1 Ocak 2019 Salı

AYAĞA KALK ÜNİVERSİTE!

Sakarya Türküsü/destanı 1949 yılında yazıldı. Necip Fazıl Kısakürek yazdı. Aslında bir şiirdir. Sakarya Türküsü olarak bilinir.
Trenle yapılan bir Ankara’dan dönüş yolculuğu. Şair Sakarya nehrine bakar.. Gelen ilhamla bu şiiri yazar..
Bu dönemde insanlar dini inancı yüzünden şiddetli baskı altındadır. Ülkenin dört bir yanında çöküş ve yoksulluk, haksızlık hakimdir. Herkeste bir diriliş beklentisi ve ümidi vardır.
Şiir bu ümidi dile getirir.
Okumasından ve dinlemesinden zevk aldığım şiirlerden birisidir Sakarya Türküsü..En çok da son iki mısrası hoşuma gider.
“Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..”
Üstad Necip Fazıl son iki mısrada Sakarya’nın şahsında milleti yeni bir dirilişe çağırır.
Her nedense bu son mısrada yer alan Sakarya kelimesi yerine Üniversiteyi teleffuz ederim zaman zaman.
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Üniversite!..
Üniversite ayağa kalkarsa ne olur?
Üniversite düzelirse millet ayağa kalkar. Bilime dayalı ekonomi şaha kalkar. İşsizlik mesleksizlik sona erer. Herkes mesleğinin sözde değil, özde uzmanı olur. El yordamı ve göz kararı ile iş yürütme devri sona erer. Kopyacı ve ithal çözümler dönemi kapanır. Her şeyi ilmin sağlam temelleri ile yürütmeye başlarız.
Öyle değil mi? Üniversite demek bilimin gücü demektir.
Nurettin Topçu ihtiyacımız olan üniversiteyi şöyle ifade eder.:
"Millet bütçesine parazit değil, millet hayatına önder olacak bir üniversite kurmalı ve burada bir rönesansın temellerini atmalıyız. Böyle bir rönesansın ortaya koyacağı ilk prensip, hür düşünme prensibi olacaktır"
YÖK sistemi özgür ve özerk milletinin hizmetinde üniversite anlayışını boğmak için 1980 de kurulmuştu. Hala ve değiştirilemedi.
Son günlerde yaşanan “döviz krizi” ile bir yerli üretim hareketi başladı, sorgulamalar çoğaldı. En çok da üniversiteler sorgulanmaktadır. Dışa bağımlılığı azaltmak için çare arayışları arttı.
AR-GE ve inovasyon/yenilik için dikkatlerimizi üniversiteye ve bilim kurumlarına çeviriyoruz.
İş dünyası ile yakın ilişkilerimiz olduğundan sürekli şu tür sorulara muhatap oluyorum hep:
Çözüm için bilim yetkililerinden niçin ses yok? Niçin susuyorlar?
Üniversitelerimiz “yerliye dönüşte” neden öncü projelerle, çözümlerle önümüze düşmüyorlar?
Neden kampüsten dışarı çıkıp toplumun ihtiyacının ne olduğunu sormuyorlar?
Üniversite hocalığı sadece ders vermekten mi ibaret?
Soruların sonu gelmiyor..
Üniversitelerimizin kalkınmada öncü ve motor haline gelmesi ve beyin fonksiyonu ifa edebilmesi için engeller neler olduğu konusu bir süredir zihnimi meşgul ediyordu.
Gördüm ki çözüm arayışlarında“Milli üniversitenin inşası” hiç gündeme getirilmiyor. Batı tipi taklit ve kopya sözde çözümlerle oyalanıp durmaktayız.
Bilimi kendimize mal etmek, kendi referans sistemlerimizi kurmak konusunda çözüm hiç gündeme getirilmiyor?
Araştırılması ve cevabı verilmesi gereken konu.
Yurt dışında eğitim almış akademisyenlerimizve bürokratlarımızüzerinde yerli görünümlü yabancı danışmanlar hala etkili mi? Aldatma ve yanlış yere bakma devam ediyor mu?
Çünkü mekanizma/sömürü düzeni böyle işliyor, benim anladığım ve gördüğüm kadarı ile..
Bu mekanizma, bilimi sizin kültürünüzün, inandığınız değerlerin, ekonominizin, sanatınızın emrinde olmasına engeller koyacaktır.
“Bilim evrenseldir” diyenlere şunu söyleyiniz: “Evet ama unutmayın bilimin hedefleri millidir” d ve devam edeceksiniz:
“Gençlere “ithal” bilimi okutarak “milli” ve “yerli” düşünmesini, memlekete faydalı olmasını bekleyemeyiz. Kusura bakmayın siz yabancı danışmanlar, onların yerli işbirlikçileri tasınızı tarağınızı toplayıp buradan uzaklaşın.”
Uzman olması için dışarı gönderdiklerimiz (doktora dahil) kendi kültürünü tanımadan gitmişlerse aşağılık kompleksleri artarak geri dönüyorlar. Ülkemizde onları yetkili ve etkili makamlara getirdiğinizde, her sıkıştıklarında “dışarıdan” destek almaya çalışıyorlar çoğu kere.
Yurt dışına gönderdiklerimizin herbirinden elbette bir Nurettin Topçu ve Yusuf Kaplan şuurunu bekleyemiyoruz. Önemli olanNurettin Topçu ayarında milli çözümler üreten aydınlar yetiştirmek. Sorbon Üniversitesinde doktorayı birincilikle bitiren Nurettin Topçu birincilere verilen ödül teklif edildiğinde, sıra dışı bir istekte bulunur. Üniversite girişine Türk bayrağının asılmasını sağlar.
Önce Bilimi Millileştirmek, Ama Nasıl?
Aklı başında ülkeler işe önce bilimi millileştirmekle başlıyorlar. Örneğin Ruslara bakalım. En basit bir örneğini vereyim. Newton Kanunu’nu bile Newton Kanunu ve prensibi diye ders kitaplarına almamışlar. “Newton-Chelowski Kanunu” diye ad veriyorlar. Böylece fiziği “milli” ve “yerli” hale getirmek istiyorlar.
Kendi ülkesinden bir ismi yanına koymuşlar. Böyle yapmakla kendi insanına şunu demek istiyor: Bizim kültürümüzde de böyle buluşçu insanlar var.
Hâlbuki Batı, bilimi Müslümanlardan alırken o insanların ismini söylemedi. Müslümanların isimlerini eserlerine yazmadı. Kopernik’in buluşları aslında İbn-i Şatır’dan aşırmadır.
Bize geçerken, Kopernik’in yanında İbni Şatır’ın da ismi yer almalıydı.
Hiçbir zaman kitabında İbn-i Şatır demiyor. Leonardo Da Vinci’nin buluşlarını El-Cezeri’den aşırdığına dair belgeler var. Mühendislik dehası El-Cezeri’den 250 yıl sonra gelen Da Vinci’nin aynı şeyleri çizmesi tesadüf olabilir mi?
Sibernetik ve otomatik sistemlerin başlangıcı konusunda; Fransızlar Descartes ve Pascal’ı, Almanlar Leibniz’i, İngilizler de R. Bacon’ı öne sürseler de ilk ortaya koyan Cezerî’dir. İlim dünyasına sunan ilk araştırmacı odur. Aynı zamanda ilk sistem mühendisi, ilk sibernetikçi ve elektronikçi ve bilgisayarın babasıdır Cezerî.
Bizim kitaplarımız Batı ile aynı dili kullanır ve bilgisayarın babası olarak İngiliz matematikçi Charles Babbage öne sürülür.
Günümüz fizik ve mekanikçileri, “ısı etkisiyle haberleşerek denge kurma” sisteminin, ilk olarak J. Watt'ın 1780’de regülatörü keşfiyle başladığını söylerler. Fakat bunun da yine Cezerî’ye dayandığı, onun meşhur eseri Kitabü’l-Hiyel’de açıkça görülür.
Böyle daha yüzlercesi var. Bunlar denizden damladır.
Biz ne yaptık? “Hazret-i Batı her şeyin en iyisini bilir” felsefesi ile hareket ettik.
Bir kere medeniyet adına, modernlik adına bize yutturulan ne varsa gözden geçirilecektir. Bilim diye önümüze konulan her şeyin “bilimselliği” ve “fıtrata uygunluğu” araştırılacaktır.
Newton’un yanına bizim tarihimizden bir isim verebilirdik. Örneğin Nasiruddin et-Tusi ve İbni Sina gibi. Mikrobu ilk bulan Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemsettin’dir. Bizim ders kitaplarımız mikrobun mucidi olarak Pasteur’u okutur.
Yakın tarihimizin, günümüzün çaplı devasa bilim insanlarına da sahip çıkma adına neler yapabildik? Örneğin daha yakın bir zamanda vefat eden Fuat Sezgin... Bilimin kurucularının Müslüman bilim adamları olduğunu, Avrupa’nın bilimi gerçekten İslam dünyasından ve Müslümanlardan öğrendiğini dünyaya ispat etti. Hâlbuki bilim kurumlarımızın “Batıya teslimiyetçi” yapısı devam ettiğinden Sezgin’in çalışmalarına sahip çıkamadık. İsmini bir üniversiteye bile veremedik.
Fuat Sezgin’in ortaya koyduğu şekilde, okullarımızda doğru tarih dersi verebilsek, gerçek bilim tarihi okutabilsek… Değişimi hayal edebiliyor musunuz? Mevcut müfredatın pompaladığı o aşağılık kompleksleri bir bir kalkacak. Gençlerde kendine güvenle genişleyen düşünce ufku ve yeniden doğan girişimcilik ruhu tüm engelleri kaldırıp atacaktır.
El-Kindi, Einstein’dan 1100 yıl önce 800 yılında, izafiyet teorisi ile uğraşır. Behram Kurşunoğlu, Einstein ile çalışmış. Onun eksikliklerini tamamlamış bir bilim adamı. Ders kitaplarımızda Einstein’in teorilerinin yanına El-Kindi’nin ve Kurşunoğlu’nun ismini ilave edebilirdik.
Liyakatsizliğin pirim yaptığı bir üniversite düzeni içinde bir adım ileri gidemeyeceğimizi ve bu yüzden dışarıda çalışmak zorunda kalan çaplı hocaları buraya getiremeyeceğimizi anlatmaya çalışıyorum.
Soracağımız bir soru şu:
Sinanoğlu çapında büyük bilim adamları neden bizim üniversitelerde yer bulamamaktadır?
Yıldız Teknik Üniversitesinde çalışmalara başlar. Ancak burada başına ne çoraplar örüldüğünü biliyor muyuz?
Oktay Sinanoğlu, moleküler biyolojide, fizik ve matematik alanında büyük buluşların sahibi. Yıldız Teknik Üniversitesi Kimya Bölümünde çalışırken bölümde maruz kaldıklarını Türk Aynştaynı adlı kitabında anlatır. Bölümde kendisine türlü türlü tacizler edilmiş. Daha başka ayrıntılarını meşhur beyin Cerrahı Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın’dan dinlemiştim.
Sinanoğlu aynı zamanda Batı’nın, özellikle ABD’nin iç yüzünü ve niyetini deşifre eden adam. Bilimde ve teknolojide yarışa girmek ve yerliye dönüş için Sinanoğlu’nun fikirlerinin değerini son günlerde daha iyi takdir etmeye başladık
Neva Çiftçioğlu’nun hikayesini okudum geçenlerde. Nobele aday olmuş, Nasa’da çalışmış büyük buluşları olan bir bilim kadını. Finlandiya’dan döndükten sonra Ülkemizde üniversitelerimizin birisine çalışmalarını devam ettirmek ister. Hangi üniversiteye başvurmuşsa kapılar yüzüne kapanmış.
Kendi doktora ve yüksek lisans danışman hocam Prof. Dr. Metin Balcı, Almanya’dan ve Amerika’dan döndükten sonra ülkemizde meşhur (!) bilinen hangi üniversiteye başvurmuşsa geri çevrilmişti. O yıllarda Atatürk Üniversitesi sahip çıkmış Metin Balcı hocaya.
Metin Balcı ve oluşturduğu seçkin çalışma guruplarının üstün gayreti ile Ülkemizde sadece organik kimya alanında değil, kimyanın diğer dallarında bilimsel çalışmalar canlandı. Çalışma gurupları orijinal ve özgün çalışmalarla tanıştı. Yurt dışı ile rekabet edebilir hale geldi.
Atatürk Üniversitesinde aldığım yüksek seviyeli mastır ve doktora çalışmaları sayesinde Almanya Alexander vonHumboldt bursunu kazandım. Erzurum’da aldığımızdoktora ve mastır eğitiminin Almanya’dan hiç de geri olmadığını gördüm. Demek ki çözüm, dışarıya eleman göndermek değil. Çözüm başarılı bilim adamlarının ülkemizde önünü açmak. Onları yetkili ve etkili kılmak…
YÖK sisteminin kalite ve liyakat kriterlerini çalıştırmaması (yanlış işletmesi) yüzünden kimse kendisini aşan ve kendisinden üstün olanı bölümünde/biriminde bulundurmak istememektedir. Kıskançlık, rekabet, çekememezlik hakim hale gelmektedir.
Neden bilim adamı sıfatlı insanlarımız böylesine dar kalıplar içinde kalabiliyorlar, hamiyetten ve himmetten yoksun ve gayretsiz hale düşüyorlar?
Kendi kültürünüzle yetiştiğinizde “büyük” düşünebiliyorsunuz. O takdirde kendi toplumunuza faydalı hale gelebiliyorsunuz. O takdirde mucit insanlar, büyük sanatçılar çıkarabiliyorsunuz. Kendi milli üniversitenizi kurabiliyorsunuz, dünya çapında üniversiteleriniz oluyor.
Çünkü kendi metafiziğinize sahipseniz, teknik üretime geçebilirsiniz. O halde teknik, kendi kültürümüzden ve imanımızdan doğacak. Bilimde ve eğitimde kendi referans sistemlerimizle ayağa kalkacağız. Kendi modellerimizi ortaya koyacağız. Her bilimsel ifade, eğitime dair her metot kendi kültürümüzün çocuğu halini alacak.
Darbe anayasası ürünü olan YÖK düzeninden kurtulup, kendi milli üniversitemizi kurmadıkça, üniversitelerimizin Batı’ya taşeronluğu devam edecek; ülkemizin bilim varlığının üniversitelerimiz yoluyla Batı’ya transferi durmayacaktır.
YÖK’ün topluma hizmeti değil, yabancı dilde yayını esas alması bunun çok açık bir göstergesi olmaktadır.
Sanatta ve düşüncede ne zaman özgün ve doğru eserler verebiliriz?
Bilime medeniyet ve kültür meselesi olarak baktığımızda! Eğitim sisteminde felsefe olmayınca düşünce üretilemiyor.
Yunan düşüncesinde Eflatun önemli bir isim. O, “Geometri bilmeyen bu akademiye giremez” demişti. İbn-i Haldun ise “İnsan eğer düşüncelerini geometriye endeksleyebilirse, o düşünce kolay kolay yanılmaz” diyor.
Geometri göze hitap ediyor, her şeyden önce akla hitap ediyor. Sanat eserleri esasen geometriden ibaret. Osmanlı binalarının bir geometrisi var; kemeri, sütunu ve pencereleri var.
Eski Osmanlı binalarındaki pencereleri karşısında hislerimiz ve heyecanımız neden farklı?
Bir de şimdiki pencerelerle kıyasladığımızda mühendislikte geometrinin önemli olduğunu anlıyoruz değil mi? Geometrinin dinlere ve kültürlere göre farkını daha iyi fark ediyoruz.
Şu hâlde mühendislik alanında, bizim kültürümüzde unutulan üç şeyi görüyoruz:
Birincisi “tahayyül”dür. Mühendisliğin başı hayal etmeyi öğrenmektir. Geometri bilmekle iş bitmiyor. Birincisi hayalse ikincisi “tasavvur”. Şimdi tasavvura tasarım diyoruz. Hayal ettiğine bir şekil veriyor insan. Geometri onu kılıfa sokuyor. Tasavvur, surettir. Görüldüğü gibi geometri bilmekle iş bitmiyor. Hayalimiz ve tasavvurumuz zevkimiz gelişmediğinde ve geometri bilmediğimizde binalarımız ve şehirlerimiz bir medeniyet değeri taşımıyor.
Üçüncü adım ise “tefekkür”dür. İslam dünyasında neden atom keşfedilmedi diye soruyorlar. Hâlbuki tahayyül edenler ve tefekkür edenler olmuş. Eski Yunan’da atom parçalanamaz deniliyordu. Hâlbuki kimyanın babası olarak bilinen Cabir bin Hayyan şunu demişti: “Eğer atom bir parçalanırsa Bağdat’ta taş taş üzerinde kalmaz.” Yani atomu daha o zamanlar düşünmüşler.
Atom bombası fikrinin ilk mucidi Cabir bin Hayyan’dır. Maddenin en küçük parçası olan atomun parçalanacağını bundan 1200 sene kadar öne söylemiş. Ama bizim tarihimizde bu bilgiler yoktur. Çünkü müfredatımız, kültürümüzün ve tarihimizin çocuğu değildir. Batı’dan nakil üzerine kuruludur.
Eğitim sistemine felsefe gelirse, düşünce de gelir.
Kuru bilgi ile bilim üretilemiyor. Bugün Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinde İlahiyat fakültelerine bakıyorsunuz. Ne görüyorsunuz? Fizik de matematik de öğretilmiyor.
Mühendisliğe geliyorsun ve yahut sayısal bölümlere geliyorsun burada mantık yok, felsefe yok. Mantık, felsefe verilmeyince genç ayağı üzerinde duramıyor. Hâlbuki her şeyden önce insan, ayakları üzerinde durmayı öğrenecek.
Mesela Karl Popper önceleri fizikçidir. Mühendisliği ve fiziği bırakıyor. Bilim Felsefesi ile uğraşıyor. İlahiyatçılarda mantık dersi var, felsefe dersi de var. Ama bu sefer mühendislikte bunlar olmayınca, mantar gibi mühendis yetişiyor.
Farabi, kitabına besmeleyle başlıyor; İbn-i Sina ve diğerleri hepsi besmeleyle başlıyor. Bediüzzaman da besmele ile başlıyor. Artık kitaplara, derslere besmele ile başlasak ne olur? Laiklik elden gider mi? 1000 yıllık bir medrese geleneğimiz var. Koskoca imparatorluklar kurulmuş, bu okullardan binlerce alim ve arif insanlar yetişmiş. Medrese geleneğini okullara getirmeye kalksak, karşı çıkanlar olur mu?
Acaba karşı çıkanlar, Amerika’da doktora ve master eğitiminin medrese sistemini esas aldığını biliyorlar mı? Oktay Sinanoğlu’nun kitabını okusunlar.
Bediüzzaman, medrese tecrübesini yeniden diriltmek istiyor. Onun için projesinin adına Medresetü’z-Zehra demiş. İlahiyat okullarında bile fen bilimleri okutulmasını istemiş. Fen ve Matematik bilimleri ile din bilimlerinin bir arada verilmesini istemiş. Sağlam bir Fen ve Matematik eğitimi verilmesi ile Mantık dersinden beklenen neticelerin fazlası ile hasıl olacağına dikkat çekmiş. Hangi branşta olursa olsun fen eğitiminin zaruretine vurgu yapmış.
Medreselerde ahlâk dersi vardı. Adap öğretilirdi. Her dersin, önce usulü öğretilirdi. Şimdi ahlâk yerine etik diyoruz. Etik diye bir şey uydurulmuş. Hikmet insanı nasıl Allah’a bağlıyorsa, ahlâk da Allah’a bağlıyor. Etik denilen şey maddeyle ilgilidir. Maneviyatı ve ahlâkı dışlamak için etik denilmiştir.
Mesela pragmatizm diye bir şey var şimdi. Pragmatizm akımının öncü ismi “Charles SandersPeirce” diyor ki: “Doğru yoktur, menfaatim neredeyse doğru odur.” İşte bakın Batı felsefesini aynı ile alırsak, menfaat esas olur. Böylece Batı’nın sömürü üstüne sömürü düzeninin aleti ha bir medeniyet meselesidir. Her medeniyet, köklü bir varlık ve dünya tasavvuru, insan tasavvuru geliştirir.
Sonuç olarak her şeye seküler ve Batılı zihin kalıplarıyla bakmamız çözümsüzlüğün kaynağı olmaktadır. Başkasının gözleriyle ve gözlükleriyle, zihin kalıplarıyla ve kavramlarıyla kendi sorunlarımızı anlayabilir miyiz?
Modernleşelim… Şİmdi yaptığımız gibi kendi kültürel, entelektüel paradigmalarımızı/değerlerimizi bir kenara bırakarak değil ama. Önce kendi omurgamızı, kültürümüzü, değerlerimizi merkeze alalım. şartıyla diğer kültürlere açılalım. Mevlana Hazretlerinin pergel metaforunu unutmayalım.
Batı medeniyeti karşısında eziklik duygusundan kurtulmanın yolu da budur: Kendi medeniyet perspektiflerine sahip olduğumuz takdirde hem başka medeniyetlerden nasıl yararlanabileceğini yolunu bulabiliriz. Hem de insanlığın önünü açacak ufuk ve çığır açıcı hamlelere geçebiliriz.
Bir ayağımız kendi iman ve inanç kaynaklarında sabitlemek suretiyle, diğer ayağımızla bütün âlemi dolaşacak şekilde benliğimizi, şahsiyetimizi ve şerefimizi ortaya koymalıyız. Ona göre imanlı ve inançlı bir şekilde kendimizi hazırlamamız gerekiyor. Mevlânâ’ hazretleri bu açıdan da iyi tahlil edilmeli.
Prof. Dr. Osman Çakmak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder