez, bizim erişebileceğimiz sadece “beşeri âlem”in bilgisidir. ve İktisat: İbn-i Haldun’a göre ilk üretim tarzı bedeviliktir. Göçebe yaşamın ihtiyaçları sınırlıdır. Hayvancılık ve tarım sade bir yaşam tarzı getirir. Şehir hayatında ise üretim artar, bu ticareti geliştirir ve insanlar artan zamanlarını zanaat alanlarına ayırırlar ve ihtiyaçlar giderek çeşitlenir. Bu çeşitlenme tüketim ve israf artışını da beraberinde getirir. İhtiyaçları karşılamak için emek sarf etmek gerekir. Bu yüzden ü- retimde “emeğin rolü” üzerine değinir. Malın değerini iki şey belirler: Biri harcanan emek, diğeri ise mala olan talep. Eğer elde edilen kazanç, o kazancı sağlayan kişinin harcamalarına gidiyorsa “geçim aracı”dır, ihtiyaçtan fazla oluyorsa “sermaye” haline gelir. Şehirlerde emek arzı fazla olduğu için sermaye ortaya çıkar. İbn-i Haldun ekonomik faaliyetler konusunda tabiri caizse liberal bir görüşe sahiptir. Özel girişimciliği savunur ve devletin ekonomik ha- 120 yata müdahale etmesine karşı çıkar. Ona göre ekonomik olayların da kendine has kanunları vardır ve bunlar üzerinde uygulanacak bir baskı ekonomiyi altüst eder. Ekonomik şartların bozuk, ticari hayatın dengesiz, gelir dağılımının adil olmadığı bir toplumda refah ve sağlam bir ahlaki hayat da ortaya çıkamaz. Devletin görevi ekonomik hayatın bir düzen içinde gelişmesini sağlamaktır. Devletin ekonomiye adil olmayan müdahaleleri, haksız vergilendirmede bulunması veya mülkiyete el koyması ekonomiyi olumsuz etkiler ve devlet varlığını devam ettirmesi için gereken vergilerden mahrum kalır. Devletin gelirleri azalınca da asıl yapması gereken adalet, savunma, diplomasi gibi faaliyetlerini yapamaz hale gelir ve çöker. İbn-i Haldun’a göre ekonomide ücret, kâr ve vergi’den oluşan bir döngü vardır. Ücretler azalmadığı sürece pazara gelir, pazarda elde edilen kazanç kâr yaratır, artan kâr ise vergiye dönüşür. Bu döngünün sürmesini sağlamak ve dengeli bir ekonomik politika izlemek devletin görevidir. “Ücret ve aylıkları eksiltmek devletin gelirini eksiltir” der. Çünkü azalan ücretler ekonomiyi durgunluğa sürükleyecek ve bu da vergileri azaltacaktır. Aynı şekilde vergilerin düşük olması da vergi gelirlerinin artması ile sonuçlanacaktır. Düşük vergiler yatırımcıları teşvik edecek ve hem yatırımlar hem de istihdam artacaktır. İbn-i Haldun, devletin ticaret yapmasına da karşı çıkar. Ona göre, bu, üreticiler için zararlıdır ve vergi düzenini bozar. Devletin rekabet ettiği bir alanda çiftçiler ve tüccarlar rekabet edemez. Çünkü devlet hem üretimi için gereken girdileri, diğer girişimcilerden çok daha ucuza alabilir, hem de diğer girişimcileri ürettiği malı çok daha pahalıya satın almak zorunda bırakabilir. Bu durumda haksız rekabet ortaya çıkar, devlet arz-talep dengesini bozarak her iki tarafın da zarar etmesine neden olmuş olur. Tüccar ve çiftçilerin geliri düştüğü için hem yeni girişimler olmaz, hem de vergilerde azalma olur. 121 SON SÖZ; LİDER mi YÖNETİCİ mi gerek ümmete? Bin seneyi aşkın geniş bir zaman dilimi içinde hep şanlı devirler ya- şamış ve hep güzelliklere açık bulunmuş şu mübârek dünyâ, bir-iki asır var ki, buhrandan buhrana sürüklenmekte ve çepeçevre rûhunu saran bunalımlarla inim inim inlemektedir.. özünden uzaklaşma bunalımı.. tabiat değiştirme bunalımı.. Milli, dînî ve târîhî değerleri inkâr ve tezyîf etme bunalımı.. ve eskilerin ‘kaht-ı ricâl’ dedikleri seviyeli insan, idâreci kadro ve lider kıtlığı bunalımı... Yakın geçmişi ve hâlihazırdaki durumu i’tibârıyla, şu karmakarışık dünyânın gerçek manada bir lider tanıyıp-tanımadığını bilemiyeceğim; bilebildiğim bir şey varsa o da, bizim dünyâmızda böyle bir liderin olmadığıdır. Hal o ki aslında lider bellidir. Hz. Resulullah! Ancak dini yapı- larımız bir ruhbanlıktır peydah etmişler faili müphem şahsiyetleri kendilerine ulu kişiler olarak tayin etmişlerdir. Evet, bir zamanlar, Merakeş’ten Orta Asya steplerine, oradan da Avrupa içlerine kadar çok geniş bir sahada mevcûdiyet ve ağırlığı- nı hissettiren o tunç irâdelerin, o polat sînelerin ve o çelikten sadâların yerinde şimdi sinekler uçuşuyor.. evet, ateşböceklerinin yıldızlaştığı, sineklerin kartallaştığı bu tâli’sizler diyârında aslan inleri, tilki çalımlarıyla inliyor, bülbül yuvaları saksağanların elinde perişan ve her tarafta yarasalar şehrâyinler tertip ediyor... Süleyman çoktan göçüp gitmiş ve o muhteşem saltanatın yerinde iblisler satranç oynuyor.. yüreğe, irâdeye, rûha hasret gittiğimiz şu gün- 122 lerde, şimdiye kadar yolları elli defa gidip pusuya takılmış yığınlar, bir yenisine takılabilecekleri vehmiyle köşeye sıkışmış ve ümitsizliklerini, hârika günler ve hârika şahıslarla giderebileceklerini düşlüyorlar. Bu simsiyah yalnızlıkta herkes karanlıklara esir ve herkes birbirine teslimiyet salıklamakta.. teb’a yol-iz bilmez, câhil ve onurlu yaşamanın acemisi.. hâkim güçler insafsız ve temettû’ avında.. ışığa uyananlar oldukça az -Allah irâdelerine fer versin- onların da çoğu beline kadar çamur içinde ve başları bulutlarda. Kitlelerin fikir semâları tersine dönmüş gibi; köstebek deliklerinde dolaşırken yıldızlararası seyâhat rüyâları görüyorlar. Hâsılı, bu koskoca dünyâ başıboşların elinde ve bir baştan bir başa Kuran’ın rehbersizliğinde hz. resulun lidersizliğinde kıvrım kıvrım... Lider den öteye başarılı yöneticilere ihtiyacımız vardır. O yöneticiler ki, özüyle ve zâtî husûsiyetleriyle her zaman kendini hissettiren ve gönüllerde yaşamasını bilen bir şahsiyetlerdir. O, görünüşündeki inandırıcılığı, anlayışındaki derinliği, görüşlerindeki inceliği, ihâtasındaki genişliği, tespitlerindeki sağlamlığı.. öğrenme aşkı, öğretme istidâdı ve uhdesine aldığı her şeyin üstesinden gelebilme yeteneğiyle -istemediği halde- dikkatleri üzerinde toplayan, sevilen, sayılan, gözdeleşen, dolayı- sıyla da binlerin-yüz binlerin her zaman uğrunda ölmeye hazır oldukları bir seviye insanıdır. Yönetici yemesinde-içmesinde, oturup-kalkmasında, davranış ve muâmelelerinde hep dikkatli, hep temkinli ve hep emniyet telkin edicidir. Doğru düşünür, doğru konuşur, doğruluğu sever ve yalandan tiksinti duyar.. sînesi vefâ ile çarpar, gözleri samimiyetle açılır-kapanır ve her zaman güven ve i’timât soluklar... İdeal yönetici çevresine karşı güleryüzlü, saygılı, ciddi ve alabildiğine vakûrdur. Onun yanında bulunanlar yakınlığın lâubâliliğini görmez, 123 uzakta kalanlar da uzaklığın mahrûmiyetini hissetmezler. Sorumluluğunu yüklendiği toplumun büyüklerini babası, küçüklerini evlâdı bilir ve bir kuluçka hassasiyetiyle, himâye ve şefkatine sığınan herkese bağrını açar, herkesi kanatlarının altına alır ve korur... Soluklarının duyulduğu dâire içindekilere şefkat ve alâkası o kadar engindir ki, ayaklar altındaki karıncalardan, göklerde uçuşan kuşlara kadar canlı-cansız her şey o incelikten aldığı nasiple şükrân çığlıkları atar ve iki büklüm olur, yerlere yüz sürer. O yönetici ki vazifeşinâs, hasbî ve diğergâmdır. Sorumluluklarını yerine getirme mevzûunda, ne karşısına çıkan engellerin zorlu ve aşılmaz olması ne de imkânların genişliğiyle gelen yaşama zevki, rahat ve rehâvet onu yolundan döndüremez ve ona mükellefiyetlerini unutturamaz. Üzerine aldığı mesuliyetleri peygamberâne bir himmetle yerine getirir.. hep yürekten ve cansiperâne davranır.. sonra da yapıp ortaya koyduğu hizmetler karşılığında herhangi bir ücret ve mükâfât beklemeden çeker-yoluna gider. Hayalini kurduğumuz yöneticilerimiz üstün idrâki, cesâret ve kararlılığı, sabır ve metânetiyle her zaman çevresinin tek dayanağı ve ümit kaynağıdır. Süratli kararla isâbet, dikkat u temkinle cesâret, sabr u tahammülle atılganlık gibi zıtlıklar, onun sihirli dünyâsında birleşir, bü- tünleşir ve birbirinin tamamlayıcısı olurlar. Fetânetin aydınlatıcı tayfları altında yarınlar ve yarınlara âit hâdiseler, bugünkü vak’alar sırasına girer berraklaşır.. cesâret ve kararlılığı sayesinde, aşılmaz gibi görülen tepeler aşılır ve bütünüyle yollar düzlüğe erer.. tahammül ve metâneti karşısında olmazları olur hâle gelir, muhâller ve imkânsızlıklar toz-duman olur gider. Yönetici dediğin bir ahlâk ve fazilet kahramanıdır. O, merhamet ve yumuşak huyluluğuyla bütün canlıların çarpan yüreği, atan nabzı; cesâret ve yiğitliğiyle, millet ve ülkesinin yılmaz ve sarsılmaz muhâfızı; his ve gönül dünyâsıyla zayıfların en emîn sığınağı; tevâzû ve mahviyetiyle kapı kapı kovulmuşların biricik tesellî kaynağı; müsâmaha ve af 124 atmosferiyle sendeleyip düşenlerin ve sürçüp sürçüp günâhlara girenlerin ümit çerağıdır. Yönetici öyle olmalı ki, adâletli olduğu zaman merhametli, merhametle coştuğu zaman da istikâmetlidir. İnsan ve insanca düşünceleri şefkatle kucaklarken, yılan ve çıyan deliklerini tıkamayı da ihmal etmez.. onun dünyâsında ne zâlimlerin toyu-düğünü ne de mazlûmların âh u efgânı hiç mi hiç işitilmez. O, elindeki keskin kılıcın bir yüzüyle kobraların başlarını alırken, diğer yüzüyle de bülbüllere yuva örme san’atını öğretir. Müslüman yönetici Ağrı Dağı kadar mehâbeti, Lût Gölü kadar da haşyeti vicdânında duyabilen gariplikler halîtası bir ruh yapısına sahiptir. Ona sırf mehâbet noktasından bakanlar, aşılmaz bir zirve karşısında bulunduklarını hisseder, hayret ve hayranlıkla ürperirler.. onu, ötelerle irtibâtı, ihlâs ve samîmiyetiyle tanıma fırsatını bulanlar ise rûhânîlerden biriyle diz dize olduklarını sanır ve kendilerinden geçerler. Yıllar ve yıllar var ki, düşkünler diyârı şu mübârek ülke, taşıylatoprağıyla, canlısıyla-cansızıyla, mü’miniyle-kâfiriyle hasretle inledi ve böyle bir liderin yolunu gözledi. Bu uğurda elli defa yalancı mumları güneş zannedip alkışladı.. yüz defa ateşböceklerini yıldız sanıp arkalarına düştü… ve bilmem kaç defa da kırk harâmîleri Kâbe yolcusu sanarak içlerine girdi. Öyle anlaşılıyor ki ümmetin ocağına yakılmış fitne ocağı yandığı sürece daha bir süre bu hicranlı arayış devam edecektir. Küfür sistemleri kendine şiar edinen, kafirleri dost edinen kişiler ise her ne kadar ağızlarından Kuran lafzını düşürmeseler de, alınları secdelerden kalkmasa da Müslümanları aldatmaya ençok meyilli kimselerdir. 125 İsimleri, sıfatları Müslüman gözükselerde onlar ciğerimize yerleş- miş habis urlardır. Müslümanın imanlısı ve akıllısı olmak dileğiyle Rabbime emanet kalınız! Tanrı, Türkleri de kutsasın mı! (Amen) Bilgililerin ilgisiz, ilgililerin bilgisiz olduğu bir süreçten geçiyoruz. rakam verebilecek olanınız var mı aranızda, afrikadan yeni kıtaya çalınan hayatlara, livingston, admudsen, kolomb, vespuci, 4 ile 5 arası haçlı savaşı, yediler binlerce piçi, kutsal asasını sinemeskop soktular gözümüze, yalan üstüne yalan inanmaz kimse sözümüze, bakın yalan tarihe, saddamın füzelerine, kimyasal palavrayla bombalarla geldiler üstümüze, milat imiş 11 eylül, ümmetin hazan mevsimi, çanak tuttu bu işe lanetçi vatikan hizmetçisi, ... yahudi ve hristiyanları dost tuttuk, dinlerinden olmadıkça asla onlardan olmayacağımızı, unuttuk! ... romantik değilim, etkilemez beni, ne elizabet taylorun yeşil gözleri, ne angelina bacımızın, muhteris buseleri. ... 126 ben öksüz kalmış türklüğümün, sela sesiyim; oy! ... kahpe planların, kursağıdır gençliğim! ... oy! şehadetim! hevesim; direnişimdir, yalanına büyük şeytanın! ... çan sesleri... çalıyor tepemizde... uğursuzca, kraliçe isabelin, endülüsü, unutturmasıyla... ... tom amcanın kulübesinden, büyüklere masallar okumasıyla, sam amcanın! ... asla inanmadığım! **** 1864’ te İngiliz sömürge bakanı Glagstone’nin hedeflerini ilk kez belirlediği hususta 1965 yılında son toplanan Vatikan konsülüde aynı doğrultuda 3 ayrı karar alır. Milenyum dedikleri çağda Asyanın hristiyanlaşması için... Müslüman ülkeler; hoşgörü, 127 diyalog ve gizli hristiyanlık ile İslam dininden uzaklaştırılacaklardır. Nedir Gizli Hristiyanlık? HRISTİYANLAR GİBİ YAŞAYAN MÜSLÜMANLAR ELDE ETMEK! Yakın zamanda 959 yıllık küskünlük nihayet sona erdi. Fener Ortodoks Patriği Bartelemeos yeni papa seçilen Cizvit Papazı, bir milyar 200 milyon Katolik Hıristiyan’ın 266’ncı ruhani lideri, Buones Aires Başpiskoposu Arjantinli Kardinal Jorge Mario Bergoglio ile sarılarak asırların husumetini bitirdiler. Yeni Papayı, rahiplerin çocuk tacizi vakalarında başrol oynaması ve Vatikan Bankası’ndaki usulsüzlükler gibi sorunlar bekliyorken, biz Müslümanlar ise birbirimizi kemirip duralım. Çare olarak halifeliğin geri gelmesinden dem vuranlar var. Geçiniz şimdilik…Diyanet işleri makamı bir halife şuurunda çalışsın yeter. Ötesini tarih belirler… Hem ki pürmelalimiz ortada; Müslümanlık; dış alemde terör ve gerikalmışların dini… Kendi iç aleminde ise yobazlığın ve sömürünün aracı… Hayatımızın hiçbir alanına sokamadığımız, yalnızca ölüm denilen şeyle irtibatlınılan… Kur’an; ölüler kitabı…İçindeki hiçbir hüküm inananlarına sanki hiç seslenmiyor… Haşa, haşa, haşa!!! N’oldu bize, n’aptık kendimize? Filistinli dedeler bir dönem önce sattılar topraklarını Yahudinin uzattığı kağıt parçalarına, paralarına…Şimdi paramparça yüreklerin tesellisini, minicik torunların minik elleriyle Yahudi zulmune attıkları 128 taşlarda aramaktayız. Taşlıyamadık ki biz şeytanı zamanında… Şimdinin şeytan taşlama merasimleri ise Kabe’deki Zemzem TOWERSten kumandalı! Bekleyiniz; Mescid-i Aksanın kaybedilmesine de! Hz. Ömer camii görüntüsü ile unutturulan Mescid-i Aksa cidden yitmek üzere…Deneyin hemen şimdi. Arama motorlarına yazın Mescid- i Aksa diye çıkan görüntülere bakın! Biz ki sayısız Umreler düzenleyelim, ziyaretleri sosyete turlarına çevirelim… Ekranlarda arz-ı endam etsin pop hocalar! Belediyelerin kültür merkezleri ise züğürt teselli salonları olsun! … Allah ömür versin İsmailağa Cemaatinin lideri Mahmut Hoca’ya… Enteresan şekilde katledildi cemaatin kurmayları…Umut vaat eden Cüppeli hoca ise uçkur düşkünlüğü suçlaması ile gözlerde katledildi, gözden düşürüldü… Patrikhane civarındaki yapılar kimlerin eline geçmekte peki? Allahını seven zengin Müslümanlara haykırıyorum; patrikhane civarı binalara yatırım yapın…alın…unutun, bir kenara koyun! Bu milletin, İstanbul’un tapusu Haliç boyudur! Altınboynuzu tenekeye çevirmeyelim! Ey, vakıflar, dernekler! Patrikhane civarına konuçlanın! Bir dönem Balat’ta küçücük bir dükkanda iş çeviren şimdilerin “Yürü ya Kulum” un örneklerinden olan Torunlar Gayri Menkulun, şimdilerde Mahmutbey gişelerinin dibindeki MALL OF İSTANBUL’ un sahibi Aziz abi… Eski mahallen elden gitmesin be abi! Gayrı Müslim’e mülk satmada neyin nesi demeyeceğim. Konjuktür denilen hazret “Türk” kelimesini öteleştirdikten sonra… Balans ayarları ile alakalı uzun uzadıya konuşabiliriz! Lakin tarihsel hakikatlar”heva ve heveslerini Rab edinenlerin” iflah olmayacağını da haykırmakta. Birilerine şirin gözükmek adına bu gerçekleri de yutamayız. ……. 129 1965 yılında, yani benim doğduğum sene tamamlanan 2. Vatikan Konsili’nde alınan kararlar çerçevesinde Vatikan, başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’da ve Türk Cumhuriyetlerdeki Hristiyanlaştırma faaliyetlerine hız verdi. 2000 yılı Vatikan ve Papa 2. John Paul için çok önemli bir yıl oldu. Ilk kez tam metin halinde 1996 yılında yayınlanan Katolik “Kateşizma (bir anlamda ilmihal gibi bir düstur kitabı) Papaya ve tüm ruhban sınıfına 3. bin yılda neler yapmalarını ve Hıristiyanlığı hangi yöntemle yaygınlaştırmaları gerektiğini gösteren bir rehber olmuştu. Bu rehber 1965 yılında tamamlanan 2. Vatikan Konsili’nde alınan kararlar çerçevesinde hazırlanmıştı. 8u rehbere göre 3. bin yılda Vatikan, başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’da ve Türk Cumhuriyetlerindeki Hıristiyanlaştırma faaliyetlerine hız verecekti. Nitekim öyle de oldu. Katolik aleminin resmi yayın organlarında ilk Türkiye aleyhtarı yazılar 1995’te başlamıştı. Kendi yayın organlarında “Müslüman Kürtleri” savunur pozlarında ‘’The Catholic World Report” resmi yayın organı dergilerinde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ağır hakaretler yağdırmaya baş- ladı. Vatikan daha sonra Italyan Hükümeti’nden de benzer çalışmalarda bulunmasını istedi, Italyan Hükümeti’nin özellikle Abdullah Öcalan’ın tutuklanmasından sonra yaptıkları umarım unutulmamıştır. Bunun arkasında Vatikan vardı. Ayrıca Istanbul, Teşvikiye’deki Katolik Muhacerat Bürosu’nun faaliyetlerine de hız verdi. Her gün onlarca insanı bu kanaldan yurt dışına taşımaya ve gittikleri yerlerde Türkiye aleyhine düzenlenen toplantılarda kullandırmaya başladı. 130 “TÜRK DOSTU’ DİYE YUTTURULAN PAPA Vatikan’ın uzun zamandır planladığı bir girişim de 23. John adıyla tanınan ve Türkiye’de “Türk dostu” diye yutturulan Kardinal Roncalli’yi Aziz ilan etmekti. Bu işlem 3 Eylül 2000’de gerçekleştirildi, Ardından Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kültür Bakanı aracılığıyla bu “Türk Dostu” Papanın Istanbul Kurtuluş’ta oturduğu sokak “Kutsal Mekan” ilan edildi. Vatikan 1965’te kabul ettiği “Dışa Açılma” stratejisini iki yönde uygulamaktadır. Bunlardan birincisi “Ekümenizm”dir. Bu strateji çerçevesinde Vatikan Hıristiyanlığın diğer mezheplerini yönlendirmektedir. Ikincisi ise “Ekümenizm”e bağlı olarak ortaya çıkmış olan ve özellikle Müslümanları hedefleyen “Evangalization” adlı Hıristiyanlaştırma projesidir. Gizli Hristiyanlık diye tanımlanır. Müslümanların ilk etapta Hristiyanlar gibi hayatı algılamaları ve onlar gibi yaşamaları hedeflenir. HOŞGÖRÜ, DİNLER ARASI DIYALOG, IBRAHİMİ DINLERIN BiRLiĞi TUZAĞI ve THE CEMAAT GERÇEĞİ Vatikan, bu projesini hayata geçirebilmek için 1940’lardan başlayarak kurulmuş olan bazı örgütlerin çalışmalarına 1965’ten sonra hız verdirdi. Bu örgütler şunlardır: Focolare; Catecumenante ve Communion ve Liberty. Bu Katolik örgütlerinden başta “Hoşgörü” (Tolerans); “Dinler Arası Diyalog” ve “İbrahimi Dinlerin Birliği” şeklinde formüle edilmiş olan planları uygulamaları istenmişti. Onlar da bu projeleri hızla hayata geçirdiler. Özellikle Türkiye’de belirli bir Islamcı çevre bu tuzağa düş- tü. Gaipten sesler duyduğunu ve rüyasında Islam’ın büyük Erenleri’yle konuştuğunu öne süren biri bu Hoşgörü ve Ibrahimi Dincilikten öylesine etkilendi ki kendisini “Ahir Zaman Mehdisi” olarak ilan etmeyi bile 131 düşünmeye başladı. Ne yazık ki eski Milletvekili Hasan Mezarcı ondan önce davrandı ve kendisini Mesih ilan etti. Sonuçta ABD’nin desteklediği Mehdi(!), Almanya destekli Türkiye’nin maaşlı Mesih’i karşısında tutunamadı. Türkiye’de Mesihlik ve Mehdilik, Televolelik oldu, hele ki Adnan efendinin mırnavlarıyla! VATİKAN’IN TÜRKIYE’Yİ NASIL GÖRDÜĞÜNÜ ORTAYA KOYAN AÇIKLAMA 13 Kasım 2000’de Papa 2. John Paul, Ermenistan Kilisesi’nin ba- şı 2. Karakin ile Vatikan’da bir görüşme yaptı. Bu görüşmeden sonra Papa’nın yaptığı açıklama Türkiye’yi ve Türkleri hedef alan en ağır hakaretleri içeriyordu ve Vatikan’ın Türkiye’yi nasıl gördüğünü apaçık ortaya koyuyordu. Papa yanına 2. Karakin’i alıp yaptığı açıklamada 20. yüzyılda yaşanmış olan tüm soykırımların sorumlusu olarak Türkleri göstermiş ve lanetlemişti. Yıllardır Vatikan’ı şakşaklayanlar bile bu açıklama karşısında şaş- kınlığa sürüklendiler. Milliyet Gazetesi “Papa Bunadı” diye başlık attı. Arkasından uyarıldı ve hemen geri dönüş yaparak “Papa Bunamadı” diye manşet attı. Diyanet işleri Reisi ise hızlı “Diyalogcu” olduğu için işi tevil etti. Ona göre, “Evet Papa böyle bir açıklama yapmıştı ama o sadece önüne konulan bir metni okumuştu. Yoksa böyle bir açıklama yapmazdı. Nitekim bu açıklamasını daha sonra geri almıştı.” KİMDİR BU CİZVİT PAPAZLARI 1500 yılının başlarında Avrupa’da kurulun “Cizvit” teşkilâtı ve bir misyoner cemiyeti, Hıristiyanlığı yaymak için tüm dünyaya misyoner papazlar gönderirler. Bu görevlendirilen papazlara da “Cizvit papazları” denilir. Bu görevli Cizvit papazlarından ikisi Çin’e giderler. Çin’in Kanton şehrine gelen papazlar, Kanton vâlisinden Hıristiyan dini hakkında vaaz vermek için müsaade istediler. Vâli bunları ciddiye 132 almadı ise de, Cizvit papazları her gün gelip onu rahatsız ettiklerinden, nihayet: “Ben bu mesele için Çin imparatorundan izin almaya mecburum. Kendisine haber vereceğim.” dedi ve meseleyi Çin imparatoruna bildirdi. Gelen cevapta, “Onları bana gönder. Ne istediklerini anlayayım.” Deniliyordu. Vâli, Cizvit papazlarını Çin’in başkenti Pekin’e yolladı. Olanların haberini almış olan Budist rahipler, fena hâlde telâşa dü- şerler. “Bu adamlar, Hıristiyanlık adı altında ortaya çıkan yeni bir dini, milletimize telkin etmeğe çalışıyorlar. Bunlar, kutsal Buda’yı tanımı- yorlar, halkımızı yanlış bir yola sokacaklardır. Lütfen onları buradan kovun!” diye İmparatora müracaat ettiler. İmparator: “Evvelâ ne söylediklerini bir anlayalım. Ondan sonra bu hususta kararımızı veririz.” dedi. Memleketin sayılı devlet ve din adamlarından meydana gelen bir meclis düzenledi. Cizvit papazlarını da bu meclise davet etti: “Yaymak istediğiniz dinin esasları nedir? Anlatın.” dedi. Bunun üzerine, Cizvit papazları şöyle dediler: “Semayı ve arzı yaratan Allah birdir. Fakat aynı zamanda üçtür. Allah’ın biricik oğlu ve Ruhulkudüs de birer Allah’tırlar. Allah, Âdem ve Havva’yı yaratıp, cennete koydu. Onlara her türlü nimeti verdi. Yalnız bir ağaçtan yememelerini emretti. Her nasılsa şeytan, Havva’yı aldattı. Havva da Âdem’i yanıltarak, birlikte Allah’ın emrine karşı geldiler ve o ağacın meyvesinden yediler. Bunun üzerine Cenâb–ı Hak, onları cennetten çıkardı ve dünyaya gönderdi. Burada onların çocukları ve torunları doğdu. Fakat bütün bunlar, büyük babalarının işlediği günah ile kirlenmişlerdi. Hepsi günahkârdı. 133 Bu hâl, tam 6000 sene devam etti. Nihayet Cenâb–ı Hak, insanlara acıdı ve onların günahını affettirmek için kendi öz oğlunu onlara göndermekten ve bu biricik oğlunu, günah kefareti olarak kurban etmekten başka çare bulamadı. İşte, bizim inandığımız peygamber, Allah’ın oğlu olan o Rab İsâ’dır. Arabistan’ın batısında Filistin denilen bir bölge ve orada Kudüs denilen bir şehir vardır. Kudüs’te, Celile denilen bir kasaba, Celile’nin de Nasıra isminde bir köyü vardır. İşte bu köyde bundan bin sene önce Meryem isminde bir kız bulunuyordu. Bu kız, amcasının oğlu olan marangoz Yusuf ile nişanlanmış ise de, henüz evlilik gerçekleşmişti; bu yüzden bakire idi. Bir gün, tenhâ bir yerde bulunurken, Ruhulkudüs gelip, ona Allah’ın oğlunu ilkâ etti (koydu). Yani, kız bakire iken hâmile oldu. [Bundan sonra nişanlısı ile Kudüs’e giderlerken Beytüllahm’da] bir ahır içinde çocuğu dünyaya geldi. Allah’ın oğlunu ahırdaki yemliğin içine koydular. Doğuda bulunan rahipler, onun doğduğunu gökte birdenbire yeniden ortaya çıkan bir yıldızdan anlayarak, hediyelerle onu aramaya çıktılar ve nihayet bu ahırda buldular. Ona secde ettiler. İsâ denilen Allah’ın oğlu, 33 yaşına kadar Allah’ın melekûtu üzerine vaaz etti: “Ben Allah’ın oğluyum. Bana inanın, sizi kurtarmağa geldim.” dedi. Ölüleri diriltmek, âmâların gözlerini açmak, topalları yürütmek, cüzamlıları tedavi etmek, denizde fırtınaları durdurmak, iki balıkla on bin kişiyi doyurmak, suyu şarap yapmak, kışın meyve vermediği için bir incir ağacını bir işaret ile kurutmak gibi daha birçok mucizeler gösterdiyse de çok az insan ona iman etti, inandı. Nihayet hain Yahudîler, onu Romalılara şikâyet ettiler ve haça gerilmesine sebep oldular. Lâkin İsâ, öldükten üç gün sonra haçta tekrar dirilerek, kendisine inananlara göründü. Bundan sonra semaya çıkıp, babasının sağ tarafına oturdu. Babası da dünyanın bütün işlerini ona terk etti ve kendisi geri çekildi. İşte, bizim vaaz edeceğimiz dinin esası 134 budur. Buna inananlar, öteki dünyada cennete, inanmayanlar ise cehenneme gideceklerdir.” Bu sözleri dinleyen Çin imparatoru, papazlara: “Ben sizden bazı şeyleri sual edeceğim. Bunlara cevap verin.” dedi ve şöyle sormaya başladı: “İlk sualim şudur: Siz, Allah hem bir, hem de üçtür, diyorsunuz. Bu, iki iki daha beş eder gibi mânasız bir laftır. Bu işin aslını hana izâh edin!” Papazlar cevap veremediler: “Bu Allah’ın bir sırrıdır. İnsanların aklı buna ermez.” dediler. İmparator: “İkinci sualim şudur: Yeri, göğü ve bütün âlemi yaratan, çok kudretli Allah, kullarından birinin işlediği günah için onun, bu işten haberi bile olmayan bütün sülâlesini nasıl günahkâr sayar? Kulların affı için nasıl olur da kendi öz oğlunu kurban etmekten başka çare bulamaz? Bu, O’nun büyüklüğüne yakışır mı? Buna ne dersiniz?” dedi. Papazlar yine cevap veremediler: “Bu da Allah’ın bir sırrıdır.” dediler. İmparator: “Üçüncü sualim de şudur: İsâ, bir incir ağacından mevsimi olmaksızın meyve istemiş, ağaç meyve vermeyince onu kurutmuş. Mevsimi olmadan meyve vermek, bir ağacın yapamayacağı bir şeydir. Böyle oldu- 135 ğu hâlde İsâ’nın buna kızıp ağacı kurutması, bir zulüm değil midir? Bir peygamber, zalim olur mu?” Papazlar buna da cevap veremediler: “Bu işler, manevî işlerdir. Allah’ın sırlarıdır. İnsanların akılları buna ermez.” dediler. Bunun üzerine Çin imparatoru: “Ben size izin ve müsaade veriyorum. Gidin, Çin’in, istediğiniz yerinde vaaz verin.” diyerek onlara müsaade etti. Onlar, huzurdan çıktıktan sonra imparator mecliste bulunanlara dönüp: “Ben Çin’de böyle saçmalıklara inanacak bir ahmak bulunacağını zannetmiyorum. Onun için bu adamların, bu hurafeleri vaaz etmelerinde hiçbir mahzur görmedim. Ben eminim ki, bunları dinleyen vatandaşlarımız, dünyada ne ahmak kavimlerin bulunduğunu görecektir” dedi. 136 “KENDİ ÇOCUKLARINA KIYAN TOPLUMLAR, KENDİ ÇOCUKLARINI İYİ YETİŞTİREN TOPLUMLARIN KÖLESİ OLURLAR!” (Hacı Bayram-ı Veli) “Bizim sevdamız, bu milletin selametini garanti altına almak, ecdadın emanetini gelecek nesillere teslim etmektir.” (Recep Tayyip Erdoğan) 2071 YOLUNDA... “Batı Medeniyeti” yaşadığımız tarihin dönüm noktasında insanlık alemini, ürünü olan “Modernite” ile zulüm ve kargaşaya sürüklemiştir. Bu durum öncelikli olarak hem İslam aleminin hem de insanlık aleminin yeniden “İslam Medeniyeti” ile yüzleşmesini gerektirmektedir. “İslam Medeniyetini” yeniden ifa etmenin yolu, çocuklarımızı silbaştan kendi değerlerimiz ile yetiştirmekten geçmektedir. Hem de dünyanın şu anki emperyal efendilerinin kullandığı dilden ve argümanlardan haberdar olarak. Unutmayalım, küresel şehirler, küresel markalar artık dünyada devletler gibi siyasi aktör haline geliyor. Kültür de siyaset ve ekonomi gibi stratejik unsur oluyor. Kimliğimiz için: İlim-kültür-sanat-edebiyat ve ahlak normlarımız bizden olmalıdır, bize dönük olmalıdır. *** 137 Ülke kalkınmasında “Gerçekten Milli Eğitim” in önemi Eğitim; siyasal ve demokratik toplum bilincini geliştirme, karmaşık sorunların anlaşılmasını sağlama, teknolojik ilerlemeye yardımcı olma ve kültürel yetenekleri keşfetme gibi çok yönlü etkilere sahiptir. Değişen ekonominin ihtiyaçlarına daha uygun nitelikli işgücü- nün, yaratıcı düşünce ve ileri tekniklerin gelişmesine katkıda bulunarak sosyal uyum, ekonomik büyümenin sürmesi ve değişim, için önemli temelleri de hazırlar. Bu nedenlerle eğitime yatırım yapma düşüncesi sosyo-ekonomik ve politik gelişmenin sağlanması bakımından önemlidir. Günümüzde ülkelerin kalkınmışlık düzeyleri, milli gelir miktarı yanında; eğitim, sosyal, kültürel ve politik durumları ile de ölçülmektedir. İktisadi gelişme kişi başına düşen mal ve hizmet birimleriyle ifade edilebildiği gibi, kişi başına düşen eğitim ve sağlık harcamaları da gelişmişliğin önemli ölçüleri arasındadır. Bunlara paralel olarak, okur yazarlık ve okullaşma oranı, ortalama yaşam süresi gibi değerler de bir ülkenin gelişmişlik düzeyinin bir göstergesidir. Bütün bunlar kalkınmanın merkezine insanı yerleştirmektedir. İnsanın düşüncesi, yetenekleri, eğitim düzeyi ile oluşan ekonomik ve kültürel ortam yenilik ve yaratıcılığı gerçekleştirerek üretim sürecinin girdisi olarak ekonomiye katkı sağlamaktadır. “İnsana yatırım” esasen üç alanı kapsamaktadır. Bunlar, “eğitim, sağlık ve beslenme”dir. Bu üç alana yapılan harcamaların dengeli bir şekilde gerçekleştirilmesi durumunda insan kaynağından gerektiği şekilde yararlanmak mümkün olabilmektedir. Ancak, şunu da unutmamak gerekir ki, insana yatırımın temelini eğitim harcamaları oluşturmaktadır. Eğitim yatırımları sadece az gelişmiş ülkeler yönünden değil, aynı zamanda ileri sanayii ülkeleri yönünden de üzerinde önemle durulan bir konudur. Bir ülkenin kalkınması, o ülke halkının gelişmesine sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanları geliştirmek, onlara kalkınmaya uygun davranışlar 138 kazandırmak da ancak eğitimle olur. Kalkınma, davranışların rasyonelleşmesini gerektirir. Rasyonel davranışlar, ancak kafalarda devrim yapılması ile sağlanır. Bunun içinde gelişmeye açık kafalar gerekir. Geliş- meye açık kafalar oluşturmanın yolu da eğitim anlayışını tamamen yerli ve milli tavırlı oluşturmaktan geçer. Kaba gözlemlerle bile bugün, dünyamızda eğitim düzeyi yüksek olup da geri kalmış bir toplum gösterilemeyeceği gibi, eğitim düzeyi dü- şük olup da sanayileşmiş, kalkınmış bir toplumda gösterilemez. Kişi başına düşen milli gelirin ve diğer ekonomik göstergelerin artışı olarak tanımlanan ekonomik büyümeyle, geleneksel-tarımsal toplumdan geçiş toplumuna, sonra da sanayileşmiş çağdaş topluma ge- çiş olarak tanımlanan toplumsal değişmeyle ve demokratlaşma olarak tanımlanan siyasal gelişme süreçleriyle, toplumların eğitim düzeyi arasında vazgeçilmez ilişkiler olduğunu göz ardı da edemeyiz. Toplum bireylerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan ve toplumsal açık bir sistem olan eğitim kurumu, ülkenin eğitilmiş nitelikli insan gücünü hazırlayan bir araçtır; hem bireyin hem de toplumun refah ve mutluluğunun sağlanmasında önemli bir yere sahiptir. Son yıllarda ülkelerin kalkınmışlık düzeyleri ifade edilirken, kişi başına düşen milli gelir yanında, ülkelerin sahip olduğu insan gücü oranları da önemli bir gösterge olarak dikkate alınmaya başlanmıştır. Eğitimin kalkınmanın en etkili araçlarından biri olarak görülmesi nedeniyle, en değerli yatırımın insan kaynaklarına yapılan yatırım olduğu fikri de artık geniş ölçüde kabul görmektedir. Üretim tekniklerinde yaşanan hızlı değişim, eğitime daha fazla ö- nem verme, bilgiye ve gelişmeye daha fazla yatırım yapma ihtiyacını ön plana çıkarmıştır. Rekabette üstünlüğü elde etmenin ve kalkınmada ba- şarının temeli olarak kabul edilen “insan kaynağı” kavramının altındaki gerçek, onun etkili ve verimli kullanılmasında yatmaktadır. Örgütler; varlıklarını sürdürmek, yoğun rekabet ortamında başarılı olabilmek ve sürekli değişime ayak uydurabilmek amacıyla bireyin, eğitimine daha çok önem vermeye başlamışlardır. Eğitimin, bireysel gelişmeyi sağladığı 139 gibi, daha geniş anlamda toplumsal ekonomik ve sosyal kalkınmayı da sağladığı söylenebilir. Ekonomik büyüme ve insani kalkınma arasındaki ilişkilerin kar- şılıklı olduğu yani insani kalkınmanın işgücü verimliliğini artırarak ekonomik büyümeyi hızlandırdığı, ekonomik büyümenin de gelir artı- şı yoluyla sağlık, eğitim, sosyal harcamaları artırarak insani kalkınmayı yüksek düzeylere taşıdığını da vurgulamak gerekir. SALT EKONOMİ YA DA SİYASİ MERKEZLİ KISIR TARTIŞMALARA ODAKLANAN TOPLUMLAR İSE ASLA SANAT ÜRETEMEZLER. SANAT ÜRETEMEYEN BİR TOPLUM İSE ZATEN “YOK TOPLUM”DUR! Özelinde ülkemizin siyasi ve sosyal yapılanması belediyelerimize büyük sorumluluklar yüklemektedir. Sosyal belediyecilik anlayışında bir algı değişikliği yaparak bizler de önce “çocuk ve gençlik” diyerek kentsel dönüşümler kadar, zihinsel ve kültürel dönüşümde milli irade seyrinde eylemleri hedeflemeliyiz. Popilist yaklaşımlar işi cıvıklığa kadar, oradan da sufliliğe kadar gö- türür. 2071 yakın geleceğimiz! “Yeniden Büyük Türkiye” hedefinde, liderimizin açtığı yolda sadakatle ve kararlılıkla yürürken yalnızca şehrin maddi yönünün (binalar-yollar vb) değil, şehrin insanlarının da yanında yer aldığımızı göstermek için ulusal bir tavır sergiliyor, “2071 yolunda çocuk ve gençlik açılımı”nı bir seferberlik ile Türk Kamuoyunun takdirlerine arz ediyoruz. GELECEĞİMİZ İÇİN KÜLTÜR-SANAT STRATEJİLERİ OLUŞTURMALIYIZ! KÜLTÜR KUVVETLERİ VE KÜLTÜR KARAHGAHLARI KURMALIYIZ! 140 Günümüzün modern dünyası “Medeniyetler Çatışması” adı altında yeniden dizayn edilirken, bizler yani İslam Medeniyetinin müdavimleri gelişmişlik ve insani değerler açısından hayatı ıskalamamızın ceremesini çekmekteyiz. Adeta bir “varolma” savaşının tam içindeyiz. Sıcak savaşlardan öteye “kültürel kuşatılmışlığımız” hayatın her alanında bu yoksunluğumuzu bütün zerrelerimize kadar hissettirmektedir. Bir “ezik psikolojisi” ise bütün İslam alemini etkisi altına almıştır. İnsanca ve müslümanca yaşayıp, evlatlarımıza müreffeh bir hayat alanı oluşturmakta çareyi batı medeniyetini ve onların ürünlerini sorgusuzca ithal etmekte bulmaktayız. NE? Batı kültürünün hegoman olmasının sebebini “disiplinler arası” irtibatta görmek gerekir. Bir bütünü oluşturan parçaların birbirleri ile “illiyet bağıntısı” rasyonelliğinde. Algı yaratma becerisinde. Aynı zamanda sonucun tezahüründe oluşturdukları “kültür ekonomisi” kavramında. “Yedi yaşına kadar çocuklarınızı bize verin, sonrasında sizin olsun!” der sömürgeci Cizvit papazları. Batı “insanı” aynı zamanda ticari-kültürel-siyasi bir obje olarak değerlendirip uzun süreli bir yatırım aracı olarak görmektedir. Her bir hamlesinde üzerinde çokça çalışılmış program ve projeler barındırmaktadır. Hiç bir şeyi boşluğa bırakmaz. Bir mühendis titizliğinde bütün kurumlarının ortak hedef ve paydasında tutar. NEDEN? İnsanın bireysel ve toplumsal gereksinimlerini dünyadaki kısıtlı kaynaklarla giderebilmenin yolunu formülüze etmek gerekir. Hayatta tesadüfe yer yoktur. Dolayısı ile “strateji” gerektirir bu uğurda oluşan düşüncenin hayatiyet bulması. Batının “kirli geçmişi” reform ve rönasans hareketleriyle “yeni dünya algısı” oluşturmuş ve “hakimiyet” esaslı organizasyonlara dönüşmüştür. Düşünce-fikir ve sanat akımları bu konuda önemli roller üstlenmiştir. 141 NİÇİN? Dinsel güdüler başta olmak üzere insanoğlunun yeryüzündeki serüveni “üstünlük” kavramı üzerine yoğunlaşmıştır. İslam coğrafyasının Endülüs olup Avrupa’nın uçlarına kadar genişlemesi “İlay-ı Kelimetullah” inancı üzerinden gerçekleşirken Hristiyan aleminin yeryüzündeki varlığı dip manada “Armegedon” akaidi üzerinden şekillenmiştir. Özde “helal-haram” sınırları insanların gündelik ihtiyaçlarının sınırını çizmiş- tir. Ancak sosyal ve siyasi olayların tezahürü insanların tekamüllerinde adını “tarih” dediğimiz hesaplaşmaktan asla geri durulmayacak dede mirası bir insanlık geçmişi ile karşılar. Tarih-doğa-toplum ve ego insan dediğimiz varlığa kendi spesifik rengini verir. Kavim, millet, ulus gibi ortak reflekslere sahip insan kümelenmelerini peydah eder. NASIL? Kendi özelliklerini geliştiren toplumlar diğer insan toplulukları ile de iletişime geçmek durumundadırlar. Bu iletişim şekilleri savaşta dahil olmak üzere kendi dilini geliştirir. Ticari, kültürel, siyasi ilişkiler ortak menfaatlar düzeyinde savaş ve barış ortamlarını tesis eder ki; bütün insanlık tarihi aynı zamanda “çatışma” tarihidir. Sürekli teyakkuz halinde bulunmak toplumların varoluş endeksidir. Her an şartlar değişebilir. Bunun en temel noktasıda “milli benlik” duygusunun körelmemesidir. Bu duyguyu yitiren toplumlar, tarihin vazgeçilmez mezarlığında kendilerine yer ayırmalıdırlar. NE ZAMAN! Tabi ki de şimdi! Ya da şimdi değilse ne zaman? Üşenme, erteleme, vazgeçme başarısızlığın kilometre taşlarıdır. Mazeret bulma ise vasıtası. İlim-kültür-sanat-edebiyat üretmek zorundayız. Çocuklarımızı kendi kültürel kodlarımızla “biz” gibi yetiştirmeliyiz. Yabancılaşan çocuklar yabancılaşan toplum demektir. Elbette evrensel/baskın kültür 142 gerçeğini görmezden gelemeyiz. Yeni yol ve yöntemlerle çocuklarımı- zı kendi değerlerimize göre formatlamak durumundayız.Global/fareli köyün kavalcısı çocuklarımızı çaldığı büyülü nağmelerle...filmlerle, bilgisayar oyunlarıyla, markalarıyla; alıp bizden uzaklaştırmadan. KİM? Biz! Biz, Türkiye’de siyasal erkin muktedir gücü...yani iktidarı elinde tutan en büyük sivil toplum kuruluşu. Eğitimde informal eğitime ibre yönelterek... Kültürde milli ve insani değerleri gözeterek... YOL ve YÖNTEM Misal, belediyeler. Misal, İstanbul! Ortak projelerle. Gezi olayları gösterdi ki sosyal algı oluşturacak kanaat önderi nev’inde sanatçılar yetiştirememişiz. 12 yılda bütçeleri çar-çur etmişiz; tabelavari işlerle... Doğru sorgulamalar yapmalıyız; biz nerede hata yaptık? İslam coğrafyasının genel hastalığı “yabancı kültür istilası” son olaylarda gerçekliğin çıplaklığı ve mahcubiyetinde bıraktı bizi. Bütün yükümlü- lüklerimizi tek başına gösterdiği mücadelede“lider”imize bırakmanın ayıbıyla! (Ayrıntılı olarak bütün proje dosyamız ve yol haritamız hazırdır. Muhatap bulduğumuz taktirde paylaşmaya hazırız.) KÜLTÜREL DÖNÜŞÜM Zihinsel ve kültürel dönüşüm projelerine olan ihtiyacımız geleceğimiz adına aciliyet kesbetmektedir. SONUÇ Ahlak ve maneviyat yoksunluğumuz sosyal dokumuzu parçalamakta. Bu yoksunluk bütün şer şebekelerinin milletimizin bekasını yok 143 etmeye dair iştahlarını kabartmaktadır. Uyuşturucu, fuhuş, alkol, şiddet oluşumları (buna terör dahil),kumar gibi pisliklerini yüzlerine bakmaya kıyamadığımız evlatlarımıza modernite kılıfı altında larvalarını bırakmaktadırlar. Dindar ve ahlaklı genç ütopyamız ham hayal pozisyon almıştır. Bu toplumun lügatinde olmayan ensest, homo, lezbiyen gibi çirkef tabirler adeta gündelik hayatın bir parçası olmaktadır. FASİT UYGULAMALAR Son gezi olayları göstermiştir ki sanat ve sanatsal faaliyetler ve özellikle de sanatçılar Türkiye siyasetinin belirleyici unsurlarıdır. Coğrafyamızın “milli” nitelikli sanatçılarının yetersizliği bu olaylarla gün ışığına çıkmış ve eksikliğini hissettirmiştir. Belediyelerimizin artık kültür sanat bütçelerini çarçur etmeksizin “ortak” proje ve hedeflerle birlikte hareket etmeleri sonucu da kaçınılmazdır. Yaldızlı kültür sanat merkezleri oluşturmak kadar içeriğinin de doldurulması elzemdir. Yetersizliğimiz öyle barizdir ki bütçelerin dağılımında MECBURİ- YETTEN “karşıt” fikirlere ve ekiplere kaynak aktarımı yapılmaktadır. Kültür sanattan anladığımız ise; müsamere kabilinden tiyatro oyunları, konserler, cılız söyleşi programları...ya da kültürel açıdan dezenfarmasyona tabii kitap dağılımları... Önemli gün ve haftalara yönelik beylik organizasyonlar! Bilgi evlerinde formal eğitim hastalığı... Temel hususlarıyla genel sorunlarımızı özetler isek; PROJESİZLİK Geleceği kapsayan ve kuşatan projeler yerine “popilist” yaklaşımlar önplana alınmaktadır. Başkanların “şöhret” tarzlı yaklaşımları maalesef bu popilizmin temel nedenidir. “Risk” alacak, yenilikçi projeler gözardı edilmektedir. Matbaa endeksli projeler tercih edilmektedir. 144 VİZYONSUZLUK “Korkak” ve “ürkek” politikalarla gelecek belirlenemez. Kendi liderinin dik duruşundan örnek almayan anlayış ile de geleceğe ulaşılmaz. 600 küsur belediyemizin kültür merkezinin ve bütçesinin gücünün etkisi toplam bir BKM etmemektedir. Sanatçı yetiştirme gibi bir anlayıştan uzaktırlar yöneticilerimiz. Dolayısı ile de henüz sanatın ve kültürün tanımından da uzaktırlar. Ve önemini de kavramış değillerdir. Mutlak manada yetersizlik atfetmek istemeyiz belediyelerimizin bu konudaki çabalarına ve çalışmalarına. Bu haksızlık olur. Ancak zaman geçtikçe kalıcı çalışmalar üretemediğimiz gerçeğini de gözardı edemeyiz. KADROSUZLUK Geçmişinde edebiyat öğretmenliği yapmışların, yalnızca bu kriterle “kültür müdürü” olmaya namzet isimlerin uğrak yeri; kültür-sanat koltuğu! Kültürden sorumlu başkan yardımcılarının durumu daha da içler acısı. Entellektüelite alabildiğine zayıf... Kesinlikle parti yönetiminde oluşturulacak bir sanatsal kurul ile koordinasyon sağlanmalıdır. Özellikle çalışmaların enaniyete olan yatkınlığı bu konuda görev alan yöneticilerimizi olumsuz yönde etkilemiştir. Kültür sanat faaliyetlerinin atmosferi ülkenin seküler ahlakıyla birlikte yani gayrimeşruluğa olan yatkınlığı “imtihan” boyutuyla da çetin bir cevaba zorlamaktadır bizleri. 145 2071 DE MÜSLÜMAN TÜRK, ANADOLU’DAN SÖKÜLMÜŞ, ATILMIŞ OLMALI! Müslüman Türk milleti bundan birkaç asır evvel, dünyanın en kudretli imparatorluğuna sahipti. Devletin askeri sahadaki kuvvet ve şevketine denk olarak sanayi, ticaret, eğitim, san’at ve sosyal teşkilat bakımından da üstün bir medeniyet seviyesine erişilmişti. İslami prensiplerle idare edilen, geniş ülkede adalet, eğitim ve mülkiyet haklarından, din ve ırk farkı olmaksızın bütün vatandaşlar istifade ediyordu. Öyle ki, batının Engizisyon mezaliminden canlarını kurtarabilen yahudilerin, o devirde sığınabilecekleri bugünün mağdurlarının olduğu gibi tek ülke Türkiye idi. Adil kanunlar, geniş bir vicdan hürriyeti, refah ve bolluk vardı. Edebiyat, mimari, hüsnühat, süsleme san’atları, el sanayii en parlak devirlerini yaşıyordu. Silahların en sağlamı, kumaşların en gü- zeli, gemilerin en sür’atlisi, binaların en kullanışlısı, orduların en disiplinlisi,mahkemelerin en güveniliri, devlet adamlarınım en dirayetlisi Türk ülkesinde idi. Osmanlı İmparatorluğu, Roma Devleti ve Abbasi Hilafeti gibi tarihte üç-beşi geçmiyen muazzam devletlerden biri idi. Hatta bunların hepsinden de üstündü. Nitekim çağımızın büyük tarih felsefecisi Arnold Toynbee, Tarih Hakkında Bir İnceleme isimli eserinde, bu imparatorluk için, Eflatunun ideal cumhuriyetine, tatbikat sahasında en fazla yaklaşan devlet vasfını uygun görmektedir. Herkesin bildiği gibi, maddi ve manevi zaferleriyle tarihin şeref sayfalarını işgal eden koca Türk imparatorluğu, bir zaman geldi ki, durakladı, geriledi ve parçalandı. Bu batışın sebeplerini burada teker teker zikredecek değiliz. Ancak bunu meydana getiren iç ve dış sebeler- 146 den birine dikkati İçten ve dıştan, devletimizin bünyesini kemiren, onu çökertmeğe çalışan unsurların başta gelenlerinden biri, hıristiyan misyonerleri idi. Müslüman Türkleri hıristiyanlaştırmak, dolayısıyla Türk milletini yok etmek, eritmek gayesini güden misyonerler, din hürriyeti sahasındaki aşırı müsamahamızdan faydalanarak yurdumuzun çeşitli mıntakalarına sızmağa muvaffak olmuşlardı. Başlangıçta hıristıyan vatandaşlarımızla meşgul olmuşlar, onlara ırkçılık şuuru aşılamışlar ve isyanlar çıkartarak, Türk devletinin ülke ve halk olarak parçalamp, dağılmasına gayret etmişlerdir. Bir taraftan idaremiz altındaki hıristiyan azınlıklarını kışkırtırken, öte taraftan okullarında okuttukları Türk çocuklarını afyonlamış, onların dine, vatana ve millete zararlı birer unsur olarak yetişmelerine çalışmışlardır. Devletimizin ve milletimizin geleceği üzerinde bu derece meş’um roller oynıyan bir akım hakkında, vatanına ve milletine bağlı her Türk münevverinin kafi miktarda bilgi sahibi olması elbette bir vatanperverlik icabıdır. Onlar şimdiye kadar cehalet, gaflet ve vurdum duymazlığımızı istismar etmek suretiyledir ki, bünyemizde bu korkunç tahribatı yapabilmişlerdir. MİSYONERLİK HAREKETLERİNİN KAYNAĞI Bugünkü misyonerlerin gaye ve emellerinin iyice anlıyabilmek için, bu akımın tarihçesini ve ortaya çıkış sebeplerini bilmek lazım geldiğinden, burada mümkün olduğu kadar kısa bir şekilde bu mevzua temas edeceğiz. Roma Katolik Kilisesi Avrupa’ya tamamen hakim olduktan sonra dünyanın her tarafında yaşayan halkları hıristiyan yapmak üzere harekete geçti. Bu emeline evvela kılıç vasıtasiyle erişmeyi denedi. Bunun, neticesiade Haçlı Seferleri tertib olundu. Muazzam ordular dalgalar halinde Müslüman ülkelerine saldırdılar. Asırlarca süren kanlı savaşlar oldu. Fakat müslümanların karşı hücumu karşısında tutunamadılar. Gayelerine erişemedikten başka müslümanların ilerlemesine de 147 mani olamadılar. Endülüs müslümanların elinde kalmakta devam ettiği gibi, Türkler 17 inci asrın ortalarında Avrupa’nın göbeğine kadar ilerlediler. Kılıç kuvvetiyle hıristiyanlığı yaymak fikri iflas etmişti. Artık 13. asırdan itibaren savaşlar vasıtasıyla başka milletleri hı- ristiyanlaştırmaktan ümid kesilmişti.Buna rağmen bazı inadçı papa ve hükümdarlar bu yolda yeni tecrübelere girişmekten de vazgeçmediler. O kadar kan döküldüğü halde hıristiyanların mukaddes makamları yine müslümanların elinde kalmıştı. Zaten evvela din gayreti ile başlayan Haçlı Seferleri, dana sonra zenginlik ve şöhret sahibi olmak hırslarına alet olmuştu. Böylelikle Haçlılar, Müslümanları hıristiyan edecek yerde onları, yaptıkları barbarca hareketlerle, hıristiyanlıktan iyice soğutmuşlar ve nefret ettirmişlerdi. Bunun üzerine bu işi artık sulh yolu ile ve tatlılıkla yapmak lehinde bir cereyan başladı, işte, bugünkü Hıristiyan misyonerliğinin menşei buradan başlar. 13. asırda Avrupa’da iki büyük hırıstiyan tarikatı vardı: Dominiken ve Fransisken tarikatleri, Dominiken tarikatinin kurucusu «Aziz Dominik» evvelce Tunus’a giderek müslümanları hıristiyanlığa da’vet yolunda oldukça gayret sarfetmişti. Fakat tarikatini kurduktan sonra ilk işi, Avrupa’daki “sapık” hıristiyanlar arasında bir temizlik yapmak oldu. Böylece kendisi ve halefleri meşhur Engizisyon mahkemelerini kurdular ve bir asır müddetle Avrupada yaptıkları mezalimin dehşetinden herkesi tir tir titrettiler. «Aziz Fransuva» ya gelince, onun tabiatı daha yumuşak oldu- ğundan sapık hıristiyanları yola getirmek için Engizisyon mahkemeleri kuracağı yerde müritlerini Fransa, Almanya ve Macaristan’a yolladı. Fakat bu acemi misyonerler gittikleri memleketin dilini bile bilmedikleri için oraların hıristiyan halkı tarafmdan evvela soyuldular ve sonra da «bunlar sapıktır» denilerek zindana tıkıldılar. Bilahare Tunus’a ve Fas’a gönderilen misyonerler de Arapça bilmediklerinden ve müslümanların aldırış etmezliklerinden dolayı hiçbir şey yapamıyarak memleketlerine elleri boş olarak döndüler. 148 Bu ilk teşebbüslerin toptan başarısızlığıa uğraması karşısında müslumanları hıristiyan yapmaktan ümit kesilmeye yüz tutmuştu ki, yeni bir isim duyulmaya başlandı: Mayorkalı Ramon de Lulle, 1235 te ispanya’da doğdu. Babası bir asilzade idi. Yetiştiği muhitte İslam tesir ve nüfuzu hala kuvvetini hissettiriyordu. Gençliğinde dünya zevklerine düşkün bir asilzade idi. Gördüğü bir hayal üzerine papaz olmaya ve müslümanları hıristiyan yapmak için faaliyete girişmeğe karar verdi. O sırada Mayorka Adasına yerleşmiş bulunuyordu. Evvela bir müslüman esir satın alarak ondan 9 yılda Arapça öğrendi. Bütün emeli Arapça öğreten bir papaz mektebi açarak misyoner yetiştirmekti. Bunun için Avrupa krallarına, papalara ve Viyana Konsiline müracaat etti. Fakat her defasında derdini anlatamadı. Bütün ömrü eserler yazmak ve Avrupa’nın başlıca merkezlerinde dolaşmakla geçti. İrili ufaklı iki bin kadar risale telif etti ki. 100 cilt tutmaktadır. Eserlerinin en belli başlıları Tanrının 100 adı (Kur’an’a —sözde— nazire olarak yazmıştır) ile Ars Major’dur (Büyük Sanat). 1291’de Tunus’a gitti, orada hıristiyanlık propagandası yapmak için uğraştı. Fakat 1292’de hudut harici edildi. 1305’te Buji şehrine gitti yakalandı ve hapsedildi. Hapisten çıkmasına yardım eden bir müslüman alimi ile altı ay münakaşa etti. Fakat her ikisi de birbirlerini ikna edemediler. Buji sultanı onu tekrar hudut harici etti. **** 1311’de bütün ömrünce tahakkuku için çalıştığı Şark dilleri kürsü- lerinin papanın emri ile kurulduğunu gördü. 1315’te Tunus’a ikinci defa gitti. Sokaklarda İslamiyet aleyhinde mev’izeler vermiye başladı kendisinin bu haline tahammül edemiyen halk tarafından katledildi. Modern misyoner teşkilatının ve şarkiyat ilminin babası işte bu zattır. Reform hareketi neticesinde Katolik kilisesinin sultası parçalanıp ortaya çeşitli mezhepler çıktıktan sonra misyonerlik hareketleri de çe- şit itibariyle çoğaldı. Her mezhep kendine mahsus bir misyoner teşkilatı 149 kurdu. Yurdumuzda faaliyet gösteren başlıca teşkilatlar Katolik, Anglikan ve Protestan kiliseleridir. MİSYONERLERİN METODLARINA GENEL BİR BAKIŞ Tarih göstermiştir ki, misyonerler gayelerine erişmek için her türlü vasıtayı mubah gören bir zihniyete sahip olmuşlardır. Bu yüzden, Afrika ve Asya milletlerim uzun yıllar boyunca sömüren müstemlekecilerin ve emperyalistlerin en büyük yardımcıları hıristiyan papazları olmuştur. Yerli halki kendi dinlerine sokabilmek için, kanlı ve vahşi müstevli ordularından medet ummuşlar ve bu uğurda en gayrı insani usullere başvurmaktan çekinmemişlerdir. Filhakika onlar, girdikleri memlekette sadece neşr-i din işiyle meşgul olmazlar. Bilirler ki, mahalli kültürleri yıkmadıkça hiçbir yerli hıristiyanlığı kabul etmez. Onun için evvela oradaki milleti meydana getiren maddi ve manevi kıymetler manzumesini soysuzlaştırmakla i- şe başlarlar. Tahrip ettikleri milliyetin enkazı üzerine kendi inançlarının binasını yükselteceklerini sanırlar. Yurdumuzdaki yabancı okullarda tahsil gören gençlerin çoğunun dini ve milli terbiyeden mahrum, batı taklitçisi birer kozmopolit olarak yetişmesi, iddiamızın canlı bir delilidir. «The Moslem World» mecmuasının müdürlerinden müteveffa rahip Samuel M. Zwemer, misyonerlerin İslam ülkelerindeki menfi tesirlerini şu cümleleriyle itiraf etmektedir: «İslam memleketlerindeki misyoner teşkilatı faaliyetinin iki cephesi vardır: Yapıcı ve yıkıcı, veya başka bir tabirle eritici ve yeniden şekil verici. Mesela, Türkiye’deki muazzam değişikliklerin muharriki Batı Medeniyetinden ziyade misyonerlerde aranmalıdır. Mısır’da ve bütün İslam aleminde de durum aynen böyledir. Bu memleketlerde hıristı- yan olan müslümanların sayısını öğrenmek için «Vaftiz istatistiklerine» bakmamalıdır. Zira biz şuna eminiz ki, günümüzde yüzlerce müslüman 150 kalplerinden İslam imanını çıkarmışlar ve hıristiyanlığa gizlice inanmaya başlamışlardır. Onların müslümanlığı sözdedir.» MİSYONERLER VE OSMANLI İMPARATORLUĞU Osmanlı imparatorluğunun yıkılış devrinde, misyonerler faaliyetlerini başlıca iki safhaya ayırabiliriz. a) İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde yaşayan ermeni, bulgar v.s. gibi hıristiyan unsurların çocuklarını, açtıkları mekteplerde okutmuş- lar ve onlara kendi milliyetçiliklerini aşılayarak, Osmanlı idaresine karşı isyanlar hazırlamalarına sebep olmuşlardı. Bir taraftan memeleket i- çindeki çeşitli unsurların arasına ayrılık ve nifak tohumları ekerken; öte yandan Avrupa ve Amerika kamuoyunu, Türkiye’nin aleyhine kış- kırtıyor; kendi tahrikleriyle kopan isyanların bastırılmasını, ”Türkler hıristiyan ahaliyi kesiyor” şeklinde propaganda ederek, Batı alemini aleyhimize harekete getirmeğe çalışıyorlardı. Bundan bir asır öncesine kadar. Türk nüfusunun ekseriyette bulunduğu Tuna vilayetimizde, sakin bir hayat süren Bulgarlann isyan etmelerine ve Avrupa devletlerinin yardımıyla özerklik ve bilahare bağımsızlıklarını kazanmalarına en fazla hizmet eden müessese, İstanbul’da protestan misyonerleri tarafından iş- letilen Robert Kollej isimli okuldu. 1937’de İstanbul’da basılan ve o zamanın idaresince, matbaadan toplatılarak imha edilen H.Y. imzalı ve “Bulgaristanı Kimler Kurdu?” başlıklı broşürde bu mevzuda dehşet verici ifşaat bulunmaktadır. Tuna Türklüğünün mahvına, Müslüman Rumeli’nin elimizden çıkmasına ve oradaki milyonlarca dindaşımızın barbarca katledilmesine, hep misyonerlerin ektikleri zehirli nifak tohumları sebep olmuştur. Osmanlı imparatorluğuna bağlı Arap ülkelerinde yaşayan hıristiyan Arap azınlıklara da, Beyruttaki Katolik- Fransız ve Protestan-Amerikan üniversitelerindeki misyonerler, Arap milliyetçiliği aşılıyarak, Arap teb’amız arasında da ayrılma ve parçalanma eğilimlerini körüklemişlerdi. 151 b) Misyonerler ilk hamlede Müslüman Türkleri doğrudan doğ- ruya hıristiyan edemiyeceklerini bildiklerinden, onların genç neslini dinsiz olarak yetiştirmek, bilahare hasıl olan maneviyat buhranına çare olarak hıristiyanlığı takdim etmek istiyorlardı. Bu maksatla ülkemizin her yerinde açtıkları yüzlerce okulda tahsil gören Türk çocuklarını birer köksüz olarak yetiştirmeğe itina etmişlerdir. 26 Ağustos 1911 tarihli, AIIgemeine Missions-Zeit-schrift isimli misyoner mecmuasında şöyle bir haber okunmakta idi; “Dünya Hı- ristiyan Talebeleri Birliği Konferansı İstanbul’da açıldı. Toplantıya 33 milleti ve 37 mezhebi temsilen 248 talebe mümessili iştirak etmiştir. Toplantı 1871’de kurulan ve içinde Türklerin de bulunduğu 450 talebeye HIRİSTİYANİ ESASLARA dayalı bir eğitim veren ROBERT COLLEGE’de yapılmıştır.» Son yarım asır içinde Türkiyede İslamiyeti ve millliyeti yıkmağa çalışan zihniyet bu okulların yetiştirdiklerinin veya hempalarının zihniyetinden başkası değildir, Misyonerlerin bu siyasetlerini şu tabirle ifade edebiliriz: “Ağaç, sapı kendi dallarından yapılan bir baltayla kesilir.” Onların nazarında ideal Türk münevveri Tevfik Fikret’in oğlu Halük’tur. Malum olduğu üzere babasının hür ve ilerici fikirleriyle yetişen ve tahsilini bir misyoner mektebinde yapan Haluk, dinini ve tabiiyetini de- ğiştirerek protestan bir Amerikan vatandaşı olmuş, milletini ve vatanını inkar etmiştir. İLİM VE MANTIK KARŞISINDA MİSYONERLER Misyonerler dinlerini yaymak için ilmi ve nazari yollardan faydalanmazlar. Zira ilim ve akıl vasıtasıyla hıristiyanlığm müslümanlığa üstün olduğunu ispat etmeye imkan ve ihtimal olmadığını bilirler. Bu yüzdendir ki, dolambaçlı ve sinsi yollara başvururlar. 19. asırda Hindistan’da cereyan eden birhadise, konumuz itibariyle, üzerinde ehemmiyetle durulmağı gerektiren bir ehemmiyettedir. 152 Hadiseyi kısaca hikaye ediyoruz: İngilizler, Hindistanı işgal ettikten sonra protestan misyonerleri bu ülkeye akın etmişler, yerli halkın dilinde kitaplar yazıp dağıtmak meydanlarda nutuklar çekmek suretiyle halkı hıristiyanlığa faaliyette geçmişler. Bu arada ulemanın ileri gelenlerinden Halilurrahman Rahmetullah Dehlevi Hazretleri de Hindistan’daki misyonerlerin en bilgilisi ve rütbece en büyüğü olan Papaz Pfander’i herkesin huzurunda yapılacak bir münazaraya davet etmişti. Papazın kabulü üzerine bu münakaşa miladi 1853 yılında Ekberabad şehrinde yapıldı. Toplantıda yüksek ingiliz memurları, ileri gelen Müslümanlar ve kalabalık bir halk kütlesi hazır bulundu. Rahmetullah Efendinin ve Pfanderin yanlarında yardımcıları vardı. Munakakaşanın programını müslümanlarla hıristiyanlar arasında anlaş- mazlık mevzuu olan şu beş ana mesele teşkil ediyordu: 1) Tahrif (Hıristiyanların kutsal kitaplarının muharref olup olmadı- ğı meselesi). 2) Nesh (Hıristiyanların kutsal kitapların hükümden kaldırılıp kaldırılmamış olması meselesi} 3) Teslis (Hıristiyan inancına göre Allah’ın hem bir, hem üç; Hazret-i İsa’nın (A.S.) hem Allah, hem insan, hem de Allah’ın oğlu olu- şu meselesi). 4) Kur’an-ı Kerim’in Allah tarafından gönderilmiş hak kitap oluşu meselesi. 5) Hazret-i Muhammed Sallallahü aleyhi ve sellemin risaletinin hak oluşu meselesi. Münakaşanın ilk iki maddesinde Rahmetullah Efendi galip geldiğinden, misyonerler kaçmak mecburiyetinde kaldılar. Bu hadise İslamiyetin hıristiyanlığa karşı ilim ve akıl yoluyla kazandığı parlak bir zafer olarak tarihe yazıldı. Rahmetullah Efendi daha sonra bu mevzuu genişleterek «İzharü’l-Hak» ismiyle iki ciltlik, arapça büyük bir eser telif etti. Bu eser. Türkçeye, Fransızcaya, ingilizceye ve başka dillere tercüme edilmiştir. İngilizce tercümesi neşrolunduğu vakit meşhur 153 Times gazetesinin Edebiyat ilavesinde, bu kitap garpta yayılacak oldu- ğu takdirde hıristiyanlığın tutar tarafı kalamayacağmı ifade eden bir yazı çıkmıştır. Bugün, misyonerler İslam-Türk yurdunda ellerini kollarını sallı- yarak dolaşabiliyor ve bir kısım vatan gençliğini batıl telkinleriyle ifsad edebiliyorlarsa, bu, müslüman ulemasının sindirilmiş olmasından veya bu konuda çalışmadıkları ileri gelmektedir. Halbuki hıristiyanlığı reddetmek için yeni eser telif etmeğe ihtiyaç bile yoktur. Zira asırlar boyunca birçok İslam alimi hıristiyanlığa reddiye olarak yüzlerce eser telif etmişler. Onları tercüme etmek veya bugünkü dile yeniden neşretmek maksadın husulüne kafidir. Bu noktada merhum Mehmed Akif ’in şu beytini tekrarlamamak mümkün müdür? «Misyonerler gece gündüz çalışırken acaba, oturup, vahy-i ilahiyi mi bekler ulema?» KÜLTÜR EMPERYALİZMİ VE MİSYONERLER Asrımızdaki eski sömürgecilik usulleri tarihe karışmakta, yerine daha sinsi ve gizli bir sömürgecilik ikame edilmektedir. Garp alemi Asya ve Afrika devletlerini eskisi gibi silah, ve ordu kuvvetiyle sömürememektedir. Ancak, kültür, iktisat, ticaret sahalarında bu milleti soymağa ve kendi hizmetinde kullanmağa devam etmektedir. Bu yeni sömürgecilikte misyonerlerin açtıkları okullar mühim rol oynamaktadırlar. Bu okullarda zehirlenmiş olarak yetişen ve bulundukları memleketlerde idareci mevkilerine geçen kimseler, sinsi emellerine emellerine alet olmaktadırlar. Öyle ki Misyoner mekteplerinde yetişip. sonra da mühim mevkilere gelen bu devlet adamları kendi öz milletlerine — sömürgecilerden daha fazla zulüm yapmaktadırlar. Onlar kendi vatanlarını bir “auto-colonie” olarak idare etmekte, içinden çıktıkları milleti ezip soymaktadırlar. Misyoner okulları, hıristiyan olmayan dev- 154 letlerin milli bağımsızlıklarını ihlal eden zararlı müesseselerdir. Değerli fikir adamlarımızdan Nurettin Topçu’nun misyoner mektepleri hakkında, aşağıda iktibas ettiğimiz satırları, meselenin bizdeki veçhesini bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren KIYMETLİ BİR TESPİTTİR. «Altı yüz yıldan beri dıştan yaptığı akınlarla muvaffak olamıyan, son asırlarda ise ana yurdun sadece uydu ülkelerini kopararak ayıran düşman, zaferini temin için azar azar içimize sızdı. Ruhlarımıza mayası- nı karıştırmak istedi.” Ve geçen asırda, Fatih’in İstanbul’u aldığı surlardan bu milletin kültürünü fethedeceğini söyliyen Amerikalı Hamlin’in ( Robert College’i kuran papaz ) bu sözünün sembolleştirdiği davayı, ya’ni kaleyi içinden alma davasını güttü. Zehirli iğnesini varlığımızın her tarafına geçirerek, okullara, aileye, zevke, kazanca, sanata, ahlaka ve dine kadar bünyemizin her tarafına zehirini akıttığı halde kendini göstermeyen düşman, altı yüz yıllık aynı düşmandır. Dışımızda iken onu görüyor, ona karşı cihad açıyorduk. Şimdi benliğimize girdi. Kültür halinde, san’at halinde, ahlak ve aile hayatı halinde, servet ve mülkiyet halinde, hatta din halinde bize nüfuz etti. Asıl benliğimiz olduğuna bizi, içimizdeki safdilleri ve masum bir gençliği inandırmak istiyor, muvaffak olduğu yerde kanlı ellerini gösteriyor. 31 Mart hadisesini yapıyor. İsyanları körüklüyor. Neron gibi Romayı yaktırdıktan sonra «Romalılar! Uyanın, ayaklanın! Hıristiyanlar şehrinizi yakıyor!» diye tellallar bağırtıyor. Şehirlerini kuşatan ordunun ezan sesleriyle dehşet duyan düşman, bu ezanların vatanında, ruhlarına çan seslerini sindirmek için sinesine aldığı nesilleri, kendi kültür yuvalarında zehirliyor. 155 Bunun karşısında bin yıllık bir millet, neşriyatiyle, vicdaniyle, irfaniyle, üniversitesiyle bin yıllık bir millet lakayd duruyor. Nerede bu kültürün İbni Kemalleri? Yabancı okullar meselesi derin bir yaradır.Şimdilerde yerli görü- nümlü yabancı okullar... Davanın siyasi zaruretleri bizi alakadar etmez. O hususa temas etmiyoruz. Ancak prensip itibariyle, her milletin kendi vatanında kendi mektepleri vardır. Yabancı okullarda okumak isteyenler, yabancı vatanlara giderler. Okul millet kültürünün, millet ruhunun bayrağıdır. Vatan topraklarında yalnız o bayrak dalgalanır. Yabancı okulların yayacağı kültürler, bu memlekete medeniyet ve irfan getirmez, belki o milletin kültürünü yara bere içinde, perişan bırakır; milli şahsiyetin millet kültürü ile vücut bulmasını imkansız kılar, ileri bir milletin kültü- ründen faydalanmak için, kültürün tarlası olan vatana gitmek lazımdır. Memleket içinde yabancımektep, millet kültürünün ağacını köklerinden tahrip eden, ona zararlı bir nebattır. Kendi vatanında milli kültürünün değerlerini yaşatan yabancı mektep, vatanının dışında misafiri olduğu milletin kültürüne karşı koyan zararlı bir kuvvettir. Öz vatanında kendini istiyen çocuklarına sevgi ile sunulur. Yabancı bir vatanda, o vatanın çocuklarının kalbiyle, onlar ister farkında olsunlar, ister olmasınlar, çarpışır ve kalblerini aşındırır.. Her milletin vatanperverliği samimi olarak, kendi vatanında yaşanır. Başka milletlerin milli değerlerini tanıyarak faydalanmak isteyenler, onu kültürün ancak kendi vatanında bulurlar.» Misyonerlik faaliyetleri hakkında söylenecek sözümüz çoktur. Bu mevzuda fikir adamlarımıza düşen vazife ve sorumluluk son derece bü- yük ve ağırdır. Milli bünyemizi tahrip eden zararlı cereyanlar meyanında bu hareketi de inceleyip, halkı uyandırmak, yabancıların açtıkları mekteplere boykot ilan etmek, hıristiyanhğa karşı reddiyeler hazırlamak bu cümledendir. 156 Papaz Okulunun Müslümanlar için “Gavur İmam” harekatı ABD, İslam toplumlarına nasıl sahte din görevlisi yetiştiriyor? Halide Edip Adıvar’ın “Gavur İmam” adlı bir romanı vardır. Kanundan kaçan, canavar ruhlu bir cani, devletten saklanabilmek için bir imamı öldürüp de onun yerine geçer ve “gavur İmam” olur. İmam kılığı ve maskesi ile sinsi sinsi insanların canına kıymağa devam eder. ABD’nin, Müslüman toplumlarda görev yapmak üzere yetiştirdiği sahte imamların bu “gavur İmam”dan tek farkı, Müslümanların canlarına de- ğil, dinlerine kıymak, İslam anlayışlarını bozmak için yetiştirilmektedir. Hartford Seminary Papaz ve Misyoner Okulu’nda, hem Hıristiyanlık eğitimi veriliyor ve papaz yetiştiriliyor, hem de “Müslümanlık” eğitimi veriliyor ve imam yetiştiriliyor. Bu nasıl olur? Asırlardan beri İslam’ı ve Müslümanları yok etmeye çalışan Haç- lı dünyası kendilerine papaz ve misyoner yetiştiren bir okulda neden “Müslümanlık” eğitimi veriyor ve neden imam yetiştiriyor olabilir? Bu okul ABD’deki 230 misyoner okulunun en eskisidir, 1833’te kurulmuştur. Hartford Seminary Papaz Okulu’nda, 1970’lerde eğitimde bir yöntem değişikliğine gidilmiş, Hıristiyanlığa açıkça davet eden klasik misyonerlik anlayışı yerine, Müslümanlarla diya¬loga dayalı, dolaylı ve sinsi bir misyonerlik yöntemini esas alan bir eğitim başlatılmış. Bunun i- çin okulda “Müslümanlık” eğitiminin de verilmesi kararı alınmış. BURADA PAPAZ YETİŞTİRİLİRKEN NASIL İMAM YETİŞTİ- RİLMESİ PLANLANMIŞ? Hartford Seminary Papaz Okulu’nda “Müslümanlık” eğitimi verilmeye başlandıktan sonra imamların yetiştirilmesi de planlanmış. İmam eğitiminde, iki ayrı bölümden oluşan ders programı takip ediliyor. İlk bölüm akademik ders programı oluyor. İkinci bölümde ise uygulama yapılıyor. 157 Burada şu soru akla geliyor: Sözkonusu Papaz okulunda yetiştirilen imamlar, nasıl ve hangi formatta imamlar olabilir? Bu sorunun cevabını herhalde imamları yetiştirecek okulun formatında ve amaçlarında aramamız gerekir. BAYAN HEM PAPAZ OKULU HOCASI HEM İSLAM ŞURASI BAŞKANI BU NASIL OLUYOR? Hartford Seminary Papaz Okulu’nun formatını ve amacını, okulda yaklaşık bir asırdan beri çıkarılan The Muslim World Dergisi’nden öğrenebiliriz. Bu derginin 2006’daki editörü hem ABD ve hem de İsrail çifte vatandaşı olan Ibrahim Abu-Rabi’dir, yardımcısı da Hartford Seminary’nin öğretim üyesi olan bayan Ingrıd Matson’dur. Başı kapalı görev yapan bu bayanın, Papaz Okulunda ve okulun sözkonusu dergisinde bu görevlerini sürdürürken, 2006 yılında, Amerika’daki Müslümanların en büyük kuruluşu olan Islamic Society of North America’nın (ISNA’nın) başına getirilmesi dikkat çekicidir. PAPAZ OKULUNUN TEMEL AMACI İSLAM’I DURDURMAK 1911 yılında yayınlanmağa başlayan The Muslim World (İslam Dünyası) Dergisi, Müslümanlarla ilgili bir misyoner dergisidir. Bu derginin amacı Dünyada hızla yayılan İslam’ı durdurmak, Müslümanları Hıristiyanlaştırmak ve İslam’ın Batı’ya yayılmasını önlemek için yapılan araştırmaları desteklemek ve yayınlamaktır. Dergide, bu amaç “Editör’ün Notu” adlı bölümde şöyle ifade edilmiştir: “Dünya genelinde Müslümanları maddi ve manevi olarak Hıristiyanlığa yönlendirmek, Hıristiyanlığın önündeki İslam engelini kaldırmak ve Müslümanları Hıristiyanlaştırmaktır. Pratik olarak Müslümanların İslam’a sevgi ve muhabbetlerini azaltıp dinlerinden uzaklaştırarak manen yaralayıp Müslümanları, İsa’yı kurtarıcı olarak arzu edecek kıvama getirmektir.” Dergide, ayrıca Peygamber Efendimiz’i (SAS) Müslümanların gö- 158 zünde yıpratmak ve küçük düşürmek için çalışılması gerektiği de bir başka amaç olarak dile getirilmiştir: “Muhammedi’lere Misyonerlikle Tesir Etmek”adlı bir makalede şöyle denmiştir: “İslam uzlaşma dinidir. Bu dinin kurucusuna karşı menfi hisleri uyandırarak, yani onun din duygusunu kendi politik hırsı için kullandığını ve doğruluğu savunması- nın nedeni ise; ahlaksız, cinsel arzu ve isteklerine ulaşmak için yaptığını nazara verip bu şekilde Muhammed’in sevgisini Müslümanların kalbinden çıkararak başarılı olunabilecektir.” The Muslim World’da çıkan bu yazılar, derginin ve bu yayını çıkaran Papaz okulu Hartford Seminary’nin amacının ve formatının da aynı olduğunu açıkça gösteriyor. Peki burada eğitilen imamların, bu amacın ve formatın dışında yetişmesi düşünülebilir mi? ABD TEMSİLCİLER MECLİSİNDE DUA EDEN İNCİL’Cİ İ- MAM BURADAN YETİŞMİŞ Nitekim ABD Temsilciler Meclisi Dışilişkiler Komitesi’nin, 3 Mart 2010 tarihinde, Howard L. Berman’ın başkanlığında yapılan toplantının açılışında dua eden, 2005-2008 yılları arasında Hatford Seminary Papazlık Okulunda İslamcı vaizlik programının yardımcı direktörü olarak çalışan Türk İmam Abdullah Antepli bu konuda bir örnektir. Abdullah Antepli sözkonusu açılışta, İslam’ın emrettiği şekilde Müslümanca dua yerine, dua metinlerini İncil’den seçmiş okumuştur. Abdullah Antepli, 1996-2003 yılları arasında Burma ve Malezya gibi Asya’da organize edilen İslam’ı değiştirme projelerinde görev almıştır. 2003-2005 yalları arasında da Wesleyan Ünversitesi’nde Müslüman vaiz olarak çalışmış ve “Dinlerarası Diyalog” projelerinde görevlendirilmiş- tir. IRAK’TA BEYİN YIKAYAN SAHTE İMAMLAR BURADAN MI ÇIKMIŞ? Nitekim ABD’nin Müslümanlara yönelik stratejilerinde “sahte imamların” görevlendirildiği programlar vardır. Hatırlanacağı üze- 159 re, ABD ordusu’nun Irak’ta zulüm ve işkencelerle durduramadığı, Müslümanların cihat direnişini kırmak için, Pentagon tarafından, hapishanelerde, tutsakların beyinlerini Kur’an-ı Kerim’den ayetler ileri sürerek beyin yıkayan özel yetiştirilmiş imamlar ve din adamları görevlendirilmişti. Ülkedeki tüm hapishanelerde uygulanan bu programın başında bulunan Amerikalı Tuğgeneral Douglas Stone, La Times’a yaptığı açıklamada “En büyük silahımız Kur’an... Direnişçilerin radikal fikirlerini Kur’an’la değiştirmeye çalışıyoruz” demişti. Bu durumda, Pentagon’un kullandığı o beyin yıkayan imamlar, acaba sözünü ettiğimiz Papaz Okulu’nda özel olarak yetiştirilmiş imamlar değil midir, sorusu akla geliyor. Ama ABD sömürgeciliğinin, Müslümanları dini kimlikleriyle kontrol altına alabilmek için imam yetiştiren ve eğiten programları sadece Papaz Okulu’ndakinden ibaret değil. Amerika’nın bu konuda başka programları da var. Örneğin, İslam dünyasında öncelikli ülkelerden se- çilen imamlar ve diğer din sorumluları, Amerika’nın istediği formatta görev yapabilmeleri için ABD’ye çağırılıp kurslara tabi tutuluyor ve maaşa bağlanıyor. Ayrıca İslam ilahiyatçısı akademisyenlerden seçilenler, “Birleşik Kilise Hareketi” olarak bilinen ve tanınan Moon toplantılarına çağırılmıştır ve oralarda kendilerine seminerler ve kurslar verilmiştir. İSLAM ANLAYIŞINI BOZMAĞA ÇALIŞAN “GAVUR İMAMLAR” Amerikan sömürgeciliğinin, Müslüman toplumlarda ve topluluklarda görev yapmak üzere yetiştirdiği sahte imamların bu “gavur İmam”dan tek farkları vardır: Bu imamlar, bugün Müslümanların canlarına değil, dinlerine kıymak, İslam anlayışlarını bozmak üzere yetiştirilmektedir. Herhalde Müslümana düşen basiretli ve uyanık olmak ve dinine kıydırmamaktır. İslam düşmanlarının bizden gözükerek oynadıkları oyunlarını bozmaktır. Türkiye’nin kimliğinin ve bekasının korunması için ülke güvenlik 160 stratejilerinin değiştirilmesi gerektiğinin tartışıldığı bir dönemin başladığını unutmadan UYUŞMA-UYAN TÜRKİYE diyoruz! ÖZKÜLTÜRÜMÜZE YABANCILAŞMAKTAN VAZGEÇMEZ İSEK, TARİH BİZDEN VAZGEÇECEK! Yakın geçmişimizde bu ülkenin öz kültürü kendisine, yine kendi idarecileri tarafından yasak edilmişti; Sadece harfleri değildi yasaklanan, Kendi müziği ... Kendi kıyafetleri... Kendisine ait ne varsa yasak edildi; itiraz edene en ağır müeyyideler uygulanarak. Ve bu yasak için bir kılıf bulmuşlardı; “Vatanseverlik”! Halk savaşlardan yorgun Aç... Halk bir de zulüme itilmişti kendi dilini konuşma, kendi müziğini dinleme, kendi kıyafetini giyme konuları dahi aşılarak, kendi ayranına kendi yoğurduna bile yabancılaştırıldı Alkol, zina, kumar, faiz gibi alışkanlıklarının dışındaki değerler yüceltildi. İnancının gerektirdiğinin dışındaki hayat anlayışının ve alış- kanlıklarının içine itildi. Neticede aşağılık kompleksli batılı giyim kuşamla ilerici olduğunu düşünen bir çakma aydın sınıf zümre oluşturuldu... Bu zümre halka hep tepeden baktı Halk için de faydalı olanları bilen sadece bu zümreydi. Misal, Arabesk 90 lara kadar yasaktı tv lerde. Neymiş kötüymüş... Klasik müzikteki requiemleri dinleyin! Orada da duygu sömürüsü ağıtlardır, onları neden yasaklamadınız madem.... “HALKIN DUYGUSU” bile bunların bileceği şeydi.. Adam ister 161 ağlar ister güler ona bile karıştılar.. Bu aptal çakma aydın zümrenin sanat denilince anladığı şey sıkıcı- lıktı... 80 li yıllarda ne kadar kabız eleman varsa “Ben sanat filmi çekiyorum” örtüsünün arkasına saklanarak saatler süren kendi beceriksizliklerini sanat diye yutturmaya çalıştılar... Birçok dalkavuk bunları alkışlıyordu kendi aralarında... Sabetayistler müthiş mutluydu. Bu halkı sanat duygusundan da koparttık, Artık o cihanşümül imparatorluk sanatından iz bırakmaksızın! Çıplaklığı bunlara moda diye sevdirdik diye...kendi öz kültürüyle dalga geçen toplum haline getirilmek istiyorduk... Şükür ki; Bu halk bu numaraları yemedi! Sadece meşhur olma hevesindeki birkaç garibanı kandırabildiler... Onları da aç kurt sofralarının çerezi yaparak!.. *** Tüm bu manipülasyonların adı neydi? Vatan millet sevgisiydi! Bu milleti çook sevdikleri için müziğini hakir gördüler. Dilini, yazısını, kıyafetini,yediklerinii içtiklerini... Efendileri öyle istiyordu, çünkü! Artık bu millet bu zokaları yutmuyor inşaallah! Son yıllarda kola ramazanda oruç tutuyor paso iftar yapıyor... Çünkü millet bu pis içeceği içmiyor... Bizimle dalga geçtikleri sofralara şimdi kendi zehirlerini koyma telaşındalar Ama yemediğimiz gibi artık planlarını, içmeyizde colalarını! Gerekirse kola bedava dağıtılacaktır. Yeterki onların yaşam şekillerinden vazgeçmeyelim. O günler ki uzak değil.. “Ne olur bu zehri için; Yeter ki için! Bedava olsun” diyecekler. Şimdi kutusunu küçültüyorlar, 162 Şişelerini küçültürüyorlar kolay ulaşılsın diye. Birkaç seneye kalmaz tas tas bedava dağıtırlar.. Çünkü bu halk kendi şerbetini yapıyor artık. Kendi hoşafını içiyor, Ayranını içiyor... Hem lezzetli hem sıhhatli, bu içinde ne idüğü belirsiz zifti değil... *** Yakında moda da, giyimde de dünya bizi taklit edecek. Şimdi özgün kıyafetler konusunda bizim tarzımızda söz sırası. Modernize edilmiş şalvar dünyanın en rahat kıyafetidir... İnsan bu rahatlığa karşı koyamaz. Cesaretli modacılarımıza duyurulur... Avrupalı modada bunları gösterince gidip üstündeki markayla almak olmaz... Kaliteli kumaştan, görselliği modern kesimli şalvarlar, gömlekler ü- retilmeli, klasik kendi kumaşlarımızdan üretilmeli! *** Süslemede zaten dünya liderliğine gidiyoruz, Dünyadaki zevk duygusu en gelişmiş milletiz... Siz bakmayın cehaletimizle, azgelişmişli- ğimizle bu yönlerimizin örtülmeye çalışılmasına... Giyim kuşam olsun, Ev dekorasyon olsun, Batılı için “bir tv bir koltuk” tan ibarettir onun dünyası, onun mobilyası.. Bizde zerafet vardır... Namaz kılınmış dua okunmuşluğun ferahlığı vardır... Takılarda en yenilikçi tasarımlar bizden çıkıyor.. Dünyada en çok takı ihraç eden ülkelerden bir tanesiyiz.. *** Yemek kültürü konusunda; bulgur pilavının pirinç pilavına üstünlüğü sağlık açısından tescilli. Eriştelerimiz, baklavalarımız, böreklerimiz, çorbalarımız en lezzetli çorbalar... Etlilerimiz ızgaralarımız öyle... Kebaplarımız öyle..salatalarımız bile... 163 Tüm bu lezzetler, güzel markalarla dünya gıda piyasasını ele geçirir... Bugün Avrupa’ da döner yanında bulgur veriliyor, Fransız bile bülgür diye talep ediyor... İsmi “bulgur” olan bir lokanta şart ... Bu bir marka isteyene alın buyrun beleşe know-how-nasıl yapılırlık fikri! Dünyada ilk hazır çorbalar bizden çıktı; Tarhananın üstünde knor yazmıyor diye onu hazır çorba değil sanıyoruz... Ama en çeşitli hazır çorbalar en doğal halleriyle bizde... En şahane dondurmalar bizde... Dünya bizi takip etmeye mecbur... Yeter ki bize gösterilenleri değil, gerçek gerçekleri görelim! En faydalı bitkiler bizde; flora zenginliğinin yanında, fayda yüzdesi en yüksek bitkiler bizde... Zamanı geldikçe ortaya çıkacak inşaallah... Çok güzel günler bekliyor bizleri kardeşlerim... Çok bereketli günler inşaallah! Organiğin hası bu topraklarda üretilecek, üretiliyor... Meyve sebzede bu kadar zengin başka ülke yok... Yeter ki zenginliklerimizi bilelim: Göğümüz güneşli, bulutlarımız bereketli, dilimiz dualı!.. Bizi takip etmek zorunda ve örnek almak zorunda bu dünya; kendi rahatı ve huzuru için! Biz kendimizi bildiğimizde; onlar da bizi bilecek inşaallah! 164 UNUTMAYIN! Kendi çocuklarına kıyan batı sizin çocuklarınıza mı acıyacak? Bu kısmı aklınızda bulunsun diye yazdım! Çocuk Haçlı Seferleri 1212’de genellikle dinsel tabakalar tarafından Müslümanlara karşı kışkırtılan alt sınıftan halkın, özellikle genç çocukların, Haçlı Seferlerine giden şövalyeleri taklit ederek, Filistin’deki Kutsal Ülkelere giderek Kudüs’ün tekrar Hristiyanların eline geçmesini sağlamaya çalışma uğ- raşlarından biridir. Bu seferler hemen hemen 1212’de aynı dönemde, yani Dördüncü Haçlı Seferi ile Beşinci Haçlı Seferi arasındaki dönemde, Almanya ve Fransa’da başlayan iki büyük kalabalık çocuk ve halk grubunun Kudüs’e gitmek üzere karadan uzun yürüyüşlerle Avrupa’nın sahillerine gitmesidir. Aslında bu hareketlenmeye çanak tutanlar Avrupa’da yekün arzeden evlilik dışı ilişkilerin ürünü olan bu çocuklardan toplumu temizlemektir. Hoş aynı yaklaşımın Amerika kıtasına olan göçlerde de görürüz. Avrupanın belası oldum olası tabirimi mazur görün “PİÇ” nü- fus olmuştur. Almanya’da organize olan çocuk sayısı 7.000 civarında olup liderleri “Nicholas” adlı bir çocuktu. Fransa’da organize olan çocukların başında “Stephen” adlı bir çocuk bulunmaktaydı ve 30.000 kadar sayı- da çocuk bu organizasyona katılmayı kabul etmişti. Bu organize olan çocuk grupları karadan Avrupa’daki Akdeniz sahillerine yürümüşler; sahilde peygamber Musa gibi denizin yarılıp Kudüs’e yol açılmasını beklemişlerdir. Ama deniz yarlamamış Kutsal Toprakların yakınları- na bile varamadan ortadan kaybolmuşlardır. Büyük bir kısım çocuklar yürüyüş yolunda hayatlarına kaybetmişler; küçük bir kısmı eğer varsa ailelerine geri dönmüşler; diğerleri yolda bulunan hristiyanların yanları- 165 na yerleşmişler; diğerleri ya deniz kazasından ya da açlıktan ölmüşlerdir. Bir kısmını bekleyen en fena akıbet ise Venedikli tacirler vasıtasıyla Mağrıp’e, Mısır’a, hatta Irak’a götürülerek köle olarak satılmaları olmuş- tur. Çocukların Haçlı Seferi yapma organizasyonlarından haberdar olan ve bizzzat teşvik eden Papa III. İnnocentius bu çocuk organizayonlarını Haçlı seferine katılmayan daha yaşlıların değersizliğini tanrının kınamasının bir nişanesi olarak yorumlamıştı. Almanya Çocuk Haçlı Seferi Alman Çocuk Haçlı seferini organize eden ve başı çeken 12 ile 14 yaşında Nlcolas adlı bir çoban erkek çocuktu. Bu çoban Rhineland’in bir köyünde büyümustu. 1212 yılının Paskalya haftasından hemen sonra Köln şehrinde bulunan “Üç Krallar” adlı mevkide vaaz vermeye başladı. Nicholas kendisine rüyasında bir meleğin geldiğini ve kutsal Hristiyan mezarlarını Arapların elinde kurtarmasını istediğini vaazlara bir neden saydığını açıklamaktaydı. Aynı zamanda meleğin kendisine aynen firavundan kaçan peygamber Musa gibi mucizevi olarak denizi yarma yeteneği verdiğini ve ordusu ile Genova’da Akdeniz sahillerine yetiştiği zaman bir mucize olarak denizin yarılarak ona Filistin’e karadan gitme imkanın sağlanacağını da vaazlarinda belirtmekteydi. Nicholas’un vaazlarındaki diğer bir tema da kendisi ve ordusunun müslüman olan Arapları dinlerinden vazgeçirip Hristiyanlığa döndürme yeteneklerinin olduğu idi. O zamanlar “Treves Kroniği” yazarları Nicholas’ın boyuna bir istavroz gibi bağlanmış bir ip taktığını ve böylece melekler tarafından seçilmiş olduğunu göstermek istediğini yazmışlardır. Çok geçmeden tüm Rhineland bölgesinin her yerine bu vaiz çocuk hakkında haber erişti. Nicholas’ın vaazları o kadar etkiliydi ki onu duyanlar yanından ayrılmak istememekteydiler. Ayrıca Nicholas kendi gibi iyi vaaz veren küçük yaşta çocukları da tesiri almıştı ve onları da etraftaki köy, kasaba ve şehirlere göndererek mesajını yaygın olarak duyurmaya başladı. Birkaç hafta içinde içinde Nicholas’ın etrafına Haçlı 166 seferine çıkmak üzere çok sayıda çocuk ve diğerleri toplanmaya başladı. Nicholas etrafında toplanan Haçlı çocuk ordusu 12 yaşında küçük çocukları ihtva ettiği gibi yetişkin olmadığı hukuken kabul edilen daha da büyük yaşlı çocukları da kapsamaktaydı. Kurulan Haçlı çocuk ordusunda oluşan kamuoyu etkisiyle de çok sayıda soylu tabakadan erkek çocuk bulunmaktaydı. Ayrıca toplanan orduda işsiz güçsüz takımından daha yaşlı erkekler, hatta hayat kadınları da bulunmaktaydı. Nicholas’ın başlarında bulunduğu Alman çocuk Haçlı ordusu yaklaşık 20.000 kişi olarak Köln’den Rhine Nehrini takip ederek ayrıldı. Ordu Koblenz’de iken, şehrin üstündeki göklerin birden aydınlandığıni ve bunu Nicholas’ın tanrının kendine destek sağladığına bir nişane olarak kabul ettiğini ifade etmektedir.Halbuki bu gökyüzü aydınlanmasının kutup ışıkları olduğu sonucu sonraları tarihi bir şerh olarak düşülecektir. Bu Haçlı seferine katılan çocuklar rahatça seyahat için gerekli fonları olmadığı için ve hatta çoğu parasız pulsuz kişiler olduğu için bu yürüyüşde büyük zorluklar çıkmıştır. Güzergah once Rhine kenarından olduğu için susuzluk bir problem olmamakla beraber, açlık devamlı olarak Haçlı çocuklarla birlikte yürümüştür. Güzergah üzerindeki köy ve kasabalar bu Haçlı çocukların inanaçlarına ortak olarak onlara büyük sempati beslemekteydiler ve imkanları dahilinde her türlü iaşe yardım ve desteği vermekteydiler. Ama problem “imkanlarda” idi. Hastalık ve salgın korkusu yüzünde birçok köy, kasaba ve şehir Haçlı çocukları yerleşkelerinin içine girmeyi yasaklamışlardı. Ayrıca o yıl hava kurak gitmiş ve hasat yeterli olmamıştı. En büyük yerleşkelerde bile ek olarak 20.000 kişiye ekstradan yiyecek sağlamak çok kere imkansız olmaktaydı. Böylece Alman Haçlı Çocuk ordusu Basel’e yetişip, daha Almanya’yı arkasında bırakmadan açlık ve hastalık yüzünden epeyce zayiat vermişti. Basel’den sonra Haçlı çocuk ordusu nehir kenarı yollarıni bırakıp Alplerin yüksek patikalarından geçmesi gerekmekteydi. Alplerden ge- çişde zayiat gayet çoğaltmıştır. Hangisi olursa olsun geçit epeyce uzun sürmekte ve fakir Haçlı ordusunun mensuplarının geçitin taşlık yolla- 167 rı için yeterli ayakkabı, sıcak elbise ve yiyecek fazla besinleri olmadığı için soğuktan, yorgunluktan ve çeşitli salgınlardan dolayı ölümler artmıstı. Kötü hava şartları, kaya düşmeleri, heyelanlar ve çığlar gibi negatif doğa şartları da bu zayıata katkılar yaptı. Nicholas’ın çocuk Haçlı ordusu Ağustos sonunda İtalya’da Genova şehri kapılarına vardığında 7.000 kişiye düşmüştü. Yani 13.000 kişi veya ordunun 3/4’u Alplarda zayiat olarak kaybolmuştu. Genovalılar bu Alman çocuk haçlı ordusunu önce iyi karşıladılar; ama sonra bunun imparatorun bir tuzağı olabileceği korkusuyla tutumlarını değiştirdiler. Bu ordu mensuplarından Genova’da devamlı kalmak isteyenleri devamlı olarak kabul edeceklerini; ama hemen şehirden ayrılmak niyeti olanlara sadece tek bir gün sehirde kalma izini vereceklerini bildirdiler. Mucize yaratıp denizin yarılacağını hala kabul eden Nicholas için bu şart uygun geldi. Çocuk Haçlı ordusu Genova şehrine girip şehrin limanına gidip ayinler ve dualarla denizin yarılmasını beklediler; ama deniz yarılmadı. Birçok Haçlı çocuk bundan çok etkilenerek sefer hedeflerinden ayrılarak Genova’da kalmaya karar verdiler. Bu olaydan yıllarca sonra birçok soylu Genovalı bu seferde Genova’ya gelmiş orada kalmıs Alman asıllı çeteleri ile övünmekte idiler. Fakat Nicholas hala mucize yaratacağına inanmakta idi. Küçü- len ordusuyla Genova’dan ayrılıp sahilden birkaç günlük yürüyüşle Pisa şehrine indi. Burada bulunan 2 Pisa ticaret gemisi bazı cocuklari Filistin’e götürmeyi kabul etti ve bunların Kutsal Topraklarda ne yaptıkları bilinmemektedir. Fakat mucize yaratma niteliğini hala koruduğunu kabul eden Nicholas kendisine inanan daha küçük bir ordu ile Roma’ya yürüdü. Roma’da Papa I. İnnocentius tarafından huzura kabul edildi. Papa bu Alman çocuk Haçlılarının iman ve inançlarından hissen çok etkilendi ama aklen olması imkansız mucizelere olan inançlarından utandı. Papa çok ciddi bir şekilde çocuk Haçlılara evlerine dönmelerine tavsiye etti ve yaşları daha ilerlediği zaman tekrar Kutsal Topraklara gitmek için Haçlı olabileceklerini de ifade etti. Papanın tavsiyelerin uyan Alman çocuk Haçlılar Kutsal Toprakla- 168 ra gitme heveslerinden vazgeçip evlerine dönme kararı aldılar. Dönüş hakkında hiç bilgi bulunmamaktadır. Bazılarının bu zor geri seyahati düşünemeyerek İtalya’nın çeşitli şehir, kasaba ve köylerine yerleştikleri bilinmektedir. Ertesi ilkbahar da Rhineland’a çok az sayıda çocuk geri döndü. Nicholas bunlar arasında değildi ve onun akıbetinin ne olduğu hakkında hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Fakat Rhineland’da çocuklari Nicholas’ın seferinden dönmeyen bir sürü aile bulunmaktaydı ve bunlardan bazılari gayet kızgındılar. Bunlar Nicholas’ın hareketlerinin kendine acayip bir terbiye veren babasının hatası olduğunu en sonunda siyasi otoritelere kabul ettirdiler. Nicholas’ın babası tutuklandı; çok yanlı mahkemelerde güya yargılandı ve suçlu olduğu kabul edilip idam edildi. Fransa Çocuk Haçlı Seferi Mayıs 1212’de bir gün Fransız Kralı Filip August Saint-Denis Bazılıkası’nı ziyaret etmekte iken Paris’in güneyinde Orleans ve Vandome kenti yakınlarındaki “Cloyes-sür-le-Loir” adlı küçük köyde yaşıyan 12 yaşında bir çoban çocuk, kralı görmeye geldi. Etienne adlı liderleri etrafındaki kesişler tarafından yazılan “Anonyme de Laöne kroniği” bu çocuğun ismini Stephen olarak vermektedir. Çocuğun elinde Kral’a hitaben bir mektup bulunmaktaydı. Çocuk bu mektubta, koyunlarını kırda gütmekte iken Peygamber İsa’nın kendine görünüp kendine krala vermek üzere verdiği bir kutsal mesaj bulunduğunu bildirdi. Bu mektup çoban çocuğun yeni bir çocuklardan olusan orduyla Haçlı Seferi hazırlı- ğı yapılması için ülkede vaaz vermesi gerektiğini açıklamaktaydı. Kral I. Filip’in bu mektup ve içeriğinden pek etkilenmediği ve Stephen’e evine dönmesini tavsiye ettiği bildirilir. Stephen Kralın negatif tutumuna rağmen Saint Dennis Katedrali kapısı önünde vaazlar vermeye başlamış ve Hristiyan çocuklardan bir ordu kurarak Kutsal Toprakları kurtarmak istediğini bu vaazlarda açıkca belirtmeye başlamıştır. Stephen bu ordunun başına geçip Haç- lı çocuk ordusu ile Akdeniz kıyılarına vardığı zaman, aynı Peygamber 169 Musa’nın Firavundan kurtuluşu gibi, Akdeniz’in yarılarak Haçlı çocuk ordusuna Kutsal Topraklara kara yolu açacağını da bu vaazlerınde defalarca vurgulamıştır. Stephen’in çok karizmatik bir vaiz olup bu vaazları sadece çocuklara değil yetişkinlere de çok etkili olduğu açıkca görülmüştür. Stephen vaazları ile kendini destekleyecek yardımcılar bulmuş ve bunların Fransa’ya yayılması ile mesajının ülkenin etrafına yayılması mümkün olmuştur. Fransa’nın her yönünden gelen çocuklar Haziran sonunda Vandome’da toplanmışlar ve böylece bir Haçlı çocuk ordusu oluşturulmuştur. Alt sınıflara dahil çocuklardan oluşan büyük bir kalabalık kütlenin, yaklaşık 30.000 çocuğun toplandığını; bu büyük Haçlı çocuk ordusunun hemen hepsi 12 yaş ve daha küçük erkek çocuktan oluştugunu, Haçlı çocuk ordusunun özellikle evlilik dışı ilişkilerin ürünü olan erkek çocuklardan oluşmakla beraber, aralarında zengin ailelerin oğulları, hatta bazı yaşı küçük kızların da bu Haçlı ordusuna katıldığı bilinmektedir. Bu orduya yaşı küçük papaz yamakları da dinsel kişiler olarak katıldığı bildirilir. Bu büyük ordunun hemen hepsi yürüyen piyade idi. Ancak Stephen için çok süslü resimlerle kaplı bir arabada bulunmaktaydı ve zengin ailelerden gelme ve at alıp ona bakacak kadar serveti olan gençler atla Stephen’in arabasına refakat etmekteydi. Bu yolculukta halk Stephan’ı bir evliya olarak karşılamakta ve genellikle çocuk ordusuna ellerinden geldiği kadar yardımı esirgememekteydiler. Bununla beraber bu yolculuk gayet güç olmuştur. Çocuk haçlı ordusu once Tours’a, oradan Loire Nehri kıyısından Bourges’a ve Nevers’de bu nehri geçerek Lyon;a ve oradan Rhone Nehri kenarından Avignon’a gelmiş ve oradan da Rhone Nehri deltasından Marsilya’da Akdeniz sahillerine erişmişti. Avignon’da bu Haçlı çocuk ordusu, 1209’dan beri Katarlara karşı Okitanya’da Haç- lı Seferleri sürdüren Dük Simon de Montfort ve Citeaux Manastırı Başrahibi Amalric’in tepeden tırnağa kadar silme silahlı ve savaşta çok tecrübeli Haçlı ordusu mensupları ile karşılaşmışlardır. Bu iki Haçlı ordusu karşılaştırılınca, Haçlı çocuk ordusunun ne kadar harb sanatından habersiz, ne kadar silah ve harp malzemesi yoksunu ve ne kadar savaşma 170 ve ordu idaresinde tecrübesiz olduğu gayet açık ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu yolun uzunluğu; havanın sıcaklığı; sussuzluk; bu nedenle güzergahtaki yerleşkelerde yiyecek sıkıntısı bulunması ve bu ordunun iaşesi için etraftaki halkın hayırseverliğine dayanılma, devamlı hastalık ve salgınlar dolayısıyla Haçlı çocuk ordusu bu yolculukta büyük sayıda ölümle zayiat vermişti. Marsilya şehri halkı Haçlı çocuk ordusunu çok iyi karşıladılar; çocukların çoğu şehrin evlerinde misafir olmakla beraber büyük bir sayıda çocuk da şehrin sokaklarında acik havada yatmak zorunda kaldı. Çocuk ordusu Marsilya limanı sahilinde toplanınca denizin yarılmadığı ve bekledikleri gibi Kudüs’e yarılmış denizin dibinden karadan yürüyerek gitmenin imkansız olduğu anlaşıldı. Marsilya’ya varabilen çocuk ordusu bunu ordunun başında bulunan Stephen’in ihaneti ve Tanrının Haçlılardan hoşlanmadığına bir işaret olarak gördüler ve bir kısmı evlerine geri dönmeye karar verdi. Marsilya’da sahilde hala Tanrı’nın kendilerine destek sağlaması beklenirken Marsilya’lılar bunların sorunlarına bir çare buldular. Geleneğe göre “Demir Hugues” ve “Domuz Guillaume” adlı iki Marsilya’lı tüccar Haçlı çocuklardan hiç para istemeden onlara yardım etme teklifi yaptılar. Bu iki tüccarın şehirde çok iyi itibarları olması; Filistin’de Akka’da temsilcileri bulunması; Marsilaya’dan Akka’ya gidebilecek gemileri hiç ücret istemeden kiralayabilme vaadleri, çocuk ordusunun lideri Stephen’i onların iyi niyetlerine ve hayırseverliğine inandırdı. Stephen onları Tanrı’nın bir nimeti olduğuna inanç getirerek onların çocuk ordusunu gemiyle Filistin’e götürme tekliflerini kabul etti. Haçlı çocuk ordusu 1212 Ağustos sonunda Akka’ya gitmek üzere, bindirildikleri 7 kiralanmış gemi ile Marsilya limanından ayrıldı. Bu gemilerin ve Haçlı çocuk ordusunun akıbeti hakkında hiçbir haber yıllarca Marsilya’ya geri gelmedi. Bu gemilerin Marsilya’dan ayrılmasından 18 yıl sonra, Marsilya’ya doğu Akdeniz’den gelen bir tüccar gemisiyle gelen orta yaşlı bir Hristiyan papaz bu Haçlı çocukların akıbeti için çok acayip gerçekleri açıkladı. 171 Bu orta yaşlı papaz, anlattıklarına göre, 18 yıl önce Marsilya’dan gemi ile ayrılan Stephen’in Haçlı çocuk ordusunda çok genç bir papaz yamağı idi. Bu gemiler Marsilya’dan ayrıldıktan birkaç gün sonra açık denizde Sardinya’nın güneybatı köşesinde bulunan “St. Pietro” adası açıklarında bir fırtınaya tutulmuşlar; 7 gemiden 2’si bu fırtınada batmış ve bu deniz kazasından hiç kurtulan Haçlı çocuk olmamıştır. Geri kalan 5 gemi birkaç gün sonra açık denizde Mağrıp’ten gelen bir Arap korsan filosu ile karşılaşmış ve bu filoya teslim olmak zorunda kalmıştir. Anla- şıldığına göre Marsilya’nın “itibarlı” tüccarları olan “Demir Hugues” ve “Domuz Guillaume” bu korsanlarla devamlı ittifak halinde olup 7 gemi dolusu çocuğu Arap korsanlara köle olmaları için anlaşıp satmışlar; ama ancak 5 gemi dolusu çocuğu onlara teslim edebilmişlerdir. Arap korsanlar gemilerle çocukları köle olarak satılmaları için Cezayir’in “Becayet (Bougie)” limanına götürülmüşlerdir. Bunlardan birçoğu Cezayirli Araplar tarafından köle olarak satın alınmışlar ve hayatları boyunca onlara hizmetgarlık yapma boyunduruğu altına girmişlerdir. Diğer bir kısım çocuk, kölelere daha fazla fiyat alacaklarını bilen Arap korsanlar tarafından Mısır’da İskenderiye limanına götürülmüşler ve orada esir pazarlarında satılmışlardır. Burada satın kölelerin çoğu İskenderiye’nin Memluk valisi tarafından satın alınmıştır. Bu vali tarafından satın alınan köleler Kahire’ye götürülmüşler ve Sultan Kamil’in kardeşi olan Adil adlı Mısır valisinin kaleminde katılıp, katip, Batı dilleri tercümanı, hatta eğitmen olarak nisbeten prestijli işlerde kullanılmışlardır. Papazın söylediğine göre 700 kişiye varan bu eski Haçlı çocuk grubu Kahire’de rahat bir hayat sürmekte ve hiçbirine din değiştirmesi için hiçbir baskı yapılmamakta idi. İskenderiye’de esir olarak satılan nisbeten ufak sayıda Haçlı çocuk Bağdad’a götürülmüş ve orada esir pazarında satılmışlardır. Papazın bunlardan 18’nın din değiştirmeye zorlandıkları için ölmeyi tercih ettiklerinin haberini aldığını bildirmiştir. Kahire’de rahat bir hayat süren papaz ise en sonunda sahibinden kendini esirlikten azat etmesini sağlamış ve serbest olunca Fransa’ya geri dönmeyi başarmıştır. 172 DAHA DÜN ÇANAKKALE’DE, KABİL’DE! BAĞDAT’TA YAKIN ZAMANDA, ŞİMDİLERDE ŞAM’ DA; PEKİ YA YARIN?!.. “Bilgililerin ilgisiz, ilgililerin bilgisiz olduğu” bir süreçten geçiyoruz, demiştik ya a dostlar…hasılı; ibret almayan ibretlik olur! Hükümet bebek katilinin sebep olduğu olayları nihayetlendirmek adına “akil adamlar” arayadursun… Arakan’da Müslümanlar yakılıversin… İstanbul’da içki satan dükkanların raflarında İstanblue markalı votkalar satılıversin… Pıtrak gibi açılan işgalci kültür ordularının garnizon merkezleri avmlerde yabancı marka alışkanlığı boca edilrken damarlarımıza... Kentsel dönüşüm alanları aynı zamanda yabancı isimlerle açılan sitelerde kültürel dönüşüm merkezlerine dönüşürken... Mahallelerimizi ve sokaklarımızı yitirirken... Türkülerimizden ibibikler ve turna kuşları yok edilirken... LBGT ahlaksızlık örgütü ile, kanlı terör örgütleri ile ve cehaletimiz ve fakirliğimiz malzeme yapılarak talan edilirken gençliğimin aklı, gönlü...Modernite dininin mensuplarına dönüşürken ümmet-i Muhammedin müminleri... MÜSLÜMAN TÜRK AÇILIMININ ZAMANI GELMEDİ Mİ? 173 İLAY-I KELİMETULLAH RUHU- EMR-İ BİL MARUF NEHY- İ ANİL MÜNKER TERBİYESİ İÇİN! YENİDEN BÜYÜK TÜRKİYE İÇİN! ALLAH RIZASI İÇİN! ÇOCUKLARIMIZI MANKURTLAŞ- MAKTAN KURTARMAK İÇİN! TAM VE BAĞIMSIZ TÜRKİYE İÇİN! Ya da!... Siz TOKİLERDEN konutlanın cennetten köşk bekleyen insanlar! Hem ki onlar yazarlarsa duvarlarına Türken Raus elbet bizde yazacaktık kotlarımıza Lewi’s, kursaklarımıza Mc Donald’s...gibisi yok! ATEŞ Sİ- Zİ ÇAĞIRIYOR! KİME GAM KARDEŞİM?! NASILSA SÜLEYMAN SOYLUYDU, NUMAN KURTULMUŞTU! BEN ALDIĞIM İHALEYE BAKARIM GARDAŞ! EY YEŞİL SARIKLI HOCALAR, NİYE SUSTUNUZ? RENKLİLER, BEYAZLAR, RENKSİZLER; NERDESİNİZ? HEM NEYİMİZE YETMİYOR Kİ ÇAMLICAYA YAPILICAK CAMİ? WALT DİSNEY’İN MİCKEY MAUSE U KEMİRMEKTE HAYATIMIZI! DÜN ÜÇ KITANIN EFENDİSİ ŞİMDİLERDE YÜ- ZÜKLERİN EFENDİSİ! Dilimize, dinimize neden PEPEydik yahu? Hasılı; 75 milyonluk nüfusumuzun 25 milyonu 12 yaş altı çocuklarımızdan ibaret. Çocuklarımız yani geleceğimiz... Şirk kültürü ile büyümekte, ahlaksızlık cenderesinde kirlenmekte!.. Biri 2071 mi dedi? BİR KURMAĞA KERMİT HİKAYESİ ALIR MISINIZ? Bilim adamları, kaynamaya yakın sıcaklıktaki bir kova suyun içine bir kurbağa bırakıyorlar. Kurbağa, ani bir refleksle kendini kovanın dışı- na atıyor. Aynı bilim adamları, aynı kurbağayı bu sefer, oda sıcaklığındaki suyla dolu olan aynı kovanın içine bırakıyorlar. Kurbağa, keyif içinde öylece duruyor suyun içinde. 174 Bilim adamları, suyun sıcaklığını çok yavaş bir biçimde artırmaya başlıyorlar. Kurbağada çıt yok. Kurbağa memnun... Ama su yavaş da olsa, ısınmaya devam ediyor. Diğer bir deyişle, kurbağanın “suyu ısınıyor...” Suyun sıcaklığı kademe kademe arttıkça kurbağanın keyfinde bir değişiklik olmuyor; ancak, biraz sersemler gibi oluyor. Derken, bu sersemlik hali, daha artıyor... Ve kurbağa, kendi sersemliği içinde daha derinlere doğru yol alırken, kovanın içinden dışarıya atlayarak kendisini bu cendereden kurtaracak gücü de gittikçe kaybediyor... Ve göz göre göre... Ve sessiz sedasız… Bizim kurbağa kaynar hale gelecek suyun içinde haşlanıp gidiyor... Bilim adamları düşünüyorlar: - Peki niçin böyle oldu?.. Çünkü, diyorlar, kurbağanın hayatına yönelen tehditleri algılayan içgüdüsel ayarları, çevresindeki “ani” değişimlere göre kodlanmıştır... Kademe kademe ve yavaş yavaş oluşan değişikliklere göre değil!.. Ancak… Deney sırasında bazı kurbağaların, yavaş yavaş ısınmaya devam eden su belirli bir sıcaklığa erişince zıplayıp, hayatlarını kurtardıkları da gözlemleniyor. Ama kurbağaların çok büyük bir kısmı “değişim”i algılayamadıkları için haşlanarak ölüyorlar.. Bilim adamları, bu deneyden kalkarak, önemli sonuçlara ulaşıyorlar: - Durum biz insanlar için de pek farklı değildir. Hayatımızda ani değişimler olmadan ya da ciddi ve ani bir tehdit ortaya çıkmadan pek harekete geçmeyiz. - Tek tek insanlardan oluşan insan topluluklarında, yani toplum, yani ülke, yani devletlerde de durum aynen böyle. Suyumuz ısınmasını yavaş yavaş sürdürüyorsa, yerimizden kımıldamaya yanaşmayız! 175 - Sıradan ve rahat ortamımızın bize doğru yansıttığı güven aldatmacasına tembelce sığınırız!. Bu rahatlık ortamının ısısı sürekli olarak artsa bile böyle... - Dünyevi veya uhrevi kişisel hayatımızda da bu aynı tavrı sürdürme eğilimindeyizdir. Dünya hayatının cazibesi bizi uyuşturuyor, ahireti yani sonumuzu düşünmemizi engelliyor. - Toplumsal hayatımızda da. Kendimizi koruma içgüdümüz, gerek kişisel alanda ve gerekse toplumsal arenada “suyumuz yavaş yavaş ısınmakta devam ediyorsa...” tehlikeleri algılayamaz bir uyuşukluğa dö- nüşür. Ve sonuç olarak, ne kendimizi ve ne de ülkemizi savunamaz bir hale geliriz. Sonra, haşlanıp, gideriz bu dünyadan... ÇOCUKLUĞUNU YAŞAYAMAMIŞ BÜYÜKLERE BİR MASAL DAHA: TİLKİ İLE TAVUKLARIN HİKAYESİ ABD’de bir askeri okulda ders olarak anlatılan Horoz ve Tilki Hikayesini dillendirelim bu kez. “Dershanede hocayı beklerken ışıklar kapanmış ve bir çizgi film gösterilmeye başlanmış. ...Filmin adı ” Küçük Tavuk “. Bir kümes var. Kümeste bir çok tavuk ile genç ve küçük horozlar, bir de kümesin yaşlı ve büyük horozu bulunuyor. Kümesin etrafında da bir tilki dolaşıyor. Yaşlı ve büyük horoz, tilki içeri girmesin diye kümesin kapısını sıkı sıkıya kapatmış, tavukları dışarı bırakmıyor. Tabii dışarı çıkamadıkları için doğru dürüst yemlenemeyen tavuklar da zayıf ve küçük tavuklar. Yaşlı ve büyük horoz ise 176 dışarı bırakmadığı tavuklara ölmeyecek kadar mısır tanesi dağıtarak ya- şamalarını sağlıyor. Kümese giremeyen tilki bunun üzerine kümesin tellerinde küçük bir delik açarak küçük ve genç bir horoza sesleniyor ve ona biraz mısır veriyor. Mısırı yiyen küçük ve genç horoz her gün gelip tilkiden mısır alıyor. Bir süre sonra tilki küçük ve genç horoza tek başına yiyebilece- ğinden fazla mısır verince genç horoz hem kendisi yiyor hem de diğer tavuklara mısır dağıtıyor. Böylece yavaş yavaş yaşlı ve büyük horozun kümesteki gücü kırılıyor. Horozun etrafındaki tavuklar azalmaya baş- lıyorlar. Artık popüler olan genç ve artık irileşen horozun etrafında ise tavuklar toplanıyor.Bu aşamada tilki kümesin kapısının önüne mısır bı- rakıyor. Kümeste bir tartışma çıkıyor. Kapıyı açalım mı açmayalım mı diye. Sonunda korkarak kapıyı açıyorlar ve kafalarını dışarı uzatıp yemlenip hemen geri çekiyorlar. Bir süre böyle devam ediyor. Hiçbir şey olmuyor. Kümesteki tavuklar rahatlıyor. Korkuları azalıyor. Nihayet bir gece tilki kümesin önündeki avluya mısır döküyor. Artık korkusuz olan tavuklar genç ve artık güçlü horozun öncülüğünde dışarı çıkıyor ve rahat rahat yemleniyorlar. Kümesteki her tavuk semiriyor. Tilki bir süre sonra gece kümesin kapısından kendi mağarasına kadar mısır tanelerini döküyor. Sabah kümesten çıkan ve korkusuzca yemlenen tavuklar yemlene yemlene mağaraya kadar gidiyorlar. Sonra mağaraya giriyorlar. Onları içeride bekleyen tilki bütün kümes mağaraya girince mağaranın kapısını kapatıyor.” Çizgi film burada bitmiş. Işıklar yanmış. Ve dersin hocası kürsüye çıkarak, “İşte Üçüncü Dünya ülkeleri böyle yönetilir” diyerek derse baş- lamış. *** Sorular: 1-Kümes NERESİ?, 2-Yaşlı horozlar KİMLER? 3-Genç horoz KİM, şu anda neler yapıyor? 4-En önemlisi tilki KİM? 177 Buna göre içinde bulunduğumuz durumu sorgular isek binlerce yorum ortaya çıkar. Unutmayalım Ulusların dostları yok sadece çıkarları vardır. YAZININ BUNDAN SONRASINI ÇOCUKLAR OKUSUN! Şimdiden belirtelim. Suriye’den sonraki durak Yemen olacaktır. Yani İngiliz’in işbirlikçi Arablarla işbirliği yaparak Medine’yi işgaline itiraz için ecdadımızın 1 milyon şehid verdiği YEMEN! Ardından gelsin Arabistan’nın işgali! Çünkü Fahd’ın Batı’daki bankalarda çok yüklü miktarda parası var. Bu para daralan ekonomisine çıkış yolları arayan, iflasın eşiğindeki Amerika’nın ağzının suyunu akıtmaktadır. Akıncı “Arap Baharının” nedenlerinin başka boyutları yani.. Amerika ve Avrupa’nın derinden yaşadığı ekonomik kriz dolayısıyla isyanlar ‘çıkartılıyordu.’ Daha doğrusu ABD ve Avrupa krizden de öte resmen iflasın eşiğine gelmişlerdi. Bunun için yapılacak en iyi şey yeni hazinelere açılmaktı. İşte tam bu noktada ‘dünyanın sahibi’ iki aileyi görmezden nasıl geliriz? Rockefeller ve Rothschild’ler… Rothschild ailesinden bir temsilcinin, Tunus’u ziyaret ettiğini ve Zeynel Abidin Bin Ali’den Tunus Merkez Bankasının % 15’ini istediğini unutmayalım Bin Ali itiraz edememişti. Sir Eveleyn De Rothschild aynı talebi Mısır’ın lideri Hüsnü Mübarek’e de götürmüştü. “Merkez Bankası’nın % 15’ini bana devrediyorsun!” Mübarek itiraz edecek gibi olmuştu. Ama başına gelenleri görüyoruz. Hasılı; ya biz? 178 “Türkiye Merkez Bankası’nın da % 15’i İngilizlere aittir.” Yoksa biz de “Arap Baharı”nı yıllar önce yaşamış olmayalım? 1928 ve 29 daki dünya ekonomik krizi ve bize dayatılan Osmanlı’nın borç sarmalının gölgesinde kurulan Merkez Bankamızın hikayesine bir kulak versek! *** Son Kuruşuna Kadar Osmanlı’nın Borçlarını Ödüyoruz…Peki Ama Niye? Sorulması gereken soru şudur. Osmanlı’nın A’dan Z’ye tüm mirasını reddederken neden borçları- nı üstlendik? Şimdi düşünelim. Hem 7 düvele karşı savaş kazandınız. Hem de yıktığınız devletin tüm borçlarını üstleniyorsunuz. Üstelik Misak-ı Milli olarak ilan ettiğiniz en kıymetli topraklar olan Musul ve Kerkük’ü İngilizlere bırakıyorsunuz… Yakın zamanda bebek katilinin mektubunda belirttiği misak-ı milli bir kürt misak-ı millisi olmasın sakın diyerek devam edelim. Sormadan edemiyor insan…Peki niye? Önce Osmanlı’dan devraldığımız borç sarmalına bir göz atalım. 24 Temmuz 1923 de imzalanan Lozan anlaşmasına göre Osmanlı’nın borçları tasfiye edilmesine karar verildi. Lozan’da alınan karar, 1928 de imzalanan Paris anlaşmasıyla ödeme planına bağlandı. (Ama dikkat edin…Dünya tam da tarihin en büyük ekonomik krizinin eşiğindeyken…) Borçtan, imparatorluğun bakiyesi 14 ülke daha sorumlu tutuldu. Arnavutluk, İtalya, Filistin , Bulgaristan, Irak, Lübnan, Yunanistan, Yugoslavya gibi Osmanlı imparatorluğundan doğmuş ülkelerde bu borçtan sorumluydular. Aklınız karışmasın… 179 BOŞ KONUŞUYORUZ A DOSTLAR! %1912 den önceki borçların % 62 si, 1912 den sonraki borçların ise 75 i Türkiye Cumhuriyet’ine ait sayıldı. Yani borçların ¾’ünden fazlası bizim sayıldı. Kalan ¼ lük bölüm ise 14 ülke arasında pay edildi. Bu ülkelerin çoğu bu borcu ödemedi. Sadece İtalya ve birkaç Arap ülkesi paylarına düşen küçük miktardaki borcu kapattılar. Yunanistan, Arnavutluk, Yugoslavya, Arabistan, Yemen ise tek kuruş ödemediler. Biz ise son kuruşuna kadar ödedik… Sahi İsrail mavi Marmara ile ilgili ödeyeceği komik tazminatın kar- şılığını misli ile nasıl bir işbirliği operasyonunda telafi edecektir? Peki borçların tasfiyesi nasıl yapıldı? Osmanlı imparatorluğunun kaybedilen topraklarının, Türkiye’ye düşen toplam borçtan indirilmesi esas alındı. Yani Türkiye’nin sınırları dışında kalmış imparatorluk topraklarının “değer”i borçtan düşülecekti. İyi de nasıl? Toprak değeri nasıl ölçülecekti? O zamanki adı Cemiyet-i Akvam olan Milletler Cemiyeti bu durumun çözümü için bir hukuk profesörü hakem belirledi. İsviçreli bir Yahudi olan olan Eugene Borel ! Borel, sınırlarımız dışında bıraktığımız toprakların ‘emlak değer’inin baz alınması gerektiğini savunuyordu. Ama toprağın salt emlak değeriyle ele almak bizim için intihar demekti. Örneğin altında petrol kaynadığı anlaşılmış olan Musul’la, Bulgaristan’daki ıssız bir dağ köyü aynı sayılacaktı. Hasılı; Türk Maliyesi ve yetkililerin verimli, verimsizliğin borç ö- demede kıstas alınmasında önceki kararlarından vazgeçerek doğrudan alınan vergi gelirine dönmesi hatalı bir davranış olmuştu. Bugün verimsiz arazi gelecekte verimli olabilir, ayrıca petrol gelirleri de arazi gelirine 180 dahil edilebilirdi. Hata burada yapılmıştı. Osmanlı’nın işgal edilen topraklarının bedeli yer altı ve yer üstü değerleri ile borç ödemede kullanılmalı idi. Bu tuhaflık dönemin meclisinde de gündeme geldi. Denizli milletvekili Mazhar Müfit Bey bu tuhaf takası eleştirdi. “Maalesef ben meseleyi o kadar pembe görmüyorum. Tamamen Osmanlı imparatorluğuna ait olan ve cümlemizin malumu vechile mü- vellidi servet olmak üzere değil, zevk-i safaya, safahata saif edilmiş olan bu milyonlara varan borcun ne suretle ödeyeceğimize dair elimize gelen bu sözleşme ve ekleri çok ağırdır. Acaba bize miras olarak, yüksek binaları, varidatı hayvanatı, vs. ile bir çiftlik mi kaldı? Yanmış yıkılmış,işçileri boğazlanmış, hatta toprağı zapt edilmiş, varisleri kovulmuş böyle bir vaziyet hadis olmuştu. Biz canımızı feda edelim, kanımızı akıtalım, o yerleri karış karış alalım fazla olarak tahrip edilen bu yerler için mağlup tarafından Avrupa’nın diğer galipleri olduğu gibi “10” para bile verilmesin, sonra sen gel imparatorluğun yüzlerce milyon borcunu ver… Bana tamirat için on para vermediniz ki benden almak istiyorsunuz. Avrupa’da böyle mi olur? Fransa borçlarını vermek için Almanya’dan tamirat parasını alayım da vereyim. Aynı teraneyi İngiltere’de Amerika’ya söylüyor. Bize gelince anlaşılıyor ki Garp(Batı) sermayedarları, sen elem içinde çalış, bütün mahsulünü ben zevk-ü sefa içinde yiyeceğim diyor. Mazhar Müfit Bey isyanında haklıydı. Kazandığımız bir savaş sonrasında bu kadar çok taviz verilir miydi? Ya da soruyu tersten soralım. Osmanlı’nın borçlarını genç cumhuriyetin omzuna kim yıktı? Ve daha da yakıcı soru… 181 Musul’u ve Kerkük’ü bırakmamızı kimler istedi? Neyse… (Unutmadan belirteyim. Türkiye Osmanlı borçlarının son taksitini 1954 yılında kapattı. Hem de tüm faizleriyle… ) Dönelim Merkez Bankasına… Güçlü bir Maliye’nin kurulabilmesi için para politikalarının düzenlenmesi gerekiyordu. Bunun önünde de iki büyük engel vardı. Birincisi Osmanlı’dan devralınan borçlar, ikincisi bir merkez bankasının olmayı- şı. Birincisi halledilmişti. En azından ödeme planına bağlanmıştı. Ama merkez bankasının olmayışı ciddi sorundu. Halen devletin tüm parası ve işlemler Osmanlı Bankası üzerinden yürütülüyordu. İsmet Paşa’nın hükümet programında dile getirdiği “Devlet Bankasına ait kanun taslaklarını bu sene Büyük meclise takdim edeceğiz. Bir seneye kadar bir zaman zarfında da Cumhuriyet Bankası’nın küşadı- nın çıkacağını ümit ediyorum.” şeklindeki sözleri Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının kuruluşunun ilk ve en önemli sinyali oldu. Aslında Lozan’a göre banknot ihraç etme yetkisine sahip Osmanlı Bankasının 1924 yılında sözleşmesi sona erecekti. Ancak Osmanlı Bankasını bir devlet bankasına dönüştürme çabalarının sonuçsuz kalmasıyla sözleşmenin yeniden uzatılması gerekliliği doğdu. Hükümetin bazı isteklerini de yerine getirme karşılığında Osmanlı Bankasının sözleşmesi uzatıldı. Bununla beraber merkez bankasının kuruluşunda öncü rolü oynamak üzere bir yarışta başlamıştı. Ziraat Bankası ve İş Bankası Merkez bankasının kuruluş sürecinde etkin rol almak üzere birbirleriyle yarış halindeydiler. 182 Ama bu iki milli bankamıza banknot ihraç etme yetkisi verilmedi. Yeni ve bağımsız bir banka kurulacaktı. 1928 yılında Türkiye’ye davet edilen Hollanda Merkez Bankası İ- dare Meclisi Üyesi Dr. G. Vissering, özerk merkez bankası için bir rapor hazırladı. Onu İtalyan Uzman Kont Volpi izledi. Lozan Üniversitesinden Prof. Leon Morf ’un desteğiyle Merkez Bankası yasa tasarısı hazırlandı. Tasarı, TBMM’de 11 Haziran 1930 tarihinde kabul edildi. Artık bizim de bir Merkez Bankamız vardı. Ama durun…Peki ya hisseler kime aitti? Öyle ya…Yüzde yüz Türk hissedarların oluşturduğu Ziraat ve İş Bankası tercih edilmediğine gö- re… Bankanın hisseleri (A), (B), (C) ve (D) sınıflarına ayrıldı. A sını- fı hisseler Hazineye ait olacaktı. B sınıfı hisseler milli bankalara, C sınıfı hisseler yabancı bankalar ile imtiyazlı şirketlere, D sınıfı hisseler ise Türk ticaret kuruluşlarıyla Türk uyruklu gerçek ve tüzel kişilere ayrılmıştı. Kuruluşunda özerkliği korumak için sadece % 15 i hazinenin elinde tutuluyordu. Kalan hisseler dağıtılmıştı. İşte dağıtılan bu hisselerin bir kısmı da İngiliz Bankaları ve yatırımcılarınındı. Daha doğrusu İngiliz tefeci ve bankerlerin. Başka ülkelerde vardı hissedar olan. Fransız , İtalyan, vs. Bugün ise Merkez Bankamızın ancak % 54.73’ü hazineye ait. Kalan 45.27 lük hisse ise milli bankalar, diğer bankalar ve şahıslara dağılmış durumdadır. Diğer Bankaların içerisinde yabancı bankalarda var. İngiliz ve İtalyan Bankaları ilk sırada. Şahıslar kimler diye baktığımızda; en büyük hissedar Ankaralı bir Yahudi vatandaşımızdır! 183 *** Evet işte böyle… Yine Küresel bir soygun var…Yine ona bağlı bir küresel ekonomik kriz var…Ve yine iki ailenin güdümündeki emperyalizm Ortadoğu ülkelerinin başına çöküyor. Ve yine Merkez Bankasından talep edilen oran değişmiyor. % 15! Tıpkı 1929 da yaşadığımız gibi… *** YENİ TÜRKİYE’YE YENİ ANAYASA... TAM ve BAĞIMSIZ TÜRKİYE’YE YENİ ANAYASA! CUMA NAMAZINDA AYASOFYA’DA HÜR CUMALAR İÇİN SECDEYE KAPANACAKLAR İÇİN... İlay-ı Kelimetullah için! 184 NOTLAR 185 186 187 188 189 190 191 192

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder