16 Temmuz 2019 Salı


 Gençlerin peygamberi



BİZ BU DÜNYAYI ÇOCUKLARIMIZDAN ÖDÜNÇ ALDIK!

“Şüphesiz, yaratıkların Allah katında en çok sevileni, genç ve yakışıklı olmasına rağmen, Allah yolundan çıkmayan ve (bu nimeti) Allah yolunda ona itaat etmek için kullanan kimsedir. İşte o gençle Allah, meleklerine iftihar ederek şöyle buyurur: işte budur benim gerçek kulum.”

“Sizlere gençler hakkında iyiliği tavsiye ediyorum. Çünkü onların kalbi daha ince ve yumuşaktır. Allah beni (kullarına) müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdi. Gençler (sözümü kabul edip) benimle ahitleştiler. Fakat yaşlılar (sözümü reddederek) benimle muhalefete kalkıştılar”

“Gençliğinde Allah’a kulluk yapan bir gencin, yaşlandıktan sonra kulluk yapan bir yaşlıya olan üstünlüğü, peygamberlerin diğer insanlara olan üstülüğü gibidir.”

Bütün bu sözler efendimiz’e ait. Gençlik ve gençliğe verilen önem konusunda konusunda tartışmasız tarihin işaret ettiği tek önderdir.
Bu çalışmamız efendimizin gençliğe verdiği önem üzerine olacaktır.
İslam Müslümanlara bütün varlıklara saygı duymayı, onların hayat hakkına ilişmemeyi öğretmektedir. Çünkü her Müslüman, "Yedi kat gök, yeryüzü ve bunlarda bulunan varlıklar Allah'ı tesbih ederler. Onu övgüyle tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur." inancını taşır. 
Bizler kurulu bir dünyaya doğmakta, fakat sosyal hayatın ürettiği bir bilinçle doğal çevremizle ilişki içine girmekteyiz. Çocukluktan itibaren gerek ailemiz ve gerekse yakın sosyal çevremizden aldığımız düşünce ve davranış tarzıyla tabii çevremize yaklaşırız. Dolayısıyla sosyal çevremizin görmediği veya görmezden geldiği pek çok şeyi biz de görmeyiz. Çevremizde farkına varmamız ve korumamız gereken bir çok şey olmasına karşın, çoğunlukla bunların farkında bile olmayız. Çünkü bunları ya biz kurmamışızdır, ya da her gün göre göre alışkanlık kazanmışızdır. Her an teneffüs ettiğimiz havanın, ışık ve ısısına muhtaç olduğumuz güneşin, havamıza oksijen üreten ve bize psikolojik bir haz veren yeşilin, içimizi açan berrak mavi gökyüzünün, zümrüt yeşili rengiyle insanları kendine çeken denizin varlığını ancak bunlar olmadığı zaman, ya da kullanılamaz hale geldiğinde fark ederiz. Fark ederiz de insan için ne büyük bir değer olduklarını o zaman anlarız.
Bu tabii düzen, Yüce Allah tarafından yaratılmış ve bize bahşedilmiştir. Bu, Allah'ın insafna verdiği değerin bariz bir göstergesidir. Kur'ân-ı Kerîm yeryüzü ve gökyüzündeki canlı cansız bütün varlıkların belli bir ölçü ve dengeye göre yaratıldığını beyan ederken , insanın tabiattan faydalanma esnasında bu ölçü ve dengeyi bozmaması gerektiğine de dikkat çekmektedir.  Ölçülü ve dengeli biçimde tabiatla ilişki içine girmek, insan türünün mümkün olan en uzun sürede tabiattan faydalanması sonucunu doğuracaktır. Bir Kızılderili kabile reisinin söylediği gibi “biz bu dünyayı atalarımızdan bir miras değil, çocuklarımızdan ödünç aldık.”
İslam'ın, dinî alan kabul edilen sadece inanç ve ibadet konularında bizlere bir takım görevler yükleyip de hayatın diğer alanlarını boş bıraktığı düşünülmemelidir. İslam insan hayatının her yönüyle ilgili emirler, tavsiyeler ve uyarılar yapmaktadır. Dolayısıyla üzerinde durduğumuz bu konuyla ilgili bir takım emir, tavsiye ve uyarılarda da bulunmaktadır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
İslam Müslümanlara bütün varlıklara saygı duymayı, onların hayat hakkına ilişmemeyi öğretmektedir. Çünkü her Müslüman, "Yedi kat gök, yeryüzü ve bunlarda bulunan varlıklar Allah'ı tesbih ederler. Onu övgüyle tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur."  inancını taşır. Kur'ân-ı Kerîm'in israfı haram, savurganlığı şeytanın kardeşliği sayan beyanları ile Peygamber Efendimiz'in akarsu dahi olsa abdest alırken israf edilmemesi gerektiğine dair uyarıları da Müslümanlarda çevre şuuru oluşturmada önemli bir temel olacaktır.

Müslüman bir insan kendisinin Allah'ın isimlerine mahzar olduğuna, bu isimlerin kendisinde tecelli ettiğine inanır. Allah'ın isimlerinden birisi "Kuddus" ismidir. Kuddus, mukaddes, temiz, pak olan demektir. Bu ismin bir tecellisi olarak Yüce Rabbimiz yeryüzünde sürekli olarak meydana gelen tabii kirlenmeleri, kurmuş olduğu ekolojik sistemle sürekli olarak temizlemektedir. Bu noktada Müslüman "Kuddus" isminin bir yansıması olarak kendisini ve çevresini temiz tutması gerektiği inancıyla hareket eder ve üzerine düşeni yapar.

Kur'ân-ı Kerîm Allah'ın yeryüzünü imar görevini insana yüklediğini beyan eder. Bir ayette "Sizi yeryüzünde yaratıp, orayı imar etmenizi dileyen Allah'tır" buyrulmaktadır. Ayette geçen "isti'mar" kelimesine tefsirciler tarafından iki anlam yüklenmiştir. İslam uleması yukarıda zikrettiğimiz âyete dayanarak, meskenlerin yapılması, su kanallarının açılması, ağaçlandırma çalışmaları gibi imar işlerinin topluma farz olduğunu söylemişlerdir. İnsan tabii veya dinî bir görev olarak elbette ki yeryüzünü imar edecektir. Ama bunu, tabiatı tahrip etmeden yapmalıdır. Müslüman ahlakı bunu gerektirir.

Hz. Peygamber de bu konuda Müslümanlara örnek olmuştur. Allah'ın bu emrini çok iyi bilen Peygamber Efendimiz Medine'de imar faaliyetlerine katılarak yaşadıkları şehrin mamur hale gelmesi için çalışmıştır. Ayrıca Mekke'nin yanında Medine ve Taif bölgelerini de harem alanı ilan ederek oralarda ağaç kesmeyi ve avlanmayı yasaklamıştır. Adiy b. Zeyd (ra) Hz. Peygamber'in Medine'nin her cihetinden 2 beridlik (yaklaşık 30 km.) bir alanı (yaklaşık 1000 kilometrekare) koruluk (hıma/harem) bölgesi ilan ettiğini ve ağaçların kesilmesini, dallarının kırılmasını yasakladığını rivayet etmektedir.   Yine Hz. Peygamber gölgesinde yolcuların, hayvanların gölgelendiği çöl bitkisi sidr ağacını kesmeyi yasaklamış ve kesene beddua etmiş, lanetlemiştir.  

Kur'ân-ı Kerîm yeryüzü ve gökyüzündeki canlı cansız bütün varlıkların belli bir ölçü ve dengeye göre yaratıldığını beyan ederken, insanın tabiattan faydalanma esnasında bu ölçü ve dengeyi bozmaması gerektiğine de dikkat çekmektedir.
Ayrıca Efendimiz yaşadıkları şehrin temiz tutulması yönünde emir ve tavsiyelerde bulunmuş, bitki ve hayvanların korunmasına özen göstermiştir. Bu noktada Peygamber Efendimiz'in mescidin temizlenip güzel koku ile kokulanmasına , avluların temiz tutulmasına , durgun sulara idrar yapılmamasına , içme sularının yakın çevresine çöp dökülmemesine dair emirleri ile susuzluktan ağzı kurumuş, dili sarkmış bir köpeğe kuyudan ayakkabısıyla su çıkarıp susuzluğunu gideren adamın cennetlik olduğuna , kedisini eve hapsedip açlıktan öldüren yaşlı kadının da cehennemlik olduğuna  dair haberleri de hatırlanmalıdır.
Bu örnekler göstermektedir ki Yüce Peygamberimiz her konuda olduğu gibi çevreyi koruma, temiz tutma hususunda da ümmetine hep örnek oluyordu. Ayrıca Efendimiz'in ağaç dikmeye teşvik eden; "Kıyamet kopmaya yakınken elinizde bir ağaç fidanı var ve onu dikmeye vakit bulabilirseniz onu dikin" , "Kim bir ağaç dikerse onun için ağaçtan hasıl olan ürün kadar Allah sevap yazar.""Her kim boş, kuru ve çorak bir araziyi ihya ederse bu amelinden dolayı Allah tarafından mükafatlandırılır. Herhangi bir canlı ondan faydalandıkça orayı ihya edene sadaka yazılır""Müslümanlardan bir kimse bir ağaç dikerse o ağaçtan yenen mahsul mutlaka onun için sadakadır. Yine o ağaçtan çalınan meyve de onun için sadakadır. Vahşi hayvanların yediği de sadakadır. Kuşların yediği de sadakadır. Herkesin ondan yiyip eksilttiği mahsul de onu dikene ait bir sadakadır", hadis-i şerifleri bu duyarlılığın ve çevre bilinci oluşturmaya teşvikin tam bir göstergesidir.
Kur'ân-ı Kerîm Allah'ın yeryüzünü imar görevini insana yüklediğini beyan eder. Bir ayette "Sizi yeryüzünde yaratıp, orayı imar etmenizi dileyen Allah'tır" buyrulmaktadır.


TEK ÖNDER VE TEK LİDERİMİZ AÇISINDAN ÇOCUKLARIMIZ

Bilindiği üzere, Hz. Muhammed (sav), Kur'ân-ı Kerim'de "âlemlere rahmet" olarak tanıtılmaktadır. Burada, O'nun tüm insanlık âlemi için bir rahmet vesilesi olduğu kadar, insanların dışındaki varlıklar alemi için de bir rahmet olarak gönderildiği anlaşılabilir. Nitekim O, kendisine iman eden bir grubun varlığından haberdar olduğumuz üzere, aynı zamanda cinlerin de peygamberidir.
O, komutanların, idarecilerin, amirlerin ve aile reislerinin olduğu kadar, ordudaki askerin, yönetilen halkın ve toplumun en küçük yapı taşını oluşturan aile fertlerinin de peygamberidir. Nihayet O, Allah tarafından insanlara hizmet için yaratılan hayvanların, toplumun alt tabakasına mensup fakirlerin, dul ve yetimlerin, kimsesizlerin ve çocukların da "rahmet" vesilesidir. Zira insanlar, hayvanlara eziyet etmeyi, yoksulları hor görmeyi, yetimlerin malına el uzatmayı ve çocuklarını öldürmeyi, O'nun sayesinde terk etti. İşte bu sebepten dolayı, diyebiliriz ki, Hz. Peygamber, tüm insanlık âleminin "rahmet peygamberi"dir.
Hz. Peygamber'in, peygamberlik dışındaki insani yönünün en çok dikkat çekici örneklerini, çocuklarla olan ilişkilerinde bulabilmekteyiz. Çünkü O, sıradan bir insandan öte, âdeta "çocuklarla çocuklaşabilen", bunu başarabilen ve diğer insanlara da tavsiye eden müstesna bir şahsiyettir. O'nun çocuklara yaklaşımındaki bu farklılık bile, başlı başına incelenmesi gereken bir özellik arz etmektedir. Öte yandan, Hz. Peygamber, bugün çocuk psikolojisi üzerine çalışan insanların tespit edip ortaya koyduğu pek çok realiteye, o dönemde dikkat çeken büyük bir eğitimcidir. İşte bu özellikleriyle O, her yönüyle incelenmesi gereken güzelliklerle dolu hayatında, çocuklar için müstesna bir yer ayırmış bir bababir dede ve çağındaki tüm çocukların sevgisini kazanmış bir çocuk eğitimcisidir.

Medine'de Çocuklarla İlk Karşılaşma

"Kimin üç (veya iki veya bir) kızı (veya kızkardeşi) olur da onlara iyi muamelede bulunur, oğlan çocuklarını bunlara tercih etmez ve eğitimlerini en güzel şekilde yerine getirirse, Allah onları kendisi için cehenneme karşı bir perde kılar ve onu cennetine koyar. "
Yıl 622... Uzun ve yorucu yolculuğun iki yorgun ismi, Hz. Muhammed (sav) ve Hz. Ebû Bekir (ra), günler sonra nihayet "Seniyyetü'l-Vedâ" tepelerinde, kendilerini karşılamaya gelen Medineli Müslümanlara ulaşmışlardı. Onları karşılamaya gelenler içinde kızlı-erkekli, en güzel elbiselerini giyinmiş, ellerindeki defleri büyük bir coşkuyla çalarak, bir mutluluk şarkısı olan "Taleal Bedru Aleyna"yı okuyan Medineli çocuklar da vardı. İşte tam bu sırada, Hz. Peygamber, çocuklara değer verdiğini, onları önemsediğini en açık bir biçimde ortaya koymak ve bunu insanlara da bildirmek için, yanlarına kadar gelerek şöyle sordu:
"Beni seviyor musunuz?" Çocuklar hep bir ağızdan:
"Evet çok seviyoruz Ya Rasûlallah!.." cevabını verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber de onlara, "Andolsun ki ben de sizi seviyorum" müjdesini verdi.
Bu müjde öylesine güçlü, öylesine kuşatıcı bir sevgi halesine dönüştü ki, tüm Asr-ı Saadet'e şamil oldu ve tüm çocukları kapsayıp, kuşattı... Artık çocuklar mutluydu; çünkü onlara değer veren, onları önemseyen ve seven; sevilmelerini ve görüp-gözetilmelerini isteyen bir "peygamberleri" vardı.

Hz. Peygamber'in Çocuklara Verdiği Değer

 Hz. Peygamber bir hadisinde, "Eğer süt emen çocuklar, beli bükük yaşlılar, otlayan hayvanlar olmasaydı, üzerinize azab sel gibi inerdi." , buyurarak azab-ı ilahiyyeye engel unsurlardan ilkinin, "sabiler" (süt emme çağındaki bebekler) olduğuna dikkat çekmiştir. O'nun, çocuklarla olan bütün ilişkilerinde, çocukları önemsediğini ve onlara değer verdiğini hissetmek mümkündür.

 

Kız Çocuklarına Verilen Değer

 Bazı toplumlarda, öteden beri, erkek çocuğu kızdan üstün tutulmuştur. Ancak bu duygu, cahiliye dönemi Araplarında daha şiddetli bir şekilde hüküm sürmekteydi. Öyle ki, kızlarını diri diri kumlara gömecek bir şekil alan ve gittikçe yaygınlaşan bu çirkin davranış, âdeta meşru görülmeye başlanmıştı. Hz. Peygamber, Kur'ân-ı Kerim'deki âyetler doğrultusunda, gönderildiği toplumda cari olan kız-erkek ayırımını kesinlikle yasaklayarak, bu konuda insanlar arasında oluşmuş "erkek çocuğu üstün tutma" geleneğini ortadan kaldırmaya gayret etmişti. Kısa sürede, cahiliye düşüncesinin devamı olarak gelen "kız çocuğu küçük görme" ya da "onları kumlara gömme" davranışı, artık yerini, kız olsun erkek olsun, evladı, "Allah'ın bir bağışı ve armağanı olarak görme"  anlayışına terk etmişti. Bunda, gerek Hz. Peygamber'in bizzat kendi kızlarına karşı davranışları, gerekse bu konudaki tavsiye ve emir mahiyetindeki hadislerinin de önemli rolü olmuştu.
Konuyla ilgili birçok hadisinde, ortak anlamıyla Hz. Peygamber şöyle buyuruyordu: "Kimin üç (veya iki veya bir) kızı (veya kızkardeşi) olur da onlara iyi muamelede bulunur, oğlan çocuklarını bunlara tercih etmez ve eğitimlerini en güzel şekilde yerine getirirse, Allah onları kendisi için cehenneme karşı bir perde kılar ve onu cennetine koyar. ".
Şu olay da kızlarına karşı ebeveynin şefkat ve merhametine karşılık alacakları mükafatı müjdelemektedir:
Hz. Aişe anlatıyor: "Yanıma bir kadın geldi. Beraberinde iki kız çocuğu vardı. Bir şeyler istedi. Ne var ki, yanımda bir tane hurmadan başka da bir şey yoktu. Onu kendisine verdim. Kadın da ikiye bölerek kızlarına paylaştırdı, kendisine ise bir şey kalmadı. Çıkıp gittiler. Daha sonra Rasûlullah içeri girdi. Durumu O'na anlatınca şöyle buyurdu: 'Kim bu şekilde kızlarıyla sınanır da onlara iyi davranırsa, o kızlar, onun için ateşe karşı perde olurlar."  

Çocukların Korunmalarına Verilen Önem

"Ailesine karşı Hz. Peygamber'den daha şefkatli hiç kimseyi görmedim. Oğlu İbrahim'in, Medine'nin kenar mahallelerinden birinde oturan bir sütannesi vardı. Bu sütannenin kocası demircilik yapmaktaydı. Her gün çocuğu görmek için oraya giden Hz. Peygamber, varınca duman dolu eve girer, çocuğunu kucaklayarak bağrına basar, koklar ve öperdi." 
Tüm canlılarda var olan içgüdüsel anlamda "yavrusunu koruma" duygusu üzerine yapılan çalışmalar, bu duygunun insan benliğine yerleştirilmiş en önemli duygu tiplerinden biri olduğunu ifade etmektedir. Şu hadisiyle Hz. Peygamber, aslında bu duygunun kökeni hakkında en doyurucu izahı ortaya koymaktadır: "Allah merhameti yüz parçaya ayırdı. Bunun doksan dokuz parçasını kendi katında tuttu, geriye kalan bir parçayı ise yeryüzüne indirdi. İşte bu parçadan dolayı, hayvanlar yavrularına zarar vermesin diye ayaklarını dikkatle atarlar."  
Her bir canlıda var olan bu duygunun kaynağının ilahî olduğunu açıklayan Hz. Peygamber, bir başka hadisinde, "ailesini, çocuklarını korumak zorunda kalan ve bu sebeple öldürülen insanların şehit olduğunu"  söylerken insanoğlunda içgüdüsel olarak bulunan "yavrusunu koruma" duygusunun, davranış biçimine dönüşmesinin "şehitlik" gibi büyük bir mükafatla karşılık bulacağını ifade etmektedir.

Çocuklara Karşı Gösterilen Sevgi ve İlgi

 Çocuklara karşı gösterilen sevgi için çocuk psikolojisi uzmanları "büyüme vitamini" nitelemesinde bulunmaktadırlar. Çünkü onlar, yaptıkları araştırma ve incelemeler sonucunda çocuk için sağlanan her türlü fiziksel ortamın, gösterilen özenin, hiçbir zaman sevginin yerini tutmadığını anlamışlardır.
Öte yandan, çocuğun sosyalleşmesi açısından da, gördüğü ya da göremediği sevginin büyük bir rolü vardır. Bu realiteler göz önünde tutulduğunda, Hz. Peygamber'in çocuklara karşı gösterdiği sevginin ve ilginin, onlar açısından ne denli önemli olduğu aşikardır. Aşağıda örneklerini vereceğimiz çeşitli sevgi ifadeleri, bir babanın, bir dedenin, en tabii, en yalın şekliyle evladına sunabileceği saf sevgisinin tezahürleridir.

Kucaklamak: İnsanların birbirinden etkileşimi konusunda son zamanlarda yapılan araştırmalar, fiziksel temasın, son derece etkileyici olduğunu ortaya koymuştur. Şurası bir gerçektir ki, çocukluk dönemi içinde duygusal anlamda henüz gelişmekte olan bir yapıya sahip olan çocuklar, belki de en çok sevgiye muhtaçtırlar. Onların bu ihtiyacının yeterli bir şekilde giderilmesi ise, öncelikle ebeveynin görevidir. Bu konuda Hz. Peygamber'in hayatından pek çok örnek aktarılabilir:
Hz. Enes anlatıyor:
"Ailesine karşı Hz. Peygamber'den daha şefkatli hiç kimseyi görmedim. Oğlu İbrahim'in, Medine'nin kenar mahallelerinden birinde oturan bir sütannesi vardı. Bu sütannenin kocası demircilik yapmaktaydı. Her gün çocuğu görmek için oraya giden Hz. Peygamber, varınca duman dolu eve girer, çocuğunu kucaklayarak bağrına basar, koklar ve öperdi."

Birçok sahabinin rivayetine konu olduğu üzere, Hz. Peygamber, torunları Hasan ve Hüseyin'i, bazen yanlarına bizzat giderek, bazen de yanına çağırtarak kucaklar ve bağrına basarak öperdi. O, bu davranışını sadece kendi çocukları için değil, bütün çocuklara da göstermekteydi:
İbn Rebîa b. el-Haris anlatıyor: "Babam beni, Abbas da oğlu Fadl'ı, Hz. Peygamber'in yanına gönderdi. Huzuruna girdiğimiz zaman bizi sağına ve soluna oturttu ve sonra öylesine sıkıca kucakladı ki, O'ndan daha kuvvetlisini görmemiştik."  

Hz. Peygamber'in duasını alan pek çok sahabi çocuk, bunun manevi hazzını hep hissettikleri gibi, maddi anlamda da ayrıcalığını hayatları boyunca yaşamışlardır. 
Dua Etmek: Çocukların büyüklerinden duyacakları hayır duanın, onların sevildiğine bir işaret olacaktır. Bu, onları hem psikolojik anlamda güçlü kılmakta hem de sevildiklerini düşünmelerine vesile olmaktadır. Hz. Peygamber'in duasını alan pek çok sahabi çocuk, bunun manevi hazzını hep hissettikleri gibi, maddi anlamda da ayrıcalığını hayatları boyunca yaşamışlardır. Söz gelimi, Hz. Peygamber'in, "mal ve evladının çok, ömrünün uzun ve kendisine verilenlerin hayırlı ve mübarek olması için Allah'a dua ettiği."  Hz. Enes, yüz yılı aşkın bir süre yaşamış ve bu duanın bereketiyle pek çok nimete mazhar olmuştur. Babanın evladı için duasının, kabul edilen dualardan olduğunu ifade ederek bunu etrafına da tavsiye buyuran Hz. Peygamber, Hz. Aişe'nin (ra) belirttiği üzere, kendisine getirilen çocuklara çeşitli vesilelerle hayır dualarda bulunmuştur. Şimdi bunun örneklerini sunmak istiyoruz.
Üsame b. Zeyd anlatıyor:
"Hz. Peygamber bir dizine beni, bir dizine de torunu Hasan'ı oturtur ve ikimizi birden bağrına basarak 'Ey Rabbim! Bunlara rahmetinle muamele eyle. Çünkü Ben de bunlara karşı merhametliyim' derdi."
Abdullah et-Temîmî'nin kızı Cemre anlatıyor: "Babam beni Hz. Peygamber'e götürdü ve benim için hayır duada bulunmasını talep etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, beni kucağına oturttu ve sonra elini başımın üzerine koyarak bana hayır duada bulundu."
Amr b. Hureys anlatıyor: "Annem beni Hz. Peygamber'in yanma götürdü. Hz. Peygamber başımı okşayıp bol rızka kavuşmam için bana dua etti." (Buharî, el-Edeb'ul Müfred, s.221).

Öpmek: Fiziksel temasın bir türü olan öpmek, Hz. Peygamber'in sık sık başvurduğu bir sevgi ifadesidir. Gerek kendi kızı Hz. Fatıma'yı, gerekse torunları Hasan ve Hüseyin'i öptüğünü belirten kaynaklar  bize O'nun, aynı zamanda bunu tavsiye ettiğini de ortaya koymaktadır.
Torunu Hasan'ı (veya Hüseyin) öperken gören Akra b. Habis isimli kişi, tahmin etmediği bu davranışı yadırgamış ve şöyle demişti: "Doğrusu benim on çocuğum var. Ama hiçbirini öpmedim". Bunun üzerine Hz. Peygamber şu anlamlı uyarıda bulunmuştu: "Şefkatli olmayana merhamet edilmez."  

Şakalaşmak: Hayal dünyası çok zengin olan çocuklar için şakalaşmanın oldukça önem arz ettiği bilinmektedir. Konuyla ilgili rivayetlerde, O'nun, gerek kendi torunları Hasan ve Hüseyin'e gerekse diğer çocuklara, ölçülü ve anlamlı, aynı zamanda hikmetli ve ibretli şakalar yaptığı müşahede edilmektedir:
Mahmud b. Rebi' isimli sahabi, kendisi beş yaşlarında iken Hz. Peygamber'in, bir kovadan su alarak yüzüne püskürttüğünü ve bunu diğer çocuklara da yaptığını anlatmaktadır.

Omzuna Bindirmek: Fiziksel temas cümlesinden sayılan omuza almak, sırtına bindirmek davranışına da Hz. Peygamber'de sık sık rastlamaktayız. Özellikle kızı Hz. Fatıma'yı her ziyaret edişinde kendisini karşılamaya gelen Hasan ve Hüseyin'i derhal omzuna alarak sevmeye başlardı.   Bir defasında da kız torunu Ümame sırtında olduğu halde namaz kıldırmıştı.
Konumuzu ilgilendiren bir başka olay ise şöyledir: Bir sabah namazında birinci rekatte altmış âyet okuduğu halde, ikinci rekatte bir çocuk ağlaması işiterek en kısa sûrelerden biriyle namazı tamamlayan Hz. Peygamber'e bunun sebebi sorulunca şu anlamlı açıklamada bulunmuştur: "Bir çocuk ağlaması duydum ve annesine eziyet vermeyeyim diye hemen namazı kısa tuttum."  



GENÇLİĞE ÖNDER OLMAK İÇİN ÖRNEK OLMAK GEREK

Hz. Peygamber İslam'ı tebliğ ederken, toplumun yeniliğe açık, idealist ve enerjik kesimini oluşturan gençlerden büyük ölçüde destek almıştır. Nitekim ilk Müslümanlardan birkaç kişi 50 yaş civarında, birkaç kişi 35 yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk ise 30 yaşın altında bulunuyordu.
Hz. Peygamber'in hayatını ve sahabeyi düşündüğümüzde, her nedense hep olgun ve yaşlı insanlar canlanır zihnimizde. Kırk yaşındayken peygamberlik görevine başlayan Hz. Peygamber'in etrafındaki ilk Müslümanlara baktığımızda, onlardan çoğunun gençler olduğunu görürüz.
Hz. Peygamber İslam'ı tebliğ ederken, toplumun yeniliğe açık, idealist ve enerjik kesimini oluşturan gençlerden büyük ölçüde destek almıştır. Nitekim ilk Müslümanlardan birkaç kişi 50 yaş civarında, birkaç kişi 35 yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk ise 30 yaşın altında bulunuyordu.
Mesela genç yaşta İslam'ı kabul edenlerden;
 Hz. Ali 10,
Abdullah b. Ömer ve Ubeyde b. el-Cerrah 13,
Ukbe b. Amir 14, Cabir b. Abdullah ve Zeyd b. Harise 15,
Abdullah b. Mesud, Habbab b. Eret ve Zubeyr b. Avvam 16,
Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Erkam b. Ebi'l-Erkam, Sa'd b. Ebi Vakkas ve Esma bint Ebî Bekr 17,
Muaz b. Cebel ve Musab b. Umeyr 18,
Ebû Musa el-Eşari 19, Cafer b. Ebî Talip 22,
Osman b. Huveyris, Osman b. Affan, Ebû Ubeyde, Ebû Hureyre ve Hz. Ömer 25-31 yaşlarında idiler.
Hz. Peygamber'in yanında bulunan, O'nunla birlikte savaşanlar da gençlerdi. Bu yüzden Hz. Peygamber gençlere ayrı bir önem atfetmiştir.
Semure b. Cundeb'in naklettiğine göre, Hz. Peygamber ashabına, müşriklerin gençlerini öldürmemeleri talimatını vermişti. Abdullah, babası Ahmed b. Hanbel'e bunun ne anlama geldiğini sorunca O:"Yaşlı neredeyse İslam'a girmez! Genç ise İslam'a yaşlıdan daha yakındır." demiştir.
Enes b. Malik'in anlattığına göre, Ensar'dan 70 genç vardı, kendilerine "Kurrâ" denilirdi. Akşamları Medine'nin çeşitli bölgelerine dağılırlar, ders halkaları oluştururlar, oralardaki halka namaz kıldırırlar, sabah olunca da Hz. Peygamber'in mescidine gelirlerdi. Hz. Peygamber (İslam'a davet için) onları Bir-i Maune'ye göndermişti. Ancak onlar tuzağa düşürüldü ve hepsi de şehid oldular. Bunun üzerine Hz. Peygamber tam 15 gün sabah namazlarında kunut duasını okuyup beddua etti.
"Kıyamet günü Adem oğlu şu beş şeyden sorgulanmadıkça Rabbinin huzurunda (sorgudan) kurtulamayacaktır: Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede geçirdiğinden, malını nereden kazanıp nereye harcadığından, bildiğiyle ne denli amel ettiğinden."
Peygamberimiz'in gençlerle ilgili bütün ilişkilerine baktığımızda O'nun bütün gayret ve hedefinin, inançlı, dindar, ahlaklı ve iffetli bir gençlik oluşturabilmek olduğunu görürüz.
Zira Efendimiz, "Allah'ın (arşının) gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmadığı o günde yedi sınıf insanın Allah'ın gölgesinde gölgeleneceği" haberini vermiştir. Bu hadiste ilk olarak "adaletli yönetici", ikinci sırada da "Rabbine ibadetle yetişen genç"i zikretmektedir.
Başka rivayetlerde ise "Allah, gençliğini Allah'a itaatle geçiren genci sever.""Allah tevbe eden genci sever." buyurulmaktadır.
"Kıyamet günü Adem oğlu şu beş şeyden sorgulanmadıkça Rabbinin huzurunda (sorgudan) kurtulamayacaktır: Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede geçirdiğinden, malını nereden kazanıp nereye harcadığından, bildiğiyle ne denli amel ettiğinden."
"Yaşından dolayı bir ihtiyara ikramda bulunan genç için, Allah Teâlâ ona ikram edecek kimseler hazırlar."
Hz. Peygamber'in gençleri teşvik eden bu sıcak ve samimi ilgisi sayesinde, genç sahabiler, canlarını, mallarını, ailelerini Allah yolunda feda edecek kıvama gelmişlerdi. Müslüman olur olmaz birçoklarının başta ailesi olmak üzere, Mekkelilerden gördükleri baskılar, korkunç işkenceler, açlık ve abluka yılları onları asla yıldırmamıştır. Onlar, Allah Rasûlü'nden aldıkları inanç ve ahlakın gereği olarak, yalnız Mekke'den ayrılmayı değil, zamanı geldiğinde dünyadan ayrılmayı dahi göze almışlardır.


 DUYGU PEYGAMBERİ

Hz. Peygamber, eğitime tabi tutacağı insanların içinde bulundukları durumu daima göz önünde bulundurmuş, öğrenmeyi verimli bir şekilde sağlayan sosyal ve psikolojik şartları her zaman dikkate almıştır. 
Toplumu fertler oluşturmaktadır. Ferdin sağlıklı bir eğitimden geçmesi ve buna bağlı olarak eğitimin amacına uygun hale gelmesi, toplumun huzur ve ahengi için şarttır. Bundan dolayı Hz. Peygamber, fertlerin eğitimine, bunlar arasında da çocuk ve gençlerin terbiyesine son derece önem vermiştir. Allah'ın Elçisi, bu eğitimi gelişigüzel bir biçimde yapmamış, gençlik psikolojisini dikkate alan son derece önemli metotlar uygulamıştır. O, uyguladığı bu metotlar sayesinde çoğu insani değerlerin yok olduğu bir toplumu, bütün zorlukları aşarak, insanlığın imrendiği bir millet haline getirmiştir. O'nun, gençlerin eğitimiyle ilgili olarak kullandığı metotları ana hatlarıyla,
  1. Gençlerin duygularına hitap etmesi,
  2. Gençleri utandırmaktan sakınması,
  3. Gençlere yumuşak ve müsamahalı davranması,
  4. Soru sorarak gençlerin ilgisini çekmesi, şeklinde dört grupta toplamamız mümkündür.

1. Gençlerin Duygularına Hitap Etmesi
Hz. Peygamber, eğitime tabi tutacağı insanların içinde bulundukları durumu daima göz önündebulundurmuş, öğrenmeyi verimli bir şekilde sağlayan sosyal ve psikolojik şartları her zaman dikkate almıştır. Onun içindir ki, kendisine, farklı kişilerce değişik zaman ve mekanlarda en faziletli amel sorulduğunda, muhatabının içinde bulunduğu şartlara göre, bazen, "vaktinde kılınan namaz", diye cevap vermiş, kimi zaman da, amellerin en faziletlisinin, "Allah'a iman ve Allah yolunda cihat" olduğunu söylemiştir. Nitekim O, bu konuda, "Biz peygamberler, insanlarla zeka seviyelerine uygun olarak konuşmakla emir olunduk.", buyurmuştur. Hatta insanların anlayış kapasitelerinin yeterli olmayışı veya yanlış değerlendirebilecekleri gerekçesiyle bazı şeylerin henüz bilinmemesini istemiştir. Bunu isterken, kişilerin seviyelerinin bunları doğru yorumlayacak düzeye henüz gelmediğini düşünmüştür. Hicret sırasında on yedi yaşında bulunan Muaz b. Cebel'in naklettiğine göre, Hz. Peygamber, "Allah'tan başka bir ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlu olduğuna kalpten inanan herkese Allah cehennemi haram kılmıştır." buyurmuştur. Bunun üzerine Muaz, "Ya Rasûlallah! Bunu insanlara haber vereyim mi?" demiş, Hz. Peygamber de cevaben "Vermesen daha iyi olur. Çünkü o zaman buna güvenirler." diye karşılık vermiştir. 
Gençlerin eğitiminde de onların anlayış kapasitelerini dikkate alıyor, temayüllerine ve karakterlerine uygun olan metotlarla onlara yaklaşıyordu. Bazen onlara dua ederek duygu ve hissiyatlarını, kimi zaman da överek gururlarını okşamayı ihmal etmiyordu. Abdullah b. Abbas için, "Allah'ım, onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret." demek suretiyle, onun duygu ve hissiyatına hitap ederken, genç Ebû Musa el-Eşarî'ye de, "Ey Musa! Sana Davud ailesinin sesi gibi güzel bir ses verilmiştir.", diyerek, onun gururunu okşamıştır. Genç Enes b. Malik'ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber, "Yaşından dolayı ihtiyar bir kişiye ikramda bulunan gence, Allah, yaşlandığında kendisine ikramda bulunan kimseler lütfeder." buyurmuştur. Hz. Peygamber bu sözüyle gençleri sanki yaşlılar diyarına götürmüş, gençlerin de yaşlanacağı ve ikrama muhtaç olacağı duygusunu onlarda uyandırmıştır.
Hz. Peygamber Huneyn Savaşı'nda elde edilen ganimetlerin taksiminde, kalplerini İslam'a ısındırmak ve bağlamak için Kureyş'in ileri gelenlerine daha fazla pay ayırmıştı. Bu durum Ensar'ı gönülden yaralamıştı. İçlerinden söylenenler oldu. Sa'd b. Ubade bu durumu Hz. Peygamber'e bildirince, Allah Rasûlu onları çadırına çağırdı ve "Ey Ensar! Sizin beni tenkit ettiğiniz söylendi, aslı var mıdır?" diye sordu. Ensar, "Ya Rasûlullah! Bizim ileri gelenlerimiz Sizi tenkit edecek sözler söylemezler. Bunlar delikanlıların sözüdür." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Ey Ensar! Ben sizi dalalette buldum. Allah Benim sebebimle aranıza dostluk ve sevgi bırakmadı mı? Siz nüfusça az idiniz, sizi çoğaltmadı mı? Fakir iken zengin etmedi mi?" dedi. Ensar ise "Ya Rasûlullah! İyiliğin ihsanın haddinden fazladır. Allah Size mükafatını ihsan etsin!" diye karşılık verdiler. Yine Hz. Peygamber, "Siz diyebilirsiniz ki, ‘Kavmin Seni yalanladığı vakit, biz Seni tasdik ettik. Seni Mekke'den uzaklaştırdıklarında Sana ev verdik. İhtiyaç zamanında elimizden geleni geri koymadık. Düşmandan korkuyordun Sana emniyet verdik.' İşte böyle derseniz, doğrudur. Sizi tasdik ederim." dedi. Allah'ın Rasûlu bu şekilde Ensar'a iltifat etti. Ensar ise üzüntü gözyaşları dökerek, "Ya Rasûlullah! Yalnız bu mal ganimeti değil, dilerseniz baba ve dedelerimizden miras olarak aldığımızı da onlara taksim edin. Bizim maksadımız Senin şerefli rızandır. Yanımızda dünya malının zerre kadar önemi yoktur." dediler. Hz. Peygamber Ensar'ın bu sözünden memnun oldu ve şöyle dedi: "Ey Ensar! Sizin inancınızdaki samimiyete güvenim vardır. Kureyş ise İslam'a henüz gelmiştir. Şimdiye kadar meydana gelen savaşlarda Müslümanlar tarafından pek çok yenilgilere uğratıldılar. Onların kalplerini yatıştırmak maksadıyla fazla hisse verdim. Onlar evlerine koyun ve develerle gidecek. Siz ise Rasûlullah ile gideceksiniz. Buna razı olmaz mısınız?". Ensar, "Ya Rasûlullah! Sana yakın olmak, bizim için dünyadan ve dünyanın içindekilerden daha hayırlıdır. Gölgenizi Allah üzerimizden eksik etmesin." dediler. Bunun üzerine Allah Rasûlu, "Ensar Benim hususi dostlarım ve sırdaşlarımdır. Bütün insanlar bir yola gitse, Ensar başka bir yola gitse, Ben Ensar'la beraber giderim." dedi ve ellerini kaldırıp, Ensar'a, çocuklarına ve torunlarına hayır dua etti.
2. Gençleri Utandırmaktan Sakınması 

Hz. Peygamber inanç ve prensiplerine ters düşen hareketleri yapan gençlere bile kaba davranmamış, onları utandıracak tarzda tenkit etmemiş, hatalı olduklarını uygun bir biçimde ifade etmiştir. 
Hz. Peygamber'in, muhataplarını eğitirken onlara karşı kırıcı davranışlar içine girmediğini, onlara kaba sözler sarf etmediğini görüyoruz. Kendisi muhataplarına kötü sözler söylemediği gibi, etrafındakilere de bu tür sözlerden uzak durmasını emretmiştir. Hataları düzeltme konusunda Allah'ın Rasûlu'nun ne kadar seviyeli ve nazikane davrandığını Muaviye b. Hakem güzel bir şekilde anlatmaktadır. Muaviye Hz. Peygamber'in arkasında namaz kılarken, aksıran bir adama, "Yerhamukellah" diyerek karşılık vermişti. Çünkü namaz kılarken konuşulmayacağını bilmiyordu. Yanındakiler Muaviye'ye bakmaya başladılar. Muaviye onlara da "Size ne oluyor ki, bana bakıp duruyorsunuz" deyince, bu defa yanındakiler onu ikaz etmek için ellerini dizlerine vurmaya başladılar. Muaviye onların kendisini susturmak istediklerini anlayınca, sustu. Bundan sonrasını Muaviye b. Hakem şöyle anlatıyor: "Anam babam Rasûlullah'a feda olsun. O'nun kadar güzel öğreten bir öğretmen hiçbir zaman görmedim. Vallahi O, namazı kılınca beni ne dövdü  ne de azarladı. Sadece namazda dünya kelamı konuşulmayacağını, ancak tesbih, tekbir yapılarak Kur'ân okunabileceğini söyledi."
Hz. Peygamber inanç ve prensiplerine ters düşen hareketleri yapan gençlere bile kaba davranmamış, onları utandıracak tarzda tenkit etmemiş, hatalı olduklarını uygun bir biçimde ifade etmiştir. Allah Rasûlu'nun en sevdiği gençlerden biri olan Usame b. Zeyd, hırsızlık yapan bir kadını affetmesi için aracı olarak Rasûlullah'a geldi. Suçlu bir kadının, asalet sahibi ve değer verilen önemli bir kişi olduğu için suçunu görmezden gelmesi isteği, Hz. Peygamber'i son derece kızdırmasına rağmen, o, bu işe aracı olan genç Usâme'yi utandıracak hiçbir kırıcı söz etmemiş, tepkisini onu incitmeden ortaya koymuştur. Hz. Peygamber, minbere çıkarak, şu konuşmayı yaptı: "Ey insanlar! Sizden öncekiler, kendilerine önemli ve nüfuz sahibi bir kişi suçlu olarak geldiğinde, onun cezasını vermediler. Ancak nüfuz sahibi olmayan ve zayıf, güçsüz bir kişi suçlu olarak geldiğinde hemen cezalandırdılar. Bu adaletsizlikten dolayı da helak oldular. Allah'a yemin ederim ki, hırsızlık yapan benim kızım Fatıma olsa, onun da elini keserdim." Böylece Hz. Peygamber hem adaletin önemini ortaya koymuş, hem de genç Usame'ye, kötülüklere aracı olmamasını ima yoluyla tembih etmiştir.
3. Gençlere Yumuşak ve Müsamahalı Davranması 
Hz. Peygamber, insanlığın olmasını gerektirdiği bütün erdemleri şahsında taşıyan biridir. İnsanlık için bir merhamet abidesidir. Kur'ân-ı Kerim'de, "Eğer Sen kaba, katı yürekli olsaydın, kuşkusuz etrafından dağılır giderlerdi." âyetiyle, bu gerçek ortaya konur. Bu özelliklere haiz olan Allah'ın Rasûlu, bir şey öğreteceği veya ikazda bulunacağı zaman önce karşısındakini yumuşatarak gönlünü kazanır, sonra söyleyeceklerini söylerdi. Yumuşak huyluluk anlamına gelen hilm sıfatına sahip olan Allah Elçisi, en kızılacak durumlarda bile soğukkanlılığını korumuş, karşısındaki muhatabı ikna yolu ile sinirlendirmeden bilgilendirme yoluna gitmiştir. Bizzat kendisi, öğretirken azarlamamayı öğütlemiştir. Bir gün, zina etmek için kendisinden izin isteyen gence karşı ortaya koyduğu tavır, gençlerineğitimlerini üstlenenlere örnek olacak mahiyettedir. Kureyş kabilesinden bir genç, Hz. Peygamber'in huzuruna gelerek, "Ey Allah'ın Rasûlu! Bana zina etmek için izin ver." dedi. Orada hazır bulunan sahabeden bazıları bu isteği İslam terbiyesine aykırı gördüklerinden, "Sus, sus" diyerek, genci azarladılar. İslam Peygamberi son derece sakin bir şekilde delikanlıya, "Yanıma gel, otur." diye yer gösterdi. Sonra onunla sohbet etmeye başladı. "Söyle bakalım, bir başkasının senin annenle zina etmesini ister misin?" diye sordu. Genç "Sana feda olayım ey Allah'ın Rasûlu, böyle bir şeyi asla istemem." dedi. Peygamberimiz de "Zaten hiç kimse annesine böyle bir şey yapılmasını istemez." buyurdu. Sorusuna devam ederek, "Başkasının senin kızınla zina etmesine razı olur musun?" diye sordu. Genç yine, "Sana feda olayım ey Allah'ın Rasûlu, razı olmam." dedi. Hz. Peygamber de "Hiç kimse kızıyla zina edilmesine razı olmaz." dedikten sonra, kız kardeşi, halası ve teyzesiyle zina edilmesine razı olup olmayacağını sordu. Genç, her soruda da "Sana feda olayım hayır istemem." diye cevap veriyordu. Artık hatasını anladığını görünce Hz. Peygamber, elini bu gencin omzuna koyarak, "Allah'ım, bunun günahını affet, kalbini temizle ve uzuvlarını günah işlemekten koru." diye dua etti. Bu genç, kendi ifadesine göre, bir daha hayatı boyunca kalbinde zina duygusuna yer vermedi.
Allah Rasûlu'nun sahip olduğu hoşgörüyü, O'nun gençlere gösterdiği yumuşaklık ve müsamahayı daha iyi anlayabilmek için, kendisine gençlik hayatı boyunca on yıl aralıksız hizmet etmiş olan Enes b. Malik'in sözlerine kulak vermek yeterlidir. Enes şöyle diyor: "On yıl Hz. Peygamber'e hizmet ettim. Bana bir defa bile ‘öf' demedi. Yaptığım bir şey için, ‘Niye bunu yaptın?' diyerek azarlamadı. O, ahlak bakımından insanların en mükemmeliydi."
Hz. Peygamber, insanlığın olmasını gerektirdiği bütün erdemleri şahsında taşıyan biridir. İnsanlık için bir merhamet abidesidir. Kur'ân-ı Kerim'de, "Eğer Sen kaba, katı yürekli olsaydın, kuşkusuz etrafından dağılır giderlerdi." âyetiyle, bu gerçek ortaya konur.
4. Soru Sorarak Gençlerin İlgisini Çekmesi 
Biraz önce zikrettiğimiz üzere, zina etmek isteyen gence "Bir başkasının annenle, kızınla, teyzenle, halanla zina etmesini ister misin?" diyerek ayrı ayrı sorular sormak suretiyle, gencin dikkatinin tamamen çekilmesi ve zinanın çirkinliği öğretilerek ikna edilmesi, örnek olarak burada da zikredilebilir.Allah Rasûlu, Hz. Ali'ye sıkıntı esnasında ne diyeceğini öğretmek için de önce sorusunu sormuş ve "Ey Ali! Çıkmaza düştüğünde söylemen gereken kelimeleri sana öğreteyim mi?" demiştir. Hz. Peygamber, bu kelimelerin ne olduğunu açıklamış ve ‘Bismillahirrahmanirrahim, velâ Havle velâ Kuvvete İllâ Billâhi'l-Aliyyi'l-Azîmdersen, Allah sana gelecek olan belalardan dilediğini bu kelime sebebiyle önler." buyurmuştur.

PEYGAMBER TERBİYESİNDEKİ GENÇLİK


Hz. Peygamber'in bu yakın çevresindeki çocuklara alakası doğumdan itibaren başlar. 0, doğan çocukların kulaklarına ezan okur, onlara isim takar, önceden kötü isim takılmışsa onları değiştirir, onlar için akika kurbanı keserdi. Mesela, Hz. Hasan doğduğunda iki kulağına ‘ezan' okumuştu. İbrahim'in doğduğu gecenin ertesi günü ona isim takışını ise sahabesine şöyle açıklamıştı: "Bu gece bir oğlum oldu. Ona atam İbrahim'in ismini koydum!" Torunları Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Muhassin'e başta konulan Harb ismini hoş bulmamış ve onları mezkur isimlerle değiştirmiş. Doğumla başlayan bu alaka hep devam edecektir. Hz. Peygamber onları evde bazen sırtına, bazen karnının üzerine alıp eğlendirirdi. Hatta bazen Hz. Peygamber, camide namaz kıldırıyorken bile çocuklar omzunda veya sırtındadır. Hz. Zeyneb'den kız torunu Umame bu çocuklardan biridir. Hz. Peygamber, onu namazda omzuna alır, rukuya gittiğinde yere kor, kalktığında tekrar omzuna alırdı. Bazen Hz. Peygamber secdeye gidince Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gelip sırtına binerlerdi. Hz. Peygamber secdeden kalkarken onları yumuşak bir şekilde alıp yere kordu. Secdeye gidince onlar yine sırtına binerlerdi, bu durum, namaz bitene kadar böyle devam ederdi. Namaz bitince ise Hz. Peygamber onları, hiç kızmaksızın alıp dizlerine oturturdu.  Bir defasında Hz. Peygamber secdedeyken sırtına Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin binince, ininceye kadar secdeyi uzatmıştı. Bir gün de Hz. Peygamber zekat hurmalarını dağıtıyorken Hz. Hasan kucağında bulunuyordu. Dağıtma işi bitince onu omzuna almıştı.  El-Bera' (ra) da, Hz. Peygamber omzunda Hz. Hasan olduğu halde; "Allah'ım, doğrusu ben bunu seviyorum. Onu Sen de sev." buyururken gördüğünü bildirmektedir. Çocuklar, bineğinin üzerinde de Hz. Peygamber'in yanındadırlar. Mekke'nin fethinde şehre girerken Hz. Zeyneb'den torunu Ali, terkisinde bulunuyordu. Hz. Peygamber, çocuk ve torunlarına olan sevgisini, alakasını her yerde, her fırsatta izhar ederdi.
Hz. Peygamber, bir gün bir omzunda Hz. Hasan, diğerinde Hz. Hüseyin olduğu ve sırasıyla birini, öbürünü öperken sahabenin yanına gelmişti.  Bir defasında hutbe okuyorken Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin camiye girince sözüne ara verip aşağı inmiş ve onları kucağına almıştı.  Hz. Peygamber, Hz. Fatıma huzuruna girdiğinde kalkar, elini tutar, kendisini öper ve yanına oturturdu. Hz. Fatıma da Hz. Peygamber'e aynı şekilde davranırdı.  Ebû Hureyre de şöyle bir olay anlatır: Rasûlullah ile beraber Medine'nin çarşılarından birinde idim. Derken O ayrıldı, ben de ayrıldım. O, (Hz. Fatıma'nın evine gelip) üç defa; "Yaramaz nerede?" deyip Hz. Hasan'ı çağırttı. Gelince Hz. Peygamber kollarını açtı, o da açtı ve ona sarılıp öptü. Ardından da şöyle buyurdu: "Allah'ım, doğrusu Ben bunu seviyorum. Onu Sen de sev, onu sevenleri de sev!"  Benzer bir olay bir davete giderken de olmuştu. Şöyle ki, Hz. Peygamber, bir davete giderken yolda Hz. Hüseyin'i oynarken görünce öne çıkıp ellerini açmış ve Hz. Hüseyin'i tutup öpmüştü. Enes ise Hz. Peygamber'in İbrahim'i öpüp kokladığını nakletmektedir. Hz. Peygamber'in bu sevgi tezahürleri bazı sahabilerinin dikkatini çekiyordu. el-Akra' b. Habis Hz. Peygamber'i, Hz. Hasan'ı öperken görmüştü de; "Doğrusu benim 10 çocuğum var, hiçbirini öpmemişimdir!" demiş, Hz. Peygamber de şöyle mukabelede bulunmuştu: "Merhamet etmeyene merhamet edilmez."

Hz. Peygamber, çocuk ve torunlarına olan sevgisini, alakasını her yerde, her fırsatta izhar ederdi.
Hz. Peygamber, bir sefere çıkacağında da en son Hz. Fatıma'ya uğrar, dönüşünde ise ilk olarak onu ziyaret eder ve öperdi. Sefer dönüşlerinde ailesinin çocukları tarafından karşılanan Hz. Peygamber, uzağında kalan çocuklarını da hep soruşturmuş, takip etmişti. Mesela; Hz. Rukiyye, kocası Hz. Osman ile Habeşistan'a hicret ettiğinde bir ara haberleri kesilmişti. O zaman Hz. Peygamber çıkar, o taraflardan gelenlere haberlerini sorardı.
Bir defasında Hz. Fatıma hastalanmıştı da Ma'kil b. Yesar'i yanına alarak ziyaretine gitmişti.  Ev içi huzursuzluk anlarında da Hz. Peygamber çocuklarının yanında olurdu. Bir ara Hz. Fatıma ile Hz. Ali'nin arasında bir kırgınlık belirmişti de Hz. Peygamber araya girip onları barıştırmıştı.
Kederli anlardan biri de ölüm olaylarında yaşanır. O zamanlarda da Hz. Peygamber çocuklarının yani başındadır. Hz. Rukiyye öldüğünde Hz. Peygamber kabrin yanına oturmuştu. Hz. Fatıma da yanındaydı, ağlıyordu. Hz. Peygamber ise bir bez parçası ile Hz. Fatıma'nın gözyaşlarını siliyordu. Diğer bir ölüm olayında Hz. Peygamber can çekişen küçük bir kızını alıp bağrına basmış, çocuk önünde can verince de ağlamıştı. Hz. Ümmü Külsüm defnedilirken ise toprak atarak aralıkların kapatılmasını emrediyor ve söyle buyuruyordu: "Bunun bir yararı yok. Ama geride kalanların gönlünü hoş eder!"  Hz. Peygamber'in çocuklarına bir alakası ise onları çeşitli durumlarda koruma şeklinde olmuştur. Mesela; kızlarını evlendirirken hem damat seçiminde, hem mihir tesbiti ve güzel bir düğün yaptırmada, hem de kumalı evliliğe rıza göstermemede bir baba olarak çocuklarını koruması söz konusudur. Şöyle ki, Hz. Peygamber Hz. Fatıma'ya ayrı ayrı talib olan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'e, küçüklüğünü söyleyerek müsbet cevap vermemiş, Hz. Ali ile evlendirince de mihir tesbitinde ve gerdek öncesinde çok yakından alakadar olmuştu. O zaman Hz. Fatıma'ya da söyle demişti: "Fatıma! Vallahi seni onların en alimi, en ağırbaşlı ve akıllısı ve en önce Müslüman olanı ile evlendirdim!" Yine bu cümleden olarak Hz. Peygamber kızları hususunda çok kıskanç davranır, kızlarını kuma üzerine evlendirmediği gibi evli kızlarının üzerine kuma getirilmesine de şiddetle karşı çıkardı. Bu hususta yani kızların üzerine ikinci bir evlilik yapmayacaklarına dair damatlarından söz aldığı nakledilmektedir. Bu sebeple Hz. Peygamber verdiği sözde durup kızının üzerine ikinci bir evlilik yapmayan Ebû'l-As'ı övgü ile yad ederken Hz. Fatıma'nın üzerine kuma getirmek isteyen Hz. Ali'ye şiddetle karşı çıkabilmiştir.
Hz. Peygamber, çocuk ve torunlarının maddi ve manevi eğitimiyle de ilgilenir, onlara, dünya ve ahiret mutluluklarını sağlamaya yönelik irşadlarda bulunurdu. Zekat hurmalarıyla alakalı bir olay meşhurdur. Hz. Hasan, bir gün zekat hurmalarından birini ağzına atmıştı da Hz. Peygamber hemen onu ağzından çıkartmış ve; "Bilmiyor musun, Âl-i Muhammed, zekat mali yiyemez." buyurmuştu. Mekke'de bisetin ilk yıllarında cereyan eden meşhur "inzar" olayında Hz. Fatıma'ya da hitap vardır: "Muhammed'in kızı Fatıma! Malımdan dilediğini benden iste. Ben seni Allah'a karşı hiçbir şeyden müstağni kılamam!" Hz. Peygamber, böylece dinin hükümleri karşısında çocuklarının, diğer Müslümanlardan bir ayrıcalıklarının olmadığını da öğretmiş oluyordu. O'nun bu hususa zaman zaman dikkat çektiği görülmektedir.
Hz. Peygamber'in çocuklarını irşadlarında namaz ve zühd üzerinde çok durduğu görülmektedir. Enes Hz. Peygamber'in sabah namazına çıkarken altı ay Hz. Fatıma'nın kapısına uğrayıp onları namaza çağırdığını bildirmektedir. Hz. Peygamber onların kapılarını gece namazına kalkmaları için de çalardı. Diğer taraftan Hz. Peygamber, el değirmenini çevirmekten şikayet edip kendisine bir hizmetçi verilmesini isteyen Hz. Fatıma'ya hizmetçi verme yerine, yatmadan önce tesbihat okumasını tavsiye etmişti.
Hz. Peygamber'in çocuk ve torunlarıyla münasebetinde dikkat çeken bir husus da, onlar arasında ayrım yapmamaya, onlara eşit davranmaya özen göstermesidir. Bu hususta şu olayı zikredebiliriz: Bir gün Hz. Peygamber Hz. Fatıma'nın evine gitmişti. O esnada Hz. Ali uyuyordu. Derken Hz. Hüseyin içecek bir şey istemiş, Hz. Peygamber de bir koyun sağmaya yönelmiş. O zaman Hz. Hasan yanına gelmiş, ama Hz. Peygamber sağdığını ona vermemişti. Bunun üzerine Hz. Fatıma, Hz. Hüseyin'i mi daha çok sevdiğini sormuş, Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştu: "Hayır, o ondan önce içecek istemişti." Tabiatıyla bu bütün çocukları aynı derecede sevdiğini ifade etmez. Bazı çocukları diğerlerinden daha çok sevdiğini belirten haberler vardır. Bunda ilk çocuk olma, o esnadaki en küçük çocuk olma, bazı kabiliyetlere sahip olma gibi sebepler etkili olmuş olmalıdır.
Hz. Peygamber, kendisine hediye gelen bir gerdanlığı; "Bunu ailemden en çok sevdiğime vereceğim!"demiş, sonra onu torunu Umame'ye vermiştir. Her halde bu olayın meydana geldiği zamanda Umame ailenin en küçüğüydü. Hz. Hasan'a bütün çocuklardan fazla gösterdiği müsamaha ve sevginin sebebinin, onun ilerde Hz. Peygamber'in çocuk ve torunlarına muamelesi hakkında söylenen hususları, onların Hz. Peygamber'le alakalı hatıraları da teyid etmektedir.


PEYGAMBERİN GENÇLERİ

 


CAFER B. EBİ TALİP (ö. 8)

"Rasûlullah'ın peygamberliğini isbat için hiçbir mucize olmasa dahi, sadece O'nun (sav) ashabı bile (bunun isbatına) yeter." 
Hz. Cafer, Peygamberimiz'in amcası Ebû Talib'in oğlu, Hz. Ali'nin ağabeyidir. Mekkelilerin baskıları sonucu Habeşistan'a hicret ettiklerinde Cafer b. Ebû Talib'in Necaşi'ye hitaben söylediği şu sözler, bir genç olarak onun bilgi ve özgüvenini ortaya koymaktadır:
"Ey Kral! Biz putlara tapan, ölü eti yiyen, her türlü fuhşiyatı yapan, akraba ilişkilerini koparan, komşuya kötü davranan cahili bir toplum idik. Bizden güçlü olan, zayıf olanı ezerdi. İşte Allah bize içimizden nesebini, doğruluğunu, güvenilirliğini ve iffetini bildiğimiz bir Rasûl gönderinceye kadar bu haldeydik. Oysa gönderilen bu Rasûl, bizi, Allah'ı birlemeye, O'na kulluk etmeye, O'ndan gayrı babalarımızın taptığı taş ve putları terketmeye çağırdı. Bize doğru sözlülüğü, emaneti yerine getirmeyi, akrabalarla ilişkileri devam ettirmeyi, iyi komşuluğu, haramlardan ve kan dökmekten el çekmeyi emretti ve bizi fuhşiyattan, yalan sözle şahitlikten, yetim malı yemekten, iffetli hanımlara iftira etmekten menetti. Bize yalnızca bir Allah'a kulluk etmemizi ve O'na hiçbir şeyi şirk koşmamayı emretti, namazı, zekatı ve orucu emretti." Daha başka İslam'ın emirlerini saydıktan sonra devamla "biz de onu derhal tasdik ettik, O'na inandık ve Allah'tan getirdiğine uyduk. Yalnızca Allah'a kulluk ettik ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmadık. O'nun bize haram kıldığını haram, helal kıldığını da helal kıldık..."

Gerçekten de Hz. Cafer'in çok öz bir biçimde ifade ettiği gibi, Hz. Peygamber, asırlardır süregelen bir cahiliyye toplumunu, 23 yıllık peygamberliği süresince Asr-ı Saadet toplumuna çevirmeyi başarmıştır. Allah'ın hidayeti ve Hz. Peygamber'in tezkiyesi neticesinde cahiliyye döneminin zorba ve müşrik insanlarının, çok kısa sürede gerçekleşen bu toplumsal değişimle, nasıl örnek bir nesil olduklarına tarih şahittir. İşte bu sebeple olmalıdır ki, bazı usûl alimleri, "Rasûlullah'ın peygamberliğini isbat için hiçbir mucize olmasa dahi, sadece O'nun (sav) ashabı bile (bunun isbatına) yeter." demişlerdir. Yani, O'nun (sav) tezkiyesiyle oluşan bu yeni ve medeni toplumun, bir Ashab-ı Kiram toplumunun vücuda gelmesi âdetâ mûcizevî bir değişimdir ve yalnızca böyle bir neslin oluşumu bile O'nun (sav) Peygamberliğini isbat eder.

ÜSAME B. ZEYD (ö. 54)

Medine'de kalmasına ihtiyaç duyduğu Ömer için komutanı Üsame'den izin isteme nezaketi gösteren Halife Hz. Ebû Bekir olmak üzere, gerek Hz. Peygamber'in atamasında ve gerekse vefatından sonra halifenin onaylayıp göndermesinde Üsame'ye itaat eden pek çok sahabe, hem İslam'ın, hem de kendilerinin ne denli erdemli olduklarını burada bir kez daha ispatlamışlardır.
Üsame, Peygamberimiz'in evlatlığı ve azadlısı olan Zeyd b. Harise'nin oğludur. "Hıbbu Rasûlullah"yani Allah Rasûlu'nun mahbubu, ahbabı, sevdiği bir gençtir.
Hz. Peygamber, vefatından kısa bir süre önce, Üsame'yi, aralarında Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in bulunduğu Mute'ye gönderilen sahabe ordusunun komutanlığına atamıştı. Bunun   üzerine bazıları, bu atamadan dolayı Hz. Peygamber'i eleştirmeye, endişe ve hoşnutsuzluklarını dile getirmeye başladılar. Onların eleştirilerini işiten Hz. Peygamber onlara bir hutbe îrad ederek, bazı kimselerin, Üsame'nin atanmasını eleştirdiklerini, onların daha önce de (H. 8 yılında yine Mute seferinde tayin edilen komutanlardan biri olan ve şehid düşen  babası Zeyd'i (ö. 8) dile doladıklarını, oysa kendisinin ikisini de çok sevdiğini ve bu iş için onları liyakatlı bulduğunu, ona hayırlısını tavsiye etmelerini ve emrini uygulamalarını istemişti.
Şüphesiz Hz. Peygamber genç bir mevali (Arap olmayan) olan Üsame'yi, ileri gelen yüzlerce sahabenin üzerine komutan tayin ederken İslam'ın öngördüğü yönetim anlayışında sınıf ve yaş farkının değil, ehliyet ve liyakatın asıl olduğunu fiilî olarak göstermek istemişti. Elbette Üsame'nin ordusu içinde, kendisinden daha tecrübeli büyük sahabeler de vardı. Ancak Hz. Peygamber'in özellikle bir mevaliyi komutanlığa ataması, hem yönetimde sınıf ve kabile faktörünün hiçbir öneminin olmadığının zihinlere yerleştirilmesi bakımından, hem de hangi kesimden olursa olsun gençlere imkanlar tanınması, onların yetiştirilmesi bakımlarından oldukça mühimdir. Bu tayinden dolayı ortaya atılan eleştiri sahiplerinin kimler olduğunu bilmiyoruz. Ancak iyimser bir tahmin yürütecek olursak, bunlardan bir kısmı tamamen Hz. Peygamberin vahy dışı ictihadî bir tasarrufu olan bu atamaya, sırf genç ve tecrübesi az olan  bir komutanla girecekleri savaşta muhtemelen bazı olumsuz sonuçlara maruz kalma endişesiyle karşı çıkmış olabilirler. Eleştirilerin bir kısmı ise henüz -Hz. Peygamber de tayin etse - azadlı bir kölenin oğlunun, çocuk denecek yaşta genç bir mevalinin emri altına girmeyi içlerine sindirememiş İslam'a yeni girenlerden veya bedevilerden, ya da sahip oldukları mizaçlarıyla, cahiliyye kültür ve taassubunun etkisinden hâlâ kurtulamamış, İslami öğretileri tam özümseyememiş bazı kimselerden gelmiş olabilir. Zaten bu kesimlere mesaj vermek isteyen Hz. Peygamber ise, onların ortaya attığı söylentilere aldırış etmemiş, emrini uygulamıştır. Buna mukabil başta, Medine'de kalmasına ihtiyaç duyduğu Ömer için komutanı Üsame'den izin isteme nezaketi gösteren Halife Hz. Ebû Bekir olmak üzere, gerek Hz. Peygamber'in atamasında ve gerekse vefatından sonra halifenin onaylayıp göndermesinde Üsame'ye itaat eden pek çok sahabe, hem İslam'ın, hem de kendilerinin ne denli erdemli olduklarını burada bir kez daha ispatlamışlardır.

MUS'AB B. UMEYR (ö. 3)


Ailesi onu bu yeni dinden vazgeçirmek için her çareye başvurmuştu. Ama Mus'ab, ailesini de, servetini de, Mekke'yi de terkedip Habeşistan'a hicret etti. 
Mekke'nin en zengin ve asil ailesine mensup olan Mus'ab, refah ve bolluk içinde yetişmiş, kılık kıyafetiyle, nezaketiyle ve fiziki yapısı ile herkesin beğenisini kazanmış, son derece zeki, akıllı, aynı zamanda güzel ve açık konuşmasıyla da herkesin gıpta ettiği bir gençti. Mus'ab'ın erişemediği herhangi bir dünya nimeti yoktu. Ancak manevi bir boşluk, ruhi bir bunalım içerisindeydi. Neticede Erkam'ın evinde bulunan Rasûl-i Ekrem'in yanına geldi ve Müslüman oldu.
Ailesi onu bu yeni dinden vazgeçirmek için her çareye başvurmuştu. Ama Mus'ab, ailesini de, servetini de, Mekke'yi de terkedip Habeşistan'a hicret etti. I. Akabe bey'atında Medineliler, kendilerine İslamiyet'i öğretecek bir öğretmen isteyince, Rasûlullah derhal onu bu göreve tayin etti. Medine'de birçok kişi İslam'a onun çabasıyla girdi, birçoğu İslam'ı ondan öğrendi.
Medine'nin muallimi Mus'ab, Uhud Savaşı'nda şehid düştüğünde, üzerindeki şal ile başını örttüklerinde ayakları, ayakları örtüldüğündeyse başı açık kalmaktaydı. Nihayet Peygamberimiz'in emriyle şal ile başı örtülmüş, ayaklarına da izhır otu konulmuştu.

ERKAM B. EBİ'L-ERKAM (ö. 55)


Hz. Peygamber'e sadakatle bağlanarak evini O'nun (sav) emrine verdi. Rasûl-i Ekrem, İslam tarihinde "Daru'l-Erkâm" diye anılacak olan bu evi tebliğ faaliyeti için çok elverişli bularak merkez haline getirdi.
İslam'a ilk giren gençlerden biri olan Erkam'ın Safa Tepesi'nin yanındaki evi, Hz. Peygamber ve diğer Müslümanlar için âdeta bir karargah olmuştu. Hz. Peygamber'e sadakatle bağlanarak evini O'nun (sav) emrine verdi. Rasûl-i Ekrem, İslam tarihinde "Daru'l-Erkâm" diye anılacak olan bu evi tebliğ faaliyeti için çok elverişli bularak merkez haline getirdi. Allah Rasûlu, ilk zamanlar insanları İslam'a gizlice bu evde davet eder, onlara ibadetleri burada öğretirdi. Müslümanlar, müşriklerin şerrinden korunmak için de bu evde gizlenirlerdi.
Henüz 17-18 yaşındaki bir gencin, Kâbe'nin hemen yanıbaşındaki evini İslam davetine açabilmesi, onun ne denli cesur ve fedakar bir genç olduğunu da göstermektedir.

MUAZ B. CEBEL (ö. 18)

M. 605 yılında Medine'de doğan Muaz, II. Akabe biatında Müslüman oldu ve Hz. Peygamber'in yakın ilgisine mazhar oldu. Mekke'nin fethinden sonra Rasûlullah onu Mekke'de kendi yerine vekil tayin etti. H. 9. senesinde Tebük Seferi'nden döndükten sonra da onu Yemen'e vali olarak atadı. Henüz 27 yaşında olan genç valiye, nasıl hükmedeceğine ve insanları nasıl davet edeceğine dair gerekli tavsiyelerde bulundu. Bu, Muaz 'ın Hz. Peygamber ile son görüşmeleriydi.

ESMA BİNT EBİ BEKR (ö. 73)

İlk Müslüman olan genç bayanlardan birisi de Hz. Âişe'nin ablası Esma'dır. Onun adı ilk defa, Hz. Peygamber'in hicret hazırlıklarını sürdürdüğü sırada oynadığı rol dolayısıyla ön plana çıkmıştır. Hicret esnasında Hz. Peygamber ve Ebû Bekir'in üç gün saklandıkları Sevr Mağarasına geceleri yemek taşıyan Esma, kuşağını ikiye bölerek azık torbasının ağzını bağlamış ve bunun üzerine Allah Rasûlu: "Allah bu kuşağın karşılığında cennette sana iki kuşak versin" diye iltifat etmiş, bundan dolayı da "Zâtu'n-Nitâkeyn" (İki kuşaklı) diye anılmıştır. O günlerde Ebû Cehil'in de aralarında bulunduğu bir grup gelerek Esma'ya babasının nerede olduğunu sormuş, "Bilmiyorum!" demesi üzerine Ebû Cehl ona bir tokat vurmuş, bu sebeple de küpeleri yere düşmüştür.

HZ. ÂİŞE (ö. 58)

Hz. Peygamber'den aldığı feyz sayesinde İslam esaslarının en seçkin öğreticisi oldu. Sünneti nakledip şerhetmekle kalmadı aynı zamanda onun doğru anlaşılması hususunda ilmî tenkit zihniyetini ortaya koydu. Kuvvetli hafızası sayesinde Hz. Peygamber'in hadis ve sünnetinin daha sonraki nesillere ulaştırılmasında emsalsiz hizmetler ifa etti. Rivayet ettiği toplam 2210 hadisle, en çok hadis rivayet eden yedi sahabenin dördüncüsüydü. 
Gençliğinin ilk sekiz yılını Hz. Peygamber'e eş olarak geçiren Hz. Âişe, dinî ilimleri bizzat Rasûl-i Ekrem'den öğrenmişti. İslam'ın öğreticisi olan Hz. Peygamber ile aynı evi paylaştığı ve evi de Mescid'in bitişiğinde olduğu için, O'nun (sav) öğretilerinden gece gündüz yararlanmış, O (sav)'nun ders ve sohbetlerini dinleyerek, kavrayamadığı veya merak ettiği yahut bilmediği her meseleyi de hemen O'na (sav) sorup öğrenmiştir. Yine Rasûl-i Ekrem de, Hz. Âişe'nin herhangi bir hatasını gördüğü zaman derhal onu uyarmıştır.
Hz. Peygamber'den aldığı feyz sayesinde İslam esaslarının en seçkin öğreticisi oldu. Sünneti nakledip şerhetmekle kalmadı aynı zamanda onun doğru anlaşılması hususunda ilmî tenkit zihniyetini ortaya koydu. Kuvvetli hafızası sayesinde Hz. Peygamber'in hadis ve sünnetinin daha sonraki nesillere ulaştırılmasında emsalsiz hizmetler ifa etti. Rivayet ettiği toplam 2210 hadisle, en çok hadis rivayet eden yedi sahabenin dördüncüsüydü. Kendisinden hadis nakledenlerin sayısı 200'den fazlaydı. Talebelerinden en az dörtte biri bayanlardan oluşmaktaydı. İslami ilim zihniyetinin pek çok mümessili arasında en müstesna yeri, en büyük kadın alim olan Hz. Âişe işgal etmektedir. Hz. Âişe, sadece hadis nakilcisi değil, aynı zamanda müfessir, fakih ve hatibdi. Arab tarihi, Ensab (soy ilmi) , şiir ve tıb sahalarında derin bilgi sahibiydi. Rivayet ettiği hadislerin şuuruna erdiği gibi, kendisine ulaşan rivayetleri de, yüksek İslami kültürüne göre değerlendirmekte ve ravileri kim olursa olsun, bunlardan yanlış veya eksik bulduklarını düzeltme vazifesini hakkıyla yerine getirmekteydi.
Hz. Peygamber'in sevgili eşi Hz. Âişe, zekası, engin deneyimi ile her taraftan gelen kadın erkek hemen herkesin, kendisine danıştığı, meseleleri için bilgisine başvurduğu, irşad ve tavsiyelerine kulak verdiği, hatta ailevi problemleri çözdürmek ve ondan dua almak üzere sık sık ziyaret edilen, kendisine hürmet edilen bilge bir anneydi. Kapısı, geçmiş yıllarda karşı saflarda yer almış hasımlara dahi açıktı. Onun evi, ilim, irfan, irşad ve danışma merkezi gibi her gün girip-çıkanlarla dolup taşmaktaydı. Bu mütevazi ev, kadın-erkek, büyük-küçük birçok kimsenin huzuruna gelip kendisini dinlediği, varsa soru sorup cevabını aldığı bir ilim ve irfan ocağı oldu. Onun bu faaliyetleri sayesinde Medine ilim merkezi olmaya devam etti. Orada onun yıllarca süren eğitim ve öğretim faaliyetleri sonunda, İslam ilimlerinin temellerinin atılması ve ilmî hareketin gelişmesi yanında, hadis ve fıkıh sahalarında Medine ekolü teşekkül etti. Gerek Medine'de ve gerekse her yıl hac için gittiği Mekke'de kendisine sözlü olarak sorulan sorulara cevap verdiği gibi, muhtelif şehir ve bölgelerden mektupla sorulan soruları da cevapsız bırakmadı.
1914-1917 yılları arasında Hz. Âişe hakkında ilk defa müstakil ve oldukça doyurucu bir kitap yazan, Hint'li alimlerimizden merhum Nedvî'nin dediği gibi, "Tarihin bütün sayfalarını karıştıracak olursak Hz. Âişe'den başka bütün dinî, ahlaki, siyasî ve medeni meziyetleri şahsında toplamış ve bütün bunların icaplarını yerine getirmiş, ilmî ve ameli bir rehber olmuş başka bir kadın göremeyiz."


ÇOCUKLARIN PEYGAMBERİ
A A 
Peygamber Efendimiz’in çocuklara karşı muamelesi, merhamet ve sevgisi, ümmeti ve bütün insanlık için muazzam bir örnektir.

Allah Rasûlü bir çocuk gördüğünde başını okşar, kucağına alır, sever, öperdi. Mübarek yüzü özellikle çocuklara karşı hep yumuşak ve güleçti. Çocuklara selam verirdi, halini hatırını sorar, binekliyse onları atın terkisine alır gideceği yere kadar götürürdü. Çocuklarla birlikteyken çocuklaşır, onlarla sohbet eder şakalaşırdı.

“Kimin çocuğu varsa, onunla çocuklaşsın.” 
Allah Rasûlü bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onlarla birlikte koşmuştu. O, çocukların neşesine ortak, üzüntüsüne teselli olurdu.
Kuşu ölen Zeyd’e taziyeye gitmiş, onu teselli etmişti. Zeyd, 3 ya da 5 yaşlarında iken çok sevdiği ve adını Umeyr koyduğu küçük bir kuşu vardı. Efendimiz her gördüğünde ona “Umeyr’in Babası” anlamına gelen “Ebu Umeyr” diye hitap ederdi. Bir gün Zeyd’in kuşu öldü ve Zeyd çok üzüldü. Zeyd’in üzüntüsünü duyan Peygamber Efendimiz o günlerde çocuğun evine taziyeye gitti. Zeyd’i neşelendirmek için, “Ya Ebu Umeyr! Senin Nüğayr (serçeye benzeyen küçük kuş) ne oldu, hayvanı ne yaptın?” diye sordu. Bu soru Zeyd’i güldürdü. Allah Rasûlü Zeyd’i kucağına aldı, saçını okşayıp öptü, teselli etti. 
Merhamet Peygamberiydi, babaydı, dedeydi. Mübarek yüzü çocuklara karşı hiç asılmadı, onları kınamadı, zorlamadı, azarlamadı.
Peygamber Efendimiz’in yanında yetişen Hz. Enes, şöyle anlatıyordu:
"Allah Rasûlü’ne on yıl hizmet ettim. Bana bir kere bile ‘öf’ demedi. Yaptığım bir iş hakkında hiçbir zaman ‘niçin böyle yaptın’, ‘şöyle yapsaydın’ dediğini duymadım. Bir işi güzel yapamadığımda bana kızmadı, beni kınamadı. Ben, Allah Rasûlü’nün surat astığını bile görmedim."
Allah Rasûlü çocukların kişiliklerine saygı gösterir ve onlara iltifat ederdi. Bazen onların kıyafetlerini över, hastalandıklarında ziyarete giderdi.
Namaz kıldırırken cemaatin içinde ağlayan bir çocuk sesi duysa dayanamaz, kıraati kısa tutarak namazı bir an evvel bitirirdi. Kendisine mevsimin ilk meyvesi sunulduğunda bereket duası yapar ve meyveyi orada bulunan en küçük çocuğa ikram ederdi.

“Küçüklerimize sevgi, şefkat ve merhamet; büyüklerimize de saygı göstermeyen bizden değildir.” 
Asr-ı saadetin çocukları, bütün zamanların en mutlu çocuklarıydı. Onları çok seven, koruyan, gözeten ve kıymet veren bir Peygamber’leri vardı.
Asr-ı saadetin çocukları bütün zamanların en şanslı çocuklarıydı. Onlarla şakalaşan, oyunlar oynayan, dua edip başlarını okşayan, sırtına bindirip taşıyan Peygamber’le birlikte hatıraları vardı.
Abdullah b. Ömer küçük bir çocukken, babasıyla birlikte Hz. Peygamber’in de bulunduğu bir yolculuğa çıkmıştı. Abdullah, babasının devesine binmişti. Abdullah küçük, deve hızlıydı ve deve hep kafilenin önüne geçiyordu. Babası sık sık kafilenin önüne geçip deveyi geri çevirmek zorunda kalıyor, “Abdullah, kafilenin önüne geçme, Allah Rasûlü’nün önüne geçilmez” diye çocuğu sürekli ikaz ediyor, azarlıyordu. 
Babanın çocuğu sık sık azarlaması Hz. Peygamber’i üzmüştü. Babaya, “şu deveyi bana satar mısın” dedi. Baba satmayı kabul etmeyip, “Allah Rasûlü, deve senindir” dediyse de Efendimiz kabul etmedi ve babayı deveyi satması konusunda ikna etti. Deveyi satın alan Peygamber Efendimiz Abdullah’a seslendi:
“Abdullah! Deve artık senindir, ona istediğin gibi binebilirsin”
Kız çocuklarının evlattan sayılmadığı bir zamanda o, kızı Fatıma yanına gelince ayağa kalkar, onu öper ve kalkıp kendi yerine oturturdu. Bir sefere çıkacağı zaman önce Fatıma’yı görür, dönünce evvela Fatıma’ya uğrardı. 

"Muhakkak ki siz, kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. O halde çocuklarınıza güzel isimler koyun.”
Peygamber Efendimiz çocuklara hoşlarına gidecek lakaplar takar, bu lakaplarla seslenerek onları neşelendirirdi. İsmi güzel olmayan çocukların isimlerini değiştirir, onlara “yavrucuğum” diye hitap ederdi.
O, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Sevgisi ve merhameti âlemlere yetecek kadar derindi. Mü’minler birbirini sevmeliydi, mü’minler çocuklara muhabbet göstermeliydi, çocuklar emanetti.
Peygamber Efendimiz ve Hz. Ebubekir Medine’ye hicret ettiklerinde onları ilk karşılayanlar çocuklardı. Çocuklar, müjdelerin en güzelini alacaklarından habersiz ellerindeki defleri çalıyor, şarkılar söylüyorlardı.  Sevinçten yerlerinde duramayan çocuklar “Muhammed (sav) geldi! Peygamber geldi” diye bağırıp koşturuyorlardı. Bu sırada kutlu misafir çocukların yanına gelip sordu:
”Beni seviyor musunuz?”
Çocuklar coşkuyla ve hep bir ağızdan, “Evet, çok seviyoruz ya Rasûlullah” dediler. Hz. Peygamber’in yüzü aydınlandı, tebessüm etti ve çocuklara:
“Andolsun ki ben de sizi seviyorum” diyerek kendi zamanının ve bütün zamanların çocuklarına en büyük müjdeyi, en güzel hediyeyi verdi.


PEYGAMBERİN ÇOCUK SEVGİSİ

Hz. Peygamber'in çocuklarla ilişkisinde dikkat çeken hususlar çocuk sevgisi ve onlara karşı hoşgörüsü, onlara değer vermesi, kız-erkek ayrımı yapmaması ve onlarla oynayıp şakalaşmasıdır. Yoğun bir telaş içinde geçen günümüz hayat şartları açısından ailelerde, çocuklarla ilişkilerde bu konular daha da bir önem taşımaktadır.
İslam dininin hayatımıza ve bütün insanlığa kazandırdığı değerlerden bir tanesi sevgidir. Bu sevgi en güzel şekliyle Hz. Peygamber'in hayatında ve çocuklarla ilişkisinde ortaya çıkmaktadır. Zira Hz. Peygamber'in, dünya hayatında bir imtihan vesilesi ve aynı zamanda hayatın süsü olan çocuklarla ilişkisi ve onlara karşı tavrı, bu konuda en güzel örnekleri ortaya koymaktadır. Özellikle de çocukların gelecek nesilleri oluşturacağı ve toplumların da sağlıklı bir geleceğe sahip olmalarının sağlıklı nesillerle mümkün olabileceği göz önüne alındığında çocuklarla ilişkilerde sevgi ve muhabbetin önemi daha da artmaktadır.
1. Hz. Peygamber ve Çocukların Yetiştirilmesi
Öncelikle bir noktaya işaret etmek yerinde olacaktır. İslam dininin gelişinden önceki Cahiliye dönemi Mekke toplumunda, bazı kabilelerde kız-erkek çocukları arasında ayının yapıldığı bilinmektedir. Öyle ki bu kabilelerde daha da ileri gidilerek bir utanç vesilesi sayılan kız çocuklarına hayat hakkı tanınmıyor ve diri olarak toprağa gömülüyordu Bu şekilde son derece önemli saydıkları şeref ve haysiyetlerine, kız çocukları tarafından sürülebilecek lekelere engel olacaklarını düşünüyorlardı. İşte böyle bir toplumda Hz. Peygamber, çocukların hayat hakkına ve farklı yaş dönemlerindeki hak ve hukukuna işaret ederek, topluma yeni bir anlayış getirmiştir.
Hz. Peygamber'in çocuklar konusunda üzerinde durduğu hususlardan birisi, çocukların yetiştirilmesidir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'deki ayetlerin yanı sıra Hz. Peygamber'in hadisleri ve uygulaması, bu hususun önemini ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber, çocukların her açıdan sağlıklı bir şekilde yetiştirilmesinin ancak sağlıklı ve mutlu bir aile hayatı ile mümkün olabileceğini ve evliliğin kendisinin sünneti olduğunu   beyan ettikten sonra, evlilikte özellikle kadında aranacak şartlar arasında, din ve ahlak güzelliğini ön plana çıkartarak bu konuya dikkat çekmiştir. Zira çocuğun eğitiminde ailenin ve özellikle annenin rolü oldukça büyüktür. Ayrıca anneler gelecek nesillerin mimarıdır. Ancak bu arada din ve ahlak güzelliğinin aileyi meydana getiren erkekte de bulunması gerektiği unutulmamalıdır.
Hz. Peygamber, çocukların yetiştirilmesi konusuna, aileyi oluşturan fertlerin bir diğerine karşı hak ve sorumlulukları ile karşılıklı ilişkilerde uyulması gereken kuralları beyan ederek de dikkat çekmiştir. Buna göre, çocukların maddi ve manevi ihtiyaçlarının karşılanması gerekir. Zira Hz. Peygamber'in bir hadisine göre; "İnsanın, bakmakla yükümlü olduğu aile fertlerini sefil bırakması, kendisine günah olarak yeter."  Bu noktada anne ve babanın, çocukların, özellikle kendi hayatlarını tek başlarına sürdürebilecek bir çağa gelinceye kadar, bir başkasına muhtaç olarak minnet altında kalmalarına fırsat bırakmadan, imkânları ölçüsünde ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmaları gerekmektedir.
Bunun yanı sıra çocukların yetiştirilmesi, terbiye edilip eğitilmeleri de toplumun en küçük ve temel birimi olan ailede ebeveynin sorumlulukları arasındadır. Nitekim "Çocuklarınıza ikram ediniz ve onları güzel terbiye ediniz"  ve "Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha değerli bir bağışta bulunmamıştır"   hadisleri, bu hususu oldukça açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bu genel emir ve tavsiyeler yanında Hz. Peygamber'in, çocukların dünyaya gelmelerinden önce ve doğduklarında ilk defa yapılacaklardan başlayarak, çocukların yetiştirilmesi döneminde nelerin öğretilmesi konusuna ışık tuttuğu görülmektedir. Nitekim Hz. Peygamber, her doğanın "İslam Fıtratı"üzere doğduğunu ve anne-babanın inancına göre çocuğun inanç sahibi olacağını beyan etmiştir. Bu anlamda küçük yaşlardan başlayarak yaşına uygun olarak her dönemde çocuğun inanç ve ibadet eğitimine; ayrıca beden, ahlak, duygu, fikir ve hatta cinsi eğitimine gereken önem verilmelidir. Zira çok yönlü bir varlık olan insanın, yaratılmışların en şereflisi olma özelliği, ancak gelişen teknoloji ve imkânlar değerlendirilerek, her alanda gerektiği gibi yetiştirilmesiyle mümkün olabilecektir.

2. Hz. Peygamber 'in Çocuklarla İlişkilerine Örnekler
Hz. Peygamber' in gerek kendi çocuk ve torunları ve gerekse de ashab-ı kiramın çocuklarıyla ilişkileri konusunda kaynaklar oldukça zengin örnekler sunmaktadır. Bu örnekler, Hz. Peygamber'in çocukların yetiştirilmesine dair ipuçlarını da ihtiva etmektedir.
Hz. Peygamber'in çocuklarla ilişkisinde dikkat çeken hususlar çocuk sevgisi ve onlara karşı hoşgörüsü, onlara değer vermesi, kız-erkek ayrımı yapmaması ve onlarla oynayıp şakalaşmasıdır. Yoğun bir telaş içinde geçen günümüz hayat şartları açısından ailelerde, çocuklarla ilişkilerde bu konular daha da bir önem taşımaktadır.
Hz. Peygamber’in torunlarına karşı sevgisi, ibadet mahalli olan mescitte ve namaz esnasında dahi görülmektedir. Bugün toplumumuzda zaman zaman ve yanlış bir uygulama olarak camilerde çocuklara karşı sergilenen tavır düşünüldüğünde, aşağıdaki örnek hayli anlamlıdır.
Öncelikle ifade etmek gerekirse sevgi ve rahmet peygamberi olan Hz. Peygamber, hem kendi çocuk ve torunlarına karşı şefkat ve içtenlikle davranan bir baba ve dede hem de diğer çocuklara karşı olan sevgi ve hoşgörüsü bilinen örnek bir şahsiyetti. Bu konudaki bir örneğe göre, toplam üç erkek ve dört kızdan oluşan yedi çocuğundan birisi olan oğlu İbrahim'in Medine'nin kenar mahallelerinin birisinde oturan bir sütannesi vardı. Sütannenin kocası demirci idi. Hz. Peygamber oğlu İbrahim'i ziyaret için gittiği zaman, demircinin dumanla dolu evine girer ve o ortamda onu kucağına alır, öper ve koklardı.  
Bu arada oğlu İbrahim'in ölümü üzerine Hz. Peygamber'in hüzünlenip ağladığı da bilinmektedir. Hatta bu durum karşısında şaşkınlıklarım gizleyemeyen ashabına hitaben Hz. Peygamber'in, "gözün yaşarıp, kalbin de hüzünlendiğini"  ifade etmesi oldukça manidardır. Aynı şekilde Hz. Peygamber'in, kızlarından Ümmü Kulsum'un ölümü ve toprağa verilmesinden sonra mezarının yanında ağladığı Hz. Enes tarafından rivayet olunmaktadır. Bu ve bundan sonraki örneklerden anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber, çocukları arasında bir ayırım yapmamıştır. Hatta bu hususta ayırım yapanları ikaz etmiştir.
Büyükler gibi çocuklara da değer veren Hz. Peygamber, bu tavrını bir defasında oynamakta olan çocukların yanlarına giderek ve onlara selam vererek göstermiştir.
Çocukları arasında kızı Hz. Fatıma'yı da çok seven Hz. Peygamber, bir defasında, Fatıma'nın kendisinin bir parçası olduğunu ve onu kızdıranın, kendisini kızdırmış gibi olacağını beyan etmiştir.  
Hz. Peygamber'in kendi çocukları yanında diğer çocuklara da aynı şekilde sevgi ve rahmetle davrandığı, tartışma götürmeyen bir gerçektir. Nitekim çocukların ağlamasına hiç gönlü razı olmayan Hz. Peygamber, namaz esnasında bir çocuk ağlaması duyduğu durumlarda, çocuğun annesinin telaş ve heyecanını bildiği için namazı uzatmadan kıldırıp bitirmiştir.  Bu konudaki diğer bir örneğe göre Hz. Peygamber, bir sabah namazında birinci rekâtta altmış kadar ayet okumuştu. Ancak kulağına çocuk ağlaması gelince ikinci rekâtı en kısa sure ile tamamlamıştır. Buradan anlaşıldığı kadarıyla Hz. Peygamber, cemaate iştirak eden kadınlar arasında, ağlayan çocuğun annesinin bulunabileceğini düşünerek namazdaki kıraati kısa tutmaktadır. Bunu da bir an önce annesinin çocuğunu susturmasına fırsat ve imkân verebilmek için yapmış olmalıdır.
Hz. Peygamber’in diğer çocuklara karşı olan sevgisi konusunda, Medine’deki kız çocuklarından herhangi birisinin Hz. Peygamber’in elinden tutup istediği tarafa götürdüğüne dair rivayet güzel bir örnek oluşturmaktadır. Bu durum aynı zamanda, Hz. Peygamber ve çocuklar arasındaki karşılıklı diyalog açısından da önem taşımaktadır. Zira olumlu ilişkilerin gelişmesi için, ilk etapta iki taraf arasında yakınlık hissinin bulunması gerekmektedir. Nitekim kapının eşiğine düşüp yüzünü yaralayan Üsâme’nin yüzündeki kanı bizzat kendisi temizlemiş ve şayet kız olsaydı takılarla süsleyip güzel elbiseler giydirerek onu güzel ve cazibeli bir hale getireceğini ifade etmiştir.  
Bu örneklerde, Hz. Peygamber’in hiçbir ayrım yapmadan çocuklara sevgi ve merhametle yaklaştığı görülmektedir. Zira çocuk, ancak sevgi ve merhametle yaklaşıldığı zaman kendisiyle sağlıklı ilişkiler kurulabilecek bir varlıktır.
Hz. Peygamber’in çocuklara karşı ilgi ve sevgisi konusunda özellikle torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile ilgili olan örnekler daha çok göze çarpmaktadır. Bu örneklerde, Hz. Peygamber’in çocuk sevgisi, onlara nasıl hoşgörü ile yaklaştığı ve şakalaşıp oynadığı görülmektedir.
Bu örneklerden birisine göre, Hz. Peygamber’i torunu Hz. Hasan’ı sevgi ve şefkatle sevip öperken gören Akra’ b. Hâbis’in “Benim on çocuğum vardır, onların hiçbirisini öpmedim” sözlerine karşılık “Şayet senin kalbinden Allah merhameti söküp atmışsa ben ne yapayım?” buyurduktan sonra “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” diyerek karşılık vermiştir.  
Bir başka seferde ise, “Küçüklerimize sevgi, şefkat ve merhamet; büyüklerimize de saygı göstermeyen bizden değildir” buyurarak İslam toplumunda bu konunun ne kadar önemli olduğunu ifade etmiştir. Zira büyüklerle küçükler arasında saygı ve sevgi çerçevesinde bir ilişkinin kurulması, toplumun sağlıklı olması açısından büyük önem taşımaktadır.
Hz. Peygamber’in torunlarına karşı sevgisi, ibadet mahalli olan mescitte ve namaz esnasında dahi görülmektedir. Bugün toplumumuzda zaman zaman ve yanlış bir uygulama olarak camilerde çocuklara karşı sergilenen tavır düşünüldüğünde, aşağıdaki örnek hayli anlamlıdır.
Hz. Peygamber bir gün torunlarından Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin’i sırtına almış olarak mescide girer. Torununu sağ tarafına bırakır ve namaza başlar. Secdede oldukça uzun süre kalır. Hadisin ravisi olan sahabi dayanamayıp başını kaldırdığında, torununun Hz. Peygamber’in sırtında oturduğunu görür. Namaz bitiminde secdeyi uzatmasının sebebi sorulduğunda Hz. Peygamber, böyle yapmasına dair bir emrin söz konusu olmadığını ve o esnada vahiy de gelmediğini belirterek, sadece torunu sırtında olduğu için böyle davrandığını açıklamıştır. Ayrıca Hz. Peygamber namaz kılarken Hz. Hasan’ın gelip secdede iken sırtına çıktığı, düşmemesi için Hz. Peygamber’in onu tutup hafifçe yere bıraktığı, tekrar secdeye gittiğinde ise yine sırtına oturduğu; namazdan sonra Hz. Peygamber'in onu sevgiyle kucaklayıp öptüğü görülmektedir.  
Hz. Peygamber' in bir diğer torunu Hz. Hüseyin ile ilişkisine dair bir olayı Ümmü'l-Fadl haber vermektedir. Buna göre, Ümmü'l- Fadl'ın Hz. Hüseyin'i emzirdiği bir sırada Hz. Peygamber içeri girer. Ondan torununu ister ve kucağına alır. Bu esnada Hz. Hüseyin, Hz. Peygamber'in üzerine küçük abdestini yapmaya başlar. Ümmü'l- Fadl bu duruma müdahale etmek isteyince Hz. Peygamber izin vermez ve bekler. Sonra torununun kirlettiği yeri su ile temizler.
Hz. Peygamber'in, torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'den başka, kızı Hz. Zeynep'ten olan kız torunu Ümame ve üvey kızı Zeyneb bint Ebi Seleme'ye karşı sevgisini şu örnek ortaya koymaktadır:
Ümame'yi çok seven Hz. Peygamber, namaz kılarken secdede gelip omuzuna çıkmasına rağmen ona dokunmaz ve kızmazdı. Bir başka seferde, Hz. Peygamber'e birkaç parça hediye getirildi. Hediyeler arasında altın bir kolye de bulunmaktaydı. Hz. Peygamber bu kolyeyi ailesinin en sevgilisine vereceğini söyledi. O sırada orada bulunan Hz. Peygamber'in hanımları, bu kimsenin Hz. Aişe olacağını düşündüler. Ancak Hz. Peygamber, bu sırada bir köşede oynayan Ümame'yi çağırdı ve kolyeyi onun boynuna taktı. Bir başka seferde de Ümame'nin yüzünü bizzat kendisi temizlemiştir. Diğer taraftan aynı şekilde üvey kızı Zeyneb bint Ebi Seleme'yi de seven Hz. Peygamber, yıkanırken yanına giren Zeyneb'in yüzüne su serperek onunla şakalaşır ve onu bu şekilde ikaz ederdi. Bu olayı anlatan rivayete göre, Zeyneb, büyüyüp yaşlandığı halde yüzü genç kalmıştır.
Çocuklarla ilişkilerinde Hz. Peygamber, işledikleri hatalar karşısında onları tatlı bir dille ve anlayacakları bir şekilde ikaz etmiştir. Bu konudaki örneklerden bir tanesine göre küçük bir çocuk olan Riifi b. Amr el-Gıfiiri, Ensar'dan birisinin hurma ağaçlarını taşlarken bahçe sahibi tarafından yakalandı ve Hz. Peygamber'e getirildi. Olaydan haberdar edilen Hz. Peygamber, Rüfi'ye, hurma ağaçlarına taş atmasının sebebini sordu. Aç olduğunu ve karnını doyurmak için böyle bir yola başvurduğunu söylemesi üzerine Hz. Peygamber, tebessüm etti ve şefkatle başını okşadıktan sonra ona şu tavsiyede bulunmuştu: "Yavrum, bir daha ağaçlara taş atma. Altına düşenleri al ve ye."  Hz. Peygamber bu tavrıyla hem onu ikaz etmiş ve hem de bu durumda yapması gereken en güzel yolu göstermiştir. Bu olayda, Hz. Peygamber'in yapıcı ve iyiye yönlendirici bir yol takip etmesi, dikkat edilmesi ve örnek alınması gereken önemli bir husustur.
Yine bir defasında Hz. Peygamber, kendisine hizmet eden Hz. Enes'i bir iş için göndermişti. Ancak o, dışarıda çocuklarla oyuna dalmış ve gecikmişti. Bunun üzerine durumu öğrenmek üzere dışarı çıkan Hz. Peygamber, Hz. Enes'i çocuklarla oynarken görür ve arkasından yaklaşır ve gülerek, gönderdiği yere gidip gitmediğini sorar. O da evet gidiyorum diye cevap verir. Hz. Peygamber, Hz. En es' in ifadesine göre, hizmetinde bulunduğu dokuz-on yıllık dönemde kendisini hiç azarlamamıştır. Yaptığı yanlışları hiçbir şekilde problem haline getirmemiştir. Anlayacağı şekilde ikaz etmiştir.
Nitekim bir başka seferde Ömer b. Ebi Seleme isimli çocuğu, yemek esnasındaki yanlış tavrı sebebiyle tatlı bir lisanla uyarmıştır. Şöyle ki, Ömer, yemek yerken elini tabağın her tarafına batırırdı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, yaptığı davranışın yanlış ve ayıp ifade etmek üzere ona besmele çekip sağ eliyle ve tabağın kendisine yakın olan tarafından yani önünden yemesini söylemiştir.
 Hz. Peygamber'in çocuklara karşı sevgiyle yaklaşması konusunda, onlarla oynayıp şakalaşmasına dair de örnekler bulunmaktadır. Burada bu örneklerden birkaç tanesi üzerinde durmak yararlı olacaktır.
Hz. Peygamber'in, daha çok birlikte olduğu torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile oyunlar oynadığı ve onlarla şakalaştığı görülmektedir. Zira çocukların eğitiminde onlarla birlikte oynanan oyunların önemi büyüktür. Yukarıdaki örneklerde geçtiği gibi namaz esnasında sırtına çıkan torunlarını, Hz. Peygamber diğer zamanlarda da omuzlarına bindirirdi. Bir defasında Hz. Hasan ve Hüseyin'i Hz. Peygamber'in birer omuzuna oturmuş halde gören Hz. Ömer, onlara "Altınızdaki at ne kadar değerlidir!" diye latife yaptı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ömer'e, "Onlar da ne iyi binicidir!" diyerek karşılık vermiştir.  Aynı şekilde sadece Hz. Hüseyin'i Hz. Peygamber'in omuzunda gören bir başkası da ona, oldukça iyi bir bineğe bindiğini söylemiştir. Bu şahsa da Hz. Peygamber, torunu Hz. Hüseyin'in oldukça iyi bir binici olduğunu söyleyerek karşılık vermiştir. Bu örneklerden anlaşıldığı gibi Hz. Peygamber torunlarıyla atçılık oynamaktadır. Hatta anneleri Hz. Fatıma ile birlikte oldukları bir günde torunları su isteyince Hz. Peygamber annelerinden önce davranarak torunlarına su vermiştir. İlk önce suyu daha büyük olan Hz. Hasan'a verir. Onu daha mı çok sevdiğini soran Hz. Fatıma'ya, "Hayır, suyu ilk o istediği için böyle yaptım" buyurmuştur. Bu şekilde de hem hakka riayet etmiş ve hem de torunları arasında bir ayırım yapmamıştır. Bu da oldukça anlamlı bir davranış şeklidir.
Hz. Peygamber, aynı şekilde ellerinden tutup ayaklarının üzerine bastırdığı torunlarını göğüs seviyesine kadar yürütüp, göğsünün üzerinde iken öperdi. Ayrıca torunu Hz. Hasan'a da "yaramaz, haylaz" diye seslenirdi. Hatta çocukların yaramazlığı konusunda, bu durumun, onların büyüdüklerinde çok akıllı olacaklarına işaret ettiğini de beyan etmiştir. Bu beyan, ebeveyne, çocuklarının yaramazlıkları karşısında daha temkinli ve makul davranmaları konusunda bir ikaz niteliği de taşıyor olmalıdır.
Torunlarının kontrollü bir şekilde dışarıda oynamalarına izin veren ve toprakta oynamaya teşvik eden Hz. Peygamber, ashabından bazıları ile bir gün bir davete giderken yolda oynamakta olan Hz. Hüseyin' e rastladı. Kollarını açtı ve onu çağırdı. Ancak gelmek istemeyen Hz. Hüseyin, sağa sola kaçıştı. Hz. Peygamber de gülerek arkasından koştu ve onu yakaladı. Hz. Hüseyin'i öpen Hz. Peygamber, aynı zamanda ona hayır duada bulundu. Bu örnekten hareketle, çocuklar için kapalı mekânlar dışında sağlıklı şartlarda hazırlanan oyun alanlarının onların yetişmeleri ve çevre bilinci kazanmaları açısından önemli olduğuna dikkat çekmek yerinde olur.
Hz. Peygamber, benzer şakaları on yaşından itibaren kendisine hizmet eden ve bir anlamda kendi gözetimi altında yetişen Hz. Enes'e de yapmaktaydı. Ona bazen "Ey iki kulaklı!" diye takılır, bazen de perçeminden çekerek şaka yapardı. (Ebu Davûd, Tereccül, 15) Hz. Peygamber aynı şekilde Hz. Enes’in üvey kardeşi ile de şakalaşırdı. Bir defasında onu üzgün gören Hz. Peygamber, çok sevip oynadığı kuşunun öldüğünü öğrenince, "Ey Ebu Umeyr! Nuğayr'a ne oldu?" diyerek onunla ilgilenip, üzüntüsünü hafifletmek istemiştir. Bir başka ifadeyle onun üzüntüsüne ortak olmuş, kuşunun başına gelenleri sorarak onu teselli etmeye çalışmıştır. Bir başka ifadeyle onun üzüntüsüne ortak olmuş, kuşunun başına gelenleri sorarak onu teselli etmeye çalışmıştır.
Hz. Peygamber’in Müslüman olmayanların çocuklarına karşı da hoşgörüyle davranmıştır. Nitekim meşru sebeplerle gerçekleşen savaşlarda dikkat çektiği yasaklardan bir tanesi de savaşa katılmayan din adamları ve kadınlardan başka müşrik çocuklarının öldürülmemesidir.
Rivayetlerde Hz. Peygamber'in, Medine'de küçük yaşta bir çocuk olan Mahmud İbnü'r-Rebi'ye yaptığı bir şakaya da işaret edilmektedir. Buna göre bir gün Hz. Peygamber ağzına su alarak, bu suyu ağzından Mahmud'un yüzüne püskürttü. Buna çok sevinen Mahmud, hayatı boyunca Hz. Peygamber'in bu hareketini, değerli bir hatıra olarak nakletmiştir. Bu arada Hz. Peygamber’in Müslüman olmayanların çocuklarına karşı da hoşgörüyle davranmıştır. Nitekim meşru sebeplerle gerçekleşen savaşlarda dikkat çektiği yasaklardan bir tanesi de savaşa katılmayan din adamları ve kadınlardan başka müşrik çocuklarının öldürülmemesidir. Ve yine Medine'de hasta olan bir Yahudi çocuğunu ziyaret etmiş ve bu esnada Müslüman olması için telkinde bulunmuştur. Çocuk da babasının izniyle Müslüman olmuştur. Bu iki örnek, hak ve hukuk açısından Hz. Peygamber'in çocuklar arasında inanç açısından hiçbir ayırım yapmadığını ortaya koymaktadır.
Buraya kadar üzerinde durulan örneklere göre, sevgi ve rahmet peygamberi olan Hz. Peygamber, toplumun en küçük ferdi olan çocuklara karşı sevgi ve hoşgörüyle davranmıştır. Günümüzde toplumumuzda görülen olumsuzluklardan birisi olan, çocuklar arasında kız-erkek ayırımı yapmak gibi bir muameleye kesinlikle yer vermemiştir. Hatalı davranışlarında çocukları anlayabilecekleri sözlerle ikaz ederek iyiye yönlendirmiş ve daha güzel alternatifler sunmuştur. Çocuklarla birlikte oyun oynayıp şakalaşarak yani onlarla birlikte çocuk olarak, karşılıklı anlayışın gelişmesini ve olumlu ilişkilerin kurulmasını sağlamıştır. Onları kucaklayıp öpmüş, başlarını okşamış, ilgilenip değer vermiş, şakalaşıp hal ve hatırlarını sormuş, hasta oldukları zaman ziyaretlerine gitmiş ve denk geldiği zaman bineğine bindirmiştir. Bu davranışlarıyla da çocuk eğitiminde en güzel örnekleri ortaya koymuştur. Zira çocukların yetiştirilmesinde ve onlarla ilişkilerde bu ve benzeri hususların yeri ve önemi büyüktür. Ayrıca bu ve benzeri örneklerden ortaya çıkan prensiplerin özellikle aile içi eğitimde dikkate alınmasının, çocukların yetiştirilmesinde ve onlarla ilişkilerde göz önünde bulundurulmasının, sağlıklı bir toplumun oluşmasında da en başta gelen etkenlerden olduğu unutulmamalıdır.


ÖRNEK DEDE OLABİLMEK

A A 
Hz. Peygamber'in nesli çocuklarından sadece Hz. Fâtıma'dan, onun da, oğulları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'den devam etmiştir. Allah Rasûlü ’nün torunu Hz. Hasan'dan gelen nesline “şerif”, Hz. Hüseyin'den gelen nesline “seyyid” denmiş ve tarih boyunca bu soylar bütün Müslümanların saygı ve sevgilerine mazhar olmuşlardır.
Hz. Peygamber  Kur'ân-ı Kerim'in açıkladığı gibi, şâhid, müjdeleyici, uyarıcı, Allah'a davet edici ve aydınlatıcı bir ışık olarak bütün insanlığa gönderilmiştir.   O, âlemler için rahmettir ve büyük bir ahlak üzerindedir. Hz. Peygamber 'in bu üstün özelliklerinin tezahür yerlerinden biri çocuklar olmuştur. Bundan dolayıdır ki, dünyanın en mutlu çocukları, onun yaşadığı dönemin çocuklarıdır. Onun söz konusu üstün nitelikleri, merhameti, sevgi ve şefkati bütün çocukları kucaklamıştır. Engin tevazusuyla çocuklarla her fırsatta ilgilenmiş, şakalaşmış, gördüğünde onlara selam vermiş hal hatırlarını sormuş, hasta olduklarında ziyaretlerine gitmiş, onların kusurlarını da hoş karşılamıştır.
Hz. Peygamber'in bütün çocuklara karşı gösterdiği emsalsiz sevgi, şefkat ve merhameti özellikle onun kendi torunları ile ilgili haberlerde bulmamız mümkündür. Onun en büyük kızı Zeyneb (r.anha), Ebu'l-As (r.a.) ile evlenmiş ve ondan iki çocuğu olmuştur ki, bunlar Ali ve Ümâme’dir. Ali’nin küçük yaşta öldüğü anlaşılıyor. Ümâme (r.anha) ise önce Hz. Ali (r.a.) ile, ondan sonra da Muğire b. Nevfel (r.a.) ile evlenmişti. Bir rivayete göre onun Muğire (r.a.)'den Yahya isimli bir çocuğu olmuştur.
Hz. Peygamber'in nesli çocuklarından sadece Hz. Fâtıma (r.anha)'dan, onun da, oğulları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'den devam etmiştir. Allah Rasûlü ’nün torunu Hz. Hasan'dan gelen nesline “şerif”, Hz. Hüseyin'den gelen nesline “seyyid” denmiş ve tarih boyunca bu soylar bütün Müslümanların saygı ve sevgilerine mazhar olmuşlardır.
Rasûl-i Ekrem’in torunlarından bir kısmı hakkında, onlarla ilgili değişik olayları anlatan birçok haber vardır. Bunlarda bir dedenin torunlarına ilgisinin, onlara karşı sevgi ve alakasının muazzam örneklerini bulmak mümkündür.
Hz. Peygamber çocuklara, rengi ve cinsiyeti ne olursa olsun eşit davranılması gerektiğini öğretmiştir. İslâm öncesi Arap toplumunda uzun süredir yerleşmiş bulunan kız çocuklarına karşı olumsuz tavırları değiştirmek için kız çocuklarına özel ilgi göstermiştir.
Hz. Peygamber'in çocuklara alâkası doğumdan itibaren başlar. O, doğan çocukların kulaklarına ezan okur, onlara isim verir, önceden kötü isim takılmışsa değiştirir, onlar için akika kurbanı keserdi. Meselâ Hz. Hasan doğduğunda iki kulağına “ezan” okumuştu. Torunları Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Muhassin'e başta konulan Harb ismini hoş bulmamış ve onları mezkûr isimlerle değiştirmişti.
Hz. Peygamber torunlarını evde bazen sırtına, bazen karnının üzerine alıp eğlendirdiği rivayet edilir. Hatta zaman zaman camide namaz kıldırırken bile çocuklar onun omzunda veya sırtında olurlardı. Mesela Hz. Zeyneb'den kız torunu Ümâme bu çocuklardan biridir. Hz. Peygamber onu namazda omzuna alır, rüküâ gittiğinde yere bırakır, kalktığında tekrar omzuna alırdı. Bazen Rasûl-i Ekrem secdeye gidince Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin de gelip sırtına binerlerdi. Hz. Peygamber secdeden kalkarken onları yumuşak bir şekilde alıp yere bırakırdı. Secdeye gidince onlar yine sırtına binerlerdi, bu durum, namaz bitene kadar bu şekilde devam ederdi. Namaz bitince ise Rasulullah onları hiç kızmaksızın alıp dizlerine oturturdu.
Bir defasında Hz. Peygamber secdedeyken sırtına Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin binince, ininceye kadar secdeyi uzatmıştı. Bir gün Hz. Peygamber zekât hurmalarını dağıtırken Hz. Hasan kucağında bulunuyordu. Dağıtma işi bitince onu omzuna almıştı. Sahabeden Berâ (r.a.) Hz. Peygamber'in omzunda Hz. Hasan olduğu halde; “Allah'ım, doğrusu ben bunu seviyorum. Onu sen de sev” dediğini rivayet eder. Çocuklar bineğinin üzerinde de Hz. Peygamber'in yanındadırlar. Mekke'nin fethinde şehre girerken Hz. Zeyneb'den torunu Ali onun terkisinde bulunuyordu.
Rasûl-i Ekrem torunlarına olan sevgisini, alâkasını her yerde, her fırsatta gösterirdi. Nitekim bir gün bir omzunda Hz. Hasan, diğerinde Hz. Hüseyin olduğu ve sırasıyla onları öperken sahabenin yanına gelmiştir.  
Rasûlullah (sav) Hasan'ı omuzlarında taşırken sahâbeden biri Hasan (r.a.)'a “Bindiğin binek ne güzel binektir.” dediğinde Hz. Peygamber bunun üzerine “Ve sürücüsü ne güzel sürücüdür.” cevabını vermiştir.
Ebû Hureyre (r.a.) bir gün Allah'ın Rasûlü ile dışarı çıktıklarını ve Fâtıma (r.anha)'nın evine geldiklerinde Peygamber ’in Hasan (r.a.)'ı kastederek “Küçük adam orada mı? Küçük adam orada mı?” buyurduğunu ve Hasan (r.a.)'ın geldiğini, kucaklaştıkları sırada Allah'ın Rasûlü’nün: “Ey Allah'ım! Ben onu seviyorum, senin de onu ve onu sevenleri sevmeni niyaz ediyorum” buyurduğunu rivayet etmiştir. Üsâme b. Zeyd (r.a.)'in rivayetine göre, Hz. Peygamber Hasan (r.a.)'ı ve onu alır: “Ey Allah'ım!, onları sevdiğim için, onları sevmeni niyaz ediyorum” diye dua ederdi. Bir başka rivayette Üsâme b. Zeyd (r.a.) Rasulüllah ’ın kendisini ve Hasan (r.a.)'ı dizlerine aldığını bir dizine kendisi ve bir dizine Hasan (r.a.)'ı oturttuğunu ve “Ey Allah'ım! Onlara merhamet etmeni niyaz ediyorum, çünkü ben onlara merhamet ediyorum” diye dua ettiğini söylemiştir.  Yine Üsâme b. Zeyd (r.a.) şöyle der: “Bir gece bir işim için gittiğimde, Peygamber  dışarıya elbisesinin içinde bir şeyle çıktı. Ben, ona işimden bahsetmeyi bitirdiğimde, elbisesinin içinde ne olduğunu sorunca elbisesini açtığında Hasan ile Hüseyin'i gördüm. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Bunlar benim oğullarım, benim kızımın oğulları! Ey Allah'ım ben onları seviyorum, senin de onları ve onları sevenleri sevmeni niyaz ediyorum.” Benzer bir olay Hz. Hüseyin için de gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber bir davete giderken yolda Hz. Hüseyin'i oynarken görünce öne çıkıp ellerini açmış ve Hz. Hüseyin'i tutup öpmüştür.
Rivayete göre Rasûlullah  mescidde insanlara hitap ederken torunları Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.) gömlekleri içinde düşe kalka yürüyerek yanlarına geldiler. Rasûl-i Ekrem minberden indi, onları kaldırdı, ardından da şöyle buyurdu: “Allahu Teâlâ malınız ve evlâtlarınız birer fitnedir" diyerek hakikati buyurmuştur: Şu iki çocuğun düşe kalka yürüyüşlerine baktım ve vaazımı kesip onları yukarı almaktan kendimi alıkoyamadım.” İbn Abbâs rivayet etmiştir: Rasûlullah Hasan'ı omuzlarında taşırken sahâbeden biri Hasan (r.a.)'a “Bindiğin binek ne güzel binektir.” dediğinde Hz. Peygamber  bunun üzerine “Ve sürücüsü ne güzel sürücüdür.” cevabını vermiştir.  
Hz. Ebû Bekir (r.a.) Allah'ın Rasûlü’nü yanında Hasan (r.a.)’la birlikte minberde gördü. Hz. Peygamber  bir insanlara, bir de ona bakıyor ve şöyle diyordu: “Bu benim oğlum bir liderdir ve Allah'ın, iki büyük Müslüman fırkayı onun vasıtası ile uzlaştırması umulur.” Enes b. Mâlik (r.a.) rivayet ediyor: “Rasûlullah’a ehli-beytinden en sevgili olanın kim olduğu sorulduğunda “Hasan ve Hüseyin” diye cevaplamıştır. Hz. Peygamber  Fâtıma (r.anha)'ya "Oğullarımı bana çağır, onları kucaklayayım." diyordu. Rasûlullah’ın “Hüseyin bana, ben Hüseyin'e aitim. Hüseyin'i seveni Allah sevsin.” buyurduğu rivayet edilmiştir.  
Hz. Peygamber 'in bu sevgi tezahürleri Arap kabile reislerinin garibine gitmiştir. Nitekim onlardan biri olan Akra' b. Habis Hz. Peygamber 'i Hz. Hasan'ı öperken görünce “Doğrusu benim 10 çocuğum var, hiçbirini öpmemişimdir!” dediğinde Hz. Peygamber  ona şöyle mukabelede bulunmuştur: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez!”  
Rasûlullah  buyurdu ki: “Eğer bir kimse kızlara değer verdiğinden dolayı eziyet görürse ve onlara iyi davranırsa onlar cehennem'e karşı perde olurlar.” Rasûl-i Ekrem’in kız çocuklarını güzelce ve özenle yetiştirenlere Allah'ın büyük mükâfat vereceğini belirten pek çok hadisi bulunmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber’in İslam'la müşerref olan kadınlardan biat alırken, biatın bir şartının da “çocuklarını öldürmeyecekleri”nin olduğu bilinmektedir. 
Rasûl-i Ekrem’in torunlarıyla münasebetinde dikkat çeken bir husus da, onlar arasında ayrım yapmamaya, onlara eşit davranmaya özen göstermesidir. Hz. Peygamber  çocuklara, rengi ve cinsiyeti ne olursa olsun eşit davranılması gerektiğini öğretmiştir. İslâm öncesi Arap toplumunda uzun süredir yerleşmiş bulunan kız çocuklarına karşı olumsuz tavırları değiştirmek için kız çocuklarına özel ilgi göstermiştir. Bu hususta “kim ki iki kız çocuğu erginlik çağına vardıktan sonra yanında kaldıkları veya o kimse onların yanında kaldığı sürece onlara iyi davranıp ihsanda bulunursa kızları onu cennete dâhil ederler (yâni o kimse kızlarına ettiği iyilik sayesinde cennetlik olur.)” buyurmuştur. Bu hususta Hz. Âişe (r.a.)’den şöyle bir rivayet gelmiştir: Rasûlullah  buyurdu ki: “Eğer bir kimse kızlara değer verdiğinden dolayı eziyet görürse ve onlara iyi davranırsa onlar cehennem'e karşı perde olurlar.” Rasûl-i Ekrem’in bunlardan başka kız çocuklarını güzelce ve özenle yetiştirenlere Allah'ın büyük mükâfat vereceğini belirten pek çok hadisi bulunmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber’in İslam'la müşerref olan kadınlardan biat alırken, biatın bir şartının da “çocuklarını öldürmeyecekleri”nin olduğu bilinmektedir.  
Hz. Peygamber’in torunları arasında adaletle muamelede bulunduğuna dair şu örnek verilebilir: Bir gün Hz. Peygamber, Hz. Fâtıma'nın (r.anha) evine gitmişti. Hz. Hüseyin içecek bir şey istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber  de bir koyun sağmaya yönelmişti. O zaman Hz. Hasan yanına gelmiş, ama Rasûlullah sağdığını ona vermemişti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma, Hz. Hüseyin'i mi daha çok sevdiğini sorduğunda Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir: “Hayır, o ondan önce içecek istemişti!”  Tabiatıyla bu bütün çocukları aynı derecede sevdiğini ifade etmez. Bazı çocukları diğerlerinden daha çok sevdiğini belirten haberler vardır. Bunda ilk çocuk olma, o esnadaki en küçük çocuk olma, bazı kabiliyetlere sahip olma gibi sebepler etkili olmuştur. Nitekim Allah Rasûlü kendisine hediye gelen bir gerdanlığı; "Bunu ailemden en çok sevdiğime vereceğim!" demiş, sonra onu torunu Ümâme (r.anha)'ye vermişti. Muhtemeldir ki, her halde bu olayın meydana geldiği zamanda Ümâme (r.anha) ailenin en küçüğüydü.
Hz. Peygamber 'in torunlarına muamelesi hakkında söylenen hususları, onların Hz. Peygamberle alâkalı hatıraları da teyid etmektedir: Hz. Hasan (r.a.) Hz. Peygamber'den  aklında 5 vakit namazın kaldığını ayrıca ondan zekât hurmalarıyla ilgili olayı, “Seni şüpheye düşüren şeyi bırak, şüpheye düşürmeyen şeye bak! Şüphesiz doğru söylemek gönül rahatlığı (verir), yalan söylemek ise şüphe (doğurur).” hadisini ve öğrettiği bir duayı hatırladığını bildirmektedir. Hz. Peygamber 'in torunlarının hayatları boyunca sergiledikleri tavır ve hareketlerinde onların Rasûlullah’dan aldıkları etkilerin, kazandıkları bakış açılarının izlerini ve tezahürlerini bulmak da mümkündür. Netice olarak şunu diyebiliriz Hz. Peygamber  örnek bir dede olarak torunlarıyla çok yakından ilgilenmiş, onlara sevgi, anlayış ve sorumlulukla yaklaşmış, şefkatle muamele etmiştir. Onun münasebetlerindeki esas nokta sevgi ile ilgilenmektir. Böylece Rasûl-i Ekrem  babalığının yanı sıra dedelik hususlarında da ümmetine güzel bir nümûne-i imtisal olmuştur.


PEYGAMBERDEN GENÇLERE MESAJLAR
A A 
Peygamber Efendimiz, ibadete çok düşkün biriydi. Her fırsatta gençlere ibadetin önemini anlatırdı. O'nun gençliğindeki davranış ve muamelelerinde, bir gencin nasıl olması gerektiği konusunda daha nice önemli mesajlar vardır. Şu var ki, günümüz Müslümanlarına düşen görev, onu sadece sözle anlatmanın da ötesine geçip, fiili olarak onun getirdiği mesajları temsil etmek olmalıdır.
Peygamberimizin çocukluğu ve gençliği temiz ve iffetli bir şekilde geçmiştir. Gerek O'nun üstün seciyelerle donatılmış olması ve gerekse ilahi gözetim ve koruma altında bulunması sebebiyle, O'nun bütün hayatı gibi gençliği de bizim için en güzel örnektir. O, peygamberlikten sonra nasıl bir ahlaka sahipse, kırk yaşından önceki hayatı da öyle temiz ve nezih bir ahlaka sahipti.
Peygamber Efendimiz, bi'setinden evvel ticaret kervanlarıyla yolculuklara çıkıyor ve ortaklık şeklinde ticari faaliyetlerde bulunuyordu. Hayatın pek çok alanında olduğu gibi, bu alanda da örnek ve model bir şahsiyetti.
Abdullah bin Ebi'l-Hamsa, Peygamberimizle olan ticari bir hatırasını şöyle anlatmaktadır: Rasûlullah (sav), daha peygamberlik gelmezden önce ondan bir şey satın almıştım. O alışverişten ona hala bir miktar (borç) bakiyesi kalmıştı. Ben o kalanı, kendisine yerinde vermeyi vaat ettim, ama bunu unuttum. Üç gün geçtikten sonra hatırladım, geldiğimde o hala (sözleştiğimiz) yerindeydi. Bana, "Ey genç! Bana meşakkat verdin, ben üç gündür burada seni bekliyorum" buyurdular.
Peygamberimiz ticari işlerinde hesabını doğru tutar, hiçbir kimseye haksızlık etmezdi. Peygamberliğinden önce kendisiyle alışveriş yapanlar, yaptıkları alışverişten çok memnun kalırlardı. Saib ibnu Ebi’-Salb anlatıyor: "Rasûlullah (sav)'a geldim. O’na beni zikredip hakkımda medh ü senada bulunarak tanıtmaya başladılar. Bunun üzerine Efendimiz: "Ben onu sizden iyi tanırım" buyurdu. Ben hemen atılıp: "Annem babam, Sana kurban olsun" dedim. "Doğru söyledin, zira sen benim ticaret ortağım idin, sen ne iyi ortaktın. Senden ne bir itham görmüştüm, ne de seninle bir münakaşa yapmıştık."


O, el-Emin lakabı ile bilinirdi
Hacer-i Esved'in yerleştirilmesi konusu ihtilafa yol açmış ve neredeyse kan dökülecekti. Ebu Ümeyye ibn Muğire: "Yarın sabah Safa kapısından ilk olarak kim girerse, o bizim aramızda hakem olsun" dedi. Teklif yerinde bulundu ve kabul edildi. Sabahleyin Kureyş'in önde gelenleri ilk giren kişiyi merakla bekleşmeye durdular. Muhammed (sav)'i görünce sevindiler, çünkü onun doğruluğundan ve güvenilirliğinden asla şüpheleri yoktu. Ona el-Emin diyorlardı. Efendimiz’i çağırdılar ve meseleyi kendisine arz ettiler. Efendimiz, orada bulunanlara hemen bir sergi/yaygı getirmelerini söyledi. Onlar da sergi/yaygıyı getirdiler. Her kabileden bir temsilci seçti. Kendisi Hacer-i Esved'i yaygının üzerine koydu. Seçtiği adamlara yaygının uçlarından tutmalarını söyledi. Böylelikle taşı yerine koyma işi, bütün kabilelerin katkısıyla gerçekleşmiş oldu. Efendimizin feraseti ile mesele kan dökülmeden halledildi. Evet, Kainatın Efendisi gençliğinde de böyleydi ve güvenilir bir gençti. Pek çok beşeri duyguları, feverana hazır vaziyette bekleyen bir gencin güvenilir olması ve hakem kabul edilmesi ve meseleyi çözüme kavuşturması, günümüzdeki gençlerimiz için önemli bir davranış modelidir.
Abdullah ne iyi genç, keşke bir de gece namazı kılsa!
Peygamber Efendimiz, ibadete çok düşkün biriydi. Her fırsatta gençlere ibadetin önemini anlatırdı. Rasûlullah (sav) zamanında birisi bir rüya görecek olsa rüyasını Efendimiz’e anlatırdı. Bir gün İbni Ömer bir rüyasını anlattı ve Allah Rasûlü (sav) rüyayı, onun için tevil etti: "O sıralarda ben genç, bekâr bir delikanlıydım, mescitte yatıp kalkıyordum. Bir gün rüyamda, iki meleğin beni yakalayıp cehennemin kenarına kadar getirdiklerini gördüm. Cehennem, kuyu çemberi gibi çemberlenmişti. Keza, (kovaya takılan) kuyu direği gibi iki de direği vardı. Cehennemde bazı insanlar vardı ki, onları tanıdım. Hemen istiazeye başlayıp üç kere: "Ateşten Allah'a sığınırım" dedim. Derken beni getiren iki meleği, üçüncü bir melek karşılayıp, bana: "Niye korkuyorsun? (korkma)" dedi. Ben bu rüyayı kız kardeşim Hafsa (r.anha)'ya anlattım. Hafsa da Rasûlullah (sav)'a anlatmış. Rasûlullah (sav): "Abdullah ne iyi genç, keşke bir de gece namazı kılsa" demiş. Salim der ki: "Abdullah, bundan sonra geceleri çok az uyur oldu!"

Allah'a ibadet içinde büyüyen genç
Fahr-i Kainat Efendimiz ibadetle yetişen ve büyüyen gençlerin ahirette, çok özel bir konuma sahip olacaklarını bildirmişlerdir: "Yedi kişi vardır ki, Allah, onları hiçbir gölgenin olmadığı kıyamet gününde kendi gölgesinde gölgeler. Bunlar, adaletli devlet başkanı, Allah'a ibadet duygusu içinde yetişen genç, kalbi mescide bağlı olan (namazlarını cemaatle kılmaya gayret eden) kimse, Allah için birbirlerini seven, Allah rızası için bir araya gelip, Allah rızası için ayrılan iki kişi; güzel ve makam sahibi bir kadın tarafından davet edildiği halde 'Ben Allah'tan korkarım' deyip bu günaha icabet etmeyen kimse, sağ eliyle verdiğini sol eli görmeyecek kadar gizli bir şekilde sadaka veren kimse, Allah'ı tek başına zikrederken gözlerinden yaş boşanan kimse."

Netice itibariyle Peygamberimiz hayatının bütün dönemlerinde bizler için en güzel örnek ve model olmuştur. O'nun gençliğindeki davranış ve muamelelerinde, bir gencin nasıl olması gerektiği konusunda daha nice önemli mesajlar vardır. Şu var ki, günümüz Müslümanlarına düşen görev, onu sadece sözle anlatmanın da ötesine geçip, fiili olarak onun getirdiği mesajları temsil etmek olmalıdır.

GENÇLİK ÖNEMLİ

 

Peygamber Efendimiz, İslâm toplumunun şekillenmesinde, İslâmî değerlerin yaşanmasında ve yayılmasında gençlere büyük görevler vermiştir. Onların cesaret ve enerjilerinden gereği gibi yararlanmak için, her şeyden önce gençlerin kendine güvenli, sağlam bir kişilik geliştirmelerine imkân sağlanmasının önemini çok iyi biliyordu.

Çocuk ve genç, bir toplumun geleceğidir. Her toplum, kendi geleceğini garanti altına alacak, kendi değerlerini yükseltip, geliştirecek fertler yetiştirmeyi hedef edinir. Yeni yetişen nesiller ruh ve bedence sağlıklı, güçlü ve dinamik bir kişilik geliştirdikleri ölçüde, toplum da güç ve kuvvet kazanacaktır. Ayrıca, gençlerin eğitimine ve öğretimine çağın gelişen şartlarını da göz önünde bulundurarak önem veren milletler, daima yükselmişler ve dünyada söz sahibi olmuşlardır.
İslâm dini aynı zamanda bir eğitim sistemi, insanlar arası ilişkilerin temeli olan bir değerler ve davranışlar düzenidir. Bu konularda da en güzel örnek ve model, şüphesiz sevgili Peygamberimiz (asm) dir. Bir peygamber olduğu kadar, bir eğitimci, olgun ve örnek insan olarak, Onun çocuk ve gençlere yaklaşımını, onlarla olan ilişkilerini doğru bir şekilde öğrenip, bunların gerisinde yatan davranış prensiplerini kavradığımız ölçüde, kendi çocuk ve gençlerimize bunları yansıtma imkânı buluruz.
 Hz. Peygamber (asm), İslâm toplumunun şekillenmesinde, İslâmî değerlerin yaşanmasında ve yayılmasında gençlere büyük görevler vermiştir. Onların cesaret ve enerjilerinden gereği gibi yararlanmak için, her şeyden önce gençlerin kendine güvenli, sağlam bir kişilik geliştirmelerine imkân sağlanmasının önemini çok iyi biliyordu. Peygamberimiz, sorumluluk gerektiren en yüksek görevlere hazırlanmalarını, gençliğin tabii hakkı ve toplum yararının bir gereği olarak görüyordu. Bundan dolayı gençlere özel ilgi gösteriyor ve onları sürekli teşvik ediyordu. O dönemde görev ve sorumluluklarının bilincinde olan kumandanlar, âlimler ve hakimler yetişmişse, bu ancak Hz. Peygamber (asm)'in yardımı, ilgisi ve teşviki sayesinde olmuştur.
Hz. Peygamber (asm), gençlerin ilim alanında yetişmesine büyük önem vermiştir. Zekâ ve kabiliyetine güvendiği gençlerin ilimde uzmanlaşmaları için bütün engelleri kaldırmış, başkalarına göstermediği müsamahayı gençlere göstermiştir. Nitekim Kur'an'la karıştırılabileceği endişesiyle herkese, hadislerin yazılmasını yasakladığı bir dönemde, genç olan Abdullah b. Amr b. As'a bu konuda özel izin vermiştir. Bu zatın en çok hadis bilen sahabelerin başında geldiği bilinmektedir.
Hz. Peygamber (asm), vahiy katiplerini genellikle gençler arasından seçmiştir. İslâm'a davet mektuplarını da gençlere yazdırmıştır. Bazı gençleri de, Süryanice ve İbranice gibi, o gün için çok ihtiyaç duyulan yabancı dilleri öğrenmeye teşvik etmiştir. Bu konuda, kendisiyle Yahudiler arasında elçilik yapmak üzere Zeyd b. Sabit'i görevlendirmiştir.
Yine O (asm), gençlerin fetva vermesine müsaade etmiştir. Kendisi henüz hayatta iken bulunduğu çevrede gençlerin fetva vermesine izin vermiş olması, Hz. Peygamber'in gençleri ilme nasıl teşvik ettiğinin açık bir göstergesidir. O'nun fetva vermelerine izin verdiği gençler arasında Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Abdullah b. Mesud, Zeyd b. sabit, Muaz b. Cebel gibi isimler bulunuyordu.
Hz. Peygamber (asm), çoğu zaman gençleri açıkça övmek suretiyle, onları daha çok öğrenmeye teşvik ederdi. Şu olay buna güzel bir örnek olabilir:
Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel'i, Cened'e kadı ve öğretmen olarak gönderirken, kendisine bir dava getirildiği zaman neye göre hüküm vereceğini sorar. Muaz:
"Allah'ın kitabına göre hüküm veririm." der. Hz. Peygamber:
 "Onda bir hüküm olmazsa neye göre verirsin?" diye sorar. Muaz:
"Rasûlüllah'ın sünnetine göre hüküm veririm." der. Hz. Peygamber:
"Eğer Rasûlüllah'ın sünnetinde de hüküm bulamazsan ne yaparsın?" deyince, Muaz:
"Kendi görüşüme göre hüküm veririm!.." der. Hz. Peygamber onun bu cevabından son derece memnun olur.
Hz. Peygamber, o tarihte yirmi altı veya yirmi yedi yaşlarında olan Muaz b. Cebel hakkında: "Ümmetim içinde helal ve haramı en iyi bilen Muaz'dır." buyurmuştur. İlimde en yüksek dereceye ulaşmış olanların gençler olması, Hz. Peygamber'in bu olumlu yaklaşımından çokça pay aldığını ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber (asm), gençlerde zafer ümidi ve başarı sevinci gördüğü sürece, cesaretle görev üstlenip yerine getirmeye teşvik etmiştir. Çoğu yaşlı sahabelerden oluşan ordulara, gençleri komutan tayin etmiştir. Peygamberimizin aşıladığı önemli ilkeler sayesinde gençlik öyle bir seviyeye gelmiştir ki, en zor savaşlara katılmışlar ve düşmanla en ön safta çarpışmışlardır. Birçok savaşta sancağı, Hz. Peygamber'in bizzat kendisi gençlere vermiştir. Mesela; Tebük Savaşı'nda Beni Neccar Kabilesi'nin sancağını, henüz yirmi yaşlarında olan Zeyd b. Sabit'e vermiştir. Bedir Savaşı'nda yirmi veya yirmi bir yaşlarında olan Hz. Ali'yi sancaktar yapmıştır. Hayber'in Fethi esnasında da aynı şekilde Hz. Ali en önemli görevi üstlenmiştir. Hz. Peygamber, Kudaa Kabilesi üzerine göndermek üzere hazırladığı birliğin sancağını Üsame b. Zeyd'e vermiştir. Rivayete göre Üsame'nin yaşı henüz on sekiz idi. Bu birlik, arasında Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde gibi önde gelen sahabelerin de yer aldığı kırk bin kişiden oluşuyordu. Sahabelerin bazıları, bu gencin kumandan tayin edilmesini hoş karşılamayınca, Hz. Peygamber onları uyararak, Üsame'yi övmüş ve desteklemiştir.
Gelişim özellikleri itibariyle gençlerde bazı aşırı eğilimlerin kendisini göstermesi, sıkça rastlanan bir durumdur. Hz. Peygamber (asm)'in çevresinde yer alan gençler içerisinde de, aşırı eğilimleri olan kimselere rastlanıyordu. Dinî duyarlılıkları son derece güçlü olan bu genç insanlar, aşırı zühde varan dinî yorum ve uygulamalar içerisinde bulunuyorlardı. Hz. Peygamber, bunlarla yakından ilgilenmiş, onları kırıp gücendirmeden, anlayış ve hoşgörü içerisinde, bu tutumlarından vazgeçmeleri hususunda kendilerini uyarmıştır. Bu aşırı zühd eğilimi taşıyan gençler arasında, Abdullah b. Amr b. As, Osman b. Maz'un, Ebu'd-Derda, Hz. Ali gibi isimler meşhurdur. Kendilerini ibadete daha çok verebilmek için geceleri namaz kılıp, gündüzleri oruç tutmaya ve kadınlarını terketmeye azmeden bu gençlerin davranışlarını tasvip etmeyen Hz. Peygamber, onları kendi sünnetine uygun tarzda bir orta yolda yürümeleri konusunda uyarmıştır.
Hz. Peygamber (asm), gençleri hür düşünmeye, faydalı şeylerden çekinmeden faydalanma ve sonucu ne olursa olsun doğru bildiğini cesaretle ifade etmeye yönlendirmiştir.
Bir başka gençlik sorunu ise, şüphesiz ki cinselliktir. Cinsiyet güdüsünün etkinliğinin zirveye ulaştığı bu çağda gençler, ya onu büsbütün inkâr etmek ve bastırmaya çalışmak suretiyle, ya da serbestçe bir tatmin arayışına yönelmek suretiyle etkisiz kılmaya yönelebilmektedirler. Hangi tarzda kendisini gösterirse göstersin, Hz. Peygamber (asm) gençlerin bu gibi sorunlarını ciddiye almış ve en uygun bir yolla çözmeye çalışmıştır.
Kureyş kabilesinden bir genç, Hz. Peygamber (asm)'in huzuruna gelerek:
"Ey Allah'ın elçisi, bana zina etmek için izin ver." dedi. Orada hazır bulunan bazı sahabe, gencin bu ifadelerini İslâm terbiyesine aykırı görerek:
"Sus! Sus!" diye genci azarlayıp üzerine yürüdüler. Hz. Peygamber son derece sâkin bir şekilde o gence:
"Yanıma gel otur." diye yer gösterdi. Sonra onunla sohbet etmeye başladı:
"Söyle bakayım; bir başkasının senin annenle zina etmesini ister misin?" diye sordu. Genç:
"Yoluna feda olayım, hayır, kesinlikle istemem." dedi. Peygamberimiz:
"Zaten hiç kimse annelerine böyle bir şey yapılmasını istemez."  buyurdu. Hz. Peygamber sorusuna devamla:
"Bir başkasının senin kızınla zina etmesine razı olur musun?" diye sordu. Genç yine:
"Hayır, uğrunda öleyim ey Allah'ın elçisi, razı olmam." dedi. Hz. Peygamber:
"Öyleyse hiç kimse kızlarıyla zina edilmesine razı olmaz." buyurduktan sonra, kız kardeşiyle, halasıyla ve teyzesiyle zina edilmesine razı olup olmayacağını sordu. Genç hep:
"Yoluna feda olayım, hayır, istemem." diye cevap veriyordu. Artık hatasını anladığını görünce Hz. Peygamber elini bu gencin omzuna koyarak:
"Allah'ım! Bunun günahını affet, kalbini temizle ve uzuvlarını günah işlemekten koru!" diye dua etti. Hadisi rivayet eden sahabenin söylediğine göre, o genç böyle şeylerle bir daha ilgilenmedi.
Gençlik deyince, sadece erkek çocuk akla gelmemelidir. Bir toplumda gençlerin yarısını genç kızlar oluşturur. İslâm'ı ilk kabul edenler arasında genç kızların ve kadınların önemli bir yeri vardır. Hz. Peygamber (asm)'in kız çocuklarına özel itina gösterdiği bilinmektedir.

Hz. Peygamber (asm), gençlerin, dinin en iyi gençlikte yaşanacağının bilincinde olmalarına işaret ederek; kıyamet gününde arşın gölgesinde mutlu olacaklar arasında, gönlü Allah'a bağlı, severek Allah'a ibadet eden gençleri de saymıştır.
Gençlik, Allah'a şükrü gerektiren ve Allah tarafından insana bahşedilen çok önemli bir nimettir. Bu nimetin nasıl ve ne uğurda harcandığı konusunda herkesin sorguya çekileceğini Hz. Peygamber (asm) şu hadislerinde haber vermiştir:
"İnsanoğlu kıyamet gününde şunlardan sorulmadıkça ayağını yerinden kımıldatamaz: Ömrünü nerede tükettiği, gençliğini hangi yolda harcadığı ..."
Çocuklar ve gençler bir milletin ümididir. Yarınları kendine emanet edeceğimiz bu zinde güç, ne kadar iyi yetiştirilir, ne kadar dinine, vatanına, geleneklerine bağlı kılınırsa, istikbalden o derece emin olunabilir. Bir ölçüde bütün milletlerin ortak problemi olan bu konu, yalnız resmi kurum ve kuruluşların değil, aile ve millet olarak hepimizi ilgilendirecek kadar önemlidir. Belli dönemlerde çocuğunu, gencini manevî ve millî değerleri istikametinde terbiye etmeyen, eğitimden geçirmeyen bir millet, bunun doğuracağı problemleri çözmekte bir çok sıkıntılara katlanmak zorunda kalacaktır.
Gençliğin hem bedenen hem de rûhen eğitilmeye ve her türlü zararlı alışkanlıklardan korunmaya ihtiyacı vardır. Aile ve eğitim kurumları başta olmak üzere, medya kuruluşları ve toplum, bir hammadde durumunda olan gençliğin şekillenmesinde, kişilik kazanmasında üzerlerine düşeni zamanında yapmalıdırlar.
Gençliğin önemini kavrayarak, sahip olduğu enerji ve dinamizmi, Hz. Peygamber (asm)'in, yukarıda zikredilen, gençlere verdiği önemi ve yaklaşım metodunu da dikkate almak suretiyle, iyi bir eğitimle yönlendirmeli, onlara hedefler göstermeliyiz.


 

PEYGAMBERİMİZDE  BİR YETİM ÇOCUKTU

 

 Atık çocuklar denilir. Bozulan aile dokusunun yansımasıdır sokak çocukları. Sokak çocukları sorununun toplumsal, ekonomik, politik ve kültürel nedenleri vardır. Kentsel yoksulluk, kentleşme ve gecekondu olgusu, aile ve çocuk ilişkisi, aile istismarı (terk eden, istismar ve ihmal eden aile), modernleşme, ilgisizlik, kentleşme ve göç hareketleri, yanlış ve eksik eğitim, sevgi eksikliği, ekonomik sıkıntı, sokağın çekiciliği, çocuk iş gücünün kullanılması gibi nedenler bu sorunu oluşturmakta etkili olmaktadır.
Hz. Peygamber "Bir kimse, kardeşinin yardımında bulunduğu sürece, Allah da o kimsenin yardımında olur." buyurarak insanları sosyal dayanışmaya teşvik etmiştir. 
Din, yaşı ve cinsiyeti ne olursa olsun, genel olarak insanı değerli ve şerefli bir varlık kabul etmektedir. İslam, insan merkezli ve toplumsal konularla iç içe olan bir dindir. Din, insan ile Allah arasındaki ilişkileri düzenlediği gibi insanın toplum ile olan ilişkilerini de düzenlemektedir. Dinin amacı, fert, aile ve toplum hayatında huzurun, refahın ve haklara saygının hakim olmasını sağlamaktır. Sadece ibadet hayatıyla ilgilenmeyip, aynı zamanda sosyal dayanışmayı ve yardımlaşmayı gerçekleştirmektedir. Toplumda yaşanan sorun ve problemlere sosyal içerikli çözümler getirmesi, dinin var oluş gayelerindendir. Dolayısıyla dini dışlayan bir anlayış ve zihniyet, beraberinde çözülmesi imkansız pek çok sorun getirmiştir. İslam dini, toplumun en zayıf ve istismara müsait kesimleriyle (çocuk, yetim, kadın, köle, fakir vb.) hassaten ilgilenmiş, onların korunması, aç ve açıkta bırakılmaması için bir dizi sosyal tedbirler almıştır. Örneğin zekat, fitre, kurban ve sadakalar hep buna yöneliktir. Hz. Peygamber, kendi zamanında, bu tür insanlara yakın olduğu ve onlara değer verdiği için, bu insanlar İslam'ı çok kolay kabul etmişlerdir.
 "Komşusu açken tok yatan kimse bizden değildir." buyuran Hz. Peygamber, evinde bir kediyi aç bırakıp ölmesine sebep olan bir kadının cehennemlik olduğunu ifade etmiştir. "Merhametli olanlara Rahman da merhamet eder. Yerde olanlara merhametli olun ki, gökte olanlar da size merhamet etsinler." buyrulduğu gibi, "Kendileri ihtiyaç içersinde olsalar bile, diğer kardeşlerini kendilerine tercih ederler." denmiştir.
 Hz. Peygamber "Bir kimse, kardeşinin yardımında bulunduğu sürece, Allah da o kimsenin yardımında olur." buyurarak insanları sosyal dayanışmaya teşvik etmiştir. Ana-babasından her ikisini veya birini kaybetmiş olan çocukların korunması toplumun görevidir. "Yetimi sakın azarlama, senden bir şey isteyeni kovma!"  âyeti, Hz. Peygamber'in şahsında tüm Müslümanlara hitap etmektedir.
 "Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak karınlarını doldurasıya ateş yemiş olurlar. "
 "Yetimin malına yaklaşmayın. Yalnız (yetim) rüştüne girinceye kadar en güzel biçimde (yaklaşma) müstesna... ",
"Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, yetimi incitir, yoksulu doyurmak için ön ayak olmaz."
 Meallerini verdiğimiz âyetlerde yetim ve yoksulla ilgilenilmemesi, kötü insanların gayr-i ahlaki davranışları olarak vurgulanmakta ve bu tür davranışlardan kaçınılması gerektiği üzerinde durulmaktadır.
 Hz. Peygamber, dünyaya babasız olarak gelmiş, altı yaşında iken annesini, sekiz yaşında iken de dedesini kaybetmiştir. Uzun süre amcası Ebû Talib'in himayesinde kalmıştır. Amcasının çocuklarıyla beraber büyümüş ve aralarında herhangi bir ayırım yapılmamıştır. Kendisine çok iyi bakıldığı ve iyi muamelede bulunulduğu ifade edilmektedir. "O, Seni yetim bulup barındırmadı mı?.. O halde yetime gelince, onu sakın aşağılama..."âyetleri, Hz. Peygamber'in yetim kaldığını kendisine hatırlatmakta, kendisinin de yetimlere sahip çıkmasını istemektedir. Hz. Peygamber anne-baba ve dededen yoksun kaldığı ve herhangi bir eğitim kurumunda yetişmediğinden O'nun terbiyesini Rabbi yapmıştır. Kendisi yetim olarak büyüdüğü gibi, evlat acısını da tatmış ve kimisi bebek yaşta, kimisi de ileri yaşlarda olmak üzere Fatıma dışında tüm çocukları kendisi hayatta iken vefat etmişlerdir.
 Cahiliyye döneminde değersiz kabul edilen çocuklar, gerek namus-iffet, gerekse fakirlik endişesi ve korkusuyla öldürülüyorlardı. İslam, bütün gayr-i insani yaklaşımları yasaklamıştır. Hz. Peygamber, küçük-büyük, kadın-erkek toplumun her kademesindeki insanla ilgilenmiş ve onlarla insani birtakım ilişkiler kurmuştur. O'nun, hem kendi çocuk ve torunlarına, hem de diğer çocuklara karşı davranışları sürekli olumlu olmuş, onları bir insan olarak görmüş, bir eğitimci gibi onlara şefkat ve merhametle davranmıştır. O, çocukları çok sever ve bu sevgisini sözlü veya fiilî olarak değişik şekillerde ifşa ederdi. Rastladığı çocuklara selam verir, hal ve hatırlarını sorar, bazen de onlarla şakalaşır, hastalandıklarında ziyaretlerine giderdi.
Yetime bakıldığı ve iyi muamele yapılarak büyütüldüğü takdirde o kişiye cennet vaad edilmektedir. "Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi himaye eden kimseyle Ben, cennette şöyle yan yana bulunacağız." Bu hadisler, yetimlerin yalnız bırakılmaması ve onların sahiplenilmesi konusunda ciddi mesajlar vermektedir. 
 Kendi çocukları ve torunları dışında, himayesi altında yetişmiş olan bazı çocuklar da vardır. Bunların başında amcasının oğlu Hz. Ali, Zeyd b. Harise, Enes b. Malik gelmektedir. Kızı Fatıma, torunları Hasan, Hüseyin ve Ümame ile ilgili kaynaklarda pek çok bilgi vardır. Büyük kızı Zeyneb'den torunu Ümame ile yakın ilişkileri olmuş, halka namaz kıldırırken bile onu kovmuyor, rükuya vardığında onu yere bırakıyor, secdeden başını kaldırdığı zaman tekrar omzuna alıyordu.  O, kız çocuklarıyla özellikle ilgilenmiş ve cahiliyye âdeti olan kız-erkek ayırımına hiçbir zaman gitmemiştir.
 Evlatlığı Zeyd'in oğlu Üsame şöyle nakleder "Allah'ın elçisi beni bir dizine, Hasan'ı öbür dizine oturturdu. Bizi göğsüne bastırarak şöyle derdi: ‘Ey Rabbim! Bunlara rahmetinle muamele eyle. Çünkü Ben de bunlara karşı merhametliyim. (Allah'ım, bunlara rahmet ve saadet ihsan eyle! Ben bunların hayır ve saadetini diliyorum.)'” Yine bir gün kucağındaki torunu için "Ey Allah'ım, bunu sev, çünkü Ben bunu çok seviyorum." demiştir. Çocukları bineğinin önüne ve arkasına bindirirdi. Üzerine idrar yapan çocuğa kızmamış, üzerini yıkamıştır. Çünkü Hz. Peygamber'in anlayışında dayak yoktur. O'nun, hayatı boyunca ne bir kadına, ne bir hizmetçiye vurduğu vaki değildir. Savaş esnasında düşman tarafında bulunan çocukların öldürülmesini yasaklamış ve şöyle buyurmuştur: "Sakın ha! ne bir kadın, ne bir çocuk ve ne de pir-i fâni bir yaşlıyı öldürmeyesin." Kendisine 10 yıl süreyle hizmet etmiş olan Enes'i bir kere olsun azarlamamıştır. Mekke fethinde kendisini karşılayan bir grup çocuğu ayrı ayrı sevmiş, bazılarını da bineğinin terkisine almıştır. O, cemaatle kılınan namazda ağlayan bir çocuk sesi duyduğunda annesine eziyet vermemek amacıyla namazı kısa tutardı.
 Kızı Zeyneb'in oğlu ölüm döşeğinde iken Hz. Peygamber, kızına şu teselli edici mesajı göndermiştin "Alan da veren de Allah'tır. O'nun katında her şeyin belli bir vakti vardır. Sabretsin ve ecrini Allah'tan beklesin." Kendi oğlu İbrahim vefat ettiğinde ağlamış ve "Göz ağlar, kalp hüzünlenir..." sözlerini sarf etmiştir. Yine çocuğunu kaybeden ve mezarı başında ağlayan bir anneye "Allah'tan kork ve sabret." Diyerek  sabrı tavsiye etmiştir. Başka bir hadiste ise çocuklarını küçük yaşta kaybeden anne ve babanın -sabredip şükrettikleri takdirde- cennet ile ödüllendirilecekleri müjdesini vermektedir. Henüz ergenlik çağına ulaşmamış üç çocuğu ölen her Müslümanı, Allah, çocuklara olan rahmet ve şefkati sebebiyle cennete koyar. Kur'ân'da yer alan "Sabredenlere mükafatları hesapsız ödenecektir." ifadesi, bu tür hadislerin bir nevi destekleyicisi konumundadır.
"Küçüklerimizi sevmeyen, büyüklerimizi saymayan bizden değildir." buyuran Hz. Peygamber, söylediklerini bizzat uygulamalı bir şekilde göstermiştir. O, aynı zamanda çocuklar arasında adalet ve eşitliğin gözetilmesini de istemiştir "Allah'tan korkun ve çocuklarınız arasında adaleti gözetin." "Çocukların, senin üzerindeki haklardan biri onlara adaletli davranmandır."
 Hem Kur'ân hem de Hz. Peygamber, yetimlere karşı yapılması ve yapılmaması gerekli hususları açıklamıştır. Yetime bakıldığı ve iyi muamele yapılarak büyütüldüğü takdirde o kişiye cennet vaad edilmektedir. "Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi himaye eden kimseyle Ben, cennette şöyle yan yana bulunacağız." Bu hadisler, yetimlerin yalnız bırakılmaması ve onların sahiplenilmesi konusunda ciddi mesajlar vermektedir. Hz. Peygamber, yedi helak edici şeyden uzak durulmasını, bunlardan birinin de yetim malı yemek olduğunu belirtmiştir. Yetime ait mülkiyetin korunmasında da titizlik gösterilmesi istenmektedir.  "Allah'ım! iki zayıf kimsenin; yetimle kadının hakkını yemekten herkesi şiddetle sakındırıyorum." Yetimin sermayesiyle ticaret yapılarak, onlara kâr sağlanması ve böylece servetlerinin âtıl halde bırakılmaması sağlanmış olur. Birinci derecede, yetimi sahiplenmek önemli olduğu kadar, ona karşı iyi muamelede bulunmak da önemlidir. "Müslüman evlerin içinde en hayırlı ev, içinde yetime iyi bakılan evdir. Müslümanların evlerinin içinde en kötü ev, içinde yetime kötülük yapılan evdir." "Yetimin başını okşa, yoksulu doyur."
Hz. Peygamber döneminde yetimlerin sahiplenilmesi, onlara karşı gösterilen iyi muamele ile ilgili pek çok örnek bulmak mümkündür. Sahabeden şehit olan Hamza'nın kızına birçok kişinin sahip çıktığını gören Hz. Peygamber, bundan memnun olmuştur. Hz. Peygamber, Hz. Cafer'in zevcesi yetim kızın teyzesi olduğu için bakımını ona vermiştir. Uhud savaşında şehid olan ve geride kalan iki yetim kızın malına el koyan amcalarına Hz. Peygamber müdahalede bulunmuş ve buna engel olmuştur. Bir sahabînin Ensar'dan olan bir yetime hurma bahçesi satın alarak bağışlaması, Hz. Peygamber'i çok memnun etmiş ve kendisine cennette bir bahçe bağışlanacağının müjdesini vermiştir. Bazen Hz. Peygamber'in yardım konusunda yetimleri kendi akrabalarına tercih ettiği de vakidir. Mescid-i Nebevî'nin inşa edildiği arsa, iki yetime aitti. Yetimler arsayı bağışlamak istemişlerse de, Hz. Peygamber kabul etmemiş, arsa bedelini onlara ödemiştir. Uhud Savaşı'nda babası şehit düştüğü için yetim kalan Beşîr b. Akrebe'yi Hz. Peygamber, ziyaret ettiğinde üzüldüğünü ve ağladığını görünce "Ağlama! Benim, baban; Aişe'nin de annen olmasını istemez misin?" deyince yetimin cevabı "Evet" olmuştur. Hz. Peygamber böylece onu teselli edip gönlünü almıştır. Bu ve diğer örnekler, o dönemde yetimlerin ne derece korunduğunu ve gözetildiğini bize göstermektedir. Hz. Peygamber döneminde yapılan savaşlarda yetim kalanlar, sahabe tarafından sahiplenilmiş ve bakılmıştır. Bu tür erdemli örneklere günümüzde çok ihtiyaç vardır.

Hz. Ömer, hilafeti zamanında sokakta bir çocuk bulan kişiye gerekli araştırmaları yaptıktan sonra devlet başkanı sıfatıyla çocuğu o kişiye emanet eder ve masraflarının devlete art olduğunu bildirir. Aynı zamanda Hz. Ömer'in, çocuklara bulûğ çağına kadar 100 dirhem nafaka bağladığı ifade edilir. Aynı uygulama, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde de devam etmiştir. Bu, hem o zaman için devletin mali durumunu göstermesi, hem de çocukların bedenen ve ruhen sağlıklı yetişmelerini sağlamak için ailelerin desteklenmesi açısından önemlidir.



PEYGAMBERİMİZİN GÜNLÜK YAŞANTISI

 

 

Normal bir ömür yaşamış her hangi bir insanın hayatından yirmi dört saatlik kısa bir dilimi, yani 'bir gün'ü anlatmak, o kişiyi tanıtma adına ciddi yetersizlikler taşır. Zira yaşanan günlerin hemen hiç biri diğeriyle aynı değildir. Hele o kişi Efendimiz (sav) gibi, müstesna bir zat ise iş daha da zorlaşacaktır. Bu zorluğa rağmen günü belli dilimlere ayırarak, aynı günde olmazsa bile, o zaman diliminde genellikle işlenen fiilleri, sahih kaynaklar ışığında ele almaya gayret ettik.
Asr-ı Saadet ve sonraki dönemlerde günler daha çok cami etrafında ve namaz merkezli geçtiğinden, günü namaz vakitlerinin sayısınca beşe böldük. Efendimiz (sav) ve o çizgide gidenlerin hayatında gecenin ayrı bir önemi olduğundan onu da ayrı bir dilim olarak ekledik.
Hz. Peygamber zaman zaman ashabına ziyaretlerde bulunur, gündelik meşgalelerini deruhte eder, devlet başkanı olarak kamuyu ilgilendiren işlere bakar, nazil olan âyetleri vahiy katiplerine yazdırır, hemen yerine getirilmesi gereken emirler varsa bunları bir münadi vasıtasıyla halka duyurur ve gelen misafirlerle ilgilenirdi.

Sabah

Yeryüzünde günlük hayat sabah gün doğmadan başlar. Şebnemlerin oluşmasından, tomurcukların açılmasına; kuşların ötüşünden, nesimin esmesine varıncaya kadar hemen bütün varlık kendilerine mahsus dilleriyle gün doğmadan toplu bir zikir halkasına otururlar. İnsan da bu zikir halkasına, şuurlu bir şekilde iştirak eder ve başta namaz olmak üzere değişik zikir ve aktivitelerle güne başlar.
Efendimiz (sav) de güne sabah namazı ile başlardı. Âmâ bir sahabe olan Abdullah b. Ümmi Mektum'un okuduğu ezandan sonra   Hz. Peygamber odasında sünneti kılar ve farzı kıldırmak üzere mescide çıkardı. Mescide gelemeyecek kadar ciddi mazeretleri olanlar dışında, Medine'de bulunan bütün Müslümanlar her farz namazı Efendimiz'in arkasında kılmaya gayret ederlerdi.
Namazdan sonra her gün, güneş belli bir yüksekliğe çıkıncaya kadar önce tesbihatını ve o vakte ait mutad evradını yapar, sonra yüzünü ashabına dönerek bağdaş kurar ve ashabıyla sohbet ederdi. Bu sohbetler sırasında gündelik konulardan, tarihi hatıralara, rüya tabirlerinden, imana hizmet konularına, sorulara cevap vermekten, sıkıntısı olanların sıkıntısını gidermeye varıncaya kadar beşeriyetin gereği olan birçok mesele konuşuluyordu. Yani ibadet halkasından hemen sonra tam bir ilim ve irfan halkası kuruluyordu.  Yıllarca, her günün en verimli vaktinde ve en az bir saat süren 'Peygamber Sohbeti' kişiye neler kazandırır, her halde onu ancak yaşayanlar bilir. Sahabenin üstünlüğü de burada aranmalıdır.
Kuşluk namazı kılındıktan sonra oradan bir yere gidilmeyecekse Efendimiz (sav) eve döner ve evde yiyecek bir şey olup olmadığını sorardı. Şayet yiyecek bir şey varsa kahvaltı yapar yoksa "öyle ise oruçluyum"  der o günü oruçlu geçirirdi. "Bir şey var" denildiği zamanlarda var olan şey genelde süt, hurma, bir kaç dilim kuru arpa ekmeği vb. şeylerdi. Yani evlerinde ne bulurlarsa onu yerler, yemekler arasında ayırım yapmazlardı.
Efendimiz'in hayatında yemek işi, günümüzde olduğu gibi hayatın merkezinde yer almıyor, gündelik hayat yemek öğünlerine göre şekillenmiyor, yemek için fazla zaman harcanmıyor, yemek olmadığı zaman problem yapılmıyor, mükellef sofralar kurulmuyor, sohbetlerde sürekli yemek çeşitlerinden söz edilmiyor, daha güzel bir yemek için kilometrelerce yol kat edilmiyor, yıllık yiyecek hesabı yapılıp depolanmıyor, yemek masası kurulmuyor vs. Durum böyle olunca da, günümüzün tam aksine, diğer önemli şeylere daha çok vakit ve para ayrılıyordu.
Hz. Peygamber öğleden önce bir süre dinlenirdi. Gece ibadet ve benzeri faaliyetlerle uğraşıldığı için yeterince dinlenememek, iş yoğunluğu ve stresten ötürü dikkatin dağılması, bedenin yorulması ve sıcak iklim şartlarından ötürü, gecenin yanı sıra bir de gündüz uyuyup dinlenme söz konusudur. İslami, literatürde buna kaylule denilmektedir. Türkçemizde buna öğle uykusu veya öğle öncesi uyku demek mümkündür.

Öğle

Öğle, gündüzün kemale erip zevale meylettiği, günlük işlerin belli bir seviyeye getirildiği, iş yoğunluğundan uzaklaşarak kısa bir dinlenmeğe ihtiyaç duyulduğu, fânî dünyanın geçici ve ağır işlerinin verdiği gaflet ve yorgunluktan ruhun teneffüse ihtiyaç hissettiği bir zamandır. İnsan ruhu, bu sıkıcı atmosferden kurtulmak, Yüce Rabbinin huzuruna çıkıp el bağlayarak nimetlerine şükür ve hamd edip yardım dilemek, celal ve azametine karşı rükû ve secde ile aczini ortaya koymak üzere öğle namazını kılmaya büyük bir heves ve ihtiyaç duyar. Hele bu namaz Efendimiz (sav)'in arkasında kılınacaksa...
Evet, Hz. Peygamber, büyük bir iştiyakla camiye koşan ashabına gün ortasında öğle namazını kıldırırdı. Eğer o gün haftanın Cuma günü ise bambaşka bir coşku ile yani bayram havasında namaza hazırlanılırdı. Tırnaklar kesilir, banyo yapılır, yeni elbiseler giyilir, kokular sürülür, her günden daha erken camiye gidilir,  Efendimiz'in hutbesine kulak verilir ve ardından da namaz kılınırdı. Özellikle bu namaza çocuk ve kadınlar diğer vakitlere nazaran daha çok iştirak ederlerdi.
Kaynaklarımızda düzenli bir şekilde yenilen öğle yemeğinden söz edilmemektedir. Fıtır sadakası veya bazı keffaretlerin miktarı belirlenirken günde iki öğün üzerinden hesaplanması gösteriyor ki, sabah ve akşam yemeklerine ek olarak üçüncü bir öğün bulunmamaktadır. Böylece, sabah kahvaltısını sahurda yiyen kişinin günlerini ne kadar kolay bir şekilde oruçlu geçirebileceği de daha iyi anlaşılmaktadır. Aslında günümüzde de iki öğünle yetinmek hem zaman kazanma, hem bütçe dengeleri, hem de sağlık açısından tavsiyeye şayan olmanın ötesinde uyulması gereken bir sünnettir. Elbette şeker hastalığı vb. durumlar istisnadır.
Hz. Peygamber zaman zaman ashabına ziyaretlerde bulunur, gündelik meşgalelerini deruhte eder, devlet başkanı olarak kamuyu ilgilendiren işlere bakar, nazil olan âyetleri vahiy katiplerine yazdırır, hemen yerine getirilmesi gereken emirler varsa bunları bir münadi vasıtasıyla halka duyurur ve gelen misafirlerle ilgilenirdi. Mesela hicretin sekizinci yılından itibaren yoğun bir elçiler ziyareti yaşanmıştır. Günün bir bölümü bu elçileri karşılama, ağırlama, soru ve isteklerine cevap verme ve uğurlama ile geçmekteydi.

İkindi

İkindi günlük işlerin sona ermeye başladığı, gün içinde mazhar olduğumuz sağlık, selamet ve hayırlı hizmet gibi ilahî nimetlerin meyvesinin alındığı zamandır.
Efendimiz (sav) de bu namaza, Kur'ân'ın işareti ile âdeta ayrı bir değer verir ve Hz. Bilal'in yanık sesiyle ashabını camiye davet ederdi. İkindi vaktı mümini koruma-kollama ile görevli gece ve gündüz meleklerinin nöbet devir anlarından biri olduğu bilindiği için de, namaz sonrası tesbihat daha uzun tutulurdu. Nitekim bir hadis-i şerifte konu şu şekilde anlatılmaktadır: "Gece bir grup, gündüz de bir grup melek yanınızda olurlar. Bunlar sabah ve ikindi namazları vaktinde bir araya gelir ve nöbet değişimi yaparlar. Rableri namaz kılmış kullarının hallerini en iyi bildiği halde, yine o meleklere: ‘Kullarımı ne halde bıraktınız?' diye sorar. Onlar da: 'Biz onları namaz kılar halde bıraktık ve yanlarına da namaz kılarken varmıştık', derler."  
Efendimiz'in pek terk etmediği bir âdeti vardı: Her ikindi namazından sonra hanımlarını dolaşır, onların hal ve hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tesbit ederdi. Bu mutad ziyaretlerinde  Evzac-ı Tahiratın her biri yanlarında bulunanlardan Efendimiz'e ikram ederlerdi.  
Hz. Peygamber de ashabına yatsı namazını kıldırır ve önemli bir durum olmazsa, kimseyle konuşmadan dinlenmeye çekilirdi. Uyumaya geçmeden önce dua ederdi. Bilindiği gibi O'nun hayatında dua pek büyük bir yere sahipti. Zira dua Kur'ân'ın ifadesiyle insanlığın değer ölçüsüdür.

Akşam

Akşam vakti, güz mevsiminin sonunda pek çok canlının ölmesine benzer şekilde, hem insanın bir gün vefat edeceğini, hem de kıyametin başlangıcında dünyanın harap olacağını ihtar eder. Böyle bir anda insan ruhu, şu önemli işleri yapan Zat'ın dergahına durmayı, "Allah-u Ekber" diyerek fânî olan her şeyden el çekip O'na hamd etmeyi, O'nu tesbih etmeyi, büyüklüğünü bir daha haykırmayı şiddetle arzu eder. Hz. Peygamber de bu arzu ile çoğu zaman güneşin batmasından önce akşam namazını beklemeye başlar, ezan okunur okunmaz hemen Yüce Divan'a dururdu. Farz namazdan sonra Evvabin adıyla bilinen 2-6 rekat namaz kılar ve bunu tavsiye ederdi.  
Efendimiz (sav) akşam namazından sonra o gün hangi hanımının yanında kalacaksa diğer ev halkı oraya toplanır ve aile sohbeti başlardı. Hz. Peygamber'in aile yuvası, hem sağlığında hem de ahirete intikal ettikten sonra ilmî faaliyetlerin hiç duraksamadan devam ettiği bir ortam olmuştur. Zira Efendimiz'in vefatından sonra hanımları bu ilim faaliyetini daha geniş bir halkaya açarak devam ettirmişledir. İslam dininin genel olarak pek çok hükmünün yanında, özellikle kadınlarla ilgili bazı özel hükümlerin öğrenilip aktarılmasında ve öğretilmesinde Efendimiz'in aile hayatının büyük fonksiyonu olmuştur. Özellikle bu 'akşam sohbetleri'nin rolü küçümsenemez. Âdeta bir mektep gibi işleyen akşam sohbetleri, Hz. Âişe validemiz başta olmak üzere, birçok eşsiz alimin yetişmesine beşiklik etmiştir. Tabi sadece ilmî bahisler konuşulmuyordu; farklı çevre, kültür ve karaktere sahip ev halkı arasında ciddi bir muhabbet oluşuyor, birbirlerini daha iyi tanıyor, risalet görevinin tatlı ağırlığını Efendimiz'le beraber azaltmaya gayret ediyor, zaman zaman şakalaşıyor... kısacası mutlu bir ailede olması gereken ortamı sağlıyorlardı.

Yatsı

Yatsı vaktinde karanlık her tarafı kaplar, gündüz görünen şeyler âdeta yokluğa gömülür, sanki vefat etmiş insanın geriye kalan eşyası da arkasından vefat edip unutulur. İmtihan için verilen dünya hayatının bütünüyle sona erdiğinin bir göstergesi gibidir. Adeta mutlak tasarruf sahibi olan Allah'ın yüceliği, ülfet perdesine sık sık gömülen insanoğluna bir daha gösterilmektedir. Çünkü Allah (cc) gece ile gündüzü, kış ve yazı, dünya ve ahireti bir kitabın sayfaları gibi kolaylıkla çevirir, yazar, bozar, değiştirir. İşte aciz, zaif, muhtaç ve geleceği karanlık gören insan bu vakitte yatsı namazını kılarak, her şeye gücü yeten ve gerçek bir dost olan Allah'a yönelir, dayanır ve sığınır. O'nu unutan ve karanlığa gömülen dünyayı, o da unutup, dertlerini dergah-ı rahmete döker. Ayrıca ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya dalmadan önce son ibadetini yapıp, günlük hesap defterini güzelliklerle kapatmak ister.
Hz. Peygamber de ashabına yatsı namazını kıldırır ve önemli bir durum olmazsa, kimseyle konuşmadan dinlenmeye çekilirdi. Uyumaya geçmeden önce dua ederdi. Bilindiği gibi O'nun hayatında dua pek büyük bir yere sahipti. Zira dua Kur'ân'ın ifadesiyle insanlığın değer ölçüsüdür. Hz. Aişe validemiz, O'nun yatmadan önce yaptığı dua ve uygulamayı şu şekilde anlatmaktadır: "Allah Rasûlü her gece yatağına girdiğinde iki elini birleştirir, onlara üfler, İhlas, Felak ve Nas sûrelerini okur, sonra da başından başlayarak, vücudunda ulaşabildiği her yere elini sürer ve bunu üç defa tekrar ederdi."   Elbette bu konuda başka tavsiye ve uygulamaları da bulunmaktadır. Mesela Hz. Ali (ra) şunu rivayet etmektedir: "Allah Rasûlü bana ve Fatıma'ya şu tavsiyede bulundu: Yatağınıza girdiğinizde 33 defa 'Allah-u Ekber', 33 defa 'subhanellah', 33 defa (bir rivayette 34) 'elhamdulillah' deyin." Hz. Ali o günden sonra bunu hiç terk etmediğini söyleyince, bir zat "Sıffin günü de mi?" dedi, o "evet o gün bile..." cevabını verdi."  
Teheccüd namazından sonra bir süre dinlenir ve müezzinin nidasıyla sabah namazına kalkardı. Hz. Bilal imsakten önce ezan okur ve halkı hem sahur hem de teheccüde kaldırırdı. Hz. Abdullah b. Ümmi Mektum ise imsak vaktinin başlamasıyla ezan okur ve sabah namazının girdiğini bildirirdi.

Gece

Gece vakti ise, hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı hatırlatarak insan ruhunun Allah'ın rahmetine ne kadar muhtaç olduğunu hatırlatır. Dolayısıyla gece kılınacak teheccüd namazı, kabir gecesinde vef berzah karanlığında önümüzü aydınlatacak vazgeçilmez ışık kaynağımız olacaktır.
Efendimiz (sav) günün son dilimi olan gecelerini de engin bir ibadetle geçirmekteydi. Tafsilatını ilgili eserlere havale ederek Hz. Âişe validemizin bir müşahedesini nakletmek istiyoruz: "Peygamber Efendimiz (sav), gece ayakları şişene kadar namaz kılardı. Kendisine, "Ey Allah'ın Rasûlü! Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştır. Buna rağmen ibadet konusunda niye kendini bu kadar zorluyorsun?"  denilince, "Ben Allah'ın bu mağfiretine karşı şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını verirdi."
Teheccüd namazından sonra bir süre dinlenir ve müezzinin nidasıyla sabah namazına kalkardı. Hz. Bilal imsakten önce ezan okur ve halkı hem sahur hem de teheccüde kaldırırdı. Hz. Abdullah b. Ümmi Mektum ise imsak vaktinin başlamasıyla ezan okur ve sabah namazının girdiğini bildirirdi.

Netice

Kainatın Efendisinin günlük hayatı çok değişik yönleriyle ele alınabilir. Ancak ne şekilde ele alınırsa alınsın, her yönüyle bütün insanlığa ışık olacak uygulama, tanzim ve sözlerle karşılaşılacaktır. Günlük hayatın adeta kabusa dönüştüğü bir dönemde, Efendimiz'in günlük hayatını tetkik eden ve kendisine dersler çıkaranlara ne mutlu.

GENÇLİĞE TAVSİYELER


Ey genç! Ey ömrümün ilkbaharındayım diyen kişi! Biliyorsun ki, bu hayat devir devirdir. Ancak her insan bu devirlere ulaşamayabilir. Ömrünün ne kadar olduğunu ne sen, ne de bir başkası biliyor? Niceleri daha gençliğe eremeden terk-i dünya etmişken, uzun uzun hayallere kapılmakta neyin nesidir?Hele ki o uzun hayallere dalıp ahiretini boşluyor, ebedi hayatını unutuyorsan ziyandasın demektir. Vakit daha çok geç olmadan ahiretini düşün, aklına başına al. Sana edeceğim nasihatlere kulak ver.İyi bil ki! Bu nasihatler ahireti kazanman için önemli nasihatlerdir. Onlara faydalanmak için bak! Bakar gibi yapma! 

1.Gayeni asla unutma:
Ey genç! Yaratılış gayen, seni ve senden öncekileri yaratana kulluk etmektir. Bu dünya senin görev mahallin ve kullukta değişmez görevindir. Bu görevi hiçbir zaman unutma. Asla ve asla bu görevin önüne başka hiçbir şeyi geçirme.Bil ki! Görevin yapanlar ödüllendirilir ve yapmayanlarsa cezalandırılır. Ödülün cennet, cezan ise cehennemdir. Hangisini istiyorsan ona göre yaşa.

2.Dinini iyi öğren:
Ey genç! Gençlik hevesleri seni dinini öğrenmekten alıkoymasın. Dinini öğrenmeden dininin yaşayamazsın. Din düşmanı Bel’amların tuzağına düşer ve perişan olursun. Bu halinle de ölürsen, ahiretinde perişan olur.Dinin iki temel kaynağı Kur’an ve Sünnettir. Her daim bunları oku. Her gün Kur’an’ı eline al. Arapçasından oku. Arapça okumayı bilmiyorsan hemen öğren. Asla öğrenmeyi ihmal etme. Mealinden bile olsa Rabbimizin sözlerini anlamaya çalış.Sünnet, Kur’ân’ı yaşantıya geçiren peygamberimizin sözleri, fiilleri ve takrirleridir. Sünneti öğrenmek Kur’anî yaşantıyı öğrenmektir, unutma! Sünneti inkâr eden sünnet inkârcıları önüne çıkabilir. Onlara acı ve hidayetleri için dua et.Bu gün azgın insanların toplumların bilmesini istemediği bir kelime vardır ki, o kelime ‘tağut’ kelimesidir. Bu kelimenin içeriğini çok iyi öğren. Ve şunu unutma ki, tüm gönderilen elçiler tağutları red etmeye davet ederek, tağutları kabul edenleri de uyarmışlardır. Bu kavramı öğrendikten sonra sen de onu red et ve redde çağır.Bil ki! İlim amel içindir. Öğrendiğinle amel etmezsen kurtulamazsın.

3.Amellerine dikkat et:
Ey genç! Biliyorsun ki,  amellerinden tek tek hesap vereceksin. Amel defterin önüne getirildiğinde yaptıklarının hepsini orada bulacaksın. O zamanda, dünya sana arkasını dönmüşken, ahiretse önünde olacak. Dünyaya geri dönüp amel edeyim veya amellerimi düzelteyim desen de, sana verilen ömür bir daha eline geçmeyecek. Öyleyse henüz vakit varken, Rabbimizi razı edecek işlere yönel.Namazlarımız Rabbimizle buluşma anımızdır. O anları gözle. Bu sırada Efendimiz aleyhisselâm’ın nasihatiyle abdestli olmaya çalış.Bil ki! Abdesti ancak kâmil mümin muhafaza eder. Bedenin ve aklın abdestli olsun.
4.Rabbini unutma:
Ey genç! Rabbimiz dönüşün kendisine olduğunu bildirmekte. Dönüşün mekânını ve sahibini hiç unutma. Her ne nerede olursan ol ve her ne yaparsan yap, Rabbimizin gazabından kork ve O’nun rızasını elde etmenin peşine düş. Nerede olursan ol, her ne yaparsan yap, Allâh’u Teâlâ’yı hatırla ve O’ndan kork.Bil ki! Sen O’nu göremesen de, O seni her daim görmektedir. Bu şuurla hareket et.

5.Ölümü aklından çıkarma:
Ey genç! Dünyalık zevklere kesen, heveslere son veren ölümü aklından çıkarma. Sen onu unutsan da, vakti geldiğinde o seni bulacak. Şeytân seni uzun emellere sürükleyip, geçici olana bağlamasın.Bil ki! Nice uzun ömür hayalleri kuran genç, şu an ölümü tatmış ve hesab gününü beklemektedir. Biliyorsun ki, ölüm bizi de bir gün alıp götürecek; öyleyse daima o günü bekle ki, geldiğinde hazır olasın.

6.Helalli ol, Haramlardan kaçın:
Ey genç! Haramları ve helalleri öğrendikten sonra helallerin peşine düş ve haramlardan da aslandan kaçar gibi kaç. Aslan senin dünyadaki düşmanın olabilir ve imkânını bulsa seni parçalayabilir. Ancak haramları işlemeye devam edersen, haramlar ahiretini parçalar. Hem haramlarla yaşanan bir hayatın tadını ve bereketini göremezsin.Bil ki! Hayat helallerle yaşandıkça anlam ve tat kazanır. Sen de haramlardan kaçınıp, helalli olarak hayatını anlamlandır.

7.Güzel Ahlaklı ol:
Ey genç! Bizler güzel ahlakı tamamlamak için gönderilen, ahlakı azim olan peygamberin ümmetiyiz. O ki bizler için en güzel örnektir. Rabbimiz onu edeblendirmişken, o zamandan bu zamana, bu zamandan kıyâmete dek gelecek insanlığın değişmez ahlakı Kur’ân olan örneğidir.Öyleyse sen de örneğimiz ve önderimizin ahlakını iyice öğrenip, güzelce yaşamaya çalış.Bil ki! Sahte örnek ve önderler peşine takılan niceleri helâk oldu. Sahte önderlerden, onların öğretilerinden uzak ol.

8.Hizmet ehli ol:
Ey genç! Dînine hizmet etmeyi önemse. Gerekirse gece gündüz çabala. Çabalayanlarla birlikte omuz omuza hareket et. Bu hizmet yarışındaki günlerin hayatının en tatlı ve bereketli günleri olacaktır. Bu yolculukta hizmet edilmeye muhtaç insanları göreceksin, onları da boş geçme. Düşeni kaldır.Bil ki! Âlemlerin Rabbinin Dînine hizmet edebilmek şereflerin en büyüklerindendir. Bu şerefle şereflen.

9.Müslümanları sev, kâfirleri sevme:
Ey genç! Ehli tevhîd Müslümanları sev. Ancak bu sevgin sadece dilinde olmasın. Gözlerinde bile ışıl ışıl bu sevginin parlaması gözüksün. Seven sevdiğini hayırla anarken, sen de Müslümanları hayırla an.Rabbimiz Müslümanlar kardeş kılmışken,  kardeşlerinle aranı iyi tut. Kardeşlerini sevmen, dünyada kalbine imânın yerleşmesine ve kıyâmette Allâh’u Teâlâ’nın gölgeleyeceği yedi sınıf içerisine girmene vesiledir. Kendisini sevdiğin kardeşine sevgini bildir. Bu da Nebimiz aleyhisselâm’ın isteğidir, unutma! Bil ki! Dünyada Allâh’u Teâlâ için birbirleri sevenler, ahirette de birbirlerini seven kişiler olacaklardır. Ahiret kardeşlerini daha dünyadayken sev.

10. Allâh için dost ol, yine onun için düşmanlık et:
Ey genç! Suni şeyler için, şeytân ve onun dostları adına düşman olma! Ancak Âlemlerin Rabbi için sev. O’nun için öfkelen ve O’na düşman olanlara sen de düşman ol. Allâh’u Teâlâ’nın sevmediklerini, Allâh’u Teâlâ’yı sevmeyenleri asla sevme. Dünyan gitse de onların safında asla yer alma.Cahiliye toplumunda suni dostluk ve düşmanlıklar çıkartanlara rastlayacaksın. Onlar cahiliyenin adamları olarak ateşe çağırırlar. Onlardan ve çağrılardan uzak dur.Ve bil ki! Onlara yaklaşmak ateşe yaklaşmak, onları sevmek de şeytânı sevmek gibidir. Şeytânı sevmediğini söyleyenler, şeytânın dostlarını dost tutamazlar.  

11.Cömert ol, cimri olma:
Ey genç! Rabbimiz cömert olup, cömertleri sevmektedir. Cimrilikse mânevî bir hastalık olup, Müslüman’a yakışmayan kötü bir özeliktir. Hem unutma ki, Allâh’u Teâlâ için verdiklerin, O’nun yolunda harcadıkların asla yitirdiklerin değildir; bilakis onlar ahirete önden gönderdikleridir.Bil ki! Allâh’u Teâlâ’dan ve O’nun Dîninden sakladıklarının, kıskandıklarının hesabı vardır. Öyleyse burada çok bırakmak yerine, oraya çok göndermeye bak.

12.Sadık ol, kezzab olma:
Ey genç! Bilmelisin ki, sadıklar cennet arkadaşları olan güzel arkadaşların arasındadırlar. Doğruluk peygamberlerin özelliklerinden olup insanları da doğru olmaya çağırmışlardır. Kişi doğrulukla iyiliğe, iyilikle cennete ulaşır. Yalanla da günaha, günahla da cehenneme ulaşır.Bil ki! Cenneti isteyenlerin peygamberi takip edenlerin özeliği sadık olmalarıdır. Sen de sadık ol ve sadıklarla birlikte bulun ki, istikamet bulasın.

13.Emin ol, hain olma:
Ey genç! Emin olmak peygamberlerin özelliklerindendir. İşi ehline veren ve vermeyi emreden Rabbimiz, peygamberlik görevini verdiği kişilerin emanet sahibi olmalarını dilemiştir.Peygamberimize, peygamberlik görevi verilmeden önce Mekke’deki insanların ona “el-Emin” dediklerini hatırla! Emin olmak Rabbimizin rızasına sebep olan çok güzel bir vasıftır. Bu vasfın karşısında ise şeytânın ve onun yolundan gidenlerin vasfı olan hainlik vardır. Emin ol, hain olma. Dilinle halin, sözünle özün bir olsun.Bil ki! Eminler sevilirken, hainler sevilmezler. Eminler emin adımlarla hayat yürüyüşünde yürürlerken, hainler kendilerinden bile korkarlar. Sen de, bu hayat yürüyüşünde emin olarak, emin bir yolda, emin bir sona yürü.

14.Muhlis ol, riyakâr olma:
Ey genç! En çok ihtiyacın olan şeydir ihlas. Ne yapıp etmeli her bir işinde ihlaslı olmalısın. Bu ise en zor şeylerdendir. Tüm insanları yok kabul ederek sadece O var şuuruyla, yalnızca O’nun için hareket emektir ihlas. Görsünler, duysunlar ve desinleri çöpe atıp, bir daha almamaktır ihlas.  Bilmelisin ki, insanlardan bir karşılık beklemeyen Allâh’u Teâlâ’nın seçilmiş peygamberleri ihlaslıydılar. Elbette son peygamber de ihlasın zirvesi bir şahsiyetti.  Sen de onu takip et. Unutma ki, şeytân ve şeytâniler türlü yerlerden tuzaklar kurarken, onun tuzakları karşısında selamette kalman, muhlis olmana bağlıdır.Ve yine unutma ki, bu fani hayattan baki âleme götüreceğin amellerinin geçerliliği de yine ihlaslı olmana bağlı. Riya ile yapılan ameller dağlar kadar olsa bile yarın ahirette bir arpa kadar olmayacak. Bunları düşün ve ‘nasıl ihlaslı olurum?’ sorusunu kendine sor. Ardından bu sorunun cevabının hayati bir öneme sahip olacağı bilinciyle cevapların peşine düş.Bil ki! Muhlis olmanın yollarını ihlaslıca araştırman, ihlasın kalbinde olduğunun bir göstergesidir.

15.Cesur ol, korkak olma:
Ey genç! Allâh’u Teâlâ yolunda cesur ol. O’nun yolunda kınayanın kınamasından korkma! Allâh’u Teâlâ yolunda meydana atılma vaktin geldiğinde meydana atıl ve yapacaklarının peşine düş! Seni bu yoldan ayırmak için uğraşanların hilelerine karşı korun. Onları ve hilelerini Rabbimize havale et!Bil ki! Kalem yazdı ve yazı kurudu. Yakinen inanmalısın ki, hiç kimse O’nun yazdığından başkasını sana getiremez. Ömrünü ne kimse kısaltabilir, ne de uzatabilir.

16.Hayâlı ol, hayâsız olma:
Ey genç!  Hayâ, imanın göstergesi, takva ehli Müslümanların vasfıdır. Ve hayâ insanı her zaman hayra götürür. O tümüyle övülmüş bir kavramdır.Bil ki! Hayâsızlık imân ve dindarlığın zafiyetinin bir göstergesidir. Hayâsızlık da insanı her zaman şerre götürür. Öyle ki hayâsızlık dünyada kepazelik, ahirette azaptır. Her türlü hayırların ardına düş, her türlü kepazelikten de beri ol.

17.Çalışkan ol, tembel olma:
Ey genç! Unutma ki, Allâh’u Teâlâ’nın yarattıklarına koyduğu bazı yasalar vardır. Allâh’u Teâlâ bu yasaları insanlar arasında Müslüman-kâfir gözetmeden işler. Bunlardan birisi de şudur ki: “Çalışan başarır.”Allâh’u Teâlâ, çalışana çalıştığının karşılığını verir. Dünya üzerinde Allâh’u Teâlâ’yı tanımayan nice din düşmanı bu yasa gereğince dünyada çalıştıklarının karşılıklarını almaktadır. Ancak onların ahiretten hiçbir nasibleri yoktur. Müslüman ise, çalıştığının karşılığını Allâh’u Teâlâ’nın izniyle hem bu dünyada alırken, hem de ahirete alacaktır. Öyleyse bize düşen Allâh’u Teâlâ yolunda çalışmaktır.Bu yasanın tersinin nasıl olduğuna gelince, o da şöyledir: “Çalışmayan da başaramaz.”Öyleyse dünya ve ahiret hayatının imarı için çalış. Boş vakit denen şeyi hayatından çıkar at. İyi Müslümanların bir özelliğidir ki, onlar her türlü boş şeylerden yüz çevirirler. Sen de dünyan ve ahiretin için faydası olmayan şeylerden uzak ol.Bil ki! Amacına ulaşanlar çalışanlardır. Öyleyse tembelliği bırak ve faydalı işlerde çalışmaya bak.

18.Tevbekâr ol, ümitsiz olma:
Ey genç! Hayatta sürekli olumsuzluklarla boğuşacaksın. Onlar yeri gelecek seni devirip üstüne çullanacaklar. Sen her defasında onları def edip ayağa kalkmasını bil. Ümitsizlik zindandır. Oradan azadelikse ümitle mümkündür. Özellikle Rabbimize karşı asla ümitsiz olma. Her ne yaparsan yap. Hangi günahı işlersen işle! ‘Tevbem kabul olmaz!’ deme. Tevbe edip tevbeni bozacak olsan bile, yine tevbe ederek O’na yönel.Bil ki! Bizler O’nun kulcağızlarıyız. O’ndan başka günahları affeden ve tevbeleri kabul eden yoktur.

19.Üretken ol, tüketen olma:
Ey genç! Hep hazır bekleme. ‘Ben ne yapabilirim?’ Sorusunu sor, ardından da yapabileceklerini düşün ve onların peşine düş.Ömürleri boyunca hazıra alışmış, ağızlarını açıp bekleyenlerden hiç kimse faydalanmıştır. Sen onlardan olma. Arkandan bırakacağın, hayırla anılacağın, hayırlara imza at.Bil ki! Her insanın istedikten sonra yapacağı işler vardır.

20.Dert alan ol, dert veren olma:
Ey genç! Dert vermek ve yük olmak iyi şeyler değildir, biliyorsun. Elbette zaruret hallerinde herkes herkese yük verir, bu olağandır. Ancak bazı insanlar daimi olarak dertli insanlardır. Bunlar yük almazlar, ancak daima yük olurlar. Böylelerinden olma. Böylelerinden uzak dur. Böyle insanlar sevilmezler.Dertlere çare olmaya çalışmak ve yükleri almak güzel özelliklerdendir. Bu özelliği olan insanlar sevilen kişiler olurlar.Bil ki! Dert vermek değil, dert almak erdemdir. Erdemliler arasına katıl. 
  
21.Adil ol, zalim olma:
Ey genç! Hak edene hak ettiğini vermelisin. Adaletli davranmak Rabbimizin emriyken adil olanlarda Rabbimizin sevdikleridir.Nebimiz hayatının her alanında herkese karşı adaletten ayrılmamışken bizlerin yapması gereken de adaleti ilke yaparak zulmün ve zalimlerin karşısında durmaktır.Bil ki! Zalimler adalete düşmanlarken, adillere de düşmandırlar. Sen de zulme düşman olduğun gibi zalimlere de düşman ol. 

22.Merhametli ol, merhametsiz olma:
Ey genç! Bizler ‘merhametlilerin en merhametlisi’ olan Allâh’u Teâlâ’nın kulcağızlarıyız. O müminlere karşı rahimken, Onun son nebisi de ‘âlemlere rahmet’ olarak gönderilen rahmet nebisidir. O ki kitabullah’da Rauf (çok şefkatli) ve Rahim (çok merhametli) olarak zikredilen nebimizdir. Onun hayatını araştıranlar görecektir ki, O merhamet peygamberidir. Küçüğünden büyüğüne, yaşlısından gencine, çocuğundan bebeğine, insanından hayvanına ve bitkisinden ağacına varıncaya dek onun merhametine şahit olmuşlardır. Onun izinden gidenler de, yine merhameti tüm mahkukata göstermeye çalışmışlardır.Bil ki! Merhamet edene merhamet edilip, merhametsiz olana da merhamet edilmezken, merhamet kalbinden eksik olmasın. Katı kalpli olma. Kurtuluşun çağrısını yapan nebimizin önderliğinde merhametle yaklaş sende.

23.Güler yüzlü ol, asık yüzlü olma:
Ey genç! Güler yüzlü olmak gülen temiz kalbin dışa yansımasıyken, asık yüzlü olmakta asık bozuk kalbin dışa yansımasıdır. Oysa Müslüman iç dünyasıyla barışık olmalı ve bunu Müslüman kardeşleriyle karşılaştığında da göstermelidir.Ayrıca Müslüman kardeşimize güler yüzlü olmamız bir sadakadır. Nebimiz bu fiilin küçük görülmemesini bizlere nasihat etmiştir.  Öyleyse sana yakışan kahkahalara boğmak veya boğulmak değildir. Ancak tebessüm eden bir çehreyle Müslümanları karşılaman onlarla birlikte bulunmandır. Bu hali kendine hal edin.Bil ki! Âlemlere rahmet olarak gönderilenin yüzü tebessümler saçardı. Sen de onu örnek al.

24.Sabırlı ol, aceleci ve isyankâr olma:
Ey genç! Şu imtihan için geldiğimiz dünya yurdu sabır yurduyken ilk andan son ana kadar insan her şeye sabreder, sabretmelidir. İnsan için üç şeyden başkası yoktur. Birinci sabır ehli sabir olarak sabrı kuşanmak, ikincisi şükür ehli şakir olmak ve üçüncüsü de isyan eden bir asi olmak.Başımıza olaylar geldiğinde sabredilecek şey ise sabredilmeli, şükredilecek bir hal ise şükredilmelidir. Müslüman hayat sabır ve şükür arasındadır. Üçüncü şık olan isyana yol yoktur, olmamalıdır.Bil ki! Asiler sabrı önemsemezler.  Şükür de dillerinden dökülmez. Böyleleri dünyada huzurlu olamazlar. Ahirette de huzursuzlukları artarak devam edecek olanlar yine bunlardır. Sen isyandan uzak dur. Allâh’u Teâlâ’ya itaat ederek sabır ve şükrü hayat yap!

25.Şükreden ol, nankörlük eden olma:
Ey genç! Nankörlükten uzak dur ve şükür ehli ol! Saymaya gücünün yetmediği kadar çok nimet her daim sana ulaşmaktadır. İnsan düşünmediğinden veyahut ta bu nimetlere alışık olduğundan onları göremeyebilir. Ancak sana düşen, nimetleri ikram edeni her daim şükürle anmandır. Bu nimetlere karşı büyüklenmek, burun kıvırmak, onları beğenmemek ise hayırlı insanların özelliği değildir.Bil ki! Şükredenler, doğru olanı yaparlarken,  şükürleriyle nimetin elden çıkmasını da önlerler. Hatta şükürle birlikte verilen nimet artar ve bereketlenir. Aksi olup ta nimete nankörlük edilirse, bu davranış nimetin elden gitmesine ve azaba uğramaya sebep olur.

26.Davetçi ol:
Ey genç! Bilmelisin ki, dava davetsiz ve davet de davetçisiz olmaz. Her davanın o davaya çağıran davetçileri vardır. Sen de, Allâh’u Teâlâ’nın yolunun davetçisi olmaya çalış. Samimi bir davetçi her türlü imkânsızlıklar içerisinde bile, İslâm davası için çalışmalar yapabilir. Hiçbir zaman kendini küçük görme. İmân bu dünyadaki en değerli şeyken, imân ehli de paha biçilmez değerdedir. Müslüman kardeşlerine değerince davran. Onların haklarını gözet. Hep birlikte tarihimize bakın! İmân ehli davetçiler neler yapmışlardır görün. Övünerek anlatın. Onlar, Allâh yolunun yılmaz çağrıcılarıydılar. Şimdi sıra bizlerdedir. Bu şuurla sen de seslen. Gönüllere duyurmaksa O’na aittir.Bil ki! Zamanımız davet zamanıdır. Ümmeti işgal eden batıl zihniyetin karşısında -karınca kararınca- hak tarafta çağın Musab’ı olmak için hakkı haykırmanın tam zamanıdır.

27.Mücahid ol:
Ey genç! Bilmelisin ki, yeryüzü tevhidin şirkle çarpıştığı cihad alanıdır. Tevhîd cephesinin erleri, tevhidin galibiyeti için cihad etmişler ve de etmektedirler.Cihad bizler için olmazsa olmaz bir ameliyedir. Bu ameliye kimi zaman dille, kimi zaman malla ve de kimi zaman da elle yapılmaktadır. Şartlar ve imkânlar çerçevesinde küfre karşı cihadtan asla vazgeçme! Ancak olur olmaz her fısıltıya da kulak kabartıp, cihad adına uygun olmayan işler de yapma.Cihadın mahiyetini, şekillerini ve onunla ilgili ne varsa tüm meseleleri öğrenmeye çalış. Yapmadığın veya yapmayacağın şeyleri söyleyip de slogonik cihadçı, internet mücahidi(!) olma. Onlar çok konuşur, az yaparlar. Ya da sadece konuşurlar. Şunu da unutma ki! Kıtal yapamasan da, cihad daimîdir.Kuvvetli Müslüman, zayıf Müslümandan daha hayırlıyken, sen de bedeninin gelişmesi ve sıhhati için spor yap. Ruhun ve bedenin güçlü olsun.Bil ki! Yeryüzü tağutları, nasihatlerimizi dinleyerek tahtlarını bırakmayacaklardır. Onları yerlerinden edecek şey, tüm boyutlarıyla cihad etmektir. Ebu Cehiller Bedirleri beklemekteyken, sana düşense Bedr’in yiğidi olmaktır. 

28.Cemaate Sarıl:
Ey genç! Özellikle işgal altındaki İslâm topraklarında yanız başına kalamayacağın ortadadır. Şeytân ve şeytânlaşanlar tek kalanla birlikteyken, sen tevhîd ehli cemaati ara. Fikir kargaşalarının yayıldığı bir zamanda ve mekânda, tevhîdi öğrendikten sonra müşriklerden beri olduğun gibi, tevhîdî yaşantı hayatlarına yansımayanlardan, sürekli fikir değiştirenlerden, İslâm’ın ahlakıyla ahlaklanmayanlardan da uzak dur. İnandıkları gibi yaşayanlarla birlikte ol.Bil ki! Bu yol yalnız başına gideceğin bir yol değildir. Ne yap yap güvenilir yolculardan oluşan sadıklar kervanına katıl.

 Sonuç:
Ey genç! Bu âcizane nasihatlerimi -gençlik günleri geride kalmış- bir abinin kardeşine yaptığı faydalı nasihatler olarak kabul et. Dilerim yazılanların tamamını okur ve onlardan istifade edersin. Allâh’u Teâlâ seni hakka ulaştırıp, hakkı yaşamayı sana kolaylaştırsın. Rabbim! Tüm Müslümanların gönüllerini ve saflarını hak üzerinde birleştir. Gönüllerimizi ve saflarımızı dinin üzerinde sabit eyle.Ey dinini tüm dinlere üstün kılmak için gönderen Rabbimiz! Bizleri dininin hizmetçileri olmakla şereflendir. Mallarımızı ve canlarımızı bizden kabul buyur, Allâh’ım. ‘Kabul buyur, Allâh’ım.’ ‘Kabul buyur, Allâh’ım.’ ‘Kabul buyur, Allâh’ım.’ Allâhûmme âmin.

Selâm ve dua ile…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder