15 Ekim 2018 Pazartesi

KIRILIR BİR GÜN DÖNEN BÜTÜN DİŞLİLER

HER YENİLGİ SONRASI BARIŞ ANLAŞMASINA OTURTURLAR. BU ASLINDA YENİ BİR SAVAŞIN ÖN HAZIRLIĞIDIR.
BİLİMSEL ALGI VE GELİŞMEYİ ISKALAYINCA VERİMLİ ÜRETİM LÜGATTEN DÜŞER VE BİR İSRAF ÇILGINLIĞI BAŞLAR.
PANİĞE SEBEP OLUR BU DURUM VE HEP BİR SUÇLU ARANILMAYA BAŞLANIR. GİDİŞATA İTİRAZA YELTENENLER MUTLAKA DIŞ GÜÇLERLE İTTİFAK HALİNDELER ALGISI BİR PARANOYAYA YOL AÇAR. HALBUKİ SEBEP BELLİDİR, DOĞRU ANALİZ YAPILAMIYORDUR. BU YANLIŞ TEŞHİSLERE O DA YANLIŞ ÇÖZÜM ÖNERİLERİNE GÖTÜRÜR. İLLİYET BAĞINTISI ORTADAN KALKAR. ARTIK GÜNDELİK DÜŞÜNMEYE VE YAŞANMAYA BAŞLANMIŞTIR. BUNUN İÇİN İLİMDEN DE UZAKLAŞILIR. GÖRGÜSÜZLÜK VE HODBİNLİK ZİRVE YAPMIŞTIR. PEŞİNDEN AHLAKSIZLIK HER ALANI İŞGAL ETMİŞTİR. HEM DE KARŞI CEPHENİN ZAFERLERİNİ ONLAR GİBİ OLMAK-YAŞAMAK FİKRİYATINA DÖNÜŞÜR.

Hülasa...
Tarih tekerrür ise...tarihi de doğru okumak gerekmiyor mu?

Dünyada devletler arasındaki ilişkiler ekonomik temelli çıkar çatışmaları üzerine kuruludur. 2. Dünya Savaşı da dahil olmak üzere, öncesinde devletler ekonomik çıkarları için gerekirse silaha başvurabiliyordu. 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım, savaşı devletler arası mücadelenin dışına çıkarttı. Ancak mücadele hiçbir zaman bitmedi, sadece boyut değiştirdi. Günümüzün mücadelesinde savaşı kaybettiğinizi ve yenildiğinizi, yaşanan ekonomik krizlerle anlıyorsunuz. Her ekonomik kriz sonrası galipler, aynı Osmanlı’ya yaptıkları gibi ekonomik krizden çıkışın reçetesi aldı altında bir barış anlaşmasını önünüze koyuyorlar. Bu reçeteyle sizden koparttıkları her taviz, bir sonraki krizin ve yeni verilecek taviz ve feda edilecek varlıkların yolunu hazırlıyor.

Osmanlı'da 16’ncı yüzyıldan itibaren paranın değeri hep düştü. Fiyat artışları ve yüksek enflasyon halkın omuzlarına bindi. 16’nıcı yüzyıldan itibaren devlet, para bulabilmek için sürekli vergileri artırdı. Böylece toplumu ayakta tutan köylü ezilmeye başladı(1). Osmanlı, 17’nci yüzyılda ise büyük bütçe açıklarıyla karşılaşmaya başladı. Bütçe açığını kapatmak için borç arayışına girdi. 1784'te Fas'tan, 1789'da da Flemenk'ten borç istediler. Bu girişimler sonuçsuz kaldı. Osmanlı, borç para bulamayınca, paradaki altın gümüş oranlarını azaltıp paranın ayarını düşürdü. Gümüş miktarı azalan paralar o kadar incelmişti ki halk arasında “paraya pul oldu” deyişi türedi. Sonunda para yokluğu Osmanlı'yı Batı karşısında diz çökmeye mecbur etti.

1838'de İngiltere ile imzalanan Baltalimanı Ticaret anlaşması, Osmanlı'yı açık pazar haline getirdi. Açık pazar haline gelen Osmanlı giderek üretimden koptu; tüketim toplumu haline geldi. Böylece kötüye gidiş daha da hızlandı. Padişahlar çareyi Galata Bankerleri ve dünyaca ünlü tefeci Rothshild ailesinden borçlanmakta buldu. Borç ödemekte sıkıntılar yaşanmaya başlayınca bankerlerde büyük devletlerin garantisi ve denetimi olmadan yeni borç vermeye yanaşmadılar. Bu sefer devreye 1854'ten itibaren İngiltere ve Fransa gibi Avrupa devletleri girdi. Her borç aldığımızda yeni tavizler vermek durumunda kalıyorduk. 1856'da yabancı sermaye yatırımlarına izin verildi. Böylece yabancılar memlekette işe yarar ne varsa satın almaya başladılar. Bu da yeterli olmayınca Osmanlı 1867'de yabancılara toprak satılmasına izin verdi.
1876'da II. Abdülhamit tahta oturduğunda devlet iflas etmiş durumdaydı. Borç ödemesini durdurmuştu. Kötüye gidiş Abdülhamit’de, amcası Abdülaziz gibi tahtan indirilip halledilebileceği veya ağabeyi V. Murat gibi ruhi çöküntü bahanesiyle oda hapsine mahkûm edileceği vehmini yaratmıştı. Para bulamazsa bu son kaçınılmaz gözüküyordu. 20 Aralık 1881'de Avrupalı alacaklılarla Duyunu Umumiye İdaresini kuran Muharrem Kararnamesi imzalandı. Doğu Rumeli’den alınan vergilerle tuz, tütün, alkol, ipek, balıkçılık ve damga vergilerinin tahsili Duyunu Umumiye İdaresi'ne bırakıldı. Avrupalı devletler Osmanlı'nın en temel gelirlerine el koyunca kesenin ağzını tekrar açtılar. Çünkü artık borç ödemesini garanti altına alan denetçi bir kurum vardı. Kesenin ağzı açılınca II. Abdülhamit, 1877, 1886, 1888, 1890, 1891, 1893, 1894, 1896, 1902, 1903,1904, 1905, 1908 yıllarında tam 13 defa daha borç anlaşması imzaladı. Her yeni borç, durumu daha da kötüleştirdi. Giderek zayıflayan devlet, Tunus, Mısır, Kıbrıs, Sırbistan, Karadağ ve Romanya olmak üzere bugünkü Türkiye’nin tam 2 katı toprak kaybetti.

Osmanlının sorunu, bilim ve teknolojiden kopması sebebiyle yaşadığı üretimsizlikti. Üretimsizlik nedeniyle oluşan dışa bağımlılık ve bunun bir sonucu olarak kaybedilen savaşlar, artan vergiler, hayat pahalılığı ve enflasyon olarak halkın sırtına binmekteydi. Şartların dayanılmaz halle geldiği durumlarda ise isyanlar patlak vermekte, zaman zaman Yeniçeriler halkın isyanına öncülük etmekteydi. Osmanlı yönetim sistemi tek adam rejimiydi. Meşrutiyet, yani meclisli yönetim denense de başarılı olmamış hemen tek adam rejimine geri dönülmüştü. Her çıkan krizde halk doğal olarak faturayı iktidardaki tek adama kesiyordu. Tek adam zaman zaman birkaç vezirini feda ederek iktidarını koruyor, çoğu zaman ise tahtıyla birlikte canından oluyordu. Ekonomik temelli isyanları önlemek maksadıyla sürekli borçlanma yolunu seçtik. İktidarda kalmak uğruna yeni borçlanmalarla kriz erteleniyor, borç yükü gelecek kuşaklara aktarılırken devlet sürekli zayıflıyordu. Ayrıca “dış güçler”den borçlanılmak zorunda olunduğu için onlarla iyi geçinmek gerekiyor ve onların dayatmalarına boyun eğiliyordu. Bu sebeple çoğu zaman devlet savaşmadan toprak kaybeder olmuştu.

Kötüye gidiş, dönemin en eğitimli kişileri olan din alimleri (ulema) tarafından dinden uzaklaşmaya bağlanmıştı. Herkes Müslümanların refah içinde yaşadığı Asrı Saadet dönemine geri dönme peşindeydi. Bunun için Peygamber dönemindeki örf ve adetler ile hukuk ve devlet düzenine geri dönülmesi gerektiği yargısına düşüldü. Bizim Allah’ımız var düşüncesiyle Allah’a daha çok dua ederek sorunların çözüleceği zannedildi. Ham-kaba-softa muhafazakarlaşması önlem olarak yeterliydi. İnsanlar kendi yaptıkları hataları dua yoluyla Allah’a havale ederek sorunu O’nun çözmesini beklediler. İslam dininin bu yanlış yorumu, halkı taassuba sürükleyerek toplumun bilim, eğitim ve üretimden tamamen kopmasına neden oldu. Bir de toplumun bir kesiminde işin nedeninin muhafazakar değerler olduğu yargısı oluştu ki bu da dini reddiye demekti. Şiddetli din aleytarlığına neden oldu.

Bu açmazda “dış güçler”den alınan borçlar verimli kullanılamadı. Paranın önemli bir kısmını önceki borçları geri çevirmek için kullanılıyordu. Geri kalan para ise maalesef üretime yönelik yatırımlara harcanamadı. Çünkü padişahın tahtını koruyabilmesi için etrafında onu destekleyecek yandaşları beslemesi gerekiyordu. Osmanlı devletinde rüşvet, yolsuzluk, komisyon, adam kayırma, israf almış başını yürümüştü. Borç parayla devletin ihtişamını göstermek adına boğazda saraylar yapılıyor, para betona gömülüyordu. Sonuç itibariyle azaltılması gereken borçlar, yeni borçlanmalarla sürekli arttı ve Osmanlı borcunun faizini ödeyemez duruma geldiğinde de battı. Osmanlı Devleti, 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr barış antlaşmasıyla da tarih sahnesinden silindi.
Sonrasında kıblesini tamamen batıya çevirmiş bir yeni Türkiye dönemi başladı. İç hesaplaşmalarla geçen bir devrimler süreci. Bütün müesseselerin batıya endekslendiği peyk ülke süreci. Birazcık itiraza meyledilecek ortamlar oluştuğunda darbelerle hizaya getirilen kısa dönemler yaşandı.
Geldik bu günlere.
Sağ ve sığ siyasetle açmazlar...
Sol ve aslında alabildiğince sağ muhalafet...
Tıkanmışlık devam ediyor...Daha da edecek gibi.
E peki ne yapmalı!
Anlatıyoruz da...yıllardır. Ancak bir topluluk kendisini değiştirmeden Allah onları değiştirmez.
Tevbe edelim, dua edelim!


Fehmi Demirbağ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder